Arama

Yaratılıştaki Mucizeler

Güncelleme: 8 Ağustos 2008 Gösterim: 39.570 Cevap: 10
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
11 Aralık 2007       Mesaj #1
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
Posta güvercini yolunu nasıl buluyor?

Sponsorlu Bağlantılar
Posta güvercinleri bir evin çatısına alıştırıldıklarında çok uzak mesafelerden serbest bırakılsalar bile nasıl olup da sürekli yuvalarına hatasızca dönebilirler Posta güvercinleri bir evin çatısına alıştırıldıklarında çok uzak mesafelerden serbest bırakılsalar, hatta serbest bırakıldıkları yer daha önceden hiç tanımadıkları bir bölge olsa bile, nasıl olup da her defasında yuvalarına hatasızca dönebilirler?

Bir insan bile daha önce hiç bulunmadığı bir yerden evine ulaşmak için mutlaka başkalarının yardımına ihtiyaç duyarken, bu konuda güvercinleri insanlardan üstün kılan özellik nedir?

Bilimsel adı Columba livia olan güvercinler, yüzyıllar boyunca güçlü yön bulma yetenekleri sayesinde insanlara hizmet etmişlerdir. Güvercinlerin, 1150 yılında Bağdat’ta mesaj iletme amaçlı kullanıldığı, dünyaca ünlü Reuters haber ajansının kurucusu Paul Reuter’in 1850’de Belçika’nın Brüksel kenti ile Almanya’nın Aachen kenti arasında, 45 güvercinden oluşan bir filo ile haber ve borsa tahvil fiyatlarını dağıttığı bilinmektedir. İşte bilim adamlarını bu canlıları incelemeye yönelten de bu özel yetenek olmuştur. On yıllar boyunca süren çalışmalar sonucunda güvercinlerin evlerinin yolunu tekrar nasıl bulabildikleri sorusunun cevabı, yakın zamanda yapılan araştırmalar sonucunda bulunmuş ve bu muhteşem canlıların manyetik alanları algılama yeteneğine sahip oldukları anlaşılmıştır. Üstelik güvercinleri her seferinde şaşmaz bir doğrulukla yuvalarına ulaştıran manyetik algılama sisteminin, bu kuşun birkaç cm boyutundaki gagasında saklı bulunduğu keşfedilmiştir.

Güvercin Gagasındaki Manyetik Konumlandırma Sistemi

Güvercinin gagası, Almanya Hamburg’da bulunan HASYLAB senkrotron (elektronları ışık hızına yakın bir hıza çıkan özel bir parçacık hızlandırıcı) laboratuvarlarında bilim adamları tarafından oldukça ayrıntılı bir biçimde incelenmiş, yapılan araştırmalarda şu sonuçlar elde edilmiştir:

Güvercinlerin üst gagasını kaplayan derinin duyusal sinir hücresine giden ince liflerinde (dendritlerinde) demir içeren maghemit ve manyetit parçacıklara sahip olduğu bulunmuştur.
Dendritler üç boyutlu ve oldukça kompleks bir yapıya sahiptir. Dünya’nın dış manyetik alanına çok duyarlı olan, özel yaratılmış bu alıcılar, manyetik alanda meydana gelen değişikliği üç bileşeni ile ayrı ayrı analiz ederek elde ettiği verilere göre yönlendirme yapar.
Bu biçimde Dünya'nın manyetik alanıyla etkileşim sağlayan manyetitli hücreler algıladığı verileri sinirlere iletir, sinirler ise bunları elektrik sinyallerine çevirerek beyne yorumlaması için gönderir.
İşte, güvercinin yapısındaki tüm sistemlerin birbiri ile, mükemmel bir uyum içinde çalışması sayesinde kuş binlerce kilometre uzaklıktaki evinin konumunu şaşmaz bir hesapla tayin edebilir. İnsanların, güvercinin ilk yaratıldığı günden beri sahip olduğu bu sistemin benzerini yapabilmeleri ise çok uzun süren araştırmalar sonucunda mümkün olmuş ve üç eksenli manyetometreler (Manyetik momentleri ve manyetik alanların momentlerini ölçmeye, karşılaştırmaya yarayan aygıt) yapılabilmiştir. Gaganın yapısındaki mükemmel detayı şuursuz atomların bir araya gelerek yapamayacağı ise çok açık bir gerçektir. Kuşkusuz gaganın sahip olduğu kusursuz detay, Yüce Allah’ın üstün aklının ve yaratma sanatının delillerinden yalnızca biridir.

Güvercinin Gagasındaki Mükemmel Detay

Bilim adamları güvercinin gagasını farklı ışık ve elektron mikroskopları altında incelemişlerdir. Yaptıkları araştırma sonucunda elde ettikleri bulgular mükemmel bir detayın varlığını ortaya koymuştur. Peki bilim adamlarını hayrete düşüren bu detaylar nelerdir?

Columba livia isimli posta güvercininin üst gagası 5 mikron (mikron, milimetrenin binde biri) çaplı ve süper mıknatıs özelliğine sahip manyetit (SPM) kristaller içerir.
Bu kristaller (SPM nanokristalleri) yaklaşık olarak 1-2 mikron çaplı demetler şeklinde toplanmışlardır.
Her manyetik SPM demeti, hücrenin yüzeyine açılan lif kutucuklarına gömülüdür ve bu kutucuklar sayesinde manyetik demetler hassas bir şekilde sinir liflerine yapışırlar.
Gaganın içinde, manyetik özellikleri olan demetlere ek olarak, ikinci bir inorganik yapı keşfedilmiştir: Bu, uzun bir sinir lifinin sonlandığı yerde bulunan nano kristal yapıdaki demir-fosfat tabakadır. (500 nm (nanometre) uzunluk ve genişlikte, en fazla 100 nm kalınlıktadır)
Sinir liflerinin ucunda bulunan bu demir-fosfat tabakaların anatomik özellikleri incelendiğinde, kuşların Düny'anın manyetik şiddetinde meydana gelen en küçük değişiklikleri bile hissetmelerini sağladıkları anlaşılmıştır.


Buraya kadar anlatılan ve insanın anlamakta dahi güçlük çektiği detaylar, güvercinin gagasına yerleştirilmiştir. Üstelik bunlar sadece buraya yerleştirilmekle kalmamış aynı zamanda birçok kompleks işlem sayesinde işlev de kazanmışlardır. Bu işlev o kadar hassastır ki sinir uçlarının anatomik özellikleri Dünya'nın manyetik alanındaki en küçük şiddetteki değişiklikleri dahi ortaya çıkarabilecek niteliktedir.

Güvercinin gagasındaki bu detayların derinlemesine düşünülmesi, bunların elbette kendi kendine oluşamayacağını evrimcilerin iddia ettiği gibi kör tesadüflerin böyle mükemmel bir sistem meydana getiremeyeceklerini açıkça ortaya koyar. Aksine ince hesaplar ve detaylar bunun üstün bir aklın eseri olduğunu kanıtlar. Bu eşsiz aklın sahibi ise alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’tır. Rabbimiz bir Kuran ayetinde bu gerçeği şöyle haber vermiştir:

“Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi, 4)

Evrimcilerin Tesadüf İddiası Tamamen Çökmüştür

Güvercine üstün bir konumlandırma yeteneği sağlayan manyetik algılama sistemi, bu sistemin birbiri ile tam bir uyum içinde çalışması, küçücük gaga içinde saklı olan mükemmel detaylar hiçbir şuuru olmayan tesadüflerin eseri olamaz. Tesadüflerin evrimcilerin iddia ettiği gibi böylesi muhteşem bir yapıya sahip güvercini meydana getirmesi, bu güvercine mükemmel fizyolojik sistemler eklemesi, manyetitli hücreler yerleştirip kusursuz bir duyu sistemi oluşturması mümkün değildir. İnsanların uzun yıllar boyunca uğraşarak bir benzerini elde edemedikleri bu sistemi, güvercinler sonsuz bilgi ve kudret sahibi Yüce Allah’ın onlara bahşetmesi ile ilk yaratıldıkları günden beri kullanmaktadırlar. Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah tüm kainatın sahibi olduğunu ve dilemesi ile tüm kainatı bir anda yaratıp, ona kusursuz bir düzen verdiğini bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:

“Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.” (Furkan Suresi, 2)

"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hud Suresi, 56)

Güvercin Gagaları Teknolojiye İlham Kaynağı Oluyor

Bilim adamları güvercinin gagasındaki muhteşem sistemin benzerinin teknoloji alanındaki kullanımının büyük kolaylıklara yol açacağını belirtmekteler. Manyetik algılama sisteminin bir benzerinin yapılması durumunda:

Doktorlar ilaçları vücutta sadece hedeflenen noktaya ulaştırabilirler.
Yeni bilgi depolama cihazlarına destek verilebilir.
Uçaklarda ve uzay mekiklerinde bulunan manyetometrelerin boyutları küçültülebilir.

Ancak bunlar şu anda sadece hayal edilebilecek düzeydeki teknolojik imkanlardır. Çünkü bilim adamları manyetik alıcıları keşfetmiş olsalar da, bu son derece hassas alıcıları nasıl üreteceklerini bilememektedirler. Oysa ki küçücük bir kuş olan posta güvercini milyonlarca yıldan beri Yüce Allah’ın eşsiz yaratışı ile bu son derece hassas algılayıcılara doğdukları andan itibaren sahiptir. Frankfurt Üniversitesi’nden bir bilim adamı insanın, Yüce Allah’ın yaratma sanatı karşısındaki acizliğini şöyle ifade etmektedir:

“Kuşlar bu parçacıkları milyonlarca yıldan beri üretiyor olmasına rağmen, bunların kullanımından fayda elde etmek isteyen bilim adamları için esas problem, bu parçacıkların teknik üretimi olacaktır.”


yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
18 Aralık 2007       Mesaj #2
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
SUDAKİ KUSURSUZ YARATILIŞ

Sponsorlu Bağlantılar
HARUN YAHYA

Güneş Sistemi'ndeki diğer 63 gök cisminden hiç birinde yaşamın temel şartı olan suyun bulunmadığını biliyor muydunuz? Oysa yeryüzünün büyük bölümü sularla kaplıdır. Okyanuslar ve denizler Dünya yüzeyinin toplam dörtte üçünü meydana getirir. Öte yandan karalarda da sayısız göl ve nehir vardır. Yüksek dağların zirvelerini kaplayan kar ise suyun donmuş halidir. Dünya'daki suyun önemli bir bölümü de gökyüzündedir; bulutların her birinde binlerce, bazen milyonlarca ton su bulunur. Bu suların bir kısmı da zaman zaman damlalar halinde yere iner, yani yağmur olur. Şu an solumakta olduğunuz havanın içinde de mutlaka belirli miktarda su buharı vardır.

Yağmurlar, denizler, nehirler, akarsular, okyanuslar, musluğu açtığınızda akan içilebilir su… İnsanlar suyun varlığına o kadar alışıktırlar ki yeryüzünün büyük bölümünün sularla kaplı olmasının önemini belki de hiç düşünmezler. Oysa su uzayda gerçekten de çok nadir rastlanan bir bileşimdir. Bu nedenle bilinen bütün gök cisimlerinin içinde yalnızca Dünya'da suyun bulunuyor olması, üstelik de bu suların içilebilir nitelikte olması son derece önemli bir konudur.

Sıkıp suyu çıkaran (bulut)lardan 'bardaktan boşanırcasına su' indirdik. Bununla taneler ve bitkiler bitirip-çıkaralım diye. Ve birbirine sarmaş-dolaş bahçeleri de.
(Nebe Suresi, 14-16)

Susuz bir hayatın var olabilmesi mümkün değildir. Su, Allah'ın hayatın temeli olması için özel olarak var ettiği, her türlü fiziksel ve kimyasal özelliği ile hayat için yarattığı bir maddedir. Yeryüzündeki milyonlarca çeşit canlı su sayesinde hayatlarını sürdürür, yaşam için gerekli olan dengeler de suyun varlığı sayesinde devamlılığını korur.

Suyun Şaşırtıcı Özellikleri

Suyun özellikle ısıyla ilgili (termal) özellikleri dünya üzerindeki canlı yaşamının sürekliliğinde büyük rol oynar. Bunlardan birkaç tanesini şöyle sıralayabiliriz:

Bilinen tüm sıvılar ısıları düştükçe büzüşür, hacim kaybederler. Hacim azalınca yoğunluk artar ve böylece soğuk olan kısımlar daha ağır hale gelir. Bu yüzden sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Ama su, bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir ısıya (+ 4°C'ye) düşene kadar büzüşür, daha sonra birdenbire genleşmeye başlar. Donduğunda ise daha da genleşir. Bu nedenle suyun katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Yani buz, aslında "normal" fizik kurallarına göre suyun dibine batması gerekirken, su üstünde yüzer.

Suyun bu özelliği dünya üzerindeki denizler açısından çok önemlidir. Eğer bu özellik olmasa, yani buz suyun üzerinde yüzmese, dünya üzerindeki suyun çok büyük bir bölümü tamamen donacak, göllerde ve denizlerde hiçbir yaşam kalmayacaktı.

Yağmur damlalarının şekli de özel bir tasarım ürünüdür.

