Arama

İdâreci Olarak Hz. Muhammed

Güncelleme: 4 Eylül 2013 Gösterim: 9.117 Cevap: 1
mechul - avatarı
mechul
Ziyaretçi
30 Ekim 2005       Mesaj #1
mechul - avatarı
Ziyaretçi
İdâreci Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)
MsXLabs.org
Sponsorlu Bağlantılar

Kur'ân-ı Kerîm'in ihtivâ ettiği âyetler ve İslâmiyet'in mâhiyeti, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da tanzimini gerekli kıldığından; Hz. Peygamber, teşekkül ettirdiği İslâm cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve Medine'ye hicretten itibâren varlık kazanan İslâm devleti'nin ilk başkanı olmuştu. Hz. Peygamber'de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve özellikleri o andan itibâren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tâbilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkânına rağmen, Peygamber Efendimiz devlet yönetiminde câhiliye döneminin aksine, tebeası üzerinde tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılap gerçekleştirmiştir. Câhiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve idâre eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak haklı-haksız her hususta ona itâata mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişâreyi kabul etmiş, Cenâb-ı Hak'tan emir almadığı her hususta mutlaka ashâbıyla istişâre ederek durumu onların müzâkeresine açmıştır. Adâlet ve hakkâniyet ölçülerine uyma, O'nun kaçınılmaz prensiplerinden idi. Adâlet önünde soy, mevki, makam, mal, mülk gibi farklılıklar gözetmez; hakkın yerini bulmasına gayret gösterirdi. Kendisine, hırsızlık yapmış eşraftan Fâtıma adlı bir kadın getirilmiş ve bazıları aracılık yaparak cezayı hafifletmek istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz öfkelendi ve "Hırsızlık yaparak getirilen, kızım Fâtıma dahi olsa elini keserdim" buyurdu (Buhârî, Hudüd 12; Müslim, Hudûd 8,9). Devlet idaresi için çeşitli kademelerde görevli tâyininde ehliyet ve liyâkat esasına riâyet eder; lâyık olan kişileri yaşları küçük olsa da, soylu ailelerden olmasalar bile görevlendirirdi. Hak olan hususlarda kendisine ve görevlilerine itâat edilmesini ister; ancak hakka ve hakikata uymayan konularda tebeanın itâat mükellefiyetinde olmadıklarını belirtirdi. Böylece hak sınırları içerisinde emîre itâatı gerekli görmekle birlikte, halkı kendi hizmetine mecbur kişiler olarak görmez, kendini onların üstünde saymazdı; bilâkis onların içinden, aralarından biri idi.

Hz. Peygamber'in devlet yönetimi, İslamî esasların bizzat kendisi ve tümü idi. Pek çok Kur'an âyetinde ifâde edildiği üzere (el-En'âm, 6/57, 62; Yûsuf 12/40, 67; el-Kasas, 28/70, 8), İslâm idare sisteminde hâkimiyet, hükümranlık, hüküm ve tam idâre Allah'a ait idi. Kanun koyma yetkisi de, bu bakımdan öncelikle Allah'ın vahiylerini ihtivâ eden Kitâb'a, yâni Kur'ân-ı Kerim'e mahsus bulunuyordu. Bizzat Hz. Peygamber ise ikinci sırada kanun koyucu durumundaydı. Dinî meselelerde Hz. Peygamber'in getirdiği hükümler ya Cebrâil vâsıtasıyla Cenâb-ı Hak'tan aldığı, ama Kur'an'da yer almayan emirlere (vahy-i gayr-i metlüvv), dayanıyordu ya da bizzat kendi kararları idi. Ama bizzat kendisine ait bu kararlarda Hz. Peygamber'in bir yanılgısı söz konusu ise derhal Cenâb-ı Hak tarafından ikaz ve tashih ediliyordu.

Devlet başkanı olarak Hz. Muhammed (s.a.v.), toplumda müslümanlar arasında veya İslâm devleti'nin tebeası durumunda bulunan gayr-i müslimler arasında çıkan anlaşmazlıkları, davâ konusu olan problemleri de çözümlüyordu. Bu gibi durumlarda davâcıyı olduğu kadar davâlıyı da dinliyor; yerine göre şahitlerin bilgisine başvuruyor, getirilen delilleri değerlendiriyor ve meseleyi fazla uzatmadan, sürüncemede bırakmadan, çoğu zaman hemen o anda, değilse en kısa zamanda çözüme bağhyordu. Taraflara hakkaniyet mefhumunun aşılanmasına büyûk hassâsiyet gösteriyor; kendisinin bir beşer olarak yapılan konuşmalara, getirilen delil ve gösterilen şahitlere göre hüküm vereceğini, gaybı bilemeyeceğini, bu durumda aslında haklı olmadığı halde kendisine bir hak verilmiş olanın gerçekte Cehennem ateşini almaktan başka bir kârı olmadığını belirtiyordu. Davâların halini bazan ashâbının ileri gelenlerine havale ettiği de olurdu. Eyaletlere tayin edilen valiler Hz. Peygamber adına idareyi yürütüyor ve adliyeye taalluk eden meselelere bakıyorlardı.

