Arama

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında - Sayfa 13

Güncelleme: 25 Eylül 2013 Gösterim: 252.342 Cevap: 158
PiSiK0PATR - avatarı
PiSiK0PATR
Ziyaretçi
22 Ağustos 2006       Mesaj #121
PiSiK0PATR - avatarı
Ziyaretçi
weloveyoumohammed5cx
Sponsorlu Bağlantılar
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
26 Ağustos 2006       Mesaj #122
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HZ. PEYGAMBER SEVGİSİNİN TEZAHÜRLERİ


Sponsorlu Bağlantılar
Hz.Peygamber’e iman etmek farzdır. Hz.Peygamber (sav)’e iman etmek İslamın erkanından birisi, imanın da şartlarından bir şarttır. Bundan dolayı her Müslümanın O’nun Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğuna şehâdet etmesi, O’nun Rabbinden getirdiği her şeyi tasdik etmesi ve O’ndan gelen bütün sözleri ve fiilleri kabul ederek, O’nu hayatında kendisine örnek alması gerekir.
Hz.Peygamber’i sevmek, her mümin için en gerekli taatlerden biridir. Zîrâ sevgili Peygamberimiz (sav), Buhârî ve Müslim’in Enes b. Mâlik (r.a)’den rivayet ettikleri bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
Sizden birinize ben, annesinden, babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadığım müddetçe tam iman etmiş olamaz.” (Buhârî, İman: 8; Müslim, İman: 69,70.)
Bu zikretmiş olduğum hadis-i şerif başka bir rivayette şöyle nakledilmiştir:
Sizden birinize ben, kendi nefsinden, annesinden, babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadığım müddetçe tam iman etmiş sayılmaz.
Bu sevgi bir insanda gerçekleşmezse, o insan gerçek mümin olamaz. Nitekim, Abdullah b. Hişâm, Hz.Ömer (r.a)’ın bir gün Peygamber (sav)’e şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“Ey Allah’ın Resulü sen bana, nefsim hâriç her şeyden daha fazla sevimlisin” demiştir.
Hz. Peygamber (sav) ise, O’na “Hayır ey Ömer, nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki; sen, beni nefsinden de daha fazla sevmedikçe gerçek iman etmiş olamazsın.” buyurmuştur.
Hz.Ömer (r.a)’de O’na; “Vallâhi şimdi sen bana nefsimden de daha fazla sevimlisin” dediğinde, Hz.Peygamber (sav); “Şimdi imanının kemâle ermiştir ey Ömer” demiştir. (Buhârî, Muhtasarı Tecrid-i Sarih Terc, I,31.)
Şüphesiz ki insan, iyiliğin esiridir. Kalpler kendisine iyilik yapana karşı sevgi duymak üzere yaratılmıştır. Eğer bir insan, kendisine iyilik yapan bir insanı severse, ya ona bir hediye verir veya dar zamanında ona yardım eder. Bir kişi başka bir kişiyi sevince bunları yaparsa, o halde, bütün âlemlere hidâyetle gelen, bütün insanlık için rahmetle gönderilen insanlara kitabı ve hikmeti öğreten, dünya ve ahiret saadetine kavuşma yolunu açıklayan bu Yüce Peygamber’e karşı tutumumuzun nasıl olması gerekir?
Burada hemen şunu ifade etmemiz gerekir. Hiç şüphesiz ki; Allah sevgisinden sonra sevgiye en lâyık olan Hz.Muhammed (sav)’dir. Zîrâ Yüce Allah, bir ayet-i kerimede Hz. Peygamber (sav)’e hitâben şöyle buyurmaktadır:
“(Ey Habibim!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz kiAllah’da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Al-i İmrân, 3 / 31.)
Allah, iki vasıtayla bilinip tanınır: Onlardan biri akıl, diğeri ise peygamberdir. Allah’ı birinci vasıtayla bilip anlamak yeterli değildir. Varlık âlemindeki çok mükemmel plan şaşmayan kanunların bir planlayıcının ve ebede uzanan ölçü ve anlamda bir kanun koyucunun varlığına delalet ettiğini akıl yoluyla bilip anlamak mümkündür. Ama O yüce kudretin sıfatları, emirleri, kullarından bekledikleri, bu dünyayı insanlara hazırlamasının nedenleri, ahiretin varlığı bilinmemektedir. Bunları akıl değil, ancak peygamber haber verebilir. Peygamberin getirdikleri akılla birleşince asıl yol ve amaç belirlenmiş olur.
O halde peygamber, ilahî rahmeti ve O’nun kullarına olan buyruklarını yansıtan bir ayna, O’nun kanunlarını haber veren bir alıcı-verici,O’nu kullarına tanıtan bir rehber; kulluk görevinin anlamını ve ölçüsünü insanlara öğreten bir öğretmendir.
Bu nedenle Allah’ın sevgisine erebilmenin tek yolu, peygamberi sevmek ve O’nun getirdiklerini gönülden benimseyip kabul etmek; ilâhî rahmetin insanlıktan yana ışık ve enerjisini ondan almaktır.

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
2 Eylül 2006       Mesaj #123
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HZ. MUHAMMED'İN VEDA HACCI VE EBEDİYET ALEMİNE GÖÇÜŞÜ bosluk
Vedâ Haccı ve Hz.Ali'nin Velâyeti bosluk
Hicret'in 10. yılında Hz.Muhammed bütün ashâbı ile haccetmek üzere Medine'den hareket ettiler. Bu son vedâ haccı olayı, Kur'ân-ı Kerîm'in Hacc Sûresi'nin 27-29. âyetlerinde şu şekilde anlatılır:

'(27) Ve insanları hacca davet et, uzak-uzak bütün yerlerden yaya olarak yahut hayvana binerek gelsinler sana. (28) Gelsinler de kendilerine ait olan menfaatleri elde etsinler ve kendilerine rızık olarak verilen dört ayaklı hayvanları, muayyen günlerde Allah'ın adını anarak kessinler. Yeyin artık onlardan ve yok-yoksul fakiri de doyurun. (29) Sonra ihramdayken yapılmayan şeyleri yapıp temizlensinler ve tavaf etsinler Beyt'ül-Mükerrem'i'


Hz.Muhammed bütün civardaki boylara haber vermiş, hepsi de haccetmek üzere gelmişlerdi. Hz.Resûl-ü Ekrem'in Medine'den hareketleri Zilkade ayının sonlarıydı. Hz.Ali Yemen'de idi. Hz.Peygamber, Hz.Ali'ye gelip kendilerine kavuşmasını yazmışlardı. Hz.Ali bu haberi alınca yanındaki askerlerle yola çıkarak Mekke'ye gelmiş ve Hz.Peygamber ile buluşmuşlardır.

Hz.Muhammed bütün ashâbına:

'Bu hacc, son haccımdır sanıyorum; hac törenini benden iyice belleyin' buyurmuşlardır. Her gelenin sorusuna yüksek sesle cevap vermede sözlerini; başkalarına da duyurmada, 'yavaş yavaş huzûr ile' buyurarak halkın, kalabalıkta birbirine eziyet vermesini önlemekteydiler.

Hz.Muhammed, Arefe günü özet olarak şu hutbeyi okumuşlardı:

'Ey insanlar, câhiliyye devrinde dökülmüş olan bütün kanlar geçmiş, gitmiş unutulmuştur. Câhiliyye devrindeki faiz geleneği, geçmiş gitmiştir. Gerçekten de Allah'ın kitabında aylar oniki dir; bunların dördü; Recep, Zilkade, Zilhicce, Muharrem aylarıdır ve bu aylar hürmet edilmesi gerekli aylardır. Bu aylarda nefislerinize zulmetmeyin. Ey insanlar, kimde bir emanet varsa, emin olduğuna versin onu, Allah'ın emirlerini yerine getirsin.