Buz eridiğinde ya da su buharlaştığında, etraftan ısı çekilir. Bunun tersi gerçekleştiğinde ise, dışarıya ısı verilir. Bu, "gizli ısı" olarak bilinen kavramdır. Tüm sıvıların gizli ısıları vardır. Ancak suyun gizli ısısı, bilinen tüm sıvıların en yükseği sayılabilir. Ayrıca suyun "termal kapasitesi", yani suyun ısısını bir derece artırmak için gereken ısı miktarı, bilinen diğer sıvıların çok büyük bölümünden daha yüksektir.

Suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin diğer sıvılara göre çok yüksek olması da denizlerin karalara göre daha geç ısınıp daha geç soğumalarını sağlar. Bu nedenle Dünya'da kara üzerindeki ısı farklılıkları en sıcak yer ile en soğuk yer arasında 140°C'ye kadar çıkarken, denizlerin ısı farklılığı en fazla 15-20°C arasında değişir. Aynı durum gece-gündüz arasındaki ısı farkında da yaşanır. Karada gece ile gündüz arasındaki fark kurak ortamlarda 20-30°C'ye kadar çıkarken, denizlerde en fazla birkaç derecelik bir ısı farkı olur. Sırf denizler değil, atmosferdeki su buharı da çok büyük bir denge sağlamaktadır. Gece-gündüz arasındaki ısı farkının, su buharının çok az bulunduğu çöllerde çok fazla, deniz iklimi yaşayan yerlerde ise çok daha az olması, bunun bir sonucudur.

Bundan başka suyun termal iletkenliği, yani ısıyı iletebilme yeteneği de bilinen diğer herhangi bir sıvıdan en az dört kat daha yüksektir. Buzun ve karın termal iletkenlikleri ise düşüktür. Suyun bu özelliği de çok önemli bir işlev görmektedir. Buz, havadaki soğuğu, altındaki su tabakasına çok az iletir. Böylece dışarıdaki hava -50°C'yi bulsa bile, denizin üstündeki buz tabakası 1-2 metreyi geçmez. Foklar, penguenler ve diğer kutup hayvanları, bu sayede denizin üstündeki buzu delip alttaki suya ulaşabilirler.

Suyun bu kendine özgü termal özellikleri sayesinde, kış ile yaz ya da gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı daima insanların ve diğer canlıların dayanabileceği bir sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su miktarı karalara oranla daha az olmuş olsaydı, gece ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark çok artacak, karaların büyük kısmı çöle dönecek ve yaşam imkansızlaşacak ya da en azından çok zorlaşacaktı. Okyanusların varlığını düşünelim. Okyanuslar güneş ışınlarını karadan daha az yansıtır, böylece karalardan daha fazla güneş enerjisi alır, ama bu ısıyı kendi içinde karalara göre daha dengeli biçimde dağıtır. Bu sayede okyanuslar daha sıcak olan ekvator bölgelerini serinleterek aşırı sıcak olmalarını, kutup bölgelerinin soğuk sularını da ısıtarak aşırı soğuk olmalarını ve bunun sonucunda da tamamen donmalarını engeller. Eğer böyle olmasa ne olurdu?

Su "Normal" Davransaydı Ne Olurdu?

Su "normal" davransaydı, tüm diğer sıvılar gibi onun da ısı kaybına paralel olarak yoğunluğu artsaydı, yani buz suyun dibine batsaydı ne olurdu?

Bu durumda okyanuslar, denizler ve göllerde, donma alttan başlayacaktı. Alltan başlayan donma, yüzeyde soğuğu kesecek bir buz tabakası olmadığı için, yukarı doğru devam edecekti. Böylece Dünya'daki göllerin, denizlerin ve okyanusların çok büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline gelecekti. Denizlerin yüzeyinde sadece birkaç metrelik bir su tabakası kalacak ve hava sıcaklığı artsa bile, dipteki buz asla çözülmeyecekti. Böyle bir Dünya'nın denizlerinde hiçbir canlı yaşayamazdı. Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik sistemde kara canlılarının varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası Dünya, eğer su "normal" davransaydı, ölü bir gezegen olacaktı.

Suyun neden "normal" davranmadığı, yani 4°C'ye kadar büzüştükten sonra neden birdenbire genleşmeye başladığı ise, hiç kimsenin cevaplayamadığı bir sorudur.

Burada yalnızca birkaç tane örneği verilmiş olan suyun özellikleri, bu sıvının insan yaşamı için özel olarak yaratılmış olduğunu göstermektedir. Başka hiçbir gezegende böyle bir su kütlesinin olmaması, bunun sadece Dünya üzerinde bulunması elbette ki bir tesadüf değildir. İnsan yaşamı için özel olarak yaratılmış olan Dünya, yine özel olarak yaratılmış olan suyla canlandırılmıştır. Tüm canlılar için büyük bir nimet olarak suyu yaratan Allah'tır. Allah Vakıa Suresi'nde şöyle buyurmaktadır:

Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi? (Vakıa Suresi, 68-70)



yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
25 Aralık 2007       Mesaj #3
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
SUYUN AKIŞKANLIĞI YAŞAMAMIZ İÇİN EN UYGUN DEĞERDEDİR

Sıvıların akışkanlıkları arasında milyarlarca kat farklılıklar vardır. Ama su, bu milyarlarca farklı akışkanlık değerleri içinde tam olması gereken ölçüde yaratılmıştır.

Sıvı dendiğinde hepimizin gözünün önünde son derece akışkan bir madde canlanır. Oysa gerçekte sıvıların akışkanlıkları birbirinden çok farklı olabilir. Örneğin katran, gliserol, zeytin yağı ve sülfürik asit arasındaki akışkanlık farkları çok yüksektir. Bu sıvılar su ile karşılaştırıldıklarında ise, ortaya çok daha büyük farklar çıkar. Çünkü su, katrandan 10 milyar kat, gliserolden bin kat, zeytin yağından yüz kat ve sülfürik asitten de 25 kat daha akışkandır.

Su, üstteki karşılaştırmadan da anlaşıldığı gibi, çok yüksek bir akışkanlığa sahiptir. Hatta, eter ve sıvı hidrojen gibi normal formu gaz olan maddeler bir kenara bırakılırsa, suyun tüm sıvılar içinde akışkanlık değeri en yüksek madde olduğunu söyleyebiliriz.

Peki acaba suyun bu akışkanlık değerinin bizim için bir önemi var mıdır? Bu hayati sıvı, biraz daha az ya da fazla akışkan olsa, bizim için fark eder miydi? Prof. Denton bu sorulara şöyle cevap veriyor:
Eğer akışkanlığı daha yüksek olsaydı, su, hayat için uygun bir temel olma özelliğini kesinlikle yitirirdi. Örneğin akışkanlığı sıvı hidrojen kadar yüksek olsaydı, canlıların yapıları, tahrip edici etkiler karşısında çok daha şiddetli hareketlere maruz kalacaktı... Hassas moleküler yapıların su tarafından desteklenmesi mümkün olmayacak, canlı hücresinin son derece hassas olan yapısı yaşamını sürdüremeyecekti...

Öte yandan, suyun akışkanlığı biraz daha az olsaydı, (proteinler, enzimler gibi) makromoleküllerin ve özellikle mitokondri gibi özelleşmiş yapılar ile küçük organellerin kontrollü hareketleri imkansız hale gelecekti. Aynı şekilde hücre bölünmesi de imkansızlaşacaktı. Hücrenin tüm yaşamsal faaliyetleri fiili olarak donacak ve bizim bildiğimize benzer bir hücre yaşamı mümkün olmayacaktı.
Hücrelerin embriyogenez (anne rahmindeki gelişim) sırasındaki hareket etme ve sürünme yeteneklerine bağlı olan daha yüksek organizmaların gelişimi ise, suyun akışkanlığının çok az bile daha düşük olması durumunda, kesinlikle gerçekleşemeyecekti.1 (Detaylı bilgi için Bkz., Mucizeler Zinciri, Harun Yahya, Vural Yayıncılık)

Suyun akışkanlık değeri tesadüf değildir

Suyun yüksek akışkanlık değeri, bizim için hayati öneme sahiptir. Eğer suyun akışkanlık değeri biraz bile az olsaydı, kanın kılcal damarlar yoluyla taşınması imkansızlaşacaktı. Örneğin, karaciğerin karmaşık damar ağı hiçbir zaman kurulamayacaktı.

Bu kılcal damarlar konusunu biraz daha yakından ele alalım. Kılcal damarların amacı, vücudun dört bir yanındaki hücrelerin her birine gerekli oksijen, enerji, besin, hormon gibi maddeleri taşıyabilmektir. Bir hücrenin bir kılcal damardan yararlanabilmesi için de, ondan en fazla 50 mikronluk bir mesafe kadar uzak olması gerekir. (Bir mikron, milimetrenin binde biridir.) Daha uzakta kalan hücreler, beslenemeyerek öleceklerdir.

İşte bu nedenle insan vücudu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, kılcal damarlar vücudun her bir parçasını ağ gibi sarar.
Vücudumuzdaki ortalama 5 milyar kılcal damarın toplam uzunluğu 950 km.'yi bulur. Bazı memelilerde, tek bir santimetrekarelik bir kas alanı içinde, 3000 tane açık kılcal damar yer alır. Eğer insan vücudunun en küçük kılcal damarlarının 10 bin tanesini yan yana getirirsek, toplam kalınlıkları ancak bir kurşun kalemin kurşun kısmı kadar olur. Bu kılcal damarların çapı, 3-5 mikron arasında değişir. Bu, milimetrenin binde üçü ya da beşi demektir.2

Ancak elbette kanın bu kadar daracık damarlar arasında tıkanmadan ve ağırlaşmadan hareket edebilmesi, suyun yüksek akışkanlığı sayesinde mümkün olmaktadır. Prof. Michael Denton, bu akışkanlığın birazcık bile daha düşük olması durumunda hiçbir kan dolaşımı sisteminin işe yaramayacağını şöyle anlatır:
Bir kılcal damar sistemi, ancak kanalların içine pompalanan sıvının yüksek bir akışkanlığa sahip olması durumunda çalışır. Yüksek akışkanlık çok önemlidir, çünkü sıvının damar içindeki hareketi, sıvının akışkanlığına doğru orantı ile bağlıdır... Buradan açıklıkla görmek mümkündür ki, eğer suyun akışkanlığı sadece birkaç kat daha fazla olsa, kılcal damarlardaki kan akışı için çok büyük bir pompalama basıncı gerekecek ve herhangi bir kılcal damar sistemi işlemez hale gelecektir.

Eğer suyun akışkanlık değeri biraz az olmuş olsa ve en küçük kılcal damarın çapı 3 mikron yerine 10 mikron olmak zorunda kalsa, bu kılcal damarlar, yeterli oksijen ve glikoz oranını ulaştırabilmek için (beslemeleri gereken) kas dokusunun neredeyse tamamını kaplayacaklardır. Açıktır ki, (bu durumda) geniş yaşam formlarının dizaynı imkansız hale gelecek ya da olağanüstü derecede sınırlanacaktır. Dolayısıyla, suyun hayata uygun bir temel olabilmesi için, akışkanlığının şu anda sahip olduğu değere çok çok yakın olması, zorunludur.3
Bir başka deyişle, suyun tüm diğer özellikleri gibi akışkanlığı da, yaşam için olabilecek en ideal değerdedir. Sıvıların akışkanlıkları arasında milyarlarca kat farklılıklar vardır. Ama su, bu milyarlarca farklı akışkanlık değeri içinde tam olması gereken değerle yaratılmıştır.
Allah bir Kuran ayetinde, herşey için bir ölçü kıldığını şöyle buyurmaktadır :

Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)

1) Michael Denton, Nature's Destiny, s. 33.
2) Michael Denton, Nature's Destiny, s. 35.
3) Michael Denton, Nature's Destiny, s. 35-36.
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
30 Aralık 2007       Mesaj #4
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
701ju0
ÇEKİRGELER GİBİ


Hepsi de alçalmış bakışlarla mezarlarından çıkarlar. Tıpkı yayılan çekirgeler gibi.

54 Kamer Suresi 7

Yukarıdaki ayette inkârcılara ahirette diriltilecekleri hatırlatılmakta, sonraki ayette ise bu günün inkârcılar için zor bir gün olacağı belirtilmektedir. Milyarlarca insanın topluca dirilişi ne kadar da müthiş bir sahnedir! Şaşkınlık... Pişmanlık... Korku... Herkes yalnız başına... Bir tek Allah'ın yardımının faydalı olabileceği bir gün... Dünya'da çok itibar edilen mevkilerin, ailelerin, paraların, mülklerin fayda etmediği bir gün... Geriye dönüşün olmadığı bir gün…

İşte o gün insanların mezarlarından çıkışı çekirgelere benzetilir. Peki neden çekirgelere? Allah neden bu örneği seçmiştir? Son yüzyılda haşereler üzerinde mikro kameralar ve sistemli gözlemle yapılan araştırmalar bize neden çekirgelerin örnek olarak gösterildiğini açıklamaktadır. Herşeyden önce çekirge sürüleri çok kalabalıktır. Milyarlarca çekirge bir araya gelerek kilometrelerce uzunluk ve genişlikteki kapkara bir yağmur bulutunu andırırlar. Bu sürülerin bazılarının 35 kilometre genişliğinde ve metrelerce derinlikte olduğu tespit edilmiştir.

