Arama

İslam Ansiklopedisi - Sayfa 2

Güncelleme: 25 Ağustos 2008 Gösterim: 41.766 Cevap: 21
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #11
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Hem Hıristiyan hem de İslam kaynaklarında övülen Ashab-ı Kehf'in (Mağara Ehli) zalim bir hükümdarla karşı karşıya oldukları ve bu hükümdarın, genel kabule göre, Roma İmparatoru Decius olduğu tahmin edilmektedir. Decius'un baskı ve zulmü ile karşılaşan gençler, bulundukları topluma Allah'ın dinini terk etmemeleri konusunda birçok uyarılarda bulunmuşlardır. Toplumun yaptıkları tebliğlere kayıtsız kalması, imparatorun baskıyı artırması ve ölüm ile tehdit edilmeleri sebebiyle gençler yaşadıkları yerden uzaklaşmaya karar vermişlerdir. Tüm bu araştırmacı ve yorumcular -Hıristiyanlar da dahil- olayın Roma İmparatoru Decius (başka bir ismiyle Decianus) zamanında, yani MS 250 civarında geçtiğini belirtirler.
Sponsorlu Bağlantılar
Kuzey Batı Anadolu'da bulunan Roma Valisi Piliniyus'un (MS 69-113) İmparator Trayanus'a yazdığı mektupta "İmparator'un heykeline tapınmadıkları için cezalandırılan Mesihçiler"den (Hıristiyanlar'dan) bahsedilir. Bu mektup, o dönemde İsevilere yapılan baskıları anlatan önemli belgelerden birisidir. İşte böyle bir ortamda kendilerinden Allah'ı bırakıp imparatora veya din karşıtı bir sisteme boyun eğmeleri istenen gençler, bunu kabul etmemişlerdir.



//

Ashab-I Kehf'in Yaşadığı Yer :

Ashab-ı Kehf'in yaşadığı yer konusunda birkaç iddia vardır. Bunlardan en makul görünenleri ise Efes ve Tarsus'tur. Hemen hemen tüm Hıristiyan kaynaklar, gençlerin sığındıkları mağaranın bulunduğu yer olarak Efes'i gösterirler. Bazı Müslüman araştırmacı ve Kuran yorumcuları da Efes konusunda Hıristiyanlarla hemfikirdirler. Bazıları da bölgenin Efes olmadığını uzun uzadıya açıkladıktan sonra, olayın geçtiği yerin Tarsus olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır.



Ashab-ı Kehf'in Efes'te Yaşadığı İddiaları :

Ashab-ı Kehf'in yaşadığı şehir ve sığındığı mağara konusunda çeşitli kaynaklarda değişik yerler gösterilmektedir. Bunun en büyük sebebi, halkın, bu denli cesur ve yiğit insanların kendi yaşadıkları ortamda olmalarını istemeleri ve bu bölgelerdeki mağaraların birbirine çok benzemesidir. Örneğin bu yerlerin hemen hepsinde mağaraların üzerine yapıldığı belirtilen birer mabed vardır.
Konuyla ilgili en eski kaynak Suriyeli rahip Saruclu James'e aittir (Doğumu, MS 452). Ünlü tarihçi Gibbon, Roma İmparatorluğu'nun Çöküşü adlı kitabında James'den birçok alıntı yapmıştır. Buna göre, yedi Hıristiyan gence işkence yaparak onları mağaraya sığınmaya zorlayan kralın ismi, İmparator Decius'tur. Decius Roma İmparatorluğu'nu MS 249-251 yılları arasında yönetmiştir ve onun dönemi Hz. İsa'yı takip edenlere yapılan işkencelerle ünlüdür. Müslüman tefsircilere göre olayın geçtiği yer "Aphesus" veya "Aphesos"tur. Gibbon'a göreyse bu yerin ismi Ephesos (Efes)tir. Yani Anadolu'nun batı sahilinde, Roma'nın en büyük limanlarından ve en büyük şehirlerinden biri... Bu şehrin harabeleri bugün de Efes Antik Kenti olarak bilinmektedir.
Gençlerin uzun uykularından uyandıkları dönemin İmparatorunun adı ise Müslüman araştırmacılara göre Tezusius, Gibbon'a göre ise II. Theodosius'tur. Bu İmparator, Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra MS 408-450 yıllarında tahtta bulunuyordu.
Bazı tefsirlerde aşağıdaki ayeti açıklarken, mağaranın ağzının kuzeye baktığından ve bu nedenle güneş ışığının içeri girmediğinden söz edilir. Böylece mağaranın önünden geçen birinin içeriyi görmesi de mümkün değildir. Nitekim ayette de şöyle denmektedir:
"(Orada olsaydın) güneş doğduğunda onun; mağaralarının sağ tarafına kaydığını, batarken de onlara dokunmadan sol tarafa gittiğini görürdün. Kendileri ise mağaranın geniş bir yerinde idiler. Bu, Allah’ın mucizelerindendir. Allah kime hidayet ederse işte o, doğru yolu bulandır. Kimi de şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösterecek bir dost bulamazsın." (Kehf Suresi,17)
Bugün bu kalıntı ve mezarların üzerlerine birçok dini yapı inşa edildiği biliniyor. 1926'da Avusturya Arkeoloji Enstitüsü tarafından bölgede yapılan kazılardan sonra, Panayır (Pion) Dağı'nın doğu yamacında bulunan kalıntıların, V. yüzyılın ortalarında (II. Theodosius dönemi) Ashab-ı Kehf adına yapılmış olan yapıya ait olduğu bilinmektedir.

Tarsus'ta Yaşadığı Konusundaki İddialar :

Ashab-ı Kehf'in yaşadığı yer olarak gösterilen ikinci yer Tarsus'tur. Gerçekten de Tarsus'un kuzeybatısında Encilüs veya Bencilüs adıyla bilinen dağda Kuran'daki tariflere uygun bir mağara vardır.
Tarsus fikri birçok İslam aliminin de ortak görüşüdür. Kuran tefsircilerinin en ünlülerinden biri olan Taberi, Tarih-ül Ümem isimli kitabında, Ashab-ı Kehf'in mağarasının bulunduğu dağın adını "Bencilüs" olarak belirtmiş, bu dağın da Tarsus'ta olduğunu söylemiştir.
Bir diğer tanınmış Kuran alimi olan Fahreddin Razi de eserinde, "bu yere Efsus denilse de, buradan kasıt Tarsus'tur, zira Efsus, Tarsus'un başka bir adıdır" diyor.
Bunlardan başka, Kadı Beyzavi'nin ve Nesefi'nin tefsirlerinde, Celaleyn ve Tıbyan tefsirlerinde, Elmalılı'nın, Ö. Nasuhi Bilmen'in ve diğer birçok alimin tefsirlerinde bu yerin ismi olarak "Tarsus" verilmiştir. Ayrıca tüm bu müfessirler Kehf Suresi'nin 17. ayetindeki "güneş doğduğunda onların mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında onları sol yandan keser geçerdi" cümlesini, bu dağdaki mağaranın ağzının kuzeye bakıyor olmasıyla açıklar.
Ashab-ı Kehf'in yaşadığı yer, Osmanlı İmparatorluğu zamanında da merak edilmiş ve bununla ilgili bazı araştırmalar yapılmıştır. Başbakanlık Osmanlı arşivlerinde konuyla ilgili bir dizi yazışma ve bilgi mevcuttur. Örneğin Tarsus mahalli idaresinin Osmanlı Devleti Hazine Amirine gönderdiği bir mektupta, Tarsus'ta bulunan Bencilüs Dağı'ndaki Ashab-ı Kehf mağarasının koruma ve temizliği ile ilgilenenlere maaş bağlanması konusundaki talebini bildiren bir dilekçe ve mektup yer alır. Bu mektuba cevap olarak, istenen maaşların devlet hazinesince ödenebilmesi için, burasının hakikaten Ashab-ı Kehf'in yaşadığı yer olup olmadığı konusunun araştırılması gerektiği bildirilmiştir. Bunun için yapılan araştırmalar da Ashab-ı Kehf'in mağarasının yerinin tespitinde yararlı olmuştur.
Meclis tarafından yaptırılan bir araştırmada hazırlanan raporda şöyle denmiştir: "Adana eyaletine bağlı bulunan Tarsus'un kuzeyinde ve Tarsus'a iki saat uzaklıktaki dağda bir mağara bulunmaktadır ve bu mağaranın ağzı Kuran'da bildirildiği gibi kuzeye bakar." Ashab-ı Kehf'in kimler olduğu, ne zaman yaşadıkları ve nerede yaşadıkları gibi konular her zaman insanları araştırmaya yöneltmiş bu konu ile ilgili birçok yorum yapılmıştır. Ancak bu yorumların hiçbiri kesinlik içermemektedir. Dolayısıyla mağaraya sığınan bu inançlı gençlerin hangi tarihlerde yaşadıkları, ayetlerde zikredilen mağaranın nerede olduğu sorularına kesin yanıtlar verilememektedir.
Ashab-ı Kehf'in kimler olduğu, ne zaman yaşadıkları ve nerede yaşadıkları gibi konular her zaman ilgili insanları araştırmaya yöneltmiş bu konu ile ilgili birçok yorum yapılmıştır. Ancak bu yorumların hiçbirisi bir kesinlik içermemektedir. Dolayısıyla Mağaraya sığınan bu inançlı gençlerin hangi tarihlerde yaşadıkları, ayetlerde zikredilen mağaranın nerede olduğu sorularına tüm bu tarihsel yorumlara rağmen kesin yanıt vermek zordur.