Ey insanlar, kadınlar da size Allah emanetidir; onlar Allah'ın adıyla helâl olmuştur size. Sizin onlar üzerinde hakkınız olduğu gibi, onların da sizin üzerinizde hakkı vardır.

Ne bir kimse oğlunun suçundan, ne bir kimse babasının suçundan sorumlu sayılır.

Benden sonra yolunuzu sapıtıp da birbirinizin boyunlarını vurmayın; Rabbinize ulaşacaksınız, yaptıklarınızdan sorguya çekileceksiniz.

Allah câhiliyyet geleneklerini, o kötü adetleri, atayla, babayla övünmeyi sizden giderdi. Bütün insanlar Âdem'den dir; O da topraktan yaratılmıştır. Ne Arab'ın, Arap olmayana, ne Arap olmayanın Arab'a, ne beyazın siyaha, ne siyahın beyaza üstünlüğü var; üstünlük, ancak Allah'tan çekinmekledir.'

Bu hutbeden sonra, Hz.Muhammed:

'Ey insanlar, bugün hangi gün?' diye sordular. Ashâb;'Hürmeti gereken gün' dedi. 'Ey insanlar' buyurdu. 'Bu ay hangi ay?' Ashâb; 'Hürmeti gereken ay' diye cevap verdi. 'Ey insanlar, bu şehir hangi şehir?' diye sordular. Ashâb; 'Hürmeti gereken şehir' dedi.

Buyurdular ki:

'Üstün ve ulular ulusu Allah, bu günün, bu ayın, bu şehrin hürmeti gibi kıyamete kadar kanlarınızı, mallarınızı, ırzlarınızı birbirinize haram etmiştir.'
Hz.Muhammed, bu hutbeden sonra Mekke'de Hacc ve Umre törenini tamamlayıp, Medine'ye doğru yola çıktılar. Zilhicce ayının 18. Perşembe günü, Mekke ile Medine arasında Cuhfe denilen yerdeki Gadîru-Humm mahalline geldiler.

Bu sırada Cebrâil Aleyhisselâm nâzil olmuş ve Kur'ân-ı Kerîm'in Maide Sûresi'nin 67. âyeti kerimesini getirmiştir:

'Ey Peygamber! Rabbin tarafından sana indirilen emri tebliğ et, eğer bu tebliği yerine getirmezsen, onun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah seni, insanlardan korur; şüphe yok ki Allah, kâfir olan kavme doğru yola gitmek hususunda başarı vermez.'

Hz.Peygamber, bu âyet-i kerîmenin nâzil olmasından sonra Gadîru-Humm'a indiler, oradaki ağaçların altına gittiler ve sahâbenin ileri gidenlerinin dönüp gelmelerini, geride kalanlarının yetişmelerini emrettiler. Herkes toplanınca, öğle namazı seferi olarak kılındı. Hz.Peygamber'e deve hamutlarından üç kademe bir minber yapılmıştı.

Namazdan sonra Hz.Muhammed minbere çıktı. Yaklaşık yüz veya yüz yirmi bin kişi toplanmıştı. Hz.Ali'yi yanlarına çağırdılar ve gelince Hz.Ali'yi de minbere çıkardılar; sağ yanına aldılar.

Sonra şu hutbeyi okudular:

'Hamd Allah'a; ondan yardım dileriz; ona inanmışız, ona dayanmışız, kötülüklerden, yaraşmayan işlerden ona sığınmışız; yol yitirenlere ondan başka yol gösteren yoktur. O kime yol gösterdiyse, o kişi sapmaz, sapıtmaz. Şehâdet ederim ki; ondan başka yoktur tapacak; Muhammed onun Peygamber'idir ancak.

Ona hamdü senâdan, birliğine şehâdetten sonra ey insanlar, acıyan ve her şeyi bilen Allah, bildirdi bana, davet edildim katına; yakında davetine icabet edeceğim, ebedî yurda gideceğim. Bende uhdemdeki vazifeden sorumluyum, siz de uhdenizdeki vazifeden sorumlusunuz. Bu hususta ne dersiniz, nedir düşünceniz?'
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
8 Eylül 2006       Mesaj #124
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın


naksikadim1
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
8 Eylül 2006       Mesaj #125
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Hz. Muhammed


mescidinebevi

Mescid-i Nebevi
"Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram haricinde diğer mescitlerde kılınan namazlardan bin kat hayırlıdır."


Muhammed (s.a.v.), Mekke’nin soylu Haşimoğulları ailesinden gelir. 571 yılında Mekke’de doğmuştur. Annesinin adı Amine, babasının adı Abdullah’ tır. Hz. Muhammed daha doğmadan babası öldü. Yetiştirilmesini dedesi AbdülmuttalipEbu Talip ona çok iyi baktı. Hz. Muhammed’in anlattığına göre yengesi de kendisine çok iyi davrandı; çocukları aç olsalar bile önce onu doyurdu. Hz. Muhammed “O, benim annem gibiydi.” der.
üzerine aldı ve torununa o zamana kadar kimseye verilmemiş olan Muhammed adını verdi. Mekke önde gelenlerinin çocukları, saf çöl arapçası ve törelerini öğrenmeleri için genellikle dışarıdan tutulan sütannelerle yetiştirildiklerinden, Muhammed de aynı amaçla o sıralarda Mekke’ de bulunan Beni Sa’d kabilesinden Halime adlı bir kadına teslim edildi. Muhammed’i ondan önce Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe emzirmişti. Muhammed, beş yaşına kadar Halime’nin yanında kaldıktan sonra annesine döndü. Yakınlarının ve kocasının mezarlarını ziyaret etmek üzere Medine’ye giden annesi, Muhammed’i de yanında götürdü; ancak dönüşte yolda öldü. Cariyeleri Ümmü Eymen Muhammed’i Mekke’ye getirip dedesi Abdülmuttalip’e teslim etti. Dedesi, yetiştirmesi için onu, oğlu Ebu Talip’e bıraktı.