Eğitimci Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) Hz. Peygamber'in temel görevinin dinî ve dünyevî tüm meselelerde insanları eğitmek olduğu söylenebilir. Bu bakımdan bizzat kendisi; "Ben ancak bir muallim olarak gönderildim" buyurmuştur (İbn Mâce, Mukaddime 17). Hz. Peygamber'in eğitimi, insanlara her yönde faydalı bilgilerin kazandırılması ve kazanılan bilgilerin kişilerin hayatına yansıtacak faydalı hâle gelmesi esasına dayanıyordu. O, bir taraftan Cenâb-ı Hakk'ın emrine uyarak; "Rabbim, benim ilmimi artır!" (Tâhâ, 20/114) diye bilgisinin artırılması için Allah'a yalvarır ve bu uğurda çaba sarf ederken, diğer taraftan; "Allahım, bana öğrettiğinle faydalanmayı nasîbet!" (İbn Mâce, Mukaddime 23) diye yakarıyor; "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" (Müslim, Zikr 73) diyerek de bilgiden maksadın faydalanmak ve faydalı olmak olduğunu belirtiyordu.

Bu ölçüler içerisinde Peygamber Efendimiz ashâbını Medine'ye hicretten önce Mekke döneminde Dâru'l Erkam'da, Hicretten sonra da Mescidü'n-Nebî'de ve Suffa'da yoğun bir şekilde eğitim ve öğretime tâbi tutmuştu. Tabiatıyla eğitim, bütün bir hayatı ilgilendirdiğinden; Hz. Peygamber evlerde, çarşıda, pazarda, yolda, bir sefer sırasında, harp halinde iken vesâir durumlarda gerekli olan her yerde, her fırsat ve vesile ile eğitim görevini yerine getiriyordu. Eğittiği kişilerin şahsî ihtiyaçları, ferdî farklılıkları, kâbiliyet ve kapasiteleri Hz. Peygamber tarafından göz önünde tutuluyordu. Peygamber Efendimiz, kendisi hâricinde eğitim ve öğretim için görevliler de tayin etmişti. Okuma-yazma, basit matematik, Kur'an tilâveti, temel dinî bilgiler, hayatta uygulanacak pratik mâlumât bu şekilde öğretmenler tarafından veriliyordu. O sıralarda Arap Yarımadası'nda okuma-yazma seviyesi son derece düşük olduğundan, yeterli Müslüman öğretmenin bulunmadığı ilk yıllarda Hz. Peygamber, gayr-i müslim öğretmenlerden istifâde etmekte bir beis görmemişti. Meselâ Bedir gazvesinde müşriklerden elde edilen esirler arasında okuma-yazma bilenlerin, hürriyetlerine kavuşabilmeleri için, on Müslümana okuma-yazma öğretmeleri şart koşulmuştu. İlk yıllarda müslüman çocukları okuma-yazma öğrenmek üzere Medine Yahudilerine ait okullara gönderilmişti. Peygamber Efendimiz kadınların eğitim ve öğretimi ile de meşgul oluyordu. Haftanın sadece kadınlara ayırdığı bir gününde onlara konuşmalar yapıp ders veriyor, sorularını cevaplandırarak problemleri ile ilgileniyordu. Ayrıca Hz. Âişe başta olmak üzere Rasûlüllah'ın zevceleri ve Ashâbın âlim hanımları öğretim faâliyetlerinde Hz. Peygamber'e yardımcı oluyorlardı. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz henüz o sırada okuma-yazma bilmeyen zevcesi Hz. Hafsa'ya okuma-yazma öğretmek üzere bir görevli tayin etmişti.