Ayrıca çekirgeler yumurtalarını toprağın içine tohum gibi yerleştirirler ve çekirge larvaları uzun bir müddet toprağın altında kaldıktan sonra yeryüzüne çıkarlar. Nereden çıkarlar? Toprağın altından...

Şimdi örnek olarak Amerika'nın New England bölgesinde yaşayan çekirgeleri inceleyelim. Bu çekirgeler 17 yaşına bastıkları yılın Mayıs ayında, uzun yıllardan beri yaşadıkları yer altındaki karanlık yarıklardan toprak üzerine çıkarlar. Eğer insanlara "Sizi karanlık bir yere kapatacağız ve saatiniz olmadan, dış dünyayla bağlantınız olmadan 17 gün sonra hep beraber dışarı çıkacaksınız" deseniz, emin olun birçok insan 17 günlük süreyi bile doğru tahmin edemez. Dünya'dayken maddi bedeni mezara konmuş insanların, ahirette topluca yaratılmalarına bundan güzel örnek olur mu? Kısacası çekirgeler ve insanlar benzer şekilde

Toprağın altında uzun bir müddet kaldıktan sonra topluca çok kalabalık olarak yeryüzüne çıkarlar

Kuran'da öğüt almamız için örnekler verilir. Bu örnekler üzerine düşünmemiz, hem Allah'ın verdiği örneklerin güzelliğini, hem de bu örneklerle kastedilen anlamları anlamamızı sağlayacaktır.

İşte bunlar bizim insanlara verdiğimiz örneklerdir. Ancak bilgi sahiplerinden başkası bunlara akıl erdirmez.

29 Ankebut Suresi 43

Gerçekten de insanlara, bu Kuran'da her türlü örneği verdik ki öğüt alsınlar.

39 Zümer Suresi 27

702hy0
KURAN MUCİZELERİ AHİRETİN VARLIĞINI İSPATLAR

Kuran'ın çok büyük bir bölümü ahiretin varlığının anlatımına ayrılmıştır. Diyebiliriz ki; Allah'ın varlığı ve buna bağlı anlatımlardan sonra Kuran'ın en önemli haberi, ahiretin var olduğu, Dünya'da yaptıklarımızın, ahiretteki hayatımızı nasıl yaşayacağımızda etkili olacağıdır.

Kuran 1400 yıl önceden, hiç kimsenin o dönemlerde bilmesine imkan olmayan bilgileri, fizikten embriyoljiye, jeolojiden zoolojiye kadar vermektedir. Tüm bu birbirinden farklı konulara giren Kuran, hiçbir konuda kendi döneminin yanlış inançlarını, yanlış bilgilerini içermeden, her konuda tam isabetli, tam mükemmel olarak doğruları ortaya koymuştur.

İşte bu Kuran'ın en büyük iddiası, en büyük haberi Allah'ın varlığı, Allah'ın varlığının her şeyden daha önemli olduğu ve Allah'a ortaklar koşmamamızdır. Kuran, Evren'deki tüm oluşların dayanağı olan Allah'ın varlığını anlatmakta ve Evren'deki tüm oluşumlar Allah'ın bilgisini, kudretini, sanatını göstererek Kuran'ı onaylamaktadır. İşte bu en önemli bilgi olan Allah'ın varlığını ortaya koyan Kuran'ın, yeryüzünde hiçbir alternatifi yoktur. Kuran, Allah'a inanç gibi en önemli konuyu ortaya koymuş ve insanların bu inancı kazanmasını sağlamıştır. Kuran, insanları inançsızlıktan, putperestlikten kurtarmış, aynı zamanda kendisinden önce gelen kitapları ve Peygamberleri de onaylamıştır. Kısacası Allah'ın varlığını ve Allah'ın varlığının önemini anlayanlar, bu konudaki inancı oluşturan Kuran'ın da önemini anlayacaklardır.

Hiçbir kitapta, hiçbir eserde, hiçbir yerde görülmeyen mucizeleri oluşturan Kuran, aynı zamanda en önemli görevi yerine getiren kitaptır. Kısacası Kuran;

1 Allah'ın varlığı gibi en önemli konuyu insanlara duyurur ve insanları Allah'a yöneltir.

2 Dünya'da eşi ve benzeri olmayan mucizeleri sergiler. Böylece hem kendisinin Allah'tan olduğunu, hem mesajlarının doğruluğunu ispatlar.

örneğin Evren'in yaratılışı ile ilgili ilk üç konuda anlattıklarımızı inceleyin. Kuran'ın bu konuda ortaya koyduğu bilgilerin (bilimsel olarak bu konu anlaşılmadan) daha önce hiçbir yerde olmadığını göreceksiniz. Kuran'ın anne rahmindeki embriyonun gelişimlerini ele alan açıklamalarını ele alın, durum yine aynıdır. Kuran'ın hayvanların dünyası hakkındaki açıklamalarını ele alın, denizlerin altına dair açıklamalarını ele alın, durum hep aynıdır.

Tüm bu mucizeler ve Kuran'ın üstlendiği görev, Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu ve Kuran'ın ne kadar güvenilir olduğunu ispatlar. İşte tüm bu mucizelere sahip Kuran'ın daha önce de dediğimiz gibi Allah'ın varlığından sonra en büyük iddiası ahiretin varlığıdır. Kuran'ın güvenilirliğini ortaya koyan her mucize böylece ahiretin varlığına da bir delil oluşturmaktadır.

AHİRETİ YARATMAK ALLAH İÇİN ÇOK KOLAYDIR

Ahiretin varlığının delilleri pek çoktur. İçimizde var olan daima var olma isteği, hiç yok olmama isteği de ahiretin varlığının delilidir. Allah susama hissi verince karşılığında su vermiş, acıkma hissini yaratınca karşılığında yiyeceğimiz rızıkları da yaratmıştır. İnsanın bu hayatla tatmin olmamasını, sürekli yaşama isteğini, yani ahirete olan muhtaçlığı da yaratan Allah'tır. Susama hissine karşı su imkanını, acıkma hissine karşı yeme imkanını yaratan Allah, elbette sürekli yaşama hissimize karşılık ahireti yaratacaktır. Allah eğer bunları vermek istemeseydi, bize istemeyi vermezdi. Madem ki Allah bize her şeyden daha şiddetli şekilde ahireti istetiyor, elbette verecektir.

Ahiretin varlığının en önemli ve tek başına yeterli olan delili Allah'ın bu konudaki vaadiKuran'ın mucizeleri ahiretin varlığı için de delildir. Kuran'ın en dir. Hiç mümkün müdür ki Allah, önemli mesajlarından birisi ahiretin varlığıdır.

Kendi vaadine inanan, ahireti yaratmanın Allah'a çok kolay olduğuna inanan, Allah'a yönelen ve Allah'tan ahireti isteyen kullarını yalancı çıkarsın, hüsrana uğratsın; buna karşılık Allah'ın vaadine inanmayanları, Allah'ın ahireti yaratmasını mümkün görmeyenleri, Allah'a aldırmayanları, Allah'ı inkâr edenleri ve Allah'a yönelenlerle alay edenleri haklı çıkarsın, onaylasın. Elbette ki mümkün değildir! Her görünen Allah'ın doğru sözlü olduğunu, Allah'ın vaadinden caymayacağını gösterir. Yalan eksiklikten, zayıflıktan doğar. Allah'la beraber ise ne bir eksiklik, ne bir zayıflık düşünülebilir.

Peygamberimizin döneminde ve sonraki dönemlerde de ahiretin varlığı ile ilgili kuşkuların temelini "Acaba Allah ahiret yaratabilir mi?" sorusu oluşturmuştur. Ahiretin varlığı ile ilgili düğümün düğümlendiği soru budur. Kuran çok kısa, çok net ve tamamen çözümleyici şekilde bu soruyu yanıtlar, cevabı harika bir şekilde verir.

77 İnsan kendisini çok az bir sıvıdan yarattığımızı görmez mi? Şimdi o apaçık bir düşman kesilmiştir.

78 Kendi yaratılışını unutarak bize bir de örnek veriyor. Dedi ki "çürüdükten sonra kemikleri, kim diriltecek?"

79 De ki: "Kim onları ilk başta yarattıysa, onları yine O diriltecek. O, her tür lü yaratmayı bilendir."

36 Yasin Suresi 7779

İlk defa yaratan! Allah'ın bizi yarattığını bilmek, ahiretin varlığını, Allah için ahireti yaratmanın ne kadar kolay olduğunu anlamaya yeterli delildir. Evren'i incelememiz; Allah'ın, Evren'i ne kadar mükemmel, ne kadar incelikle ve tüm ayrıntıları planlayarak yarattığını anlamamız, ahireti, Allah'ın ne kadar kolay yaratacağını kavramamız için yeterli olacaktır.

49 Dediler ki: "Biz kemikler haline geldikten, toprak haline gelip ufalandıktan sonra mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?"

50 De ki: "İsterseniz taş olun, isterseniz demir"

51 "Ya da gönlünüzde büyüyen herhangi bir yaratık olun." Diyecekler ki: "Bizi kim geri döndürecek?" De ki: "Sizi ilk kez yaratan kimse, O…"

17 İsra Suresi 4951

Ahireti yaratmak Allah'a çok kolaydır. Hem bu Allah'ın vaadidir, hem bu hepimizin en büyük ihtiyacıdır, hem Kuran'ın yüzlerce ayeti ısrarla ahireti müjdelemektedir. Yaratmanın Allah için ne kadar kolay olduğu belliyken inkâr, gerçekten de şaşırılacak bir davranıştır. Allah insanın yaratıcısıdır ve toprağın insan bedenini nasıl bozduğunu bilir. Allah, toprağın insan bedenini bozmasından ötürü, insanın ilk yaratılışını unutmaz.

3 "Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı? Bu uzak bir dönüş."

4 Doğrusu biz yerin onlardan neyi eksilttiğini biliriz. Katımızda her şeyin korunduğu bir kitap vardır.

50 Kaf Suresi 34
703nq6
Allah tek bir DNA molekülü içinde bile insan bedenine ait tüm bilgiyi saklamaktadır. Kuran yaratılışımıza bakıp ahiretin varlığını anlayabileceğimizi söylerken, birçok ayetinde de Allah'ın nasıl yarattığına gözlerimizi çevirmektedir. Kuran'ın mucizelerini incelediğimiz bölümlerde, bu mucizelerin çoğu Allah'ın Evren'deki yaratışının mükemmelliklerine de değinmektedir. Vücudumuzun hücreleri her an ölmekte, yeni hücreler her an yaratılmaktadır. Hiçbirimizin doğduğu günkü vücudundaki hücreleriyle, bugünkü bir hücresi bile aynı değildir. Yediğimiz yiyecekler sürekli vücudumuzdan bir parçaya dönüşür ve eski ölen parçalarımızın yerini alır. Vücudumuzun temel taşı olan karbon, hidrojen, azot, oksijen, fosfor, kükürt gibi atomlar biz yaşadıkça sürekli vücudumuza girer ve çıkarlar, sonunda ise toprağa karışırlar. Fakat "nefs, ruh" dediğimiz maddi olmayan esas özümüz, bütün bu değişimlerde sürekli aynı kalan özümüzdür. Allah daha biz yaşarken bile maddi vücudumuzu sürekli yenileyerek yaratmaktadır. Toprağın vücudumuzu nasıl tahrip ettiğini, vücudumuzun aslının nasıl olduğunu bilen Allah, bizi yeniden yaratmayı vaad etmiştir. Madem ki bu vaad çok kolaydır ve Allah'ın vaadidir, elbette gerçekleşecektir. Evren'in ve yeryüzünün yaratılışına birçok Kuran ayeti gözlerimizi çevirir ve bunların yaratılışı ahiretin yaratılışı, ölülerin diriltilişi için delil olarak gösterilir.

Görmüyorlar mı ki, gökleri ve yeryüzünü yaratan ve bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın ölüleri de diriltmeye gücü yetmektedir. Evet, O her şeye gücü yetendir.

46 Ahkaf Suresi 33

Evren'deki çok uzun mesafeli yaratılışlar, canlıların adedindeki, türlerindeki çok büyük sayılar, Allah için bir adedin de, çok büyük sayılardaki yaratışların da eşit olduğunu, Allah için hiçbir zorluk olmadığını ortaya koyar.

Sizin yaratılmanız da diriltilmeniz de bir tek kişininki gibidir. Allah işitendir, görendir.

31 Lokman suresi 28
0304090004211bpliquidmoxm9
HAZIRLANALIM GİDİYORUZ

Kuran'da birçok konu apaçık anlatılırken, özellikle bizim duyu organlarıyla algılayamadıklarımız benzetmeli anlatım metoduyla (müteşabih olarak) anlatılır. (Bakınız 3Ali İmran Suresi 7. ayet) Ahirette cennet ve cehennemin anlatılışında da bu benzetmeli anlatım metodu kullanılır. (Bakınız 2Bakara Suresi 25. Buradan ahiretteki nimetlerin müteşabih, yani benzetimli anlatımla anlatıldığı anlaşılmaktadır.) Yani ahiretteki anlatımların tam anlamıyla nasıl olduğunun anlaşılması ancak ahirete gidilmesiyle mümkün olacaktır. Dünya'daki anlatımlar ahiret hakkında bir bilgi kaynağı olmakla beraber, bu anlatımlar benzetmeli (müteşabih) oldukları için, bunların %100 ahiretin resmi olarak düşünülmesi hatalı olur. Cennetteki mutluluk, cehennemin pişmanlığı apaçık olmakla beraber, Kuran'ın anlatımlarının tam anlamıyla neyin karşılığı olduğu ahirette anlaşılacaktır.