Kur'an'da Ashab-ı Kehf :


Kehf Suresi:
9. Yoksa sen, (sadece) Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakîm’i mi bizim ibret verici delillerimizden sandın?2
10. Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı da, “Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa ulaşmayı kolaylaştır” demişlerdi.
11. Bunun üzerine biz de nice yıllar onların kulaklarını (dış dünyaya) kapattık. (Onları uyuttuk)
12. Sonra onları uyandırdık ki, iki zümreden hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesap ettiğini bilelim.
13. Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.3
14,15. Kalkıp da, “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Ondan başkasına asla ilah demeyiz. Yoksa andolsun ki saçma bir söz söylemiş oluruz. Şunlar, şu kavmimiz, ondan başka tanrılar edindiler. Onlar hakkında açık bir delil getirselerdi ya! Artık kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimdir?” dediklerinde onların kalplerine kuvvet vermiştik.
16. (İçlerinden biri şöyle dediMsn Happy “Madem ki onlardan ve Allah’tan başkasına tapmakta olduklarından yüz çevirip ayrıldınız, o halde mağaraya çekilin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve içinde bulunduğunuz durumda yararlanacağınız şeyler hazırlasın.”4
17. (Orada olsaydın) güneş doğduğunda onun; mağaralarının sağ tarafına kaydığını, batarken de onlara dokunmadan sol tarafa gittiğini görürdün. Kendileri ise mağaranın geniş bir yerinde idiler. Bu, Allah’ın mucizelerindendir. Allah kime hidayet ederse işte o, doğru yolu bulandır. Kimi de şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösterecek bir dost bulamazsın.
18. Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırsın. Biz onları sağa sola çeviriyorduk. Köpekleri de mağaranın girişinde iki kolunu uzatmış (yatmakta idi.) Onları görseydin, mutlaka onlardan yüz çevirip kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı.
19. Böylece biz, birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: “Ne kadar kaldınız”? dedi. (Bir kısmı) “Bir gün, ya da bir günden az”, dediler. (Diğerleri de) şöyle dediler: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile kente gönderin de baksın; (şehir halkından) hangisinin yiyeceği daha temiz ve lezzetli ise ondan size bir rızık getirsin. Ayrıca, çok nazik davransın (da dikkat çekmesin) ve sizi hiçbir kimseye sakın sezdirmesin.”
20. “Çünkü onlar sizi ele geçirirlerse ya taşlayarak öldürürler, yahut kendi dinlerine döndürürler. O zaman da bir daha asla kurtuluşa eremezsiniz.”
21. Böylece biz, (insanları) onların halinden haberdar ettik ki, Allah’ın va’dinin hak olduğunu ve kıyametin gerçekleşmesinde de hiçbir şüphe olmadığını bilsinler. Hani onlar (olayın mucizevi tarafını ve asıl hikmetini bırakmışlar da) aralarında onların durumunu tartışıyorlardı. (Bazıları), “Onların üstüne bir bina yapın, Rableri onların halini daha iyi bilir” dediler. Duruma hakim olanlar ise, “Üzerlerine mutlaka bir mescit yapacağız” dediler.
22. (Ey Muhammed!) Bazıları bilmedikleri şey hakkında atıp tutarak: “Onlar üç kişidirler, dördüncüleri köpekleridir” diyecekler. Yine, “Beş kişidirler, altıncıları köpekleridir” diyecekler. Şöyle de diyecekler: “Yedi kişidirler, sekizincileri köpekleridir.” De ki: “Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Zaten onları pek az kimse bilir. O halde onlar hakkında (Kur’an’daki) apaçık tartışma (yı aktarmak) dan başka tartışmaya girme ve bunlar hakkında onlardan hiçbirine bir şey sorma.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
23 Nisan 2006       Mesaj #12
arwen - avatarı
Ziyaretçi
AZAD ETMEK

Sponsorlu Bağlantılar
Bir köleden köleliği kaldırmak, onu hürriyetine kavuşturmak. Arapça karşılığı itk olup, sözlükte: güç, kuvvet, bolluk, güzellik, kerem ve iyilik gibi anlamlara gelir. Köle de azad edilmekle daha önce yapamadığı işleri yapmaya güç bulduğu, insanlar arasında itibar kazanıp kölelik darlığından kurtulduğu için hadise bu terimle ifade edilmiştir.
İnsanda asıl olan hürriyettir. Ancak m. VI. yüzyılda yeryüzünde kölelik gerçeği var olduğu için, İslâm köleliği birden kaldırmamış, köleliğin statüsünü, hak ve sorumluluklarını düzenlemiş; her fırsatta köle azadını teşvik ederek, köleliğin kalkması yolunda ilk ciddî adımı atmıştır. Kölelik temelde küfrün eseridir. İslâm'ın getirdiği azad müessesesi ise bu eseri yok etmek gayesini gütmektedir. Kölelik hükmen ölüm gibidir. Çünkü o, malda tasarruf, şahitlik ve kendi nefsine velî olma ehliyetinden mahrumiyet demek olduğu gibi; köleden cuma namazı, hac, cihat ve cenaze namazı gibi bir çok ibadetlerdeki yükümlülüğü kaldırır. İşte bir köleyi hürriyetine kavuşturan, bütün bu haklardan onun yararlanmasını sağlayacağı için mânen onu diriltmiş gibi sevaba nail olur. (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 232; el-Askalânî, Bulüğu'l-Merâm, Terceme ve Şerh, A. Davudoğlu, İstanbul 1967, IV, 292). Buna karşılık bir kudsî hadîste; hür bir kimseyi köle diye satmaya kalkışanın hasmının kıyamet gününde Yüce Allah olacağı bildirilir (Buhârî, Büyû, 106, İcâre, 12, 15; İbn Mâce, Rehin, 4; Ahmed b. Hanbel, II, 292, 358, III,143, IV, 274).
Köle azadı meşrû ve mendup sayılmıştır.
Ayetlerde şöyle buyurulur: "Hata dışında bir mümin diğer bir mümini öldüremez. Kim bir mümini hata ile öldürürse, bir mümin köle azad etmesi, bir de ölünün ailesine diyet teslim etmesi gerekir. Ancak, ölünün ailesinin bağışlaması müstesnadır. Eğer ölen, size düşman olan bir kavimden olur da mümin olursa öldürenin sadece bir köle azad etmesi gerekir. Eğer dlen sizinle aralarında anlama olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet teslim etmesi ve bir mümin köle azad etmesi gerekir" (en-Nisâ, 4/92).
Bozulan yeminin keffâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu yedirmek veya giydirmek, yahut da bir köle azad etmektir" (el-Mâide, 5/89).
Karılarına "zıhar" yapıp, sonra sözlerini geri almak isteyenlerin, karılarıyla temasta bulunmadan önce, bir köle azad etmeleri gerekir" (el-Mücâdele, 57/3), " Azad edecek köle bulamayanın ise, karısıyla temasta bulunmadan önce aralıksız iki ay oruç tutması gerekir. " (el-Mücâdele, 57/4). Diğer yandan zekât verilecek sınıflardan birisi, azad olmak için para biriktiren kölelerdir (et-Tevbe, 9/60).
Köle azadını teşvik eden çok hadisler vardır. Bunlardan bazıları: "Bir kimse mümin bir köleyi hürriyetine kavuşturursa, onun her uzvuna karşılık, kendisinin bir uzvu Cehennem ateşinden kurtulur. " (Buhârî, Itk, 1; Müslim, Itk, 24). "Evlâd, babasının hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olarak bulup, satın alır da azad ederse o başka" (Müslim, Itk, 25; Ebû Dâvud, Edeb, 120; Tirmizî, Birr, 8; İbn Mâce, Edeb, 1).
Hz. Peygamber köle azadında öncülük ederek, ömrü boyunca altmışüç köleyi hürriyetine kavuşturmuştur. Hz. Âişe'nin altmışyedi; Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in bir çok; Hz. Abbas (r.a.)'ın yetmiş; Hz. Osman'ın muhasarada iken yirmi; Hakîm b. Hızâm'ın yüz; Abdullah b. Ömer'in bin köleyi azad ettiği nakledilir (el-Askâlânî, age., IV, 294).
On dört asır önce kölelerin müslümanların kardeşi ilân edilmesi onlar hakkında yediğinden yedirme, giydiğinden giydirme, ağır iş yüklememe, "oğlum, kızım" diye hitapta bulunma gibi prensiplerin konulması, insan hakları bakımından son derece önemli bir adımdır. (Ebû Dâvud, Edeb,123, 124). Buna göre, köle ve câriyelerin, yanında bulundukları ailenin yaşantısı seviyesinde yaşadıkları ve o ailenin bir ferdi gibi muamele gördükleri söylenebilir. Yirminci yüzyıl başlarında yeryüzünde kölelik müessesesi kalkarken, İslâm aleminde de, hürriyet prensibinden hareketle köleliğe son verilmiştir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Nisan 2006       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