Muhammed, dokuz yaşındayken amcası, ticaret yapmak için gittiği Suriye’ye onu da götürdü. İslam kaynaklarında, konakladıkları Busra kasabasında bir rahibin, O’nun peygamber olacağını haber verdiği rivayetleri yer alır. Muhammed on yedi yaşındayken de amcası Zübeyr ile Yemen’e gitti. Bu geziler, bilgi ve görgüsünü artırmasının yanı sıra ruhsal yapısının gelişmesinde de etkin rol oynadı. Bu arada da amcaları ile birlikte Kureyş ve Kays kabileleri arasındaki Ficar Savaşı’na katıldı. Ticaretle olan ilgisi Hatice ile tanışmasına neden oldu ve onun sermayesi ile ticarete başladı. Suriye’ye yaptığı ilk seferde çok kazanç elde etti. Dürüstlüğü ile Hatice üzerinde iyi bir izlenim bıraktı ve sonunda onunla evlendi. Evlendiklerinde Muhammed 25, Hatice ise 40 yaşındaydı. Muhammed çevresinden gelen dinsel görüş ve uygulamalarla ilgilenmedi. Kendisi, aynı dönemde herhangi bir puta tapmamakla birlikte, başkalarının tapınmalarına da karşı çıkmadı. Onun bu dönemdeki tutumu Kuran’da “...oysa, vahiyden önce, kitap nedir, iman nedir sen bilmezdin” (XLII, 52) ve “Tanrı seni yorulmuş halde buldu ve doğru yola yönlendirdi.” (XCIII, 7) ifadeleriyle açıkça gösterilir. Bununla birlikte, gerek kendi ülkesinde, gerekse gezip gördüğü ülkelerdeki toplumlarda dinsel inanç ve ahlak bakımından gözüne çarpan büyük çöküntü, sapkınlık ve bozulmalar, yaradılışı dolayısıyla kendisini topluma yabancı kabul etmeyen ve onun her türlü derdini dert, sorununu sorun edinen Muhammed üzerinde çok derin izler bıraktı ve onu bu konularda uzun uzun düşünmeye sürükledi. Nitekim, peygamber olmadan önce bu sorunlara çare bulmak amacıyla toplumdan uzaklaşıp Mekke’nin yaklaşık 6 km kuzeyinde bulunan Hira dağındaki bir mağaraya çekilmeyi ve ramazan ayını burada geçirmeyi adet edindi. Bu mağaraya kaç yıl gidip geldiği bilinmemektedir. 40 yaşındayken 610 yılında, büyük bir olasılıkla ramazan ayının 26’sını 27’sine bağlayan gece (Kadir gecesi), kendi toplumunun puta taparlığı ile hristiyanlık ve musevilik gibi, tek tanrıcı dinlerin de sapkınlıklara uğradığını saptayıp bunlara ne gibi bir çare bulunabileceğini düşünürken, olağanüstü bir ruhsal duruma ulaştığı sırada Cebrail adlı melek geldi ve Hz. Muhammed’e “oku!” dedi. O da, “okumasını bilmem, ne okuyayım?” dedi. Bunun üzerine Cebrail, Hz. Muhammed’i sıkarak, yine “oku!” dedi. Hz. Muhammed tekrar okuması olmadığını söyleyince, Cebrail onu sararak aynı şekilde sıktı ve geri salarak “oku!” dedi. Hz. Muhammed’den aynı cevabı alınca: “Ey Muhammed! İnsanı bir kan damlasından yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku! İnsana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” Cebrail bunları söyledikten sonra gitti. Hz. Muhammed, dehşet içinde uyandı. Sanki kalbine bir kitap işlenmişti.
Bu şekilde Hz. Muhammed’e ilk vahiy gelmiş, peygamberlikle görevlendirilmişti. Cebrail’in getirdiği bu ilk ayetlerin ilahi tesirinde, dehşet ve hayrete düşmüş olan Hz. Muhammed, hemen evine dönmek üzere yerinden kalktı. Vücudunu korku ve heyecan kaplamıştı. Öyle bir havaya bürünmüştü ki, bir an için: “Acaba cinler mi çarptı, acaba şair mi oluyorum?” diye aklından geçirdi. O anda Cebrail: “Ey Muhammed, sen Allah’ın Resulüsün!” dedi. Hz. Muhammed mağaradan çıkmış, hafif adımlar atıyordu. Her adım atışında, binlerce ses: “Ey Muhammed selam olsun! Ya Resulullah, sana selam olsun!” diyordu. Her defasında geriye dönüyor, taş ve ağaçlardan başka bir şey göremiyordu. Dağın ortasında yine Cebrail göründü. Ufuk ile sema arasını kaplamıştı. Hz. Muhammed, olduğu yerde durdu; ne bir adım ileriye ne de geriye atabiliyordu. Cebrail’in heybetine dalmıştı. Cebrail konuştu: “Sana selam olsun ey Muhammed! Sen Allah’ın Resulüsün! O’nun peygamberisin!” Cebrail bu sözleri söyledikten sonra kayboldu. Hz. Muhammed, hala olduğu yerde duruyordu. Ona peygamberlik verilmişti. Allah onu kendi Peygamberi, Resulü yani insanlara elçi olarak seçmişti. Yoğun bir ruhsal gerilimin ardından, kesin olarak inandığı bu gerçeği yakınlarına duyurmaya başladı. Gelen bu ilk vahiy üzerine, peygamberliğini ilk olarak Hatice’ye bildirdi. Hatice de durumu akrabası Varaka’ya açtı. Bir süre vahiy kesildi. Çok geçmeden, onu doğrudan doğruya göreve çağıran “...Kalk, insanlara tuttukları yolun kötü olduğunu bildir, Rabbini ulu tanı ve yüce tut. Üstünü dünya kir ve pasından temizle, putları terk et!” ayeti (LXXIV, 1-5) indi.
Hz. Muhammed’inİislam dinine çağrısına ilk uyan, eşi Hatice oldu. Onu amcası Talip’in oğlu Ali, azatlı kölelerden Zeyd bin Harise ve Ebu Bekir izledi. Bir süre yine vahiy kesildikten sonra on bir ayetten oluşan Duha suresi (XCIII) indi. Bu surede, Tanrı’nın Hz. Peygamber’i yalnız bırakmadığı, yetimken barındırdığı, bu nedenle yoksullara yardım edilmesi ve iyi davranılması gerektiği üzerinde duruldu. Bu dönemde islam dinini kabul edenlerin büyük bir çoğunluğu üst düzeyden, mal ve canlarını vermekten çekinmeyen kişiler oldukları halde, dinlerini gizlemek zorunda kaldılar. Belli bir süre sonra Hz. Peygamber önce akrabalarını, ardından Safa tepesine çıkarak tüm Mekke halkını açıktan açığa müslüman olmaya çağırdı. İlk müslümanlar çok ağır hakaret ve işkencelere katlanmak zorunda kaldılar.
Hz. Muhammed’in halkı müslüman olmaya çağrısı, bulundukları mevki ve ellerindeki güçleri yitirebilecekleri kaygısıyla müşrikleri tedirgin etti. Kabe’den putların kaldırılmasının, ticareti engelleyeceği ve birtakım alışkanlıklara son verileceği için büyük tepki ile karşılandı. Bir bölük müslüman, kendilerine yapılan işkenceler artınca Habeşistan’a (Etyopya) göç etmek zorunda kaldı. İki dalga halinde göç edenler, bir süre sonra Hz. Peygamber’in Mekkeli müşriklerle anlaştığı yolunda aldıkları bir haber üzerine geri döndülerse de Mekke’ye geldiklerinde bunun doğru olmadığını öğrenince yeniden gittiler. Bu arada Ömer ve Hamza’nın müslümanlığı kabul etmeleri müslümanların moral ve cesaretlerini artırdı; Kabe’de açıkça namaz kıldılar. Hz. Muhammed’in, amcası Ebu Leheb dışındaki akrabalarından yardım görmesi ve Mekke önde gelenlerinden bazılarının müslüman olmaları, müşriklerin tepkilerini daha da artırdı. Hz. Peygamber, eşi Hatice ve amcası Ebu Talip’in ölmeleri üzerine Mekkeliler’in müslüman olmaları konusunda ümitsizliğe kapılarak Taif’e yerleşmek istedi. Ancak burada tepki daha da büyük oldu ve Hz. Muhammed geri dönmek zorunda kaldı. Tüm bu olaylara karşın, peygamberliğine olan inancı, düşüncelerini sürekli yaymasını sağladı. Bu inancından cesaret alarak din alanındaki çalışmalarını Mekke dışına taşımaya yöneldi. Hac mevsiminde Mekke’ye gelen Medineliler ile anlaştı. Medineliler, dinsel bir vaizden çok, kabile savaşlarında kendilerine önderlik edecek birini arıyorlardı. Hz. Peygamber’de bu iki niteliğin de bulunduğu, Hicret’ten (622) sonra anlaşılacaktı.