Ayrıca ahiretle ilgili anlatılanların cennetin ve cehennemin bütününün bilgisini kapsamadığı unutulmamalıdır. Türkiye'deki Antalya yöresini anlatmaya kalksak bile Kuran'dan kalın bir kitap olurdu. Kuran, cennet ve cehennem ile ilgili tüm ayrıntıları verseydi herhalde birçok cilt kitap olurdu. Kuran'da cennet ve cehennem ile ilgili belli kesitler verilir, bu insanlar için belli ipuçları niteliğindedir. Cennette birkaç meyvenin isminin sayılması, cennette bir tek o meyvelerin olduğunu göstermez. Cennette insan nefsinin arzuladığı her şeyin olduğunun söylenmesi bu dediğimizin bir delilidir. (Bakınız 42 Şuara Suresi 22, 43 Zuhruf Suresi 71, 21 Enbiya Suresi 102, 50 Kaf Suresi 35) Kuran insanların ve indiği ilk dönemin genel arzu ve korkularına göre ahiretten kesitler vermiştir. Elbette bu kesitler doğrudur. Fakat bu kesitler cennet ve cehennemin bütününü ifade etmez, sadece belli tabloları benzetmeli anlatımla anlatır.

Şu kısacık hayatta Allah'a yönelmekten, ahiret için çabalamaktan daha akıllıca, daha vicdanlıca bir hareket olamaz. Dünya hayatı çok kısadır. üstelik bu kısa hayatın üçte biri uykuda, birkaç yılı tuvalette, uzunca bir zamanı yolda... geçer. Birkaç yıllık fazladan zevk uğruna her türlü nimeti veren Allah'a yönelmemek büyük bir nankörlük, Dünya'daki kısacık ömre karşı sonsuz olan ahiret için uğraşmamak büyük bir akılsızlıktır. Allah her yarattığı hakkında mutlak bilgiye sahiptir. (36 Yasin Suresi 79), Allah her şeye gücü yetendir (24 Nur Suresi 45), Allah ölüleri diriltecektir (36 Yasin Suresi 12) ve bu Allah için çok kolaydır (64 Tegabun Suresi 7).

Her benlik ölümü tadacaktır. Kıyamet günü (Diriliş günü) hak ettiğiniz karşılıklar size eksiksiz olarak ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o kesinlikle kurtulmuştur. Dünya hayatı aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey değildir.

3 Ali İmran Suresi 185
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
9 Ocak 2008       Mesaj #5
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
KURAN'DA EVRENİN VAROLUŞU

Bigbangerev

20. yüzyılın başlarına dek hakim olan görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeydi. "Statik (durağan) evren modeli" adı verilen bu anlayışa göre, evren için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi. Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, evreni sabit, durağan ve değişmez bir maddeler bütünü olarak kabul ederken, bir Yaratıcının varlığını da reddediyordu. Oysa 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji, materyalistlere zemin sağlayan durağan evren modeli gibi ilkel anlayışları kökünden yıkmıştır. 21. yüzyılın başlarında olduğumuz şu dönemde, evrenin bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla var olduğu modern fizik tarafından pek çok deney, gözlem ve hesapla ispatlanmış durumdadır. Ayrıca, evrenin, materyalistlerin iddia ettikleri gibi sabit ve durağan olmadığı, tam tersine sürekli bir hareket ve değişim içinde olduğu, genişlediği de saptanmıştır. Bugün bu gerçekler bütün bilim dünyası tarafından kabul edilmektedir. Kuran-ı Kerim'de evrenin ortaya çıkışı şöyle açıklanır gökleri ve yeri yoktan var edendir... (Enam Suresi, 101)Kuran'da verilen bu bilgi, çağdaş bilimin bulgularıyla tam bir uyum içindedir. Başta da belirttiğimiz gibi astrofiziğin ulaştığı kesin sonuç, tüm evrenin madde ve zaman boyutlarıyla birlikte, bir sıfır anında, büyük bir patlamayla var olduğudur. "Büyük Patlama", orijinal adıyla "Big Bang" teorisi, tüm evrenin yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana geldiğini kanıtlamıştır. Big Bang'den önce madde diye bir şey yoktur. Maddenin, enerjinin, hatta zamanın dahi bulunmadığı, tamamen metafizik olarak tanımlanabilecek bir yokluk ortamında, madde, enerji ve zaman bir anda yaratılmıştır. Modern fiziğin ortaya koyduğu bu büyük gerçek, Kuran'da bize 1400 yıl önceden haber verilmektedir.

5aa

NASA'nın 1992'de gönderdiği Cobe uydusunun hassas tarayıcıları Big Bang'den sonra tüm evrene yayıldığı varsayılan radyasyonun kalıntılarını buldu. Bu buluş evrenin yoktan var edildiği gerçeğinin bilimsel bir açıklaması olan Big Bang teorisinin ispatı oldu.

KURAN'DA EVRENİN GENİŞLEMESİ

hublee


Edwin Hubble, dev teleskobuyla.Astronomi biliminin henüz gelişmemiş olduğu bir dönemde, 14 asır önce indirilen Kuran-ı Kerim'de evrenin genişlediğinden şöyle bahsedilir:Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47)Yukarıdaki ayette geçen "sema (gök)" kelimesi Kuran'ın pek çok yerinde uzay ve evren anlamında kullanılır. Nitekim burada da bu anlamda kullanılmıştır ve evrenin genişleyici olduğu bildirilmiştir. Türkçeye "Şüphesiz Biz genişleticiyiz (genişleteniz/genişletmekte olanız)" olarak çevrilen Arapça "inna le musiune" ifadesindeki "musi'une" kelimesi, "genişletmek" anlamına gelen "evsea" fiilinden türemiştir. "Le" ön-eki de takip ettiği isim ya da sıfata vurgu ekleyerek "çok fazla" anlamı katmaktadır. Dolayısıyla bu ifade "Biz göğü veya evreni çok fazla genişletiyoruz" anlamı taşımaktadır. Bilimin bugün varmış olduğu sonuç da Kuran'da bize bildirilenle aynıdır. 1
lemaitre


Georges Lemaitre


20. yüzyılın başlarına dek bilim dünyasında hakim olan tek görüş, "evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri süregeldiği" şeklindeydi. Ancak, günümüz teknolojisi sayesinde gerçekleştirilen araştırma, gözlem ve hesaplamalar evrenin bir başlangıcı olduğunu ve sürekli olarak "genişlediğini" ortaya koydu.Rus fizikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre, 20. yüzyılın başlarında evrenin sürekli hareket halinde olduğunu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar. Bu gerçek, 1929 yılında gözlemsel olarak da ispatlandı. Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştıklarını keşfetti. Bu buluş astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden biri sayılmaktadır. Hubble bu incelemeler sırasında yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı.
genlemes


Evren ilk patlamadan bu yana her an büyük bir süratle genişlemektedir. Bilim adamları genişleyen evreni şişen bir balonun yüzeyine benzetmektedirler.
Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Kısacası yıldızlar sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar. Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Herşeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, sürekli "genişleyen" bir evren anlamına gelmekteydi. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllardaki gözlemlerle de kesinlik kazandı.Konuyu daha iyi anlamak için, evreni şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünmek mümkündür. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar. Aslında bu gerçek 20. yüzyılın en büyük bilim adamlarından biri sayılan Albert Einstein tarafından da teorik olarak keşfedilmişti. Fakat Einstein, o devrin genel kabul gören "durağan evren modeli" ile ters düşmemek için, bu buluşunu bir kenara bırakmıştı. Einstein bu davranışını daha sonra, "kariyerinin en büyük hatası" olarak adlandıracaktı. 2

Bu bilimsel gerçek, henüz hiçbir insan tarafından bilinmezken, Kuran'da asırlar önce açıklanmıştır.

Çünkü Kuran, tüm evrenin yaratıcısı ve hakimi olan Allah'ın sözüdür.


1) S. Waqar Ahmed Husaini, The Quran for Astronomy and Earth Exploration from Space, Goodword Press, 3. baskı, New Delhi, 1999, ss. 103-108.
2) TIME 100: Edwin Hubble
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
15 Ocak 2008       Mesaj #6
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
YOKLUKTAN YARATILDIK
O (Allah) Evren'i (Gökleri) ve yeryüzünü yoktan yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse yalnızca "Ol" der, o da hemen oluverir.
2-Bakara Suresi 117
Ayette geçen "ibda" kelimesi bir şeyin, herhangi bir şeyden değil, yoktan var edildiği anlamına gelir. Ayrıca bu kelimeye yüklenen anlamlara göre bu kelime bir şeyin bir örneğe göre değil de, eşi ve benzeri olmadan yaratılması anlamına gelir. Yaratılışın büyük harikası var olan tüm kavramların yoktan yaratılmasıdır. örneğin, var olan renkleri düşünelim. Hiçbirimiz görmediğimiz bir rengi düşünemeyiz de, icat da edemeyiz. Var olan renkleri bilmemize rağmen, yeni bir renk yaratamayız. Oysa Allah tüm renkleri de, renk kavramı yokken renk kavramını da, renkleri ve her şeyi kaplayan Evren'i de yoktan yaratmıştır. Bir kavram hiç yokken o kavramı ve o kavramın içindeki çeşitliliği yaratmak ne büyük güç ve ne büyük bir sanattır...
Allah'ın varlığını inkâr eden ateistler maddenin sonsuzdan beri var olduğunu, maddenin başlangıcı bulunmadığını, var olan her şeyin tesadüfler sonucunda oluştuğunu iddia ederler. Bu görüşe göre madde yaratılmamıştır, madde hep vardır. Ateist filozoflardan Georges Politzer "Felsefenin Başlangıç İlkeleri" kitabında bunu şöyle belirtir: "Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde Evren'in Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve Evren'in yoktan varedilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için her şeyden önce Evren'in var olmadığı bir anın varlığını, sonra da hiçlikten (yokluktan) birşeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir."
Ateizm, Tanrı'nın varlığının reddedilmesi, materyalizm ise maddecilik anlamına gelir, fakat her iki kelime birçok zaman birbirinin yerine kullanılır. çünkü Allah'ın varlığını reddeden ateistler, maddenin sonsuzluğunu kabul ettiklerinden otomatik olarak materyalist (maddeci) olurlar. Ateistler kaçınılmaz olarak maddenin yaratılmadığını ve sonsuzdan beri var olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar. Eski Yunan'daki bazı felsefeciler ise Tanrı'nın varlığını kabul etmelerine karşın maddenin yaratıldığına dair hiçbir açıklama yapmamışlardır. Her ateist doğrudan materyalistken, her materyalistin doğrudan ateist olduğunu söylemek doğru değildir.
Hem Allah'ın varlığının, hem maddenin yaratıldığının beraberce ve açıkça savunul-masının kökleri tek Tanrı'lı dinlere dayanır. Tüm tek Tanrı'lı dinler hem Allah'ın varlığını, hem maddenin Allah tarafından yaratıldığını açıkça savunurlar. Böylelikle maddenin yaratılması konusu öyle bir konuma gelmektedir ki; maddenin yaratılmasının ispatı Allah'ın varlığının ispatı olduğu gibi, aynı zamanda Museviliğin, Hıristiyanlığın, İslam'ın Allah tarafından gönderilen dinler olduğunun da delilidir.
Yaratılıştaki Mucizeler
Gününümüzde de bazı insanlar Güneş'e, Ay'a, ateşe tapıyor olabilirler. Bu insanlar akılcı, bilimsel, felsefi bir dayanağa sahip olmadan bu inançlarını sürdürmektedirler. Aklı, mantığı, bilimi bir kriter olarak kabul etmeyen bu inançlara karşı akılcı, mantıksal ve bilimsel bir açıklama yapmak fayda etmemektedir. Bu kimselerin önyargıları kırıcı, saplantıları yok edici açıklamalara ihtiyaçları vardır. Tüm insanlık tarihindeki üç ayrı görüşün akla ve bilime uyma iddiasında olduğunu görüyoruz. Bu görüşler en azından aklı, mantığı ve bilimi kriter olarak kabul ettiklerini iddia etmişlerdir. Bu yüzden bu kitapta bu fikirleri ele alıp, bu fikirlerden hangisinin doğru olduğunu ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu üç görüş şöyledir:
1) Tek Tanrıcılık : Tek bir Allah vardır. Maddeyi yaratan, bu muhteşem Evren'i, canlı-cansız her şeyi ile yaratan O'dur.
2) Ateist Materyalizm : Madde sonsuzdan beri vardır. Herşey tesadüflerin arka arkaya gelmesi ile bu maddeden oluşur.
3) Agnostisizm, şüphecilik : İki görüşten hangisini doğru olduğunu bilemeyiz. İkisi de doğru olabilir.
Aslında temelde iki şık vardır. üçüncüsü ise yeni bir görüşten çok iki inançtan hangisinin doğru olduğunun bilinemeyeceğini ifade eder. Bu şıkta yer alanların iddiası maddenin ve diğer varlıkların yaratılıp yaratılmadığının anlaşılamayacağıdır. örneğin David Hume (1711-1776) "Doğal Din üzerine Diyaloglar" adlı eserinde Cleanthes ve Philo'yu karşılıklı konuştururken, Philo'nun sözlerinde agnostik yaklaşımlar ifade edilir. Kant (1724-1804) da "Saf Aklın Eleştirisi" adlı eserinde maddenin yaratılıp yaratılmadığını, insanın yaratılıp yaratılmadığını bilemeyeceğimizi, bunların anlaşılamayacağını söyler. (Kant'ın fikirleri agnostik olmasına rağmen, Kant Tanrı'ya inanırdı. Hume'un diyaloglarında hangi karakterin Hume'un görüşlerini tam yansıttığı tartışma konusu olabilir.)
BIG BANG HEM ATEİZMİ, HEM AGNOSTİSİZMİ GEÇERSİZ KILMIŞTIR
Agnostik yaklaşım "Biz bunu anlayamayız." demekle aslında bir iddia sahibi olmaktadır. Eğer "Maddenin başlangıcı vardır." tezi doğrulanırsa "Maddenin başlangıcı yoktur." tezinin yalanlanacağı gibi "Maddenin başlangıcı olup olmadığını anlayamayız." tezi de yıkılacaktır. Böylelikle maddenin başlangıcının ispatı ateizme olduğu kadar agnostisizme (şüpheciliğe, bilinemezciliğe) de bir darbedir. Maddenin başlangıcı ve yaratılışı ortaya konduğunda aslında ateistlerin inançsızlıklarından, agnostiklerin şüpheciliklerinden vazgeçmeleri gerekir. 21Enbiya Suresi-30. ayetteki ifadeyi hatırlarsanız, ayette "Yine de onlar inanmayacak mı?" diye sorulmaktadır. Big-Bang'i tarif eden bir ayette bu ifadenin geçmesi aslında birçok ateistin ve agnostiğin gerekeni yapmayacaklarının işaretidir. Fakat artık agnostiklerin şüpheciliğinin ineği tanrı kabul eden bir Hindu'dan, ateistlerin inkârının ise ateşi tanrı kabul eden bir ateşe tapardan farklı olmadığı, yani felsefelerini salt delilsizlik, salt kuruntu, salt mantıksızlık ve salt bilimdışılık üzerine kurdukları anlaşılmıştır. Artık ateistlerin ve agnostiklerin akılcılık ve bilimsellik iddiaları suya düşmüştür. Hem de daha maddenin yaratılması safhasında... (İleride Kuran'daki mucizevi ayetleri incelerken Evren'de, Evren içi yaratılışlarda ve canlıların yaratılışında bilinçli bir yaratılışın hüküm sürdüğünü ve bunun tersini savunmanın, agnostisizm, septisizm denen şüpheciliğin sadece boş bir kuruntu olduğunu göreceğiz.)
Bazı materyalist bilim adamları Big-Bang'in ispatından sonra yaratılışı kabul etmeye mecbur olduklarını itiraf etmek zorunda kalmışlardır. örneğin İngiliz materyalist fizikçi H.P. Lipson, Big Bang teorisini ister istemez kabul etmek zorunda olduklarını şöyle itiraf etmiştir: "Bence, bu noktadan daha da ileri gitmek ve tek kabul edilebilir açıklamanın yaratılış olduğunu onaylamak zorundayız. Bunun ben dahil çoğu fizikçi için son derece itici olduğunun farkındayım, ama eğer deneysel kanıtlar bir teoriyi destekliyorsa, bu teoriyi sırf hoşumuza gitmediği için reddetmemeliyiz."
BIG BANG'TEN ÖNCE

