Arama

Osmanlı İmparatorluğu - Gerileme ve Çöküş Dönemi - Sayfa 2

Güncelleme: 24 Şubat 2016 Gösterim: 15.820 Cevap: 17
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Şubat 2016       Mesaj #11
Safi - avatarı
SMD MiSiM
OSMANLI DEVLETİNİN SAVAŞA GİRİŞİ
1914 Yılı başlarında Almanya Osmanlı Devletini partner olarak düşünmüyordu. Fakat Temmuz 1914’de savaş durumu belirince Almanya, Türk ordusunun iyi donatılması halinde kendisine yararlı olacağını düşündü. Fakat asıl amacı Halifenin dinsel gücünden yararlanmaktı. Osmanlı Devletinin Almanya’ya başvurusu üzerine Almanya 2 Ağustos 1914 tarihinde yani savaşı başlatmasının ertesi günü Osmanlı ile ittifak antlaşmasını imzaladı. Bu anlaşmaya göre iki devlet Avusturya-Sırbistan savaşında tarafsız kalmayı kabul ediyor, Rusya bu olaya karışır ve Avusturya da Rusya’yla savaşırsa Almanya Avusturya’nın yardımına gitmek zorunda kalırsa Osmanlı Devleti savaşa girecektir. Yine Almanya savaş durumunda askeri heyetinin Türkiye’de bırakacaktır. Almanya savaş durumunda Rusya’ya karşı Türkiye’yi silahla koruyacaktır. Osmanlı Devleti Türkiye’de kalan Alman komuta heyetine ordusunun 1/4ünün komutasını savaş ilanında vermeyi kabul ediyordu. Bu süreçten itibaren Osmanlı Devleti savaşa hızla kaymaya başlamıştır. Bu süreçte karşımıza çıkan bir olgu da iki Alman gemisinin Akdeniz'den gelerek İstanbul’a ulaşması ve sonuçta satın alınmalarıdır. Bu olgu önemlidir çünkü Osmanlı Devletinin fiili savaşa girmesine yol açan olayı bu gemiler gerçekleştirecektir.Osmanlı devleti ittifak antlaşması yaptıktan sonra da İngiltere, Fransa ve Rusya’yla görüşmeleri kesmemiştir. Fakat istediği garantileri alamamıştır. görüşmeler devam ederken Osmanlı Devleti 1 Ekim 1914’te Kapitülasyonları kaldırdığını ilan etti.
Sponsorlu Bağlantılar
Almanya Osmanlı Devletinin görüşmelerinden rahatsızlanınca Osmanlı Yöneticilerini savaşa girmeleri konusunda zorlamaya başlamıştır. Ordu içinde bir kısım komutanlar ordunun savaşa hazırlanmasını bahane göstererek en azından bir yıl daha tarafsız kalınmasını isterlerken, Enver paşa ve grubu geç kalmadan savaşa girip nimetlerinden faydalanma yolunu tercih etmişlerdir. Nitekim bunun yolunu açmak içinde 29 Ekim 1914 tarihinde Osmanlı Donanması Rus donanmasına saldırdı. Rus limanları topa tutuldu. Böylece Osmanlı Devleti savaşa fiilen katılmış oldu.Osmanlı Padişahı halife sıfatıyla 11 Kasım 1914 tarihinde “Cihad ı ekber” i ilan etti. Yani tüm dünya Müslümanlarını Osmanlı Devletinin tarafında savaşa çağırdı.

I. DÜNYA SAVAŞINDA SAVAŞTIĞIMIZ CEPHELER
1 DOĞU CEPHESİ (SARIKAMIŞ HAREKATI)
Enver Paşa hayalini kurduğu Büyük Türk İmparatorluğunu kurmak için çok acele bir biçimde 19 Aralık 1914 tarihinde 90 bin kişilik mükemmel disiplinli bir orduyla “Sarıkamış Taarruzuna” başladı. Kış bu ordunun felaketi oldu 60 binden fazla asker öldü. Böylece daha savaşın başlangıcında Kafkas cephesinde üstünlüğü Ruslar ele geçirdiler. Bir süre sonra tüm Doğu Anadolu ellerine geçecektir.
2 GÜNEY CEPHESİ (KANAL HAREKETİ)
Enver Paşa doğuda “Turan” ideali için savaşırken güneyde Cemal Paşa “İslam” için Mısır’da İngiliz kuvvetlerine saldıracaktır. Mısır, Süveyş Kanalı dolayısıyla İngiltere’nin Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda ile ulaşımını sağlaması açısından çok önemli bir yerdi. Cemal Paşa, İngiltere için çok önemli olan kanala iki büyük sefer düzenlemiş ancak buradaki İngiliz kuvvetlerini sökememiştir.
3 IRAK FİLİSTİN CEPHESİ
İngiltere açısından petrol bölgesinin anahtarı olan bu saha çok önemliydi. Bunun için bu bölgeye çok önceden kuvvet yığmıştı. Nitekim kasım 1914'te Basra'ya saldırdı ve burayı ele geçirdi. Fakat dünya savaşının ilk yılında Türk kuvvetleri oldukça zinde bir şekilde burada savaştı ve bazı İngiliz kuvvetlerini yendi. Fakat daha sonra İngilizler daha da kuvvetler getirdiler bununla da yetinmeyip İran da ayaklanma çıkardılar. Türk ordusu kuzeyden de tehdit altına girince bu cephede üstünlük İngilizlerin eline geçti.
4 ÇANAKKALE ÇEPHESİ
1. Dünya savaşında Türkiye’yi Almanya’nın yanına iten İngiltere güçsüz addettiği Osmanlı Devletini çok kısa bir sürede geçerek Rusların yardımına koşmayı amaçlıyordu. Bundan dolayı şubat 1915’te İtilaf donanması Çanakkale Boğazını geçmek üzere harekete geçti. Fakat tarihin en kötü yenilgilerinden birisi gerçekleşti. Türk topçu ve mayınları İtilaf donanması en büyük gemilerini birer birer Çanakkale boğazının derin sularına gömdü.İtilaf Devletleri hiç ummadıkları bu deniz karşılığından sonra savaşı karadan kazanmaya kalkıştılar. Birçok bölgeden asker buraya taşındı. Türk kuvvetleri de onların karşısında yerini aldı. Tarihin en şiddetli ve en şerefli savunma savaşlarından birisini yapan Türk ordusu 300 bin evladını buraya gömerek de olsa Çanakkale boğazından İtilaf ordusunun geçmesine izin vermedi.
Çanakkale Cephesinde savaşın bu şekilde sonuçlanması İtilaf Devletleri açısından hiç de iyi olmamıştır. Savaş büyük ölçüde bu yolun açılmaması yüzünden iki yıl daha devam edecektir. İtilaf Devletleri bunun hesabını Türkiye’den savaş sonrası sormaya çalışacaklardır.Çanakkale savaşının en büyük sonucu ise İngiliz yardımı alamayan Rusya’nın daha fazla dayanamayarak komünist muhalefetin iktidarı ele geçirmesidir. Bu olay ile dünya yepyeni bir görüşün etkisi altına girecek ve 70 yıl süreyle Avrupa’yı ve dünyayı tehdit eden yeni bir yönetim şekli ortaya çıkacaktır.



Ermeni Sorunu
Türkiye’de yaşayıp ta Ermeni Sorunu’nu işitmemek mümkün değildir. Doğuştan her Türk vatandaşının potansiyel meşgalesidir bu konu. Fakat o kadar da bu konuda bilgisizdir Türk insanı. Sınıflarda bugüne kadar yaptığımız sorgulamalarda Türk öğrencisi ‘kem küm’ den başka bir bilgisi olmadığı ortaya çıkmıştır. Halbuki ‘hakkını savunamayan haksız olur’ bu dünyada. Bu yüzden dersimizin önemli görevlerinden biri olarak konuyu enine boyuna incelemeye ve açıklamaya çalışacağım. Konunun üç büyük boyutu vardır, tarihi, hukuki ve siyasi boyutu. Burada bu üç boyutla ilgili kısa fakat öz bilgiler aktarmaya çalışacağım.
Önce işin tarihi sürecini ortaya koyalım. Türklerle kendilerine Hayk ve ülkelerine Hayastan adını veren Ermeniler (Ermeni Yukarı Memleket anlamına gelir) arasındaki ilk tanışma İslam öncesi döneme kadar iner. İlk tanışanlar Kıpçak Türkleridir. Hatta bunların kimisinin Ermenilerle karıştığı bilinmektedir.
Gerçek anlamda tanışma ise 1064 tarihinden sonradır. Karadeniz’in güneyinden göçler sırasında Türkler Anadolu’ya girerken Ermenilerle karşılaşılmıştır. Fakat bu tanışma olumsuz anlamda bir tanışma değildir. Türkler Anadolu’ya girerken buranın hakimi olan Bizans İmparatorluğu ile egemenlik uğraşına girmişlerdir. İşte bu süreçte Ermeniler Türklerle birlikte Bizans’a karşı çarpışmışlardır. Peki nasıl olur da Hıristiyan Ermeniler Hıristiyan Bizanslılara karşı Müslüman Türklerle birlikte olurlar. Bunda da şaşıracak bir şey yok. Evet ikisi de Hıristiyan’dır ama aralarında müthiş bir mezhep mücadelesi vardır. Birisi Ortodoks diğeri Gregoryen Hıristiyan’dır. Bizans Gregoryenliği ortadan kaldırmak için dil yasağından tutun da sürgüne kadar değişik yaptırımlar uygulamıştır Ermenilere bu yüzden Türklerle ilişkiler iyi başlamıştır.
Türklerin klasik karşı tarafın dinsel alanına karışmama ilkesi yüzünden de bu durum yıllarca sürmüştür. Selçuklu ve Osmanlı sürecinde değişen pek bir şey olmamış Ermeniler Gregoryen nitelikleriyle bir “Millet” sıfatıyla varlıklarını sürdürmüşlerdir. Hatta Osmanlı sürecinde bu sıfatları resmileşmiştir. İstanbul’un Fatih tarafından fethiyle birlikte İstanbul’a Ermeni göçü hızlanmış ve bir Ermeni Patrikhanesi açılmıştır. Daha sonraki süreçte de Ermeniler sorun çıkarmayan bir din grubu olarak “Millet i Sadıka” (Sadık din grubu) isimlendirilmişlerdir.
Peki o zaman daha sonra bu durum neden bozulmuştur? Yani devlet içinde rahat hatta zengin yaşayan Ermenilere ne olmuştur da bu sorunlar çıkmıştır? Ermeni Sorununun ortaya çıkışında dünya siyasasındaki gelişmelerin önemli etkisi ve katkısı olmuştur. Bunlardan birisi hemen bütün dünyayı etkisi altına alan Fransız İhtilali ve paralelinde gelişen Milliyetçilik olgusudur. Bir diğeri Sanayi Devrimi’nin çok doğal sonucu olan sömürgeciliktir. Ermeniler, Osmanlı Devleti içindeki azınlıkların birer birer isyan ettiklerini, bunların özerklik ve/ veya bağımsızlıklarını elde ettiklerini görmüşlerdir. Bu olaylar sonucunda kendilerinin de böyle bir harekete girişebilecekleri düşüncesi ortaya çıkmıştır. Bütün bu açıkladığım nedenlerle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ermeni Sorunundan bahsedilmeye başlanır.
Ermeni Sorununun ortaya çıkmasında iç etkenler ve dış etkenler vardır. Bu sorun ne tek başına bir iç nedenlidir, ne de tek başına dış nedenlidir. Her ikisi de etkilidir. Ermeniler içsel olarak elbette Fransız Devriminin getirisi olan Milliyetçilikten etkilenmişler ve bu yüzden içlerini bir bağımsız milli devlet ülküsü kaplamıştır. Ama bunu destekleyen pek çok da dış etken olayın içerisine karışmıştır. Özellikle Fransa, İngiltere, ABD ve Rusya bu sorunun ortaya çıkmasında önemli roller oynamışlardır. Bunlar da doğaldır ki bu sorunu ortaya getirirken Ermeni haklarından çok kendi siyasi, ekonomik çıkarlarını düşünmüşlerdir. Örneğin bir Rusya Akdeniz’e kolay inebilmek açısından Ermenilerden yararlanmaya çalışmıştır. Diğerleri için ise neden daha çok ekonomiktir.
Yukarıdaki süreç Ermenilerle Türkler arasındaki ilişkiyi elbette kötü etkilemiş ve 1880’den itibaren Anadolu barış döneminden karışıklık dönemine girmiştir. Ermeniler hayallerindeki Büyük Ermenistan’ı kurabilmek için bu süreçte gösteri, baskın, bombalama, isyan eylemlerine başlamışlardır. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz: Erzurum İsyanı (1890), Kumkapı Gösterisi (1890), Merzifon, Kayseri Yozgat olayları (1892-1893), I. Sasun İsyanı (1894), Zeytun İsyanı (1895), Divriği İsyanı (1895), Babıali Olayı (1895), I. Van İsyanı (1896), Sultan Abdülhamit’e suikast (1905). Bu isyan ve olayların sayısı 1897 yılına kadar 40’a yaklaşmıştır. Ermeniler bu olaylarla koskoca Türk İmparatorluğunu yenemeyeceklerini elbette biliyorlardı. Buradaki amaç dünya kamuoyunun dikkatini çekmektir. Amaçlarına da ulaşmışlardır. Yukarıda birkaçını örnek verdiğimiz olaylar dünya kamuoyu tarafından devlete karşı isyan ve bunların devlet güçlerince doğal bastırılması olarak değil “Vahşi Müslümanların masum Hıristiyanları katletmesi” olarak ilan edilmiştir. Ermeni İsyanlarının nedeni ne sefalet ne ıslahat ve ne de baskıya uğradıkları iddiasıdır. İsyanların nedeni, Batılı devletler ile Rusya’nın Ermeni komiteleri ve kilisesi ile işbirliği halinde Osmanlı Devleti’ni parçalamak istemeleridir. Osmanlı Devleti ise bu isyanlar karşısında her devletin yapacağını yapmış ve isyan eden asilerin üzerine kuvvet göndermiştir. Ancak bu daha önce de söylediğimiz gibi her isyanın bastırılması yeni bir “katliam” olarak sunulmuştur. Hatta olaylarla ilgili yakalanan komiteciler büyük devletlerin işe karışmalarıyla serbest bırakılmışlardır. Bu durum Birinci Dünya Savaşı’na kadar böylece sürüp gitmiştir.
Birinci Dünya Savaşı Türkiye Ermenileri için çok önemli bir fırsattı. Nitekim onların da bu durumu Büyük Ermenistan’ın kurulması için tarihi fırsat olarak değerlendirdiklerini görmekteyiz. Ermeniler göre büyük savaş çıktığında ellerindeki bütün güçle Osmanlı Devleti’nin savaşta yenilmesi için çalışma başlatılmalıydı. Bu yüzden ilk yapılan iş askerlik çağındaki Ermeni gençleri saklanmış yada dağa çıkarılmışlardır. Ermeni örgütleri Hınçak ve Taşnaksutyun komiteleri bu süreçte yayınladıkları genelgelerde açık açık “kurtulmak istiyorsan önce komşunu öldür” diyecek kadar acımasızlaştılar. Nitekim savaş başlar başlamaz Osmanlı Ordusundaki Ermenilerin çoğunluğu Rus kuvvetlerinin doğudan Osmanlı topraklarına girmesiyle ordudan kaçmışlar ve Rus ordusuna katılmışlardır. Katılamayanlar ise çeteler kurarak isyan etmişlerdir. Erkekler cephelerde olduğu için savunmasız kalan Türk şehir ve kasaba ve köylerine saldırarak katliama girişmişlerdir. Osmanlı kuvvetlerini arkadan vuran Ermeniler, Osmanlı birliklerinin hareketini engellemişler, ikmal yollarını kesmişler, köprü ve yolları imha etmişlerdir.
Yukarıda anlattıklarımız Osmanlı Devleti’nin savaş içinde bir önlem almasına neden olacaktır. Bu önlem bugün Ermenilerin soykırım olarak kabul ettirmek istediği olay olmasından dolayı çok önemlidir. Bu konuyu o yüzden çok iyi anlamalıyız. Osmanlı Devleti 27 Mayıs 1915 tarihli Sevk ve İskan kararını alır. Bu karar sonucunda yukarıda belirttiğimiz isyan ve terör olaylarının önü alınmak istenir. Şimdi bu karara nasıl gelinmiştir. Onu da kısaca açıklayalım. Aslında karar savaş başlar başlamaz alınmamıştır. Ermeniler savaş çıkacağını anladıkları andan itibaren eyleme geçmişlerdir. Örneğin 1914 Ocak ayında Hınçak ve Taşnak örgütlerince Kayseri Ermeni İsyanı çıkartıldı. Burada yapılan aramalarda mezarlıklarda ve kiliselerde bile silah ve mühimmat ele geçirildi. Yine 3 Ağustos 1914 de seferberlik ilan edilir edilmez Zeytun’da isyan çıktı. Bu isyanlar Bitlis, Muş, Diyarbakır, Elazığ, Erzurum, Sivas, Trabzon, Ankara, Adana, Urfa, İzmit, Adapazarı, Bursa, İzmir, İstanbul, Maraş, Antep, Halep ve daha birçok yerde devam etmiştir. Bunlardan Van isyanı en önemlisidir. 15 Nisan 1915 tarihinde Van Ermenileri Rusların şehre doğru ilerlemelerini görünce Van’da isyan çıkartırlar, daha sonra Rus ordusundaki Ermenilerle birleşirler ve Van’dan henüz kaçamamış 20 bin Müslüman’ı katlederler.
Ermenilerin binlerce Türk’ün canına mal olan isyan ve katliamları karşısında dahi, Osmanlı Devleti’nin ortaya koyduğu sakin ve sağduyulu tavır, belgeleriyle sabittir. Ancak, terör hareketleri bir türlü durmak bilmeyince hükümet ülkeni değişik yörelerinde yaşayan Ermenileri, savaş bölgelerinden uzak yerler götürmek zorunda kalmıştır. Kafkas, İran ve Sina cephelerinin güvenlik hattını oluşturan bölgelerdeki Ermenilerin yerlerinin değiştirilmesi onları imha etmek değil, devlet güvenliğini sağlamak, onları korumak amacını gütmüştür ve dünyanın en başarılı yer değiştirme uygulamasıdır. Yer değiştirme bütün Ermenilere uygulanmamıştır. Osmanlı ordusunda subay ve sıhhiye sınıflarında hizmet gören Ermeniler ile Osmanlı Bankası’nda ve konsolosluklarda çalışan Ermeniler devlete sadık kaldıkça göçe tabi tutulmamışlardır. Diğer yandan hasta, sakat ve yaşlılar ile yetim çocuklar ve dul kadınlar da sevke tabi tutulmamış, yetimhaneler ve köylerde koruma altına alınarak ihtiyaçları devletçe Göçmen Ödeneği’nden karşılanmıştır.Bu tablo Osmanlı Devleti’nin iyi niyetini göstermesi açısından oldukça önemlidir.
27 Mayıs 1915 tarihli yer değiştirme kanunu çerçevesinde; Erzurum, Van ve Bitlis illerinden çıkarılan Ermeniler, Musul’un Güneyine ve Urfa’ya, Adana Halep, Maraş illerinden çıkarılan Ermeniler ise Suriye’nin doğu kısmı ile Halep’in doğu ve güneydoğusuna gönderildiler.
Ermeniler bu olayı bugün soykırım olarak nitelendirmek istemektedirler. Bu göç sırasında Ermeniler göç ettirilmek istenmediler toplu halde katledildiler demektedirler. Yine bu konuyu canlı tutabilmek ve ilgi çekebilmek açısından abartılı rakamlar ileri sürmektedirler. İlk dönemde bu rakamlar 3 milyona kadar çıkmıştır. Ermeni iddiaları 2 milyona, bazen de 1,5 milyona kadar inmektedir. Şimdi bu konunun açıklanması açısından Türkiye’de kaç tane Ermeni olduğunun bilinmesi gerekir. 100 yıl öncesinde sağlıklı sayımlar olmadığı için bu konuyla ilgili değişik rakamlar karşımıza çıkmaktadır. Ermeni soykırımı iddiasında bulunan Ermeni Patrikliği ve Ermeni araştırmacılar 1,5 ila 3 milyon arasında bir nüfusa sahip olunduğu üzerinde durmaktadır. Batılı ve bazı Rus araştırmacılar ise ortalama bir rakam verecek olursak 1 milyon civarında Ermeni olduğunu söylemektedir. Bizim 1914 tarihli resmi istatistiğimize göre ise Türkiye vatandaşı 1.234.671 Ermeni vardır. Görüldüğü üzere Türkiye’de 1,5 milyon Ermeni’nin öldürülmesi maddeten imkansız bir olaydır.
Öyleyse gerçek nedir? Göç ettirilme nasıl gerçekleştirilmiştir? Yollarda neler olmuştur? Göç ettirilenler yerlerine ulaşabilmiş midir? 9 Haziran 1915’ten 8 Şubat 1916 tarihleri arasında Adana, Ankara, Dörtyol, Eskişehir, Halep, İzmit, Afyon, Kayseri, Elazığ, Sivas, Trabzon, Yozgat, Kütahya ve Birecik’ten toplam 391.040 kişi göç ettirilmiştir. Bunlardan 356.084 kişi yerleşim yerlerine ulaşmıştır. Arşiv belgeleri bunu kanıtlamaktadır. İkisi arasında 35 bin civarında bir rakam geriye kalmaktadır. Bundan 26.064 Halep Ermenileri çıkarılınca geriye 9 bin kişi kalmaktadır. Bunlardan 500’ü Erzurum-Erzincan arasında eşkıyalarca, 2000’i Urfa’dan Halep’e giden yolda Urban Eşkıyalarınca, 2000’i Mardin’de eşkıyalarca öldürülmüştür. Tunceli bölgesinden geçen kafilelere bölge halkının saldırıları sonucunda bir kısım Ermeni ölmüştür. 3000 civarında Ermeni ise sevkıyat sırasında Anadolu’nu değişik bölgelerine yerleşmişlerdir.
Böylece yer değiştirme sırasında Osmanlı Ordusu tarafından soykırım amacıyla öldürülen tek bir Ermeni yoktur. Ayrıca Anadolu ve Rumeli’nin değişik bölgelerinde yer değiştirmeye tabi tutulmayan Ermenilerin sayıları ile, yeni yerleşim merkezlerine ulaşanların sayılarının birbirini tutması, yer değiştirme sırasında herhangi bir katliam olayının olup olmadığını da ispat etmektedir. Göç sırasında Ermenilerin rahat ve güvenli bir yolculuk etmeleri için elden gelen tüm gayret gösterilmiştir. Daha önce belirttiğimiz kişilere ilişkin alınan önlemlerin ötesinde devlet bu konuda çok hassas davranmıştır. Yerel yöneticiler her türlü durumdan sorumlu tutulmuş, ihmali görülenler cezalandırılmıştır. Göç bölgelerine sürekli müfettişler gönderilmiştir.Hükümet göçmenlerin iaşesi ve korunmasına yönelik büyük harcamalar yapmıştır. Uygulamaya ait belgelerde hangi il ve ilçelerde hastane kurulduğu, Ermeni çocuklarından yetim kalanlar için hangi binaların ayrıldığına kadar ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Görüldüğü gibi, yer değiştirme uygulaması genelde başarılı bir sevk ve iskan hareketidir.
1915 Sonrasında da aslında Anadolu’da Ermeni’lerden bahsedilmektedir. Şebinkarahisar’da Türklere katliam düzenleyen Sivaslı Murat, Sasun canavarı diye şöhret kazanan Antranik ve Muş katliamını gerçekleştiren Arşak gibi Ermeni komitecilerinin liderliğinde Erzincan, Bayburt, Erzurum, Kars gibi birçok yerde katliamlara girişmişlerdir. Bu yüzden bugün birçok bölgede yapılan kazılarda öldürülen Müslümanlara hala kazılarda rastlanmaktadır.
İşin tarihi süreci böyledir. Fakat tarihte olup bitenler kadar bunu anlatabilmek ve güçlü olmak önemlidir. Nitekim 1918 sonrasında ölmeden geriye dönen Ermeniler tarihi bir fırsat olarak bu süreci değerlendirmek istemiş ve yaptıkları başarılı çalışma ve devletlerin bu konuya sıcak bakmaları sayesinde Büyük Ermenistan için olumlu karar Sevr antlaşmasında çıkmıştır. Böylece 1880’denberi sürdürdükleri mücadelede sona yaklaşmışlardır. Hatta Sevr antlaşması gereği Ermenistan haritası ABD Başkanı Wilson tarafından hazırlanmıştır. Neredeyse Büyük Ermenistan kuruluyordu. Bunu ürkek ve yenik Osmanlıya da kabul ettirmişlerdi. Ancak devreye Türk Milleti girdi ve bu planı baştan sona dağıttı. İlk önce Ermeniler Doğu Harekatı ile Arpaçay’ın öte tarafına atıldı ve Gümrü Antlaşmasını imzalamak durumunda kaldılar. Daha sonra ise Ermenistan Cumhuriyeti Komünistleşti ve Sovyetler Birliği’nin bir parçası haline geldi. Büyük Ermenistan düşlenirken elde bağımsız bir devlet dahi kalmadı. Sonra yeni Türkiye Sovyetlerle Moskova ve onların uzantısı Kafkas devletleriyle Kars Antlaşmasını imzaladı. Böylece bugünkü sınırlar kesinleşti. Türkiye açısından da Ermeni sorunu bitti. Nitekim Lozan’da bu konu hiç konuşulmadı. Bir Ermeni kelimesi bile Lozan Antlaşması içinde geçmedi.
Peki bugün bu konu yeniden niye canlandı? Aslında Ermeniler açısından Lozan işin sonu olarak kabul edilmemiştir. Lozan antlaşması sürecinde bu antlaşmanın imzalanmaması için batılı ülkelerde birçok gösteriler düzenlediler. Özellikle Amerika Ermenileri bütün güçleriyle Lozan’ı imzalattırmamak için ellerinden geleni yaptılar. Ancak batılı devletler Ermenilerin çığlıklarını duyacak bir yapıda değildiler. Uzun süre de bu durum böyle olacaktır. Örneğin 1920’lerin sonlarında Avrupa yeniden ısınmaya başlayacak bu yüzden dünün düşmanı Türkiye önemli bir ortak olmaya başlayacaktır. II. Dünya savaşı sürecinde ise Türkiye’nin değeri en yüksek düzeyine çıkacaktır. O yüzden bu süreçte pek Ermeni isteklerinin gündeme gelmediği görülmektedir. !960’lar ise dünyanın biraz daha rahatladığı bir dönem olmuştur. Maalesef bu durum Türkiye’nin başının yeniden ağrımaya başlayacağı bir süreç olacaktır.
1965 yılı bu süreçte önemli bir başlangıç noktasıdır. 24 Nisan 1915’in 50. yılında 24 Nisan 1965’te Ermeniler büyük bir propaganda atağı başlattılar. Her gittikleri yerde Ermeni soykırım anıtları diktiler. Ülkelerin eğitim programlarına bu konuyu koymanın yolarını aradılar. Dergilerde makalelerle, kitaplarla, ansiklopedilerle kendi iddialarını gündeme getirmeye çalıştırlar. Bundan amaç II. Dünya savaşı sonrasında Yahudi Soykırımının kabul edildiği bir dönemde aynı yolu izleyip Lozan’da tarihin çöplüğüne atılmış isteklerini tekrar gündeme taşımaktı. Bunu da 4 T projesi ile açıkladılar. Tekrar canlanma, Tanınma, Tazminat ve en sonunda Toprak. Bu plan ile amaçlanan şey Türkiye Cumhuriyetini uluslar arası alanda yalnızlaştırmak, soyutlamak böylece güçsüzleştirmek ve daha sonra aynı 20 yüzyılın başlarındaki ortamı yaratarak hayallerini gerçekleştirmektir.
Bu arada gündeme gelebilmek açısından sadece kitap, dergi, ansiklopedi, anıt dikme, konferans düzenlemenin yetmediği bunun daha kolay bir yolunun da olduğu 1973 yılında bir olayla anlaşıldığından, bu süreçte Ermeni Terörü de başlayacaktır. !973-1985 arasında tam 34 diplomatımız öldürülecektir. Aslında bu eylemlerin amacı birkaç tane Türk öldürmek değildir. Aynı 1880’lerde yapılanlar gibi dünya kamuoyunun dikeyini çekmektir. Aslında bu konuda kısmi başarı sağladıkları da ortadadır.
1985 sonrası ise konunun tanınma aşamasına geçirilmesidir. Nitekim bu dönemde sözde soykırımın dünya ülkeleri meclislerinden geçirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bugüne kadar 13 ülke parlamentosu bu yasayı kabul etmiştir. Bu ülkeler Uruguay (1965), Güney Kıbrıs (1982), Arjantin (1993), Rusya (1995), Kanada (1996), Yunanistan (1996), Lübnan (1997), Belçika (1998), Vatikan (2000), İtalya (2000), Fransa (2001). Bu arada Avrupa Parlamentosu 1987 yılında sözde soykırım yasasını kabul etmiş ve Türkiye’nin üyeliğini bu şarta bağlamıştır. Bugün 50 ABD eyaletinden 27’si de bu yasayı kabul etmiştir. Ermeniler özellikle dünyanın süper gücü olan ABD’de de bu yasayı geçirmek için çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarılı olamadılar. Peki parlamentoların kabul edeceği bir sözde soykırım yasasının ne önemi var? Aslında hukuken hiçbir önemi ve değeri bulunmuyor. Ancak işin bir de uluslar arası boyutu var. Devletler arası ilişkilerde yalnızlık ve dışlanma çok önemli sorunlar yaratabilir. Ermeniler bu yolla Türkiye’nin gücünün zayıflatılması yolunu kendilerine bir amaç olarak almışlardır. Zayıf, dış borcu çok, ekonomisi kötü olan bir Türkiye’yi böylece uluslar arası alanda sıkıştırıp isteklerini kabul ettirebileceğine Ermeniler bu konuyu sonuna kadar götürmek niyetindedirler.
Pekala konunun tarihi süreci böyle, peki işin hukuku boyutu nasıl? Türkiye ile ilgili olarak uluslar arası alanda bu kadar çok çalışan Ermeniler Türkiye’yi veya o süreçteki Osmanlı devleti’ni hukuki yönden dava edebilmiş midirler? Soykırım ile ilgili Türkiye hakkında herhangi bir karar var mıdır?
Konunun hukuki boyutu önemlidir. Çünkü hukuki bir karar bağlayıcıdır. Ermeni sorununun çıktığı günden bugüne kadar ne Osmanlı Devleti hakkında ve ne de Türkiye Cumhuriyeti hakkında hukuki bir dava açılamamıştır. Açılamamıştır diyorum çünkü aslında açılmak istenmiştir. Özellikle I Dünya Savaşı sonrasında Türkleri bir ulus olarak tarihe gömmek isteyen İngilizler bu konuda oldukça istekli davranmışlardır.!918 teslimiyeti sonrasında Türkiye’de istedikleri kişileri tutuklamışlar ve rahat rahat yargılayabilmek açısından da sömürgeleri Malta’ya götürmüşlerdir. Bunların sayısı 1920 yılında 140’a çıkmıştır. İngiltere bunların hakkında dava açabilmek için tutuklandıkları andan itibaren büyük bir çalışma başlatmıştır. Ermeni katliamından sorumlu tutulmaların sağlayacak her türlü delili her yerde aramışlardır. Eski başbakan, bakanlar, şeyhülislam, üst düzey komutanlar, bürokratlar, gazeteciler için mahkeme yolu açacak en küçük bir iddia bile delil olabilir endişesiyle incelenmiştir. İngiltere’de yapılan çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmış, İstanbul araştırılmış, Osmanlı arşivi didik edilmiş fakat hiçbir kanıta ulaşılamamıştır. Bu da yetmemiş Atlantik ötesinde ABD’de delil aranmış fakat orada da hiçbir delil bulunamamıştır. İngiltere sonunda Ermeni konusuyla ilgili olarak “Sanık” olarak getirttiği bu insanları “savaş esiri” olarak serbest bırakmak durumunda kalmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinden çok emin olduğu için ve hiç kimseye böyle kötülük yapılmasını uygun bulmadığından 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesini ilk kabul eden ülkeler arasında yer almıştır. Bunun devamı niteliğindeki 1998 Roma sözleşmesiyle ortaya konulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kurulmasının altına da imzasını atmıştır. Görüldüğü üzere uygar Türkiye uluslar arası hukuk açısından soykırımla ilgili savaşıma sonuna kadar katılmaktadır. Bu konuda hiçbir korkusu ve çekincesi yoktur. Soykırımı bir insanlık suçu olarak kabul etmektedir. Kim kime yaparsa yapsın dün de bugün de Türkiye soykırıma sonuna kadar karşıdır ve karşı olmaya devam edecektir.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Şubat 2016       Mesaj #12
Safi - avatarı
SMD MiSiM
Yukarıda da açıkladığım üzere sözde Ermeni soykırımıyla ilgili olarak ne Osmanlı Devleti için ne de Türkiye Cumhuriyeti için bir mahkeme başvurusu yoktur. Ne yapılmaktadır sadece Hıristiyan ülkelerde Hıristiyan bağnazlığı kullanılarak Türkiye küçük düşürülmeye ve yalnızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Arkadaşlarımız şöyle bir soru sorabilir; madem bu kadar iddialılar neden bizi mahkemeye vermiyorlar? Bunun yanıtı da çok basit aslında bir kere mahkemeye verirler ve mahkeme sunucunda Ermeniler aleyhinde kararın çıkmasıyla birlikte bütün plan işlemez duruma gelecektir. Hukuken beraat etmiş bir Türkiye’ye karşı devletler arası bir propaganda yürütülmesi artık imkansızdır. Ermeniliğin canlandırılması ve ayakta tutulabilmesi için tek olanak olan tarihi Türk düşmanlığının yapılmasının imkansızlaşması anlamına gelecek ve davanın tarihsel olarak toptan kaybedilmesi anlamına gelecek böyle bir yol bundan dolayı hiçbir Ermeni’nin düşünmek dahi istemediği bir durumdur. Düzmece ve sonu garanti olmadıkça Ermenilerin hukuka başvurması mümkün değildir.
Olayın tarihi boyutunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya çalıştım. Görüldüğü üzere tarihi boyutta bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşını utandıracak hiçbir durum yoktur. Hukuki boyutta ise hiçbir zaman bu konu aleyhimize bir dava konusu bile yapılamamıştır.O zaman geriye ne kalıyor? İşin siyasi boyutu. Arkadaşlarım bilsinler ki bu konu öyle kolay kolay bitmez. Bu sadece Ermenilerden kaynaklanan bir durum da değildir. Güçlü olmayan sanayileşememiş, borçlu bir ülke olarak Türkiye bu siyasi ithamlardan kolay kolay kurtulamaz. Bu dünyanın değişik ülkeleri açısından Türkiye’nin ürkütülmesi ve önünün kesilmesi için önemli bir kozdur. Bu durum böyle oldukça sözde Ermeni soykırım yasa tasarılarından kurtulmamız mümkün değildir. Yarın bizi Avrupa Birliği’ne almak istemeyenler için bile bir koz olarak bu konunun siyasi boyutu devam ettirilecektir.
Sponsorlu Bağlantılar
Gelelim Ermeniler açısından konunun siyasi boyutunun irdelenmesine. Arkadaşlar bu konu onlar açısından hayati bir öneme sahiptir. Bugün Ermenistan’dan göç sürmektedir. Yanlış anlaşılmasın Türkler Ermenileri sürüyor değil. Ermenistan’daki Ermeniler dahi bugün dünyanın değişik bölgelerine yokluk ve işsizlikten göç ediyorlar. Dünyanın değişik bölgelerinde ve birer azınlık olarak varlık sürdürmek ise o kadar kolay değil. Azınlıklar büyük topluluğun içinde eriyip gidiyorlar. Gregoryen Ermeni büyük Katolik ve Protestan ülkelerde Protestanlaşıyor veya Katolikleşiyor. Katolikleşme veya Protestanlaşma ne anlama geliyor? Ermeniliğin yok olması anlamına geliyor. Buna karşı bir şeylerin olması gerekiyor. Acı ama söylemek gerekiyor ki Ermeniliğin hatırlanmasında tarihi Türk düşmanlığı önemli bir hatırlatıcı faktör oluyor. Kanadalı bir Ermeni de Ermeniliğini böyle hatırlıyor, Avustralyalı bir Ermeni de. Ermeni kiliseleri Gregoryen’liğin yaşaması açısından dünyanın her yerindeki Ermeni Gregoryen Kiliselerinde bu konuyu kaşıyıp durmaktadır. Bu konu görüldüğü üzere Ermeni varlığı açısından hayat meselesidir. Bu yüzden de Ermenilerden ve Gregoryen Ermeni kilisesinden bu konudan kendi kendilerine vazgeçmelerini beklemek saflık olur. Bu konuyu siyasi açıdan ne kadar kullanabilirlerse o kadar kullanacaklardır.
Peki sorun çözümsüz müdür? Bizim açımızdan sorunun tarihi ve hukuki açıdan olduğu gibi siyasi açıdan çözülmesi de pekala mümkündür. Bunun için Türkiye’nin o söylenip de bir türlü gerçekleşmeyen çağdaş uygarlık düzeyinin geçilmesiyle mümkündür. Sanayileşmiş, kentlileşmiş, eğitilmiş, ekonomisi dünya için olmazsa olmaz halini almış 100 milyonluk bir Türkiye’de Ermeni kelimesi bile geçmeyen bir dünya anlamına gelir. Bu sağlanmadan işin siyasi boyutunun çözümlenmesi imkansızdır. Siyasi boyutun çözümlenmesinin kesin yolu budur. Ancak kısmi olarak yararlanılabilecek unsurlar da ileri sürülebilir. Örneğin Ermeni Diaspora’sına karşılık dışarıda yaşayan Türkler örgütlendirilip birer lobi unsuru olarak değerlendirilebilir. Bugün dünyanın pek çok yerinde Türkler hiç de azımsanmayacak sayılara ulaşmışlardır. Avrupa, Avustralya, ABD Türkleri önemli bir güç yapısına ulaşmışlardır. ileride sayıları daha da artma eğilimindedir. Nasıl Ermeniler dış ülkelerdeki soydaşlarını örgütlüyor ve kullanıyorsa bizim de bu yolu akılcı olarak kullanmamız aklın gereğidir.
Sonuç olarak çok kısa birkaç şey söylemek gerekirse; tarihte bir ermeni soykırımı yoktur. Ermeniler bağımsız bir Büyük Ermenistan kurmak istemişler, buna güçleri yetmemiştir. Kendi gücüyle bu işi de yapamayacağından batılı devletler ve Rusya’yı kullanmaya çalışmış, kendisi de çok acımasız bir şekilde yüzlerce yıl birlikte yaşadığı insanlara karşı acımasız isyan ve terör eylemleri gerçekleştirmiştir. Bu olaylar doğal olarak bu bölgede Türkler ile Ermenilerin komşu olarak dahi yaşamalarının önüne geçmiştir. Türk Milleti kendi toprakları üzerinde bir Ermenistan kurulmasına fırsat vermemiştir. İşin tarihi yönü budur. Hukuki olarak da ortada hiçbir karar yoktur. Hatta bir mahkeme başvurusu bile yoktur. Siyasi yön ise kullanılacak alandır. Yukarıda söylediğim yapıyı sağlayıncaya kadar bu durum devam edecektir.