Hz. Muhammed, Medine’ye gitmeden bir süre önce, Miraç olayı meydana geldi: Kuran’da ve hadislerde verilen bilgilere göre bu gecede, Hz. Peygamber, Cebrail’in eşliğinde, önce Mescid-i Aksa’ya gitti. Orada, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygamberlerden bazılarıyla karşılaşarak, onlarla görüştü. Sidretu’l-Münteha’da, kendisine gösterilmek istenen Allah’ın ayetlerini gördükten sonra, aynı gecede Mekke’ye döndü. Bu semavi gece yolculuğunda, Hz. Peygamber’e Cennet ve Cehennem ve bu ikisine girenlerin hali gösterildi. Bu yolculuk esnasında, diğer bazı hükümler yanında beş vakit namaz da farz kılındı.
Hz. Peygamber Mekke’ye dönünce, bu yolculuğunu anlattı. Bunun üzerine Kureyş, daha da alay etmeye başladı. Hatta Hz. Ebu Bekir’e giderek dediler ki: “Senin adamın dün gece Kudüs’e, oradan da semaya çıkıp tekrar Mekke’ye döndüğünü söylüyor, ne dersin?” Hz. Ebu Bekir de: “O dediyse doğrudur!” dedi. Fakat inanmayanlar, yine alay ediyor, inkarlarına devam ediyorlardı.
Hz. Muhammed, bir hac mevsiminde Akabe’de Yesribliler (Medineliler) ile görüştü. Medinelilerden, önce altı, sonra on iki kişi müslüman oldu. Medineliler İslam’ı kabul edip memleketlerine döndüler ve İslam’ı anlatmaya başladılar. Ertesi yıl aynı yerde yetmiş üç erkek, iki kadın Medineli müslüman, Hz. Peygamber Medine’ye gelip bu kente yerleşirse kendisini koruyacaklarına söz verdiler. Bu anlaşma Mekke’de öğrenilince müslümanlara baskı ve zulüm daha da arttı ve müslümanlar büyüklü küçüklü topluluklar halinde Medine’ye göç etmeye başladılar. Medine’nin, Mekke ticaret yolu üzerinde bulunması ve burada müslümanların giderek çoğalması, Mekkeliler’in çıkarlarına aykırı düştü; bu nedenle müslümanların Medine’ye göç etmelerine engel olmaya çalıştılar.
Müslümanlığa karşı olan Mekkeli müşrikler, her türlü baskıyla, Hz. Peygamber’i davasından vaz geçiremeyince ve Mekke dışında, yani Medine’de müslümanların giderek kuvvetlendiğini görünce; durumun kendileri için tehlike yaratacağı düşüncesiyle, o zaman Kabe’ye yakın bir yerde bulunan Daru’n-Nedve dedikleri meclislerinde toplanarak meseleyi görüşmeye başladılar.
Görüşler, İslam denen hareketin hızla büyüdüğü ve Muhammed’in bu çalışmalarını durdurmak gerektiği merkezinde birleşiyordu; puta taparlık tehlikeye girmişti ve İslam, Mekke’nin düzenini bozabilecek güçteydi. Mekke’nin ileri gelenleri bu kararı alınca, nasıl hareket edecekleri ve hangi yöntemleri uygulayacakları konusunda görüşmeye başladılar. İlk önce şu görüş ortaya atıldı: “Muhammed’i prangaya vurup hapsedelim!” Bu kabul edilmeyince: “Onu memleketimizden sürgün edelim; ne hali varsa görsün!” denildi. Bu görüş de kabul edimeyince, azılı İslam düşmanı Ebu Cehil atılarak: “Benim görüşüme göre, onu öldürmekten başka çaremiz yoktur. Bunun için de, her kabileden birer genç seçelim. Her birine de birer keskin kılıç verelim. Bunların hepsi birden, kararlaştırdığımız yer ve zamanda Muhammed’i pusuya düşürerek öldürsünler; biz de ondan kurtulalım! Böyle olursa, onun kan davası bütün kabilelere düşeceğinden ve ailesi olan Benu Abdi Menaf, herkese savaş açamayacağından, diyete razı olurlar, biz de diyetlerini veririz!” dedi. Bu görüş kabul edildi.
O gece suikastçiler, Hz. Muhammed’in evini sararak, onu öldürmek için uyumasını beklediler. Cebrail, onların oyununu Hz. Peygamber’e bildirdi. Bunun üzerine Hz. Muhammed, evden kaçarak Hz. Ebu Bekir’in evine gitti. Hz. Muhammed hicret için geldiğini söyleyince, Ebu Bekir sevinçten ağlamaya başladı.
Hz. Muhammed, Ebu Bekir’in evinde bir süre oturduktan sonra beraberce, Mekke’nin güneybatısında bulunan Sevr dağındaki mağaraya hareket ettiler.
Mekkeliler, Hz. Peygamber hicret edecek olursa, bir kısmı İslam’ı kabul etmiş olan Medine’ye gideceğini biliyorlardı. Hz.Muhammed, bunu düşünerek, kuzeydeki Medine yoluna değil, Mekke’nin güneybatısına düşen Sevr dağına hareket etti.
Hz. Muhammed, Hz. Ebu Bekir ile Sevr mağarasında üç gün geçirdi. Mağaraya önce Hz. Ebu Bekir girmiş ve içinde akrep, yılan gibi zehirli hayvanların olup olmadığını yoklamıştı. Bu kontrolden sonra Hz. Peygamber içeri girdi.
Hz. Muhammed’in hicret ettiğini öğrenen Mekke Hükümeti, her tarafa asker seferber etmiş, onları bulup getirene yüz deve ödül vadetmişti.
Hükümet askerleri ve Ebu Cehil her tarafta Peygamber ve sadık arkadaşı Hz. Ebu Bekir’i arıyordu. Nihayet askerler Hz. Ebu Bekir’in evine gelince Ebu Bekir’in kızı Esma, onlara Ebu Bekir ve Hz. Muhammed’in nerede oldukları konusunda birşey söylemedi. Bunun üzerine Ebu Cehil Esma’ya şiddetli bir tokat attı.
Bu sırada Mekkeliler, her tarafta Hz. Muhammed’i arıyordu. Hatta becerikli bir iz sürücüsü, Mekke askerlerini Sevr mağarasına kadar getirmişti. Ancak bu sırada bir mucize olmuş ve bir örümcek, mağaranın ağzına ağ örmüştü. Askerler mağaranın yanına gelince, Hz. Ebu Bekir endişenmeye başladı. Hz. Muhammed, onu teselli ediyordu: “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir.” Bu sırada askerler, mağara girişindeki örümcek ağını görünce içeride kimse olamayacağını düşünerek çekip gittiler.
Hz. Muhammed ve Hz. Ebu Bekir 20 Eylül 622’de, Medine yakınlarındaki Kuba’ya ulaştılar. Hz. Peygamber, tekbir ve ilahilerle karşılandı; Kuba’ya varır varmaz Kuba Mescidi’ni inşa ettirdi. Burada Külsüm bin Hedm’e konuk oldu. Hz. Muhammed, on gün dinlendikten sonra, yanında bulunan ashabı ile beraber Medine’ye hareket etti. Bu sırada Hz. Ali de Kuba’ya vardı.
Hz. Muhammed Medine’de, Beni Salim mahallesinde Cuma namazını kıldı ve ilk hutbesini verdi. Medine’de Ebu Eyyub el-Ensari’nin konuğu oldu. Buraya gelmeden önce devesinin ilk çöktüğü yerde bir mescid ve kendi ailesinin kalması için mescide bitişik odalar yaptırdı. Sonraları, Hz. Peygamber’in ailesi genişlediçe bu odaların sayıları arttı. Mescidin bir yanına da barınaksız kişilerin kalabilmeleri için “suffe”adı verilen bir yer yapuldı. Aynı zamanda islam dünyasının ilk yatılı okulu sayılan bu yurtta kalanlara “Eshab us-suffe” denildi.
Medine halkı, dinleri uğruna Mekke’den göçenlerden (muharicun) ve bunlara yardımcı olduklarından dolayı ensar adını alan yerli halk (Evs ve Hezrec kabileleri) ile Yahudiler’den oluşuyordu. Bunlar arasında birlik sağlamak oldukça güçtü. Medine sınırları yakınlarında Heyber vb. yerlerde yaşayan Yahudiler, varlıklı kişiler olduklarından, çevre üzerinde etkiliydiler. Evs ve Hezrec kabileleri arasındaki geleneksel düşmanlığın yeniden alevlenme olasılığı da vardı. Ayrıca ensar ile muharicunu kaynaştırmak, çözülmesi gereken bir sorundu. Hz. Muhammed, bütün bu kesimleri birleştirip bağdaştırmak amacındaydı. Ancak her şeyden önce çok yoksul olan göçmenlerin durumlarının düzeltilmesi gerekiyordu. Hz. Peygamber muhacirleri ensar ile kardeş ilan ederek, ensarın onlara yardım etmesini sağladı. Yahudiler ile açılan aralarını düzeltmek için bu kavmi, hıristiyan ve müşrikleri de müslümanlarla birlikte içine alan Medine kent devletini kurdu. Bu kesimlerin hak ve yükümlülüklerini saptayan 47 maddelik bir tür anayasa benimsendi. 10 muharrem oruç ve barış günü, Kudüs de kıble olarak kabul edildi. Daha önce farz kılınan, ancak Hz. Peygamber’in açıkça uygulayamadığı Cuma namazının bundan böyle toplu olarak kılınması emredildi.
Kendi dinleri ile birçok benzerlikler göstermesine karşın, Yahudiler müslümanlığa karşı çıktılar. Hz. Peygamber onlara, İslam dininin kendinden önceki peygamberlerin söylediklerine uygun ve onların da bildirdiği, dolayısıyla onların dininin devamı olan bir din olduğunu ifade etti. Yahudiler yine de İslam dinine ve müslümanlara karşı olumsuz tutumlardan vazgeçmediler. Medine’de Hz. Peygamber’e karşı olanlar yalnızca bunlar değildi; bir de münafıklar, yani müslümanlık perdesi altında Hz. Muhammed ve çevresindekilere karşı olan iki yüzlüler vardı.
Hz. Peygamber, musevilik ve hıristiyanlığı din olarak tanımakla birlikte, dönemindeki musevi ve hıristiyanların bu dinleri bozduklarını belirterek, onları yeniden tevhit dinine çağırdı. Hicret’in ikinci yılında ( 624) Kudüs yerine, Mekke kıble olarak kabul edildi. Müslümanlar hac farizasını yerine getiremediklerinden, kurban, musalla denilen açık alanda kesildi; ertesi yıl ise ramazan ayı, oruç ayı olarak kabul edildi ve hac farz kılındı.
alojuwon - avatarı
alojuwon
Ziyaretçi
9 Eylül 2006       Mesaj #126
alojuwon - avatarı
Ziyaretçi
mescidinebiresiman1