Son düzenleyen mechul; 30 Ekim 2005 09:11
Şeb-i Yelda - avatarı
Şeb-i Yelda
Ziyaretçi
4 Eylül 2013       Mesaj #2
Şeb-i Yelda - avatarı
Ziyaretçi
Hz. Peygamber'in Yöneticiliği
MsXLabs.org
Sponsorlu Bağlantılar

Hz. Muhammed (sav) Hicret’ten sonra kurulan İslam Devleti'nin ilk devlet başkanıydı. Yüksek liderlik ve idarecilik kabiliyetlerine sahip olan Rasûlullah, her sözüne kayıtsız şartsız bağlanmaya hazır olan ashabını bir hükümdarlık anlayışıyla yönetmemiş, istişare yolundan ayrılmamıştı.

O; hakkında Allah’ın bir emri bulunmayan her hususta mutlaka ashabıyla görüşür, durumu onlarla müzakere ederdi. Mutlak hükümdarlık modelinden çok uzak olan bu tarzı, aynı zamanda bütün ümmetine sunduğu bir reçeteydi.

Cahiliye Devri’nin katı, tebaayı kabile reisine mutlak itaate zorlayan sistemi karşısında Hz. Peygamber’in bu idare modeli, o dönem için radikal ve insanların İslam’a yaklaşmasını sağlayan bir yenilikti. O’nun yöneticiliği zamanından önceki düzende Araplar, kendilerini temsil ve idare edenlere itiraz hakkı olmaksızın tam bir mahkûmiyet altında yaşıyorlardı. Peygamber Efendimiz ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişareyi kabul ediyordu. O; hakkında Allah’ın bir emri bulunmayan her hususta mutlaka ashabıyla görüşür, durumu onlarla müzakere ederdi. Mutlak hükümdarlık modelinden çok uzak olan bu tarzı, aynı zamanda bütün ümmetine sunduğu bir reçeteydi.

Emaneti Ehline Teslim Etmek
Efendimiz herhangi bir işe görevli tayin edeceğinde, uzmanlık ve yeterliliği diğer tüm kriterlerden önde tutardı. Layık olan kişileri; yaşlarına, ailelerinin soyuna bakmaksızın göreve getirirdi. “Emaneti ehline teslim etmek” ve “insanlar arasında adaletle hükmetmek”le (Nisa 58) emrolunan Peygamber’in, bunun aksine bir tasarrufta bulunması elbette düşünülemezdi.
Hz. Peygamber, Mekke’nin fethedilmesinin ardından, Müslümanlar için son derece önemli ve değerli olan Kâbe’nin anahtarını; sahabeden birine değil, o sırada henüz Müslüman olmayan Osman bin Talha’ya teslim etmişti. Çünkü o vazifeyi en iyi şekilde yerine getirebilecek kişi, Osman bin Talha’ydı. Hz. Muhammed (sav) Hicret sırasında da benzer bir tercih yapmıştı. O, Hz. Ebu Bekir’le birlikte gece karanlığında Medine’ye doğru yola çıktığında, yanlarında rehber olarak Abdullah İbn Uraykıt bulunuyordu. Abdullah İbn Uraykıt bir müşrikti. Kendisine yönelik tehditlerin had safhaya ulaştığı, Mekke emirleri tarafından başına ödül konulan Efendimiz, o sancılı dönemde rehber olarak Mekkeli bir müşriki tutmuştu. Çünkü Uraykıt, işinin ehliydi.
Efendimiz herhangi bir işe görevli tayin edeceğinde, uzmanlık ve yeterliliği diğer tüm kriterlerden önde tutardı. Layık olan kişileri; yaşlarına, ailelerinin soyuna bakmaksızın göreve getirirdi. “Emaneti ehline teslim etmek” ve “insanlar arasında adaletle hükmetmek”le emrolunan Peygamber’in, bunun aksine bir tasarrufta bulunması elbette düşünülemezdi.