David Darling "Deep Time(Derin Zaman)" adlı kitabının başlangıç bölümünde Big Bang'i öncesinden alıp şöyle tarif eder: "Zaman yoktu, Uzay yoktu...Madde ve enerji de yoktu... Hiçbir şey yoktu...En küçük bir nokta, boşluk bile yoktu. Bu yokluktan küçücük, olağanüstü küçüklükte bir kıpırtı belirdi... Ufacık bir titreme... Hafif bir dalgalanma, belli belirsiz bir gir-dap...Bu kozmik kutunun kapağı açıldı ve altından yaratılış mucizesinin filizleri belirdi..."
Colarado üniversitesi'nden Gerrit L. Vershuur ise "Starscapes" adlı kitabında tüm diğer tezlere karşı dinin tezinin doğru çıktığını şu cümleleriyle ifade eder: " Big Bang teorisi, dini inançların gösterdiği, Dünya'nın ve gökyüzünün yaratılmış olduğu gerçeği ile uygunluk göstermektedir. Bu astronominin dinle beraber olduğunun sürprizli bir sonucudur."
Zamanın maddeye, maddenin hareketlerine göre var olduğu anlaşılmıştır. Big Bang'ten önce madde ve maddenin hareketi söz konusu olmadığına göre Big-Bang'ten önce zaman da söz konusu değildir. Big Bang ile beraber madde de, zaman da yaratılmıştır. Zaten bunlardan biri diğerine bağımlıdır. Oxford üniversitesi'nden Roger Penrose, Stephen Hawking ile beraber yaptıkları çalışmalarda zamanın Evren'in başlangıcı ile başladığını matematiksel olarak da ispatladılar. Big-Bang teorisi ateistlerin "Evren yaratılmış olsaydı başlangıcı olması gerekirdi." diye kendilerinin de ileri sürdükleri anın varlığını ispat etmiştir. Kısacası ateizm bilim, mantık ve akıl platformunda çökmüştür, fakat inada, kuruntuya ve keyfiliğe dayanarak devam etmektedir.
Mantığın temel kuralları açısından sadece iki tane tez varsa, birinin yanlışlığının ispatı diğer tezin doğrulanması demektir. Ateizmin madde sonsuzdan beri vardır tezi yalanlanınca, maddenin yaratılışını kabul etmek otomatikman geçerli olmakta, böylece ateizmin de, bu konu çözülemez diyenlerin de yanıldığı ortaya çıkmaktadır. Bu açık delillere karşın yaratılışı inkâr etmek gerçeğe karşı yapılan bir zulümdür ve inattır.
Hayır, o kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde apaçık delillerdir. Bizim delillerimizi zalimlerden başkası inkâr etmez.
29-Ankebut Suresi 49
BIG BANG'İN ÖĞRETTİKLERİ

Big Bang teorisi her şeyden önce Evren'in ve zamanın bir başı olduğunu, maddenin sonsuzdan beri var olmadığını, maddenin yaratıldığını bize öğretti. Böylece materyalistlerin, ateistlerin tarih boyunca savundukları Evren'in sonsuzdan beri var olduğu fikri çürütüldü.
Yaratılıştaki Mucizeler
Big Bang, Evren'in yaratıcısı olduğunu gösterdiği gibi, Evren'in yaratıcısının Evren'in içinde arandığı, Evren'in, Güneş'inin, Ay'ının, dağının ayrı tanrılara paylaştırıldığı ilkel fikirlerin yanlışlığını da gösterdi. Big Bang ile ilk birleşimi yaratan kim ise, her şeyi yaratanın o olduğu, Evren'i ayrı güçlerin değil, tek bir gücün yönettiği anlaşıldı. Evren tek bir noktadan başlamıştı, o ilk noktanın sahibi kimse, insanın da, nehirlerin de, yıldızların da, kelebeklerin de, süpernovaların da, renklerin de, acının da, mutluluğun da, müziğin de, estetiğin de sahibi O'ydu. Herşey, “birde” ayrıldığına göre, o “birin” sahibi, her şeyin sahibidir.
Big Bang ile, putlaştırılan maddenin, hem de tüm Evren'in maddesinin başta tek bir nokta kadar değersiz olduğu anlaşılır. Böylece bu değersiz noktadan insanların, hayvanların, bitkilerin, muhteşem renkleriyle Evren'in çıktığını görenler, kabiliyetin bu noktada değil, bu noktanın Yaratıcısında olduğunu anlarlar. Gözünüzü kapatıp, karanlığı bile barındırmayan yokluğu bir düşünün, sonra etrafınızdaki ağaçlara, denizlere, gökyüzüne, aynadaki görüntünüze, yiyeceklere, sanat eserlerine bir bakın. Tüm bu muhteşem eserler nasıl karanlıktan, yokluktaki tek bir noktadan kendi kendine çıkabilir? İyice düşünenler için yaratılış hem matematiksel incelikle, hem sanatsal estetikle kendini göstermektedir. Evren'in genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki; Big Bang'ten sonraki birinci saniyede bu oran bir bilim adamının ifadesine göre: "Yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı Evren şimdiki durumuna gelmeden içine çöker, tek noktaya dönerdi." Aynı şekilde Evren'in madde miktarı biraz daha az olsaydı Evren gezegenlerin oluşamayacağı şekilde dağılacaktı. Evren'in ilk yaratılış anında tek birleşimin parçalanışında uygulanan kuvvet hem çok büyüktür, hem de çok ince tasarlanmıştır. Aynı şekilde, oluşan madde miktarı da çok ince bir şekilde tasarlanmıştır. Görüldüğü gibi her şey Evren'imizin var olacağı tarzda bir amaca göre Yaratıcımız tarafından ince bir şekilde yaratılmıştır. Tüm bu oluşumlar Yaratıcımızın kuvvetinin sonsuzluğunu, her şeyi en ince ayrıntısıyla planladığını, mükemmel bir şekilde her şeyi oluşturduğunu inattan körelmiş gözlere göstermektedir. Ayrıca tüm bu oluşumlar göstermektedir ki; bu Evren'in Yaratıcısı için zorluk kavramı yoktur, o isteyince her şey olur, onun sadece "Ol" demesi yeterlidir.
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
11 Şubat 2008       Mesaj #7
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
Örümceklerin Mimari Harikası Ağları

Örümcekler inşaatlarını kendi bedenlerinden salgıladıkları ipek ağlarla yaparlar. Örümcek ipi, aynı kalınlıktaki çelikten tam 5 kat daha sağlamdır. Havada hızla uçan büyük sinekler bile, örümcek ağının sağlam ve esnek tuzağından kurtulamaz.

Karadul örümceğinin ağında bir de yapışkan damlalar bulunur. Bu ağlara yakalanan bir avın kendini kurtarması imkansız gibidir. Örümceğin ağı, yapışkan, esnek ve şaşırtıcı derecede sağlamdır. Örümcek için bir tuzak oluşturmanın ötesinde, aslında bu ağ onun vücudunun bir uzantısıdır. Örümcek ağa takılan her türlü canlının titreşimlerini hisseder ve onu gecikmeden yakalar.

Yaratılıştaki Mucizeler

Soldaki resimde örümcek ağları örnek alınarak yapılan Münih Olimpiyat Stadyumu, Sağdaki resimde Denver'da bir havaalanı görülmektedir.

Ağın üretildiği yer ise örümceğin arka kısmıdır. Özel bir organdan salgıladığı ipliği bacaklarıyla tutup çeker. İpliğin üzerindeki yapışkan damlalar, aslında yumak halindeki iplik demetleridir. Gerektiğinde bunlar açılır ve ağ kolaylıkla esner.
Örümceğe bu mimari harikayı inşa ettiren de, kuşkusuz Allah'ın bu canlıya verdiği ilhamdır.

Kağıttan Yuvalar Yapan Yaban Arıları

Mimarlık yeteneğiyle ünlü bir diğer canlı, yaban arısıdır. Yaban arısının bu türü, tahta parçalarını kemirir ve bunları kullanarak ağzında selüloz, yani kağıt üretir. Sonra da bu özel üretim kağıdı kullanarak, kendisine yuvarlak bir ev inşa eder.

Tavana yapıştırdığı bu kağıttan yuvanın içinde, aynı balarıları gibi altıgen petekler yapar. Her altıgen peteğin tavanına, bir yumurta yapıştırır. Yaklaşık üç hafta sonra yumurtalardan larvalar çıkar. Larvalar şaşırtıcı bir bilinç göstererek, annelerinin açık bıraktığı peteklerin ağzını örerler. Ve böylece ağırlıkları yüzünden aşağı düşmekten kurtulurlar. Bir kaç hafta daha büyüdükten sonra yetişkin arılar olarak peteklerinden çıkarlar.

Yavru arılar, hiç vakit kaybetmeden hayata atılırlar. Yapmaları gereken her iş, onları yaratan Allah tarafından kendilerine ilham edilmiştir.
Yavrular annelerinin başlattığı inşaatı büyütürler. Sonunda ortaya oldukça büyük bir koloni çıkar. Arıların yuvası artık çok katlı bir apartmandır. Burada doğan her yaban arısı, kendisine verilen ilhama harfiyen uyacaktır.