mübarek efendimiz, Kubbet'üs hadra ,denilen bu yeşil kubbenin altında yatmaktadır,yüce makamları buradadır,Allahın sevgili resulu ,bizim sevgili efendimiz(s.a.v.).
buradaki yeşil kubbe,osmanlı kubbesi,soldaki yuvarlak minarede osmanlı minaresidir.bizim için ögünç kaybagıdır ki,bizim ecdadımızın yaptıgı yerdedir efendimizin makamı.yüzyıllarca bu mübarek toprakların hizmetkarlıgını yapmış olan ecdadımızın,allah mükafatını versin,bu topraklara hizmet etmeyi yüce allahım tekrar bizlere nasip etsin...
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #127
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Peygamberimizin Ramazanı ve Oruçları
Mehmet Paksu
Nesil Yayınları
Ramazan’ın en güzelini Peygamber Efendimiz yaşamış ve yaşatmış. Ramazan’ın il gününden son gününe, Kadir Gecesinden bayrama kadar neler yapmak gerekiyorsa, hepsini anlatmış, öğretmiş, uygulamış ve uygulatmış. Ramazan’ı nasıl geçirirdi, gündüz saatlerinde neler yapardı, gecelerini nasıl ihya ederdi? Oruca ne zaman başlar, nelere dikkat eder, iftarı neyle açardı? Rabbiyle Ramazan’da nasıl bir yakınlık kurardı? Ramazan’dan önce ve sonra hangi oruçları tutardı? Faziletinden sevabına, bereketinden nuruna, sahurundan iftarına, zikrinden duasına kadar Ramazan neydi, oruç neydi ve bize düşen neydi? Yorulmadan, sıkılmadan bir çırpıda okuyacağınız bu kitapta her şeyiyle Ramazan’ı ve Ramazan sonrası oruç günlerini öğrenecek, bilerek ve bilgilenerek şuurlu bir kulluk sevinci yaşayacaksınız.

PEYGAMBERİMİZ NEDEN Mİ'RACA ÇIKTI?
Mehmet Paksu
Ekim 2002 Beyan Dergisinden İktibas