ZİNA



Zina etmek, bir
kadınla nikâhsız veya haksız olarak cinsel temasta bulunmak. Arapça "zenâ" fiilinden mastar.
Zinanın sözlük ve terim anlamı birdir. Bu da; bir erkeğin kadınla bir akde veya haklı bir sebebe
dayanmaksızın önden cinsel temasta bulunmasıdır. Zina eden erkeğe "zânî" kadına ise
"zâniye" denir.

Hanefîler, bir fıkıh terimi olarak zinayı şöyle tarif etmişlerdir: İslâmî
hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir
kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya cariyelik gibi haklı bir nedene dayanmaksızın önden
cinsel temasda bulunmasıdır.

Zinada had cezasının uygulanması için, erkeğin cinsel
organının en az sünnet yerinin (haşefe) kadının cinsel organına girmiş olması gerekir. Bundan
daha azına meselâ; öpmek, sarılmak veya uyluk arasına sürtünmek vb. hareketler haram
olmakla birlikte had cezasını gerektirmez. Küçük çocuk ve akıl hastası yükümlü olmadığı için
bunların fiili de kendileri bakımından haddi gerektirmez. Diğer yandan Ebû Hanîfe'ye göre
erkek veya kadına arkadan temasta bulunmak (livâta) zina hükmünde değildir. Çünkü bu, zina
olarak nitelendirilmez. Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikîler aksi
görüştedir. Ölü kadın, hayvan veya ergenlik çağına gelmemiş olan ve kendisine cinsel istek
duyamayan kız çocuğu ile temas da zina hükmünde değildir. Çünkü bu gibi temasları selîm
fıtrat kabul etmez. Ayrıca erkek veya kadının zinaya zorlanmamış olması da şarttır. Çünkü
Raslüllah (s.a.s): "Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları şeyin hükmü kaldırıldı" (Buhârî,
Hudûd, 22; Talâk, II; Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizî, Hudûd, 1; İbn Mâce, Talâk, 15)
buyurmuştur.

Zinaya zorlanan kadına had cezası gerekmediği konusunda İslâm
bilginlerinin görüş birliği vardır. Zinaya zorlanan erkeğe gelince, Şâfiîlere ve Mâlikîlerde tercih
edilen görüşe göre böyle bir erkeğe ne had ve ne de ta'zîr cezası gerekmez. Delil, yukarıdaki
hadis ve zorlanma özrünün bulunmasıdır. Ebû Hanîfe'nin ilk görüşüne göre zinaya zorlama
Devlet başkanı tarafından olmuşsa had gerekmez. Devlet başkanından başkası zorlamışsa
istihsân'a göre had uygulanır. Çünkü, zorlama ancak sultan tarafından gerçekleşir. Ebû
Hanîfe'nin istikrar bulan görüşü ise, zorlanana had cezasını uygulamamasıdır. Çünkü bazan
erkeğin istek dışı cinsel temasa gücü yetebilir. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre iki
durumda da zorlanana had cezası uygulanmaz. İmam Züfer aksi görüştedir (el-Kâsânî,
Bedâyiu's-Sanâyi', 2. baskı, Beyrut 1394/1974, VII, 34,180; eş-Şirâzi, el-Mühezzeb, Mısır t.y.,
II, 267; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Mûctehid, II, 267; İbn Rüşd, Bidâyetû'l-Müctehid, II, 431; İbn
Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire,1970, VIII,187, 205; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî
ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, VI, 27 vd.; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye
ve İstilâhat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1968, III,197 vd).

Zina İslâm'da ve önceki
bütün semâvî dinlerde haram ve çok çirkin bir fiil olarak kabul edilmiştir. O büyük
günahlardandır. Irz ve neseplere yönelik bir suç olduğu için cezası da hadlerin en
şiddetlisidir.

Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

"Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o,
çok çirkin bir iş ve kötü bir yoldur" (el-İsrâ, 17/32). "Onlar Allah ile birlikte başka ilaha dua
etmezler. Haksız yere, Allah'ın haram kıldığı kimseyi öldürmezler ve zina da etmezler. Kim
bunları yaparsa cezaya çarpar. Ona kıyamet gününde kat kat azap verilir ve o azabın içinde
alçaltılmış şekilde ebedî bırakılırlar" (el Furkân, 25/68).

Bekâr erkek veya bekâr kadının
zina etmesinin cezası yüz değnek, evli ve iffetli erkek veya kadının zina cezası ise taşla
öldürme (recm)dir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her
birine yüz değnek vurun. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız bunları Allah'ın dinini
uygulama hususunda acıyacağınız tutmasın. Mü'minlerden bir topluluk da, onların cezasına
şahid olsun" (en-Nûr, 34/2). Celde, ete geçmemek üzere, yalnız deriyi etkileyecek şekilde
vurmak demektir. Vuruşta yalnız kürk ve palto gibi kalın elbiseler çıkartılır, diğerleri
çıkarılmaz.

Evli, iffetli erkek veya kadına recm cezası ise, sünnetle sabittir. Çünkü
Rasûlüllah (s.a.s) Mâiz'e ve Benî Gâmid'ten bir kadına recm cezasını uygulamıştır. Recm'in
meşrûluğu konusunda sahabenin icmaı vardır.

Zina haddi Allah'a ait haklardandır. Bu,
aileye, nesle ve toplum düzenine karşı işlenen bir suç olduğu için toplum haklarından
sayılır.

Mezhep imamları çocuk ve akıl hastasına zina haddinin gerekmediği konusunda
görüş birliği içindedir. Hadiste şöyle buyurulmuştur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır. Çocuktan
büyüyünceye kadar, uyuyandan uyanıncaya kadar, akıl hastasından iyileşinceye kadar" (Ebû
Dâvud Hudûd, 17).

Zina Haddini Uygulamanın Şartları

Zina eden erkek veya
kadına ceza uygulanabilmesi için bir takım şartların bulunması gerekir:

1- Zina edenin
erginlik çağına ulaşması gerekir. Ergin olmayan çocuğa had uygulanmaz.

2- Akıllı olması
gerekir. Akıl hastasına had uygulanmaz. Akıllı bir erkek, akıl hastası bir kadınla veya akıl hastası
bir erkek akıllı bir kadınla zina etse, bu ikisinden akıllı olana had cezası uygulanır.

3-
Çoğunluk fakihlere göre müslümana ve kâfire zina haddi uygulanır. Fakat Hanefilere göre
muhsan olan kâfire recm uygulanmaz, değnek vurulur. Mâlikîlere göre kâfir bir erkek kâfir bir
kadınla zina etse had uygulanmaz. Fakat zinasını açığa vurursa te'dib edilir. Müslüman bir
kadını zinaya zorlarsa öldürülür. Şafii ve Hanbelîlere göre pasaportlu gayri müslim yabancılara
ne zina ve ne de içki içme cezası verilmez. Çünkü bunlar Allah haklarından olup, müste'menler
bu hakları üstlenmemiştir.