Becerikli Çömlek Ustası
Çömlekçi yabanarısı nemli toprağı ağız salgısı ile karıştırarak yapışkan bir çamur üretir. Ürettiği bu çamuru kullanarak da son derece düzgün çömlekler yapar. Aynen insanların kullandığı çömlek yapım tekniğinde olduğu gibi, sürekli dönerek çamuru şekillendirir. Çömlek bittiğinde en üstüne ağız kısmını eklemeyi de ihmal etmez. Herşey tamam olunca, arı vücudunun arkasını ağız kısmına getirir ve içeriye bir yumurta bırakır. Çömleğe biraz besin malzemesi de ekledikten sonra, ağzını mühürler ve uçup gider. Yumurtadan çıkan larva, bir süre sonra çömleği kırıp dışarı çıkacak ve hayata tek başına adım atacaktır.
Dışarı çıkan yavrular, hiç bir eğitim almadan, aynen anneleri gibi kusursuz çömlekler inşa etmeye başlarlar. Sahip oldukları bu mükemmel el sanatı, onları yaratmış olan Allah tarafından kendilerine ilham edilmiştir.

Sonuç

Canlılardaki bu gibi akılcı davranışlar karşısında doğadaki canlıların tesadüfler sonucu oluştuğunu iddia eden evrim teorisi çıkmaza girmektedir. Çünkü çağdaş bilimsel bulgular, Darwin'in iddialarını çürütmüş durumdadır.

Paleontoloji, yani fosil bilimi, farklı canlı gruplarının yeryüzünde aniden ortaya çıktıklarını ve yüzmilyonlarca yıldır hiç bir evrim geçirmediklerini göstermiştir. Anatomi ve biyokimya, canlılarda çok kompleks tasarımlar bulunduğunu, bunların tesadüflerle ortaya çıkamayacağını ispatlamıştır.
Biyolojik gözlemler ise, doğada canlı türlerini birbirine dönüştürecek mekanizmalar bulunmadığını ortaya koymuştur.


İşte bu nedenlerle bugün Darwinizm, bilimsel olarak çökmüş bir teoridir. Ayrıca canlılardaki akılcı ve bilinçli davranışlar bize yaratılışı kanıtlar.
Yaratılıştaki Mucizeler



Burada sadece birkaç örneğini gördüğümüz doğadaki usta mimarlar, şaşırtıcı mimari eserleri ile aslında kendilerini yaratan Allah'ın onlara verdiği yetenekleri bize tanıtırlar. Tüm canlıları yaratan ve onlara davranışlarını ilham eden yüce Allah'tır. Bir Kuran ayetinde, Allah'ın canlılar üzerindeki hakimiyeti şöyle açıklanır:

Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar. (Rum Suresi, 26)

Allah'ın verdiği ilham ve yeteneklerle mimari harikalar meydana getiren bir başka canlı daha vardır ki, yeryüzünün en görkemli eserleri ona aittir: Bu canlı, insanoğludur.

Günümüzde pek çok kişi bu gerçeğin farkında değildir. Ve insanların eserleri karşısında, sadece bu insanlara hayranlık duyar. Oysa insana, bedenini, duyularını, aklını ve hayalgücünü veren de, ona sanat ve estetik duygularını ilham eden de, Allah'tır.

İnsanoğlunun eseri sanılan harikalar da, gerçekte Allah'ın sonsuz sanat ve bilgisinin birer tecellisidir.
Bu nedenle, gördüğümüz her türlü güzellik, estetik ve ihtişam karşısında, hayran olmamız ve övmemiz gereken gerçek varlık, tüm bu kavramları yaratan ve bunları yarattığı canlılara dilediği gibi ilham eden Yüce Allah'tır. Övgünün Allah'a ait olduğu bir Kuran ayetinde şöyle buyrulur:

Şu halde övgü, göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve alemlerin Rabbi Allah'ındır. Göklerde ve yerde büyüklük O'nundur. O, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Casiye Suresi, 36-37)
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
5 Mart 2008       Mesaj #8
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
EVRENDEKİ MÜKEMMEL YÖRÜNGELER
Özenle oluşturulmuş yollara(yörüngelere) sahip Evren'e (Göğe) andolsun.
51- Zariyat Suresi 7

Ayette özenle oluşturulmuş yollar diye çevirdiğimiz ifadenin Arapçası "zatul hubuk"tur. Bu kelimenin kökleri sağlamlığı, sanat eseri olacak şekilde güzelce oluşturulmayı belirtir.
İlk insan topluluklarından günümüze yıldızların büyüleyici parlaklığı, gökyüzünün eşsiz tablosu insanların dikkatini çekmiş, bu mükemmel görüntü insanları derinden etkilemiştir. Tarihteki birçok şiir, birçok yazı, gökyüzünün insan benliğinde oluşturduğu olağanüstü güzellik hissinin delilidir. Güneş'in hergün doğup batması, Ay'ın şekil değiştirmesine karşılık gökyüzündeki yıldızlar, değişmeyen Evren izlenimini güçlü bir şekilde vermektedir. çıplak gözle Evren'in yörüngelerle dolu olduğunu anlamak mümkün değildir. Geceleyin gökyüzüne baktığımızda dakikada binlerce kilometre hızla hareket eden yıldızlar bile bize hiç hareket etmiyorlarmış gibi gözükür. Evren'de bilinen tüm yıldızların, tüm cisimlerin hareket ettiği, ayetin ifade ettiği şekilde Evren'in yörüngelerle dolu olduğu teleskobun bulunması ve bilimin gelişmeleri sayesinde anlaşılmıştır.

Yaratılıştaki Mucizeler

Evren'de 100 milyarın üzerinde galaksi olduğu bilinmektedir. Her galakside 100 milyondan fazla Güneş'imiz gibi yıldız bulunmaktadır. Bu yıldızların kimisi Güneş'imizden çok daha büyük, kimisi ise daha küçüktür. Güneşimiz orta boy bir yıldızdır. Bu yıldızların Dünya'mız gibi birçok gezegeni, bu gezegenlerin ise Ay gibi birçok uydusu vardır. Tüm bunlar tek bir nok-tanın ayrılmasıyla oluşmuşlardır. Tek noktadan ayrılan tüm bu yıldızların, gezegenlerin, uydu-ların ise kendilerine özel yörüngeleri vardır. Allah, gücünün, kudretinin sonsuzluğunu tüm bu oluşumlarda göstermektedir. Allah, her şeyi çok basit bir noktadan başlatarak, becerinin noktada değil kendisinde olduğunu gösterirken, bu noktadan olağanüstü yüksek sayıdaki gök cismini yörüngeleriyle yaratarak, kudretinin sonsuzluğunu ve yaratmada her şeyin kendisine kolay olduğunu, kendisi için zorluk diye bir kavramın olmadığını göstermektedir. Tüm bu gök cisimlerinin her biri kendi yörüngesinde hareket etmektedir ve Evren'in her saniyedeki durumu bir önceki saniyeden farklıdır. Uzay'ın genişlemesiyle ortaya çıkan bu farklılık, aynı zamanda her yıldızın, her gezegenin, her uydunun kendine özgü yörüngede hareketiyle oluşmaktadır. Evren'in her anı birbirinden farklı bir andır, her yıldızın her anı birbirinden farklı bir andır, her gezegenin, her uydununki de...
HAREKET DELİLİ
Kainatta var olan hareket, tarih boyunca birçok düşünürün dikkatini çekmiştir. Platon hareketin kaynağının bilinçli bir Yaratıcı olduğunu söylemiş, Evren'i yöneten bilgi ve iyilik sahibi Yaratıcının varlığıyla Evren'i izah etmiştir. Aristo'nun hareketten yola çıkarak Allah'ın varlığını ispatı ise Platon'un izahına göre daha ön planda olmuştur. Aristo tüm hareketin en son noktada hareket etmeyen bir hareket ettiriciye dayanması gerektiğini söylemiş, ezeli olan Yaratıcıyı ilk hareket ettirici noktasından delillendirmiştir. İslam aleminden Farabi de ilk hareket ettiricinin tüm varlığın kaynağı olduğunu, kendisi değişmeden, değişimleri meydana getirdiğini açıklamıştır. İslam aleminin felsefi-dini cemaati İhvanı Safa(Temiz kardeşler) 10. yüzyılda yaşamış ve ansiklopedi kapsamında eserler vermişlerdir. Bu eserlerinde İhvanı Safa da Evren'deki hareketin altını çizerler ve alemin yokluktan varlığa çıkışından, alemin düzeni ve devamına kadar hep hareketin gözlendiğini, bunun da hareketin başlatıcısı ve sürdürücüsü Allah'ın varlığına delil olduğunu söylerler. Hıristiyan aleminden Thomas Aquinas gibi birçok düşünür de Evren'de var olan hareketleri Allah'ın varlığının bir delili olarak görmektedirler.

Yaratılıştaki Mucizeler

Hareket delili açısından bakıldığında, Evren'de var olan hareketin sadece Güneş sistemimizde veya üç-beş yıldızda değil tüm Evren'de var olduğunun keşfi, hareketi yaratan Allah'ın kudretinin sınırsızlığının anlaşılması açısından da çok önemli bir bilgidir. Ayetin mucizevi bir şekilde Evren'deki yörüngelere dikkat çekmesi bu açıdan çok anlamlıdır. Tüm galaksiler galaksi olarak hareket ederken, bu galaksilerin yıldızları kendi yolunda giderken, gezegenler elips yörüngelerinde yıldızların çevresinde, uydular da gezegenlerin etrafında hareket ederler. Eğer hareket maddeye içkin bir şekilde yaratılmasa ne koltuğumuzda oturup kahvemizi içerken televizyon seyredebilirdik, ne kahve, ne televizyon, ne Güneş'imiz, ne Dünya'mız, ne de biz var olabilirdik. Tüm bu oluşumlar hareketin gerçekleşebileceği Evren'in ve harekete uygun bir şekilde maddenin yaratılıp maddeye hareket kabiliyeti verilmesiyledir. Yıldızların yörüngelerinde hareketi, gezegenlerin yıldızlar çevresinde hareketlerinin var olması; bizim mümkün olmamızı ve televizyon karşısında içtiğimiz kahvenin mümkün olmasını sağlamıştır. Sayısız sonuçların oluşmasını mümkün kılan hareketin var olması ve Evren'in en makro birimleri olan galaksilerden en mikro birimleri atomlara Evren'de var olan hareketin Allah'ın kadar özenli, düzenli, mükemmel hareketlerin varlığının delili olduğunu bir çok felsefeci söylemiştir. Resimde görülen Thomas gözlemlenmesi, Evren'in sahibi Allah'ın kudretini Aquinas bunlardan biridir. anlamak isteyenlere haykırmaktadır. Bu haykırışı duymayanlar elbette olacaktır. Evren'deki yörüngelere dikkat çeken Zariyat Suresi'nin 7. ayetinin arkasından inkârcıların çelişkili sözlerine ve gerçeğe sırtlarını dönmelerine dikkat çeken 8. ve 9. ayetleri şöyledir:

8- Siz gerçekten çelişkili sözler içindesiniz.
9- O'ndan çevrilen, çevrilir.
51- Zariyat Suresi 8-9
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
7 Nisan 2008       Mesaj #9
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
adszrg4
Entropi ve Yaratılış

Doğa kanunları hayatın ve evrenin sınırlarını bildiren gerçeklerdir. Bir cismin suda batmaması suyun kaldırma kuvvetine uygunluğuyla ilgilidir. Havada serbest bırakılan bir cisim doğa yasaları gereğidir yerçekimi etkisinde yere düşer. Güneş kimya yasalarının öngördüğü reaksiyonları gerçekleştirerek evrene ısı ve ışık yayar. Gezegenle kütleler arası çekim kanunu gereğince güneş sistemi içinde yörüngelerinde hareket ederler. Bunlar doğanın kurallarının birer sonuçları olarak çevremizde sürekli meydana gelir.

Evrende var olan bir diğer doğa yasası ise tüm bunların ötesinde bizi ve çevremizi daha yakından ilgilendirir. Varlığın sınırlarını bildiren bu yasa, bizlere evrende var olan canlı cansız her şeyin zamanla yıpranıp, dağılarak öleceğini söyler. Bu fiziğin en temel kanunlarından olan termodinamik yasalarıdır.