OSMANLI DEVLETİNİN PAYLAŞILMASI GİZLİ ANTLAŞMALAR
Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı içinde çeşitli antlaşmalarla gizli olarak paylaşılmıştır. Bu antlaşmalardan kimisi antlaşmayı imzalayan devletin siyasi hayatını doldurması nedeniyle yürürlüğe giremezken diğerleri ise Türk Milletinin direnmesiyle gerçekleşmeyecektir. Bu antlaşmaları şöyle özetleyebiliriz
1 İSTANBUL ANTLAŞMASI: Rusya’nın İtilaf Devletleri safına çekilebilmesi için yapılan antlaşma. Rusya Çanakkale Savaşında Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının İngiltere ve Fransa eline geçeceğinden endişe ederek bu iki ülkeye 4 Mart 1915 tarihinde verdiği notalarla İstanbul ve Çanakkale Boğazının Rusya’ya verilmesini ve İmroz ve Bozcaada’nın kendisine danışılmadan karar alınmamasını istedi.
İngiltere ve Fransa bu notadan hoşlanmamakla birlikte Alman tehlikesi karşısında İngiltere 12 Mart 1915’te Fransa 10 Nisan 1915’te Rus isteklerini kabul etmişlerdir.
2 LONDRA ANTLAŞMASI: İtalya savaş öncesinde Almanya bloğu içinde görülüyordu. Ancak İtalya’nın çıkarlarıyla aynı blok içinde yer alan Avusturya’nın çıkarları çatışıyordu. Bu yüzden İtalya savaş başında tarafsız kaldı. Zaman zaman her iki tarafla değişik görüşmelerde bulunuyor ve her iki taraftan daha fazla tavizler koparmaya çalışıyordu.
İngiltere, Fransa ve Rusya savaşın gidişatında önemli bir rol oynayabilecek İtalya’nın kendi yanlarında yer almasını istediklerinden 1915 yılı içinde görüşmeleri hızlandırdılar. 26 nisan 1915’te Londra’da yapılan anlaşma ile İtalya Adriyatik’te istediği çıkarları elde etti. Bundan başka Ege’deki 12 ada İtalya’ya veriliyor Anadolu’nun paylaşılmasında ise Antalya bölgesi İtalya’ya kalıyordu. İtalya bundan başka sömürgesi olan Trablusgarp ve Eritre'de topraklarını genişletebilecekti.
3 SYKES-PİCHOT ANTLAŞMASI: Yukarıdaki anlaşmalarla Rusya ve İtalya’yı blokları içine dahil eden İngiltere ve Fransa kendi aralarında da bir anlaşma gerçekleştirdiler. Fransız temsilci Jorj Pichot ve İngiliz temsilci Mark Sykes arasında gerçekleşen görüşmelerden dolayı Sykes-Pichot Anlaşması olarak tarihe geçecek antlaşma 3 Ocak 1916’da imzalandı. Bu anlaşmaya göre İngiltere, Irak, Filistin ve Arap Topraklarını, Fransa ise Suriye, Lübnan , Çukurova ve Güneydoğu Anadolu Bölgesini kendi sahası olarak kabul etmiştir.
Sykes-Pichot antlaşmasından haberi olan Rusya’nın onayının alınması gerektiğinden bu antlaşma üç ülke arasında yeniden görüşüldü. Rusya bu antlaşmayı onaylamasının karşılığı olarak Boğazlardan başka Trabzon’un batısından geçen bir hattın doğusunda kalan Van, Bitlis, Muş Siirt illerini almıştır. 26 Nisan 1916.
4 ST. JEAN DE MAURİENNE ANTLAŞMASI: İngiltere-Fransa ve Rusya arasında gerçekleştirilen bu anlaşma sonrasında İtalya durumdan kuşkulanmıştır. Rusya’da ihtilal çıkması olasılığı da bu kuşkuları artırınca İtalya İngiltere ve Fransa’ya baskılarını artırmıştır. Bundan sonra 19-21 Nisan 1917’de St Jean de Maurienne’de yapılan görüşmelerden sonra bir antlaşmaya varıldı. Bu antlaşmaya göre İtalya’ya Mersin dışında Antalya, Konya, Aydın ve İzmir verilmiştir. Buna karşılık İtalya müttefiklerinin aralarında yaptıkları anlaşmaları kabul ediyordu. Ancak bu anlaşmanın yürürlüğe girebilmesi için Rusya’nın da onayı gerekiyordu. Bu onay Rusya’da çıkan İhtilal nedeniyle gerçekleşemeyecek bunun fırsat bilen İngiltere savaş sonrasında bu anlaşmada vaadedilen toprakları İtalya’ya vermeyecektir. Bu durum ulusal kurtuluş savaşımız açısından olumlu olmuştur.


1917 YILI OLAYLARI
1917 yılında gerçekleşen olaylar hem dünya tarihini hem de ulusal tarihimizi oldukça etkilemiştir. Bu olayları şu şekilde sıralayabiliriz:
1 Rusya’da meydana gelen Bolşevik Devrimi. Rusya’da Ekim 1917 tarihinde gerçekleşen devrim dünya tarihi açısından yeni bir devlet ve ekonomik sistemi doğurmuştur. Komünist devlet sistemi bu süreçten sonra dünya üzerinde geniş bir yayılma sahası bulacaktır. Bu sistem dünyayı 1990 yılına kadar etkilemeye devam etmiştir.
2 ABD’nin savaşa katılması. 2 Nisan 1917 tarihinde Almanya’ya savaş ilan ederek dünya savaşında taraf haline geldi. ABD’nin savaşa girişi durumu etkileyecektir. ABD’nin savaşa girmesi nedeniyle yeni dünya düzeniyle ilgili söyleyecekleri olacaktır. Bu durum Wilson prensipleri olarak karşımıza çıkacaktır. Henüz ilk adımdır ama artık ABD bir dünya devleti olarak ortaya çıkmaktadır.
3 Yunanistan’ın Savaşa Katılması. Yunanistan’da tüm birinci dünya savaşı boyunca savaşa girip girmeme ve kimin yanında savaşa girileceği tartışılmıştır. Kral Konstantin Almanya’ya yakınlık gösterirken, Başbakan Venizelos İngiltere’den yana tavır koymaktadır. Nitekim 1917 haziranında İngiltere’nin Selanik’e asker çıkarmasından sonra kral oğlu lehine krallıktan çekilince Venizelos hükümeti 26 Ekim 1917’de savaşa girmiştir. Yunanistan’ın 1917 sonunda savaşa girmesi savaş sonrası paylaşım masasına oturma hakkını doğuracağından İngiltere onun hayallerinden de yararlanarak Küçük Asya macerasına sürükleyecek ve Türk ve Yunan ulusları tarihin en çetin mücadelelerinden birini yapmak durumunda kalacaklardır.


WILSON PRENSİPLERİ
11 Şubat 1918 tarihinde ABD başkanı Wilson’un yaptığı bir konuşmada ortaya koyduğu yeni barış şartları daha sonraki süreçte kabul edilmelerinden dolayı önem kazanmıştır. Bu bildirinin yayınlanmasında Wilson'un insanlık ve barış inancının bulunduğunu kabul etmekle beraber ABD çıkarlarının da bulunduğu bir gerçektir. Buna göre bu prensipleri özetleyecek olursak;
1 Barış Antlaşmalarının açık olması, gizli anlaşma yapılmaması
2 Karasuları dışında savaş ve barışta uluslararası suların açık olması
3 Uluslararası bütün ekonomik engellerin kaldırılması
4 Ülkelerin silahlanma yarışını bırakarak, orduların iç güvenlik seviyelerine indirilmesi
5 Sömürgeler halklarının serbest bırakılarak kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesine yardımcı olunması
6 İşgal edilen Rus topraklarının boşaltılması ve bağımsız bir Rusya’nın varlığının tanınması
7 Belçika’nın yeniden bağımsız bir devlet olarak kurulması
8 Almanya’nın işgal ettiği Fransız topraklarından çıkartılarak savaş öncesi barış durumuna dönülmesi
9 İtalyan sınırlarının ulusal esaslara göre düzenlenmesi
10 Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın boşaltılması ve Sırbistan’a denizden bir çıkış verilmesi
11 Balkan Devletlerinin siyasal ve ekonomik bağımsızlıklarının garanti altına alınması
12 Osm. Devletinde Türklerin bulunduğu bölgelerde Bağımsız bir devletin kurulması, egemenlik altındaki diğer uluslara bağımsızlık verilmesi
13 Denizden çıkış kapısı bulunan bir Polonya kurulması
14 Büyük küçük devletlerin toprak bütünlüklerinin güvenlik altına alınması için bir Milletler Cemiyeti kurulması.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Şubat 2016       Mesaj #13
Safi - avatarı
SMD MiSiM
İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ DÖNEMİ YENİLEŞME VE MİLLİ EKONOMİ UYGULAMALARI 1908-1918
İ.T Türk sosyal ve ekonomik yaşantısında büyük bir değişimin temelini atmıştır. Siyasette Milliyetçilik ilkesini savunan İ.T ekonomide “Milli Ekonomi”yi savunmuştur.
İ.T ekonomik alanlarda Almanya’nın etki sahasında kalmıştır.Alman ekonomi anlayışı olan milli devletçi ekonomik model İ.T’nin de anlayışı olmuştur. Buna göre “Milli Türk Burjuvazisi” yaratılmalıydı. Yabancıların tekelinde bulunan ticaretin Türk-Müslüman tüccarının eline geçebilmesi için çeşitli yollara başvuruldu. Savaş ortamından faydalanılarak İ.T’ye yakın kişilere para ve sermaye aktarıldı. Milli iktisadın rahat uygulanabilmesi için savaş ortamından yararlanılarak 14 Eylül 1914 tarihinde Kapitülasyonlar tek taraflı kaldırıldı. Yabancı tüccarların ayrıcalıklarına son verildi. Para basma yetkisi Osmanlı Bankasından alındı. Gümrük vergileri artırıldı. Yabancı şirketlere ,Türk personel kullanma ve bu şirketlerde Türkçe kullanma zorunluluğu getirildi. Almanya’ya staj için işçi gönderildi. Sanayi okulları açıldı. Demiryolu yapımı için okullar açıldı.
Köylüye karşılıksız tohum verilirken “Ziraat Hizmet Konusu” ile birçok şirket ve dernek yardımcı kılındı. Ziraat Bankası bu konuda kredi yardımında bulundu. Bu süreçte her konuda Kooperatifçiliğe önem verildi.
Türk sanayicisine büyük olanaklar sağlandı. Bedava arsa, ucuz kredi, devletin ulaşım imkanlarından yararlanma, üretilen ürünleri devletin satın alması bunlar arasında sayılabilir.İthalat ve İhracatın Türk-Müslüman tüccar eline geçebilmesi için hukuk mevzuatı buna göre değiştirildi.
Bütün bu değişikliklere rağmen “milli ekonomi “ politikası eksiksiz uygulanamamıştır. Çünkü 1914 ile 1918 arasında amansız bir savaş bunu imkansız kılmıştır. Nitekim Osm devleti para yetmediğinden dışarıdan Almanya’dan borç almak durumunda kalmıştır. Bu “katıksız milli ekonomi” anlayışını imkansız kılmıştır. Yine dış borç da yetmeyince emisyon artırılması yoluna gidilmiştir. Bu durum da doğal olarak enflasyona neden olmuştur.
İ.T’nin sosyal ve eğitsel çalışmalarına baktığımızda ise yine önemli başlangıçlar görmekteyiz. Eğitime gerçekten önem veren İ.T savaş boyunca Öğretmenleri ve öğrencileri askerlikten muaf tutmuştur. Türkçe ve Türk Tarihi ve Coğrafyasının öğretilmesine büyük önem verdi. Kızların lise ve üniversiteye girmesi sağlandı. Çarşafın kaldırılması için kampanya açıldı. Kadına çalışma hayatında yer verildi. Batı sanatına ve müziğine yöneliş için uygulamalar bu devirde başladı. Türk kadınlarının sahneye çıkmaları sağlandı.
Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasına ilişkin yeni adliye kanunu şubat 1917’de bütün tepkilere rağmen kabul edildi. Gragoryen Takvim kabul edildi. Ağırlık ve uzunluk ölçülerinin değişimi konusunda ilk adımlar atıldı. Eski harflere bağlı kalınmakla birlikte yeni bir yazı stili ortaya atıldı. Enver Paşa önerdiği için “Enveriye” adıyla tarihe geçmiştir.
İ.T’nin sosyal ve eğitsel değişiklik çalışmaları savaş sonrasında Hürriyet ve İtilaf Fırkasına dayalı hükümetlerce devam ettirilmemiş ve tam tersine bu uygulamalar kaldırılmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı İ.T’nin uygulamalarının bu konuda da tam bir başarıya ulaştığını söylemek olanaksızdır. Ancak bütün bu girişimler Türk Devriminin alt yapısını oluşturduğundan bizim ulusal tarihimiz açısından önemli reform denemeleri olarak anılmaya değerdir.


MONDROS ATEŞKES ANTLAŞMASI
Osmanlı Devleti yöneticilerinin 1918 yılına gelindiğinde savaşın müttefik devletler tarafından kazanılamayacağını anladığını görmekteyiz.Bundan dolayı henüz savaş bitmeden İtilaf devletleriyle anlaşılırsa savaşın yıkıntısından kurt ulunabileceği düşünülmüştür. Osmanlı Devleti yöneticileri eski dost İngiltere ile bu konuda ilişkiye geçmişler ve sonunda bir ateşkes antlaşması için görüş birliği oluşmuştur.
Osmanlı Devletinin bu meseleye bakışı bir ateşkes olmasına karşın İngiltere’nin meseleye bakışı kayıtsız koşulsuz teslimiyettir. Osmanlı temsilcileri bunu Mondros’a gittiklerinde anlayacaklardır. İngiltere onlarla müzakere yapmak yerine bir metni imzalamaları için önlerine koymuştur. Osmanlı temsilcisi Rauf Bey bu metni ağır bulduğundan imzalamaktan çekinmiş telgrafla saraya konu aktarılmış ve padişah durumun daha sonra İngiltere’yle konuşularak düzeltileceğini bildirdiğinden ateşkes antlaşması 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanmıştır. Bu anlaşma şöyle özetlenebilir:
1 Boğazların İtilaf devletlerine açılması,
2 Türk sularındaki engellerin kaldırılması,
3 İtilaf Devletleri esirlerinin serbest bırakılması,
4 Ordunun derhal terhis edilmesi, donanmanın limanlara çekilerek limanlarda tutuklu bulundurulması,
5 İtilaf Devletlerinin güvenlik gerekçesiyle istedikleri bölgeyi işgal edebilmesi,
6 Osmanlı devletinin bütün ulaşım imkanlarından İtilaf Devletlerinin yararlanması, Gemi, Tersane, liman, Lokomotif vb.
7 Toros tünellerinin İtilaf devletlerine devredilmesi
8 Önemli maddelerin İtilaf devletleri kontrolünde bulundurulması, kömür, akaryakıt, deniz gereçleri vb.
9 Alman-Avusturya uyrukluların en kısa sürede ülkeyi terk etmesi
10 Vilayatı sittede (Altı il Bitlis, Erzurum, Sivas, Van, Elazığ, Diyarbakır) karışıklık çıktığında işgal edilmesi,(İngilizce metinde buraya altı ermeni ili denilmektedir)
Bu mütareke hükümleri gereğince Osm. Dev. fiilen tarihe karışmıştır.


ATEŞKES ANTLAŞMASI NASIL KARŞILANDI
PADİŞAH
Padişah antlaşma şartlarının ağırlığını bildiğinden delegeleri kabul etmeyerek hoşnutsuzluğunu göstermiştir. Ancak kısa süre sonra büyük bir siyasi dönüşümle antlaşmaya sahip çıkmıştır. Halka yayınladığı bildiride antlaşmayı savunmuş ve işgalcileri “Medeniyet ve refah “ getiriciler olarak nitelemiştir. Anlaşmaya uygun olarak işgaller gerçekleşeceğinden halkı teskin etmek ve karşı koyma hareketlerinin önüne geçmek için, içlerinde bir şehzade ve yüksek din görevlilerinin bulunduğu “Heyeti Nasiha”lar (Öğüt Kurulları) işgal edilecek bölgelere önceden gönderilerek direniş gösterilmemesi sağlanmıştır. Vahdettinlin hainliği bununla da kalmayarak İngiliz Muhipler Cemiyeti aracılığıyla İngiltere Himayesini istemiştir.
HALK
Türk Kamuoyu sekiz yıl savaş boyunca çok bitkin perişan bir duruma gelmişti. Asker ve sivil 3 milyon insan savaşta kaybedilmişti. Savaşın getirdiği ekonomik sıkıntılar yüzünden açlık sefalet, asayiş bozukluğu sorunları altında ezilen halk barışı memnunlukla karşılamıştır. Halk galip devletlerin bir gün nasıl olsa çekip gideceğini düşünürken aydınlar Wilson Prensiplerinin uygulanacağına inanıyorlardı.
ORDU
Mütareke imzalandığında 400 bin mevcudu bulunan Osm. ordusu Hükümetin ateşkes hükümlerine sıkı sıkıya uyması sonucunda dağılmaya başladı. Mustafa Kemal Paşa ve birkaç yürekli Türk subayının dağılmayı önleme girişimlerine rağmen kısa süre içinde Türk ordusu 400 binden 50 bin mevcutlu elinden ağır silahları alınmış bir kolluk kuvveti haline dönüşmüştür.
MÜTAREKE DÖNEMİNDE AZINLIKLAR VE ÖRGÜTLERİ
Türkiye toprakları üzerinde yüzyıllar boyu birlikte yaşamış değişik halklar Osm. Dev.’nin savaştan yenik çıkması sonrasında gerçek yüzlerini ortaya koyarak Türk komşularından intikam almaya kalkıştılar. Bunun için örgütlendiler. Bu örgütlenme işinde en önde gelen gruplardan birini Rumlar oluşturmuştur.
RUM ÖRGÜTLENMELERİ
Savaştan mağlup çıkılınca Yunanlılar “Megalı İdea”nın bir parçası olarak kabul ettikleri Anadolu’nun fethedilmesi işine giriştiler. Bunun için Trakya, İstanbul ve Batı Anadolu ve Doğu Karadeniz’de örgütlendiler.
Bu örgütlerden birisini MAVRİ MİRA oluşturmaktadır. Mavri Mira Kara gün anlamına gelmektedir. Bu örgüt Yunan hükümetin bilgisi dahilinde İstanbul Fener Patrikhanesinin yönetiminde Trakya, İstanbul ve Özellikle Batı Anadolu’nun Yunanlılaşması için çalışmalarda bulunmuştur. Batı Anadolu’da eski İONYA'nın kurulması ve Trakya ile birleşerek eski Bizans İmp'luğunun yeniden diriltilmesini hedeflemektedir.
Bu örgüte YUNAN KIZILHAÇ örgütü ve Yunan GÖÇMENLER KOMİSYIONU maddi ve manevi desteklerde bulunmuştur. İstanbul, Trakya ve Batı Anadolu’da bu örgüt mensupları birçok öldürme ve tecavüz olayları yaparak Türk Halkını miskinleştirmeye çalışmıştır.
Doğu Karadeniz için ise RUM PONTUS örgütünü görmekteyiz. Tarihteki RUM PONTUS İMPARATORLUĞUNU diriltmeyi amaçlayan bu örgüt Rize’den İstanbul’a Karadeniz kıyılarını ele geçirerek eski Yunan kolanizasyonunu yeniden kurmaya çalışmıştır. Rum Pontus örgütü silahlı bir örgüttür. Bütün Milli Mücadele sürecinde isyan halinde çatışılacaktır. Rum Pontus örgütünün isyanını bastırmak için Türkiye Merkez Ordusu adıyla özel bir birlik oluşturmuştur. En uzun süren isyan Pontus isyanıdır.
ERMENİLER
Azınlıklar içinde ikinci tehlikeli grup Ermenilerdir. Eskiden beri isyan halinde olan Ermeniler kendileri için çok uygun bir ortam olarak gördükleri bu süreçte kafalarında tasarladıkları Büyük Ermenistan’ı oluşturmak için harekete geçmişlerdir. Eskiden kurulmuş komünist yaklaşıma yakın İHTİLALCİ HINÇAK PARTİSİ ve batı yanlısı politikalar savunan TAŞNAKSUTYUN PARTİSİ bu süreçte Ermeni hareketinin öncüleri olarak Büyük Ermenistan’ın kurulması için gerekli siyasi ve askeri hareketleri şiddetle gerçekleştirmişlerdir. Doğu Anadolu’da, güneydoğu Anadolu’da ve Çukurova bölgesinde buraların Ermeni toprağı yapılması için şiddetli terör hareketlerinde bulunmuşlardır. Bu terör hareketleri son derece vahşi bir şekilde gerçekleştiğinden Türk Milletinin ilk uyanış bölgeleri Ermeni saldırılarının olduğu bu bölgelerde gerçekleşmiştir. Bu bölgeler halkı Padişah Halifenin havada kalan barış sözlerini dinlemeyen ilk bağımsızlık savaşçıları olmuşlardır.
YAHUDİLER
Azınlıklar içinde nüfusları az ancak ekonomik güçleri fazla olan bir diğer grubu ise Yahudiler oluşturmaktadır. Türkiye’ye misafir olarak 1592’de İspanyol zulmünden kurtarılarak getirilmiş olan Yahudiler nüfusları bir devlet kurmak için yetmediğinden bir toprak talepleri olmamıştır. Ancak yaşadıkları bölgelerin Rumların eline geçeceği düşüncesiyle Rumları desteklemişlerdir. Yine bu süreçte bir Yahudi Gençlik Örgüt ALYANS İSRAELİTİ faaliyet göstermiştir.