4- Zinanın istekle yapılmış olması. Çoğunluğa göre zinaya
zorlanana had uygulanmaz. Hanbelîler aksi görüştedir.

5- Zinanın insanla yapılmış
olması. Üç mezhebe ve Şâfiîlerde sağlam görüşe göre hayvanla temas edene had cezası
gerekmez, ta'zir uygulanır. Hayvan öldürülmez ve çoğunluğa göre onun yenilmesinde de bir
sakınca yoktur. Hanbelîlere göre ise, iki erkeğin şahitliği ile hayvan öldürülür, eti haram olur ve
hayvanın tazmin edilmesi gerekir.

6- Zina edilen kadının ergin veya kendisine cinsel
istek duyulan bir yaşta olması gerekir. Küçük kız çocuğu ile zina edilmesi halinde zina eden
erkeğe de kıza da had cezası gerekmez. Ergin olmayan çocukla cinsel temasta bulunan
kadına da had uygulanmaz.

7- Zinanın bir şüpheye dayalı olmaması gerekir. Bir kimse
kendi eşi veya cariyesi sanarak yabancı bir kadınla cinsel temasta bulunsa çoğunluğa göre
had gerekmez. Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre ise had gerekir. Çünkü burada failde şüphe
vardır. Mezhepler arasında ihtilaflı olan fasıt nikâhtan sonraki cinsel temasa had gerekmediği
konusunda da görüş birliği vardır. Velisiz veya şahitsiz evlenme halinde durum böyledir. Bu da
akitte şüphe bulunduğu içindir. Evlilik ittifakla fasit olursa had uygulanır. iki kız kardeşi bir
nikâhta toplamak, beşinci eşle evlenmek, nesep veya sût cihetinden haram olan bir hısımla
evlenmek, iddet beklemekte olan kadınla veya üç talâkla boşadığı kadınla hulleden önce
evlenmek bu niteliktedir. Ancak bütün bunların haramlığını bilmediğini iddia ederse, bunlarla
olan cinsel temas haddi gerektirmez.

8- Zinanın dârul İslâm'da olması. İslâm Devlet
başkanının dârul harp veya dârul baği (âsiller ülkesi) üzerinde velâyet yetkisi yoktur. Yani orada
hadleri uygulamaya gücü yetmez.

9- Kadının diri olması. Çoğunluğa göre, ölü kadınla
cinsel temasta bulunana had gerekmez. Mâlikîlerde meşhur olan görüş bunun
aksinedir.

10- Cinsel temasın önden olması ve sünnet yerinin girmiş olması. Arkadan
ilişki yani livata Ebû Hanîfe'ye göre yalnız ta'zir cezası gerektirir. Ebû Yusuf, İmam Muhammed
ve diğer üç mezhebe göre ise livata haddi gerektirir. Yabancı bir kadına cinsel organın dışında,
uyluk, karın v.b başka yerine temas ise yalnız ta'ziri gerektirir. Çünkü bu, şer'an kendisine bir
şey takdir edilmeyen münker bir fiildir.

Zinanın Cezası

Zinanın cezası, zina eden
erkek veya kadının bekar ya da evli olmasına göre değişiklik gösterir. Dayak, taşlâ öldürme,
sürgün ve İslâm Devletinin koyacağı bir ta'zir cezası bunlar arasındadır.

1- Yüz Değnek
Cezası

Bekâr erkek veya kadının zina cezası yüz değnek olup, Kur'ân-ı Kerîm'le
belirlenen bir had cezasıdır.

"Zina eden kadın ve erkekten her birine yüz değnek
vurun" (en-Nûr, 34/2).

Dayak cezası uygulanan zina suçlusunun, suçun işlendiği
yöreden bir yıl süreyle sürgün edilmesi İslâm'ın ilk dönemlerinde uygulanan bir ceza türü idi. Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bekâr'ın bekârla zinası için yüz değnek ve bir yıl sürgün.
Dulun dulla zinası için ise yüz değnek ve taşla recm vardır" (İbn Mâce, Hudûd, 7). Ancak bu
uygulama Nûr sûresi inmezden önceye aittir. Bu sûre inince bekârlar için yalnız değnek (celde),
evli (muhsan) olanlar için sünnetle recm cezası belirlenmiştir (es-Serahsî, el-Mebsût, 3. baskı,
Beyrût 1398/1978, IX, 36 vd).

Hanefilere göre celde cezasına sürgün ilâve edilmez.
Çünkü âyette celde zina cezasının tümünü ifade eder. Ancak sürgün bir had cezası değil, İslâm
Devlet başkanının görüşûne bırakılan ta'zir cezası kabilindendir. O sürgünde bir yarar görürse
uygular. Nitekim, zina edenin tevbe edinceye kadar hapsedilebilmesi de bu
niteliktedir.

Şâfiî ve Hanbelîlere göre celde ve bir yıl sürgün birlikte uygulanır. Sürgün
yeri seferîlik mesafesinden uzakta olmalıdır. Dayandıkları delil, yukarıda zikredilen sürgün
bildiren hadistir. Ancak kadın kocası veya mahrem bir hısmı ile birlikte sürgüne gönderilir. Çünkü
Hz. Peygamber; "Kadın, yanında kocası veya mahremi bulunmadıkça yolculuğa çıkamaz"
(Buharî, Taksîr, 4, Mescidü Mekke, 6, Sayd, 26, Savm, 67; Ebû Dâvud, Menâsik, 3; Müslim,
Hacc, 413-434; Tirmizî, Radâ', 15) buyurmuştur.

Mâlikilere göre ise yalnız erkek sürgün
edilir, yani bulunduğu beldeden uzakta hapsedilir. Kadın gittiği yerde de zina etmemesi için
sürgün edilmez.

Diğer yandan sürgün hadisinin sonundaki dul için öngörülen celde ve
taşla recmin birlikte uygulanması dört mezhebe göre amel edilmeyen bir esastır. Çünkü muhsan
(evli) için yalnız recm uygulaması bildiren hadisler daha sahihtir. Nitekim Ebu Hureyre ve Zeyd
bin Hillit'ten bir topluluğun naklettiği işçi kıssası bunu ifade eder. İşçisi ile zina eden evli kadın
olayında Hz. Peygamber, bekâr olan işçi için yüz değnek ve bir yıl sürgün cezasına, kadın için
ise recm cezasına hükmetmiştir (es-Serahsî, a.g.e., IX, 37; ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 39).
Zâhirîlere göre, celde ve recm birlikte uygulanır. Onlar, sürgün hadisinin sonundaki "...evli evli
ile zinasına yüz değnek ve taşla recm vardır" kısmının açık anlamına dayanırlar.

2-
Recm Cezası:

Muhsan olan erkek veya kadının zinası için recm cezası konusunda
İslâm bilginleri görüş birliği içindedirler. Delil; Sünnet ve İcmâ'dır.

Hz. Peygamber'in evli
olarak zina edene recm cezası uyguladığı tevâtüre ulaşan hadislerle sabittir.

Bir hadiste
şöyle buyurulur: "Müslüman bir kimsenin kanı şu üç durumda helal olur. Zina eden evli kimse,
nefse karşılık nefsi ve İslâm toplumundan ayrılarak dinini terkedeni öldürmek" (Buhârî, Diyât, 6;
Müslim, Kasâme, 25, 26; Ebu Dâvud Hudûd, 1; Tirmizî, Hudûd, 15, Diyât, 10; Nesâî, Tahrîm,
5, Kasâme, 6; İbn Mâce, Hudûd, Dârimî, Hudûd 2, Siyer, II).

Hz. Peygamber'in recm
uyguladığı olaylar şunlardır.

a- Evli bir kadınla zina eden bekâr için yüz değnek ve bir yıl
sürgün cezası uygulanmıştır. Allah elçisi bir sahabeyi kadına göndererek şöyle buyurmuştur: "O
kadına git, eğer suçunu itiraf ederse, onu recmet" (Buhârî, Hudûd, 3, 38, 46, Vekâlet,13;
Tirmizî, Hudûd, 5, 8).

b- Çeşitli yönlerden sabit olan Mâiz olayı. Mâiz, zinasını itiraf etmiş
ve Rasûlüllah (s.a.s) onun recmedilmesini emir buyurmuştur (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII, 95,
109; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 314 vd).

c- Gâmidiyeli kadın zinasını ikrar etmiş ve
doğumdan sonra recm uygulannııştır (İbn Mâce, Diyât, 36; Mâlik, Muvatta ; Hudûd II; eş
-Şevkânî, Neylü'I-Evtâr, VII, 109).