Termodinamik yasaları ısı alış verişiyle ilgili bir yasa olmasına ve ısı hareketlerini açıklamasına rağmen sonuçları itibariyle yaşamı ve varlığı temelinden etkileyen yasalardır.
Albert Einstein bu yasayı “ bütün bilimlerin birinci kanunu” olarak tanımlamıştır. Ünlü fizikçi Sir Arthur Eddington ise “en üstün metafizik kanunu” olarak bahseder.
Termodinamiğin birinci yasası “enerjinin korunumu” yasası olarak da bilinmektedir. Buna göre evrende var olan enerjinin yok edilemez ve yeni bir enerjinin var edilemez. Gerçekte enerji hiçbir işlemle oluşturulamaz sadece dönüştürülebilir. Örneğin bir araba motoru vasıtasıyla hareket enerjisi üretir ve arabayı hareket ettirir. Bu enerjiyi oluşturan, yakıtta bulunan enerjinin motor içinde yakılarak harekete dönüştürülmesinden meydana gelmektedir. Yani benzinin sahip olduğu enerji harekete dönüşmüştür. Bir hidroelektrik santralinde suyun sahip olduğu hareket enerjisi türbinler kullanılarak elektrik enerjisine dönüştürülmektedir. Daha sonra bu enerji örneğin bir lambada yakılarak ışık enerjisine dönüştürülür. Hiçbir safhada yeni bir enerji meydana getirilmediği gibi yapılan sadece bir dönüştürmedir.
Entropi yasası olarak bilinen termodinamiğin ikinci yasası da bu dönüşümde verimin hiçbir zaman tam olmayacağını söyler. Yine araba örneğine geri dönersek, motorda yakılan enerjinin tamamı hareket için kullanılamaz. Bir kısım enerji ısıya dönüşmektedir. Yada yaktığımız bir ampulde tüm elektrik enerjisini ışığa çeviremeyiz. Bir kısım enerji ısıya dönüşerek çevreye yayılır. Bu kaybolan enerjidir. Eğer bir yerde enerji dönüşümü varsa, orada mutlaka kayıp olan bir enerji vardır.
Enerji sürekli hareket halindedir . Bir yerden diğer yere akar. İçmek için hazırladığınız bir bardak sıcak çay bir süre beklerse soğur . Bu soğuma oda sıcaklığıyla suyun sıcaklığı arasında enerji farkı kalmayıncaya kadar sürer. Sıcak bir odada ısı sürekli olarak soğuk dış ortama kaçmaya eğilimlidir. Eğer oda sürekli olarak ısıtılmazsa, bir süre içinde iç ortamın sıcaklığı dış ortamın sıcaklığına eşit oluncaya kadar soğur. Fakat bu reaksiyonların hiç biri tersinir değildir. Yani bir bardak çay durduğu yerde kendiliğinde ısınıp sıcaklığı artmaz.
Evrendeki her hareket bir enerji dönüşümü sonucunda olur. Evreni ayakta tutan bu dönüşümün sürekliliğidir. Fakat bu dönüşümün her adımda verim hiçbir zaman bir olmayacağı için, ortaya hep bir kayıp çıkar. İşte her enerji dönüşümünde meydana gelen bu kayba entropi denmektedir.
Entropi artık işe dönüştürülemeyen enerji miktarının ölçüsüdür. Bu terim ilk olarak 1868 yılında Alman fizikçi Rudolf Clausius tarafında kullanılmıştır.
Termodinamiğin ikinci kanunu evrende kendi haline, doğal şartlara bırakılan tüm sistemleri, zamanla doğru orantılı olarak düzensizliğe, dağınıklığa ve bozulmaya doğru gideceğini söyler. Canlı cansız herşey zaman içinde aşınır, bozulur, çürür , parçalanır ve dağılır. Bu er yada geç her varlığın karşılaşacağı bir sondur. Bu kanuna göre bu kaçınılmaz olan bir süreçtir. Zamanı meydana getiren harekettir. Evrende hareketin olmasını sağlayan ise enerji dönüşümüdür. Zaman ilerledikçe enerji dönüşür ve entropi değeri sürekli artar. Zamanı durdurmak ve geri çevirmek nasıl imkansızsa entropi artışını da durdurmak ve geri çevirmek o derece imkansızdır.
İçinde bulunduğunuz ortamın, dünyanın , güneş sisteminin ve tüm galaksinin entropi değeri yani düzensizliğe akışı sürekli olarak artmaktadır. Her geçen saniye gerçekte mutlak düzensizlik ve yok oluşa gider bir adımdır.
BÖLÜM:2
ENTROPİ VE EVRENİN YARATILMASI
Tarih boyunca insanlar “yaşadıkları evrenin nasıl meydana geldiğini” sorusuna cevap aramışlardır. Ortaya çıkan bir çok düşünce akımı evrenin meydana gelişiyle ilgili bir çok açılama getirmeye çalışmıştır. Bunlardan birisi de materyalist düşüncenin ortaya attığı iddiadır. Materyalist felsefenin temel özelliği maddeyi mutlak varlık olarak saymasıdır. Bu düşünceye göre madde sonsuzdan beri vardır ve var olan şeyde maddeden ibarettir.
Oysa Hıristiyanlık Yahudilik ve İslam dini gibi ilahi dinlerin kutsal kitaplarında ise bu düşüncenin tam tersi bildirilmektedir. Bu ilahi kitaplara göre tüm evren her şeyi yoktan var etme gücüne sahip olan yüce Allah tarafından yaratılmıştır ve tüm evrenin bir başlangıcı vardır.
Dinlerin ortaya koyduğu bu gerçek termodinamik yasaları açısından da doğrulanırken, materyalist düşüncenin ortaya attığı tüm iddiaları yalanlamaktadır.
Eğer termodinamiğin ilk yasasına tekrar dönersek, bu yasa bizlere evrende var olan enerjinin kendiliğinden yaratılamayacağını ve var olanında yok edilemeyeceğini açıkça ortaya koymaktadır. Evrenin içinde var olan hiçbir mekanizma yada güç bunu gerçekleştiremez. Termodinamiğin ikinci yasası ise evrende var olan enerjinin sürekli olarak kullanılmaz hale geldiğini ve bu entropi artışıyla bir gün evrenin tümüyle bozulup çökeceğini ortaya koymaktadır.
Şu an bizler sürekli bozulmakta olan bir evrende yaşamamıza rağmen var olan bir düzen sürmektedir. Eğer tüm evren materyalist düşüncenin iddia ettiği gibi sonsuzdan beri var olmuş olsaydı. Şimdiye kadar gerçekleşen entropi artışı evrenin çökmesine sebep olacaktı. Oysa evren hala varlığını sürdürmektedir. Bu yasalar bizlere evrenin bir başlangıç anında yaratıldığını açıkça göstermektedir. Tüm evren ve içinde var olan her şey bir başlangıç anında yaratılmıştır.
Termodinamiğin birinci yasasına tekrar düşünürsek, bu yasaya göre var olan enerji yok edilemez yada yoktan var edilemez. Evren içinde var olan hiçbir varlık bunu gerçekleştirme gücüne sahip değildir. Peki bu sıfır anında evrende var olan enerji ve madde nasıl var olmuştur?
Ünlü Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross evrenin yaratılışıyla ilgili bu soruya şöyle cevap verir:
Zaman, olayların meydana geldiği boyuttur. Eğer madde, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize Yaratıcı’nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösterir. Aynı zamanda Yaratıcı’nın bazılarının savunduğu gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni kapladığını, sadece evrenin içindeki bir güç olmadığını kanıtlar. Hugh Ross, The Creator and the Cosmos: How Greatest Scientific Discoveries of The Century Reveal God, Colorado: NavPress, revised edition, 1995, s. 76
Tüm doğa kanunları gibi termodinamik kanunları da bizleri evrenin yaratılışını ve onun yaratıcısı olan Yüce Rabbimizi göstermektedir. Enam Suresinin 101. ayetinde buyurulduğu gibi Allah “gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır.”
BÖLÜM:3
ENTROPİ VE EVRENİN SONU
Evrendeki enerji dönüşümünün boyutunu daha iyi anlamak için 1 gr suyun, yapabileceği enerji dönüşümünü ele alalım: Su çok az enerjili (soğuk) ortamdaysa, moleküller birbirlerine sıkı-sıkıya bağlanmış şekilde, yani “buz” halindedirler; moleküllerde bir hareketlilik gözlenmez. Ortamdaki enerji yoğunluğu artarsa, moleküller arası bağlar gevşerler ve gram başına 80 kalorilik enerji alarak su haline geçerler; bu defa moleküller enerji yüklü olduklarından “hareket” halindedirler. Sıcaklık daha da artarsa, her derece (° C) artışına karşılık bir kalorilik bir enerji daha yüklenerek, daha da hareketli (enerji yükü daha fazla) bir duruma geçerler. Buharlaşma noktasına ulaşıldığında, bu defa gram başına 540 kalorilik bir enerji daha alarak buhar haline geçerler; yani su molekülleri arasındaki bağlantı çok daha azalmış olur. Ortamdaki enerji yoğunluğu daha da artarsa, H2O molekülleri de dağılıp, iyonlarına, yani H+ ve O- parçalarına ayrılırlar ve çok daha fazla enerjik olurlar. Parçacık boyutu küçüldükçe, parçacığın hareketlilik yeteneği, dolayısıyla depolayabileceği enerji miktarı da artar. Yani, ortamdaki enerji yoğunluğu arttıkça, maddeler daha küçük, ama daha enerjik parçalara ayrılırlar. Bu olay, atom altı parçacıklara kadar devam eder ve evrenin başlangıç koşullarını yansıtır.
Şimdi, olayı evrenin başlangıcından itibaren düşünerek, 1 gr su içindeki “maddenin” evrenin başlangıcı durumundaki depoladığı enerji miktarından, günümüz dünyasındaki 1 gr su haline geçene kadarki süreçte ne kadar enerji çevresine saçtığını, kabaca hesaplarsak, devasa bir enerji miktarının açığa çıktığını fark ederiz.
Evrenin ilk başlangıcından günümüze kadar bu enerji yaşadığı dönüşümlerle daha kullanılmaz daha hareketsiz hale gelmiştir. Bu entropi yasasının doğal bir sonucudur. Bu süreç devam ettiğinde ise daha çok entropi artışı daha hareketsizlik daha düzensizlik ve daha kullanılmaz enerji konumu olacaktır. Tüm evrenin belli bir yaşam süresi vardır bu süre dolduğunda artık hareket ve zamanı oluşturan enerji akışı duracak ve evren çökecektir. Bu evrenin kaçınılmaz sonudur. Var olan herşey ilk başladığında olduğu gibi yok olacaktır. Bir kuran ayeti bu gerçeği şöyle bildirmektedir:
Her şey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır. ( Rahman Suresi 26,27)
BÖLÜM:4
ENTROPİ VE EVRİM
İnsanlık tarihine bakıldığında dönem dönem insanların bir çok akıldışı düşünceye inandıkları görülecektir. Akla ve mantığa uymamasına rağmen bir çok düşünce insanlar tarafından kabul edilmiştir.
Kimileri dünyanın düz olduğuna inanmıştır. Kimisi ise dünyanın bir öküzün boynuzları üzerinde durduğunu kabul etmiştir. Hatta bu iddialarında o kadar ileri gitmişlerdi ki, depremleri öküzün hareketlerine bağlamışlardı. Tüm bu düşünceler bilimsel gelişmeler sonucunda akıl dışılığı anlaşılıp terkedilmiştir.
Günümüzde ise doğada hakim olan yasalar bilindiği için, ortaya atılan bu tarz bilim dışı iddialar bilinen yasalarla ve bilimsel bulgularla kolayca karşılaştırılabilmekte ve bu teoriler yanlışlanabilmektedir.
Bunu şöyle bir örnekle biraz daha açabiliriz. Örneğin kimsenin yaşamadığı bir adada dev bir çelik kasa bulunsa ve bir kişinin bu kasanın oraya gelişiyle ilgili bir teori üretse. Bu teoriye göre bu kasa ana karadan tesadüfen denize düşmüş ve akıntılar vasıtasıyla bu adaya kadar gelmiş olsun. Bu iddia belli bir senaryo içinde inandırıcılık unsurları kullanarak anlatılsa bile biz bunun doğru olmadığını hemen anlarız.
Çünkü anlatılan senaryo doğa yasalarına terstir. Yani büyük bir çelik kasa suya tesadüfen düşmüş olsa da, suyun içinde yüzemez. Suyun kaldırma kuvvetin bu kasayı yüzdüremez. Suya düştüğü an çelik kasa hemen batacağı açıktır. Bunu her an her yerde görebilir yada deneyebiliriz.
Bugün evrim teorisi benzer bir iddiada bulunmaktadır. Bu teorinin iddiasına göre günümüzden miyarlarca yıl önce cansız maddeler tesadüfen bir araya gelerek canlı bir hücreyi meydana getirmiş, daha sonra yine bu iddiaya göre bu tek hücreli organizma evrimleşerek çok hücrelilere, onlar deniz canlılarına , denizde yaşayan balıklar zamanla karaya geçerek sürüngenlere, sürüngenler kuşlara ve memelilere dönüşmüştür. Bu sürecin sonu da ise maymunlar insana dönüştüğü iddia edilmektedir.
Bu teoride iddia edilen evrimsel sürecin yaşandığını iddia etmek için doğa yasalarına uygun olması gerekir. Eğer doğa yasaları bu öngörülerin yanlışlığını ortaya koyuyorsa evrim iddiası çürütülmüş olacaktır.
Evrim teorisi canlılıkta basitten komplekse doğru bir değişim geçirdiğini söyler , oysa termodinamiğin ikinci kanunu böyle bir sürecin olmayacağını evrende var olan tüm sistemlerin bozulmaya doğru gittiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla evrim senaryosun doğa yasalarına rağmen ortaya atılmış ve kesinlikle gerçekleşemeyecek olan bir senaryodur
Bu gerçeği evrimci bilim adamları bile görmekte ve itiraf etmektedirler. Evrimci bilim adamı Roger Lewin bilimsel bir dergi olan Science’daki makalesinde evrimin termodinamik açmazını şöyle dile getirmektedir: Biyologların karşılaştıkları problem, evrimin Termodinamiğin İkinci Kanunu’yla olan çelişkisidir. Sistemler zamanla daha düzensiz yapılara doğru bozulmalıdırlar. (Roger Lewin, “A Downward Slope to Greater”, Sience, clt 217, 24 eylül 1982, s. 1239)
Bir tarafta bir teorinin ortaya attığı hayal ürünü bir iddia, diğer tarafta ise bir kanunun ortaya koyduğu gerçek vardır. Normal şartlarda bir bilim adamının kabul etmesi gereken teorinin yanlışlığıdır. Fakat gerçeği kabul etmek yerine yanlışa inanmayı tercih etmektedirler. Bir başka evrimci bilim adamı Jeremy Rıfkin içinde bulundukları bu açmazı sözle itiraf etmektedir:
Entropi Kanunu, evrimin bu gezegendeki yaşam için mevcut olan tüm enerjiyi dağıtacağını söyler. Bizim evrim anlayışımız ise bunun tam tersidir. Biz evrimin sihirli bir şekilde yeryüzünde daha büyük bir değer ve düzen artışı olduğuna inanıyoruz. ( Jeremy Rıfkin, Entropi: A New World View, s. 55)
Jeremy Rıfkin’in itirafında olduğu gibi Evrim doğa kanunlarına aykırı olarak ortaya atılmış ve yıllarca yanlış bir inançla sürekli savunulmakta olan bir teoridir.
Evrim teorisini yalanlayan sadece entropi yasası değildir. Her şeyden önce canlılığın cansız maddelerde ortaya çıkış düşüncesi mikrobiyoloji tarafında yalanlanmaktadır. Evrimciler hiçbir şekilde cansız maddelerin nasıl olup ta canlı maddeden meydana geldiğini açılayamazken. Bırakın tesadüfen meydana gelmeyi gelişmiş tüm imkanlara rağmen laboratuar ortamında bir hücre daha meydana getirmeyi ve bunun yanına bile yaklaşılamamıştır. Yine yıllardır yapılan çalışmalarla elde edilen fosillerin hiç biri tarihte evrimsel bir sürecin yaşanmadığı ortaya koymaktadır. Bulunan fosiller canlılığın iddia edildiği gibi bir sürecin yaşanmadığını açıkça göstermektedir. Ayrıca doğada evrimcilerin iddiasındaki gibi evrimleştirici bir mekanizmaya kesinlikle rastlanmamıştır. Ne mutasyonun nede doğal seleksiyonun böyle bir etkisinin olmadığı açıkça ortadadır
Fosil kayıtlarında, mikrobiyolojiye; genetik biliminden fizik yasalarına kadar tüm gerçekler yaratılış gerçeğini açıkça ortaya koymaktadır. Bir Kuran ayetinde Yüce Rabbimizin yaratışı şöyle buyrulmaktadır:
Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. ( Nur Suresi, 45)
BÖLÜM:6
ENTROPİ VE DÜNYA
Daha önce de belirttiğimiz gibi evrende var olan her sistemin entropisi artar ve sürekli düzenden düzensizliğe doğru bir akış vardır. Eğer sistemler içinde enerji dönüşümü arttırılırsa, bozulmanın hızı da artar. Örneğin bir araba hiç kullanılmadan bir köşede dursa, zaman içinde yavaşta olsa bir bozulma süreci yaşar. Araba hiç çalışmasa ve hareket etmese bile, sürekli olarak çevreden ısı alışverişi içindedir. Arabanın metal parçaları ortamdaki oksijenle reaksiyona girerek, belli bir enerji açığa çıkarır. Bu zamanla arabanın paslanmasına ve kullanılamaz hala gelmesine sebep olur. Zaman içinde beklide binlerce yıl alabilecek bir süreçte terk edilen bu araba tümüyle dağılarak parçalanacaktır. Fakat aynı araba sürekli kullanılırsa, benzin yakar yol alırsa, sonuçta daha hızlı entropisi artacağından daha çabuk yıpranacak ve paslanacaktır. Her iki konumda da entropi artışı vardır fakat enerji tüketimi arttıkça entropi artışı daha fazladır.
Dünyamızda da sürekli artan bir entropi vardır. Fakat bu entropi artışı tüketilen enerjinin artmasıyla hızlanmaktadır.
Özellikle 19. yüzyılın başından itibaren artan petrol ve kömür tüketimi entropi artışını ve dünyada düzensizliğin artışının körüklemiştir.Sürekli yeryüzünün sahip olduğu enerji kaynakları çıkarılarak kontrolsüzce yakılmakta bunun sonucunda dünyanın entropisi sürekli artmaktadır. Bu sürekli artan tüketimin sonucunda enerji beraberinde kullanılamayan kayıp enerjiyi arttırmakta, sonuç olarak çevreye yayılan kayıp enerji de dünyada var olan ekolojik sistemi bozmaktadır. Entropi artışıyla günümüzde gelinen noktada, canlıların dünya üzerindeki varlıkları tehlike altındadır. Özellikle son yıllarda gündemde olan 3 temel sorun tüm insanlığın dünya üzerindeki yaşamını tehlikeye düşürmektedir. Bunlardan ilki çevrenin ve su kaynaklarının kirlenmesidir. Dünya üzerinde yaşayan insanların neredeyse yarıya yakını temiz su kaynaklarından uzaktır. Ve bu sayı geçen her gün daha da artmaktadır. Ölçüsüz enerji tüketimi ve bunun sonucu ortaya çıkan atıklar yeryüzündeki çevreyi ve su kaynaklarını kirletmektedir.
İkinci temel sorun ise, dünya ikliminin bozulmasıdır. Yine sürekli fosil yakıt tüketimi ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan karbon gazları dünya atmosferini değiştirmekte, sera etkisi gibi sonuçlarla iklimleri etkilemektedir. Bu değişiklik sonucunda dünyanın sıcaklığı her geçen gün daha da artmaktadır. Isının etkisiyle kutuplardaki buzullar erimekte ve deniz seviyesi artmaktadır. Bu ısı değişikliğinin ilk etkileri canlılar üzerinde rahatlıkla gözlemlenmeye başlamıştır. Bir çok canlı türünün nesli şimdiden tehlike altındadır. İklimlerde meydana gelen aşırılıklar nedeniyle, dünyanın bir kısmındaki insanlar aşırı yağışlar ve doğal afetler nedeniyle canlarını mallarını kaybederken diğer bir kısmı ise yaşanan kuraklıklar sonucunda açlık tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Yeryüzündeki canlıların dolayısıyla insanları yaşamlarını tehdit eden bir diğer sorunda ozon tabakasında oluşan incelme ve delik oluşumudur. Yine sınırsız enerji tüketiminin bir sonucu olarak sanayide üretilen ve doğaya salından bazı gazlar ozon tabakası üzerinde son derce olumsuz etkileri olmaktadır. Yeryüzünü güneşten gelebilecek zararlı ışınlardan koruyan ozon tabakası, bu gazların etkisiyle özellikle güney yarımkürede son derece incelmiş ve oldukça büyük bir delik oluşmuştur. Bu bölgede yer alan ülkelerde güneşe yoğun maruz kalan insanlarda cilt kanserlerine yakalanma oranlarında hissedilir ölçülerde yükselmeler olmuştur.
Bu örnekler insanların yaşamını kitlesel olarak tehdit eden sorunlardır. Bunların dışında hava kirliliği, nükleer atıklar, kitle imha silahları gibi tehditlerde söz konusudur.
Son yıllarda tartışılan bir kavramda “sürdürülebilir kalkınma” olmuştur. Bu kavramın gündeme gelmesindeki temel sebep dünya bir entropi sınırına dayanmış olmasıdır. Eğer dünyanın enerji tüketimi sınırlandırılamaz, fosil yakıtlarının yerini güneş enerjisi gibi yenilebilir kaynaklar almadığı durumda, meydana gelen entropi artışı insanların yeryüzünde daha fazla yaşamalarına izin vermeyecektir.
En son 2002 yılının eylül ayında Güney Afrika’da bir çok ülkenin devlet başkanları bu gündemle toplanmışlar ve sürdürülebilir kalkınmanın yollarını tartışmışlardır.
Doğa da bir düzen vardır. Bu düzen fosil yakıtlarının kontrolsüz tüketilmesi, bu enerjinin kullanılmasıyla ortaya çıkan atıklar nedeniyle bu düzen bozulmaktadır. İnsanların daha rahat yaşamalarını amaçlayan üretim, kontrolsüz ve sınırsızca gerçekleştirildiği için sonuçta tüm insanlığı tehdit etmektedir. Bu tehditten kaçınmak için yapılması gereken var olan düzeni koruyacak, doğa ve doğanın dengelerine uygun bir yaşam tarzının benimsenmesidir.
Tüm insanlığın gelecekte muhtemelen yaşayacakları bu tehlikeye karşı,günümüzden yaklaşık 14 asır önce Allah gönderdiği kitabında uyarmaktadır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
Gökyüzü, Onu da yükseltti ve mizanı koydu. Sakın mizanda ‘haksızlık ve taşkınlık yapmayın.’ ( Rahman Suresi, 7,8)
Dünya kaynaklarının ve yeryüzündeki yaşamın mutlaka bir sonu olacaktır. Bu noktada var olan kaynakların iyi kullanılması önem taşımaktadır. İnsanlar için daha iyi bir yaşam ve gelecek sağlayacak olan bu kaynakların sınırsızca tüketilmesi ve çevrenin kirletilmesiyle değil, doğa da var olan düzen en uygun haliyle korunarak bu düzende bir taşkınlık yapılmamasıyla olabilir.
BÖLÜM:5
ENTROPİ VE İNSAN
Evrende var olan her varlık gibi insan da entropinin etkisi altındadır. İnsan varlığını sürdürmek için enerji tüketmesi gerekmektedir. Her enerji dönüşümü ise beraberinde entropi artışını yani sistemlerin bozulmasını ve insanın yaşlanmasını beraberinde getirir.
Doğumuyla birlikte bir bebek aynı zamanda yaşlanma süreci içine girmiştir. Yaşlanmanın ilk etkisi damarlarda başlasa da, bunların belirginliği orta yaşlardan itibaren gözükür.
20 yaşlara kadar insan bedeni sağlıklı dönemini yaşarken artık bu özelliğini 30’lu yaşların sonunda kaybetmeye başlarlar.40’lı yaşlarda 30 ‘lu yaşlara göre 1- 1,5 cm kadar boylar daha kısalmıştır. Kulakta duyma yeteneği azalmaya başlarken yakın görmelerde de bazı problemler belirir. 50’li yaşlara gelindiğinde menopozla birlikte kadınlarda üreme özelliği sonlanır. Kadınlarda ve erkeklerde ciltte kırışma ve sarkmalar oluşurken, güç ve kas kaybı belirgin hale gelir. 60’lı yaşlara gelindiğinde ise eklem ve kıkırdaklarda ömür boyu biriken hasarlar artık belirgin hale gelirken hareket etme yeteneğini sınırlanmaya başlar. Kemiklerde meydana gelen zayıflamayla beraber, yaşanabilecek muhtemel kırıklar sağlık açısından önemli bir tehlike haline gelir. Bununla beraber şeker ve kalp gibi rahatsızlıklar ortaya çıkmasıyla yaşam kalitesi iyice sınırlandırılmıştır.
70’li yaşlara gelindiğinde ise tüm bu hastalıklara ilave olarak kalp ve tansiyon sorunları oldukça yaygın hale gelir. Bellek sorunları artık belirgin şekilde kendini göstermektedir. Terleme azalmış cilt kurumuş ve tamamen kırışıklıklarla kaplanmıştır. Görme işitme kaybı artık çok fazla belirginleşmiştir. Kanser, Alzheimer gibi hastalıklar bu yaşlardan çok sık olarak görülen hastalıklar haline gelmiştir.
Tüm bu yaşanan sürecin sonucunda beklenen son her canlı gibi insan içinde ölümdür. Tüm bunlar bir doğa yasası olan entropinin bir sonucudur. Bir Kuran ayetinde insan hayatının bu gerçeği şöyle bildirilmektedir:
Ey insanlar, eğer dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, biz sizi topraktan yarattık, sonra bir damla sudan, sonra bir alak’tan (embriyo), sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkça göstermek için. Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminiz de, bildikten sonra hiç bir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilmektedir.( Hac Suresi, 5)
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
30 Nisan 2008       Mesaj #10
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
Yaratılışçılık,