TÜRKLÜĞE ZARARLI CEMİYETLER
Yukarıda sıraladığımız gruplar içimizde yaşayan azınlıklardı. Hadi diyelim ki bunları tarihi süreç içinde işgal ettiğimiz için bunlar bize düşmanlık göstermişlerdir. Ancak maalesef ki bu dış güçlerin yanı sıra kendi içimizden de işbirlikçiler ve ayrılıkçılar çıkmıştır. Bu kötü tarihsel süreç içinde birleşik bir ulusal cephe anlayışı yerine bölücülük yapan yerli insan ve gruplar da tarihimizin bir parçasını oluşturmaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
1 Kürdistan Teali Cemiyeti: Mayıs 1919 Merkezi İstanbul. Amacı Türklerden ayrılıp Kürdistan’ı kurmak. Anadolu halkı bu düşünceyi şiddetle reddetmiştir. Urfa, Antep, Maraş halkları bütün kafa karıştırıcılara rağmen ulusal birliği tercih etmişlerdir.
2 Teali i İslam Cemiyeti Şubat 1919 Merkezi İstanbul. Din Devletini savunan bu örgüt bütün süreçte milli mücadeleye düşmanca davranmıştır. Hocalardan ve Şeyhlerden oluşan kadrosu zaman zaman saf ve dindar Anadolu halkının kafasını karıştırsa da başarılı olamamıştır. Ancak bazı isyanların çıkmasını da sağlamışlardır. Örneğin Konya İsyanları.
3 İngiliz Muhipleri Cemiyeti. Ağustos 1919 Merkezi İstanbul. İçlerinde Padişahında bulunduğu bu örgüt mensupları kurtuluşun bir savaşla değil İngiliz himayesinde yarı bağımsız< bir devlette olduğunu savunuyorlardı. Bundan dolayı milli mücadeleyi boğabilmek için ellerinden geleni yapmışlardır.
4 Hürriyet ve İtilaf Fırkası. Kasım 1911’de İ.T partisine muhalif olarak kurulmuş bu parti, mütareke sonrasında İ.T partisinden intikam alacağım derken hasis bir milli mücadele düşmanı kesilmiştir. Mütareke sonrası kurulan hükümetlerin oluşmasında önemli etkisi olan bu parti Anadolu Milli Hareketini baltalamak için elinden gelen tüm gayreti göstermiştir.
5 Osmanlı İlayı Vatan Cemiyeti
6 Tarik i Salah Cemiyeti
7 Trabzon Ve Havalisi Adem i Merkeziyet Cemiyeti
8 Çerkez Teavün Cemiyeti
Bir de kuruluşu itibariyle Milli Mücadeleye aykırı olan fakat üyelerinin birçoğunun daha sonra milli mücadeleye katıldığı bir örgüt vardır. Bu da Wilson Prensipleri Cemiyetidir.
MİLLİ MÜCADELE ÖNCESİ ATATÜRK’ÜN ÇALIŞMALARI
Büyük önder Atatürk şüphesiz milli mücadele işine 19 Mayıs 1919 tarihinde başlamadı. Tarihsel süreç çok öncelere dayanmaktadır. Ancak şartlar 1919’da olumlu bir hale geldiğinden mücadele bu süreçte başlamıştır.
Atatürk ulusal bir devletin kurulması gerektiğine dair görüşlerini 1911 yılından itibaren savunmuştur. Yine birinci dünya savaşının son anlarında bugünkü sınırlarımızdan biraz daha büyük bir toprak parçasına çekilip bu toprakları vatan yapma çalışmasında bulunmuş ancak devleti yönetenler onun bu düşüncesini uygulamamışlardır.
1918 sürecinde Yıldırım Orduları grup komutanı olarak Mondros Ateşkes Antlaşmasının askerlerin terhis edilmesi maddesine karşı koymak istemiş ancak hükümetin grup komutanlığını lağvetmesiyle bu isteğini gerçekleştirememiştir.
Atatürk bunun üzerine Hükümet içine girerek meşru bir güç kazanarak mücadele etmenin yollarını aramak üzere 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’a gelmiştir. Burada yapmaya çalıştığı ilk iş istifaya zorlanan İzzet Paşa Hükümetini ayakta tutmaya çalışmak ve bu Hükümetin içine Harbiye Nazırı olarak girmek olmuştur. Ancak bu düşüncesi gerçekleşmemiş, yapılan baskılara dayanamayan İzzet Paşa istifa etmiştir. Atatürk bundan sonra kendisinin başkanlığında bir hükümet kurulması için girişimlerde bulunmuş ancak Vahdettin ona bu imkanı vermemiştir. Atatürk bunun üzerine ani bir hareketle bir hükümet darbesi yaparak iktidarı ele geçirmeyi düşünmüş ancak bunun sakıncalarını hesap edince bundan da vazgeçmiştir. Atatürk bu süreçten sonra uygun bir zaman ve zeminin oluşmasını bekleyecektir.
Atatürk bu bekleme sürecinde hareketsiz kalmamıştır. İstanbul’da Şişli’deki evinde arkadaşlarıyla ön hazırlık çalışmalarında bulunmuştur. Anadolu’da görevli olanlarla da telgraf vasıtasıyla görüşmelerine devam etmiştir. İstanbul’da yapılan çalışmalar sonucunda Atatürk ve arkadaşları şu prensipler üzerinde anlaşmışlardır.
1 Terhis işlemi derhal durdurulacak
2 Cephane ve silahlar düşmana teslim edilmeyecek
3 Milli mücadele yanlısı komutanların işbaşına gelmesi sağlanacak
4 Milli Mücadele düşmanı yöneticilerin değiştirilmesine çalışılacak
5 Particiliğe son verilecek Milli bütünlüğün oluşturulmasına önem verilecek
Görüldüğü üzere Atatürk, Ana doluya geçmek için kararını çoktan vermiş ve bunun girişimlerini başlatmıştı. Paris’te Türkiye’nin paylaşılma kararının çıkacağını görmekte bunun Türk Milleti tarafından kabul edilmeyeceğini öngörmektedir. Nitekim böyle bir karar çıkıp Türkiye’nin Yunan ve Ermeni işgaline izin verilmesiyle Doğu ve Batıda ülke vatanseverleri; “Müdafaayı Hukuk” cemiyetleri kurarak çalışmaya başlamışlardır. Atatürk; ulusun bu başsız olarak gerçekleştirdiği çabaları görerek, ulusun başına geçerse neler yapabileceğini anlamıştır.


PARİS BARIŞ KONFERANSI VE MANDA REJİMLERİ
1. Dünya Savaşını sona erdiren ateşkes antlaşmalarından sonra asıl konu barış anlaşmalarının imzalanmasıydı. Bunun için Paris’te bir Barış Konferansı düzenlendi. Konferansa katılan ülke sayısı 32 olmasına karşılık konferansta söz sahibi ülkeler İngiltere, ABD ve Fransa olmuştur. İtalya bile ikinci planda kalmıştır.
Paris’te birinci sorun olarak Avrupa’nın durumu ve sınırların çizilmesi konusudur. İkinci konu ise sömürgelerin özellikle Osm. Devletinin mirasının paylaşılmasıdır.
A:AVRUPA’NIN SINIRLARININ ÇİZİLMESİ
Paris Barış Konferansı sürecinde Avrupa sınırları meselesi yapılan görüşmeler sonucunda çözüme kavuşturulmuştur. Bu süreç sonunda şu antlaşmalar gerçekleştirilmiştir
1 28 Haziran 1919 Almanya ile Versay Antlaşması
2 10 Eylül 1919 Avusturya ile Sen-Germen Antlaşması
3 27 Kasım 1919 Bulgaristan’la Nöyyi Antlaşması
4 4 Haziran 1920 Macaristan’la Trianon Antlaşması
BMsn SurprisedSMANLI DEVLETİ’NİN PAYLAŞILMASI
Osm. Devleti konusu konferansın en önemli sorunu olmuştur. Çünkü savaş sırası gizli paylaşma anlaşmalarının yanı sıra, devlet içinde bağımsızlık için fırsat kollayan Rum, Ermeni, Arap ve Kürtlerin istekleri de dikkate alınıyordu. Bunların içindeki en ciddi konu Yunanistan’a verilecek topraklar konusudur. Çünkü İngiltere Yunanistan’ı savaşa sokarken İzmir ve çevresini vaadetmişti. Halbuki St. Jean De Möaurienne antlaşmasıyla bu yerleri aynı zamanda İtalya’ya vaadetmişti. Bundan başka İtalya ile Yunanistan arasında 12 ada meselesi de bulunmaktaydı. İngiltere, Fransa ve ABD güçlü bir İtalya‘nın İzmir ve çevresine sahip olmasını istemiyordu. Bu yüzden İzmir’in İtalya’ya verilip verilmemesi konusu tartışmaya açıldı. İtalya bu süreçte Anadolu’ya asker çıkartıp işgallere başlayınca bundan da etkilenen İngiltere, Fransa ve ABD İzmir’i Yunanistan’a vermeye karar verdiler. Aslında bu üç ülkenin bürokratları ve askerleri İzmir ve çevresinin Yunanistan’a verilmesinin Türk halkı tarafından kabul edilmeyeceğini ve olaylar çıkabileceğini devletlerine bildirmişleri. Buna karşın böyle bir karar verilmiştir.
Paris Barış Konferansında Anadolu su şekilde paylaştırılmıştır:
1 Batı Anadolu’da Yunanistan
2 Güney Batı Anadolu’da İtalya
3 Doğu Anadolu’da da Ermenistan Kurulması şartıyla ABD Mandater yönetimi
Paris Barış Konferansının Osm. Devleti üzerindeki diğer önemli konusunu ise Osm. Devletinin Orta Doğu toprakları oluşturuyordu. Gizli Antlaşmalarla burası savaş içinde İngiltere ve Fransa tarafından paylaşılmıştı. Şimdi bunun açıklanması gerekiyordu. Fakat bu sırada Wilson'un prensipleri yayınlandığından sömürge idaresi şık olmayacağından Mandaterlik icat edildi. İngiltere ve Fransa bu geri kalmış toprakları kalkındırmak ve uygarlaştırmak için buraları himayelerine almayı uygun gördüler. Nitekim bundan sonra Sykes-Pichot antlaşmasına göre Orta Doğu bu iki ülke tarafından paylaşılmıştır.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Şubat 2016       Mesaj #14
Safi - avatarı
SMD MiSiM
MÜDAFAA-YI HUKUK CEMİYETLERİ
Yunanistan’a ve Ermenistan’a Türkiye’den toprak verileceği haberi Türk Ulusunu ve aydınlarını harekete geçirmiştir. Öncelikle bu iki ülkeye verilecek toprakların savunmasını sağlamak için çeşitli milli örgütlenmelere gidilmiştir.Başlangıçta Müdafaayı Hukuk örgütleri sadece tarih, nüfus üstünlüğü haklarına dayanarak propaganda yöntemiyle bölgelerinin kurtarılmasını amaçlamışlardır. Dağınık ve merkezi otoriteden yoksun örgütlerdir. Örgütlerin kurulmasındaki temel duygu Türklük ve bağımsızlık duygusudur. Tarih, nüfus üstünlüğü gibi konuları kullanarak Osm. Devletinin toprak bütünlüğünü korumayı amaçlamışlardır.Bu cemiyetlerin programlarında “silahlı propaganda” yoktur. Bilimsel araştırmalar, istatistik çalışmalar ile büyük devletleri haklı olduklarını kabul ettirmek için propagandanın yeterli olduğunu düşünmüşlerdir.Programları vatanın bütünlüğünü ve Türk ulusunun tümünü kapsamıyordu. Adlarından da bu anlaşılmaktadır. Bu örgütlerin tamamının merkezi İstanbul idi. Örgütler yayınladıkları bildirilerde herhangi bir siyasi partinin üyesi veya devamı olmadıklarını önemle vurgulamışlardır. Yani bu örgütler partilerden ve particilikten uzak durmaya çalışmışlardır. Bütün bunlara rağmen aslında bu örgütleri kuranların ve destekleyenlerin birçoğu eski İttihat Terakki partisi üyeleri ve sempatizanları olduğu görülmektedir.
Müdafaayı Hukuk Cemiyetlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1 Trakya Paşaeli Müdafaa-yi Heyet i Osmaniyesi: Trakya Bölgesi’nin Türklüğünü savunmak için kurulmuştur. Merkezi Edirne’dir.
2 İzmir Müdafaa-yi Hukuku Osmaniye Cemiyeti
Müdafaa-yi Vatan İlhakı Red Heyet-i Milliyesi: Bu iki örgütte İzmir ve Batı Anadolu’nun Türklüğünü savunmak için kurulmuştur. Batı Anadolu Bölgesinin Yunanistan’a verilmesini engellemeye çalışmışlardır.
3 Kilikyalılar Cemiyeti: Adana-Osmaniye-Antep-Maraş-Antakya-İskenderun bölgesinin Türklüğünü savunmak için kurulmuştur. Bu bölgenin Fransızlara ve özellikle Ermenilere verilmesini engellemeye çalışmışlardır.
4 Vilayatı Şarkiya Müdafaa-yi Hukuk Cemiyeti: Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti kurulması tehlikesine karşı kurulmuştur. Milli Mücadelenin temel örgütlerinden birisi olacaktır. Güçlü bir teşkilatı vardır. Bundan dolayı Atatürk ilk önce bu örgütün liderliğini elde ederek milli mücadeleyi örgütleyecektir.
5 Trabzon Muhafaza-yı Hukuk-u Milliye Cemiyeti: Trabzon ve çevresinin Türklüğünü korumak amacıyla kurulmuştur. Özellikle Pontus Rum örgütünün çalışmalarını engellemek ve Trabzon ve çevresinin Osm Devletinden ayrılmasını önlemek için çalışmıştır.
6 Milli Kongre Cemiyeti: Merkezi İstanbul’dadır. Bu örgüt birçok örgütün birleşmesiyle oluşmuş bir federasyondur. Herhangi özel bir bölgenin değil ülkenin tamamının hukukunu korumaya yönelik olarak kurulmuştur. Tamamen barışçı bir çerçevede propaganda yoluyla Türklüğün ulusal haklarını korumaya çalışmıştır.
7 Cenubi Garbi Kafkas Hükümet -i Muvakkat-i Milliyesi ( Güneybatı Kafkas Geçici Milli Hükümeti) Elviye-yi Selase’nin (Üç Sancak Kars-Ardahan-Batum) Türklüğünü savunmak için kurulmuştur. Bir süre için Kars’a hakim olmuştur. Kars İngilizler tarafından işgal edildikten sonra örgüt dağıtılmış ve liderleri sürgün edilmiştir. Bu bölgenin özellikle Ermenilerin eline geçmemesi için çalışmıştır.



ATATÜRK’ÜN ANADOLU’YA GÖNDERİLMESİ
Atatürk’ün İstanbul’a neden geldiğini ve neler yapmaya çalıştığını daha önce özetlemiştik. Atatürk İstanbul’a merkezi otoriteye sahip olmak için gelmişti. Bunun için çeşitli girişimlerde bulunmuş ancak başarılı olamamıştı. O bundan yılmamış ve İstanbul’da arkadaşlarıyla ülke sorunlarına ilişkin toplantılar düzenlemeye devam etmiştir.
Anadolu’da oluşmaya başlayan “Müdafaayı Hukuk” kuruluşlarının direnmeleri merkezi otoriteden yoksunluk sebebiyle etkisiz olduğundan İtilaf Devletlerini pek düşündürmüyordu. Ancak bu sırada Samsun, Vezirköprü, Merzifon dolaylarında Pontus Rum çetelerinin saldırıları Türkleri kendilerini korumaya itince asayiş bozulmuştu. Bu durumda Türkleri suçlu bulan İngiltere olayları yatıştırması için Osm. Hükümetine sürekli baskı uyguluyordu. Bu baskılar sonucunda buraya bir askeri müfettiş gönderilmesi gündeme geldi. İşte bu durum Atatürk için Anadolu’ya geçmek için büyük bir fırsat yarattı. İçişleri Bakanı Mehmet Ali Beyin Hükümete Atatürk’ü önermesi bu yolu sonuna kadar açmıştır.
Atatürk hakkında yapılan soruşturmalarda olumsuz bir yön bulunmadığından ve İngilizler ulusal bir direnişin olabileceğini akıllarından geçirmediğinden Atatürk’ün Anadolu’ya gönderilmesinde bir sakınca görmediler. Hükümet içinde Adliye nazırı ve Şeyhülislam Atatürk’ün Anadolu’ya gönderilmesine karşı çıktılarsa da bunun bir padişah emri olduğu kendilerine bildirilince bu direnişlerinden vazgeçtiler.
Atatürk, Ankara dahil bütün Orta ve Doğu Anadolu’da çok büyük yetkilerle donatıldı. Atatürk’e verilen görevler “ Bu sayılan bölgelerde asayişin sağlanması, bölgedeki silahların toplanması, bölgede kurulmuş “Müdafaayı Hukuk” şubelerinin kapatılması” olarak sıralanıyordu. Bu görevleri yerine getirebilmesi için de sadece bölgedeki ordu birliklerinin komutanı olarak değil aynı zamanda bölgedeki valilik ve mutasarrıflıkların amiri olarak da atanıyordu.


MİLLİ MÜCADELE
İZMİR’İN İŞGALİ VE YUNAN İLERLEYİŞİ
Paris Barış Konferansında oldukça büyük tartışmalardan sonra İzmir ve çevresinin Yunanistan’a verilmesi karalaştırılmıştı. İzmir ve çevresinin Yunanistan tarafından işgal edileceği anlaşılınca Osm. Devleti yöneticileri halkı yatıştırmak ve etkisiz hale getirmek için her şeyi yaptılar. Hükümet; milliyetçi bir yapıya sahip İzmir valisi Nurettin Paşayı bu görevden alıp yerine Kambur namıyla tanınan İzzet Paşayı ve Kolordu Komutanlığına da Ali Nadir Paşayı atadı. Bununla da yetinmeyen İstanbul Hükümeti bölgeye bir Heyet-i Nasiha gönderdi. Bunların yaptıkları propagandalar sonucu bir kısım milliyetçi genç haricinde büyük halk yığını etkisiz hale getirildi. Nitekim işgalin bir gün öncesi yapılan Maşatlık mitinginde çok az bir gençlik grubu katıldı ve fazla bir etki sağlayamadı.
Bütün bu sürecin sonunda Yunanistan 15 Mayıs 1919 tarihinde “Güzel İzmir”e asker çıkardı. Fakat bütün sindirme çalışmalarına rağmen bir kısım Türk genci karaya çıkan Yunan askerlerine ateş ettiler. Hasan Tahsin ve arkadaşları bu hareketleriyle Türklüğün esir edilemeyeceğini dünyaya gösterdiler. Bu ateş etme olayından sonra Yunan askerleri çıldırmışlar ve katliama girişmişlerdir. Yunanlılar ilk gün 400 Türkü öldürmüşler. Sonraki bir iki gün içinde 4000-5000 Türk, çevre köy ve kazalar da dahil olmak üzere öldürülmüştür.
Yunanlılar daha başlangıçta geçici bir işgal için değil kalıcı bir ilhak için geldiklerini açığa vurdular. Türk ulusunun içine düştüğü durumdan yararlanmak isteyen Yunanlılar 100 yıllık ihtirasları gerçekleştirmek için iştahla kan dökmeye başladılar.
Batı dünyası işgal olaylarının kanlı olmasını biraz da olsa yadırgamamış değildir. Ancak bu katliamları görmeme eğilimine gitmiştir. Batı gazeteleri İzmir’in işgalini “Hasta Adam”ın cenaze töreni olarak duyurmuştur.
Yunanlılar, ilk günlerin yarattığı iç ve dış tepkiler üzerine bir kısım tedbirler almaktan da geri durmamıştır. Venizelos Türk kültürünü yakından tanıyan Arkadaşı Stergiadis’i İzmir’e vali olarak atamış ilk günkü olayların sorumlusu olarak bir kısım Yunan Askerleri yakalanmışlar ve yargılanmışlardır. Gerçi onun bu uygulamaları Kilise, yerli Rumlar ve Subaylar arasında tam olarak gerçekleşmemiştir. Stergiadis’in çabalarına rağmen Yunanlıların ilk günlerde yaptıkları katliam Batı Anadolu Halkının uyanması için yetmiştir. Bu gönül alma çalışmaları Türkler için de pek bir anlam taşımayacaktır.
İZMİR’İN İŞGALİNE TEPKİLER
İzmir’in işgali ve olaylar tüm Türkiye’de büyük bir heyecan ve tepki yarattı. Eski uyrukları Yunanlıların işgali Türk ulusunun “Milliyetçilik” duygusunu kamçıladı. İzmir’in işgali milli mücadelenin böylece odak noktası haline geldi.
Türk Basını baskılara rağmen haberi ulusun duygularını yansıtacak biçimde vermiştir. Haberin duyulması tüm yurtta bomba etkisi yaratmış toplantılar mitingler ile bu olay tüm yurtta protesto edilmiştir.
İstanbul’da da bu tepki kuvvetli bir şekilde yaşanmıştı. 22 Mayıs’ta Kadıköy, 23 Mayıs’ta Sultan Ahmet mitingleri gerçekleştirilmiştir. Sultan Ahmet mitingine 90 bin kişinin katılması önemli bir olay olmuştur. İstanbul dışında da bir çok yerlerde mitingler yapılmış olay gönderilen proteste telgraflarıyla lanetlenmiştir.
İzmir’in işgali Türk Ulusunu uyandırmıştır. Artık Padişah bile olay karşısında Türk ulusunun ayaklanışını engelleyemez bir hale gelecektir. Padişahın bu süreçteki tutumu ise değişmemiştir. Tahtını ve tacını düşünen Vahdettin, Şurayı Saltanat toplantısında İzmir’in işgali olayının bir ilhak olduğunu bildirilmesine rağmen önerilen “Şurayı Milli” kurulmasını kabul etmemiştir.


BATI ANADOLU KUVAYI MİLLİYESİ
İzmir ve civarında dar bir bölgede sıkışıp kaldığını gören Yunan askeri komutanları içerilere doğru ilerleme kararı aldılar.
Nazilli Aydın Cephesi
23 Mayıs 1919 tarihinde ilerleme harekatı başladı. Aydını işgal eden Yunanlılar Nazilliye doğru ilerlerken 17 Kolordu Komutan Vekili Albay Bekir Sami Bey, Ödemiş ve Tire’de ilk Kuvayı Milliye birliklerini oluşturdu. Nazilli’de bulunan Yörük Ali Efe’de adamlarıyla birlikte Kuvayı Milliye’ye katıldı. Türk Birlikleri bu süreçten sonra Yunan birliklerine saldırmaya başladı ve Yunanlılar biraz da şaşırdığından Nazilli ve Aydın’dan düşman çıkartıldı. Yunanlılar bu durumu Paris Barış Konferansına taşıdılar ve kendi ülkelerini savunan bu kahramanları eşkıyalıkla suçladılar. Yunan ordusu bir süre sonra güçlü bir tugayla yeniden saldırıya geçti ve tekrar Aydın’ı geri aldı. Bu süreçte Kuvayi Milliye Hareketi de genişlemeye devam etmiştir. Nitekim bu süreçte Demirci Mehmet Efe Kuvayi Milliyeye katılmıştır.
Kütahya Salihli Cephesi: Ödemiş yönünde ilerleyen Yunanlılar Salihli ve Alaşehir’e yönelince bu bölgede de direniş başlamıştır. Bu bölgede Çerkez Ethem savunmayı üstlenmiştir.
Ayvalık Cephesi: Yunan nüfusun oturduğu bölgelerden birisi de bu kasabaydı. Yunanlılar bu kasabayı ele geçirmek için harekete geçince bu yörede bulunan 172. Piyade Alayı Komutanı Yarbay Ali Çetinkaya bu bölgede savunmayı oluşturmuştur.
Bergama Soma-Balıkesir Cephesi: Yunan ordusu Bergama üzerinden bu bölgeye doğru işgal hareketine 12 Haziran 1919 tarihinde başladı ve Bergama’yı işgal etti. Bunun üzerine bu yörede bir ulusal direniş hareketi başlatıldı. 61. Tümen Komutanı Kazım (Özalp) Bey bu bölgenin komutanlığını üstlenmiştir.


BATI ANADOLU KUVAYI MİLLİYESİNİN KARAKTERİ
Batı Anadolu Kuvayı Milliyesi zayıf mevcutlu askeri birliklerin komutanları, milli duygularla vatanlarını savunan hamiyetli Türk vatandaşları ve eskiden eşkıyalık yapan bazı efeler ve adamlarından oluşmaktadır.
Halkın, askerin, efelerin oluşturduğu bu direniş hareketinin ortak noktası vatan savunması ve Türklük duygusudur. Böylece oluşan direniş hareketi, Ayvalık’tan, Denizliye kadar uzanan geniş bir çizgi üzerinde milli bir cephenin doğmasına yol açmıştır. Bu milli cepheyi oluşturan kuvvetlere ve bu harekete dar anlamda “ Kuvayı Milliye” dendi. Bu anlamıyla kuvayı milliye silahlı direnişi ifade etmektedir.
Batı Anadolu’da Kuvayı Milliyecilerle Padişahçılar arasında çok sert ve kanlı çatışmalar olmuştur. Yunanlılarla birlikte işbirliği yapan bozguncu, padişah yanlısı ve ulusal kuvvetlere katılmayanlara karşı sert ceza yöntemlerine başvuruldu. Bu bakımdan Batı Anadolu Halk Savaşları Güney Doğu Anadolu2daki gibi şehir savaşları biçiminde olmadı.
MİLNE HATTI
Yunanlıların İzmir’e çıkmaları üzerine başlayan ulusal direniş harekatı İtilaf Devletlerini harekete geçirmiştir. İngiliz Generali Milne, Paris Barış Konferansına gönderdiği mesajında İzmir olayları sonrasında Türk ordusu ve bir kısım halkın bütün emirlere rağmen direnişe geçtiğini bildirerek her iki tarafın belirli bir hat çevresine çekilmeleri önerisini iletti.
Bu mesajın kabulünden sonra 3 Kasım 1919 tarihinde Yunan işgaline karşı Türk direnişinin başladığı alanda bir hat oluşturdu. Yunan Komutanlığı Yunanistan’dan yeni askerler getirilinceye kadar kendisine fırsat verecek bu hattı kabul etmiştir. Atatürk 31 Aralık 1919’da Batı Anadolu‘daki komutanlara gönderdiği yazıda bu hattın kabul edilmemesini bildirmiştir. Böylece hat Kuvayi Milliye tarafından kabul edilmemiştir. Ancak buna rağmen hat Yunan genel saldırısına kadar varlığını korumuştur. Çünkü Batı Anadolu Kuvayı Milliye’sinin düzenli Yunan Birliklerini işgal sahasından atacak herhangi bir gücü yoktur.
AMİRAL BRİSTOL RAPORU
Batı Anadolu’da genişleyen ulusal direniş Batı Kamuoyunda heyecan yaratmıştır. Milletler Cemiyeti’nin kurulması sırasında böyle bir olayın çıkması, Avrupa Basınının bile Türkler lehine yazı yazmasına yol açmıştır. bunun üzerine İtilaf Devletleri bölgeye durumu incelemek üzere bir heyet göndermeye karar verdiler. Bu heyete ABD delegesi Amiral Bristol başkanlık ettiğinden Amiral Bristol heyeti adıyla anılacaktır. Heyet birkaç haftalık çalışmadan sonra 12 Ekim 1919 tarihinde bir rapor hazırlar. Bu rapor şöyle özetlenebilir:
1 Ateşkes Antlaşmasından sonra İzmir ve çevresinde Hıristiyan halkın hayatının tehlikede olduğuna dair bilgiler yanlıştır. Bu bilgileri veren kişiler ve hükümetler sorumludur.
2 İşgalden sonra Batı Anadolu’da yapılan öldürmelerin sorumluluğu Yunanistan’ındır.
3 Yunan askerleri bölgeyi derhal terk etmeli ve yerlerine İtilaf Kuvvetleri gönderilmelidir.
4 İzmir ve çevresinin ulusal prensiplere göre Yunanistan’a katılması söz konusu olamaz. Çünkü bu yerlerde Türk çoğunluk bulunmaktadır.