Yazarın Sitede Yer Alan Diğer Kitapları Mekke ve Medine Fotoğrafları Kudüs Fotoğrafları
Bir padişahın iki türlü konuşması vardır. Biri, bir vatandaşla telefon ederek küçük bir meseleyi görüşmesi. Diğeri de devlet başkanı, halifelik yönü ve milletin idarecisi olarak, emirlerini her tarafa duyurmak için özel bir elçisi ile konuşması, sohbet etmesi, onun aracılığı ile ferman yayınlamasıdır.
Bu örnekte olduğu gibi Cenab-ı Hakk'ın da kulları ile iki tarzda muhatap olması vardır. Biri, özel ve cüz'i, diğeri de geniş ve genel mahiyette bir konuşması. Cenab-ı Hakk'ın bazı velilerle özel ve cüz'i anlamda ilham etmesi birinciye örnektir.
Ama Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün velâyet mertebelerinin üstünde bir büyüklük ve yücelikte, kâinatın Rabbi, bütün varlıkların yaratıcısı olarak Cenab-ı Hakk'ın sohbetine müşerref olması ise ikinci ve mükemmel olanına misaldir.
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın elçiliği iki taraflıdır. Birisi halktan Hakk'a, diğeri de Hak'tan halka. Birisi mi'racın bâtınî tarafı olan velâyet yönüdür, diğeri de zahiri tarafı olan risalet yönüdür.
Yani Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm bizi temsilen Cenab-ı Hakk'ın huzuruna çıktı, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkların ibadet, kulluk, tesbih ve zikirlerini toplu olarak (askerin komutana tekmil vermesi gibi) arz etti. Bu yönüyle mi'rac halktan, insanlardan, varlıklardan Hakk'a bir gidiştir. Diğeri de Cenab-ı Hakk'ın biz kullarından istediklerini, emir ve yasaklarını Resul olarak getirmiştir. İbadetlerin özü ve esası olan beş vakit namazı mi'rac hediyesi olarak getirmesi gibi...
Peygamberimiz Rabb'iyle nasıl görüşebilir?
Soru: "Bize herşeyden daha yakın olan Cenab-ı Hakk'a binlerce senelik mesafeyi aşarak yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Rabb'iyle görüşmesi ne demektir?"
Cenab-ı Hak herşeye herşeyden daha yakındır, fakat herşey O'na sonsuz şekilde uzaktır.
Mesela, güneşin insan gibi aklı olsa da bizimle konuşacak olsa, elimizdeki ayna aracılığıyla bizimle konuşabilir.
Diğer taraftan biz bir çeşit ayna olan gözümüzle güneşe yaklaşabiliyoruz. Oysa güneş bize 150 milyon km uzaklıkta bulunuyor, hiçbir şekilde ona yanaşamayız. Güneşe bir derece yaklaşmak için ancak Ay kadar büyümek lâzım. Bu da mümkün değildir.
Bu misalde olduğu gibi, gerçek anlamda Cenab-ı Hak herşeye yakındır, ama herşey ona sonsuz derece uzaktır. Ancak Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla bir anda binlerce perdeyi geçerek Mi'raca yükselmiş, bütün manevi mertebeleri aşarak huzura varmıştır.
Bir insan nasıl göklere çıkabilir?
Soru: "Bunun bir örneği var mıdır? Bir uçak ancak 10-15 bin metre yukarı çıkabiliyor, bir uzay gemisi ancak Ay'a ve Venüs'e ulaşabiliyor. Bir insan birkaç dakika gibi kısa bir sürede milyonlarca metre uzaklara nasıl gidip gelebilir?"
Yerküremiz, yani Dünya bir yılda yaklaşık 188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada döner, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alır. Bu muazzam hareketi ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kudret, bir insanı Arş-ı Âlâya getiremez mi? Güneşin çevresinde o ağır cisim olan dünyayı gezdiren bir hikmet bir insan bedenini şimşek gibi Rahman'ın Arşına çıkaramaz mı?
Peygamberimiz sadece ruhuyla gitse olmaz mıydı?
Soru: "Öyleyse neden Mi'raca çıktı? Ne lüzumu var? Evliya gibi ruhu ve kalbi ile gitse yetmez miydi?"
Cenab-ı Hak görünen ve görünmeyen âlemlerdeki güzellikleri göstermek için, kâinat fabrikasını ve merkezini gezdirmek, insanlığın amel ve ibadetlerinin âhiretteki neticesini göstermek için Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmı oralara dâvet etmesi gâyet makuldür. Sadece ruhu ve kalbi ile değil, bu seyahate bedeninin de iştirak etmesi gerekir.
Görünen âlemin anahtarı olan gözünü, işitilen âlemin anahtarı olan kulağını Arşa kadar birlikte alması gerektiği gibi, ruhunun sayısız görevlerini üstlenen âlet ve makinesi hükmünde olan mübarek bedenini Arşa kadar çıkarması akıl ve hikmet gereğidir.
Zaten Cenab-ı Hak Cennette bedeni ruha arkadaş ediyor. Çünkü pekçok kulluk görevine ve sınırsız lezzetlere ve acılara beden kaynaklık etmektedir.
Öyle ise bu mübarek beden ruha arkadaşlık edecektir. Cennette ruh bedenle birlikte olacaksa Cennetü'l-Me'vâ'nın gövdesi olan Sidretü'l-Müntehaya Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın zatının arkadaşlık etmesi hikmetin tâ kendisidir.
Peygamberimiz mi'raca sadece ruhen çıkmış olsaydı, zaten mucize olmazdı. Çünkü her veli ruhen ve kalben o âlemlere çıkabiliyor.
Peygamberimiz kısa zamanda nasıl gidip geldi?
Soru: "Birkaç dakikada binlerce yıllık mesafeye gidip gelmek aklen mümkün müdür?"
Cenab-ı Hakkın sanatında hareket ve hızın derecesi farklı farklıdır. Sesin hızı ile ışığın hızı, elektriğin hızı, hatta ruhun ve hayalin hızı birbirinden bütünüyle farklıdır. Gezegenlerin hızları da birbirinden farklıdır. Meselâ ışığın hızı 300.000 km/sn iken sesin hızı 360/sn'dir.
Acaba Peygamberimiz'in lâtif bedeninin yüce ruhuna tabi olması, ruh hızında hareketi nasıl akla ters gelebilir?
Yine bir insan on dakika uyusa bazı olur ki, bir yıllık iş görebilir. Hatta bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, rüyada işittiği sözleri, konuştuğu kelimeleri toplansa uyanıkken bir gün, belki daha fazla bir zaman gerekir.
Demek ki bir zaman dilimi iki kişiye göre değişebiliyor. birisine bir gün, diğerine de bir yıl hükmüne geçebilir.
İşte Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, Burak'a binerek şimşek gibi bütün kâinatı gezip İlâhî huzura çıkıp Rabbiyle sohbet şerefine ermiş, Onun cemalini görmüş, emirlerini alıp dönüp gelmiştir.
Mi'racın benzeri bir olay var mıdır?
Soru: "Peygamberimiz'in Mi'rac'a çıkması mümkündür. Fakat her mümkün gerçekleşmiyor. Bunun bir benzeri var mı ki kabul edelim?"
Mi'racın çok örnekleri vardır:
Bir insan, gözüyle bir saniyede Nebtün gezegenine çıkabilir.
Bir bilim adamı, astronomi kanunlarına binerek tâ yıldızların arkasına bir dakikada gidebilir.
İman sahibi her insan, namazın hareketlerine düşüncesini bindirerek bir çeşit mi'racla kâinatı arkasına alarak İlâhî huzura girebilir.
Kalb gözü açık bir veli, İlâhî sırlara kırk günde ulaşabilir. Hattâ Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbanî gibi bazı evliyanın bir dakikada Arş-ı Âlâya kadar ruhen çıktıkları bildiriliyor.
Yine nurlu bir cisme sahip olan melekler bir anda yerden Arşa, Arştan yeryüzüne gidip geliyorlar.
Cennette, Cennet ehli mü'minler, Cennet bahçelerine kısa bir zamanda çıkabiliyorlar.
Bu kadar örnekler gösteriyor ki, bütün evliyanın sultanı, bütün mü'minlerin imamı, bütün Cennet ehlinin reisi ve bütün meleklerin makbulü olan Resul-i Ekrem Efendimiz'in bir anda mi'raca çıkması, dönmesi, bütün yüce âlemleri gezip görmesi gâyet makuldür ve şüphesizdir.
Mi'racla gelen hediyeler
Birincisi: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün iman hakikatlerini gözleriyle gördü. Melekleri, Cenneti, âhireti, hattâ Cenab-ı Hakk'ın cemâlini gözleriyle müşahede etti. Sözlerinde ve vaadinde en küçük bir hilâfı, aksi beyanı olmayan o yüce insan mü'min ruhlara manen şöyle diyordu: "Sizin inandığınız, melekleri, âhireti, Rabbinizin Nur cemâlini bizzat gördüm; bu iman esasları vardır, mevcuttur; tereddüt ve şüphe etmeyiniz." Böylece mü'minler sonsuz bir imana ermenin saadetine kavuştular.
İkincisi: İnsan herşeyi merak ediyor. Ayda hayat var mı, yok mu diye araştırıyor. Halbuki Ay O Ezelî Sultanın memleketinde ancak bir sinek kadar yer kaplıyor.
Mü'minler merak ediyorlar. Rabbimiz bizden ne istiyor? Acaba ne yaparsak Rabbimiz bizden razı olur? Bir yolunu bulsak da doğrudan doğruya Rabbimizle muhatap olsak, bizden ne istiyor, anlasaydık" derken, İki Cihan Serveri yetmiş bin perde arkasından ezel ve ebed Sultanının razı olacağı amelleri mi'rac meyvesi olarak getirdi, beşere hediye etti. Bu hediye başta namaz olmak üzere İslâm'ın diğer esasları ve ibadetleridir.
Üçüncüsü: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ebedî saadet definesinin anahtarını alıp getirmiş, cinlere ve insanlara hediye etmiştir. Peygamber Efendimiz kendi gözüyle Cenneti görmüş, sonsuz saadetin varlığını müşahede etmiş ve bu büyük müjdeyi haber vermiştir. Öyle ki, bir adama idam edileceği anda affedilerek padişahın yakınında bir saray verilse ne kadar sevinir.
Öyle de, bütün cinler ve insanlar sayısınca toplu bir müjde olan bu sevinç ne kadar önemli ve değerlidir?
Dördüncüsü: Peygamber Efendimiz mi'racta Cenab-ı Hakk'ın cemalini görme nimetini tattı. Bu manevi nimetin Cennette mü'minlere de nasip olacağı müjdesini verdi. "Ayın on dördünü nasıl açıkça gözünüzle görüyorsanız, Rabbinizi de öyle Cennette ap açık göreceksiniz" buyurarak bu ezelî müjdeyi bizlere hediye olarak getirdi.
Beşincisi: İnsan kâinatın en kıymetli bir meyvesi ve kâinat sahibinin en nazlı bir sevgilisi olduğu mi'racla anlaşıldı. Kâinata nisbetle küçük bir varlık, zayıf bir canlı olan insan bu meyve ile öyle bir dereceye çıktı ki, bütün varlıklar üzerinde bir makam ve mevki kazandı. Çünkü rütbesiz bir askere, "Sen paşa oldun" dense ne kadar sevinir?
Öyle de âciz, fani, devamlı ayrılık ve zeval tokadını yiyen biçare insana birden, "Sonsuz ve baki bir Cennette Rahman ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine gireceksin" dendiğinde o insan ne kadar büyük bir mevki ve makama çıkar? Cennette hayal hızında, ruh genişliğinde, akıl akıcılığında, kalbin bütün arzularında Cenab-ı Hakk'ın ebedi mülkünde seyir ve seyahate erecektir. Cenab-ı Hakk'ın nur cemalini seyretme nimetini tadacaktır. Böyle bir insanın kalb ve ruhu ne kadar büyük bir sevince kavuşur değil mi? Mi'racın bu meyvesi insanın en büyük arzu ve hedefidir.