“Onlar Yiyemiyorsa Ben de Yemem”
Bir Kurban Bayramı sabahı, namazdan sonra geldiği evinde Efendimiz'e kurban eti sunuldu. Yüzünde bir tereddüt işaretleri dolaşan Hz. Peygamber; “şu anda çevremizdeki komşularımız da et yiyorlar mı” diye sordu. “Hayır, biz herkesten önce sizin için hazırladık. Önce siz yiyin, sonra onlara göndereceğiz” cevabını alınca ise tabağı elinin ucuyla iterken şöyle dedi: “Götürün bu tabağı önümden. Komşumun yemediğini yemem, giymediğini de giymem. Ne zaman komşularımızın bacalarından et piştiğini gösteren dumanlar yükselirse o zaman getirin, ancak onlarla birlikte et yiyebilir, onlarla birlikte bayram yaparım!”
Onun bu hali, halifelerine ve tüm sahabeye örnek olmuştur. Nitekim Hz. Ömer ve “Allah’ın kılıcı” dediği kumandan Halid bin Velid (ra) de buna çok yakın örnekler yaşamışlar, onlar da Peygamber Efendimiz gibi davranmışlardır. Şu örnek; Hazreti Ömer (ra)'in, tebaasına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyor…
Bir iftar sofrasında Hz. Ömer (ra)’e soğuk bal şerbeti ikram edilir. Bardağı dudağına değdirmesiyle çekmesi bir olur Hz. Ömer (ra)’in; “nedir bu” der. “Bal şerbeti, sizin için özel olarak hazırlatmıştık” cevabı karşısında sesini yükselterek sorar; “benim idare ettiğim halkım da şu anda soğuk suyla yapılmış bal şerbeti içebiliyor mu?” “Nerede…” derler, “onlar hele bir sıcak suyu bulsunlar!” Bunun üzerine Hz. Ömer (ra), kelimelere basa basa “ben, yönettiğim insanların yemediğini yemem, giymediğini de giymem. Götürün bu soğuk bal şerbetini. Halkından ayrı yaşayan yöneticiler gibi olmaktan Allah'a sığınırım” der.

Hz. Muhammed (sav) de rüşvet alıp verenler hakkında şöyle buyurmuştur: “Rüşvet alan da veren de cehennemdedir.” O; aynı şekilde, sahip olunan makam ve mevki sayesinde çıkar sağlamayı da kesin bir dille menetmiştir.

“Rüşvet alan da veren de cehennemdedir.”
Peygamberimiz; rüşvet almayı hiçbir şekilde hoş görmemiş, bu konuda Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki emrini harfiyen uygulamıştır: “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollarla yemeniz için o malları hâkimlere (idarecilere) vermeyin.” (Bakara, 188)
Hz. Muhammed (sav) de rüşvet alıp verenler hakkında şöyle buyurmuştur: “Rüşvet alan da veren de cehennemdedir.” O; aynı şekilde, sahip olunan makam ve mevki sayesinde çıkar sağlamayı da kesin bir dille menetmiştir.

"Hırsızlık yaparak getirilen, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim."
Hz. Muhammed (sav) bir devle başkanı olarak toplumda Müslümanlar olsun gayrimüslim olsun, insanlar arasında çıkan anlaşmazlıkları da çözerdi. Muhakeme sırasında hem davacıyı hem davalıyı dinler; şahitlerin bilgisine başvurur, delilleri değerlendirip meseleyi sürüncemede bırakmadan en kısa zamanda çözüme bağlardı.
Efendimiz adalet önünde soy, mevki, makam, mal-mülk gibi dünyalıkları görmezden gelir, hakkın yerini bulması için doğrulukla hükmedersi. Kendisine, hırsızlık yapmış Fatıma adlı bir kadın getirildiğinde ona el kesme cezası vermiş. Aracılık yaparak cezayı hafifletmek isteyenlereyse öfkeyle; "Hırsızlık yapan, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim." buyurmuştur. (Buharî, Hudüd 12; Müslim, Hudüd 8,9).

Elçilere Verdiği Önem
Hz. Muhammed (sav), bir devlet başkanı olarak gerek Arap kabilelerinin gerekse diğer ülkelerin elçilerini kabul eder, kendisi de diğer devletlere elçiler gönderirdi. Herhangi bir elçi heyeti gelince en güzel elbisesini giyer; onları ağırlar, dönüşte de hediyelerle yolcu ederdi. Elçiler; misafir olarak kaldığı süre boyunca bazen misafirler için ayrılmış evlerde, bazen durumu müsait olan bir sahabenin evinde bazen de Müslümanları izlemeleri ve okunan ezanı, Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemeleri için mescidin avlusuna kurulan çadırlarda en iyi şekilde ağırlanırdı. Peygamberimiz de elçilerle sık sık görüşür, sorularını cevaplandırır ve onlara İslam’ı anlatırdı.




Kaynaklar
1) Abdurrahman Çetin, Örneklerle Peygamberimiz, Ensar Neşriyat, İstanbul 2006.
2) Muhammed Abdülhay el-Kettani, Hz. Peygamber’in Yönetimi, İz Yayıncılık, İstanbul 2003.
3) Ahmet Önkal, Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınları.
4) Reşit Haylamaz, Efendimiz, Işık Yayınları, İstanbul 2006.


Benzer Konular

18 Mart 2012 / Misafir Cevaplanmış
30 Ekim 2005 / mechul Hz. Muhammed
21 Ocak 2010 / Misafir Soru-Cevap
30 Ekim 2005 / mechul Hz. Muhammed
16 Aralık 2011 / Misafir Soru-Cevap