MİLLİ MÜCADELENİN YÖNTEMİ
Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinde toplum içinde pek çok görüş ortaya çıkmıştı. Bu görüşleri şöyle sıralayabiliriz.

1 Himaye düşüncesi: Bu görüşü savunanlar iki büyük devlete sığınmayı istemektedir. Birinciler İngiltere Himayesini, ikinciler ABD himayesini
2 Ayrılıkçılık ve bölgesel kurtuluş yolları görüşünde olanlar: Bunların en önemlisi Kürt ayrılıkçılık düşüncesidir. Trabzon’da yerel bir otonomi görüşü de bunlar arasındadır.
3 Din devleti teorisini savunanlar: İslam Teali örgütü çatısında bir şeriat devleti savunulmuştur.
4 Komünist devlet düşüncesinde olanlar: Rus Devriminin de etkisiyle Türkiye’yi Sovyetler Birliği tipinde bir rejime sokmak için gizli Türkiye komünist Partisi çalışmalarda bulunmuştur.
Bu düşünceler arasında biri de Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının savunduğu kayıtsız şartsız bağımsız Türk Devleti formülü. Bu görüşü savunanlara göre Türkler bağımsız olmalıdırlar. Sloganı Ya istiklal ya ölümdür.

Yukarıda değişik görüşler halkı aralarına alarak hakim görüş haline gelmek istemişlerdir. Değişik dezavantajları ve avantajları olan bu görüşler halka düşüncelerini aktarabilmek için değişik yollar arayacaklardır.
Bu görüşlerden birisi olan Bağımsız Türkiye düşüncesi de yaşabilmek ve gerçekleşebilmek için halkoyu desteğini yanına almak zorundaydı. Onun için yöntem olarak sorunu millete anlatma, kabul ettirme ve sorunu millete çözdürme yolu tercih edilmiştir. Asıl güç olan milleti sorununa sahip çıkmaya çağırmak gerekiyordu.Mustafa Kemal Paşa, hareket noktasını ilk andan itibaren bu yol dayandırmıştır.
21-22 Haziran 1919 tarihinde yayınlanan Amasya genelgesinde sorun ulusa duyurulmuş ve ulusun bu sorunu nasıl çözmesi gerektiğinin yolu belirtilmiştir. Bundan sonra hareket askeri yapıdan çıkarılıp bir sivil inisiyatif oluşturulmuştur. 23 Temmuz 1919 tarihinde toplanan Erzurum Kongresi bu düşüncenin ilk adımını oluşturmuştur. Burada sivil Doğu Anadolu halkı Mustafa Kemal’in Bağımsız Türkiye formülünü kabul etmiştir.
4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında Sivas’ta yapılan Ulusal Kurultay ise sorunun tüm boyutlarıyla ulusal alanda tartışıldığı bir yer olmuştur. İç, dış baskılar arasında ve Mustafa Kemal’in Bağımsız Türkiye formülüne içerden yapılan eleştirilere rağmen sonuçta olumlu karalar alınmış, sorunu halletme noktasında ulusal bir örgüt oluşturulmuştur. Ulusal Örgütler Anadolu ve Rumeli Müdafaa yı Hukuku Milliye Cemiyeti adıyla birleştirilmiş, yürütme organı olarak Heyet i Temsiliye kurulmuş, bunun silahlı kuvvetleri olarak da Umum Kuvayi Milliye Kumandanlığı oluşturulmuştur.
Böylece Mustafa Kemal’in düşüncesi olan Bağımsız Türkiye formülü milletin ortak iradesi haline getirilmiştir. Bundan böyle ulus adına hareket eden ulusal örgüt sorunu ulusa dayanarak ve onun desteğiyle çözecektir. Yöntem ulus iradesine dayanma yöntemidir, yöntem her zaman o iradenin üstün irade olduğu bilinciyle hareket etmektir. Nitekim bu bütün süreç boyunca gözetilmiş ve olmayacaklar ancak bu şekilde gerçekleşmiştir.

MİSAK I MİLLİ
İstanbul’da 1920 yılında açılan Osmanlı Mebusan Meclisi Anadolu hareketinin daha önce Erzurum ve Sivas kongrelerinde ana hatlarını belirlediği ulusal sınırlar ve tam bağımsızlık isteğini 28 Ocak 1920 tarihinde yaptığı bir gizli toplantıda kabul etti. Misak ı Milli (Ulusal Yemin) adını taşıyan bu bildiri 17 Şubat 1920 tarihinde dünya kamuoyuna duyuruldu. Bu metin şu maddelerden oluşmaktadır.
1- Osmanlı Devleti’nin Mondros Ateşkes Ant. imzalandığı sırada işgal edilmemiş Türk ve Müslüman ahalinin yaşadığı kısımlar ayrılık kabul etmez bir bütündür.
2- Halkın oyu ile anavatana katılmış üç sancakta Kars-Ardahan-Batum gerekirse halkoyuna başvurulmasını kabul ederiz
3- Batı Trakya’nın hukuki durumu da halkoyu ile belirlenmelidir.
4- İstanbul şehri ve Marmara denizinin güvenliği korunmalıdır. Bu şartla boğazların dünya ticareti için ulaşıma açılmasını kabul ederiz.
5- Türkiye’deki azınlıklara komşu ülkelerdeki Türklere verilecek haklar kadar hak verilebilir.
6- Tüm bağımsız dünya devletlerinde olduğu gibi gelişmemizi sağlayabilmek için sadece siyasi değil iktisadi alanda da bağımsızlık isteriz. Egemenliğimizi kayıtlayan hiçbir şartı kabul etmeyiz. Tam bağımsızlık (İstiklal i Tamme) isteriz.

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ

Yukarıda belirttiğimiz kararlar alınıp dünya kamuoyuna duyurulunca İngiltere Meclisin açılması konusunda vermiş olduğu karadan dönerek İstanbul’u işgal eder. 16. Mart 1920. Sadece İstanbul’u işgal etmekle yetinmez bazı Milletvekillerini tutuklar ve Malta’ya sürgüne gönderir. Bu durum karşısında Meclisi Mebusan başkanı Cami Bey Meclisin bu şartlar altında çalışamayacağını belirterek olağan duruma kadar meclisi kapatır.
Anadolu hareketinin reisi Mustafa Kemal Paşa bu süreçte harekete geçerek İstanbul’da açılması artık imkansız hale gelen meclisi Anadolu’da Ankara’da açmağa karar verir.
Ancak bu meclis artık eski Meclis i Mebusan olmamalıdır. Onun için adından yetkilerine büyük tartışmalarla meclis oluşacaktır. Bir kısım eski milletvekilleri meclisin İstanbul’dan kaçabilen milletvekilleriyle Osmanlı Mebusan Meclisi olarak devam etmesini istemiştir. Aslında artık bu mümkün değildi. Kaçabilen milletvekili sayısı milleti temsil yeteneğini kaybetmişti.
Bu meclis olağan bir meclis olmayacaktı. Onun için ilk tartışma alanlarından birisini meclisin adı teşkil etti. Mustafa Kemal tarihi görevine denk düşecek tarzda KURUCU MECLİS olmasını istiyordu. Ancak bu isimden bazıları çekindi. Onun için kurulma aşamasında Salahiyeti Fevkaladeye Malik Meclis unvanı kullanıldı. Aslında bu da kurucu meclis demekti.
Nitekim sonuçta ismi Türkiye Büyük Millet Meclisi oldu. Türkiye ile başlayarak Osmanlının bittiğini belirtiyordu. Büyük ile Kuruculuk vasfını bitiştiriyordu. Millet ile de iradenin ilahi kaynaktan insani kaynağa geçtiğini belirtiyordu. Böylece artık toplumu yüce güçlerden el ve yetki alan sultanlar, halifeler değil millet kendisi yönetecekti. Egemenlik kesin ve kesin ulusundu.
Bu söylediğimiz şartlar çerçevesinde ulusal egemenliğin abidesi Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da görevine başladı. Böylece Mustafa Kemal’in düşüncesi olan kayıtsız şartsız bağımsız Türkiye düşüncesi en büyük kuruluşunu gerçekleştirmiş oldu.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Şubat 2016       Mesaj #15
Safi - avatarı
SMD MiSiM
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN YAPISI

Yukarıda sıraladığımız şartlarla kurulan TBMM, aslında seçimle oluşturulmuş bir meclis değildi. Üyeleri eski mebusan meclisi üyelerinden Anadolu’ya kaçabilenler, Anadolu insanının temsilcisi, esnaf, sanatkar, çiftçi, köylü, subay, hoca, şeyh, aşiret reisi, işçi bütün iş ve çıkar gruplarından insanlardan oluşmaktaydı. Herhangi bir sandık konulmamasına rağmen vekiller yine de bir seçimi ifade etmektedirler. Vekiller genelde bölgelerinde etkili, toplumsal temsil yeteneği olan insanlardan oluşmaktaydı. Onun için seçimli olmamasına rağmen 1. meclisin milletim temsili hiçbir zaman tartışılmamıştır.
Toplumun çeşitli katmanlarından oluşan meclis bu yapısıyla bir homojen birlikteliği de içermemektedir. Giysilerden, fikirlere yaşam biçimlerine ve fikirlere çok çeşitlilik göstermektedir. Mecliste her düşünceden insan bulunmaktadır. Bir tek ortak düşünce altında birleştirebilmek belki mümkündür o da Türkiye’nin düşman işgalinden kurtarılması.
Meclis içinde, kalpaklılar, sarıklılar, fesliler, şalvarlılar, pantolonlular, ceketliler, cübbeliler çok değişik kıyafette insanlar bulunmaktadır. Bu çok kıyafetlilik aynı zamanda çok farklı düşüncelerin de göstergesidir. Bu anlamda mecliste padişah destekçileri, İttihat ve Terakki Partisi sempatizanları, Komünist devlet isteyenler, din devleti formülüne yakın şeyhler hocalar bulunmaktadır. Bir yerde Meclisi 1. ve 2. grup olarak iki grupta toplamak mümkündür. 1. Grupta Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları 2. Grupta ise tüm diğer görüş sahipleri.
Bu görüş farklılıkları Milli Mücadele sürecinde Mustafa Kemal Paşayı sıkıntılara sokacaktır. Özellikle nispi yenilgilerin yaşandığı dönemlerde muhalefet sesini yükseltecek ve bağımsız Türkiye savunucularını sıkıntıya uğratacaklardır.
Bütün bunlara rağmen Meclis milletin temsilcisi olarak sonuçta asker alımı ve vergi toplanması işini başararak Kuruculuk vasfının gereklerini yerine getirerek “Gazi Meclis” unvanını kazanarak BAĞIMSIZ TÜRKİYE’nin kurulmasında büyük bir rol oynamıştır.

İÇ AYAKLANMALARIN NEDENLERİ

Türkiye’de Amasya Genelgesi süreciyle başlayan Bağımsız Türkiye düşüncesi İstanbul ve büyük devletler tarafından son derce tehlikeli bulunuyordu. Bu yüzden ilk andan itibaren Bağımsız Türkiye düşüncesine muhalif hareketlerde bulunmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin askerliği ve vergiyi kaldırdığı bunların en önemli propaganda vasıtaları olmuştur. Yine Anadolu hareketine karşı yayınlatılan “Şeyhülislam Fetvası Padişah Fermanı ve Hükümet Bildirisi” ile halk milli mücadele aleyhine kışkırtılmıştır. Bu kışkırtmalar ve başka yapılar sonuçta iç isyanları yaratmıştır. Bunları daha iyi anlayabilmek için iç ayaklanmaların nedenlerinin ortaya çıkarılması gerekir. İç ayaklanmaların nedenleri bu ayaklanmaların bastırılması için başvurulan yöntemlerin de sebebi olacağından önemlidir. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
1 Uzun savaş yıllarının yarattığı yokluk umutsuzluk nedeniyle asker kaçaklarının artması. Asker kaçakları isyanların insan kaynağını oluşturduğundan en önemli etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenin ortadan kaldırılması önemli olduğundan bu konuda çalışmalar yapılacaktır (İstiklal Mahkemeleri)
2 Milli Mücadele vatan savunması için halka ağır fedakarlıklar yüklemektedir. Halkta bunlardan kaçma eğilimi ayaklanmalara yol açmıştır. Bazı bölgelerin işgal altında olmaması ve işgalin olmayacağı düşüncesi yeni savaştan çıkmış halkta yeni vergilerden kurtulma düşüncesini doğurmuştur. Bunun sonucunda isyanların çıktığı görülmüştür.
3 Halife Padişaha olan dinsel ve geleneksel bağlılık, bu makamı yasal tanıtıyor, Milli Mücadeleyi gayri meşru ilan edenlerin etkili olmasını sağlıyordu. Anadolu insanını yüzlerce yıl onurla temsil etmiş Osmanlı Hanedanına karşı önemli bir sempati bulunmaktaydı. Halkın bu sempatisi son padişah ve hükümetler tarafından kullanılmaya çalışılmıştır.
4 Hürriyet ve İtilaf Fırkasının desteklediği İstanbul Hükümetleri, Mustafa Kemal Paşayı ittihatçı ve Bolşevik olarak tanıtıyorlardı. Halk içinde mücadeleden bıkmış olanlar bu propagandadan etkileniyor ve Mustafa Kemal Paşayı maceracı bir savaş düşkünü olarak algılamalarına neden oluyordu.
5 Yabancılar ve Osmanlı Hükümetleri tarafından bir kısım para düşkünü kişiliksiz insanların kullanılması. Her toplumda olabileceği gibi o süreçte Türk toplumu içinde kişisel çıkarları toplum çıkarlarından üstte tutan insanlar ve gruplar olmuştur. Bunlar da isyan çıkmasına yol açmıştır.

SEVR ANTLAŞMASI

Türkiye içeride iç isyanlarla uğraşırken Yunan Ordusu aldığı desteklerle yığınağını tamamlamış ve 20 Haziran 1920 tarihinde genel taarruza geçerek büyük bir ilerleme gerçekleştirmiştir. Yunanlılar karşılarında önemli bir direniş gücü olmayan kuvayı milliyeye rağmen işgal ettikleri toprak miktarını 14 bin km2’den 53 bin km2’ye yükseltmişlerdir. Manisa, Aydın, Denizli, Balıkesir, Bursa illeri işgal altına alınmıştır.
Yunanlıların bu ilerleyişine karşı konulamayınca İtilaf devletleri San Remo’da karar altına aldıkları taksim planını içeren antlaşmayı Osmanlı Devletine imzalatmak için bu fırsatı kullandılar. Antlaşma için Paris’e giden Osmanlı devleti temsilcileri çok ağır maddeler içeren Sevr Atlaşması’nı 10 Ağustos 1920 tarihinde imzaladılar. Tarih önümde Osmanlı Devleti’nin devletlikten istifası olan bu metin şunları içermekteydi:
Osmanlı Devleti İç Anadolu, Doğu Anadolu'nun bir kısmı, Orta ve Batı Karadeniz den ibaret deniz çıkış olmayan bir küçük toprak parçası halini alıyordu.
Boğazlar özel bir bayrağı ve bütçesi olan bir komisyon tarafından yönetilecekti
Kapitülasyonlar tüm ayrıntılarıyla yürümeye devam edecekti
Osmanlı Devletinin maliyesi ve bütçesi Duyun u Umumiye idaresince eskiden olduğu gibi yönetilecekti.
Azınlıklar her derecede okul açabilecek
Ordu olmayacak 15 bin kişilik bir iç güvenlik kuvveti bulundurulacaktı. Subayların % 15’i İtilaf devletlerin subayları oluşturacak. Askerlik mecburiyeti kaldırılacaktı
Donanma sınırlanacak ve küçültülecekti. Müttefikler kontrol edeceklerdi
Bağımsız bir Kürt Devleti kurulmasına izin verilecekti
Doğu illerinde Ermenistan kurulacaktı
Osmanlı Devleti Arap topraklarının tamamını terk edecekti
12 ada İtalya’ya diğer adalar Yunanistan’a bırakılacaktı
İzmir yönetsel açıdan Yunanistan’a bırakılacaktı.
Sevr Türk Milleti açısından uygulanması imkansız bir antlaşmaydı. Erzurum’u, Edirne’yi, İzmir’i dışarıda bırakan böyle bir antlaşmayı kabul etmemek üzere Türk Milleti bir kat daha fazla Misak ı Milli’yi gerçekleştirmek için Milli Mücadeleye yönlenecektir.

İÇ GÜVENLİĞİN SAĞLANMASI VE İSTİKLAL MAHKEMELERİ
Milli Mücadele Dönemi İstiklal Mahkemeleri
1. Dönem İstiklal Mahkemeleri
Türkiye 1920’den itibaren hem dışarıdan hem de içeriden kuşatılıp milli hareket yok edilmeye çalışılınca karşı tedbirler almak durumunda kalmıştır. Özellikle dış düşmanların ülke dışına gönderilmelerini sağlanması için ülkede hakimiyetin sağlanıp asker ve vergi toplanması gerekiyordu. Bunun gerçekleşebilmesi için ise Anadolu Hükümetinin halk gözünde meşru ve yasal Hükümet haline getirilmesi gerekiyordu. Yani Türk Milletinin ulusal organa itaat etmesini sağlamak gerekiyordu. Bunun için gönüllü çalışmalar yapıldığı gibi korkutma ve itaat ettirme çalışmaları da yapmak gerekiyordu.
Anadolu’nun kurtuluşu için gerekli Türk ordusunun kurulması meselesinin mutlaka çözülmesi gerekiyordu. Bu sorun çözülürse Anadolu’daki isyanların askeri gücü de ortadan kalkacağından iç güvenlik sorunu halledilmiş olacaktı.
İlk önceleri bu asker kaçakları konusunda normal zamanların yöntemleri denendi. Yani asker kaçağının peşine adam takıldı. Yakalanınca da Mahkeme önüne getirildi. Yargılandı. Fakat bu çok uzun bir süreci almaktaydı. Yakalama, yargılama, temyiz, yeniden yargılama yargılama sonucunda asker kaçağına ceza olarak hapis cezasının verilmesi sorunu çözmüyordu. Zaten asker yokken bir kısım askerlerin asker kaçaklarının başını beklemek üzere hapishanelerde nöbet tutmaları anlamsızdı. Asker kaçaklarının amacı savaşmamak olduğu için hapishane onların işine geliyordu.
İşte bütün bu sorunlara çare olmak üzere olağanüstü yetkilere sahip İstiklal Mahkemeleri (FİRARİLER HAKKINDA KANUN) 11 Eylül 1920 tarihinde kuruldu. Üyelerinin normal hakim savcılardan oluşmadığı bu mahkemelerde hakimlik görevini Meclisten seçilmiş Milletvekilleri oluşturmuştur (3 Üyelidirler. İçlerinden bir reis seçilirdi). Bunların kararları kesin olup temyizi yoktu. Kararları bütün organlar yerine getirmek durumundaydı.
Milli Mücadele dönemi İstiklal Mahkemelerinin birinci kısmında hükümetin 16 mahkeme önerisine Meclis kabul etmeyecek ancak 8 inin kurulmasına rıza gösterecektir. Asker alım merkezlerinin yakınında olmak üzere Ankara, Eskişehir, Konya, Diyarbakır, Isparta, Sivas, Kastamonu, Pozantı (Adana) 8 İstiklal Mahkemesi kurulmuştur.
Bu mahkemeler gezici (seyyar) mahkemelerdir. Hakimler suçluların yanına giderlerdi. Herhangi bir özel binaları yoktu. Neresi uygunsa orada yargılama yapılırdı. Örneğin bir köy meydanı mahkeme merkezi olabilirdi. Bu mahkemeler aynı zamanda açık (Aleni) mahkemelerdi. Halk önünde yapılırdı. İsteyenler mahkemeyi gözleyip dinleyebilirlerdi. Burada şu iyice anlaşılmalıdır ki bu mahkemeler hiçbir şekilde ağır ceza vermek adam yok etmek mantığıyla kurulmamıştır. Bu mahkemelerin bir tek hedefi vardır o da TBMM’nin otoritesinin kabul edilmesine yardımcı olmaktır. Bu otoritenin sağlanması görevini de aslında tebliğ yoluyla yani Milli Mücadelenin nedenini niçinini halka doğrudan doğruya anlatmak suretiyle yerine getirmeye çalışmışlardır. Burada İstiklal Mahkemeleri neredeyse bir mahkeme gibi değil de birer parti propagandisti gibi hareket etmişlerdir. Bir yerde milletin yeni kurulan devlete bağlılığını oluşturmaya çalışmışlardır. Burada mahkemeler bunu sağlarken sistem dışı olanları şiddetle cezalandırarak devletin gücünü ve adaletini göstermeye çalışmışlardır. İstiklal Mahkemeleri yukarıda belirtildiği gibi eşkıyalık, soygun, cinayet hatta ırza geçme gibi adi suçlarla da ilgilenmek suretiyle yeni devlete olan güveni artırmaya çalışmışlardır.
Bu ilk dönem İstiklal Mahkemeleri Ankara Mahkemesi dışında Şubat 1921 tarihine kadar değişik çalışmalarda bulunmuşlar ve şunları sağlamışlardır.
TBMM içte ve dışta tanındı
Ayaklanma olayları bastırıldı, kanun egemen oldu
Devlet organı çalışmaya başladı, vergi ve asker alınması büyük ölçüde düzeldi
Ordu kurulması mümkün oldu, milletim orduya inancı arttı.
TBMM Hükümeti kesin bir biçimde Osmanlı Hükümetine üstünlük sağladı.
2. Dönem İstiklal Mahkemeleri
Şubat 1921 tarihinde kaldırılmalarına karşın aslında İstiklal Mahkemelerinin kuruluş sebepleri tam anlamıyla ortadan kalkmamıştı. Örneğin asker kaçakları sorunu ve vatan hainliği tam olarak çözülememişti. Bu konulara tekrar normal mahkemeler bakmaya başladığı için bu sorunlar yeniden hortlamıştır. Bunlardan başka soygun, ayaklanma, ırza geçme, cinayet gibi suçlarda da büyük artışlar olmaya başladı.
Kütahya ve Eskişehir savaşları yenilgisi, düşman ilerlemesi karşısında kaybedilen topraklar ve tehlikenin Ankara’ya yaklaşması büyük bir moral çöküntüsü yarattı. Temmuz 1921 de asker kaçaklarının sayısı 39.809 kişiye yükseldi. Bu yüzden Mecliste beliren eğilim mahkemelerin yeniden kurulmalarını sağladı. Özellikle Türk ordusunun sağ ve sol kolu üzerindeki iller üzerinde duruldu ve Konya, Kastamonu, Samsun, Yozgat illerinde birer İstiklal Mahkemesi kuruldu. Böylece Ankara ile birlikte 5 İstiklal Mahkemesi yeniden harekete geçirildi.
Bu mahkemelerden Kastamonu; Kastamonu, Çankırı, Sinop, Çorum, Bolu, Adapazarı, İzmit ve Zonguldak, Konya İstiklal Mahkemesi; Konya, Isparta, Burdur, Antalya, Adana, Mersin, Samsun İstiklal Mahkemesi; Samsun, Ordu, Giresun, Amasya, Tokat, Sivas, Yozgat İstiklal Mahkemesi; Yozgat, Kayseri, Kırşehir, Niğde illerini kapsıyordu. Görüldüğü üzere Ankara istiklal mahkemesiyle bu 4 mahkeme işgal bölgesi (İzmir, Muğla, Denizli, Aydın, Kütahya, Eskişehir, Bursa, Çanakkale, Edirne) ve Doğu Güneydoğu Anadolu bölgesi hariç tüm Türkiye’yi kapsamaktaydı.
5 Ağustos 1921 Tarihinde Başkomutanlık Kanunu kabul edildi, Böylece tüm yetkiler Mustafa Kemal Paşaya geçti. Mustafa Kemal Paşa bu yetkileri kullanarak Türk Ordusu için gerekli Tekalif-i Milliye Emirleri kanununu çıkarttı. Bu emirler büyük miktarda vergi yükleyen vergi emirleriydi. Bu emirlerin uygulanmasına da İstiklal Mahkemeleri görevlendirilmiştir. Türk Milleti büyük çoğunlukla gönüllü olarak bu emirleri yerine getirdi diğer kısım ise mahkemelerin çalışmalarıyla vergilendirilebildi. Bu mahkemelerin çalışmaları sonucunda güvenlik yeniden sağlandı. Asker kaçakları sorunu halledildi. Devlet egemenliği konusu halledildi. Bu düşünceler doğrultusunda 2 dönem istiklal mahkemelerinin görevinin sona erdiğine ilişkin düşünceler yoğunlaştı. Bu süreç içinde mahkemelerin hukuku da değiştirildi. Mahkemelerin kuruluş kanunu olan Firariler Hakkındaki Kanun yerine 31 Temmuz 1922 tarihinde İSTİKLAL MEHAKİMİ (Mahkemeleri) KANUNU çıkarıldı. Bu kanunla mahkemelerin 3 asıl üyesinden başka bir yedek üye seçilmesi kabul edildi. Burada diğer bir önemli nokta mahkemelere bir de savcı eklenmiştir. Üyelikler 6 ay süreyle sınırlandırılmıştır.Bu kanunla İstiklal Mahkemelerinin idam kararını uygulama hakkı da kaldırılmıştır. İdam kararlarının uygulaması tekrar TBMM’ye iade edilmiştir.
Bu kanunun çıkmasından sonra 2 dönem istiklal mahkemeleri 1 Ağustos 1922 tarihinde kapatılmıştır. Bu süreçten sonra da Cumhuriyetin ilanına kadar iki istiklal mahkemesi daha kurulmuştur. Bunlar İstanbul, Amasya, El cezire İstiklal Mahkemeleridir. Amasya İ.M (Amasya,Samsun), El cezire İ.M (Diyarbakır, Siirt, Bitlis, Elazığ, Van, Malatya, Maraş, Adıyaman, Urfa, Mardin, Gaziantep, Hakkari) illerini kapsamaktaydı. Özellikle işgalden kurtarılmış bölgelerdeki kanunsuzlukları incelemek üzere işgalden kurtarılmış bölgelerde İM’leri kurulması için çalışmalarda bulunulmuştur. Özellikle Batı Anadolu’da Bursa, Bilecik, Eskişehir, Karesi için bir, Kütahya, Afyon, Aydın, Denizli için bir, İzmir, ve Saruhan civarı için bir olmak üzere 3 İM kurulması istenmiş fakat meclis bunu kabul etmemiştir. İstanbul için ise bir İM kurulması kabul edilmiştir. Saltanat, cumhuriyet ve biraz sonra Halifelik konularıyla ilgili çalışacaktır. Bu konular daha çok Cumhuriyet dönemi konuları olduğundan daha sonra anlatılacaktır. Amasya İ.M ise daha çok Pontusçuluk faaliyetleriyle ilgili olarak kurulmuştur. Çok az bir süre çalışmıştır.
El cezire İM ise bölgedeki hassas durum nedeniyle önemlidir. Bilindiği üzere burası Musul bölgesine sınırdır. Musul konusunda her an için savaş çıkabilecek olması bölgede asker kaçaklarını artırmıştır. Mahkeme bölgede yaptığı çalışmalar sonucunda asker kaçakları sorunu kısmen de olsa çözümlenmiştir.

İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN GÖREV ALANLARI VE VERDİKLERİ CEZALAR
İç ayaklanmaları bastırmak ve asker kaçaklarını önlemek amacıyla kurulan istiklal mahkemeleri şu suçlarla ilgilenmişlerdir
1 Asker Kaçakları (İç isyanların ve kanunsuzluğun sona erdirilmesi için bir ordu kurulması gerekiyordu. Onun için Anadolu’nun genç çocukları ikna edilip belki de biraz korkutulup askere getirilmeliydi. İşte İstiklal Mahkemelerinin bu süreçte en önemli işlevi bunu sağlamak olmuştur.)
2 Vatana ihanet ve ayaklanma: İç güvenliğin sağlanabilmesi için iç isyanların önünün alınması gerekiyordu. Bundan dolayı bu suçlara karşı İstiklal Mahkemeleri çok sert tedbirler almışlardır.
2 Casusluk : Her dönemde de önemli olan bu konu ulusal savaş sürecinde daha da öncelik kazanmış ve bu konunun giderilmesi için İstiklal Mahkemeleri görevlendirilmiştir. Bu suç da şiddetli cezaların uygulandığı bir suçtur.
3 Soygunculuk : Bu süreçte işlenilen adi suçlar da normal mahkemelerin etkisizliği yüzünden İstiklal Mahkemelerine konu olmuştur. Bu suç da şiddetli cezayı gerektiren bir suç olarak değerlendirilmiştir.
4 Bozgunculuk, aleyhte propaganda: Milli Mücadele için birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan bu dönemde bozgunculuk da çok tehlikeli bir suç olarak görülmüştür. Halkın duygularıyla oynanarak halkın iğfal edilmesi önemli olaylara yol açtığından bozgunculuk fiilini bilerek işleyenler şiddetle cezalandırılmışlardır.
5 Görevi kötüye kullanma: Halkın kazanılmaya çalışıldığı bu süreçte görevlilere çok daha fazla yük düşmekteydi. Görevlilerin başka dönemlerden daha çok fedakarlık yapmaları ve halka örnek oluşturmaları gerekiyordu. Bu dönemde görevini yerine getirmekte zorlananlar, yavaş davrananlar, rüşvet alanlar görevi kötüye kullanmak suçundan yargılanmışlardır.
6 Cinayet: Soygunculuk gibi adi bir suç olan Cinayet de İstiklal Mahkemelerinin konusu olmuştur. Burada devlet organına güvenin sağlanması açısından bu konulara bakıldığı görülmektedir. Vatandaşların devlete olan güvenlerini artırmak için bu suça da şiddetli cezalar verilmiştir.
7 Halka eziyet ve baskı: Herhangi bir otorite bulunmayışı bazı alanların boş kalması bazı kimselerin kol gücüyle üstünlük kurmasına yol açmıştı. Devletin yokluğu sonucunu doğuran bu gibi davranışlar da yine İstiklal Mahkemelerinin görev alanına dahil edilmiştir.
8 Asker ailesine saldırı: Bu özel bir suç olarak değerlendirilmiştir. Askerden kaçmanın en büyük nedenlerinden birisini askerin kendi ailesini koruma duygusu oluşturmaktadır. Bu yüzden bu suçu işleyenler çok şiddetli cezalandırılmışlardır.
9 Tekalif i Milliye Emirleri’ne uymamak: Sakarya savaşı öncesi Mustafa Kemal Paşanın çıkarmış olduğu ulusal vergi yükümlülükleri kanununun uygulanması son derece önemli olduğundan bu kanunun yargı görevi de İstiklal Mahkemelerine verilmiştir. Böylece Türk Ordusu için gerekli her şey çok daha kolay bir şekilde toplanmıştır.
10 Düşman işgalinden yararlanıp kanun dışı hareketlerde bulunma: Düşmanın işgal ettiği bölgelerde onlardan da destek alarak bir kısım insanlar kanun dışı davranışlarda bulunduğundan bu suçlar da mahkemelerin görev aklanına dahil edilmiştir.
11 Düşmana yardım ve işbirliği: Ağır bir suçtur. Düşmana yol göstermek, keşif kollarında yer almak, lojistik destek sağlamak gibi suçlar bu kapsamdadır. Genelde Türkler değil Türkiye’de yaşayan azınlıklar bu suçları işlemiş ve yargılanıp cezalandırılmışlardır.
12 Düşman ordusuna katılmak: Elbette çok ağır bir suçtur. Vatan hainliği anlamına gelir. Bu ağırlığıyla doğru orantılı olarak cezası da ağırdır.
İstiklal Mahkemeleri yukarıda sıraladığımız suçlara şu cezaları uygulamışlardır.
İdam (Vatana ihanet, casusluk, asker ailesine tecavüz, soygun, cinayet suçlarına verilmektedir. Genel olarak tercih edilmeyen bir cezadır. Tüm yargılama sahasında bu suçlara yönelik 1054 idam cezası uygulanmıştır.
Ağır Hapis ( Yukarıda sayılan suçlardan hafifletici unsurları olanlara uygulanmıştır. 1786)
Tazmin ettirme ( Tüfeğin kırılması, hatalı kullanım sonucu askeri malzemenin kaybolması vb)
Görevden uzaklaştırma ( Görevi kötüye kullananlara uygulanmıştır. Sayısı çok azdır. )
Halk önünde teşhir ( Askerden kaçanlar, yağma yapanlara uygulanmıştır. Psikolojik bir uygulamadır)
Sürgün ve savaş sonuna değin göz altına alma ( Özellikle Osmanlı Vatandaşı azınlıkların erkekleri savaş dışı kalsınlar diye göz altına alınmıştır.)
Dayak (Değnekle, Özellikle asker kaçaklarına uygulanmıştır. Korkutup devlet otoritesini sağlamak üzere kullanılmıştır. İstiklal Mahkemelerinin verdikleri karaların büyük kısmını bunlar oluşturur. 60 bin yargılamadan 40 binini değnek cezası kararları oluşturur. Amacı korkutup askere adam kazandırmaktır)
Müeccelen İdam ( Geri bırakılmış idam kararı). Asker kaçaklarının askerden kaçmalarının önüne geçmek için kullanılmıştır. Askere gönderilen askerlere bir daha askerden kaçtıklarında idam edileceklerinin bildirilmesidir. Ancak bu kararlar uygulanmamış korkutma amacıyla kullanılmıştır. Askerden 9 kere kaçıp 9 kere tecil edilmiş idam cezası verilen askerler görülmektedir.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Şubat 2016       Mesaj #16
Safi - avatarı
SMD MiSiM
MİLLİ MÜCADELEDE CEPHELER
GÜNEY CEPHESİ
Türkiye’nin güney bölgesi Fransız işgal bölgesinde kalmaktaydı. Bu bölgede hemen hemen hiç Türk askeri birliği bulunmamaktaydı. Bundan dolayı bu bölgedeki savaşımı yerel kuvvetler üstlenmiştir. Fransız işgali sonrasında bir süre hareketsiz kalan halk işgalcilerin olumsuz davranışları artınca ve gitme niyetlerinin olmadığını anlayınca harekete geçmiştir. Bu bölgedeki mücadele şehir savaşları şeklinde geçmiştir. Bunlar:
1 Maraş Savunması 20 Ocak- 10 Şubat 1920
2 Urfa Savunması 9 Şubat- 11 Nisan 1920
3 Antep Savunması 1 Nisan 1920- 8 Şubat 1921
4 Adana Savunması 21 Ocak 1920-20 Ekim 1921
Yukarıdaki yapıda gerçekleşen şehir savaşları sonucunda Fransızlar bu bölgede duramayacaklarını anlayarak bölgeden yavaş yavaş çekileceklerdir. Kesin çekilme Ankara Antlaşması sonrasında olacaktır.
DOĞU CEPHESİ
Doğu Cephesi’nde en önemli tehdidi Ermeniler oluşturmaktaydı. Bu bölge son yüzyıl içinde Ruslarla Türkler arasında sürekli el değiştirdiğinden bir kısım siyasal isteklerin artmasına sebep olmuştur. Büyük Ermenistan düşüncesi de bunlar arasındadır. Kars Ardahan Batum Erzurum gibi illeri hatta katılabilirse Trabzon’u da alarak Büyük Ermenistan’ın kurulması Ermeniler tarafından çok arzulanmaktadır. Nitekim Osmanlı Devleti’nin yenilmesi sonrasında bu bölgede yaşayan Ermeniler işgalci güçlerin de yardımıyla ülkülerini gerçekleştirmeye girişmişlerdir. Maalesef bu nedenlerle sivil katliamlar gerçekleştirmişlerdir. Türk halkın bölgeden gitmesine yönelik terör eylemleri düzenlemişlerdir.
Bölgede aslında bir Türk kolordusu bulunmaktaydı. Fakat Sovyetlerle ilişkilerin zedelenmemesi açısından kullanılamıyordu. Kızılordu’nun aşağıya doğru inme tehlikesi belirince Atatürk bu kolorduyu kullanmaya karar verdi. Kazım Karabekir Paşa verilen emir gereğince harekete geçerek Ermeni ordusu üzerine yürüdü. Türk ordusuna dayanamayan Ermeniler doğal sınır olan Arpaçay nehrinin öbür tarafına sürüldüler. Daha fazla dayanamayan Ermenistan Türkiye ile bir anlaşmaya gitti. Türkiye’nin ilk uluslararası anlaşması olan Gümrü Antlaşması 3 Aralık 1920 tarihinde gerçekleşmiştir. Daha sonra bu bölgedeki kesin anlaşma Sovyetlerle yapılmış. Moskova ve sonrasında Kars Antlaşmalarıyla Doğu sınırı güvenlik altına alınmıştır.
BATI CEPHESİ
Türkiye’nin kurulması sürecinde karşısındaki en önemli dış engel ilkenin batısını işgal etmiş bulunan 200 bin kişilik Yunan ordusudur. Bu ordu buradan atılmadıkça yeni Türkiye oluşturulamazdı. Fakat bu ordunun atılabilmesi içinde onun kadar güçlü ve organize bir düzenli orduya ihtiyaç vardı. Devletin kuruluş aşamasında ise bu orduyu oluşturmak imkansızdı. Bu yüzden Kuvayi Milliye adı verilen yerel bir silahlı kuruluşla oyalama dönemine girilmişti. Elde ne para vardı ne de savaşmaya karar vermiş insanlar. Bunun için devletin kuruluşunu tamamlaması beklenecektir. Anadolu insanının yeni devleti onaylamasıyla bu işe girişilecektir. Devletin vergi ve asker toplamayı başarmasıyla yavaş yavaş da olsa düzenli Türk Ordusu kurulacaktır.
Düzenli ordunun kurulması sürecinde Yunan ordusu Sevr metnini Türkiye’ye kabul ettirmek açısından saldırılara da başlamıştır. Bu sürecin ilk ayağını l. İnönü Savaşı oluşturur.
1.İNÖNÜ SAVAŞI VE SİYASİ SONUÇLARI.
Yukarıda açıkladığımız süreci gerçekleştirmek için Yunan Ordusu Eskişehir üzerine 6 Ocak 1921 tarihinde bir hareket düzenledi. 10 Ocak tarihinde ise iki ordu arasında çatışma gerçekleşti. Çatışma sonrasında Yunan ordusu ilk defa büyük bir askeri direnişle karşılaştı ve geri çekilmek zorunda kaldı. Doğal olarak Türkiye açısından bir başarı gerçekleşti. Tabii ki bu başarının ardından siyasi sonuçlar gelecektir.
1.İnönü Savaşı’nın Siyasi Sonuçları
1. Londra Konferansı: Yeni Türkiye daha öncesinde İtilaf Devletleri Bloğu tarafından tanınmazken kerhen de olsa Londra Konferansına Yeni Türkiye Temsilcilerini davet ederek Türkiye’yi tanımışlardır. Türkiye bu konferansa katılarak “Misak ı Milli” düşüncesini dünya kamuoyuna anlatma imkanına kavuşmuştur.
2. Moskova Antlaşması 16 Mart 1921: 1. İnönü Savaşı’nın bir diğer önemli sonucu Sovyetlerin Yeni Türkiye’ye güvenilebileceğine inanmaları ve bu şekilde Yeni Türkiye ile bir antlaşma yapmalarıdır. Bu çok önemlidir çünkü dünya devletlerinden birisi böylece açık açık Türkiye’yi tanımıştır.
II. İNÖNÜ SAVAŞI
Birinci savaş sonrasında Yunan ordusu tekrar hazırlanıp yeniden Türk ordusuna saldırır. Ancak yine birincisinde olduğu gibi Türk Ordusunun büyük direnişiyle karşılaşır ve geri çekilmek zorunda kalır. Bu savaşın sonrasında içeride ve dışarıda Yeni Türkiye çok daha fazla saygınlık kazanmıştır.
KÜTAHYA ESKİŞEHİR SAVAŞLARI
Birinci ve İkinci İnönü savaşlarında istediği sonucu bir türlü alamayan Yunan ordusu bütün gücüyle hazırlanıp tekrar Türk Ordusu üzerine hücum etmiştir. Çok üstün Yunan kuvvetleri karşısında yok olma noktasına gelen Türk ordusu Atatürk’ün de onay vermesiyle geri çekilmiştir. Bu geri çekilme nedeniyle Eskişehir, Kütahya, Afyon, Uşak düşman işgali altına girmiştir. Bu geri çekilme büyük bir moral bozukluğu yaratmış ama aynı zamanda yeni kurtuluş yolları aranmasına ve bulunmasına yol açmıştır.

SAKARYA SAVAŞI
Kütahya Eskişehir savaşlarının olumsuz sonuçlanması büyük bir tedirginliğe yol çınca Atatürk tarihi sorumluluğu üzerine alarak Başkomutan olmuştur. Bu yetkileri derhal kullanan Atatürk savaşın altyapısını hazırlamıştır. Çıkardığı Tekalif i Milliye Emirleri (Ulusal Vergi Yükümlülükleri) kanunu ile savaş için gerekli silah cephane araç gereçleri sağlamaya çalışmıştır. Yine bu kanunun uygulanmasında yardımcı olarak İstiklal Mahkemelerini tekrar oluşturmuştur.
Bütün bu hazırlıklarla girilen savaş 22 gün sonra zaferle sonuçlanmıştır. Böylece geriye gidiş tarihi de sonlandırılmıştır.
SAKARYA SAVAŞI’NIN SİYASİ SONUÇLARI
Ankara Antlaşması 20 Ekim 1921: Fransa ile aramızda yapılan bu anlaşma ile Fransa Türk topraklarından çekilmiştir
Kars Antlaşması 13 Ekim 1921: Kafkas devletleri (Gürcistan-Azerbaycan-Ermenistan) ile aramızda yapılan antlaşmadır. Bu anlaşma ile doğu sınırımız kesinleşmiştir.
Ukrayna-Türkiye Dostluk Antlaşması 2 Ocak 1922: Sovyetler Birliği’ne bağlı bu devlet ile yaptığımız bu anlaşma ile ilişkilerimiz artmıştır.
İngiltere-Türkiye Esir Değişimi Antlaşması 22 Ekim 1921: Türk ve İngiliz savaş esirleri karşılıklı olarak salıverilmiştir.
BÜYÜK TARRUZ
Sakarya Savaşı sonrasında Yunan Ordusu Türk topraklarından çekilmemiş saldırı gücünü kaybetmiş ancak ortadan kalkmamıştır. Misak ı Milli sınırlarının gerçekleşmesi açısından bu ordunun atılması gerekmekteydi. Ancak Türk ordusu henüz saldırı gücünde değildi. Mutlaka bir hazırlık süresi gerekiyordu. İşte bu süre de Atatürk çok büyük iç ve dış sorunlarla karşılaşmıştır. Dışarıdan aldatmacı barış önerileri gelirken, içeriden de ya derhal ordunun yunanlıları dışarıya atması için saldırması yada anlaşılması istenmiştir.
1922 Ağustos ayına gelindiğinde hazırlıklar aşağı yukarı bitirilmiş ve taarruz başlatılmıştır. 26 Ağustos’tan 13 Eylül’e kadar süren savaş kesin bir Türk zaferi olmuştur. Böylece Anadolu’da düşman askeri bırakılmamıştır. Mondros’ta yenilgisi kabul ettirilen bir ulus tekrar galibiyete ulaşmıştır. Doğaldır ki şartlar Mondros şartları olmayacaktır.
Büyük Taarruzun siyasi sonuçları
Mudanya Ateşkes Antlaşması 11 Ekim 1922: Ülkemiz üzerindeki düşman askerlerinin çekilmesinin bir şarta bağlandığı savaşı sona erdiren bir antlaşmadır. Bu şekilde Mondros yırtılmıştır.
Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 : Yeni Türkiye’nin uluslar arası kuruluş belgesidir. Tam adıyla bir “Anlaşma”dır. Büyük devletlerin istediklerinin dikte ettirdikleri Sevr metninin yırtılmasıdır. Zor bir hesaplaşmadır. Masaya çok önemli konular yatırılmış ve görüşülmüştür. İçeriği şöyledir SINIRLAR Türkiye’nin batı sınırları üzerinde anlaşılmış Yunanistan ile sınırımız Meriç nehri olmuştur. Güney sınırımız konusunda bir anlaşma sağlanmadığından Sınırın tespiti Türkiye-İngiltere görüşmelerine bırakılmıştır.
BORÇLAR: Türkiye’ye Osmanlı Devleti’nin borçlarının tamamı yüklenmek istenmiş ancak sonunda yeni Türkiye sınırları üzerindeki yatırımların borcu üzerinde anlaşılmıştır. Bu borç miktarı 158 milyar liradır. Peyderpey ödenmiştir.
BOĞAZLAR: Dünya eniz geçişleri arasında çok büyük bir öneme sahip Türk Boğazlarının statüsü masada oldukça hararetli tartışmalara yol açmıştır. Sonuçta içinde Türk üyenin de bulunduğu bir Boğazlar Komisyonu kurulması kararlaştırılmıştır. Bu statü 1936 yılında Montrö Boğazlar Sözleşmesiyle değiştirilmiştir.
KAPİTÜLASYONLAR: Avrupalılar açısından son derece önemli ayrıcalıklar taşıyan bu konu yine çok büyük tartışmalara neden olmuş fakat Türkiye’nin dayatması nedeniyle kaldırılmıştır. Ancak kaldırılma için bir geçiş süresi konmuştur.
AZINLIKLAR: Azınlıklar konusu Türkiye’nin istediği bir şekilde çözülmüştür. Kanunlar önünde vatandaşların eşitliği ilkesiyle hiçbir ayrıcalık verilmedi. Bu arada Türkiye Rumlarıyla Yunanistan Türklerinin değiştirilmesi kabul edildi. Burada Batı Trakya Türkleriyle İstanbul Rumları göç dışı bırakıldı.



TÜRKİYE’DE SİYASAL SİSTEMİN OLUŞUMU
Yeni Türkiye her şeyiyle yeni bir ülkeydi. Bundan dolayı siyasi sistemi de yenilenmeliydi. Aslında bağımsızlık savaşı bir siyasi istem nedeniyle başlamamıştı. Ancak gidiş ve İstanbul’un mücadeleye olumsuz yaklaşımı siyasi sistem değişimini hazırlamıştır. Lider şartların getirisiyle de bu konuyu adım adım gerçekleştirmiştir.
Amasya’da ilan edilen ve Erzurum Sivas çizgisinde yoğunlaştırılan ulusun gücü formülü TBMM ile üstünde güç olmayan bir “ulusal kudret” yaratmıştır. Bunun ilk ilan yerlerinden birisi de 1921 Teşkilat ı Esasiyesi’nin (Anayasa) 1. Maddesidir. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” denilerek ilahi kaynaklı egemenlik anlayışı yerine insan kaynaklı bir egemenlik anlayışına geçiş sağlanmaya çalışılmıştır. İlahi kaynaklı egemenlik anlayışının değiştirilmesi için çok uzun bir sürece ihtiyaç duyulması sebebiyle adımlar yavaş atılmıştır. 1921 Anayasasında egemenlik milletindir denilmesine ve bütün güç millet adına TBMM’de toplanır denilmesine rağmen saltanat makamı kaldırılamamıştır. Çünkü bu makama karşı yüzyılların getirdiği bir alışkanlık bulunmaktaydı. Ancak şartlar olgunlaştığında ki bu 1922 yılı içinde olacaktır saltanat da tarihi alana terk edilecektir. Burada da şartlara göre hareket edildiği görülmektedir. Saltanat kaldırılmış onun yerine Halifelik makamı oluşturulmuş ve aileden birisi bu makama getirilmiştir. Burada sosyolojinin dikkate alındığı görülmektedir. Hızlı değişim anlaşılmama tehdidiyle karşı karşıya kalabilirdi.
Bir yıl kadar sonra ise devletin adı konmuş 29 Ekim 1923 tarihinde Türk tarihinde ilk defa Cumhuriyet rejimine geçilmiştir. Cumhuriyet rejiminin olduğu yerde ilahi kaynaklar ve vehimlerden güç alan hiçbir kurum elbette ki yaşayamazdı. Nitekim böyle olmuş bir süre varlık sürdüren anlamsız Halifelik makamı ve kurumu kaldırılmış Osmanlı ailesi de yurt dışına çıkarılmıştır. Böylece bundan sonra kaynağını ve gücünü Türk milletinin isteğinden ve iradesinden almayan kurum kalmamıştır.
Daha sonraki süreçte anayasadaki bazı maddeler de kaldırılarak çağdaş yönetimin tüm unsurlarına kavuşulmuştur. Bunlardan olmak üzere 1928 tarihinde anayasadan Devletin dini ibaresi çıkarılmıştır. Daha sonra da1937 tarihinde anayasaya Laiklik ilkesi sokulmuştur. Böylece tanrısal güç kaynağı düşüncesinin önü tamamen kapatılmıştır.
Yeni Türkiye’yi kuranların Türkiye için düşündükleri siyasal sistem Demokratik Cumhuriyet sistemidir. Demokratik Cumhuriyet, insan haklarına dayalı, egemenliğin insanların elinde bulunduğu, özgür bir toplumsal yapı amaçlamaktadır. Bu sistemde irade kesin kez ulustadır ve bu irade değişik biçimlerde kendisini gösterme imkanına kavuşturulmuştur. Ulusal iradenin üstüne hiçbir güç kaynağı çıkamaz. Toplumu oluşturan bireylerin özgür iradeleriyle onayladıkları anayasa çerçevesinde çok partili özgür seçimlere dayanan bu anlamda çoğunluk düşüncesinin özgür seçimlerle azınlık, azınlık düşüncesinin yine aynı yollarla anayasal kurallar doğrultusunda çoğunluk olabildiği ve bu şartlar içerisinde yönetimin barışçı bir biçimde el değiştirdiği demokratik bir cumhuriyet amacımız ve çağdaş uygarlığı yakalamada yol göstericimiz olacaktır.





CUMHURİYET DÖNEMİNDE İÇ İSYANLAR
Ulusal savaş sırasında eski ile yeni arasında müthiş bir mücadele olmuş, yeni yapılanmanın önünün alınması açısından onlarca iç isyan çıkarılmıştı. Cumhuriyet kurulduktan sonraki süreçte de çeşitli dinamiklerin etkisiyle bu olaylar sürmüştür. Bu dinamikleri şu şekilde sıralayabiliriz.
Birincisi din düşüncesinden kaynaklanan etmenler. Din devleti kurulması düşüncesi çok eskiden beri İslam dinine inananlar arasında kabul edilmiş bir fikirdir. İlahi kaynaklı bir devlet modeli çok önceleri de savunulmuştur. Bu düşünceler elbette ki cumhuriyet kurulduktan sonra da varlıklarını çeşitli biçimlerde sürdürmüşlerdir. Kendileri açısından dönem şartlarını değerlendirerek zaman içinde bazı iç isyanlar düzenlemişlerdir. Bu konudaki en büyük örnek Şeyh Sait İsyanıdır. Daha başka etmenler olsa da bu olayın arkasında şeriat devletini yeniden diriltmek yatmaktadır. Halifeliği yeniden getirmek hareketin temel noktasını oluşturmuştur. Bu isyan genç cumhuriyeti oldukça yormuştur. Şeyh Sait İsyanı dışında bu kaynaktan çıkan başka olaylar ise şunlardır. 1930 Menemen Olayı (Nakşibendi tarikatı üyesi bir kısım insanların Asteğmen Kubilay’ı öldürerek Menemen de olay çıkartmaları) , 1933 Bursa Olayı ( Türkçe Ezan okunmasına karşı olanların Ulucami’de toplanıp Vilayete yürümeleri olayı)
İkinci etmen ırkçı düşüncelerdir. Özellikle bir kısım Kürt kökenli vatandaşlarımız üzerinden olay çıkartılmasıdır. Bu süreç de aslında cumhuriyetle başlamış bir konu değildir. Fransız İhtilalinin milliyetçilik düşüncesi Osmanlı Devleti’ndeki gayrimüslim halk arasında etkisini gösterdiği sıralarda bir kısım Kürt aşiretleri de bu düşünceden etkilenmişlerdir. Nitekim Osmanlı Devleti döneminde de bölgede değişik isyan olayları yaşanmıştır. Bedirhanoğulları İsyanı gibi. Milli Mücadele sürecinde de Kürt Teali Cemiyeti bu konuda değişik isyanlar çıkarmayı başarmıştır. Milli Aşireti, Ali Batı, Koçgiri İsyanları bunlar arasında sayılabilir. Ulusal savaş sonrasında da bu durum devam etmiştir. Şeyh Sait İsyanı bu konudaki en önemli örneklerden birisidir. Bunun dışında 1930 yılında Ağrı Olayı, 1937 yılında ise Tunceli Olayları gerçekleşmiştir. Cumhuriyet Hükümetlerinin etkili önlemleriyle isyan girişimleri savuşturulmuştur.
Şüphesiz bu iki etmeni destekleyen bir başka dinamik ise dış güçlerdir. Türkiye ile değişik sorunları olan büyük ve komşu devletler bizim iç dinamiklerimizi kullanmışlardır. Musul meselesinde kendi isteklerini alabilmek için İngiltere, Hatay meselesinde Fransa ve daha sonraları birçok devlet iç dinamiklerimizi kullanmaya çalışmıştır. Suriye daha düne kadar bunu açıkça yapıyordu. İran aynı şekilde eğitim imkanıyla bugün desteğini göstermektedir.
Türkiye günümüzde de bu dinamiklerin etkisiyle zaman zaman terörizm ile karşı karşıya kalmaktadır. İster dinsel ister etniksel yada ister sınıfsal nedenlerle olsun karşımıza terörizm çıkmaktadır. Bu da doğal olarak Türkiye’nin hedefi olan Demokratik Cumhuriyet hedefine yürümesini engellemektedir. Silahların değil dostluk içinde seviyeli düşünce tartışmalarının yapıldığı hoşgörünün kültür olarak yer aldığı bir Türkiye ancak bütün bu sorunları aşabilir. Yoksa bu tür olaylar başka isimlerle başka kişilerle başka örgütlerle karşımıza çıkmaya devam edecektir.
TÜRK HUKUK DEVRİMİ
Hukuk; kişilerin devletle ve birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar bütündür. İnsan sosyal bir varlık olduğu içindir ki hukuksuz bir insan topluluğu da düşünülemez. Toplumların hayatında hukuk bu açıdan anlatılamayacak bir öneme sahiptir.
En eski devirlerden itibaren bu yüzden bir hukuk gelişimi yaşanmıştır. Toplumların yapısına, sayılarına, iklime, zenginliğe-fakirliğe, insel inanışlara göre hukuk değişik biçimlerde oluşmuştur.
Türklerin geçmiş yapısına bu konuyla ilgili baktığımızda, Orta Asya döneminde yaşamın getirdiği göçebelikten dolayı hukukun bu yaşamla orantılı bir hal aldığını görmekteyiz. Yazısız bir hukuk anlayışı. Töre denilen bir genel yazısız bir hukuk. Türklerin göçleri sonucunda ise hayatın diğer alanlarında olan değişime hukuk da ayak uydurmuştur.Göçebelikten yerleşikliğe geçildiği bu süreçte hukuk da değişmiştir. Türkler topluca İslam dinine geçmeye başladıktan sonra hukuk alanında da dinsel bir hukuk anlayışı doğmuştur. Şeri Hukuk diye adlandırılan bu hukukun kaynakları Kuran, Sünnet (Peygamberin davranışları ve sözleri), İcma (Halkoyu), Kıyas (Hukuk bilginlerinin hukuk çıkarımları ki mezhepler buradan doğmuştur)
Türklerde Hukuk böylece yeni bir yapıya doğru seyir izlemiştir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki Türklerin hepsi yerleşik hayata aynı anda geçmediği gibi hukuk değişimi de aynı anda olmamıştır. Belli bir süre Töre Hukuku ile Şeri Hukuk yan yana varlıklarını sürdürmüşlerdir. Hatta yönetim kademelerinde töre hukuku daha ağırlıklı olarak yer bulmuştur. Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman gibi sultanlar töre hukukuna dayalı kanun metinleri üretmişlerdir.
Süreç içinde Şeri hukuk her alanda kendisini kabul ettirmiştir. Bu hukuk dinin yorumlanmasıyla ortaya çıkan bir hukuktur. Kötü yorum kötü hukuku doğurmuş ve sonucunda dünyada insanlığın geldiği süreci karşılayamaz bir hukuk olarak kalmıştır. Kadın ve kadının yeri konusunda, faiz, ipotek, sigorta gibi ekonomik konularda, cezaların verilmesi ve uygulanması gibi konularda şeri hukuk ve onun uygulayıcıları çok geride kalmışlardır.
Osmanlı devleti yöneticileri de aslında bu durumu fark etmişler bu konuda çalışmalarda bulunmuşlardır. Hukukun birleştirilmesi, çağa uydurulması alanında yapılan çalışmalar arasında MECELLE (1876) önde gelmektedir. Mecelle fetvaların birleştirilmesiyle oluşturulan bir hukuk eseridir. Ancak miras ve evlenme hukuku anlaşmazlıklar nedeniyle buraya sokulamamıştır. Osmanlı Devleti bundan başka Arazi Kanunnamesi (1858), Ceza Kanunnamesi (1840-1851), Hukuk u Aile Kararnamesi (1917) gibi dinsel hukuku modernleştirme çalışmalarında bulunmuştur.
Osmanlı dinsel hukuku modernleştirme çalışmalarının dışında batıdan hukuk alma yoluna da girmiştir. Kanunnameyi Ticaret (1850), Ceza Kanunnamesi (1858), Ticaret i Bahriye Kanunnamesi ( Deniz Ticareti 1864), Usul ü Muhakemat ı Cezaiye Kanunu (Ceza Mahkemeleri Usul Kanunu 1880) Usul ü Muhakemat ı Hukukiye Kanunu (Hukuk Mahkemeleri Usul Kanunu 1881) bunlar arasında sayılabilir. Batıdan hukuk alınmasının bir sonucu olarak ona göre uygulamacı yetiştirmek ona göre bir mahkeme kurulması sonucunu da getirmiştir. Şeri hukuk uygulaması devam ederken Nizami mahkemeler de uygulama alanına girmiştir. Böylece hem Şeri Hukuk hem de gönüllü benimseme ile alınmış Batı Hukuku aynı anda uygulanmıştır.
Yeni Cumhuriyet ise bütün alanlarda olduğu gibi hukuk alanında da ikili uygulamayı anlamsız bulmuştur. 1923 yılından 1925 yılına kadar değişik komisyonlar aracılığıyla bazı hukuk araştırmaları yapılmış ve sonunda girmek istediğimiz çağdaş uygarlık alanına ve siyasal sistem olarak da demokratik cumhuriyet sistemine yol açacak hukuk sistemi olarak da çağdaş batı hukuk sisteminde karar kıldık.
Aslında hukuk tercihimiz yönetsel alanda çoktan milli mücadele sırasında oluşmuştu. 19 Mayıstan itibaren bu alanı değerlendirirsek hukuksal değişimi orada açıkça görürüz. Kongreler, TBMM ve sonunda 1921 tarihli anayasa hukuk değişikliği açısından son derece önemli anları betimlemektedir. Eski yönetim felsefesinden yeni yönetim felsefesine geçişi anlatmaktadır. Saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı ve halifeliğin kaldırılması (ki kaldırıldığı kanunla Şeriye Bakanlığı de kaldırılmıştır)bu yeni düşüncenin hukuksal uygulamalarıdır.
1926 yılından sonra verilen kararın gereği hızla yerine getirilmiştir. Gönüllü benimseme ilkesiyle bütün kurallar batı hukuk kaynaklarından yararlanarak değiştirilmiştir. Bu arada söylemek gerekir ki gönüllü benimseme yolunu tercih eden sadece iki ülke vardır. Bunlar Japonya ve Türkiye’dir.
Değişikliklere Türk Medeni Kanunu iler başlanmıştır. İsviçre Medeni Kanunundan alınmıştır. Bu kanunun devamında İsviçre’den Borçlar Kanunu alınmıştır. 1 Mart 1926 tarihinde Ceza Kanunu çıkarılmıştır. İtalyan Ceza kanunundan alınmıştır. Bu üç kanun ortaklaşa 4 Ekim 1926 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir. Bu kanunlar dışında Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu 18 Haziran 1926, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu 4 Nisan 1929, Deniz Ticareti Kanunu 13 Mayıs 1929, İcra ve İflas Kanunu 9 Haziran 1932.
Bütün bu hukuk değişikliklerinin amacı çağdaşlaşma ülküsünün gerçekleştirilme yolunun açılmasıdır. Türk Hukuk Devriminin gerçekleştirildiği böylesine köklü bir değişim bu kadar kısa sürede bu kadar sistemli biçimde ve bilinçli olarak dünyanın hiçbir ülkesinde gerçekleştirilememiştir. Böyle bir devrime İslam dünyasının hiçbir ülkesinde rastlayabilmek olanaksızdır. Bütün bu süreç sonrasında Türkiye tüm eksikliklerine karşın bölgesinde istikrarlı ve demokrasisini yaşatmayı başarabilmiş laik insan haklarına saygılı bir hale gelebilmiştir. Bugün de Türkiye hukukunu oluştururken insanlık ailesinin ileri gelenlerinin yarattıkları çağdaş hukuku takip etmektedir. Çünkü yeni Cumhuriyeti kuranların hedefi olan çağdaş uygarlığa ve demokratik cumhuriyet sistemine başka bir yol ve hukukla ulaşılması imkansızdır.