İslâm ümmeti recmin meşrûluğu üzerinde icmada
bulunmuştur. Ancak hâricîler ekolü recmi inkâr etmiştir. Çünkü onlar tevatür sınırına ulaşmayan
haberleri delil olarak kabul etmezler (es-Serahsî, a.g.e., IX, 36).

İhsan Terimi ve
Kapsamı

İhsan bir İslâm hukuku terimi olarak; bir erkek veya kadına had cezası
uygulanabilmesi için bunlarda şer'an bulunması gereken vasıfları ifade eder. Bu niteliklere sahip
erkeğe "muhsan", kadına "muhsana" denir. Çoğulu "muhsanat" tır.

İhsan, zina iftirası
(kazf) ve recm ihsanı olmak üzere ikiye ayrılır.

Zina iftirası atılan kimsenin muhsan
sayılması için akıllı, ergin, hür, müslüman ve zinadan iffetli bulunması gerekir. Bu nitelikler
olunca iftiracıya âyette şu ceza öngörülür: Namuslu ve hür kadınlara zina iftirası atan, sonra da
bunu dört şahitle ispat edemeyen kimselere seksen değnek vurun. Onların ebedî olarak
şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar fâsıkların ta kendileridir" (en-Nûr, 24/4).

Ancak, kadın
zinayı ikrar eder veya iftiracı dört şahitle bunu ispat ederse had cezası düşer (bk. "Kazf"
mad)

Recm için muhsan sayılmada ise erkek veya kadında yedi niteliğin bulunması
şarttır. Bu nitelikler şunlardır: Akıllı olmak, ergin bulunmak, hür ve müslüman olmak, sahih nikâhlı
bulunmak ve bu nikâhtan sonra eşiyle meni gelmese bile guslü gerektirecek şekilde cinsel
temasta bulunmak. Bu şartlardan herhangi birisi bulunmazsa ceza yüz değneğe dönüşür. Bu
duruma göre, küçük çocuk, akıl hastası, köle, kâfir, fâsit nikâhla evli kimse veya cinsel temas
olmayan mücerred nikâhla evli kimse için "muhsanlık" söz konusu olmaz. Diğer yandan erkek
muhsanlık şartlarını taşır fakat karısı küçük, akıl hastası veya cariye olmak gibi bir sebeple
muhsan bulunmazsa, ondan bu arızalar kalktıktan sonra kocası onunla eşit şartlarda yeniden
cinsel temasta bulunmadıkça koca muhsan sayılmaz. Çünkü bu yedi şartın eşlerde birlikte
bulunması gerekir.

Ebû Yusuf'a göre, bir müslüman sahih nikâhlısı olan bir gayri müslim
kadınla cinsel temasta bulunmakla muhsan olur. Şâfiîler de bu görüştedir (eş-Şirâzî,
el-Mühezzeb, II, 268). Buna göre, biri küçük, diğeri ergin, biri uykuda diğeri uyanık veya biri
akıllı, diğeri akıl hastası olan karıkoca cinsel temasta bulununca, ehliyetli olan muhsan sayılır,
daha sonra başkası ile zina ederse had cezası yalnız ona uygulanır.

Muhsanlık sıfatının
devamı için evliliğin devam etmekte olması şart değildir. Bu yüzden ömründe bir defa evlenen
ve eşiyle cinsel temasta bulunup da, dul kalmış olan kimse de muhsan olabilir (Bilmen, a.g.e.,
III, 201).
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #14
arwen - avatarı
Ziyaretçi
ÂDETULLAH
Allah'ın kanunu, sünneti. Âdet, geri dönmek manasına olan Avd'dan isimdir. Aslı avdettir. Aynı zamanda âdet; İsti'mâlin eş anlamlısıdır.
Âdet, Kur'an-ı Kerim'de "Sünnet" lâfzı ile teblîğ buyurulmuş ve müfessirler tarafından düstûr, kanun diye izah edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'in Ahzâb, Fâtır, Fetih gibi birçok surelerinde âdet, hep sünnet lâfzıyla tabir buyurulup, bütün bunlarda Allah'ın âdetlerinden, kanunlarından sözedilmiş ve Âdetullah'ın değişmesinin mümkün olmadığı bildirilmiştir. Âdetullah ile ilgili ayetlerin çoğunda, bilhassa geçmiş ümmetlerin müşriklerine, dünyevî ve uhrevî ceza tayininde carî bulunan ilâhî kanun tebliğ edilmiştir. (bk. el-Enfâl, 8/38; el-İsrâ, 17/76-77; el-Fâtır, 35/42-43)
Âdet; selim tabiatlarda makbul olup, devamlı yapılan işlerde insanların içinde istikrar bulmuş hususlardan ibârettir. Âdet üç çeşittir: Genel örf âdetleri (ayak basma gibi.) Özel örf; (her grubun terimleri. Nahiv'de ref' kelimesi gibi.) (Şer'î örf, salât, zekât ve hac gibi. Bunlarda lügat manasının yerine şer'i manalar kullanılır) (et-Tehânevî, Keşşâf-u Istılâhâti'l-Fünûn, İstanbul 1984, II, 958)
İlâhî âdetler, kevnî ve ilâhî sünnetlerdir. Tabiat kanunları Âdetullahtır Kevnî sünnetler, Allah'ın genel hikmeti gereği değişmez. (el-Fetih, 48/23) Şu kadar ki bazı kere özel tercih hikmeti gereği Cenâb-ı Allah sebebi veya tesiri yok eder. Sebepsiz veya alışılmamış sebeplerle müsebbibâtı yaratır; böylece âdât-ı İlahiyye haricinde harikulâde olaylar yaratır.
Kevnî sünnetlerin veya tabiat kanunlarının koyucusu olan mutlak yaratıcı, harikulâdeye has olan birtakım kanunlar koymaktadır. İşte o kanunlara göre, bazen insanlar aracılığıyla birtakım harikulâde olaylar meydana gelebilir.
Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'de Âdetullah'ı ve hikmetlerini zikrederek Müslümanlara, daha önce bilmedikleri her şeyin varlığını bildirdi ve kendisinin yaratıklar üzerinde kanunları olduğunu haber verdi. Bu gerçekten hareketle, bu sünnetleri bir ibret ve nasihat olmak üzere en güzel bir şekilde "Allah'ın Sünnetleri İlmi" diye bir ilim dalında toplayıp incelemek mümkündür. Bilindiği üzere Allahü Teâlâ, bazı ayetlerde kanunlarını açıkça göstermiştir. Bazan sebebi bir ayette, onun sonucunu da diğer bir ayette zikretmiştir. O, geçmiş milletlerin haberlerini zikrederken genellikle âdetini zımnen göstermiştir. Adetullah'ı izah eden ayetlerden bazısı şunlardır:
"Biz bir Resul göndermedikçe, hiçbir kimseye azap edecek değiliz." (el-İsrâ, 17/15)
"Allah, bir topluma verdiği nimeti, onlar kendilerinin (iyi) hâlini (fenalığa) çevirmedikçe bozmaz." (er-Ra'd, 13/11)
Bunlardan başka, Allah'ın, peygamberlerini fertlere değil toplumlara gönderdiğini (Hûd, l l/25), cihada icabet etmeyen bir kavmin yerine başka bir kavmi getireceğini (et-Tevbe, 9/38-39), servetin sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey olmaması için zekât ve sadakaların yanı sıra, ganimetlerden fakirlere daha fazla pay verilmesini (el-Haşr, 59/7) belirten ayetler Âdetullah'ı ifade eden hükümlerdir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

KÜSUF VE HUSÛF NAMAZI KÜSUF
VE HUSÛF NAMAZI



(K.S.F) Kökünden "küsûf" ve (H.S.F) kökünden "husûf"
sözlükte; güneş ve ay tutulmasını ifade eden iki mastar. Küsûf; daha çok güneş tutulması,
husûf ise, ay tutulması için kullanılır. Küsûf, astronomi ilmi bakımından; güneş ışıklarının
tamamının veya bir bölümünün, gündüz, güneşle dünya arasına ay'ın gölgesinin girmesiyle
dünyanın belli bir yöresine ulaşamamasıdır. Husûf ise, geceleyin ay ışığının tamamının veya bir
bölümünün, dünyanın gölgesinin güneşle ay arasına girmesi yüzünden dünyaya
ulaşamamasından ibarettir. Bu iki terim, birbirinin yerine de kullanılabildiği için, bunlara "iki
küsûf" veya "iki husûf" da denilmiştir.