yaratılışa yani insanlığın, yaşamın ve evrenin, hep beraber, varlığı önceden kabul edilmiş doğaüstü bir güç tarafından yaratıldığına olan inanç.[1] Yaratıcı güç tarih boyunca çok çeşitli şekillerde isimlendirilmiştir. Evren'in ve insanın Yehova, Tanrı veya Allah tarafından yaratılışından Tanah'ta, Eski Ahit'te ve Kur'an'da bahsedilir.
Eski Ahit hemen hemen Tanah'la aynı olduğu için Hristiyanlıktaki ve Musevilikteki yaratılış kavramı aynıdır. Tanah ve Eski Ahit'te yaratılıştan "Tekvin" (Yaratılış) kısmında bahsedilir [2].
Yaratılışçılık terimi "tanrıcı evrim" inancındaki yaratılışçılık kavramı ile karışıklık yaşanmaması için zaman zaman dini yaratılış veya kitabi yaratılış olarak da ifade edilir [3]. Bu madde kapsamında yaratılış kelimesi "belli bir doğaüstü eylem sonucu yaratılış"ı ifade etmek için kullanılacaktır. Yaratılışçılık terimi genelde karşıtları tarafından kullanılmaktadır.

Benzer Konular

17 Şubat 2014 / Misafir Müslümanlık/İslamiyet
17 Ocak 2012 / RASGELE Soru-Cevap