Peygamberimizin Ramazanı ve Oruçları
Mehmet Paksu
Nesil Yayınları

Ramazan’ın en güzelini Peygamber Efendimiz yaşamış ve yaşatmış. Ramazan’ın ilk gününden son gününe, Kadir Gecesinden bayrama kadar neler yapmak gerekiyorsa, hepsini anlatmış, öğretmiş, uygulamış ve uygulatmış. Ramazan’ı nasıl geçirirdi, gündüz saatlerinde neler yapardı, gecelerini nasıl ihya ederdi? Oruca ne zaman başlar, nelere dikkat eder, iftarı neyle açardı? Rabbiyle Ramazan’da nasıl bir yakınlık kurardı? Ramazan’dan önce ve sonra hangi oruçları tutardı? Faziletinden sevabına, bereketinden nuruna, sahurundan iftarına, zikrinden duasına kadar Ramazan neydi, oruç neydi ve bize düşen neydi? Yorulmadan, sıkılmadan bir çırpıda okuyacağınız bu kitapta her şeyiyle Ramazan’ı ve Ramazan sonrası oruç günlerini öğrenecek, bilerek ve bilgilenerek şuurlu bir kulluk sevinci yaşayacaksınız.

Son düzenleyen Blue Blood; 30 Eylül 2006 14:22 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #128
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
Esselatü vesselamü aleyke Ya Rasulallah
Esselatü vesselamü aleyke Ya Habiballah
Esselatü vesselamü aleyke Ya Şefiallah
Esselatü vesselamü aleyke Ya Resülüssekaleyn
Esselatü vesselamü aleyke Ya Rahmetellil Alemin
Ey Alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili, ey kainatın göz bebeği, ey varlık nuru Efendim.

Bu mektubun vesilesiyle sana hitab edebilmek ne güzel. Sana sunabileceğim kelimeler muhabbetimi ifade edemez. Sana verebileceğim avuç avuç gözyaşlarım var sadece.

Ey Nurdan sevgili, tek tesellim, tek ümidim sana olan muhabbetim ve salavatlarım. Ne güzel, ne ferahlatıcı bir bağlantı kuruluyor bu selamlaşmalarda. Zerreler adedince salatü selam olsun sana, yıldızlar adedince salatu selam olsun sana, yağan yağmurlar adedince salatü selam olsun sana...
Zaman ve mekan uzaklığı senin için bir şey ifade etmese de senden bindörtyüzyıl sonra dünya gurbetindeki ümmetinden bir ferdim. Şu fani alemde o kadar yalnız ve garibim ki bana neşe veren senin izinde yürümek arzusu ve seninle buluşabilmek ümidi oldu. Ben seni görmeden inandım ve sevdim. Ashap seni birgün görmeden duramazken ben bu hasretle ne yapayım ey güzeller güzeli. Huda senden güzelini yaratmamış. Senden güzelini görmemiş gözler. Acaba bu güzelliğe dayanabilir mi sevginle rakikleşmesini istediğimiz kalplerimiz. Uhud dağından ahirzaman ümmetine gönderdiğin selamını aldım. Selamını gönlümün en mutena köşesine yerleştirdim. O selamdır bana değerimi hatırlatan. Şefaatçilerin şefaatçisinin ümmeti olmak ne güzel. Ne mutlu bize ki ayağının tozuyla arşı şereflendiren şerefli peygamberin, şerefli ümmetiyiz. Rabbim bizi bu şerefle yaşat, bu şerefle öldür, bu şerefle haşret. Halık-ı zülcelal senin sevginle onsekiz bin alemi yaratmış. Ya biz ne yapalım bu zenginlik karşısında. Adını arşta kendi adının yanına yazmış. Biz nereye yazalım adını? Verebileceğim, uğrunda feda edebileceğim bir canım var. Canım, bütün varım yoluna bin defa kurban olsun ey gönüller Sultanı. Ummanında kaybolduğum nursun Ya Resul.
Aşkında fani olduğum cansın Ya Resul.
Rahmetinle güldüğüm gülsün Ya Resul.
Firkatinle yandığım korsun Ya Resul.
Cennet yolumsun yoldaşımsın Ya Resul.
Damarlarımda dolaşan sevdamsın Ya Resul.
Andığım, kandığım, yandığım sensin Ya Resul.

Seni gören gözleri aradım kainatta. Güneşe baktım, aya baktım, yıldızlara baktım tek tek. Gülü bağrına basan şehirdeki kayalara baktım. Kadem-i şerifinle şereflenen Sevr'e baktım. Sağnak nur yağmurlarına tutulmuş Hira'ya baktım. Kainatın merkezi Kabe'ye baktım, baktım... Sana ait izleri bulmak istedim. Kalp gözüm simayı alini görmek istiyor Ya Resul.

Şundan eminim ki sana olan hasretim ne kadar büyürse ben sana o kadar yakınlaşıyorum. Sana olan muhabbetim o kadar büyüsün o kadar büyüsün ki bu sevgi atmosferi içinde benliğimi yitireyim. Ütün nefsani duygulardan uzaklaşayım. Senin gözünle bakayım dünyaya, seninle bütünleşeyim. Tut elimden Rabbime götür beni. Senin sevgin ruhum alınırken yanımda olsun. Münker ve Nekir'e cevap verecek dil olsun. Mahşer hararetindeki serinlik olsun. Sıratta refikim olsun. Ve bu sevgi beni sana cennette komşu eylesin. Rabbimden bir dileğim var. Sana olan muhabbetimi almasın gönlümden, Ya Şefiülmüznibin. Senden dileğim ise hasta kalplerimizin seninle şifa bulmasıdır. Senin dünya sofrasından elini çektiğin gibi "ahiret doygunluğu" istiyorum. Ey sevgililerin en sevgilisi, asırlardır deruni muhabbetle yazılan na'tlar, şemaili şerifler seni ne kadar anlatabilmiş bilmiyorum. Meğer ne zormuş senin mükerremliğin karşısında birşeyler yazabilmek.

Rabbim! Cüretkarlığımı bağışla, haddim olmayarak bu kalemi elime aldığım için lütfuna sığınıyorum. Can Peygamberim eminim seninle birgün buluşacağız. Senden rahmet nazarları istiyorum. Ben fakirim, garibim, ben sailim...

alıntı
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
30 Eylül 2006       Mesaj #129
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
İKİ GÜNEŞ (YETİMLERİN EFENDİSİ’NE (SAV) SESLENİŞ)


Medine de bir şirkette elektrik teknisyeni olarak çalışan Allah dostu ve peygamber aşığı bir kardeşimiz, işin son günü sabah mesaisinde kendisine verilen teknik görevi tamamlayıp ayrılmak üzere iken, Resulullahın Ravzasında elektrik çarpması sonucu vefat etti ve ‘Cennetu’l Baki’ye defnedildi. Tabii ailesi mecburi istikamet Türkiye’ye döndü. O zaman 7 yaşında olan oğlu, bugün ortaokul öğrencisi. Kompozisyon dersi ödevi olarak bir makale yazmış ve birincilik almış. İşte o peygamber aşkını en derinden yaşayan bir yüreğin yansımaları... Biliriz ki dil, kalpten geçen her şeyi ifade edemez…


R643101

Bir seni güneşim, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geldiğim yerde…

Bir ilkbahar gününde güller gibi kokan Medine'de dünyaya gözlerimi açmıştım. Doğduğum hastane senin Ravza’nın hemen yanı başında olduğu için, duyduğum ilk koku senin bahçenin gül kokuları olmuş. Babam gelipte daha kulağıma ezan okumadan, kulaklarım senin mescidinin ezan sesleriyle şereflenmiş.