EĞİTİM VE KÜLTÜR DEVRİMİ

EĞİTİM DEVRİMİ
Osmanlı’dan Bize
Türk eğitim tarihini çok eski dönemlere kadar götürmek mümkündür. Biz öğrenim kolaylığı açısından Osmanlı Eğitiminden başlatacağız. Osmanlı Eğitim sistemi devlete ilişkin özel bir eğitimdir. İki ana koldan işlemiştir. Birisi doğrudan saraydan devlet görevlisi yetiştiren Saray Okulu ENDERUN diğeri de yine devlete ilişkin görevleri de bulunan MEDRESE. Enderun’dan vezirler, beylerbeyleri yetişirken, medreseden Ulema sınıfı yetişiyordu. Kadıasker, şeyhülislam gibi devlet görevlileri de yine medreseden yetişiyordu. Başlangıçta Enderun olsun Medrese olsun çağın ihtiyaçlarını karşılamaktaydı. Hatta çağa göre ileri eğitim kuruluşlarıydı. Enderun devlet için en iyi görevlileri yetiştirirken Medrese üniversite görevini üstleniyordu. Ancak zamanla her iki kurum da çağı yakalama noktasında geri kaldılar. Bozuldular.
Osmanlı Devlet yöneticileri bunu düzeltmek için çalışmalarda bulunmuştur. Örneğin Enderun’dan normal okullara geçmeye çalışmıştır. Medreseleri ıslah edemeyeceğini anlayınca da yeni okullar açma yoluna gitmiştir. Devlet görevlisi yetiştirmek açısından Mühendis hane,Harbiye,Tıbbiye,Mülkiye,Mızıkayı Hümayun, Mekteb i Maarif i Adliye gibi okullar açılırken, II. Mahmut döneminde ilköğretim zorunlu hale getirilmiştir. Medreselerin yanında 3 yıllık ilkokullar 3 yıllık Rüştiyeler ve 3 yıllık İdadiler açılmıştır. Bir de İstanbul’da Dar ül Fünun açılmıştır. Ancak bütün bunlar eğitimin genelleşmesini ve yaygınlaşmasını sağlayamamıştır. Nüfusun sadece belli kesimlerine okuma yazma götürülebilmiş toplumun çoğunluğu okuma yazma bilmez cahil köylü topluluğu halinde bırakılmıştır. Nüfusun sadece % 3-5’i okuma yazma bilmektedir. Okul sayısı çok sınırlı kalmıştır. Bir de savaşlar eğitilmiş nüfusu ortadan kaldırınca Osmanlı’dan cumhuriyete pek de bir şey kalmamıştır.
Cumhuriyet Döneminde Eğitim
Türk Milli Eğitiminin Amaçları
1 Türk Milletini uygarlık alanında en ileriye götürmek
2 Gençleri, Türk Milletini yükseltecek irade ve kudretle yetiştirmek, milli, uygar insani düşüncelerle donatmak
3 Gençleri demokratik cumhuriyet vatandaşları olarak yetiştirmek
4 Gençleri, sağlam vücutlu şen ve gürbüz vatandaşlar olarak yetiştirmek, bedence ve ruhça sağlıklı nesiller olarak oluşturmak
5 Gençlerin, çevrelerine faal olarak intibak etmelerini sağlamak, onların ekonomik hayatta başarılı olmalarını sağlayacak bilgi ve becerileri vermek ve böylece ülkenin ihtiyacı olan hizmet ve sanat adamlarını yetiştirmek
Türk Milli Eğitiminin Temel İlkeleri
1 Eğitimin Milli Olması
2 Öğretimin Bir Olması
3 Öğretimin Bilim ve Tekniğe Dayalı Olması
4 Öğretimin Hayata Dayalı olması
5 Herkese Okuma Yazma Öğretilmesi
6 Laiklik
7 Karma Eğitim ve Öğretim
8Genellik ve Eşitlik
9 Fırsat ve Olanak Eşitliği
10 Süreklilik
11 Demokrasi
12 Bilimsellik
13 Planlılık
14 Atatürk İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği
İlk-Orta-Yükseköğretim ve Mesleki Teknik Okullar Açısından Türk Milli Eğitim Devrimi
Eğitimin temel basamağı olan okullar bu süreçte hızla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. İlköğretim 5 yıla çıkarılmış köy okullarında ise 3 yıl olarak bırakılmıştır. Öğrenci sayıları hızla artırılmış. Öğretmen yetiştirilmesine önem verilmiş ve sayının artmasıyla da eğitim daha da yaygın hale getirilmiştir.
Ortaöğretim 3 yılı Orta Mektep ve 3 yılı lise olmak üzere iki bölüme ayrılmış, ders programları büyük ölçüde değiştirilmiştir. Arapça ve Farsça dersleri kaldırılırken, Türkçe,Tarih, Coğrafya ve Vatandaşlık Bilgisi dersleri programa dahil edilmiştir. Okul sayıları sürekli artırılmıştır. 1927 yılından itibaren de karma öğretime geçilmiştir.
Mesleki okullar bir ülkenin ihtiyacı olan ara elemanı karşıladığından çok önemlidir. Yeni devlet bu konuyu bildiğinden bu konuyu çözümlemek açısından mesleki teknik eğitim çalışmalarına ağırlık vermiştir. Bu konuda oldukça yetersiz bir içyapı bulunduğundan bu konuda yabancı bilim adamlarından yararlanılmıştır. 1938 yılına kadar 65 yabancı uzman Türkiye’ye getirilmiş ve onlardan raporlar alınmıştır.
Yükseköğretim bir ulusun en önemli ilerleme noktası olduğundan ilk andan itibaren üzerinde durulmuştur. Eski Harbiye Nezareti binası buna bir örnek olmak üzere İstanbul Üniversitesine devredilmiştir. Bir süre eski usulde devam eden İstanbul Darül fününu 1933 yılında bir reformla İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmüştür. Cumhuriyet bununla da kalmayarak değişik yüksekokullar açmıştır. Ankara Hukuk Fakültesi 1925, Yüksek Ziraat Enstitüsü 1930, Siyasal Bilgiler Okulu 1935, Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi 1936.
ÖĞRETMEN YETİŞTİRME ÇALIŞMALARI
Eğitimin ana öğelerinden birisi şüphesiz öğretmendir.Cumhuriyetin kuruluşunda büyük bir sıkıntı yaşanmıştır. Onun için nasıl bir öğretmen yetiştirileceği araştırma konusu olmuştur. John Dewey tarafından yapılan öneriler doğrultusunda 1927-28 yılında iki köy öğretmen okulu kurulmuş daha sonra 1936’da köy eğitmen kursları açılmış,1937 yılında da Köy eğitim yurtları (Köy Enstitüleri) ortaya getirilmiştir. Böylece köylünün bütün ihtiyaçlarını giderecek ve cumhuriyetin anlamını köylüye kavratabilecek köy öğretmenleri yetiştirilmeye başlamıştır.
HALK EĞİTİMİ ALANINDAKİ ÇALIŞMALAR
Örgün eğitim elbette ki çok önemlidir ancak okul çağını aşmış birçok insanın bulunduğu bir toplumda bu yeterli olamazdı. Bu yüzden örgün öğretimin yanı sıra halk eğitimine de önem verilmiştir. 1926 yılında gerçekleştirilen Maarif Dershaneleri bu konuda atılmış ilk büyük adımı oluşturur. 1928 Harf değişikliği sonrasında ise dünyanın en geniş zorunlu kursları açılmıştır. Bunların adı Millet Mektepleridir. Buralardan binlerce insan okuma yazma öğrenmiştir.
Cumhuriyet dönemi Halk eğitimi çalışmalarından en önemlisi ise Halkevlerinin kurulmasıdır. Değişik dernek ve kuruluşlar CHP’nin bir yan kuruluşu olarak Halkevi adı altında 1932 yılında birleştirilmiştir. 1932-1951 yılları arasında köylü ile kentli arasındaki farkı ortadan kaldırmak, aydınlanmayı tabana yaymak açısından değişik çalışmalarda bulunan Halkevleri 478 Halkevi 4327 Halkodası olarak hizmet vermiştir. İlgi alanlarını, Köycülük, Dil-Tarih ve edebiyat, Güzel Sanatlar, Temsil, Spor- Sosyal Yardım-Halk Dershaneleri Kurslar, Kitaplık ve Yayın, Müze ve sergi oluşturmaktadır.
Bu kurumlar, Türkiye’deki daha sonra ortaya çıkan yaygın eğitim çalışmalarına iyi bir zemin ve örnek meydana getirmiştir.
KÜLTÜR DEVRİMİ
1 HARF DEĞİŞİMİ
Türkiye tarihsel süreçte hep okuma yazma oranının düşüklüğünden şikayet etmiştir.Cumhuriyetin başında Maarif dershaneleri vasıtasıyla bu oran artırılmaya çalışılmıştır. Ancak harflerin Türk diline uyum zorlukları ve sessiz bir dilin harfleri olmaları nedeniyle bunları öğrenmek çok büyük zorluklara neden olmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa, bu süreçte geçmişte de düşünülmüş ve Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan gibi Türkçe konuşan ülkelerde geçilen batı kaynaklı harf sistemine yakınlık duymaktaydı.Bizzat ilgilendi ve sonunda ortaya Türk diline çok uygun bir ABC oluşturuldu.1928 yılından itibaren kullanılmaya başlandı.
2 TARİH DEĞİŞİMİ
Türkiye Cumhuriyeti laik ve ulusal esaslara bağlı bir devlet olarak kurulmuştu. Böyle bir devletin bunu tanıtacak ve yaygınlaştıracak bir tarihi anlatımdan uzak kalması düşünülemezdi. Dünya uygarlığını yakalayabilmek için geçmişte bu uygarlığı temsil ettiğimizin ortaya çıkarılması gerekiyordu. Cumhuriyetin çocuklarının bir önemli kimliğe ihtiyaçları vardı. İşte bütün bunlar göz önünde tutularak bir yeni ulusal tarih anlayışına geçildi. Artık Türklerin tarihi Selçuklu veya Osmanlı Devletinden ibaret değildir. Ondan öncede büyük bir tarih vardır. Bunlar ortaya çıkarılmalıdır. Türkün kökleri araştırılmalıdır.
İşte bütün bu düşünceler ışığında 12 Nisan1931 tarihinde Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti oluşturulmuştur.Kuruluş adını daha sonra Tür Tarih Kurumu’na çevirmiştir. Hemen çalışmalara başlarsak birkaç yıl içinde değişik tarihi eserler meydana getirmiştir. Türk Tarihinin Ana hatları ve Tarih I-II-III-IV kitapları uzun yıllar okul kitapları olarak yeni nesilleri bilgilendirmiştir.
3 DİL DEĞİŞİMİ
Dil bir ulusun varlık sebeplerinin en önemli olarak yeni cumhuriyet yöneticilerince üzerinde önemle durulmasına neden olmuştur. Eski dönemlerden beri Türkçe ile yakından ilgilen Mustafa Kemal Paşa, bir milletin kendi yazı dili, bilim dili, konuşma dili olmadan dünya uygarlığını kucaklamasının imkansız olduğunu görmüştür. Bunun için en önemli sorunlardan birisi olarak ulusal bir dil yaratmak projesini kendisi doğrudan yürürlüğe koymuştur.
1932 yılında aynı Tarih konusunda olduğu gibi önderin öncülüğünde Türk Dilini Tetkik Cemiyeti adıyla bir örgüt oluşturulmuştur. Bu örgüt de kendisini daha sonra Türk Dil Kurumu’na dönüştürmüştür. Türk Dil Kurumu yaptığı çalışmalarla dildeki yabancı kelimelerin azalmasını sağlammış, konuşma diliyle yazı dili arasındaki farkı azaltmış konuşma dilini İstanbul Türkçe’si haline getirmeye çalışmış, yazı dilini ise tamamen İstanbul Türkçe’si haline getirmiştir. İnsan isimlerindeki ağır Farsça ve Arapça isimlerden anlamlı Türkçe isimlere geçiş de yine Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarıyla başlamıştır.
4 GÜZEL SANATLAR DEĞİŞİMİ
Uygarlık alanında geri kaldığımız noktalardan birisini güzel sanatlar alanı oluşturuyordu. Cumhuriyet çağdaş uygarlığı yakalama noktasındaki ana düşüncesini gerçekleştirebilmek açısından bu konuda da önemli ilerlemeler sağlamıştır. Güzel sanatların bütün dallarında engellemeleri ortadan kaldırmış ve kısıtlı olanaklara karşın desteklemiştir. Örneğin değişik dinsel düşünceler nedeniyle zayıf kalmış resim ve Heykel önündeki engelleri kaldırmış rahat bir ortam sağlamıştır, Tiyatro ön
Ündeki engeller de kaldırılmış ve desteklenmiştir. Yine çok sesli Türk Müziğinin doğması açısından Cumhuriyet Hükümetleri önemli adımlar atmışlardır.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Şubat 2016       Mesaj #17
Safi - avatarı
SMD MiSiM
EKONOMİK DEĞİŞİM
OSMANLI EKONOMİSİ
Osmanlı Devleti’nin sonuna gelindiğinde bütün kurumlarda olduğu gibi ekonomik kurumlarda çok kötü bir yapı arz etmekteydi. Devlet savaşlar nedeniyle ve ekonomik gerilik nedeniyle borçlanmış borcunu ödeyemeyince ise iflas etmiştir. Duyun u Umumiye idaresi adıyla Osmanlı Devleti’ne borç verenlerin alacaklarını tahsil edecekleri bir kurum oluşmak durumunda kalınmıştı.
Osmanlı ekonomisi köy ürünlerine dayalı hammadde satışı esaslıydı. Halkın çok büyük bir kısmı köyde oturmakta ve köy ekonomisine dayanmaktaydı. Sanayi yok denecek kadar azdı. Mamul maddeler hep dışarıdan ithal edilmekteydi.
Osmanlı Devleti’nin ekonomik yapısının olumsuzluğu maalesef yeni Türkiye Devleti’ni de etkilemiştir.Devletin kuruluşunun tescil edildiği Lozan konferansında Osmanlı borçları, ve ayrıcalıklar konusu Türkiye’nin önün çıkarılmıştır. Osmanlı Borçları olsun kapitülasyonlar olsun son derece ağır sonuçları olan konular olarak daha sonraki Türkiye’yi etkilemişlerdir
TÜRKİYE’DE EKONOMİK DEĞİŞİM
1 SERBEST EKONOMİ DÖNENİ
Türkiye Lozan’da yaptığı anlaşmanın da etkisiyle 1923- 1930 döneminde serbest ekonomi modelini uygulamıştır.
Sanayileşme konusu çok önemli olduğundan 1927 yılında Teşvik i Sanayi Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunun sonuçları daha çok şeker, çimento ve dokuma sektörlerinde etkili olmuştur. Sanayicilere önemli destekler sağlayan bir kanundur
Türkiye’de ekonomik alanda üzerinde durulan noktalardan birisini de tasarruf oluşturmaktadır. Ziraat Bankası gibi milli ve Osmanlı Bankası gibi uluslararası sermayeli bankaların yer aldığı finans sektörüne mutlaka başka Türk bankaları da sokulmalıydı. Bundan dolayı Mustafa Kemal Paşa, kendisi de öncülük ederek bu sektörün gelişmesi için çalıştı. Bu çalışmalar sonucunda 1924 yılında özel bir banka olarak Türkiye İş Bankası, 1925 yılında Sanayi ve Maadin Bankası, 1937 yılında Deniz Bank kuruldu.
İç ve dış ticareti canlandırmak için de değişik kanunlar çıkarılmıştır. Lozandan arta kalan süreler sona erdikçe gümrük duvarları yükseltirmiş ve üretici korunmuştur. 1923-1932 yıllarında özel sermayeye önem veren bir ekonomik politika uygulanmıştır. 1929’dan itibaren gümrük duvarları hızla yukarıya çıkarılmıştır. 1926 tarihinde limanlar arasında deniz taşıma işini Türklere veren Kabotaj kanunu çıkarılmıştır.
Köylü ile ilgili olarak ekonomik alanda önemli çalışmalar yapılmıştır. % 88’i köyde yaşayan bir ulus için bu çok önemli olmaktadır. Köylülere kredi verilmesi, araç gereç alımında yardımcı olunması, Tütün tekelinin millileştirilmesi, Ziraat eğitimine önem verilmesi, Aşar vergisinin kaldırılması, köylüye iyi tohumluk verilmesi, hayvan ıslah çalışmaları ve yeni verimli hayvan ırklarının ortaya çıkarılması bunlar arasından sıralanabilir.
Ulaştırma konusu da ekonominin can damarlarındandır. Karayolu, Deniz yolu, Hava yolu ve Demir yolu bu konuda belli başlı noktaları oluşturmaktadır. 1920’li yıllarda Kara yolu son derece az ve zaten imkanlar bunu kullanma konusunda sıkıntılıydı. Çünkü yollarda yürütecek motorlu araç alabilecek durum söz konusu değildi. Yine de bu alanda bazı çalışmalarda bulunuldu. Bunun için sonraları çok eleştiri konusu olan Mükellefiyeti Bedeniye Kanunu çıkarıldı. Yani bir yol vergisi kondu. En rahatlıkla kullanılabilecek yol demir yoluydu.Bu yüzden bu ilk dönemde demiryollarının yapımına büyük önem verildi. Yabancılar elindeki demiryolları alınırken yeni yollar yapıldı. Deniz yollarına da önem verildi, Kabotaj kanunu ile denizcilerimize iş imkanı yaratılırken Deniz Bank aracılığıyla Türk denizciliği geliştirilmeye çalışıldı.
1927 yılında Devlet İstatistik Enstitüsü kuruldu ve Türkiye’de ilk sayım gerçekleştirildi. Böylece ihtiyaçlar ve durum tespit edildi.
2 DEVLETÇİLİK İLKESİNİN KABUL EDİLMESİ
Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan serbest ekonomi politikası 1929 dünya ekonomik bunalımının da etkisiyle değişti. Türkiye devletçilik ilkesini benimsedi. Yani yerli sermayenin yetersiz olduğu sahalarda devlet yatırımı kendisi üstlendi. Böylece Türkiye’de yeni bir döneme geçilmiş oluyordu. Karşımıza bu süreçle birlikte Planlar gelmektedir
A 1. 5 yıllık sanayi planı
1931 yılında hazırlanmasına başlanılan ve 1934 yılında uygulamaya konulan birinci planda asıl hedef temel tüketim maddelerini içerde üretmekti. Bu amaçla dokuma, maden, kimya, porselen sanayilerinin kurulması öngörülüyordu. Yatırımların önemli bir bölümü Sümerbank ve İş Bankası tarafından gerçekleştirilmiştir. 3 yıl süren uygulama sonrasında özellikle dokuma sektörü kurulmuştur. Başarılı bir uygulama örneği olarak tarihe geçmişti,r.
B 2. 5 yıllık sanayi planı
1937 yılında hazırlandı. Uygulamasına 1938’de geçildi. İkinci plan ara malları ve yatırım malları üretimine ağırlık vermekteydi. Elektrifikasyon, madencilik, Limanlar, altyapı tesisleri, makine, gıda,kimya, yakıt, deniz ulaşımı ilgi alanlarıydı. Bu plan ihracata yönelik üretim öngörmekteydi. II. Dünya Savaşı nedeniyle uygulanamamıştır.
C Millileştirmeler.
Devletçi ekonomik modelin bir yönü de yabancılar elindeki ekonomik üretim tesisleri ve konularının millileştirilmesidir. Bunlardan olmak üzere tekeller, deniz işletmeleri ve limanlar, demiryolları satın alınmak yoluyla millileştirilmiştir.
D Devletleştirmeler.
II. Dünya Savaşı yıllarında bazı yerli sanayi ve maden kuruluşlarına el konulmuştur. Milli Korunma Kanununa dayanılarak yapılan devletleştirmeler çok sınırlı bir uygulama alanı buldu. Bazı tuğla, çimento, deri ve un fabrikaları sahiplerine tazminat verilerek devletleştirildi.



CUMHURİYET DÖNEMİNDE SİYASET
Türkiye’nin kuruluşta hedefinin demokratik cumhuriyet olduğunu belirtmiştik. Bunun doğal sonucu siyaset ve onun ayrılmaz parçası olan siyasi partiler önemli bir yapıyı oluşturmaktadır.
Osmanlı döneminden başlayacak olursak ilk siyasi örgütlenmeler siyasi dernek şeklindedir. Hatta gizli silahlı dernek. İlk örgüt Etniki Eterya örgütüdür. Türklerin kurduğu ilk örgüt ise Fedailer Cemiyeti’dir. Osmanlıda köklü etkiler yapan ilk siyasi kuruluş ise 1865 tarihinde kurulan Genç Osmanlılar örgütüdür. Bu örgütün etkisiyle ülkeye Meşrutiyet sistemi gelecektir.
Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan ilk siyasi parti örgütünün temeli ise 1889 tarihinde doğan İttihat ve Terakki örgütüdür. Gizli bir örgüt olarak kurulan bu yapı daha sonra partileşecektir. İttihat ve Terakki 2. Meşrutiyetin oluşumuna büyük katkı yapmıştır.
Türkiye’de siyasi partilerin çoğaldığı dönem ise 2. Meşrutiyetle başlayan serbest dönemde gerçekleşmiştir. Bu dönem içinde düşünce akımlarının her birisinin bir siyasi partisi oluşmuştur. Ahrar (Serbest) Fırkası, İttihadı Muhammedi ( Muhammetçiler Birliği) Fırkası, Fedakaranı Millet, Osmanlı Sosyalist Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası gibi. 1913 yılında İttihat ve Terakki Bab ı Ali baskınıyla yönetime el koymuş ve bu arada çok partili hayat da tatil edilmiştir.
1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla birlikte Türkiye’de çok partili siyasi süreç yeniden başlamıştır. Bu süreçte değişik isimlerle partiler yeniden açılmıştır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İttihat ve Terakki isim değiştirerek Teceddüt Fırkası, Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası, Radikal Avam Fırkası, Osmanlı Sulh ve Selameti Osmaniye Fırkası, Ahali İktisat Fırkası, Selameti Osmaniye Fırkası, Sosyal Demokrat Fırkası, Osmanlı Mesai Fırkası, Türkiye Sosyalist Fırkası, Milli Ahrar Fırkası, Milli Türk Fırkası, Amele Fırkası, Türkiye Zürra Fırkası, Müstakil Sosyalist Fırkası gibi partiler bu devirde açılmış ve hayatını sürdürmüştür. Bu dönemde fırkalar yanında siyasi dernekler de görülmektedir. Milli Kongre, Kürdistan Teali Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Trabzon Ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyeti, Teali-i İslam Cemiyeti, İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Osmanlı İlayı Vatan Cemiyeti vb.
Bu süreç aynı zamanda Ulusal Savaş dönemidir. Mustafa Kemal Paşa ulusal savaşımı ulusun örgütlenerek yapması düşüncesinde olduğundan kongreler yoluyla Anadolu ve Rumeli Müdafaa yi Hukuk Cemiyeti’ni oluşturmuştur. Milli Mücadele bu örgütün önderliğinde gerçekleştirilmiştir. Ulusal savaş sonrası ARMHC adını 9 Eylül 1923 tarihinde Halk Fırkası’na dönüştürmüştür. Böylece Türkiye Devleti sürecinin ilk siyasi partisi kurulmuştur. Bundan sonra ilk muhalefet hareketi de siyasal örgütünü oluşturmuştur. Bu partini adı Terakkiperver (ilerici) Cumhuriyet Fırkası’dır. Böylece Cumhuriyet döneminin ilk çok partili süreci de başlamıştır. Ancak bu çok uzun sürmemiş ve Doğu İsyanı sebebiyle parti kapatılmıştır.
1925 yılından 1930 yılına kadar tek parti yönetimi devam etmiş dünya ekonomik bunalımı ve denetim eksikliği düşünceleriyle yeniden bu süreçte çok partili sistemin önü açılmıştır. 12 Ağustos 1930 tarihinde Mustafa Kemal Paşanın arkadaşı Ali Fethi Bey başkanlığında Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Çok partili süreç bu şekilde başlayınca Adana’da Ahali Cumhuriyet Fırkası, Edirne’de Türkiye Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Fırkası gibi başka partiler de açılmıştır. Fakat bu süreçte çok uzun sürmemiş partiler arası mücadelenin yönü devlete karşı bir hareket halini alınca Serbest Cumhuriyet Fırkası kendisini kapatmış diğer partiler de hükümet tarafından kapatılmıştır.
1930 yılından 1946 yılına kadar tek partili bir siyasal yaşam devam etmiştir. Yalnız bu süreçte meclis içinde bir Müstakil Grup oluşturulmuş ve yapay bir muhalefet yaratılmıştır.
II. Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte hem iç hem dış dinamiklerin etkisiyle çok partili yaşam başlamıştır. Bu süreçte ilk önce Milli Kalkınma Partisi daha sonra sırasıyla Demokrat Parti, Sosyal Adalet Partisi, Liberal Demokrat Parti, Türkiye Sosyalist Partisi, İslam Koruma Partisi, Türk Muhafazakar Partisi, Millet Partisi gibi partiler açılmıştır. Türkiye bu süreçte ilk defa çok adaylı, çok partili seçimlerle karşılaşmıştır.
1946-1960 Sürecinde çok partili hayat içinde milletin oyunu almayı başaran partiler ise şunlardır: Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti, Millet Partisi (Cumhuriyetçi Millet Partisi), Hürriyet Partisi. Bu dönem özellikle Demokrat Partinin ağırlığı altında geçmiştir.
1950-1960 döneminde tek başına iktidar olan DP bir askeri müdahale ile yönetimden uzaklaştırılmıştır. Böylece siyasi hayat Türkiye’de yeniden yapılanmak durumunda kalmıştır. DP kapatıldığından yeni partiler oluşmuştur. 1960 sonrasında Türk siyasetinde ağırlığı hissedilen partiler CHP, DP’nin devamı olarak kurulan Adalet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi, Millet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, solda yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi gibi partilerdir. 1960-1980 sürecinde siyasi yaşamda birçok birleşmeler ve ayrılmalar da yaşanmıştır. CHP bu süreçte anaçlığını göstermeye devam etmiş DP’den sonra Güven Partisi ve Cumhuriyetçi Parti de CHP’den çıkmıştır. Adalet Partisi de bölünmüş ve buradan Demokratik Parti oluşmuştur. 1970’lere doğru Millet Partisi, Yeni Türkiye Partisi ve Türkiye İşçi Partisi iyice güçlerini yitirmişlerdir. Bu süreçte yeni katılmalar da olmuştur. İslamcı ideolojinin partileri olarak ilk önce Milli Nizam Partisi o kapatılınca Milli Selamet Partisi kurulmuştur. Sağda milliyetçi düşünce yapısında CKMP Alparslan Türkeş’le birlikte adını Milliyetçi Hareket Partisi’ne çevirerek siyasi yaşama bu şekilde devam etmiştir. 1960-1980 döneminde Türkiye artık koalisyon hükümetleriyle de karşılaşmıştır.
1960-1980 önemi içinde Türkiye’de özgürleşmeyle birlikte silahlı eylemler ve anarşi artmış buna karşı silahlı kuvvetler çeşitli uyarılarla siyasilere çare aramaya itmişlerdir. 12 Mart Muhtırası çare bulamayan siyasilere ilk müdahaleyi oluşturur. Siyasetin bütün kurumlarına karışmadan yapılan bu müdahale sonrasında da anarşi ve terör bitmemiş 1980 Eylülünde bu sefer silahlı kuvvetler yönetime tamamen el koymuştur. Böylece çok partili sürece bir kez daha ara verilmiştir.
1983 Yılında çok partili süreç yeniden başlamıştır. Partiler tamamen kapatıldığından eski siyasi düşünceler yeni isimlerle yeniden kurulmuştur. 1983 seçimlerine sokulan üç parti askerlerin desteğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi, eski sağ merkez oylar üzerine kurulan ANAP, eski sol oylar üzerine kurulan Halkçı Parti bu seçimlerde oyları paylaşmıştır. Bunlardan iktidarı alan ANAP dışındaki partiler süreç içinde kaybolmuşlardır. Onların yerine sağda DYP, solda DSP, SHP (CHP) oluşmuştur. Eski Milliyetçi ve İslamcı görüşlere sahip kimseler ise Refah Partisi ve Milliyetçi Çalışma Partisi (Milliyetçi Hareket Partisi) çatılarında birleşmişlerdir. Bu süreç içinde de çeşitli birleşmeler ve bölünmeler sürmüştür. 1995 sonrasında DYP’den ayrılanlar tarafından Demokrat Türkiye Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi’nden ayrılanlar tarafından Büyük Birlik Partisi kurulmuştur. Yine bu süreçte Refah Partisi Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış onun yerine Fazilet Partisi kurulmuştur. 1980 Sonrasında sol görüşe sahip değişik partiler de siyasi yelpazede yerlerini almışlardır. Ancak seçimlerde hiçbir kayda değer oy alamamışlardır. Bu süreçte dikkat çekici diğer bir oluşun ise oylarını daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinden alan DEP-HADEP isimli parti örgütlenmesidir.
Çok Partili siyasi sürecimiz değişik sıkıntılarla ve uyarılarla 1980 yılından beri doğrudan bir askeri müdahale olmadan devam etmektedir.