Küsûf ve husûf namazı İslâm hukukçularının
büyük çoğunluğuna göre müekked sünnettir. Yalnız Hanefî ve Mâlikîler husûf namazım
mendûb görürler. Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Gece, gündüz güneş ve ay, O'nun varlığını
gösteren âyetlerdendir. Güneşe veya ay'a secde etmeyiniz. Bütün bunları yoktan var eden
Allah'a secde ediniz" (Fussilet, 41/37). Bu âyet-i kerîme, ay ve güneş tutulması sırasında,
bunları yaratan Allah için namaz kılmaya işaret etmektedir.

Hz. Peygamber, (s.a.s) oğlu
İbrahim vefat ettiği zaman üzülmüştü. Aynı günde güneşin tutulması üzerine bazı. insanların,
güneşin de Hz. Muhammed'in üzüntüsüne ortak olduğunu öne sürmesi üzerine, Allâh'ın elçisi
şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz güneş ve ay, Allâh'ın âyetlerinden iki âyettir. Herhangi bir
kimsenin ölümü veya dünyaya gelmesi yüzünden tutulmazlar. Siz onların tutulduğunu
gördüğünüz zaman, tutulma sona erinceye kadar namaz kılınız ve dua ediniz" (Buhârî, Küsûf,
1,3,8,13,15,17; Müslim, Kusûf, 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 249, 253; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr,
III, 326).

Küsûf namazı, mukîm veya misafir olsun, beş vakit namazla yükümlü olan
erkek ve kadınlar için meşrûdur. Çünkü küsûf ve husûf namazında Rasûlüllah (s.a.s)'in
uygulaması böyle olmuştur. Bu namaz ezan ve kametsiz kılınır. Bir münâdî sadece "essalâtü
câmia= namaz toplayıcıdır" diye seslenir (eş-Şevkânî, a.g.e., III, 325). Cemaatle veya tek tek,
gizli veya açık okunarak, hutbeli veya hutbesiz kılınması mümkün ve caizdir. Ancak bu
namazın mescidde ve cemaatle kılınması daha fazîletlidir.

Deprem, fırtına, yıldırım
düşmesi, şiddetli yağmur, dolu, kar ve salgın hastalık gibi felâket zamanlarında, cemaatsiz
olarak, diğer namazlar gibi iki rek'at namaz kılmak mendub'tur. Burada küsûf namazına kıyas
yapılmıştır (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, II, 234, 235).

Hanefilere göre küsûf namazı, bayram,
cum'a ve nâfile namazlar gibi iki rek'attan ibarettir. Ezansız, kametsiz, hutbesiz kılınır ve her
rek'at; bir rükû ve iki secdeli olur. Delil, Ebû Davud'un naklettiği şu hadistir: "Rasûlüllah (s.a.s)
iki rek'at namaz kıldı ve rek'atlarda ayakta duruşları (kıyamı) uzun yaptı. Sonra geri döndü,
güneş açılınca da şöyle buyurdu: "Bunlar, Allah'ın kendisiyle kullarını korkuttuğu belgelerdir. Bu
gibi mucizeleri gördüğünüz zaman, farz namazlardan en yeni kıldığınız namaz gibi namaz kılınız"
(Buhârî, Küsuf, 6, 14; Müslim, Küsûf, 21, 24; Ebû Dâvud, İstiskâ, 3, 4).

Çoğunluk İslâm
hukukçularına göre, küsûf namazı iki rek'at olup, her rek'atte iki kıyâm, iki kırâat, iki rükû ve iki
secde bulunur. Sünnet olan okuyuş şöyledir: İlk kıyamda Fatiha'dan sonra, Bakara sûresi veya
ona denk bir sûre, ikinci kıyamda Fatiha'dan sonra, bundan daha az, üçüncü kıyamda
Fatiha'dan sonra, daha da az, dördüncü kıyamda yine Fatiha'dan sonra, bir öncekinden daha
az miktarda Kur'ân okunur. Kıyamda ilk okuyuştan sonra rukûya varılır, sonra doğrulur ve ikinci
okuyuşu yapar, sonra yine rukûya varılır ve secdeye gidilir. İlk rukûda yaklaşık yüz, ikincide
seksen, üçüncüde yetmiş ve dördüncüde elli âyet okuyacak kadar "Sübhanallah= Allâh'ım
seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim" der (Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh,
1405/1985, II, 399). Çoğunluğun bir rek'atta iki rüku için dayandığı delil şu hadistir. Abdullah b.
Amr şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında güneş tutulduğunda "namaz toplayıcıdır"
diye nidâ olundu. Rasûlüllah (s.a.s) bir secdede iki rükû yaptı, sonra ayağa kalktı, tekrar bir
secdede iki rükû yaptı. Sonra güneş açıldı. Hz. Aişe şöyle dedi: Bu namazın rükûundan daha
uzun hiç rükû yapmadım. Secdesinden, daha uzun hiç bir secde de yapmadım" (eş-Şevkânî,
a.g.e., III, 325).

Ebû Hanîfe'ye göre, imam, küsûf namazında okuyuşu gizli yapar. İbn
Abbas şöyle demiştir: "Rasûlüllah (s.a.s) ile küsûf namazı kıldım. O'nun kıraatinden bir harf bile
işitmedim" (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, II, 232). Husûf namazı ise, münferid olarak ve gizli okuyuşla
kılınır. İmam Muhammed ve Ebû Yusuf'a göre ise İmam Küsûf namazında sesli okur. Çünkü Hz.
Âişe, Rasûlüllah (s.a.s)'in böyle bir namazda sesli okuduğunu söylemiştir (eş-Şevkânî, a.g.e.,
III, 331; Zeylaî, a.g.e., II, 232; bk. İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadir, 432-436; el-Kâsânî,
Bedâyîu's-Sanâyi: I, 281-282, Meydânî, el-Lübâb, I, 121).

Hanefi ve Hanbelîlere göre,
küsûf namazı için hutbe yoktur. Çünkü Hz. Peygamber hutbeyi değil, yalnız namazı emretmiştir.
O'nun namazdan sonra hutbe irad etmesi, hükmü bildirmek içindir. O'nun bir küsûf
namazından sonra yaptığı bir konuşma şöyledir: "Şüphesiz güneş ve ay Allah'ın mucizelerinden
bir mucizedir. Bir kimsenin ölümü veya dünyaya gelmesi yüzünden tutulmazlar. Bunu görünce
Allah'a dua edin, namaz kılın ve sadaka verin. Şüphesiz şu makamımda size söz verilen her
şeyi gördüm. Beni öne geçer gördüğünüzde ben de kendimi Cennet'ten bir salkım almayı arzu
eder görüyordum. Beni biraz geri çekilirken gördüğünüzde ben Cehennem'in bir kısmının diğer
tarafını yediğini görüyordum " (Müslim, Kusuf, 3901; Mâlik, Muvatta', I, 186; Beyhakî, III, 323,
324; Şevkânî, a.g.e., III, 325). Hadîsin başka bir rivayeti şöyledir:

"Cehennemi gördüm.
Bugünkünden daha korkunç bir manzarayı hiç görmemiştim. Cehennemliklerin çoğunun
kadınlar olduğunu gördüm". Bir sahabenin, bunun sebebini sorması üzerine, de şöyle buyurdu:
"Onlar kocalarına nankörlük ediyorlar. Hatta sen onlardan birine bütün ömür boyu iyilik yapsan,
sonra sende küçük bir kötülük görse, şimdiye kadar senden zaten hiç iyilik görmedim, der"
(Buhârı, İbn Abbas'tan, II, 28; Mâlik, Muvatta', I, 186; İbn Huzeyme, 1379; Beyhakî, III,
venüsün_kızı - avatarı
venüsün_kızı
Ziyaretçi
20 Temmuz 2006       Mesaj #16
venüsün_kızı - avatarı
Ziyaretçi


AYETÜ'L-KÜRSÎ



Bakara suresinin ikiyüzellibeşinci ayeti. Ayette geçen kürsî tabirinden dolayı bu ismi almıştır. Kur'an-ı Kerîm'in bütünü içinde ayrı bir fazîleti olan bu ayet hakkında Resulullah'tan bazı hadisler nakledilmiştir.



Muhammed b. İsâ'dan nakledildiğine göre İbnü'l-Aska' şöyle der:



"Adamın biri Hz. Peygamber'e gelip Kur'an'ın en faziletli ayeti hangisidir?' diye sordu. Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: Âllah'u Lâilâhe illâ huve'l-Hayyu'l-Kayyûm... " (Müslim, Müsafirîn, 258; Ebû Dâvûd, el-Huruf ve'l-Kiraa, 35; İbn Hanbel, V, 142). Başka bir hadiste de: "Kur'an'ın en faziletli ayeti Bakara suresindeki Âyetü'l-Kürsi'dir. Bu ayet bir evde okunduğu zaman Şeytan oradan uzaklaşır. " (Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'an, 2)



Resulullah (s.a.s.) bir defa Ka'b oğlu Ubey'e, ezberinde olan ayetlerden hangisinin daha yüce olduğunu sormuş, "Allah ve Resulu daha iyi bilir" cevabını alınca, soruyu tekrar etmiş, bunun üzerine Ubey, bildiği en yüce ayetin "Allahu lâ ilâhe illâhüve'l-Hayyu'l-Kayyûm" olduğunu söylemiştir. Resulullah (s.a.s.) aldığı cevaptan memnun olarak Ubey'in göğsüne vurarak Ey Ebû Münzir! İlim sana kutlu olsun. " buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Vitir,17) Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.) "Âyetü'l-Kürsî Kur'ân âyetlerinin şahıdır" buyurmuştur. (Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'an, 2)



Bu ayet-i kerîmede Cenâb-ı Allah'ın yüceliği, sıfatları, kâinatta meydana gelen büyük olayların tamamen onun iradesi doğrultusunda vukû bulduğu, onun isteği ve izni olmadan hiç bir kimsenin başkasına şefaat edemeyeceği, O'nun kürsüsü, göklerde ve yerdekilerin ona ait olduğu hakkında bilgi verilmektedir. Meâli şöyledir:



Allah (İbadete en lâyık olandır), Ondan başka ilâh yoktur. Diridir (ezeli ve ebedîdir), Kayyumdur (yaratıkların bütün işlerini düzenleyicidir. Yaratmada, rızık vermede mahlûkâtın yegane sahip ve hâkimi olup her şey onun sayesinde ayakla durur) Onu ne bir uyuklama alır, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur. O'nun izni olmaksızın yanında kim şefaat edebilir? O, (bütün yaratılmışların) önlerindekini (dünyadaki bütün yaptıklarını, açıklaytp gizlediklerini), arkalarındakini (Ahirette olacak Şeyi) bilir. Onun ilminden, kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü (ilmi) gökleri ve yeri kuşatmıştır. Ve onların (göklerin ve yerin) korunması O'na ağır gelmez. O, çok yüce çok büyüktür. "

ChinaDoll - avatarı
ChinaDoll
Ziyaretçi
20 Temmuz 2006       Mesaj #17
ChinaDoll - avatarı
Ziyaretçi
YÂSİN SÛRESİ

Kur'ân-ı Kerîm'in otuz altıncı suresi. Seksen üç âyet, yediyüz yirmi yedi kelime ve üçbin harftir. Fasılası nun ve mim harfleridir. Mekkî surelerden olup Cin sûresinden sonra nazil olmuştur.

On iki ve kırk beşinci âyetlerinin Medine'de nazil olduğuna dair rivâyetler vardır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'n Dili, İstanbul 1971, V, 4002).

Yâsin sûresi, ilk âyetinde bulunan yâ ve sin harflerinden dolayı bu ismi almıştır. Bununla berâber "Azime", "Muimme", "Müdafi'ai kadiye" ve "Kalbu'l-Kur'an" isimleri de kullanılmıştır. Kalbu'l-Kur'an, Kur'an'ın kalbi, Müdafi'ai kadiye, sahibinden (onu okuyan ve onunla amel eden kişilerden) her türlü fenalığı defeden, Muimme, sahibine dünya ve ahiretin hayatım kazandıran, ondan dünya ve ahiretin korkularını gideren ve Azme ise, sahibi Allah'ın yanında şerefli olarak zikredilen demektir.

Yâ ve sin harflerinin ne demek olduğu hakkında, alimlerin farklı yorumları vardır. Fakat bu iki harfin gerçek manasını Allah bilir.

Sûrenin fasılaları kısadır. Sûrede etkili ve seri ikazlar bulunmaktadır. Âyetleri kısa cümleler halindedir. Sûrenin her yerinde insan kalbine etkili olan ikaz ve uyarılar bulunmaktadır.

Yasin sûresinin ilk ve en önemli hedef, İslâm inancının esaslarını kurmaktır. Onun için sûrenin ilk âyetlerinde peygamberlik ve Kur'n'ın önemi işlenmiştir:

"Yâsin. Hikmetli Kur'ân'a and olsun. Sen elbette gönderilmiş elçilerdensin. Dosdoğru bir yol üzerinde, yani üstün ve çok merhametli Allah'ın indirdiği (Kur'ân yolu) üzerindesin" (1-4).

Yüce Allah bu âyetlerde, sûreye, isim olan yâ ve sin harfleriyle bir de Kur'ân'la yemin ederek Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini ve onun doğru yolda olduğunu bildirmektedir.

Ondan sonra bu sûrede, kendilerine gönderilen peygamberleri dinlemeyen, yalanlayıp karşı çıkan kasaba halkının uğradığı kötü sonuç dile getirilmiştir. Sûrenin sonuna doğru tekrar peygamberlikten ve Hz. Muhammed (s.a.s)'den bahsedilmiştir.

Mekke'de nâzil olan diğer sûrelerde olduğu gibi, Yâsin sûresinde de imân ve itikadla ilgili hususlar işlenmiştir. Sûrede bilhassa kıyâmet sahnelerinden, daha önce gelip geçen insanlarla ilgili ibretli kıssalardan, Yüce Allah'ın varlığını, birliğini, üstün gücünü ve kuvvetini ifâde eden olaylardan bahsedilmektedir. Allah'ın kuvvet ve kudretini gösteren, ölü toprakların yeşerip hayat bulması, günün batmasıyla karanlığa gömülen gecenin manzarası, kendi yörüngesinde yoluna devam eden güneşin görünümü, sonunda kuru bir hurma dalı haline dönünceye kadar konaklara yavaş yavaş uğrak yapan ayın durumu, insanları ve çeşitli yükleri gemilerin sular üzerindeki taşıma gücü ve daha nice ibretli manzaralar, aklı eren insanların düşüncelerine sunulmuştur. Cennet ve cehennem haber verilmiştir.

Yâsin sûresinin sunduğu bu mesajlar arasında, öldükten sonra dirilme olayı, yani ahiret hayatı, ağırlık noktasını teşkil etmektedir. Çünkü ahiret inancı, sosyal bir varlık olan insanın hayatında son derece önemli bir rol oynamakta ve etkili olmaktadır (Seyyid Kutub, Fi Zilâli'l-Kur'ân,'Beyrut 1971, VII, 6 vd). Ahiret hayatının varlığını kesin bir şekilde haber veren bu âyetlerden bazılarının meâli şöyledir:

"İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfe (sperma)'dan yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi? Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal verdi: "Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" dedi. De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir" (79).

İbn Abbas (r.a)'dan nakledildiğine göre, el-As İbn Vail, Hz. Muhammed (s.a.s)'e gelerek, eline aldığı çürük bir kemiği ufaltılmış ve "Ya Muhammed! Allah bu çürümüş kemiği de mi yaratacak?" diye sormuş. Bunun üzerine yukarıda meâli sunulan âyetler nazil olmuştur (Abdulfettah el-Kâdî, Esbâbü'n-Nüzûl, Mısır t.y., 189)

Yâsin sûresi, Müslümanlar tarafından çok okunan bir sûredir. Diğer surelere nazaran daha fazla rağbet görmektedir. Hz. Muhammed (s.a.s)'in bu sûre hakkında söylediği ve okunmasını tavsiye ettiği çeşitli hadisler vardır. Bu hadislerden bazıları şöyledir:

"Her şeyin bir kalbi vardır. Kur'ân'ın kalbi de Yâsin'dir. Kim Yâsin'i okursa, Allah onun okumasına, Kur'ân'ı on kere okumuş gibi sevap yazar" (Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'n, 7; Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân, 21).

"Yâsin, Kur'ân'ın kalbidir. Allah'ı ve ahiret gününü arzu ederek Yâsin okuyan kimsenin geçmiş günahı affedilir. Onu ölülerinize okuyunuz" (Ebû Davud Cenâiz 20; İbn Mace, Cenâiz 4; İbn Hanbel, Müsned V, 26, 27).

Bu hadislerden anlaşıldığı gibi, Yâsin'i okuyarak sevabını ölülerin ruhuna bağışlamak caizdir. Ancak Kur'ân'ın dirilere nâzil olduğu ve insanların, onun manasını anlayarak, emir ve yasaklarına uygun bir şekilde hayat sürdürmeleri için gönderildiği unutulmamalıdır.

Yâsin sûresi, Yüce Allah'ın varlığına, üstün gücüne ve âhiret yurduna işarette bulunan şu âyetlerde son bulmaktadır:

"Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini yaratmağa kadir değil midir? Elbette kadirdir! O, çok bilen yaratıcıdır. Onun işi, birşeyi (olmasını) istedi mi, ona sadece "ol" demektir, hemen oluverir. O, öyle yücedir ki, her şeyin hükümdarlığı O'nun elindedir. Ve siz O'na döndürüleceksiniz" (81-83).

Nureddin TURGAY
Demir YumruK - avatarı
Demir YumruK
Ziyaretçi
26 Eylül 2007       Mesaj #18
Demir YumruK - avatarı
Ziyaretçi
Kırk günün önemi nedir?

Sual: Bir çok duanın kırk gün okunması bildiriliyor. Kırk günün önemi nedir?
CEVAP
Kırk sayısı, çoğunluğu bildiren işlerde asgari en büyük sayıdır. Bir duayı çok okumak istenirse, en az kırk kere okumalıdır.

Beş vakit namaz, sünnetleri ile beraber kırk rekattır. Fatiha, beş vakit namazın, her rekatında okunur. Böylece, her gün en az, kırk kere okunur.

Tırnak kesmek, koltuk, kasık temizlemeyi kırk günden fazla geciktirmek günah olur. Müslüman olan akrabayı ziyaret etmeli, kırk günü geçirmemelidir. (S. Ebediyye)

Kırk gün sabah namazının sünneti ile farzı arasında kırk bir kere Fatiha okunur. Besmelenin sonundaki Mimi Fatihanın Lam harfi ile birlikte okunur. [Yani (Rahimilhamdü) denir.] Sonra yapılan dua kabul olur. Suya üfleyip hasta veya büyülenmiş kimseye içirilirse, [eceli gelmemiş olan hasta] şifa bulur ve büyü çözülür. (Tefsir-i Azizi)

Kur'an-ı kerimi kırk günde bir hatmetmek, müstehaptır. (Şir'a)

Kırk sayısı ile ilgili hadis-i şeriflerden bazıları şu mealdedir:
(Her gece kırk âyet okuyan gafillerden yazılmaz.) [Beyheki]
(Kırk kişi bir cemaattir. Bir ölüye dua ederlerse Allahü teâlâ, o ölüyü affeder.) [Buhari]

(Şirkten uzak kırk mümin, bir müslümanın cenaze namazını kılarsa, Allahü teâlâ, muhakkak o müminlerin dualarını kabul ederek, o ölüyü affeder.)

(Kırk gün içinde bir ilim sohbetinde bulunmayan kimsenin kalbi kararır. Büyük günah işlemeye başlar. Çünkü ilim kalbe hayat verir. İlimsiz ibadet olmaz. İlimsiz ibadetin faydası olmaz!) [Hazanet-ür-rivayat, Müjdeci Mek.]

(Bir âlim, bir şehirden gelip geçse, onun ayak basmasının hürmetine, oradaki kabristandan kırk gün azap kaldırılır.) [R.Nasıhin]

(Kırk gün ihlasla İslamiyet'e uyanın kalbini Allahü teâlâ hikmetle doldurur.)

(Kırk gün helal yiyenin kalbini Allahü teâlâ nur ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünya sevgisini, kalbinden giderir.) [Ebu Nuaym]

(Lohusa kadın kırk gün geçtiği halde, kan devam ederse, artık özürlü sayılır.) [Hakim]

(Kırk gün sabah namazının ilk tekbirine yetişene iki berat yazılır: Cehennemden kurtuluş beratı ile münafıklıktan eminlik beratı.) [Ebu-ş-şeyh]

(İlk tekbire yetişerek, kırk gün cemaatle beş vakit namaz kılana Cennet vacip olur.) [Ebu Ya'la]

(Aldığı gıda maddelerini, pahalanınca satmak için, kırk gün saklayan, hepsini fakirlere parasız dağıtsa, günahını ödeyemez.) [Deylemi]

(Fal baktıran, falcıya inanmasa da, kırk gün namazı kabul olmaz.) [Müslim]
(Bir lokma haram yiyenin, kırk gün duası kabul olmaz.) [Taberani]

(Haktan bâtılı veya hidayetten dalaleti red için, ilimden bir konu öğrenmek niyetiyle evinden çıkan kimse, bir âbidin kırk yıllık ibadeti gibi ecir alır.)

([Kırklar denilen] Ebdaller kırk kişidir. Bunların bereketi ile düşmana galip gelirsiniz ve beladan kurtulursunuz.) [İbni Asakir]

(Yeryüzünde her zaman kırk [evliya] bulunur. Her biri İbrahim aleyhisselam gibi bereketlidir. Bunların bereketi ile yağmur yağar.) [Taberani]

(Her Peygamber Süleyman aleyhisselamdan kırk yıl önce Cennete girer. Fakir de, zenginlerden, sâlihler de diğerlerinden kırk yıl önce Cennete girer.)

(Hazret-i İsa, yer yüzüne inince kırk yıl yaşayacaktır.) [İ. Ahmed]
(Allah için kırk gün nöbet tutanın, bütün günahları temizlenir.) [Taberani]
(Komşuluk dört taraftan kırk evdir.) [İ. Hibban]

(Allahü teâlânın rızası için, helali ve haramı açıklayan, kırk hadisi ümmetime bildiren, âlim olarak haşr olur.) [Ebu Nuaym] (İslam âlimleri, buna uymak için, (Kırk hadis) ismi ile hadis kitapları yazmışlardır.)

(Allah için hicret edenler, diğerlerinden kırk yıl önce Cennete girer.)
(Bir âmâyı elinden tutup kırk adım götürene Cennet vacip olur.) [Taberani]

(Altın ve gümüşün zekatı kırkta birdir.) [Tirmizi]
(Cenazeyi kırk adım taşıyanın kırk büyük günahı af olur.) [İ.Asakir]

(Bir hasta, la ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzâlimin kırk defa okursa, şehit olarak vefat eder. Şifa bulursa, günahları af olur.) (Necat-ül-musalli)

(Kırk yaşını geçtiği halde hayırlı işleri [sevapları], kötü işlerinden [günahlarından] ziyade olmayan kişi, Cehenneme hazırlansın.) [İ.Gazali]

(Kırk yaşına girdiği halde, günahlarına tevbe etmeyenin yüzünü şeytan sıvazlayıp, "Bu artık iflah olmaz" der.) [İ. Gazali]

(Şarap içenin namazı kırk gün kabul olmaz.) [Tirmizi, Nesai]

(Namazı kabul olmaz) demek, namazı boşa gider demek değildir. Namaz borcundan kurtulur, namaz kılmakla kavuşacağı büyük sevaptan mahrum kalır demektir. Namaz kılanın, günahları bırakması kolaylaşır. İçki içen de namaza devam etmelidir.

İmanla ölmek için şu duayı günde kırk kere okumalıdır:
(Ya hayyü ya kayyum ya zelcelali vel ikram, ya la ilahe illa ente.) [Ebu Nuaym] [Deylemi][Taberani] [Taberani]
[Müslim, Ebu Davud]
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
27 Eylül 2007       Mesaj #19
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
kırklara karış arkadaşım
mavi68 - avatarı
mavi68
Ziyaretçi
4 Ekim 2007       Mesaj #20
mavi68 - avatarı
Ziyaretçi
elinize sağlık süper çalışma

Benzer Konular

14 Şubat 2006 / Misafir Anime Sanatı
5 Haziran 2009 / ThinkerBeLL Müslümanlık/İslamiyet
11 Mayıs 2009 / ThinkerBeLL Müslümanlık/İslamiyet
21 Aralık 2015 / BlueNighT Siyaset ww