40 günlük olduğumda ilk ziyaretimi de senin Hane-i Saadet’ine yapmışım. İlk adımlarımı senin Ravza’ndaki mermerlerinde atmış ve Rabbimle ilk buluşmamı, ilk secdemi senin mescidinde yapmışım. Hemen hemen yaptığım her ilkte sen varsın. Daha konuşmasını öğrenmeden seni sevmeyi öğrendim ben...

Belki seni çok tanımazdım ama sanki bana çok çok yakınmışsın gibi severdim seni. Senin evini her ziyarete gelişimizde seni görmesek bile senin varlığını hisseder, evinden her ayrılışımızda hüzünlenirdik…

Çocuklar evde sıkılınca babaları parka, eğlence yerlerine götürsün isterler. Biz Medine de yaşadığımız sürece, hiç babamızdan parka götürmesini istemedik. Bizim canımız sıkılmaz mıydı acaba hiç? Sanırım Medine’deki hiçbir çocuğun canı sıkılmazdı. Çünkü orada hiçbir yerde olmayan gül bahçesi ve bahçenin biricik Efendisi vardı...

Bizim vaktimizin çoğu o bahçede geçerdi. Senin bahçenin mermerlerine ayakkabı ile basamazdık. Yalınayak dolaşırdık mermerlerin üstünde. Kim bilir, korkardık belki de bahçenin güllerine basıvermekten. Yazın mermerler ayaklarımı yakardı. Olsun, bu da bizim hoşumuza giderdi. Babama sormuştum bir seferinde:
- Babacığım neden Medine bu kadar sıcak diye. Babam da:
- Evladım Medine’de iki tane güneş varda ondan, derdi.
- Nasıl olur babacığım, güneş bir tane değil mi? derdim. Babam gülerek…
- Bak yavrum doğru, bütün dünyayı ısıtan bir güneş var ama bir de alemleri ısıtan ve aydınlatan güneş var. O güneş de Medine de olunca sıcaklık iki kat oluyor.

Babamın bu cevabı hoşuma giderdi ve ısınırdım. Gerçekten de ayaklarımızı mermerler ısıtıyordu ama senin güneşin de, sıcaklığın da içimizi ısıtıyordu…

Medine den ayrıldığımızdan beri, belki ayaklarımız ısınıyor ama içimiz bir türlü ısınamıyor…

Çünkü güneşimizin en büyüğünü orada bırakmıştık. Ben güneşimi kaybetmiştim. Onun evine, bahçesine gidemiyordum artık. Gerçi ışığı, ta buralarda bizi aydınlatıyordu ama içimi ısıtması için onun Ravza’sında yalınayak koşmam lazımdı.

Evet, bahçende yürürken ezanlar okunurdu. Öyle güzel okur ki Medine müezzini ezanı, sanki Bilal-i Habeşi (ra) okuyor sanırsınız. Namaz kılmak için Mescide koştururduk, bilir bilmez. Babamın yanında namaz kılardık. Büyük sütunların altından gelen soğuk havadan saçlarımızı savurturduk. Zemzem bardaklarından güller yapardık. Namaz kılarken yanımıza usulca bir kedi sokulurdu. Babam 'incitmeyin sakın, onlar Ebu Hüreyre’nin (ra) kedileri' derdi, biz de inanırdık. Senin Mescidine kediler de girebilirdi. Sen çok iyi bir ev sahibiydin çünkü…

Çarşamba günleri hep Uhud'a giderdik. Senin çok sevdiğin amcanı ziyaret etmeye. O bizim de amcamızdı. Kardeşlerimle Ayneyn tepesine çıkar, oradan Uhud’da yatan 70 şehide selam verirdik. Uhud Dağı’na her baktığımızda, sanki orada seni görür gibi olurduk. Uhud da senin Ravza’nın kokusu gibi gül kokardı. Orası da ayrı bir gül bahçesi idi sanki…


R643102


İşte benim yedi senem ki en değerli en güzel yıllarım senin köyünde, senin gül bahçende, senin savaştığın yerlerde, sanki yanımda sen varmışsın gibi seninle dopdolu geçti.

Seni görmesem de seninle yaşamaya o kadar alışmıştım ki senin yanından ayrılırken sanki bir yanım, bir canım, bir parçam orada kalmıştı. Buraları bana gurbet oluverdi.

Elimde olsa hemen yanına koşar gelirim ama hep ‘büyüyünce gidersin’ diyorlar. Ben sırf senin yanına gelebilmek için büyümek istiyorum. Senin yanına geldiğim zaman büyümüş bile olsam, bahçendeki mermerlerde yalınayak dolaşacağım. Ta ki güneşin içimi ısıtana kadar…

Senin hasretinden içim üşüyor. Belki hasretin herkesi yakar, beni de üşütüyor işte. Çünkü benim ruhum doğduğumdan beri senin sevginle ısınmaya alışkın.

Senin sıcaklığına o kadar muhtacım ki…

Ne olur ben sana gelemesem bile sen beni hiç bırakma. Işığınla gecelerimize nur ol. Sıcaklığınla bütün zerrelerimizi ısıtıver. Hani sana Medine’deyken komşuyduk ya, evlerimiz birbirine çok yakındı. Senin varlığın bize güven verirdi hep. Yine öyle ol, ara sıra da olsa evimizi şereflendiriver.

Hem benim adım Nebi, aynen seninki gibi. Bu ismi bana seni çok seven bir dostun koymuş. Diğer adım da Muhammed, yine senin gibi. Bu ismi de canım babacığım koymuş. Buraya gelirken senin köyünde bıraktığımız babacığım.

Sana benzeyen bir yanım daha var. Ben de senin gibi babasız büyüyorum. Ben çok şanslıyım, sen bize asla yetimliğimizi hissettirmedin. Medine’den ayrıldığımızdan beri sanki sen hep yanı başımızdaymışsın gibi hissediyorum. Geceleri korkmadan güvenle uyuyorum hep. Seni tanıdığım ve seni sevdiğim için Rabbime binlerce kez teşekkür ediyorum…

Babam senin köyünde kalmıştı. Biz babamın cenazesini gömerken abimin terlikleri babamın kabrine düştü ve orada kaldı. Ben o terlikleri çok kıskandım. Çünkü abimin terlikleri hep babamla kalacaktı. Babamı son ziyaret edişimizde ben de kimse görmeden terliğimi babamın kabri üstüne gömüverdim. İşte şimdi benim terliğim de hep babamla kalacaktı...

Evet, demiştim ya bir güneşimi, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geride. Babam ve terliklerim hep oradaydı, gelemezlerdi. Ama güneşim hep yanımızdaydı. Yetimlerin efendisi, yetimlerini hiç ışıksız bırakır mı ? Dünyanın bir ucuna gitmiş olsaydık bizi bırakmayacağını biliyordum.

Gözümüz gönlümüz seninle aydınlanır Efendim.
Ruhumuz, içimiz sıcaklığınla ısınır…
Bir gün sana gelişim geç bile olsa bana,
Gül bahçesinin mermerlerinde yalın ayak koşmak…
Ta ki aşkınla, sevginle bütün bedenim yanıp kavrulsun…
Terliklerimi bıraktığım o güzel mabed son durağım olsun..
Davy - avatarı
Davy
Ziyaretçi
1 Ekim 2006       Mesaj #130
Davy - avatarı
Ziyaretçi
lamartine2
smith

Benzer Konular

9 Nisan 2009 / ayşe nur Soru-Cevap
15 Ekim 2018 / Şeb-i Yelda Hz. Muhammed
3 Haziran 2014 / Ziyaretç Soru-Cevap
8 Haziran 2014 / Misafir Cevaplanmış
30 Ağustos 2009 / Misafir Soru-Cevap