SOSYAL ALANDAKİ DEĞİŞİM
1 KADIN HAKLARINDAKİ DEĞİŞİM
İnsanlık tarihi toplumun oluşturucusu iki unsur kadın ve erkek arasındaki ilişkileri bize oldukça net bir şekilde göstermektedir ki güç noktasındaki farklılık nedeniyle kadın erkekten çok daha az öneme sahip olmuş ve haklar noktasında geri bırakılmıştır. En eski dönemlerden itibaren erkek ürünü felsefi düşüncelerde kadın alçaltılmış ve ikinci plan itilmiştir.
Yüzyıllar sürecinde ortaya çıkan yeni üretim biçimleri yeni ve başka bir yaklaşımı da beraberinde getirmiş ve cinslerin eşitsizliğinden cinslerin eşitliği ve birlikteliğinin normalliği düşüncesine geçenler olmuştur. Bu süreç doğal olarak sanayi tipi üretim çağına geçen Batı denilen uygarlık sistemi içinde başlamıştır.
Biz Türklere geldiğimizde ise, Orta Asya’ da göçebe bir yaşantı içinde göreceli olarak bir dayanışmadan söz edebilmekteyiz. Bu belki de doğanın bir zorlaması olarak üretime eşit bir şekilde katılma zorunluluğundandır. Ancak hemen belirtilmelidir ki bu kelimenin anlamıyla tam bir eşitlik falan değildir. Yine erkekler çok eşlilik hakkına sahiptir. Yönetme hakkı da bir bütün olarak erkeklerin hakkıdır.
Göçebe yaşantıdan yerleşikliğe geçildikçe kadınlarımızın hak alanları genişleme yerine daralma göstermiştir. Kadın evin içine kapatılmış ve örtülerek saklanmıştır. Eskiden bir nebze da olsa katıldığı siyasetten ve üretimden eli çekilmiştir. Evine kapatılmış ve belli ev görevleri olan onun dışında beklentileri dahi olmayan bir bekleyici konumuna düşürülmüştür. Bu süreçle ilgili Kutadgu Bilig’ten şu alıntı bu durumu anlatmaya yetecektir: “ LXIII. 4511 Ey dost arkadaş, sana kesin bir söz söyleyeyim; bu kızlar doğmasa, doğarsa yaşamasa daha iyi olur. 4512 Eğer dünyaya gelirse, onun yerinin toprağın altı veya evinin mezara komşu olması daha hayırlıdır. 4512 Kadınları her vakit evde muhafaza et; kadının içi dışı gibi olmaz. 4517 Yemekte içmekte kadınları erkeklere katma; eğer katarsan, ölçüyü kaçırırlar. 4519 Kadının aslı ettir; eti muhafaza etmeli; gözetmezsen et kokar; bunun çaresi yoktur.”
Kadına bu düşünce kapısından bakılması sonucu toplumumuz belli ölçülerde göçebe geleneğin olduğu ve tarımsal arazi işlerinin dışında yer bulamamışlardır.
Her yapıda olduğu gibi Tanzimat sonrası dönemde özellikle Meşrutiyet süreciyle birlikte Türk Kadını faaliyete geçmiştir. İlk önce Meşrutiyet sisteminin getirilmesi sırasında “fedakar mesaj götürücüleri” olarak yer aldılar daha sonra değişik kadın derneklerini oluşturarak bu alanda çalışmaya başladılar. Kadınların sosyal ve ekonomik hayatta yer almaları için çalışan bu örgütler genelde birer kadın yardımlaşma dernekleridir. Yine bu süreçte ilk defa kadın gazete ve dergileri çıkmaya başlamıştır. Ancak bu faaliyetler hiç de kolay cereyan etmemektedir.ç Bir sürü karşı eylem ve hareketle karşılaşmışlardır. Özellikle din gücünü ellerine alan softa düşünceliler kadının bu istemlerini din dışı addederek önlemeye çalışmışlardır.
Ulusal savaş Türk kadınının her alanda önemli roller oynadığı bir süreç olmuştur. Türk Kadınları işgale karşı erkeğiyle birlikte her alanda mücadeleye destek vermişledir. İşgali lanetleyen telgrafların çekilmesi, işgali reddeden mitingler düzenlenmesi Türk kadınının kendisine görev addettiği ve başarılı olduğu sahalar olmuştur. Türk kadını savaşta bu kadarla da yetinmemiş lojistik destek açısından kağnılarla mermi taşıyarak Türk ordusunun ihtiyaçlarını giderme noktasında yardımcı olmuştur. Türk Kadını bununla da yetinmeyerek bazı alanlarda doğrudan savaşa bedeniyle katılmıştır.
Ulusal savaş sonrasında doğal olarak hak ettiği hakları alma peşine düşen Türk Kadını devlet başkanının desteğine rağmen haklarını bir anda alamamıştır. Toplumda eskiden kaynaklanan düşünceler ve henüz ekonomik sosyolojik yapının yetersizliği bu durumu yaratmıştır. Bundan dolayı Türk Kadınının bir süre daha çaba göstermesi kendisini kanıtlaması gerekecektir. Nitekim bu süreçte Türk Kadını yavaş yavaş doktor, mühendis, avukat, öğretmen, hemşire olarak toplumsal hayatın içine girmeye başlamıştır. Bu sayılar arttıkça onların hak istemlerinin önüne geçilmesi de güçleşecektir.
1926 Yılı Türk Kadını için oldukça önemlidir. Bu yılda getirilen Türk Medeni Kanunu ile kadın hakları alanında önemli ilerlemeler sağlanmıştır. Bu kanun ile Türk Kadını tek eşlilik ve hukuk garantisine kavuşmuştur. Bundan başka şahitlik ve miras alanında erkekle aynı haklara kavuşmuştur.
Bu süreçten itibaren sosyal ve ekonomik alanda kazandığı hakları Türk Kadını; siyasi alanda da sürdürmeyi başarmıştır. Türk Kadınlarının çabaları ve liderin desteğiyle 1930 yılında yerel 1934 yılında da genel seçimlere katılma hakkı Türk kadınına verilmiştir. Böylece binlerce yıllık farklar yavaş yavaş da olsa Türk Kadınına sağlanmıştır.
Bugün Türk Kadını ile erkeği arasındaki farklar tamamıyla kalkmış değildir. Hala toplumda bir cins farklılığı gözlemlenmektedir. Devletin desteklediği alanlarda başarılı olan Türk Kadını bu desteğin tam olmadığı ekonomik ve sosyal alanlarda geri kalmış durumdadır. Köylü ve kentli arasında da büyük ölçekli farklar bulunmaktadır. Hala okuma yazma bilmeyenlerin büyük çoğunluğu kadındır. Okula gidemeyenlerin çoğunluğu kadındır. Hala çok kadınla evlilik Medeni kanuna rağmen devam etmektedir. Haklara rağmen sanayi ve ticaret odalarında kadın üye sayısı azdır, Milletvekili bakan, Belediye Başkanı ve Belediye Meclis üyesi bayan sayımız uygar uluslarla kıyaslanmayacak ölçüde azdır. Bütün bunlar değişmelidir. Bu konuda aydın Türk Kadınına ve doğal olarak Türk erkeğine büyük sorumluluklar düşmektedir. Bu oranlar yükselmediği sürece çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmanın imkansız olacağını bilmek gerekir ve buna göre davranmak gereklidir.
BİR ÇAĞDAŞLAŞMA MODELİ OLARAK TÜRK DEVRİMİ
Türk Devrimi bir çağdaşlaşma hareketidir. Tüm geri kalmış kurum ve düşünceleri değiştirip dünyanın yakalamış olduğu çağdaş uygarlığa geçme isteminin adıdır. Siyasal sistem olarak Demokratik Cumhuriyete ulaşmak, üretim olarak da kalkınmış sanayileşmiş bir topluma ulaşmak. Bunun getiricileri olacak siyasal, düşünsel, hukuksal, şekilsel, yapısal her şey Türk devrimini oluşturmuştur.
Siyasal devrim ulusal savaş içinde başlamış, anayasa ve TBMM ile ilahi kaynaklı egemenlik düşüncesinden insan kaynaklı egemenlik düşüncesine geçilmiştir.ç bunun uzantıları olarak da ilk önce saltanat kaldırılmış daha sonra da bunu uzantıları olan Halifelik kurumu ve Şeriye Bakanlığı ortadan kaldırılmıştır. Cumhuriyet getirilmiş anayasadan devletin dini ibaresinin de çıkarılmasıyla tam insan egemenliğine dayalı bir yönetim sistemi uygulamaya sokulmuştur.
Siyasal yapı hukuksal değişikliklerle desteklenmiştir. Bu düşünce doğrultusunda yepyeni bir hukuksal anlayış ortaya getirilmiş ve batıdan gönüllü benimseme yoluyla hukuk alımına gidilmiştir. Türk Medeni Kanunu, Borçlar Kanunu, Ceza Kanunu, Usul Kanunu bütün kanunlar batı ülkelerinden alınarak uygulamaya sokulmuştur.
Siyasal ve hukuksal yapı eğitim değişiklikleri ile desteklenmiştir. Öğretim birleştirilmiş ve millileştirilmiştir. Yazı dil tarih değişikliği ile kültürel alanda yepyeni düşünceler yol açılmıştır.
Ekonomi alanında bağımsız kendi kendisine yaşayabilen bir ulusal ekonomi oluşturulmuştur. Yapılan değişikliklerle kimliksiz üretimsiz bir yapıdan bağımsız kimliğini elinde bulunduran üretmeye başlayan bir ekonomiye geçilmiştir.
Çağdaşlaşma hareketinin tamamlayıcı unsuru olarak biçimsel ve düşünsel değişiklikler Türk Devrimini tamamlamıştır. Düşüncenin değişmesine etki sağlamak üzere gerçekleştirilen Kılık Kıyafet ve Şapka değişimi bunlar arasında sayılabilir. Düşünceler herkesin aynı kabul edildiği giysilerle daha kolay değişebilirdi. Bu değişiklikle bunun önü açılmaya çalışılmıştır. Modernleşme ve uyum ile ilgili değişikliklere ise Soyadı kanunu ve ölçü, zaman, takvim değişiklikleri örnek olarak gösterilebilir. Girmek istediğimiz uygarlığın ölçüleriyle uyumluluk bu süreci kolaylaştıracak bir yol olarak görülmüş ve bu kanunlar çıkarılmıştır.
Türk Devrimi; yukarıda açıkladığımız gibi Türk toplumunu ortaçağdan çıkarıp, çağdaş düşüncelerin ve uygulamaların olduğu modern bir devlet ve toplum kurma projesidir. Her açıdan geri kalmış bir toplumu ani ve hızlı bir şekilde yükseltme ülküsünün bir sonucudur. Yapılan değişiklikler bu amaca yönelik olarak gerçekleştirilmiştir. Amacı çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak olan bu hareket büyük oranda hedefine yaklaşmıştır. Ancak yapılan hareket bir devrim olduğundan bu hıza içimizden uyamayanlar olmuştur. Bu yüzden liderin ölümü sonrasında değişim projesi bu uyumsuzların da etkisiyle eski hızından uzak bir şekilde devam etmiş ve maalesef tam anlamıyla gerçekleşememiştir. Türkiye’nin bugün de hedefi çağdaş uygarlığı yakalamak ve geçmektir. Böyle büyük iddiaları olan toplumların yürümeye tahammülleri yoktur. Bundan dolayı Türk Devrimi tamamlanmamıştır. Devrimsel mantık sürmeli ve ilerleme yolunda en hızlı değişimler gerçekleştirilmelidir.


CUMHURİYET DÖNEMİNDE TÜRK DIŞ POLİTİKASI
1 TÜRK DIŞ POLİTİKASININ DAYANDIĞI ESASLAR.
Türk dış politikasının en karakteristik özelliği Tam Bağımsızlıktır . Sadece siyasi alanda değil iktisadi alanda bağımsızlık dış politikada vazgeçilmez bir ilke olarak değerlendirilmektedir.
Dış politikamızın ikinci bir esasını içişlerine karışmama ilkesi oluşturmaktadır. Türkiye cumhuriyet hiçbir ülkenin içişine karışmayı düşünmediği gibi kendi içişlerine karışılmasına da karşıdır.
Uluslar arası ilişkilerde karşılıklı saygı ve eşitlik. Türkiye Cumhuriyeti devletler arası ilişkilerde nezaket, saygı ve eşitlikten yanadır. Özellikle eşitlik unsurunu ön plana çıkartmaktadır.
Uluslar arası ilişkilerde diplomasinin hakim olması savaş yerine barışın alması. Tarihi savaş yıkıntılarla dolu yeni Türkiye yöneticileri savaşı insanlık suçu olarak değerlendirmekte ve barış ve karşılıklı anlaşma ve görüşmeyi bunun yerine tercih etmektedirler. Yani “Yurtta Barış Dünyada Barış” ilkesinin dünya çapında yürürlüğe sokulması.
Evrensel ve bölgesel işbirliği. Dünyanın sıkıntılarından birisi olarak uluslar arası işbirliğinin yetersizliğini gören yeni Türk yönetimi savaşları önlemenin bir yolu olarak uluslar arası bölgesel ve evrensel ilişkiler kurulmasını dış politikanın bir diğer önemli ilkesi olarak kabul etmiştir.
2 1923-1938 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI
Türkiye Milli mücadelenin bitmesiyle birlikte Lozan sonrasında, Lozan’dan arta kalan sorunlarla ve yeni bir devlet olarak uluslar arası ilişkiler oluşturmakla uğraşmıştır. Türkiye bu süreçte statükocular ve revizyonistler olarak bölünen dünyada Lozan’da tam istediklerini alamamasına rağmen statükocu bir siyaset izleyecektir. Şimdi olaylarla dış politika sürecini özetleyelim
Türk-Yunan İlişkileri
Lozan sonrasında Türkiye ile Yunanistan arasında en önemli sorun göçmenlerdir. Anadolu’daki Rumlar ile Yunanistan’daki Türklerin yer değiştirimi konusu 1920’li yıllarda savaş sonrası en önemli konudur. 1930 yılında yer değiştirimi antlaşması yapıldı. Batı Anadolu Rumlarıyla Selanik Türkleri yer değiştirirken, Batı Trakya Türkleriyle İstanbul Rumları yerlerinde bırakıldı.
Böylece Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkiler düzelme yoluna girdi. Bundan sonra iki ülke ilişkileri sıcak bir sürece kavuşmuştur.
Türk-İngiliz İlişkileri
Milli Mücadele sonrasında da Türkiye İngiltere ilişkileri düzelmemiştir. Lozan’dan arta kalan Musul Vilayeti konusu iki ülke arasında bir dış mesele olarak kalmış ve taraflar kendi isteklerini diğerine kabul ettirmek istediğinden sonuç alınamamış zaman zaman da savaş aşamasına gelinmiştir. Musul meselesinin Türkiye aleyhine sonuçlanması bu ilişkileri daha da uzaklaştırmıştır.
1930 yılından itibaren ise iki taraf arasında eski defterler kapatılmaya ve sıcak bir ilişki kurulmaya başlamıştır. İngiltere Kralı 1936 yazında Türkiye’yi ziyaret etmiş. Türkiye ile İngiltere arasındaki ilişkiler bu süreçten itibaren gelişmeye başlamıştır. Türkiye’nin katıldığı paktların oluşumunda İngiltere büyük bir rol oynamıştır.
Türk-Fransız İlişkileri
Lozan sonrası Fransa ile ilişkiler Borçlar yüzünden pek iyi değildir. Ayrıca Türkiye Suriye sınırının çizilmesi konusunda da anlaşılamamıştır. Bir başka sorunu Fransız Misyoner okulları oluşturmuştur. Demiryollarının millileştirilmesi gibi konular da dış ilişkilerin konuları arasında yer almıştır.
Bu sorunlar 1930 yılına kadar devam etmiş bu yıldan sonra aynı İngiltere’yle olan ilişkilerde olduğu gibi Tür-Fransız ilişkileri alabildiğine gelişmiştir. Dünya savaşının çıkma ihtimalini yükseldiği süreçte bu ilişkiler zirvesine varmıştır. Nitekim daha sonra özel olarak üzerinde duracağımız Hatay bu ilişkilerin bir sonucu olarak Fransa tarafından Türkiye’ye bırakılacaktır.
Türk-İtalyan İlişkileri
İtalya milli mücadele sırasında bizimle savaşmadan geri çekildiği için bir savaş yaşanmamıştı. Bundan dolayı ikili ilişkiler İngiltere ve Fransa’ya göre daha iyi başlamıştı. Ancak 1922 sonrasında İtalya’da diktatör Mussolini iktidara gelince ve Türkiye’yi de tehdit edince bu ilişkiler dikkatli bir gergin ilişkiye dönüşmüştür.
Hatta Türkiye ile İtalya ilişkilerinin gerginleşmesi bizim eski düşmanlarımızla yakınlaşmamıza neden olacaktır. Bunun sonucunda Sadabat ve Balkan antlaşmaları yapılacaktır.
Türk-Rus İlişkileri
Milli Mücadele döneminde oldukça iyi olan ilişkiler biraz daha ihtiyatlı fakat dost bir çizgide 1930lara kadar devam etmiştir. 1930 sonrasında ise Türkiye’nin İngiltere ve Fransa’ya doğru yaklaşması nedeniyle soğumaya başlayacaktır. Esas kopuş ise II. Dünya savaşı sonrasında yaşanacaktır.
Türkiye’nin İslam Ülkeleriyle ilişkileri
Türkiye’nin laik bir yönetim sistemine geçmesine karşın İslam ülkeleriyle ilişkisi bu süreçte oldukça sıcaktır. Afganistan, İran, Mısır, 1930’dan itibaren Irak’la ilişkilerimiz çok sıcak bir hale gelmiştir. Diğer alanlarda ise bağımsızlık düşünceleri vardı ve bunu başarmış bir Türkiye’ye saygı ve gıptayla bakıyorlar ve izliyorlardı.
Milletler Cemiyeti ve Türkiye
Türkiye barış ilkesinin bir gereği olarak bölgesel ve uluslar arası ilişkilere olumlu bakan bir ülkedir. Nitekim 1928’den itibaren barışın devamı yönündeki çalışmaları desteklemiştir. Bunlardan olmak üzere Briand-Kellog saldırmazlık anlaşmasını kabul etmiştir.
Türkiye’nin uluslar arası işbirliğine katılmasında en önemli gelişme 1932 yılında Milletler Cemiyetine üye olmasıdır.
Balkan Antantı
Bölgesel ilişkilerin geliştirilmesi anlamında önemli bir çalışmadır. Avrupa’daki savaş tehlikesine karşı Balkanlı Komşular ortak bir korunma stratejisi geliştirmek üzere özellikle Türkiye’nin öncülüğünde birleşmişlerdir. Özellikle de İtalya’nın yayılmacı politikasına karşı bu birlik oluşturulmuştur. 9 Şubat 1934 tarihinde Türkiye ,Yunanistan,Yugoslavya ve Romanya’nın katılımıyla gerçekleşmiştir. Balkan Antantı değişik gelişmelerden dolayı tam anlamıyla başarıya ulaşmasa da önemli bir bölgesel örgüt olarak tarihe geçmiştir.
Sadabat Paktı.
İtalya’nın Habeşistan’ı işgal etmesi Doğu Akdeniz’de İtalyan tehlikesini ön plana çıkardı. Bu bölgedeki devletler balkan antantında olduğu gibi bir araya gelerek bir birlik oluşturdular. 8 Temmuz 1937 tarihinde Tahran’ın Sadabat sarayında imzalandığı için bu adla anılan anlaşmayı Türkiye, İran, Irak ve Afganistan imzalamıştır. Irak’ın imza koyması İngiltere’nin de anlaşmayı desteklediğini gösterdiğinden önemlidir.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi
Boğazlar konusu Lozan’da Türkiye’nin tam istediği bir şekilde sonuçlanmamıştı. Bu durum devlet yöneticilerini özellikle soğuk savaş rüzgarlarının esmeye başladığı 30’lu yıllarda düşündürmeye başlamıştır. Çünkü belli bir savunma hattı kurmak yasaktı bu ise boğazların güvenliğini ve dolayısıyla Türkiye’nin güvenliğini tehdit ediyordu. Türkiye bu süreçte dünya kamuoyunu da arkasına alarak şartlar değişmiştir ilkesinden yola çıkarak Boğazların statüsünün değiştirilmesini istedi. Montrö’de yapılan görüşmeler sonunda Almanya, İtalya ve Sovyetler Birliği’nin tepkilerine rağmen diğer dünya devletlerinin desteğiyle boğazların statüsü değiştirildi. 20 Temmuz 1936.
Hatay’ın Anavatana Katılması
Türkiye ile Fransa arasında imzalan Ankara Antlaşması gereğince Hatay Fransa yönetimine bırakılmıştı. 1936 yılında Fransa Suriye’ye bağımsızlık vermeye kalkınca İskenderun Sancağının durumunun ne olacağı gündeme gelmiştir. Fransa önceleri Sancak bölgesini Türkiye’ye vermek istemedi konu Milletler Cemiyetine havale edildi bu sefer ilginçtir Musul meselesinin tersine İngiltere’nin etkisiyle Sancak Suriye’yle ilişkili ancak içerden bağımsız bir statüye kavuşturuldu. Türkiye ve Fransa Sancağın toprak bütünlüğünü güvenceleri altına aldı. Anayasa çalışmaları zorlu geçti. Fakat 1938 yılında Almanya Avusturya’yı ilhak edince Fransa ve batı bloğunun Türkiye’ye ihtiyacı arttı. Bu da Hatay adını alan Sancak bölgesinin Türkiye’ye ilhakını kolaylaştırdı. Temmuz 1939’da Hatay Türkiye sınırları içine katılmıştır.


ATATÜRK İLKELERİ
1 MİLLİYETÇİLİK
Atatürk’ün Milliyetçilik anlayışı; akılcı, çağdaş, medeni, ileriye dönük, demokratik, toplayıcı, birleştirici, yüceltici, insani ve barışçıdır. Böyle bir milliyetçilik anlayışı; komünizme karşı olduğu gibi, ırkçılıkla, totaliter faşizmle, şovenizmle, teokratik düzen savunuculuğuyla da bağdaşmaz
Atatürk milleti şöyle tanımlamaktadır: “Millet, dil, kültür ve ideal birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir siyasi içtimai heyettir.” Atatürk’ün en kısa millet tanımı ise şöyledir: “ Aynı harstan (Kültür) olan insanlardan oluşan topluma millet denir. Görüldüğü üzere Atatürk’ün millet tanımları objektif (nesnel) kıstaslara göre değil sübjektif (öznel) kıstaslara dayanmaktadır.
Atatürk milliyetçiliği ise şöyle tanımlamaktadır: “ Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası ilişkilerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir uyum içinde yürümekle beraber, Türk toplumunun, özel karakterini ve başlı başına bağımsız kimliğinin korumaktır” Bu tanıma göre, Türk Milleti ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası ilişkilerde, bütün milletlere paralele yürür. Onlarla uyum sağlar. Bütün milletleri ve insanlığı sever. Bu bakımdan Türk Milliyetçiliği medeni insanlık içinde, onun bir unsuru olarak insanlığın yükselmesine ve bütün milletlerin mesut ve zengin olmasına yönelik örnek bir milliyetçiliktir. Türk Milliyetçiliği; Türk Milletinin şeref, onur ve çıkarlarına ilişilmesine asla izin vermez.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Şubat 2016       Mesaj #18
Safi - avatarı
SMD MiSiM
ATATÜRKÇÜ MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞININ AYRAÇLARI
1 Atatürkçü Milliyetçilik Anlayışı Ülke ve Millet Bütünlüğüne Önem Verir.
Milli birlik ve beraberlik duygusu, aralarındaki bütün ayrılıklara rağmen, millet bireylerini birbirine sımsıkı bağlar. Doğum yerleri, büyüdükleri yurt köşeleri, eğitim düzeyleri, meslekleri, mezhepleri, siyasi düşünceleri ayrı olsa da millet birdir. Bu farkları gündeme getirip Türk Milletini bölmeye kalkışan tüm düşünce ve akımlara karşıdır.
Cumhuriyet Anayasasında bu durum üçüncü maddede “ Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” şeklinde yerini almıştır. Atatürk, Onuncu Yıl Nutkunda “Türk Milleti, milli birlik ve beraberlikle bütün güçlükleri yenmesini bilmiştir” diyerek sağlanan bütün başarılarda milli beraberliğin payını vurgulamıştır.
2 Atatürkçü Türk Milliyetçiliği Irkçılığı Reddeder.
Dünyanın pek çok bölgesinde ırkların az veya çok birbirine karıştığı gerçeği bir yana, aynı vatanda, aynı devletin yurttaşları olarak, o vatana ve o devlete sadakatle bağlanarak, yüzyıllar boyunca aynı bayrak altında omuz omuza o vatanı savunarak, zaferleri, sevinçleri, acıları ve geleceğe ait ümitleri paylaşarak kökleşen milli duygu ortak milli kültür, ırk unsurundan elbette daha önemlidir. Irk ayrımcılığını millet bütünlüğünü yıkmak için bilerek körüklemek ise, mensup olduğu topluma karşı işlenmiş bir suçtur.
Atatürk, bir bütün olan Türk Milleti içinde ırkçı propaganda yoluyla bölücülük yapılmasına karşı çıkarak, bu gibi propagandaların “ Birkaç düşman aleti gerici beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde kederlenmekten başka bir etki doğurmayacağını “ belirtmiştir.
Yalnız uygulandığı ülkeyi değil. Bütün dünyayı kanlı maceralara sürüklemiş insanlık ve ahlak dışı cinayetlere yol açmış “ Üstün ırk, aşağı ırk “ teorileriyle Türk Milliyetçiliğinin ilgisi yoktur. Irkçılığın ilkelliği, insanlığa aykırı sonuçları, zararlı etkileri tartışılamayacak kadar açıktır. Uygar dünyada ırkçılığın yeri yoktur.
3 Atatürkçü Türk Milliyetçiliği Çağdaşlaşmayı Amaçlar Uygarlıkçıdır.
Hiçbir zaman bağımsızlığını kaybetmemiş, Türk Milleti için, milliyetçilik sadece başka bir millete karşı düşmanlık tarzında beliren bir “ Olumsuz tepki milliyetçiliği”nden ibaret değildir. Atatürkçü milliyetçilik “olumlu ve ileriye dönük” bir milliyetçiliktir. Türk Milliyetçileri, kendi ulusal kültürünün hazinelerini hor görmeyecektir. Onları anlayıp değerlendirecektir. Fakat akılcı ve çağdaş düşünceli olacaktır. Uygarlıkçı ve çağdaş olmak , milliyetçi olmayı en küçük ölçüde engellemez. Atatürkçü Milliyetçilik uygarlıkçıdır. “ Ne maske adı altında olursa olsun milleti geri bir hayat anlayışına çekecek akımlar Atatürkçü olamaz.”
Türk Milletini, kökleri tarihin derinliklerinde, dalları göklerde ulu bir çınar ağacına benzetebiliriz.. Bu çınar ağacı, kökleri ile şanlı tarihimizden beslenirken, dalları ile daima yükseklere uzanacaktır. Çağdaşlaşmak, ışığa, aydınlığa, uygarlığa doğru ilerlemek, milli benliğimizden uzaklaşmak demek değildir. Türk Milleti Atatürk’ün önderliğinde, hem çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne yükselme amacına erişmek için atılımlara girişmiş, hem de milli benliğine kavuşarak Türk olmanın sevinç ve öğüncünü duymuştur.
4 Atatürkçü Milliyetçilik Anlayışı Laiklik İlkesiyle Bağlantılıdır. Her Türlü Mezhep Ayrımcılığını Reddeder.
Atatürkçü Milliyetçilik anlayışı, milletin oluşumunda ortak tarihin ortak inançların, ortak kültürün rolünü kabul eder. Fakat milleti ümmetle karıştırmaz. Teokratik devlet anlayışına kapalıdır. Tarih ve sosyoloji biliminin ışığında dini inanç birliğinin bazen milletlerin yoğruluşunda ve doğuşunda önemli bir rol oynadığı ileri sürülebilir. Ancak dini inanç beraberliği tek başına millet bağının yerine geçemez.
Atatürkçü Milliyetçilik anlayışı Laiklik ilkesiyle bağlantılıdır. Hiç şüphe yoktur ki laik düzenin ülkemizde sağladığı en hayırlı sonuçlardan birisi, aynı büyük milletin öz evlatları arasındaki mezhep çatışmalarına kökünden son vermiş olmasıdır. Anadolu’da eski yüzyıllarda olan 19. yüzyılda şiddetini büyük ölçüde kaybeden Cumhuriyet döneminde ise laik düzenin sağladığı hoşgörü sayesinde büyük ölçüde unutulan mezhep çatışmalarını hortlatma çabaları, Atatürkçü milliyetçiliğe aykırıdır.
Atatürkçü Milliyetçilik anlayışı, mezhebi ne olursa olsun, bütün Türk yurttaşlarını, aynı büyük milletin eşit haklara sahip evlatları olarak görür. Tarih içinde meydana gelen, aziz vatanımızın bazı köşelerinde elem verici olaylara yol açan mezhep çatışmalarını önlemenin ve bundan çıkar sağlamaya çalışan siyasi örgütlerin sömürücü kışkırtmalarını etkisiz hale getirmenin en iyi çaresi Atatürk’ün laik ve birleştirici milliyetçilik anlayışına sımsıkı sarılmaktır.
5 Atatürkçü Milliyetçilik Anlayışı Sınıf Kavgasını Reddeder. Milli Dayanışma ve Sosyal Adaletten Yanadır.
Atatürkçü Milliyetçilik, milletin sosyal adalet içinde kalkınmasını sınıf çatışmasında görmez. Türk toplumunu oluşturan köylü, işçi, esnaf, sanatkar, sanayici, tüccar, memur gibi her çeşit meslek gruplarını aynı milli toplumun birer unsuru olarak sosyal adalete uygun esaslar içinde uyumlu bir şekilde işbirliği yapmalarını bunlar arasında çıkabilecek uyuşmazlıkların millet yararını her şeyin üstünde tutarak uzlaştırılmasını ve bağdaştırılmasını öngören bir temel görüşe sahiptir.
Atatürkçü Milliyetçilik; yurttaşlar arasında siyasi ve hukuki bakımdan ayrıcalıklar gözetilmesini “ ayrıcalıklı zümre” yaratılmasını kabul etmez. Ekonomik hayatın ve işbölümünün kaçınılmaz sonucu olan farkların ise, kimseye yarar sağlamayacak olan sınıf mücadelesinde değil sosyal adalet ve sosyal güvenlik tedbirleriyle çözümlenmesi düşüncesindedir. Bu görüş çağdaş sosyal devlet anlayışıyla uyuşmaktadır. Sınıf çatışmasını önlemenin en iyi yolu , sosyal adaleti ve sosyal güvenliği mümkün olan ölçüde gerçekleştirmeyi, gelir dağılımında adalet sağlamayı, çeşitli meslek gruplarının yararlarını dengelemeyi amaçlayan tedbirleri almaktır.
Özetle Atatürkçü Milliyetçilik, Komünizmle ve sınıf kavgası kışkırtmacılığı ile bağdaşmaz; ama sosyal adalete ve sosyal güvenliğe önem verilmesini gerektirir. Türkiye’de Cumhuriyet döneminin başından beri adım adım gerçekleştirilen sosyal adalet ve sosyal güvenlik tedbirleri sınıf kavgası ve kanlı çatışmalar yoluyla elde edilmiş sonuçlar değildir. Bu tedbirler devletin Atatürkçü bir Milliyetçilik anlayışı ile, Türk Milletini kaynaşmış ve bağdaşmış hale getirme yolundaki bilinçli çabalarından doğmuştur.
6 Atatürkçü Milliyetçilik Anlayışı Vatan Kavramı İle Bağlantılıdır ve Gerçekçidir.
Atatürkçü Milliyetçilik anlayışının önem verdiği konulardan birisi “ortak bölünmez” vatandır. Buna karşılık Atatürkçü Milliyetçilik anlayışı gerçekçidir. Yakın tarihimizin acı derslerini gözden kaçırmaz; anavatanı ve Cumhuriyeti tehlikeye atacak maceracı hayalci yollara sapmaz. Atatürk, Türk Milletinin varlığının ve hayati çıkarlarının Panislamizm, Panturanizm veya “federal İmparatorluk” gibi uzak hayallere feda edilmemesi gerektiğini, daha ulusal savaş yıllarında vurgulamıştır. İzlenebilecek akılcı ve gerçekçi yolun sınırları belli bir vatan üzerinde ulusal bir Türk Devleti kurmak olduğunu anlamıştır ve anlatmıştır. Dünyanın milletler çağına girdiği bir dönemde imparatorluk sınırları içinde birçok topluluğu tutmaya çalışmanın, Türk çocuklarını bu uğurda feda etmenin yersiz olduğunu Atatürk ulusal savaş öncesinde görmüştü.
Türk devletinin gerçekte Panislamizm veya Panturanizm yapacak güce sahip olmadığı bir dönmede, ciddiyetten uzak heveslere kapılmak Türk Milletine fayda sağlamamış sadece düşmanlarımızın el ele vermelerine neden olmuştur. Bundan dolayı Türk Milliyetçiliği sınırları belli bir anavatan üzerinde hiç kimseyi kendi işlerine karıştırmadan rahat ve mutlu yaşama ülküsü içindedir.
Peki Türkiye Cumhuriyet sınırları dışında kalan Türkler ne olacaktır. Atatürkçü Türk Milliyetçiliği bu konuyu da dışlamamaktadır. Vatan sınırları dışında kalan Türklerin de mutlu ve sağlıklı yaşamasını ister. Dünyadaki bütün Türkleri sever ve onlara yardımcı olmaya çalışır. Onların kültürlerini milli benliklerini korumalarını ister. Haklı davalarıyla şartların ve imkanların elverdiği ölçüde ilgilenir. Ama, kendisine siyasi alan olarak, Türk vatanını benimser; gerçekçi ve akılcı davranarak, anavatanı tehlikeye atacak, Türklüğe hiçbir fayda sağlamayıp sadece zarar getirecek, maceracı ütopyalardan uzak durur.
Türk vatanı kumara, hayale ve maceraya feda edilmemelidir. Her dönemde ve her şart altında nelerin yapılabileceği ve nelerin yapılamayacağı iyice değerlendirilmelidir. Atatürkçü Milliyetçilik anlayışı bütün bunlardan dolayı vatan kavramı ile sınırlıdır ve gerçekçidir. Hayal ve olmayacaklarla uğraşmaz. Olabilirlikle ilgilenir.
7 Atatürkçü Milliyetçilik Anlayışı Demokrasiye Yöneliktir. Millet Egemenliği İlkesiyle Bağlantılıdır.
Ulusal savaşımın temelinde ulusal egemenlik bir numaralı yeri almıştır. Daha ilk kongrelerde “ Kuvayı milliye yi amil ve iradeyi milliye yi hakim kılmak esastır” düsturu ile yola çıkılmıştır. Atatürkçü milliyetçilik anlayışına göre ulusal irade özgür olmalıdır. Bu ise demokrasi olmadan sağlanamaz. Bu yüzden saltanat gibi nedeni kendinden menkul sistemler Atatürkçü Milliyetçilik içinde yer alamaz. Atatürkçü Milliyetçilikte esas “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” düsturudur.
Dönem içindeki yabancı milliyetçilik anlayışlarından bu yüzden farklıdır. Hitler, Mussolini gibi diktatör milliyetçiliklerden Türk Milliyetçiliği ayrıdır. Özü ulusal iradeye dayanmayan hiçbir sistemi Türk Milliyetçiliği kabul etmez. Atatürk “ Millet egemenliği öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar mahvolur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş, müesseseler her tarafta yıkılmağa mahkumdurlar” diyen önderdir. Onun milliyetçiliği milletini köleliğe sürükleyen değil, özgürlüğe ve demokrasiye kavuşturan bir milliyetçiliktir.
8 Atatürkçü Milliyetçilik Anlayışı Saldırgan Değil Barışçı ve İnsancıldır.
Atatürk, milliyetçiliği reddeden, teori ve görüşlere karşıydı. Fakat, bütün başka milletleri hor gören, aşağılayan, saldırgan, savaşçı bir milliyetçiliği de benimsememişti. Her ülkenin kendi yöneticilerinin sorumluluğu kendi milletine karşı olacaktır. Ancak hiçbir millet dünyada tek başına yaşamadığından dünyadaki huzur, milletlerarası iyi ilişkilerin kurulması ve devam ettirilmesiyle sağlanacaktır. Bu ise barışçılık ile gerçekleşebilir. Burada söz edilen barışçıllık pasifist köle barışçıllığı değildir. Eşitlikçi ortak uzlaşmaya dayanan bir barışçıllıktır.
Atatürkçü Milliyetçilik anlayışı görüldüğü üzere barışçıdır. Hiçbir şekilde saldırgan ve savaşçı değildir. Tarihinde birçok savaşlar geçirmiş bir ulus olar Türkler Cumhuriyetle birlikte barışçı bir döneme girdiklerini kabul etmişlerdir. Yeni dönemin anlayışına göre savaş yıkım ve ölümdür. İnsanlık dışı bir harekettir. Atatürk bu konuda “ Ben harpçi olamam. Çünkü harbin acıklı hallerini herkesten iyi bilirim..” “ Harp zaruri ver hayati olmalı.. Öldüreceğiz diyenlere karşı ölmeyeceğiz diye harbe girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye uğramadıkça harp bir cinayettir” demektedir.
Atatürkçü Milliyetçilik anlayışı barışçıllığı yanında insancıldır da. “İnsanları mutlu etmenin tek yolu, onları birbirine yaklaştırarak, onları birbirine sevdirmektir.” Bir yandan kendi milletinde milli duyguyu, kendine güveni, Türk olmanın övüncünü, milliyetçi düşünceyi güçlendirip kökleştirirken diğer yandan insanlığın da sevgi ve barış içinde kucaklaşmasını öngörür.


2 LAİKLİK
Atatürk ilkelerinden bir diğer önemli ilke de Laiklik ilkesidir. Laiklik ilkesi deyim olarak Türk Devriminin ilk yıllarında hemen ortaya atılmış bir ilke değildir. Önce laik devlet ve toplum anlayışının doğal sonucu olan köklü değişiklikler adım adım gerçekleştirilmiş daha sonra laiklik deyimi Türk devriminin temel ilkelerinden biri olarak ilan edilmiştir.
Laik sözü Türkçe’ye Fransızca’dan geçmiştir. Rahipler sınıfına (Clerici) üye olmayanlar anlamında bir kelimedir. Bu sınıf dışındakilere (Laici) deniyordu. Bu zamanla din ve devlet arasındaki ilişkileri anlatmak için kullanılmaya başlamıştır.
Laik kelimesinin anlamı konusunda herhangi bir görüş farklılığı bulunmamasına karşın Laiklik teriminin içeriği konusunda çeşitli görüş ayrılıkları vardır. Laikliği felsefi açıdan, siyasi açıdan hukuki açıdan değişik şekillerde tarif etmek mümkündür. Ancak Türkiye Cumhuriyetinde bir Anayasa ilkesi, bir hukuk deyimi haline gelmiş olan laikliğin bazı tartışılmaz unsurları vardır.
1 Laik Devlette, kişiler, din ve vicdan hürriyetine, ibadet hürriyetine sahiptirler. Laik devlet fertlerin bu özgürlüklerini sağlar ve korur. Bir din veya mezhebin başka bir din veya mezhebe karşı baskısını önlemek , laik devletin görevidir.
Hiç şüphesiz dini inanç ve kanaat özgürlüğüne devletin karışması düşünülemez. İnanç insanın iç alemindedir. Buna karşılık ibadetler, dini ayin ve törenler, kamu düzeni ve genel ahlak bakımından devletçe sınırlanabilir. Laik devlette kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Kimse dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz.
2 Laik Devlette, devletin siyasi yapısını, hükümet ve idarenin işleyişini, toplumun yaşayışını düzenleyen kanun ve kuralları dini prensipler değil, akıl, mantık, ihtiyaç ve hayatın gerçekleri tayin eder. Laiklik, bu yönüyle Din ve devlet işlerinin ayrılması anlamına gelmektedir.
3 Laik Devlette eğitim kurumları ve eğitimin içeriği din kurallarına göre düzenlenemez. Hiç kimse dini eğitime zorlanamaz. Bu durum bizde 1982 Anayasasıyla bozulmuştur. Şu anda Din Bilgisi adı altında zorunlu din eğitimi devam etmektedir.
4 Laik devlette din görevlileri ve ibadethaneler için devlet bütçesinden para ayrılamaz. Yine bu konuda bizde tam bir uygulama Türkiye şartları gereğince uygulanamamakta Diyanet İşleri Başkanlığı devlet sistemi içinde yerini almakta ve bütçeden pay almaktadır.

TÜRKİYE’DE DEVLETİN LAİKLEŞMESİ
Anadolu’da kurulan yeni Türk Devleti adım adım “Laik” bir devlet olmaya yöneldi. Önce Egemenliğin temeli laikleştirildi. Amasya, Erzurum ve Sivas süreci sonrası ortaya çıkarılan “İradeyi Milliye” bu konudaki ilk büyük adımdır. 23 Nisan 1920 tarihinde oluşturulan TBMM ile “TBMM’nin üstünde güç yoktur” denilerek başka iradeler yok edilmiştir. 1921 tarihli Anayasa ise “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesini kabul ederek egemenliğin kaynağını laikleştirmiştir.
1 Kasım 1922 tarihi ise Türkiye’den saltanat belasının gönderildiği tarihtir. Böylece egemenliğin laikleşmesi önümdeki bir büyük engel daha kaldırılmıştır. Cumhuriyetin ilanı ise devletin laikleşmesine doğru gidiş hızlanmıştır.
3 Mart 1924 tarihinde ise ucube bir kurum olan “Halifelik” kaldırılmıştır. Aynı kanunun devamında Şeriye Bakanlığı da kaldırılarak fetva dönemi sona erdirilmiştir.
9 Nisan 1928 tarihinde ise yapılan anayasa değişikliği ile devletin dini ibaresi anayasadan çıkarılmış ve laik devlet tamamlanmıştır.
5 Şubat 1937 Tarihinde ise Laiklik ilke olarak anayasanın için dahil edilmiştir.
Böylece daha ilk andan itibaren sağlanmaya çalışılan laik devlet sistemi sonuçlandırıldı. Tarihinde hiçbir devrinde insan egemenliği bulunmayan bir ulus böylece insan egemenliği sistemine kavuşmuş oldu.

3 HALKÇILIK
Atatürkçü düşüncede Halkçılık, yurdu ayrıcalık iddialarından ve sınıf kavgalarından koruyan bir ilkedir. Halkçılığın birinci unsuru demokrasidir. İkinci unsur milletin genel hakları dışında hiçbir kişiye veya topluluğa ayrıcalık tanımamaktır. Üçüncü unsur, sınıf mücadelesini kabul etmemektir.
1 Halkçılık eşittir DEMOKRASİ: Atatürk “ Demokrasi ( Halkçılık) esasına dayalı hükümetlerde, egemenlik halka halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, egemenliğin millette olduğunu başka yerde olmayacağını gerektirir. Bu şekilde demokrasi prensibi, siyasi kuvvetin egemenliğin kaynağına ve yasallığına temas etmektedir.” Diyerek demokrasinin halkçılığın bir sonucu olduğunu vurgulamıştır. Atatürkçü düşünceye göre halkçılık eşittir Demokrasi demektir.
Halkçılık Demokrasi dışı yönetim biçimlerine ise karşıdır. Bolşevik (Komünizm) Teorisi ve yönetim biçimi, İhtilalci Siyasi Sendikalizm (Oligarşi) Teorisi, Çıkarların Temsili Teorisi, Faşizm gibi totaliter yönetim sistemleri Atatürkçü düşünce sisteminin dışındadır. Atatürkçü düşünce içinde ulusun özgür iradesi olmayan hiçbir sistemi kabul etmemektedir.
2 Halkçılık anlayışı eşitliği öngörür: Atatürkçü Halkçılık anlayışının ikinci unsuru eşitliktir. Hiçbir zümreye ve kişiye ayrıcalık tanımayan kanunlar önünde herkesin eşitliğini savunan bir yaklaşımdır
a Kanunlar önünde eşitlik: Halkçılığın eşitlik unsurunun ilk maddesi kanunlar önünde eşitliktir. Hiçbir kişinin hiçbir ailenin hiçbir zümrenin ayrıcalıklı olmadığı kaynaşmış bütünleşmiş eşit hukuka sahip gelişmiş bir toplum.
b. Halk yönetimi ve Çalışması: Atatürkçülükte Türk halkının kanun önünde eşitliği benimsenmekle birlikte, onun sorumluluğu da belirlenmiştir. Bu sorumluluk çalışmaktır. Kişilerin çalışmaması halinde toplumun yaşamasını ve varlığını sürdürmesin tehlikede görür. Halkçılık ilkesine göre Türkiye’de sosyal düzen kişinin çalışmasına dayanılarak korunabilir ve sürdürülebilir. Halkın ilerlemesini öngören Halkçılık, çalışmayı ilerlemenin temel esası olarak ele alır.
c. Halkçılık kişilerin düşünür olmasına çalışır. Halkçılık ilkesi bilince bağlı bir ilkedir. Aydınlanmayan bir ulusun doğru irade ortaya çıkarma zorluğu vardır. Bundan dolayı en kısa zamanda halkın bilinçlendirilmesi gerekir. Köyden başlayarak haneden başlayarak halk haklarına kavuşturulmalıdır. Bunun için ise haklar öğretilmelidir. Sadece öğretilmemeli aynı zamanda kullanması sağlanmalıdır. Böylece çağdaş düşünen aklını kullanan çağdaş bir toplum oluşacaktır. Sonucunda Halkçılık ilkesi böyle bir toplumda amacına ulaşacaktır.
d. Halkçılıkta halkın siyasi güce sahip olması gerekir: Halkçılık kişilerin her konuda düşünür olması ve kendi hakkına sahip olması esasını her zaman değinir., bu nedenle halkçılık anlayışında halkın siyasi yeteneklerinin gelişmesi ve bu yönden halkın siyasi eğitiminin kendilerini halkın üstünde görenlere ve böyle davranışta bulunacaklara karşı en güçlü önlem olarak ulusal kurumlar oluşturulmasını bunun için halka siyasi eğitim verilmesini öngörür.
3 Halkçılık İç Barışı Öngörür Sınıf Çatışmasını Reddeder.
Halkçılığın üçüncü unsuru ülke içinde dayanışmalı bir üretim ve paylaşım sisteminin gerçekleştirilmesidir. Bunun için iç barışın sağlanması ve sosyal adalet ve sosyal güvenliğin geliştirilmesi gerekir. Bunun için
a. Sınıf çatışmasının reddi: Atatürk Türk toplumunda sınıflar arsındaki mücadeleyi başka bir deyişle sınıfların çıkar kavgasını kabul etmez. Türk halkının sosyal yapısı , sınıf kavgası için uygun olmayan bir yapıdır. Çünkü halkın içinde çalışanlar arasında bir çıkar çatışması yoktur.
b. İşbölümüne dayalı çalışma: Toplumda değişik gruplar vardır ve olacaktır. Yalnız bu gruplar bir diğerinin kurdu yok edicisi değildir. Halkçılık anlayışına göre bu gruplar varlıkları ve üretimleri ile bir diğerinin tamamlayıcısı çalışma gruplarıdır. Bundan dolayı birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılıklı anlaşma ve işbölümü çerçevesinde dahi iyi planlamalılar ve bu plan çerçevesinde çalışmalıdırlar. İşbölümüne dayalı bir üretim sistemi oluşturulmalıdır.
c. Çalışma Grupları: Türk toplumu çıkarları birbirine zıt birbirinin düşmanı yok edicisi sınıflardan değil birbirleriyle dayanışmak zorunda olan birbirinin destekçisi çalışma gruplarından oluşmaktadır.
d. Milli Gelirin paylaşılması ve devlet otoritesi: Bu konuda temel esas birbirine ters düşmeyecek, bozmayacak şekilde çıkarlarda uyum sağlamak; çıkarları kabiliyet beceri ve çalışma derecesiyle uyumlu olarak tertiplemektir. Bunun sağlanması görevi devlete düşmektedir. Devlet milli gelirin dengeli ve uyumlu olarak dağıtımında yönetiminde kalkınmanın sağlanmasında halk yararının gözetilmesinde görev yapacaktır. Bu amacı gerçekleştirebilmek için devlet önlemler alacaktır, yasalar çıkaracaktır.
e. Halkçılığı uygulamada esas halkın ihtiyaçlarını karşılamaktır: Halkın ihtiyaçları ve şikayetleri Halkçılık açısından son derece önemlidir. Bundan dolayı devlet yöneticilerinin sık sık halkla temas etmesi ve sorunları öğrenmesi gerekir. Bunun yanında halktan gelecek istek ve şikayetlerle de ilgilenmek gerekmektedir. Hatta bu konuda TBMM ve hükümette bir bakan şikayetleri bizzat izlemeye görevlendirilmiştir. Böylece Halkçılığın özü olan halk gereksinimlerini karşılama noktasında başarılı uygulamalar geliştirilebilsin.

4 CUMHURİYETÇİLİK
Türk ulusunun karakter ve adetlerine en uygun yönetim Cumhuriyet yönetimidir. Çünkü Cumhuriyet ulusal egemenlik düşüncesini milletim irade ve egemenliğini vatandaşın devlete devletin vatandaşa hak ve görevlerini en iyi olarak düzenleyen yönetim şeklidir. Atatürk’e göre Demokrasi sistemiyle birlikte dünyanın en çağdaş yönetim sistemidir.
Cumhuriyetçiliğin Nitelikleri
1. Cumhuriyetçiliğin en başta gelen niteliği Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olması ilkesidir. Cumhuriyette her zaman en son söz ulusundur ve egemenlik tamamen ulusun kendi elindedir. Ulus adına ulusu yönetenler günü birinde yine ulus önüne çıkacaklarını bilirler. Hesap verme zorundadırlar. Böyle bir yönetim de ulusa karşı nasıl hareket etmek gerekliyse öyle hareket etmek durumunda kalır. Çünkü eski sistemlerde olmayan millete hesap verme Cumhuriyetin önemli getirilendendir.
2. Cumhuriyetçiliğin belirgin bir diğer niteliği; yönetenler ile yönetilenler arasındaki farklılığı ortadan kaldırmasıdır. Eskiden devlet ile millet arasında bir görüşememe ve ayrılık söz konusu iken, Cumhuriyetle birlikte devlet ile ulus arasındaki ayrılık sona ermiş ve ulus devletle kaynaşmıştır.
3. Cumhuriyetçiliğin diğer bir niteliği, serbestliktir. Özellikle düşünce serbestliği. Cumhuriyet idaresinde insanlar ortak onadıkları anayasa ve kanunlar çerçevesinde büyük bir serbesti yete kavuşmuşlardır.
4. Cumhuriyetçiliğin bir diğer niteliği; Cumhuriyetin toplumsal hayata yeni bir yön vermiş olmasıdır. Cumhuriyet yeni ve sağlam esaslarıyla Türk ulusunu güvenli ve sağlam bir gelecek yoluna koyduğu kadar asıl düşüncede ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur. Korkmayan kendine güvenen insanların oluşmasında etkili olmuştur.
Cumhuriyet yönetiminin güvencesi büyük Türk Milletidir. Cumhuriyeti kuran büyük Türk Milleti onu sonsuza dek koruyup geliştirecektir. Türk Milletinin dinamik gücü Türk Gençliği de bu konuda en önde görev alacaktır. Türk gençliğinin çelikleşmiş ifadesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri de bu konuda görevinin başındadır.

5 DEVLETÇİLİK
Atatürk Devletçiliği, kişisel çalışma ve faaliyeti esas alır. Bununla birlikte mümkün olduğu kadar az zamanda amaca ulaşma için ulusun genel ve yüksek çıkarlarının gereğine göre, bütün işlerde özellikle ekonomik alanda devletin fiilen ilgilenmesini benimser. Devletin fiilen ilgilenmesi, yapma, yaptırma, yönlendirme, teşvik, yardım etme, yapılanları düzenleme ve kontrol etmek anlamlarına gelir. Atatürkçülükte devletçilik “Sosyal, Ahlaki ve Millidir” Bu yönden Siyasi Nüfuz ve kudrete egemenliğe sahip olan devlet amaca ulaşmada egemenliğin sağladığı gücü sosyal ahlaki ve milli niteliklerinin yönlendirdiği doğrultuda ve çerçevelediği sınırlar içinde kullanmalıdır.
Devletin görevlerini sıraladığımızda
A Ülkenin içinde güvenliği, adaleti sağlamaktır
B Dış siyaset ve diğer uluslarla olan ilişkileri yönetmek ve dış güvenliği sağlamak
C Devletin bu iki önemli görevi dışında yollar, bayındırlık işleri, eğitim, sağlık, sosyal yardım, tarım, ticaret ve sanata yönelik ekonomik görevleri vardır.
D Atatürk devletçiliğinde ekonomik işlerde devlet ile kişinin doğrudan faaliyet göstermesi ve bu faaliyetler üzerinde de devletin düzenleyici rolünde olması.
Atatürkçü devletçilik politikası diğer uygulamalarla eşitlenmemelidir. Devletçilik bir Komünizm uygulaması değildir. Sadece Ekonomik bir uygulama da değildir. Sosyo politik yönleri olan da bir uygulamadır. Bu anlamda vatandaşın ihtiyacı için gerekli şekeri ve dokumayı üretmeye girişirken, köyde parasal olanakları bulunmayan zeki çocukları bedava devlet imkanlarıyla yurt içinde veya yurt dışında eğitin fırsatı yaratmada da bu ilke göz önünde tutulmuştur.
Bugün Türkiye’de ekonomi politikası olarak devletçi uygulama kullanılmıyormuş gibi gözükmektedir. Ancak iş uygulamaya gelince böyle değildir. Ekonomik olarak yatırım yapılması mümkün olmayan köy yollarının yapımı barajlar, köprüler, elektrik tesisleri vs büyük yatırım isteyen karsız ancak gerekli işler hala devlet tarafından gerçekleştirilmektedir. Yine sosyal alanda devlet okuma yazma kurslarıyla eğitimde, bedava aşı kampanyalarıyla sağlıkta, fakirlere barınma, gıda vs sağlayarak ilkeyi uygulamayı sürdürmektedir. Çünkü Atatürk ilkelerinden Devletçilik sadece ekonomik bir uygulama değildir. Daha önce de belirtildiği üzere “sosyal, ahlaki ve milli “ bir düşüncenin adıdır.

5. DEVRİMCİLİK
Devrimcilik, zaman göre geri kalmış kurumların ortadan kaldırılması ve yerine ilerlemeyi, gelişmeyiş kolaylaştıracak kurumların getirilmesi esasına dayanır. Bu devrimcilik anlayışı iyiye faydalıya yöneliktir. Atatürkçülük anlayışına göre uygarlık yolunda başarı yenileşmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, ekonomik hayatta, bilim alanında başarılı olmak için tek gelişme ve ilerleme yolu budur. İşte bunun içindir ki toplumun zamanın gereklerine kendini uydurması gelişmesi gerekir.
Yenileşmeye ayak uyduramayan ulusların hayatında çöküş başlar. Bu çöküşü önlemek, topluma çağdaş niteliğini kaybettirmemek için yeniliklere açık olmak gerekir. Atatürk bu konuyu “ yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşü ile medeni bir toplum haline ulaştırmaktır. İnkılaplarımızın ana ilkesi budur. Uygarlık dünyasındaki yerimiz sağlamlaştırmanın ve geliştirmenin tek yolu devrim yolunda atılan adımların gün ve gün artırılarak geliştirilmesidir.
Atatürkçülükte devrimlerin yaşatılması önemlidir. Bu devrimleri topluma mal edilmesi ve yaygınlaştırılmasıyla olur. Devrimlerin yaşatılması ve korunması sayesindedir ki toplumumuz dinamizmini kaybetmeyecek, çağdaşlaşma yolunda adımlarına hızla ve güvenle devam edecektir.
Çağdaş uygarlığa kavuşmak için, çağdaş uygarlık düzeyinin gerektirdiği atılımları yapmak gerekir. Bu bakımdan devrimcilik sadece yapılan devrimleri korumakla yani durgun bir şekilde kalmakla yetinmeyip, aklın bilimin ve ileri teknolojinin yol göstericiliğine dayalı gerekli atılımlarla çağdaşlaşmaya yönelmeyi gerektirir. Bu nedenle Atatürkçülükte devrimcilik düşüncesinin temeli, devlet yönetiminin zamana ve gelişmelere değil milletin birçok fedakarlıklarıyla yaptığı devrimlerden doğan ve olgunlaşan prensiplere bağlı kalmasını ve onları savunmasını, gerekli görünenleri hemen uygulamayı öngörür. Atatürkçü Devrimcilik, akıl, bilim ve ileri teknolojinin yol göstericiliğinde sürekli gelişmektir

kaynak:dersnotu.com
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM

Benzer Konular

3 Ocak 2013 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
6 Ekim 2010 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
27 Ekim 2005 / ByKatip Taslak Konular
23 Mart 2010 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu