Arama

Osmanlı İmparatorluğu - Gerileme ve Çöküş Dönemi

Güncelleme: 24 Şubat 2016 Gösterim: 15.814 Cevap: 17
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Ekim 2005       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gerileme ve Çöküş (1699-1923) - I
Bakınız: Osmanlı İmparatorluğu - Duraklama Dönemi
Böylece Tuna'yı geçip Türk kuşatma kuvvetlerinin üzerine doğru gelen Haçlı ordusuna, bu defa da, Viyana kuşatmasının aleyhinde olan ve bu sebeple sadrazamla arası açık bulunan Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa yol verdi ve kendisi askerini toplayıp Budin'e çekildi. Yetmiş bin kişilik düşman ordusu karşısında, yanında o sırada on bin kadar askeri bulunan Kara Mustafa Paşa, akşam vaktine kadar yiğitçe çarpıştı ise de, bunca ihanet karşısında her şeyin bittiğini görerek, büyük bir gayretle oradan uzaklaşıp darmadağın çekilen orduyu Yanıkkale önlerinde topladı. Viyana bozgunu aslında Türk kuvvetleri arasında fazla bir zayiata yol açmamış, ancak psikolojik etkisi büyük olmuştu. Macaristan'daki kaleleri takviye eden Sadrazam, Belgrad kışlağına çekildi. Ancak bu sırada Sadrazama karşı olan merkezdeki paşalar, Viyana bozgunu sebebiyle onun idamına ferman çıkarttırmayı başardılar. Böylece Kara Mustafa Paşanın idamı, Osmanlı ordusunu derleyip toparlayabilecek ve muhtemel bir bozgunun önüne geçebilecek kudretli bir paşadan, devleti yoksun bıraktı.Nitekim ertesi yıl, Venedik de kutsal ittifaka katıldı ve böylece Osmanlı kuvvetleri, Avusturya, Lehistan, Rusya ve Venedik olmak üzere dört cephede çarpışmak zorunda kaldı. Osmanlı kuvvetleri, zaman zaman başarılar kazanmasına rağmen, savaşların uzun sürmesiyle ağır kayıplara uğradı ve 1699'da Karlofça Antlaşması'nı imzalamaya mecbur kalındı. Osmanlı İmparatorluğu, bu hadiseyle ilk defa, büyük eyaletlerini düşmana bırakmış ve artık devrin aleyhine döndüğünü anlamıştı. Nitekim bu antlaşmayla Türkler, hemen hemen bütün Macaristan'ı Avusturyalılara, Ukrayna ve Podolya'yı Lehlilere, Azak Kalesini Ruslara, Dalmaçya sahillerini ve Mora'yı da Venediklilere terk etti. Sadece Timaşvar vilayeti, müdafilerin kahramanlığı sayesinde bir müddet için kurtarılabildi. Bu ağır yenilgi ve kayıplar, Türkler üzerinde o kadar acı bir tesir bıraktı ki, "Aldı Nemçe (Avusturya) bizim nazlı Budin'i" diye feryat etmelerine sebep oldu.Karlofça Antlaşmasının imzalanmasından sonra Osmanlı Devleti, bilhassa sınırların kuvvetlendirilmesi, idarî, malî ve iktisadî durumun ıslahı, ordu ve donanmanın yeniden düzene konulması ile uğraştı. Diğer taraftan, ötedenberi Türkleri taklit eden Avrupa ve Rusya, ilim ve teknikte hızla ilerliyor ve Osmanlıları daha kuvvetli bir şekilde kuşatıyorlardı. Artık, Avrupa karşısında Türkler, askerî ve teknik sahalarda onlardaki ilerlemenin sırrını araştırmaya tenezzül etmeye mecbur oldular. Bu suretle 17. yüzyılda, Osmanlı Devletini kendi bünyesine göre ıslah etme düşüncesi, 18. asrın başında yerini Avrupa'dan iktibas etme fikrine bıraktı. Sultan III. Ahmed zamanında (1703-1730) Damad İbrahim Paşa'nın Pasarofça Barış Antlaşması'nın verdiği huzur sayesinde giriştiği kültür ve imar faaliyetleri arasında, Avrupa'nın tesirleri de mühim rol oynadı. Avrupa'nın önemli merkezlerine ilk defa elçiler gönderildi. Böylece Türkler, Garp (Batı) medeniyetini sathî de olsa tanımak fırsatı buldular. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi ile ile birlikte Paris'e giden Said Çelebi, orada matbaanın önemini kavrayarak, dönüşünde bir Macar mühtedîsi (İslâm'a girmiş) olan İbrahim Müteferrika ile birlikte, İstanbul'da matbaa kurulması için teşebbüse geçti. Şeyhülislâmın fetvası ve padişahın fermanı ile tasdik edilen rapor neticesinde, Batı'nın bu önemli buluşu Türkiye'ye girdi. Matbaa ile, bir yandan büyük ilim ve kültür eserleri çok sayıda basılıp dağıtılırken, bir yandan da padişah ve sadrazam İstanbul'daki ilim, kültür ve sanat çevrelerini yakından desteklemek suretiyle, bu sahalarda büyük bir canlılık meydana getirdiler. Yalova'da kâğıt, İstanbul'da çini ve kumaş fabrikaları açıldı. Öte yandan bu barış devresinde, devlet adamları arasında görülen israf ve savurganlık genel bir hoşnutsuzluk doğurdu. Nitekim, Patrona Halil İsyanı'yla (1730) Lâle Devri diye de adlandırılan bu devir sona ererken, ilmî gelişmelere karşı gruplar da isyanı destekleyerek pek çok ilmî gelişmenin baltalanmasına sebep oldular.Bütün olumsuz şartlara rağmen fevkalade dikkat ve ihtimamla yetiştirilen Osmanlı şehzadeleri, tahta çıktıkları zaman, devleti içine düştüğü bunalımlı durumdan kurtarmak ve eski haşmetli devrine ulaştırmak için azami gayret sarfediyorlardı. Nitekim III. Ahmed'in yerine geçen Sultan I. Mahmud (1730-1754) ve III. Mustafa (1757-1773) dönemlerinde humbaracı ve topçu ocaklarının Batı tarzında teşkilatlandırılmasına girişildi. Bir Fransız subayı iken Müslümanlığı kabul ederek Ahmed adını alan Comte de Bonneval, 1731'de humbaracı ocağının ıslahına başladı. Ocağın ihtiyaç duyduğu tâlimli askeri yetiştirmek üzere de 1734 yılında Üsküdar'da bir hendesehâne (mühendislik okulu) açıldı. Nitekim disiplinli ve modern tâlim ve terbiye ile yetiştirilen bu askerî sınıfın Rusya ve Avusturya ile 1736-1739'da yapılan savaşlarda büyük hizmeti görüldü. Ancak, bu sınıf 1747'de yeniçerilerin baskını sonucu kapatıldı. Sultan III. Mustafa da tahta geçer geçmez, Fransa'dan mühendisler getirterek Mühendishane ve Bahriye sınıfını ve mekteplerini modern usullere göre ıslah etmeye ve onları tâlim ve terbiyeye girişti. Batıdaki gelişmeleri öğrenmek amacıyla Fransa ve Almanya'ya elçiler gönderdi. Tıp ve Astronomi sahaları ile ilgili çalışmalar hızlandırıldı.
Sponsorlu Bağlantılar
Karlofça Antlaşmasından sonra Osmanlı tahtına üst üste, devletin içine düştüğü durumu gören ve kurtarmak için çareler arayan padişahlar çıktı ise de, bunların önlerinde her zaman iki büyük engel oluştu:
Bunlardan birincisi, Türk ordusunun esasını teşkil eden yeniçerilerin modern askerî bilgi ve tekniğe kapalı ve uzak kalmaları, hattâ eski düzen ve ananelerini de terk ederek, askerlikle ilgilerini kesmeleriydi. Bu durum onları, sadece savaş zamanlarında cepheye giden, askerlikten habersiz bir yığın haline getirdi. Bu sebeple topçu veya humbaracı sınıfında yapılan değişiklikler, umumî neticenin elde edilmesini sağlayamıyordu.Bir başka husus, yeniliklere değer veren ve ilme açık bu padişahların yanında kendilerine yardımcı olacak değerli devlet adamları yoktu.Nitekim, Batının askerî tekniği Türkiye'ye girerken, 1768'de başlayan ve 1774'de sona eren Rus Harbi, Türk ordusunun (yeniçeri kuvvetleri) mukavemet edemediğini ve perişanlığını bütün dünyaya gösterdi. Bu ağır yenilgi üzerine imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması (1774), Kırım Hanlığı'nı Osmanlılardan koparıyor ve bir Türk gölü olan Karadeniz'de Rusya, donanma bulundurma hakkını elde ediyordu. Modern bir ordunun çekirdeğini, topçu sınıfını teşkil ederek, geleceğe ümitle bakan ve yeni hamlelere girişen Sultan III. Mustafa, bu büyük kayıplara uğradıktan sonra ve bilhassa asırlarca süvarileriyle Avrupa'yı titreten ve Rusları atlarının ayakları altında tutan koca Kırım Hanlığının elden çıktığını görünce, çok muzdarip halde felç geçirdi ve az sonra da vefat etti (1774).Yeniçeri ordusunun bozulması ve savaşların aleyhte gelişmesi, III. Mustafa Han'dan sonra Osmanlı padişahlarını daha köklü inkılapların içine itiyordu. I. Abdülhamid (1774-1789) zamanında sadrazam Hamid Paşa, orduda teknik sınıfların modernleşmesine devam etti. Ancak, Osmanlı Devletinin derlenip toparlanmasına fırsat vermek istemeyen Avusturya ve Rusya, devlete karşı devamlı cephe açıyorlardı. Bilhassa Rusların, 1783'te Kırım Hanlığını istilâ ve ilhak etmeleri, Türkler için unutulmaz bir ıstırap kaynağı hâline geldi. Çünkü, bütün nüfusu Türk olan Hanlığın kaybı, Macaristan ve Orta Avrupa'nın gidişine benzemiyordu. Ancak, 1787'de başlayan Osmanlı-Rus Harbi yine yenilgiyle sonuçlandı. 1789'da Özi Kalesinin düşmesi ve kalede Müslümanlara yapılan katliam, Sultan I. Abdülhamid'in üzüntüden vefat etmesine yol açtı (1789).
Türklerin ve genel olarak İslâm dünyasının, Avrupa'ya ilk önemli yaklaşma ve ve onun medeniyetinden ciddî faydalanma teşebbüsü,
Sultan III. Selim'e aittir. Selim, şehzadeliğinden beri Avrupa usulünde modern bir ordu kurmayı ve bu sayede İmparatorluğa eski gücünü kazandırmayı düşünüyor, hep bu gaye ile meşgul bulunuyordu. Tahta geçtiği sırada Avrupa'nın ve komşularının Fransız İhtilali ile meşgul olmalarını fırsat bilerek, derhal ıslahata girişti. Viyana'ya elçi gönderdiği Ebu Bekir Râtıp Efendiye Avrupa'nın ahvaliyle Avusturya'nın ordu ve idare teşkilatı hakkında rapor hazırlamasını emretti. Çok zeki bir insan olan Ebu Bekir Râtıp Efendi, kısa zamanda Avrupa'nın ilmî, siyasî ve askerî durumu hakkında bilgiler topladı. Avusturya ordusunun teşkilatı, askeri okulları, subayların yetiştirilmesi ve başka bir çok meseleler üzerinde padişaha bir rapor sundu. Devlet adamlarından da, devletin bozuk tarafları ve bunların ne şekilde düzeleceğine dâir layihalar alan Sultan III. Selim, bu raporlar ışığında idarî, mülkî, ticarî, sınaî, ziraî, ilmî ve askerî sahalarda yeniliklere girişti. Bu ıslahatların hepsine birden Nizam-ı Cedid İnkılabı adı verilmektedir. Ayrıca III. Selim Han zamanında ilk defa Yeniçeri ordusunun yanında, Avrupa usul ve tarzında yeni bir Nizam-ı Cedid ordusu oluşturuldu. Gerçekten de modern metodlarla eğitilen, disiplinli Nizam-ı Cedid kuvvetlerinin kısa bir süre sonra önemli hizmetleri görülmeye başlandı. Mısır'ı işgal eden Napolyon'un, Akka'da küçük bir Nizam-ı Cedid kuvvetine sahip bulunan Cezzar Ahmed Paşa'ya karşı mağlup olarak geri dönmesiyle yeni ordunun ehemmiyeti anlaşıldı. Bu başarı umumî efkârı da Nizam-ı Cedid ordusu lehine çevirirken, Napolyon'a da; "Türkler öldürülebilir, fakat korkutulamaz" sözünü söyletti. 1806'da başlayan Osmanlı-Rus ve Avusturya savaşları sırasında Nizam-ı Cedid kuvvetleri, Avrupa yakasına geçirildi. Bu küçük kuvvetin daha da büyütülmesi için çalışmalara başlandı. Fakat bu teşebbüs de yeniçerilerle Rumeli âyanlarının harekete geçmeleriyle önlendi. Nitekim Edirne'de Nizam-ı Cedid'e dâir Padişah fermanını okuyan memurların öldürülmesiyle başlayan isyan, neticede Sultan Selim'in tahttan indirilmesine kadar devem etti (1807). IV. Mustafa tahta çıkarıldı. Akabinde III. Selim'i tekrar tahta çıkarmak üzere, Rusçuk âyanı Alemdar Mustafa Paşa'nın 16.000 kişilik kuvvetiyle İstanbul'a girmesi, âsilerin Selim Hanı şehit etmelerine yol açtı (1808).Kurduğu cihanşümul nizamı ile tarihte müstesna bir mevkie sahip olan Osmanlı İmparatorluğu, başa geçen padişahların çalışmalarına rağmen, yeniçeri askerinin bozulması, idarenin sarsılması, ağır mağlubiyetler ve isyanlar dolayısıyla artık kendi nizamını koruyamaz hâle geldi. Kırım Hanlığı gibi, halkı Türk ve Müslüman olan koca bir devletten başka bir çok eyaletler de düşman eline geçmiş; Kuzey Afrika, Mısır ve Arabistan gibi uzak ülkelerin devletle ilişkileri hemen hemen kesilmiş bulunuyordu. Anadolu ve Rumeli'de timarlı sipahi teşkilatları bozulunca, bunların yerlerini bir takım âyanlar aldı. Âyanlar sonunda merkezdeki otorite boşluğundan yararlanarak, padişah fermanlarını dinlemeyen, devlete vergi ve asker vermeyen derebeyleri hâline geldiler. Böylece devlet âdeta kendi bünyesi içinde parçalandı. Nihayet Alemdar Mustafa Paşa'nın merkezde nüfuzunu kurması ve Mahmud Han'ı tahta çıkarması ile de âyan ve eşkıya, eyaletlere resmen hakim oldu. İstanbul'da âyanlarla hükümet arasında Sened-i İttifak adı ile bir anlaşma imzalandı. Buna göre; bir yandan âyanların padişaha sadakatleri, devlete vergi ve asker göndermeleri taahhüt ediliyor, öte yandan da hükümet, bunların varlıklarını ve evlatlarına da intikal eden haklarını tanıyordu.Bütün bu olumsuzluklara rağmen, III.Selim'in yerine 24 yaşında tahta geçen Sultan II. Mahmud, daha büyük bir cesaret ve metanetle Nizam-ı Cedid'i genel anlamda gerçekleştirdi ve sadece modern ordu ile kalmayarak tamamıyla yeni bir düzen kurdu. 1808'de "Alemdar Vakası" denilen ve Mustafa Paşanın öldürülmesi ve yeni oluşturulan Sekban-ı Cedid'in lağvedilmesiyle neticelenen yeniçeri isyanı, genç padişahın ümit ve cesaretini kırmadı. O, büyük bir iradeyle mücadelesine devam etti. Bu sırada devlet dört bir taraftan içte isyanlar ve dışta düşmanlarla karşı karşıya idi. Ruslar, Osmanlı topraklarını Kuzey Bulgaristan'a kadar istilâ etmişlerdi. Arabistan'da Vehhâbî ve Mora'da Rum isyanları tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Ruslarla Bükreş Anlaşması'nı imzalayan II. Mahmud Han, öncelikle mukaddes beldeleri Vehhabîlerden temizledi. Mora İsyanını bastırdı. Ve nihayet 15 Haziran 1826'da, 18. asrın başından itibaren her hayırlı hareketin önüne geçen, içte padişahına ve halkına karşı canavar, cephede düşman önünde kuzu kesilen yeniçerileri ortadan kaldırdı. Yeniçeri Ocağı, devletin yükselişinde ne kadar büyük ve şerefli bir mevkie sahip idiyse, son bir asırlık felaketlerine de o derece sebep olmuştu. Bu sebeple, Yeniçeri Ocağının kaldırılması hayırlı bir hadise kabul edilerek "Vaka-i Hayriye" denildi.
Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra toplanan divanda Asâkir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir askerî sınıfın teşkiline karar verildi (1826).Sultan II. Mahmud, bundan sonra, Türkiye'yi yeni nizama eriştiren müesseselerin temelini atmaya başladı. Avrupa'ya askerlik ve yeni silahların kullanılmasını öğrenmek için talebe gönderdi. Askerî Tıbbiye ve Harbiye mekteplerini kurarak, bu müesseselerin eğitim ve öğretimini en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa'dan hocalar ve uzmanlar getirtti. İstanbul'da Türkçe, Arapça, Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak Takvim-i Vekâyi adıyla ilk resmi gazete yayımlandı (1831). Bunu daha Ceride-i Havadis (1840), Tercümân-ı Ahvâl (1860), Tasvîr-i Efkâr (1862) gibi özel gazeteler takip etti (Bkz. Osmanlı Basını). Sultan Mahmud'un giriştiği bu yenilikler, Türk tarihinde yeni bir dönüm noktası teşkil etti. Ancak, batılı devletler ve özellikle İngiltere, uyguladığı sinsi ve planlı metodlarla, Sultan Mahmud Handan sonra, gelişme yolunu Osmanlı Devleti aleyhine ve kendi lehlerine değiştirmesini bildiler. Babası II. Mahmud Han'ın vefatıyla henüz 16 yaşında tahta çıkan Abdülmecid Han'ın (1839-1861) tecrübesizliği; ülke için çok ağır ve zararlı bir hatâya düşmesine sebep oldu. Öyle bir hatâ ki, Osmanlı tarihinde korkunç bir dönüm noktasının başlamasına ve bu koca devletin bir yok olma devrine girmesine yol açtı.Ülke düşmanlarının, Sultan Abdülmecid Han'ı yenilikçi diye överek örtbas etmek istedikleri bu hatâ, padişahın, İngilizlerin tatlı dil ve vaadlerine aldanarak, İskoç masonlarının yetiştirdikleri cahil devlet adamlarını işbaşına getirmesi ve bunların devleti içeriden yıkmak siyasetlerini hemen anlayamamasıdır.Sultan II. Mahmud Han'ın giriştiği inkılaplarla, Osmanlılarda millî hayatiyetin tekrar canlandığını gören İngilizler, bu muazzam devletin içten çökertilmedikçe yıkılamayacağını anladılar. Bunun için Osmanlı tahtına genç ve tecrübesiz bir padişahın geçmesini fırsat bilerek, İslâmiyet'i yıkmak üzere İngiltere'de kurulmuş bulunan İskoç Mason teşkilatının kurnaz üyesi Lord Rading'i elçilikle İstanbul'a gönderdiler. Lord Rading, daha önce Paris ve Londra'da Osmanlı sefiri olarak görev yaparken aldatılan ve mason yapılan Mustafa Reşid Paşa'yı sadrazamlığa getirebilmek için çok dil döktü. "Bu aydın, kültürlü ve başarılı veziri sadrazam yaparsanız, İngiltere ile Devlet-i Aliyye arasındaki bütün anlaşmazlıklar ortadan kalkar. Devletiniz ekonomik, sosyal ve askerî sahalarda ilerler" diyerek padişahı aldattı. Reşid Paşa, iş başına gelir gelmez, Hâriciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) iken Rading ile birlikte hazırladığı Tanzimat Fermanı'nı ilan ettirdi (1838). Sonra bu fermana dayanarak, büyük vilayetlerde mason locaları açtı. Casusluk ve hıyanet ocakları çalışmaya başladı. Fatih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen ve matematik dersleri kaldırıldı. "Din adamlarına fen bilgileri lâzım değildir" diyerek kültürlü ve bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni olundu.İkinci kez Hariciye Nazırlığına tayin edildiği 1837 tarihinden 17 Aralık 1858'de ölümüne kadar 21 yıl süreyle devlete fiilen yön vermiş olan Mustafa Reşid Paşa, arkasında bir çok gâileler ve ülkede sosyal sarsıntıya yol açan ve bugün hâlâ devam eden şeklî Avrupalılığın temelini atan insan olarak tarihe geçti. İhanetleri ile tanınan Tanzimat paşaları, devleti sıkıntıya sokmak pahasına, başka devletlerden borç aldılar, İngilizlere destek olmak için savaşa girdiler. Mustafa Reşid Paşa ve onun yetiştirmeleri Âli ve Fuad paşaların şekilci Batıcılık hareketiyle birlikte ülkede, Avrupa'nın etkisi ve hattâ himayesi altında kaldığı şüphe götürmez bir takım karanlık fikirli cemiyetler de ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan ilki olan Jön Türk (Genç Türk) Cemiyeti, sonradan devam edecek ve Osmanlı İmparatorluğunun ipini çekecek gizli komitecilik hareketlerinin sonuncusu olan İttihat ve Terakki Cemiyetine kadar dayanacak ve bu muazzam imparatorluk tasfiye edilecektir.Bu cemiyetin açtığı ihanet yolu üzerinde, o devletin ekmeğini yiyip semiren nice vezirler, sadrazamlar, seraskerler, ordu kumandanları, subaylar ve hattâ ulemâ takımı yürüyecektir. Ancak bu son dönemde, içte ihanet şebekesinin önünü kesmek, dışta ise Avrupalı devletlere denk bir devlet vücuda getirmek üzere iki güçlü padişah tahta çıktı.Sultan Abdülmecid vefat ettikten sonra, 1861 yılında Abdülaziz Han tahta oturdu. Her hâli ve tavrıyla ceddine benzeyen Sultan Abdülaziz, devleti kuvvetlendirmek, kuvvetli bir ordu yanında, kudretli bir donanma yapmak, böylece, devletin etrafında dolaşan tehlikeleri bertaraf ederek, Avrupa'nın hasta adama benzettiği devletini iyileştirmek için ciddî teşebbüslere girişti. Abdülaziz Hanın tahta çıktığı yıllar, Avrupa'da tekniğin büyük bir hızla değiştiği ve bu sahada bir ihtilalin meydana geldiği yıllardı. Avrupa'nın yaptığı ihtilali, daha şehzadeliğinden beri dikkatle takip eden Sultan Abdülaziz, bu ihtilalin meydana getirdiği teknik ilerlemeyi aynen kabul etmekte tereddüt etmedi ve devlete eski kudret ve şevketini iade ettirmek hususunda her fedakârlığı göze aldı.
Kaynak: Genel Türk Tarihi / dallog.com

Son düzenleyen Blue Blood; 2 Aralık 2005 13:27
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Kasım 2005       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gerileme ve Çöküş (1699-1923) - II

Sponsorlu Bağlantılar
Sultan Abdülaziz Han, öncelikle ordu ve donanmanın güçlendirilmesine canla-başla çalıştı. Amerika'da o sırada yeni yapılan ve seri atış yapan "Martini" tüfeklerinden getirterek, kara ordusunu bunlarla donattı. O tarihte böyle kuvvetli bir silah diğer Avrupa devletlerinde bile yoktu. Sonra muazzam bir donanma kurdu. Denizcilikten çok iyi anlıyor, yaptıracağı zırhlıların plânlarını bazen kendisi çiziyordu. Böylece meydana getirdiği donanma, İngiltere ve Fransa'dan sonra dünyanın üçüncü büyük donanması oldu. Abdülaziz Hanın en büyük emeli, Rusya'yı Tuna'nın ötesine atmak ve Karadeniz'e çıkmasına kesinlikle engel olmaktı. Gerçekten, Türkiye ne zaman içeride kuvvetlenmek üzere bir takım girişimlerde bulunsa, Rusya bir savaş çıkarıyor, devletin bütün malî gücü bu savaşlarda eriyip gidiyordu. Padişahın yeniden kurduğu ve teşkilatlandırdığı 500.000 kişilik ordu, dünyanın en modern gücü haline geldi. Osmanlı Devletinde Sultan Abdülaziz Hanın gerçekleştirdiği bu hamleleri, İngiltere, Fransa ve Rusya büyük bir endişe ile izliyordu. Fakat bu safhada hiç birinin bu muazzam güce karşı çıkmak cesareti yoktu. Öyleyse devlet bu kudretli elden mahrum bırakılmalı, yani Sultan Abdülaziz Han tahttan indirilmeliydi.1867 yılında, bir buçuk ay süren Avrupa gezisine çıktığı sırada Viyana'dan Budin'e uzanan yol üzerinde gittiği her yerde eski tebaası olan ve Avusturya zulmünden bıkan Macarlar, Sultan Abdülaziz'i çılgınca alkışlarla karşılarken, içerideki hâinler bu büyük Türk hakanının öldürülmesi için tertipler hazırlıyorlardı.Sultan Abdülaziz Hanı tahttan indirmek isteyen şebekenin başında, dünya bankeri Lord Rodchild ve Mısır'da hidiv olamamasının sebebini Abdülaziz Han'da gören Mustafa Fazıl Paşa geliyordu. Lord Rodchild ile birlikte hareket eden Mısırlı prens bütün servetini bu yola dökerken, onların besledikleri ve devletine ihanete hazırladıkları zevat ise, Türk milletine vatanperver olarak tanıtılıyordu. Bu sözde vatanperverlerin başında Midhat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Askeriye Nazırı Süleyman Paşa, Bahriye Nazırı Kayserili Ahmed Paşa, Şâir Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suâvi ve Âgâh Efendi geliyordu. İçeride Osmanlıyı yiyen, dışarıda İngiliz paralarıyla kursaklarına kadar dolu olan bu zevat, ülkenin kurtuluşuna değil, bilerek batışına hizmet ettiler.Nihayet 1876 yılı Mayıs ayında Hüseyin Avni Paşa liderliğinde toplanan ihanet şebekesinin kurmayları, veliahd şehzade Murad'ı tahta çıkarmak üzere anlaştılar. Harbiye Kumandanı Süleyman Hüsnü Paşa, üç yüz kadar harbiye talebesini alarak sabaha karşı sarayı çevirdi. Sultan Abdülaziz'i çok sevdiği için, Türk askeri devre dışı bırakıldı. Onun yerine, o sırada İstanbul'da bulunan ve hiçbiri Türkçe bilmeyen bir bölük çöl askerini "Padişahı korumak için" diyerek sandallara bindirip sarayın çevresine getirdiler. Dışarıdan bakanlar, bunları Türk ordu birlikleri sanırdı.Böylece tahttan indirilen Abdülaziz Han, özellikle Hüseyin Avni Paşanın bitip tükenmez kini yüzünden çok kötü muâmelelere mâruz kaldı. Önce Topkapı Sarayı'na ve oradan Ortaköy'deki Fer'iye Sarayına götürüldü. Sultan, buraya götürülüşünün dördüncü günü, ihtilalci paşaların tuttuğu katiller tarafından, bilek damarları kesilerek şehid edildi (1876). Bu işi yapanların intihar süsü vermek istedikleri belliydi, ancak bir adamın her iki bilek damarını birden kesmesine imkân yoktu. Ortada acemice bir cinayet mevcuttu. Ayrıca, Hüseyin Avni Paşanın, doktor muayenesi bile yaptırmadan, aceleyle cenazeyi kaldırtmasından da bu işin bir cinayet ve tertipleyenin de kendisi olduğu anlaşılıyordu.
Sultan Abdülaziz Han, Türk tarihinin önemli devlet adamlarından biridir. Meşrutiyetçilerle arası iyi olmadığı için, muhalifler onun hakkında pek çok dedikodu çıkararak yıpratmaya çalışmışlar, Avrupa kamuoyu da bu yolda bir imaj meydana getirdiği için, sonraki yıllarda onun şahsiyeti hayli silik gösterilmiştir. Bu padişah için çıkarılan horoz dövüştürmesi ve deve güreştirmesi gibi şeyler tamamen hayal mahsulü olup, hiç utanılmadan uydurulmuş şeylerdir. Kendisi güçlü kuvvetli olup; ava, güreşe, cirit atmaya meraklıydı. Türk milleti, çok sevdiği bu büyük padişahın ardından günlerce ağladı. Hattâ ona yapılanlar yüzünden, bu memleketin lanetlendiği sözleri halk arasında söylenmeye başladı.Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz ortadan kaldırıldıktan sonra, daha yüksek mevkilere çıkmanın hesapları içindeyken, kolağası (yüzbaşı) ve Sultanın kayınbiraderi Çerkes Hasan Bey tarafından katledildi. İhtilalci liderler tarafından tahta çıkarılan V. Murad, amcasının işkenceli ölümünü işitince, aklî dengesi bozuldu. Bu sebeple, 31 Ağustos 1876'da tahttan indirildi. Yerine şehzade Abdülhamid Efendi, Osmanlı sultanı oldu.
Sultan Abdülhamid Han
'ın 33 yıllık saltanat süresi üç devrede incelenebilir:
1) İlk bir buçuk yıllık dönem (I.
Meşrutiyet dönemi)
2) 31 yıllık dönem (Şahsî idaresi dönemi)
3) Son bir yıllık dönem (II. Meşrutiyet dönemi)
Padişah, saltanatının ilk bir buçuk yıllık dönemi içerisinde devlet idaresine karıştırılmadı. Ülkeyi
Sadrazam Midhat Paşa ve arkadaşları idare etti. 23 Aralık 1876'da I. Meşrutiyet ilan edildi. Meclis, 24 Nisan 1877'de Rus Harbinin çıkmasına sebep oldu. Malî 1293 senesine rastladığı için 93 Harbi de denilen bu savaş, Edirne Mütarekesine kadar dokuz ay sürdü. Gazi Osman Paşa'nın Plevne'de ve Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın doğu cephesindeki başarılarına rağmen, savaş, umumi bir bozgunla neticelendi. Bu bozgunda özellikle İttihatçı liderlerin benlik kavgaları önemli rol oynadı. Ruslar ve Bulgarlar, binlerce Türk kadın ve çocuğu kestiler. Bir milyondan fazla Türk, Bulgaristan'dan İstanbul'a göç etti. Bu faciaları gören Abdülhamid Han, İngiliz Kraliçesi Victoria'ya çektiği telgraf ile, barışın yapılmasını sağladı. Mütarekeden on gün sonra da Meclis-i Mebusân'ı kapattı. 3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos Antlaşması, Türkiye için büyük kayıplara yol açtı. Kars, Ardahan ve Batum (elviye-i selâse), Ruslara geçti. Bulgaristan prensliği diye iç işlerinde bağımsız, dışta Türkiye'ye bağlı yeni bir devlet kuruldu. Ruslar, Bulgaristan'ı tamamen Osmanlı Devletinden ayırma projelerini yapmışlardı. 93 Harbi öncesi Bulgaristan'da Türk nüfusu çoğunlukta idi. Ruslar, bu yerleri işgal ettikçe halkı toptan kurşuna dizmek, süngülemek, camilere doldurup yakmak suretiyle Türk nüfusunu sistemli şekilde azalttılar. Abdülhamid Han, Ayastefanos Antlaşmasının hükümlerini hafifletmek için diplomatik yollara başvurdu ve İngiltere'nin desteğini aradı. İngiltere, Berlin'de bir konferans toplayarak Ayastefanos'un hükümlerini kaldırabileceğini, buna karşılık Rusya'nın Türkiye'den herhangi bir toprak isteğine engel olabilmek için, Kıbrıs'a yerleşmesi gerektiğini bildirdi. Padişah, bu isteği kabul etmedi ve Meclis-i Vükelâ'da (Bakanlar Kurulu) yaptığı bir konuşmada, Avrupa devletlerinin Türk'e hayat hakkı tanımayacağını, onların asıl maksadının, Türk Devletini Konya ve civarında küçük bir prenslik hâline indirmek olduğunu söyledi. Bu sözleriyle o, kırk iki yıl sonraki Sevr Antlaşması'nı daha o zaman sezmiş bulunuyordu. Fakat vekiller heyetinin ısrarı üzerine, Kıbrıs, İngiltere'ye bir nevi kiralandı. Ada, hukuken Türklere âit olacak, fakat İngilizler tarafından yönetilecek ve İngilizler, uygun bir tarihte çekileceklerdi. Böylece Berlin Antlaşması, 13 Temmuz 1878'de imzalandı. Bu antlaşma, aslında Türkiye'ye hiçbir şey kazandırmadı. Fakat Balkanlardaki Rus nüfuzunu önemli ölçüde kırıp bu statüyü Avrupalıların garantisi altına sokması bakımından önemlidir.Berlin Antlaşmasının imzalanmasından sonra Sultan Abdülhamid'in saltanatındaki ikinci devre, yani devleti şahsî ve bizzat idaresi başladı. Bundan sonraki işlerde asıl sorumluluğu yüklenecek olan padişahtır.Böylece, 93 Harbi sonunda Osmanlı İmparatorluğu ve onun idaresini bilfiil üzerine almış bulunan II. Abdülhamid Han, sanki bir yıkıntının altında kalmış gibiydi. Osmanlı Devleti, içeride ve dışarıda büyük meselelerle karşı karşıya idi. Ancak aklı, ilmi, zekâsı, fevkalade yüksek olan II. Abdülhamid Han, bunların üstesinden gelmeyi başardı. İdaresi altındaki Türkiye, Berlin Antlaşmasından II. Meşrutiyete kadar, 30 sene içinde herhangi bir toprak kaybına uğramadı. 1881'de Teselya'nın Yunanistan'a bırakılması ve aynı yıl Tunus'un Fransızlarca işgali bu anlaşmaya imza koyanların rızalarıyla olmuştu. Buna rağmen II. Abdülhamid Han, Tunus'un işgalini hiç bir zaman kabul etmedi ve bunu sonuna kadar bir siyasî mesele yapmakta devam etti.
30 yıl müddetle Sultan Abdülhamid Hanın karşı karşıya bulunduğu meseleler ve bunlara karşı aldığı tedbirler ise şu şekildedir:
1. 1853 Kırım Harbi sırasında yabancı devletlerden alınan büyük borçlar; Reşid, Fuad ve Âli Paşaların sınırsız harcamaları, Sultan Abdülaziz zamanında ordu ve donanmanın geliştirilmesini sağlamak için alınan borçlar ve Rusya'ya ödenecek savaş tazminatı devletin belini bükmüştü. Dış borçlar, devlet borcu olduğu için, bunlar ödenmedikçe, yabancı devletlerin elleri, Türkiye'de olacaktı. Bu sebeple padişah ilk iş olarak bu meseleye çare bulmaya çalıştı. 1881'de yayınladığı bir kararname ile devletin bir çok tekel gelirlerini tek idare altında topladı ve buradan dış borçların düzenli taksitlerle ödenmesine karar verildi. Buna karşılık dış borcumuzun yarısı silindi. Düyunu Umumiye denilen bu idare, alacaklı devletlerin temsilcileriyle ortak idare ediliyordu. Padişah, böylece hem yabancı müdahalelerini önlemiş, hem devletin malî işlerine bir düzen vermiş oldu.
2. Berlin Antlaşmasıyla Teselya'ya sahip olan Yunanistan, Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlerini hızlandırdı. Girit ve Yanya'da çete savaşlarını körükledi.
Balkanlarda Yunan ordu birlikleri sınır ihlallerine başladı. Bu olaylar üzerine Abdülhamid Han, Yunanistan'a askerî müdahalede bulunulmasına karar verdi. Padişah, ayrıca, Batılı devletlerin ve Rusya'nın Yunanistan lehine harekete geçmesini istemediğinden, müdahalenin bir yıldırım harbi olmasını, sonucun süratle alınmasını istedi. Bu emirle harekete geçen Müşir Ethem Paşa kumandasındaki Türk birlikleri, 24 saatte Termopil geçidini aşıp Atina'ya girdi. Bütün Avrupa kumandanları bu olayla şaşkına döndü. Çünkü Alman kurmayları, Osmanlı ordusu, Termopili altı ayda geçemez diye rapor vermişlerdi. Rusya, İngiltere ve Fransa'nın müracaatı üzerine, savaş o noktada durduruldu. Bu üç devlet; Türkiye, Yunanistan'dan çıkmadığı takdirde savaş ilan edeceklerini bildirdiler. Yunanistan, Türkiye'ye büyük bir savaş tazminatı ödeyerek kurtuldu. Ancak, bu üç devlet, Osmanlı'yı galip geldiği bir savaşta yenik duruma düşürmek için, Girit'e muhtariyet verilmesini kararlaştırdılar. Girit, Osmanlı Devletine bağlı kalmakla birlikte, kendi kendini idare eder bir valilik olacaktı. Burası, ancak Abdülhamid Han tahttan indirildikten sonra Yunanistan'a ilhak edilebildi.
II. Abdülhamid Han, Yunan Savaşı hariç bütün dış meselelerini dâima diplomatik yollarla halletmeye çalıştı. Gerçi diplomatik yol kesin sonuç vermeyen ve işleri sürüncemede bırakan bir yoldu. Ancak, Türkiye zayıf ânında, savaştan uzak kalmak ve dış istekleri sürüncemede bırakmaktan dâima kârlı çıkıyordu. Oysa, kesin zafer elde ettiği Yunan Harbinden bile bir kâr elde edememişti.

3. İngilizlerin Arap milliyetçiliğini yaymak ve Arapların hakkı olduğunu iddia ederek, Mısır hidivini halife yapmak konusundaki gayretlerine, Abdülhamid Han, Panislamizm politikasıyla karşı koydu. O tarihlerde İngiltere, Rusya ve Fransa'nın idareleri altında, büyük Müslüman kitleleri bulunuyordu. İngiltere'nin, Türk idaresindeki Arap ülkelerine de göz dikmesi üzerine padişah, bu devletlerin Müslüman halklarını kendi nüfuzu altına almayı, bütün dünya Müslümanları ile İstanbul arasında güçlü bağlar kurmayı uygun gördü. Bunun için dünyanın her tarafında, İslâm topluluklarının lideri durumunda bulunan büyük din adamlarıyla temasa geçti. Bunlara özel mektuplar gönderdi. Rütbe ve nişanlar verdi. Böylece, bu dinî liderlerin hepsi kendilerini İslam halifesinin mahallî memurları, temsilcileri olarak görmeye başladılar. Müslümanları Avrupalı ve Rus emperyalistlere karşı uyarmak üzere Çin'e kadar adamlar gönderdi. Sonuçta öyle bir durum meydana geldi ki, Afrika'nın en uzak köşesindeki bir Müslüman cemaati bile hiç Türkçe bilmedikleri halde, camilerden çıkınca, ellerinde Türk bayrakları ile dolaşıyorlardı.
Ayrıca İstanbul'da basılan binlerce kitap ve broşür, Rus idaresi altındaki Türk ülkelerine gönderiliyor, böylece her tarafta Türkler ortak bir kültür kaynağından besleniyorlardı.Sultan Abdülhamid Han'ın bu politikası sayesinde İstanbul, İslâm dünyasının kalbi durumuna geldi. Rusya, İngiltere ve Fransa, onun, kendi Müslüman tebaaları arasındaki bu nüfuzundan çekinerek daha dikkatli hareket etmeye başladılar.
4. Birçok gelirini Düyun-u Umumiye'ye bırakan devlet, memur ve asker maaşlarını zamanında ödeyememe, iki veya üç ayda bir ödeme yapma durumuyla karşı karşıya kaldı. Ancak aynı devirde hayatın fevkalâde ucuz ve Osmanlı parasının kıymetli olması sayesinde, sıkıntı çeken hiç kimseye rastlanmadı. Bir aylık maaş, üç ay boyunca rahatlıkla yetiyordu.
5. Yahudilerin arz-ı mev'ud (vadedilen topraklar) üzerinde devlet kurma çalışmalarını hızlandırmaları. Yahudiler, İngilizlerin de desteğiyle bu gayenin gerçekleşmesi için Siyonist teşkilatlar kurup zengin gelir kaynakları temin ettiler. Siyonist hareketlerin başına geçen Theodor Herzl,
Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulması için çalışıyordu. Yahudiler, 1870 senesinden itibaren Filistin toprakları üzerinde ziraî yerleşme merkezleri oluşturmaya başladılar. Daha çabuk ve kesin bir yerleşme yapabilmek için Herzl, Sultan Abdülhamid'le görüştü ve ondan Filistin'de bir aristokratik cumhuriyet kurmak için izin istedi. Buna karşılık Osmanlı Devletinin bütün borçlarını ödeyeceklerini bildirdi. Bu isteğe karşı Abdülhamid Han, Tarihimize altın harflerle geçen şu cevabı verdi:
"Ben, bir karış dahî olsa toprak satmam. Zîra bu vatan bana değil, milletime âittir. Milletim bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldâr kılmıştır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz."

Kaynak:
Genel Türk Tarihi / dallog.com

Son düzenleyen Blue Blood; 15 Aralık 2005 21:32
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Kasım 2005       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gerileme ve Çöküş (1699-1923) - III

Abdülhamid Han
, ayrıca Yahudilerin el altından ve gizli faaliyetlerine karşı da harekete geçti. Filistin'in tamamını arazi-i şahâne (padişaha ait arazi) ilan ederek satılmasını yasakladı. Bizzat şahsına bağlı bir orduyu Filistin'de görevlendirdi. Kafkaslar ve Balkanlardaki bir kısım Müslümanları Filistin'e yerleştirdi. Padişahın bu faaliyetleri üzerine Yahudiler, bütün güçlerini Abdülhamid Hanı tahttan indirme yoluna çevirdiler. Ve mason yaptıkları yerli hainlerle işbirliği yaparak, bu niyetlerini gerçekleştirdiler.
6.
Berlin Antlaşması'nın 61. maddesi, Anadolu'da Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapılmasını öngörüyordu. Bu maddenin Ermeni muhtariyetini doğuracağını ve ülke bütünlüğünü parçalayacağını görerek, Abdülhamid Han uygulamadan kaldırdı. Bu maddeyi uygulama taraftarı olan sadrazam ve devlet adamlarını azletti. Bunun üzerine, çeşitli Avrupa şehirlerinde ve Amerika'da yetiştirilmiş Ermeni ihtilalcileri, Türkiye'de ihtilal hazırlıklarına giriştiler. Devletine bağlı Ermenileri terörle sindirerek kendilerine katılmaya zorladılar. Böylece, İhtilalci Ermeniler tarafından, doğuda pek çok Ermeni vatandaş katledildi. Avrupa'da da bu katliamların Türkler tarafından yapıldığı intibaını vermek için yoğun bir propaganda başlattılar. Ermeni ihtilalcileri tarafından Abdülhamid Han "Kızıl Sultan" ilan edildi. Bunların niyeti, Türkiye'de bir ihtilal hareketi uyandırdıktan sonra, Avrupa devletlerinin müdahalesini sağlamaktı. Ancak giriştikleri pek çok teşebbüs, Abdülhamid Han tarafından, Avrupalıları ayağa kaldırmadan bastırılıp söndürüldü. Ayrıca, Doğu Anadolu'da Hamidiye Alayları'nı kuran padişah, bölge aşiretlerini kendisine bağladı. Bu olaylarla bölgede asayişi sağlayarak devletin hakimiyetini pekiştirdi.Bu defa Ermeniler de, padişahı ortadan kaldırmadıkça Ermenistan'ı kuramayacaklarını düşündüler. Avrupa'da meşhur bir teröristi para ile tutup, İstanbul'a getirdiler. Cuma namazı için gittiği Yıldız Camiinde II. Abdülhamid Hanın arabasına bomba konuldu. Ancak camiden çıktıktan sonra, padişahın bir dakikalık gecikmesi hayatını kurtardı.
7. 31 yıllık olaylar sonunda dış düşmanlar emellerine ulaşabilmek ve Osmanlı Devletinin yıkılmasını sağlamak için, Sultan Abdülhamid Han'ın ortadan kaldırılması veya tahttan indirilmesi gerektiğinde birleştiler. Ancak bütün teşebbüs ve gayretlerine rağmen bunu başaramadılar. Binlerce yıllık bir tarih gösteriyor ki, Türk, dışarıdan yıkılmıyordu. Öyleyse yine tarihi entrikalar dönmeli ve Osmanlı Türklüğü içeriden parçalanmalıydı. Tezgâhlar bu gaye ile dönmeye başladı. 1890 yılında İngilizlerin desteğiyle kurulan
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin hedefi, Abdülhamid Han'ı tahttan indirmek ve meşrutiyeti ilan etmekti. Büyük paralarla Osmanlı devlet adamlarını satın almaya ve kısa sürede pek çok taraftar bulmaya başladılar. Bu cemiyet, 1897'de padişahı tahttan indirmek için tertip içine girince, basılarak üyeleri yakalandı. Bunlar idama mahkûm edildilerse de, cezaları padişah tarafından müebbet hapse çevrilerek yurdun çeşitli yerlerine sürüldüler. Ancak bunlar, Paris'e kaçarak faaliyetlerine devam ettiler. Ermeni, Yahudi ve Balkan komitecileriyle, yani padişahın aleyhinde olan herkesle işbirliğine başladılar. Müslüman kanı dökmekten zevk alan Bulgar, Sırp, Yunan çeteleri, Abdülhamid Han'ı tahttan indirmek için, İttihat ve Terakki Cemiyetine kucak açtılar. Bunların ihanetleri o dereceydi ki, Ermenilerin düzenlettirdiği bombalı suikasttan padişah kurtulduğu zaman, şâir Tevfik Fikret, teröriste; "Ey şanlı avcı" diye sesleniyordu.Türkiye'de padişaha karşı olmak, âdeta aydın olmanın bir gereği gibi görülmeye başlandı. Sarıklı medrese hocalarından, setre pantolonlu Fransız taklitçilerine kadar herkes muhalifti. Nihayet bu yoğun propaganda, ordudaki genç subaylar arsında da yayılmaya başladı. Bazı subaylar çeteciliği bir siyasî hareket kolu olarak benimseyerek, Türk Devletine karşı komitacılığa, yani dağa çıkıp isyana başladılar. Aralarında Enver, Niyazi gibi mâceracı kimselerin de bulunduğu bu subaylar grubu, kendilerine kuvvet sağlayabilmek için, Bulgar komitacılarıyla ortak hareket ediyorlardı. Selanik'te bulunan Osmanlı Üçüncü Ordusu, âsî bir ordu haline geldi.
Neticede II. Abdülhamid Han, II. Meşrutiyet'i ilan etmek zorunda kaldı (1908). Böylece saltanatının yaklaşık beş ay sürecek üçüncü ve son bölümü başladı. Abdülhamid Han'ın tahta çıktığı zamanda olduğu gibi, bu devrede de iktidar yetkileri tamamen elinden çıkmıştı. Bir yerde 1908, Osmanlı Devleti tarihinde, artık, Osmanlı hânedanının devre dışı bırakıldığı ve siyasî iktidarın ellerinden alındığı bir tarih oldu.
İttihatçılar
, silah zoru ile iktidara geldikleri için, yeni meclisin kurulmasında da çetecilik metodlarını kullandılar. Meclisi kendi adamlarıyla doldururlarken, muhaliflerini de kiralık katillerle ortadan kaldırdılar. Ancak, bunların iktidarı sağlamlaşırken, devlet çatırdamaya başladı. Türkiye'ye bağlı bir prenslik olan Bulgaristan, hemen bağımsızlığını ilan etti. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Türkiye'ye ait olan Bosna-Hersek'i ilhak ettiğini bildirdi. Girit muhtar idaresi, Türkiye'den ayrıldı ve Yunanistan'la birleşti. Ermeni komitacıları, Adana ve çevresinde büyük bir isyan çıkardılar. Ülkenin bir baştan bir başa tam bir kargaşa içine düştüğü sırada, 31 Mart Vakası meydana geldi. İttihatçıların Selanik'ten İstanbul'a getirip yerleştirdikleri Avcı taburlarına mensup bir kısım asker ve halk ayaklanarak, İttihatçılara karşı harekete geçti. Padişah, yetkilerinin çoğunu Meclise devrettiği için inisiyatifini kaybetmişti. Meclis, iş göremiyordu. On gün kadar devam eden bu kargaşalıkta, İttihatçılar, Rumeli'nde ne kadar Sırp, Bulgar, Rum, Arnavut çetecisi varsa topladılar. Bunların yanına pek az da Türk askeri katıldı. Üçüncü Ordu kumandanı Mahmut Şevket Paşa'nın emri altında İstanbul'a gelen bu çetecileri, devlet merkezine sokmak istemeyen kumandanlar, Padişaha müracaat ettiler. Ancak kardeş kanı dökülmesini uygun bulmayan padişah, buna izin vermedi. İsyanı yatıştırma bahanesiyle İstanbul'a giren İttihatçılar ve dağdan inmiş Balkan komitacıları, pek çok kan döktüler. Ayrıca, isyanın sorumlusu olarak da padişahı gösterip, onu tahttan indirmeye karar verdiler. Fetva emîni Hacı Nuri Efendi, padişahın tahttan indirilmesi için hiç bir sebebin bulunmadığını söyleyince, söylediklerini yapacak birini bulup fetva yazdırdılar. Daha sonra, Yahudi Emmanuel Karasu, Ermeni Aram, Arnavut Toptanî ve Gürcü Ahmed Hikmet Paşa, Padişaha giderek; "Millet sizi istemiyor" dediler. Ancak Türk milleti adına söz söyleyen görülmüyordu.Tarihimizin en büyük lekelerinden biri olan bu hadise, aynı zamanda Türk Milletine yapılan en büyük hakaretlerden biriydi.
II. Abdülhamid Han, Türk tarihinin çok büyük bir şahsiyeti ve dünya siyaset tarihinin de en önemli kişilerinden biridir. Belki de bu büyüklüğü yüzünden kolay anlaşılamadı ve aleyhinde yerli ve dış düşmanlar, her şeyi söylediler. Ancak, gelişen olaylar, zamanla, padişahın ne kadar haklı olduğunu ortaya koydu. Fakat devlet elden gitti. Muhaliflerin başı olan
Ahmed Rıza Bey, Cumhuriyet döneminde yazdığı hatıralarında, ona övgüler yağdırdı. Bu korkunç pişmanlığın en açık örnekleri, Süleyman Nazif, Rıza Tevfik Bey ile diğer bazı şairlerin yazdığı şiirlerle dile getirildi.
II. Abdülhamid Han, eğitim, ulaşım, imar ve kültür faaliyetleri bakımından, Osmanlı Devletinin en önde gelen padişahlarındandır. Osmanlı kültür hayatının, iki büyük padişahından biridir. Bunlardan birincisi, eser yazdırmada ön sırayı alan II. Murad'dır. Sultan II. Abdülhamid de, İmparatorluğun başından beri yazılmış bütün eserleri bastırmakla dikkat çeker. Bu bakımdan, köklü ve geniş kültür faaliyetleri içinde yer alan hiçbir devirde, onunki kadar okul açılmamış, o kadar çok insan yetişmemiştir. Bunların hemen hepsi, Çanakkale Savaşı'nda şehit düştü ve devlet, fikir bakımından da gerilemiş oldu. I. Dünya Savaşı'nın ve Millî Mücadele'nin bütün başarılı kumandanları (Mustafa Kemal Paşa dahil), o devir Harbiyesinden yetişmiş, aydın insanlardı.Osmanlı Devletinin son parlak dönemini yaşatan bu büyük devlet ve siyaset adamı, devrinde dünyanın dört büyük gücünden biri olan ve yedi milyon küsur kilometrekareden fazla olan ülke toprağını, İttihatçılara teslim ederken: "Türkiye'yi on sene idare edebilirlerse, bir asır idare ettik diye sevinsinler" demiş ve muhtemel neticeyi daha o anda işaret etmiştir.Nitekim bu tarihten itibaren ülkemiz, büyük felaketlerle karşı karşıya kaldı. 1911'de İtalyanlar, Trablusgarb'ı işgal etti. 1912'de Balkan Savaşı bozgunu oldu. İki büyük kıta ile ilgimiz kesildi. Afrika'da 1.200.000, Rumeli'de ise 250.000 kilometrekare vatan parçası elden gitti. Bu sırada İttihatçılar, devlet içinde iktidarı bütünüyle ele geçirdiler. Enver Bey, paşalığa terfi etti. Eski posta kâtibi Talat Bey, paşalıkla sadrazam oldu. İstanbul muhafızı olan Albay Cemal Bey de paşa yapıldı. Böylece Enver-Talat-Cemal adlarındaki paşalar, devlette tek söz sahibi oldular. 1914 yılında da bir oldu bittiye getirerek, Fransa, İngiltere ve Rusya'ya karşı, Almanya'nın safında I. Dünya Savaşı'na girdiler. Osmanlı Devleti, dört yıllık savaş içinde, yedi cephede çarpıştı ve yüzbinlerce evladını kaybetti. Aslında Türk orduları, savaşlarda büyük başarılar gösterdiler. Çanakkale ve Irak cephesinde müttefik kuvvetler bozguna uğratıldı. Filistin ve Suriye Cephelerinde ise İngilizlere yenilerek Adana'ya çekildiler. Fakat Almanya, barış isteğiyle ittifaktan ayrılınca, Osmanlı Devleti de, bu kötü şartlar altında barış istemek zorunda kaldı. Artık, Osmanlı Devleti bitmişti.I. Dünya Savaşının son günlerinde, önce Abdülhamid Han ve arkasından Sultan Mehmed Reşat vefat ettiler (1918). II. Abdülhamid Han'a çok hazin bir cenaze töreni yapıldı. Onun 33 yıl boyunca, bütün cihana karşı ayakta tuttuğu koca Türk Devleti, komitacılıktan yetişmiş kişiler elinde, on yılda eriyip bitti. Meşhur tarihçi ve yazar Ahmed Rasim, padişahın tabutunun arkasından; "Senin cenazen bile bu milleti idare edebilir" diye ağlıyordu. Bir Yahudi tarihçi ise; "En ufak menfaati uğruna bütün dünyayı feda etmeyi göze aldığı milletinin felaketini görmemek için, bir an önce öldü" demekten kendini alamıyordu.
İttihatçılar ise, I. Dünya Savaşı sonunda, ülkenin düşmana teslimi anlamına gelen Mondros Mütarekesi'ni imzaladıktan sonra, bir gece yarısı ülkeyi terk ettiler. Tahta geçen Sultan Vahideddin'e ise, mevcut bulunmayan bir devletin hükümdarlığını yapmak kaldı.Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye, yani "Yüce Osmanlı Devleti", 1920 yılında Sevr Antlaşması ve İstanbul'un işgaliyle, siyasî bakımdan sona erdi. Böylece, altı yüzyılı aşkın bir ömrü olan bu büyük Türk Devleti, yerini, Mustafa Kemal Atatürk'ün, dehası ve milletine olan inancı ile kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ne bıraktı.
Bugün Birleşmiş Milletler teşkilatının yapmak istediği, fakat başarılı olamadığı dünya devleti fikrini, Osmanlı İmparatorluğu, altı asra yakın bir süre devam ettirdi. Avrupa'nın yarıdan fazlasını egemenliği altında bulundurdu. Bu milletlerin her türlü meselelerini, kendi dinine bağlı imişlercesine halletmeye çalıştı ve başarılı oldu. Bugün dünyanın bel bağladığı insani kaidelerin ve hürriyetlerin büyük bölümünü, ırk ve din farkı gözetmeksizin, en adaletli biçimde uyguladı ve reâyâ denilen gayr-i müslim unsurun günümüze gelmesini sağladı.
Bu muazzam imparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesiyle, bünyesinden, irili ufaklı 24 devlet doğdu. "Daha fazla hürriyet", "daha âdil idare" diye ayaklanarak devlet kuran milletler, aradan bir yüzyıla yakın zaman geçmiş olmasına rağmen, halen, aradıkları huzuru bulabilmiş değillerdir.

Kaynak: Genel Türk Tarihi / dallog.com
Son düzenleyen Blue Blood; 15 Aralık 2005 21:31
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
13 Temmuz 2009       Mesaj #4
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Bu dönem 1792 Yaş Antlaşması ile başlayıp 1922 de Osmanlı devletini yıkılışına kadar devam eden dönemdir. Osmanlı devleti Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarından yararlanıp denge politikası izleyerek varlığını korumaya çalışmıştır.

* Sırp İsyanı(1804)
* 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı ve Bükreş Antlaşması
* Yunan İsyanı
* 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı ve Edirne Antlaşması
* Mısır Valisi Kavalalı mehmet Ali Paşa'nın İsyanı
* Kırım Savaşı(1853-1856)
* 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı)

Osmanlı Balkanlarda çıkan isyanlar ve uzun süren Rus savaşları ile iyice yıpranmış ve devlet yönetiminde ıslahata yönelik çalışmalar yapılmış isede pek başarılı olunamamıştır. '1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı' Osmanlı Devleti ile Rusya arasında birçok cephelerde savaşılmış bir savaştır. Napolyon, Bonapart'ın önderliği altındaki Fransa'nın Avrupa'da başlattığı savaşların arka planında yer aldı. Savaşın nedeni, Rusların Sırp isyanını desteklemesi ve Balkan Milletlerini kışkırması ve Rusya'nın Eflak-Boğdan 'da isyanlar çıkartması

* İngiltere'nin Osmanlı Devletini uyarması.(bunun nedeni Osmanlı Devletinin Rusya ya vermiş olduğu Kapütülasyonlar da Boğazları Rusya ya açık bulundurma zorunluluğu olması, boğazları kapatan Osmanlı Devletini ingilizlerin uyarması
* İngiltere'nin önce Çanakkale daha sonra iskenderi ye yi vurması
* Bu sırada fransa nın Rusya ile anlaşması(tilsit ,erfurt Antlaşması)
* İngiltere ile Osmanlı devleti arasında Kale-i sultani 1809.(Çanakkale antlaşmasını imzalaması)
* Daha sonra napolyonun Moskova Seferine çıkması ancak Rusya barış istedi.
* Bükreş antlaşması imzalanır sırplara ilk ayrıcalıklar
* Besarabya- Rusya 'da
* Eflak,Boğdan - Osmanlı Devleti'nde
* Prut nehri sınır olacaktı.

II. Mahmut döneminde Askeri alanda yapılan yenilikler

1. Alemdar Mustafa Paşa, Nizam-ı Cedit ordusunun yerine Sekban-ı Cedit Ordusunu kurdu.

2. II. Mahmut Alemdar Mustafa Paşanın öldürülmesi üzerine Sekban-ı Ceditin yerine Eşkinci Ocağı kurdu.

3. 1826'da Yeniçeri Ocağını kaldırarak yerine Asakir-i Mensurei Muhammediye ordusu kuruldu. Bu olayın adı Vakay-ı Hayriye(Hayırlı Olay)'dır.

4. Yeni kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusu tümen, tabur, bölük gibi birliklere ayrıldı. Eğitimi için Prusya'dan subaylar getirildi. Avrupaya subaylar gönderildi.

Abdulmecid Dönemi (1839-1861)

Londra Konferansı (1840)

* Mısır Valiliği,babadan oğula geçmek üzere Mehmet Ali Paşa'ya verilecek, fakat hukuki yönden

Osmanlı'ya bağlı kalacak.

* Mısırda vergiler padişah adına toplanacak, dörtte biri İstanbul'a gönderilecek.
* Suriye,Adana ve Girit Osmanlı'ya geri verilecek.

Bu anlaşmayla Mısır iç işlerinde serbest, dış işlerinde Osmanlı'ya bağlı imtiyazlı bir eyalet haline geldi.

Londra Konferansı (1841)

Hünkar İskelesi Antlaşması'nın süresi bitince Londra'da bir konferans toplandı. Toplantıya İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya, Prusya ve Osmanlı Devleti katıldılar. Londrada imzalanan boğazlar sözleşmesine göre;

Boğazlar Osmanlı Devleti'nin olacak, ancak Osmanlı barış halindeyken boğazlar bütün savaş gemilerine kapatılacaktı.

* Bu sözleşme ile boğazlar,devletlerarası bir statü kazandı.
* Osmanlının boğazlar üzerindeki hükümdardanlık haklarına kısıtlama getirilmiştir.
* Rusya boğazlar üzerindeki üstünlüğünü kaybederken, Fransa ve İngiltere Akdenizdeki güvenliklerini

arttırmışlardır.

Tanzimat Fermanı (3 Kasım 1839)

Ana madde: Tanzimat Fermanı

Tanzimat fermanı'nın amacı; Osmanlı uyruğunda bulunan bütün vatandaşlara eşit haklar vererek Avrupa Devletleri'nin Osmanlıların içişlerine karışmasını önlemek, Azınlıklar ve Avrupa üzerinde olumlu bir etki yaparak Avrupalı Devletlerin desteğini sağlamak ve imparatorluğu yeniden toparlamaktı.

* Avrupalı Devletlerin iç işlerimize karışmasına engel olmak.
* Mısır ve Boğazlar konusunda Avrupalı Devletlerin desteğini kazanmak.
* Devleti ve toplumu demokratik bir yapıya kavuşturma isteği

Bu nedenlerden dolayı 3 Kasım 1839 da Tanzimat Fermanı (Gülhane Hattı Hümayunu) ilan edildi.HGH

Kırım Savaşı (1853-1856)

Ana madde: Kırım Savaşı

Sebepleri; 1. Rusyanın Osmanlı Devleti üzerindeki emelleri.

2. Kutsal Yerler Meselesi:Rusya İstanbul'a bir elçi göndererek Ortodoks kilisesinin kutsal yerlerle ilgili isteklerinin onaylanmasını istemiş,Osmanlı bu isteği reddetmişti.

3. Rusya'nın 1848 İhtilallerinin Avrupa'da meydana getirdiği karışıklıklardan yararlanmak istemesi.

Bu sebeplerden dolayı savaş Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1853'de başladı. Osmanlı donanması SİNOP'ta Ruslar tarafından yakıldı. 1854'te İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti'nin yanında yer aldı. Sivastopol kalesi kuşatılarak alındı. Yenilen Rusya ile PARİS ANTLAŞMASI imzalandı.(1856)

Kırım Savaşında İngiltere, Fransa,Sardunya ve Piyomento Osmanlı Devletinin yanında savaşa girdi. Avusturya ise Eflak-Boğdan'ı işgal ederek destek verdi. Osmanlı Devleti ilk dış borcu Kırım savaşı sırasında İngiltere'den aldı.(1854) Osmanlı Devleti Paris anlaşması sırasında Avrupalı devletlerin tam desteğini kazanmak için azınlıklara geniş haklar tanıyan ISLAHAT FERMANINI ilan etti.

Islahat Fermanı (1856)

Ana madde: Islahat Fermanı

Paris anlaşması görüşmeleri sürerken Islahat Fermanı ilan edilmişti.(1856) Bu Fermanla ilgili bir madde Paris Anlaşmasında da yer aldı.

Islahat Fermanı kaynağını ve ortaya çıkış nedenini yabancı devletlerden almaktadır. Bu Fermanın esasları Fransa'nın ısrarı ile Avusturya, İngiltere ve Fransa tarafından belirlenmiştir. Osmanlı Devleti Paris antlaşması şartlarını lehine çevirmek için bu fermanı ilan etmiştir.

1)-Din ve mezhep hürriyeti sağlanarak azınlıklara okul, kilise ve hastane açma hakkı verilecek.

2)-Azınlık ve yabancılara küçük düşürücü sözler söylenmeyecek

3)-Azınlıklar da bütün devlet memurluklarına girebilecek.

4)-Askerlik işleri yeniden düzenlenecek,azınlıklardan askerlik için bedel kabul edilecek.

5)-Vergi sistemi yeniden düzenlenecek. İltizam usulü kaldırılacak.

6)-Herkes inancına göre yemin edecek, karma mahkemeler kurulacak.

Abdulaziz Dönemi(1861-1876)

Bu Dönemde, Rusyanın Balkanlarda panslavizm idealini yaymaya başlamasıyla isyanlar başlamıştır. (Sırp,Karadağ, Bosna-Hersek, Romen(Eflak-Boğdan) ve Bulgar isyanları ortaya çıkarak "Balkan Bunalımı"na zemin hazırlandı ve Girit'teki Rumlar ayaklanarak Yunanistan'a bağlanmak istediler. Avrupalıların duruma müdahalesiyle Osmanlı Devleti Halepa Fermanı'nı ilan etmiş ve Giritlilere vergi muafiyeti getirilmiştir. Mısır Hidivi (valisi) İsmail Paşa'nın gayretleri ve Fransa'nın desteğiyle 1869'da Süveyş Kanalı açılmış, böylece coğrafi keşiflerle önemini yitiren Mısır ve Akdeniz yeniden canlanmıştır. Bu durum Avrupalı devletlerin Mısıra sahip olma arzunu artırmıştır. Beylerbeyi ve Çırağan sarayları yapılmıştır. Avrupalı Devletler azınlıklarla ilgili ağır istek ve tehditlerden oluşan BERLİN MEMARANDUM'unu ilan ettiler. Avrupada önemli gelişmeler görülmüş, İtalya(1870), ve Almanya(1871) siyasi birliklerini tamamlayarak siyasi güç olarak ortaya çıktılar.

V. Murat Dönemi

V. Murat Abdülaziz'in tahttan indirilmesi sonucu padişah oldu.(1876) Ancak sağlığının yerinde olmadığı görüldü. Bu durum karşısında başta Mithat Paşa olmak üzere önde gelen devlet adamları toplam 99,5 gün tahtta kalan V. Murat'ı tahttan indirerek Meşrutiyeti ilan etme sözü veren II. Abdülhamit'i tahta çıkardılar.

II. Abdulhamit Dönemi (1876-1909)

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi)

Savaşın nedeni, İstanbul (Tersane) ve Londra Konferansı kararlarının Osmanlı tarafından kabul edilmemesi ve Rusya'nın Panslavist politikası ve sıcak denizlere inme çabasıdır.

Rusya ilk olarak, Osmanlı'dan balkanlarda ıslahat yapmasını istemiştir. Çünkü Rusya da içinde bulunduğu karışıklıklar dolayısıyla olası bir savaştan çekinmekteydi. Ancak Osmanlı savaş çıkacağını bile bile bu istekleri reddetmiştir. Çünkü Islahat Fermanı nedeniyle, kamuoyu tarafından reformlara büyük bir tepki vardı.

Rusya tüm bu sebeplerden dolayı Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti.

Savaş, Doğu ve Batı cephesi olarak ikiye ayrılmıştı.

Batı cephesinde, Plevne'ye kadar ilerleyen Rus kuvvetlerini, Gazi Osman Paşa durdurdu. Ancak kaledeki kıtlık dolayısıyla, taarruzu deneyen Osman Paşa başarılı olamadı.

Ruslar doğuda Erzurum'a kadar ilerlediler. Rus ordusu Aziziye Tabyalarında Şehit Halil Başkan Paşa tarafından durduruldu. Ancak ağır kış şartlarına dayanamayan Osmanlı kuvvetleri, Rus ordular karşısında tutunamadı.

Ruslar batıda Edirne ve doğuda Kars'a kadar girdiler.

Sonuç olarak da, iki taraf arasında Ayestafanos Antlaşması imzalandı.

Bu anlaşma Rusya'ya sıcak denizlere inme konusunda Balkan ve Doğu koridorunu açmıştır. Bu durum Avrupa devletlerin tepkisine neden olmuş, Rusya yeni bir savaşı göze alamadığından BERLİN'de bir kongre toplanmasını kabul etmiştir.

Bu antlaşma yürürlüğe girmemiş,bunun yerine Berlin antlaşması imzalanmıştır. Osmanlı Devleti'nin imzalayıpta uygulamaya konulmayan iki antlaşma AYESTEFANOS ve SEVRdir.

Berlin Kongresi ve antlaşması(1878)

Ana madde: Berlin Antlaşması (1878)

Bu sırada İngiltere, Osmanlı Devleti'ne Kıbrıs'ın kendisine bir üs olarak verilmesi durumunda kongrede Osmanlı Devletini savunacağını söyledi. Osmanlı İngiltere'nin bu isteğini kabul etmek zorunda kaldı.

Bu antlaşma ile Osmanlı'nın dağılma süreci hızlandı. İngiltere de Osmanlı topraklarının parçalanmasına katıldı. Bu yüzden Osmanlının dış politikasında İngiltere'den boşalan yeri Almanya almaya başladı. Ermeni meselesi ilk defa uluslararası bir antlaşmada yer almış, Ermeni Meselesi Ermenilerin değil Osmanlı'yı parçalamak isteyen devletlerin meselesi olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı'nın 19. yy.da en çok toprak kaybettiği antlaşmadır. Anlaşmadan en karlı çıkan, Bosna-Hersek üzerinde haklar elde eden Avusturya ve Kıbrıs'ı üs olarak alan İngiltere'dir.

V. Mehmet Reşad Dönemi (1909-1918)

Trablusgarp Savaşı (1911)

Ana madde: Trablusgarp Savaşı

XX. yy. başında Kuzey Afrika'da sadece Trablusgarp Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.(Daha önce Cezayir'i ve Tunus'u ve Fas'ı Fransızlar işgal etmiş, Mısır'ı da İngilizler işgal etmişlerdi.)

İtalya'nın gelişen sanayisi için hammadde ve pazar arayışı, bunun içinde Osmanlının elindeki Trablusgarp'a asker çıkarmaları.

Trablusgarp'ı ele geçirmekte zorlanan İtalyanlar Oniki Ada ve Rodos'u işgal ettiler. Bu sırada Balkan Savaşı patlak verince Osmanlı Devleti barış imzalamak zorunda kaldı. İtalyanlarla Uşi (Ouchy)Antlaşması imzalandı.(1912) anlaşmaya göre osmanlının kuzey afrikadaki son toprağı olan trablusgarp ve bingazi italyaya bırakıldı.

Balkan Savaşları

Ana madde: Balkan Savaşları

Rusyanın Panslavist politikası ve sıcak denizlere inme düşüncesi doğrultusunda Balkan Devletlerini Osmanlıya karşı kışkırtması sonucu çıkmıştır.

İngiltere, Osmanlı-Almanya yakınlaşmasından rahatsızlık duyuyordu. Çünkü Almanya hem Avrupa'nın güçlü bir devleti hem de İngiltere'nin sömürgelerine göz diken bir tavırda idi. İngiltere Almanya tehlikesine karşı daha zayıf durumda olan Rusya'yı kullanmaya karar verdi.

I. Balkan Savaşı

Ana madde: I. Balkan Savaşı

Osmanlinin Trablusgarp'ta savasiyor olmasini firsat olarak gorduler ve Rusların kışkırtmasıyla Sırbistan, Yunanistan, Karadağ ve Bulgaristan aralarında anlaşarak Osmanlı Devletine savaş açtılar.

* Osmanlı Ordusunun bir bölümü savaştan önce terhis edilmişti. Bu duruma bir de subaylar

arasındaki siyasi çekişmeler eklenince Osmanlı Devleti bütün cephelerde yenildi.

* Makedonya, Batı Trakya, Edirne ve Kırklareli işgal edildi. Arnavutluk bağımsızlığını ilan

etti.

Sonuçta, Balkanların yeni haritasını belirlemek amacıyla Londra Konferansı toplandı.(1912) Londra Konferansında Osmanlı devleti Midye-Enez çizgisinin batısında kalan topraklarını kaybetti. (Makedonya, Batı Trakya, Edirne, Kırklareli). Ayrıca Bozcada ve Gökçeada Midilli sakız sisam ahikerya ve ipsara limni bozbaba semadirek dışındaki Ege adaları Yunanistan'a geçti.

II. Balkan Savaşı

Ana madde: II. Balkan Savaşı

I. Balkan savaşında en çok toprağı Bulgaristan almıştı. Bu durumdan memnun olmayan Yunanistan, Sırbıstan, Karadağ ve Romanya Bulgaristan'a savaş açtılar. Bu durumdan faydalanan Osmanlı Devleti'de savaşa girerek Edirne ve Kırklareli'yi Bulgarlardan geri aldı.

Osmanlı Devleti Bulgaristan ile İstanbul Antalaşması'nı, Yunanistan ile Atina Anlaşmalarını imzaladı.(1913) İstanbul ve Atina Antlaşmalarında Bulgaristan ve Yunanistanda yaşayan Türklere "Azınlık" statüsü verildi. Balkan Savaşlarından sonra Talat, Cemal ve Enver Paşaların devlet idaresindeki etkinliği arttı. 1.'ıncı Balkan savasına katılmayan devlet ROMANYA

I. Dünya Savaşı (1914-1918)

Ana madde: I. Dünya Savaşı

Almanya ve İtalya'nın gelişen sanayileri için hammadde ve pazara ihtiyaç duymaları, bu nedenle İngiltere ve Fransanın sömürgelerine göz dikmeleri, Fransanın 1871'de kaybettiği Alsas-Loren Bölgesini Almanlardan geri almak istemesi, Avusturya-Macaristan imparatorluğu'nun Rusların Panslavist politikasından rahatsız olması,

İtalya savaş başladıktan sonra grup değiştirerek İtilaf Devletlerinin yanında savaşa katılmıştır.

Avusturya-Macaristan Veliahdı Saraybosna'da bir Sırplı tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Avusturya Sırbistan'a savaş ilan etti, Rusya Sırbistanın yanında yer aldı,Fransa Rusya'yı destekledi. Almanya ve İngiltere'nin de katılmasıyla savaş genişledi.osmanlı devleti burada ittifak grubundaydı ve yenilen taraf oldu.

Vikipedi
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
21 Haziran 2010       Mesaj #5
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi

Gerileme Dönemi Padişahları :

  • II.Mustafa - 1695- 1703
  • III.Ahmet - 1703- 1730
  • I. Mahmut - 1730- 1754
  • III. Osman - 1754- 1757
  • III. Mustafa - 1757- 1774
  • I. Abdülhamit - 1774- 1789
  • III. Selim - 1789- 1807


asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
15 Eylül 2010       Mesaj #6
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
1764 yilinda Rusya, Osmanlilarin toprak bütünlügünü garanti ettigi Lehistan'i isgal etmis ve kaçan mülteciler Osmanli sinirini geçen Ruslar tarafindan katledilmistir. Bu olay üzerine Osmanli Devleti Rusya'ya savas ilân etmistir(1768). Ruslar, Baserabya ve Kirim'i isgal ettikleri gibi, Ingilizlerin de yardimiyla, Baltik filosonu Akdeniz'e göndererek, Mora Rumlarini isyana tesvik etmisler ve Çesme'de demirli Osmanli donanmasini gafil avlayarak, gemileri yakmislardir. Bu arada Misir'da da bir isyan hareketi baslamistir. Ruscuk ve Silistre önlerinde Osmanli kuvvetlerinin mevzii basarilar kazanmasinin ardindan II. Katerina, Lehistan isini halletmeyi plânladigindan Osmanlilarla anlasma yapmayi kabul etmistir. I.Abdulhamit'in (1773-1789) basa geçmesinden sonra imzalanan Küçük Kaynarca Antlasmasi ile (21 Temmuz 1774) Kirim Hanligi Osmanlidan kopartilarak sözde bagimsiz bir devlet olmus, Baserabya, Eflâk, Bogdan Osmanlilarda kalmis, ancak Azak ve Kabartay bölgesi Rus hâkimiyetine geçmistir. Ruslar bu anlasmayla Ingiltere ve Fransa'ya taninan kapitülâsyonlari da kazanmis ve her yerde konsolosluk açma hakkini elde ederek, Osmanlinin iç islerine karisabilecegi bir ortami kendine hazirlamistir. Nitekim 1783'te Kirim'i isgal ve ilhak eden Rusya, Karadeniz'e hâkim olarak, sicak denizlere inme politikasini gerçeklestirme yönünde büyük bir adim atmis, Ortadokslari himaye bahanesiyle de Balkanlardaki nüfuzunu kuvvetlendirmistir.
Rusya'nin nihaî amaci, Istanbul'u ele geçirerek Bizans'i yeniden diriltmek idi. Iste bu maksatla, Osmanli Devleti'ni taksim etmek üzere Avusturya ile gizli bir anlasma yapildi. Bu anlasmayi haber alan Osmanli Devleti, Prusya ve Ingiltere'nin de tahrikiyle Rusya'ya karsi savas açti. Halkin infialine neden olan Kirim'i geri almak Osmanlinin en büyük arzusuydu. Ancak bu savasa Rusya'nin müttefiki olan Avusturya'nin da katilmasiyla, Osmanlilar iki cephede birden mücadele etmek zorunda kaldilar(1788). Avusturya'ya karsi iki kez savas kazanildi. Belgrat ve Banat ele geçirildi. Ancak Rusya'ya karsi dogu cephesinde basari saglanamadi. Bu tarihlerde Osmanli tahtina III. Selim çikmisti (1789-1807). III. Selim Isveç ile bir anlasma yaparak Rusya'ya karsi bir müttefik kazanmisti. Ancak Rusya Bükres ile Küçük Eflâk'i almis, ardindan da Belgrat ve Bender düsmüstü. 1790'da Avusturya Imparatoru II.Joseph ölünce iç ayaklanmalar bas göstermis ve Fransiz ihtilalinin etkileri bu ülkede de hissedilmeye baslanmisti. Bunun üzerine yeni Imparator II.Leopold, Zistovi anlasmasini imzalayarak Osmanlilarla olan savasi sona erdirdi (1791). Bu anlasma mevcut statükoyu muhafaza eden maddelerden ibaretti. Rusya ile de, Ispanya'nin araciligiyla Yas Baris Antlasmasi imzalandi (1792). Rusya'nin savas sirasinda isgal ettigi yerlerden sadece Özi, anlasmayla verilmis oluyordu. Hem Avusturya hem de Rusya bu anlasmalarla, Fransa ve Lehistan'daki gelismelere dikkatlerini verirken, Osmanli Devleti de gerekli islahatlari yapmak için bir soluklanma zamani bulabilecekti.
Iyi bir egitim görmüs olan III. Selim bu baris döneminden faydalanarak, devlet içinde, özellikle askerî alanda, islahatlar yapmak istiyordu. Bu maksatla, Nizâm-i Cedit adi verilen ilk islahat hareketiyle, yeni bir ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocagi'ni kaldiramayacagini bildiginden, öncelikle Nizâm-i Cedid denilen bu orduyu batili tarzda düzenleyip, basarisini kanitlamak gerekliydi. Ancak bundan sonra Yeniçeri Ocagi lagvedilebilirdi. Fakat kendileri aleyhine ortaya çikan gelismelerden endise duyan Yeniçeriler, bazi devlet adamlarini da yanlarina çekerek yeniliklere karsi çiktilar ve isyan ettiler. Üstelik bu arada Napolyon Bonapart, bir orduyla Misir'i isgale baslamisti (1798). Osmanlilar, Rusya, Ingiltere ve Sicilya'nin da menfaatlerine dokunan Fransiz isgaline karsi harekete geçti. Ehramlar savasiyla, Misir'i ele geçirip, kuzeye yönelen Bonapart, Akka'da Osmanli savunmasini geçemedi (1799). Kusatmayi kaldiran Napolyon geri dönerken, yerine biraktigi ordu komutanlari da maglûp edildiler. Neticede Fransizlar Misir'i terk etmek zorunda kaldi(1801). Fransa'yi barisa zorlayan önemli bir sebeplerden birisi de, Akdeniz'de Rus ve Türk donanmalarinin is birligi yapmalari, Ingiltere'nin Fransiz savas ve ticaret gemilerini taciz etmesiydi.
MsXLabs.org & OT
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
AndThe_BlackSky - avatarı
AndThe_BlackSky
Ziyaretçi
1 Mart 2011       Mesaj #7
AndThe_BlackSky - avatarı
Ziyaretçi


1808 sonlarında
Osmanlıların durumu ümitsiz görünüyordu. Merkezî otorite çok zayıflamış, saray o yıl bir yönüyle merkezin gücünü taşra güçlerine kabul ettiren, ama öbür yönüyle de ayanın haklarını tanımlayan ve güvence altına alan
Sened-i İttifak'ı imzalamak zorunda kalmıştı.
Kuzey Afrika çoktan denetimden çıkmıştı.
Mısır'da
Kavalalı Mehmed Ali Paşa bağımsız bir yönetimin temellerini atıyordu.
Irak'ta Memlûk kökenli paşalar,
Suriye'de çeşitli yerel valiler
Babıâli'ye yalnızca göstermelik bir bağlılık içindeydi. Bütün Anadolu'da merkez yalnız iki eyalete hükmedebiliyordu; Rumeli eyaletlerinde ise iktidar,
Arnavutluk'un güney kesimine egemen olan
Tepedelenli Ali Paşa ve ölünceye değin (1807)
Bulgaristan'ın kuzeyine hükmeden Pazvandoğlu Osman gibi derebeylerinin elindeydi.
Sırbistan
1804'ten beri Karayorgi'nin önderliğinde başkaldırmış durumdaydı; başlangıçta yerel yeniçeri garnizonlarının şiddet eylemlerine dayanamayarak ayaklanan Sırplar daha sonra özerklik talep etmiş, 1807'de de
Rusya'yla ittifak kurmuşlardı. Dış tehditler de en az iç koşullar kadar ciddiydi.
Sultan Üçüncü Selim'in Rusya'ya kaptırılan toprakları Fransızların desteğiyle geri almaya kalkışması yüzünden hem
Kasım
1806'da
Balkan prensliklerini istila eden Rusya'yla, hem de Şubat 1807'de donanmasıyla Çanakkale'yi ele geçirme girişiminde bulunup bir ay sonra Mısır'a giren İngiltere'yle savaşa tutu-şulmuştu. NapolĞon ise Tilsit (
7 Temmuz 1807) ve Erfurt (
12 Ekim 1808) antlaşmalarıyla Çarlığı rahatlatmış ve Balkanlardaki işgalini onaylamıştı.

Sultan İkinci Mahmud dönemi (1808-39).
Böyle derin bir askeri ve siyasal bunalım karşısında
II. Mahmud önce düşmanlarının sayısını azaltmaya girişti: Fransız Devrim ve Napoleon Savaşlan'nın (1800-15) sürmesinden yararlanarak
5 Ocak 1809'da Çanakkale'de
İngiltere'yle, 28 Mayıs 1812'de de Bükreş'te Rusya'yla barış yaptı ve Besarabya'nın büyük bölümünün Rusya'da kalmasına karşılık Romanya prenslikleri üzerinde yeniden denetim sağladı. II. Mahmud bundan sonra iç reformlara yönelebildi. Temel sorun, gerek büyük Avrupa devletlerinin sürekli aşındırmalarına, gerekse yerel ailelerin merkezkaç eğilimlerine karşı Osmanlı Devleti'ni ayakta tutabilecek güçte bir modern ordunun kurulmasıydı.
III. Mahmud bu konuda III. Selim'den usta bir taktisyen olduğunu gösterdi. Ulemanın üst kademelerinin desteğini aldı; yeniçerileri adım adım loncalardan ve İstanbul halkından tecrit etti.
Yeniçeri ağaları arasında bile bazı yandaşlar edindi. İdeolojik bakımdan en önemlisi, önerilerini, "gâvur" icatlarına dayanarak geçmişten bütünüyle kopma hamlesi olarak değil, Osmanlı altın çağının askeri sisteminin yeniden canlandırılması biçiminde sundu. Bağlılığından emin olduğu birlikleri de uygun mevzilere yerleştirdikten sonra 1826 ilkbaharında kapsamlı askeri reform taşanlarını açıkladı. 15 Haziran'da İstanbul'da yeniçerilerin başlattığı ayaklanmayı şeyhülislamdan fetva alarak ve Sancak-ı Şerifi de açtırarak büyük bir katliamla ezdi ve
Yeniçeri Ocağı'nı lağvetti. Sonraki Osmanlı tarihçilerinin
Vaka-i Hayriye diye andığı bu hamlenin ardından 1831'de tımar sisteminin ilgasıyla eski ordunun yıkımı tamamlandı. Var olan dirlikler devlet denetimine alındı. Avrupa orduları gibi giyinen, donatılan ve (Almanya'nın gelecekteki genelkurmay başkanı Helmuth von Moltke'nin de aralarında bulunduğu) bir dizi Batılı danışmanın gözetiminde eğitilen
Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı yeni ordu sultana önceki ordulardan çok daha sadıktı. Bu niteliğiyle hem siyasal merkezileşmenin aracı, hem de modernleşmenin itici gücü rolünü oynadı. Büyük devletlerle baş edebilme yansı içinde orduyu donatma ve besleme, subay ve uzmanlarını yetiştirme çabası sonunda devletin başka kurumlarında da reformu gerekli kıldı. Yükseköğretimde modernleşme subay, askeri hekim ve veterinerlerin eğitimiyle başladı; ordu için etkili bir maaş sisteminin kurulması vergi reformunu gerektirdi; siyasal, ekonomik ve toplumsal kararların önemli bir bölümünün yerel örgütlere bırakıldığı eski. yönetim usulünün yerini, bütün kararların devlette merkezileşmesi aldı.

II. Mahmud rakip iktidar odaklarını kısıtlayarak işe başladı. Yeniçerileri ortadan kaldırdıktan sonra ulemanın ve tarikatların nüfuzunu aşındırmaya girişti.
1826'da, vakıfların bağımsızlığını yok etmeye yönelik yeni Evkaf Nezareti'ni kurdu. Yeni yollar yaptırdı ve 1834'te modern posta hizmetlerini devreye soktu. Merkezî yönetim baştan örgütlendi. Yasaların hazırlanmasıyla adli konularda görevli çeşitli meclisler oluşturuldu. Sadrazamın aşırı güçlü ve sorumlu olduğu eski sistemde ortaya çıkan tıkanmaları aşmak için Avrupa tipi nezaretler (bakanlıklar) kuruldu ye "Kabine Usulü"ne doğru ilk adım atıldı. Öldüklerinde servetlerinin müsaderesi usulü kaldırılarak bürokratlara daha fazla güvence verildi. Genel olarak mülkiyet hakkı ile uyrukların din farkı gözetilmeksizin yasa önünde eşitliği yolundaki ilk girişimler de bu dönemde gerçekleşti. Tercüme Odası'nın kurulması ve dış elçiliklerin yeniden açılması, yabancı dil öğrenme ve Batı düşüncesiyle tanışma olanaklarını artırdı. Sultan yenilenen ordu ve yönetim aygıtı aracılığıyla egemenliğini yanbağımsız valilere, yerel ailelere, dere-beylenne ye ayana yeniden kabul ettirmeye koyuldu. İlk adımlar 1812'den hemen sonra Sırp Ayaklanması'nm geçici olarak bastırılması ( 1813), Anadolu'nun, Irak'ın ve Rumeli'nin büyük bölümünün sıkı hükümet denetimine geçirilmesiyle atıldı.. Babıâli'ye karşı bağımsızlığını pekiştirmede direnebilen tek yerel yönetici, Mısır'da daha da radikal bir modernleşme programını yürürlüğe koyan Kavalalı Mehmed Ali Paşa oldu. Mısır ordusu 1831'de Suriye'ye girdi; 27 Aralık 1832'de Osmanlı kuvvetlerini Konya'da bozguna uğrattı ve İstanbul'u tehdit etmeye başladı. Rusya'dan yardım istemek zorunda kalan II. Mahmud, Hünkâr İskelesi Antlaşması'yla ( 8 Temmuz 1833) Suriye'yi geçici olarak Mehmed Ali'ye bıraktıysa da, buradaki hak iddialarından vazgeçmedi. Fransa'nın Mısır'a yardım etmesi üzerine İngiltere'yi kendi tarafına çekmek için 1838 Baltalimanı Antlaşması'y-la imparatorluğun iç pazarını yabancı malların istilasına açtı. Avrupa'nın askeri-siyasal üstünlüğünün artık yapısal bir bağımlılığa dönüşmesi yolunu açan bu büyük ödüne karşın, Osmanlılar 1839'da Mısır ordusuna saldırdıklarında bir kez daha yenildiler ( 24 Haziran 1839). Fransa dışındaki büyük devletlerin müdahalesiyle imzalanan Londra Antlaşması ( 15 Temmuz 1840) uyarınca Suriye'yi geri aldılarsa da Mısır'da Kavalalı sülalesinin egemenliği tanındı (1841).

Osmanlılar Rumeli'de, özellikle de Yunanistan, Sırbistan ve Eflâk-Boğdan'da merkezî denetimi sağlama girişimlerinde de başarısızlıkla karşılaştılar. Bunun birçok nedeni vardı. Balkan Hıristiyanları arasında kapitalistleşme ve yeni sınıfların oluşumu açısından, imparatorluğun genelinde ve Türk toplumunda olduğundan daha hızlı bir süreç yaşanıyordu. Millet örgütlenmesinin özerkliği, yüzyıllar boyu dinsel-kültürel değerleri koruyup taşımış olan kiliselerin önderliğinde uluslaşma uyanışlarına olanak veriyordu. Bu hareketler kendi nüfuz alanlarını genişletme peşinde koşan büyük devletler arasında uygun müttefikler buluyordu. Fransız Devrim ve Napoleon Savaşla-rı'nın yol açtığı ekonomik zenginlik temelinde bir ulusal burjuvazinin uç verişi, Batı düşüncesinin etkisi ve Osmanlı merkezileşmesine tepkiler bir araya gelerek Mora Ayaklanması'nı yarattı. Mücadelenin iki kaynağı yardı: Köylülerin ve yerel çetelerin direnişi Aleksandr İpsilanti Bey önderliğinde Filiki Etarya'da (Philikf He-taireıa) örgütlenen aydınların etkinliği. Mart 1821'de Moldavya'yı istilaya girişen İpsilanti yenildiyse de, bu kez Mora'da büyük bir ayaklanma başladı. 182S'te, henüz yollarının ayrılmadığı Mısır birlikleriyle desteklenen Osmanlılar bu hareketi de bastırmanın eşiğine geldiler. Ama birleşik Osmanlı-Mısır filosunun 20 Ekim 1827'de Navarin'de Rus, Fransız ve İngiliz donan-malannca yakılması ve böylece kara ordularının ikmal hatlarının kopması üzerine 1829'da Yunanistan'mn özerkliğini, 1832'de de bağımsızlığını tanımak zorunda kaldılar. Sırbistan ve Romanya prensliklerini (Eflâk-Boğdan) denetim altına alma girişimleriyse Rusya engeliyle karşılaştı. 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı'nı izleyen Edirne Antlaşması'yla ( 14 Eylül 1829) Tuna'nın ağzını ve Doğu Anadolu'daki bazı topraklan Rusya'ya bıraktıkları gibi, Eflâk-Boğdan ile Sırbistan'a yeni ayrıcalıklar tanıdılar. 1833'te bütün Sırbistan özerklik kazandı.

II. Mahmud, Mehmed Ali Paşa'yla mücadelesi henüz sürerken,öldüğünde (1 Temmuz 1839) Osmanlı İmparatorluğu biraz daha küçülmüştü; gerçi askeri ve siyasal gücü daha düzenli bir hal almış ve merkezileşmişti, ama Avrupa'nın kültürel, ekonomik ve siyasal etkisi de çok artmıştı.

Tanzimat dönemi (1839-76). II. Mahmud'un oğullan Abdülmecid (hd 1839-61) ve Abdülaziz'in (hd 1861-76) saltanatla-nnda girişilen daha kapsamlı reformlar dizisinin bütünü Tanzimat adıyla anılır. 3 Kasım 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Tanzimat Fermanı) ile 18 Şubat 1856 tarihli Islahat Fermanı bu reform belgelerinin en önemlileridir. 1839 Gülhane Hatt-ı Hünıayunu'yla ilan edilen Tanzimat bazı Batılı yazarlarca kritik anlarda Avrupa'nın diplomatik desteğini sağlamaya yönelik bir manevra olarak görülmüştür. Bu yorum çeşitli olgulara dayandırılır. Bunlardan biri Hıristiyan uyruklara eşitlik vaadinin bir türlü tam gerçekleşmemesi, örneğin eskiden ödedikleri cizye kaldırıldığında yerini hemen daha ağır başka vergilerin alması ve ordudan dışlanmalarının sürmesiydi. Ayrıca 1839 fermanı Mısır bunalımına, 1856 fermanı da Kırım Savaşı (1853-56) sonrasındaki Avrupa diplomasisine kabul edilme girişimine denk düştü. Öncelikle Osmanlı Hıristiyanlarının durumuyla ilgilenen bu Avru-pa-merkezli yargı, Osmanlılar açısından reformların asıl amacının devleti ayakta tutmak olduğunun kavranılmamasından kaynaklanıyordu. Oysa Sanayi Devrimi'ni başarmış, sermaye birikimini çok geniş temellere dayandırmış Batı ile bütün önceki çabalarına karşın gitgide daha geri ve zayıf bir konumda kalan Osmanlı Devleti'ndeki egemen sınıfın reformcu kesimi artık Batı' nın ideolojik ve kültürel hegemonyası altına girmişti. Bu durumda feodal tutuculuğun alternatifi ilk ağızda Avrupa'nın kapitalist kurumlarının taklidi biçiminde belirmişti. Sosyoekonomik düzeyin yeni üstyapılarının giderini kaldırmaya ve bu üstyapıları gerektiği gibi yönetecek bir modern burjuva sınıfını yaratmaya henüz hazır olmaması iki yanlı bir gelişmeye yol açacaktı. Bunun bir yanını otoriter modernleşme yoluyla toptan yıkım ye sömürgeleşmenin önlenmesi; öbür yanını ise dış ticaret açıklarının dış borçlanmaya dönüşmesi, dış borçların birikip iflasa yol açması, bunun da daha ağır siyasal bağımlılıkları beraberinde getirmesiyle bir yarı-sömürgeleşme sürecinin yerleşmesi oluşturdu. Bununla birlikte yukandan aşağı yapılan reformlar devlet bağımsızlığının yı-tirilmemesiyle kazanılan zamanda, Osmanlı egemen sınıfının merkezi dışında aşağıdan yukarı gelişecek başka çözüm arayışlarının da yeşermesini sağladı. Tanzimat dönemi reformlarından önce Osmanlı ülkesinde eğitim devletin değil, çeşitli milletlerin sorumluluğundaydı; Müslümanların eğitimini de, din ağırlıklı olarak medreseler sağlıyordu. Bu sistemde ilk gedikler, Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (1776), Mühendishane-i Berri-i Hümayun (1795), Tıbhane-i Âmire (1827) ve Mekteb-i Ulum-ı Harbiye (1834) gibi askeri branş okullarının açılmasıyla oluştu. Böylece Batı tipi uzman eğitimi ordunun daha yavaş değişen ana gövdesine eklemlenmeye başladı. Diplomatlar ve yöneticiler için de Tercüme Odası (1833) ve Mekteb-i Mülkiye (1859) gibi kurumlar oluşturuldu. Devlet okulları için ilk kapsamlı plan 1846'da Meclis-i Maarif-i Umumiye tarafından hazırlandı ve ilk, orta ve yüksek öğretim kurumlarım içeren bütünsel bir sistem öngörüldü. 1869'da yürürlüğe konan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'nde parasız ve zorunlu ilköğretim ilkesine yer verildi. Bu iki tasan parasızlık nedeniyle çok yavaş yaşama geçirilebildiyse de, laik eğitime doğru daha sonraki gelişmeler için belirli bir çerçeve oluşturdu. 1914'e gelindiğinde 36 bini aşkın Osmanlı okulu vardı, ama bunların çoğu küçük, geleneksel mahalle mektepleriydi. Devletin eğitim sisteminin evrilmesinde Müslüman olmayan milletlerin görece modern eğitim veren okulları örnek oluşturdu. 1914 verilerine göre ülkedeki 1.800'ü aşkın Rum okulunda yaklaşık 185 bin, 800 kadar Ermeni okulunda ise 81 binin üzerinde öğrenci eğitim görüyordu. Gayrimüslimler yabancı misyoner okullarından da ağırlıklı biçimde yararlanıyorlardı: Gene 1914'te 675 Amerikan, 500 Fransız Katolik ve 178 İngiliz misyoner okulunda toplam 100 bini aşkın öğrenci okumaktaydı. 1863'te kurulan Robert Kolej, 1866'da öğretime başlayan Suriye Protestan Yüksekokulu (sonradan Beyrut Amerikan Üniversitesi), 1881 'de Beyrut'ta kurulan Saint Joseph Üniversitesi gibi ünlü okullar bunlar arasındaydı. Bu okullar Batı bilim ve kültürü kadar siyasal etkinliğinin de merkezleri oldu.

Tanzimat'a değin hukuk da büyük ölçüde milletlerin sorumluluğunda kalmıştı. Kapitülasyonlar yabancıları ve yabancı konsolosların resmen himayelerine aldıkları Osmanlı uyruklarını ceza kanunları karşısında koruyordu. 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu ise bütün vatandaşlar için bireysel güvence ve kanun önünde eşitlik ilkelerini getirmekteydi. Tanzimat reformcularının hukuk ve yargılama usulleri alanında başlıca iki amaçlan vardı: 1) Osmanlı yasalarını Avrupalılarca kabul edilebilir düzeye getirerek kapitülasyonların kaldırılmasını ve devletin egemenlik haklarının yeniden bütünleşmesini sağlamak; 2) hukuku modernleştirmek. Bu doğrultuda çıkartılan Kanunname-i Ticaret (1850), Usul-i Muhakeme-i Ticaret Nizamnamesi (1861), Ceza Kanunname-i Hümayunu (1858) ve Ticaret-i Bahriye Kanunna-mesi'nde (1863) Fransız etkisi güçlüydü; hatta bu metinler büyük ölçüde Fransız yasalanndan çevrilmişti. Buna karşılık Mecelle (1868-76) Hanefi hukuku ilkelerine göre hazırlanmıştı. Bu yasalar artan ölçüde ulemanın denetimi dışında kalan nizamiye mahkemelerince uygulanıyordu. Osmanlı Devleti'nin kendini büyük devletlere beğendirerek bağımsızlık ve egemenliğini kazanıp korumasının olanaksızlığına karşın, bu reformlar gelecekteki başarıların üzerinde yükselebileceği temeli yaratıyordu.

Orduda 1842 ve 1869'da girişilen kapsamlı düzenlemelerin oluşturduğu ana eksen çevresinde eğitim ve hukuk gibi başka alanlara da yayılan Tanzimat reformlarının doğrultusu modernleşme ve merkezileşme yönündeydi. Reformların karşısına ise hem dinin elden jitmekte olduğunu öne süren gele-nekçi-Islamcılar dikiliyor, hem de Avrupa' dan kaynaklanan siyasal mücadeleler bazen Osmanlıların Bosna ve Karadağ üzerinde yeniden egemenlik kurmalarını önleyerek (1853), bazen Cebel Lübnan'a özerklik verdirerek merkezileşmeyi yavaşlatıyordu. Aynca finansman sorunu da vardı. Bir yandan 1838 Baltalimanı Antlaşması sonrasında İngiltere'nin ye öbür kapitalist ülkelerin sanayi ürünlerinin zanaat üretimini yıkıma uğratarak batıdan doğuya Osmanlı iç paza-nm istilaya başlaması dış açıklara yol açıyordu. Öte yandan, çok geri bir üretim temeline dayanarak görece ileri bir bürokrasi ve ordunun giderleri iç kaynaklarla karşılanamadığından, Osmanlı Devleti'ni kurtarma operasyonu, Kırım Savaşı sırasında yapılan ilk istikrazdan (1854) başlayarak, sürekli dış borçlanma yoluyla yürütülmekteydi. Başka bir deyişle, Tanzimat reformcuları borç parayla zaman satın alırken, imparatorluğun ertelenen ölümü biçim değiştiriyordu.

1875-78 bunalımı
1873'te kuraklık, 1874'te ise seller zaten hoşnutsuzluğu artan Osmanlı köylüsünde açlık ve öfkeye yol açtı. Köylü 19. yüzyılda Balkanlar'da dünya pazarına açılma sonucu gelişen büyük çiftliklerde görece ağır bir sömürüyle karşı karşıya kalmış, sırtına bir de 1869 ordu reformunun ek vergi yükü ve zorunlu askerlik uygulaması binmişti. Vergi yükünü ağırlaştıran bir etmen de borç ödemeleriydi. 1875'te toplam borçlar/200 milyon sterlini bulmuştu; 12 milyon sterlin tutarındaki yıllık anapara ve faiz ödemeleri ise ulusal gelirin yandan fazlasını buluyordu. Ama 1873 dünya mali bunalımı taze borç bulmayı güçleştirdiğinden, Osmanlılar faizlerin ancak yansını ödeyebiliyordu. Sırbistan'ın ve sürgündeki Slav örgütlerinin desteğiyle gelişen ulusçu akımlar Balkanlar'dakı gerilimi daha da artırıyordu. Sonunda Temmuz 1875'te Bosna-Hersek'te, Ağustos 1876'da da Bulgaristan'da Hıristiyan köylüler Müslüman toprak sahiplerine karşı ayaklandılar. Osmanlıların ayaklanmayı bastırma çabalan Sırbistan ve Karadağ'la savaşa yol açtı; Rusya da 24 Nisan 1877'de savaşa katıldı. Osmanlılar savaşta yenildiyse de Plevne Savunması olarak bilinen direnişleri (Temmuz-Aralık 1877) başta İngiltere olmak üzere Rus ÇarlığYnm Osmanlı Devleti' ni yutmasını istemeyen Avrupa devletlerine müdahale için zaman kazandırdı. 3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması'na göre, Osmanlılar Romanya, Sırbistan ve Karadağ'ın bağımsızlığını tanıyıp bu üç devlete toprak bırakacak, yeni yaratılan geniş Bulgaristan'a özerklik verecek, Dobruca yöresiyle Doğu Anadolu'daki bazı toprakları Rusya'ya bırakacak, aynca savaş tazminatı ödeyeceklerdi. Ama Avrupa'nın diplomatik baskısı 1878'de imzalanan Berlin Antlaşması'yla bu koşulların biraz yumuşatılmasını sağladı. Başlıca değişiklik özerk Bulgaristan'ın küçültülerek ikiye bölünmesine, kuzeyine siyasal, güneyineyse (Doğu Rumeli) yönetsel özerklik tanınmasına ilişkindi. Sırbistan, Karadağ ve Romanya'nın bağımsızlıkları onaylanmakla birlikte toprak kazanımlan çok azaltılıyordu. Kars ve Batum Rusya'da kalıyor, Bosna-Hersek İle stratejik Novi Pazar (Yenipazar) bölgesinin denetimi Avusturya-Macaristan'a veriliyordu. Ayrı bir anlaşmayla da Kıbrıs'ın yönetimini İngiltere devralıyordu. İkinci biçimiyle bile bu barış Osmanlı Devleti için ağır bir yemişiydi. Doğu Rumeli kısa zamanda Bulgaristan'la birleşerek yitirildi (1885). Avrupa'daki Osmanlı topraklan Makedonya, Arnavutluk ve Trakya'yla sınırlandı; büyük devletlerin nüfuzu ise yeni boyutlara ulaştı. Aynca Osmanlılar r bir mali denetim altına girdi. Aralık 1'deki Muharrem Kararnamesi ile dış borç toplamı 191 milyon sterlinden 106 bilyon sterline konsolide edilirken, Avrupalıların denetiminde kurulan Düyun-ı Umumiye yıllık anapara-faiz ödemeleri karalığı devletin bazı vergileriyle gelir kaynaklarını doğrudan toplama hakkını elde etti. Düyun-ı Umumiye'nin Osmanlı devlet ve toplum yaşamındaki rolünün önemi hızla ırttı; kendisine ayrılanın dışındaki gelirlerin ie toplanmasına, yatırım alanları arayan Avrupa şirketlerine, özellikle demiryolu yapım imtiyazlarının alınmasına aracılık I etmeye başladı. Avrupa bankalarının etkin- likleri ve kapitülasyonlarla Osmanlı Deyleti'ne dayatılan düşük gümrüklerle birlikte j ele alındığında, Düyun-ı Umumiye devletin ' kaynaklarını yönlendirme yeteneği üzerine konmuş belirgin bir ipoteğin ifadesiydi. I. Meşrutiyet (1876). Dış gelişmelerden de önemlisi ilk Osmanlı anayasası Kanun-ı Esasi'nin kabulüne yol açan iç değişikliklerdi. Tanzimat Türk-İslam toplumunda üç çeşit tepki doğurmuştu. Bunlardan ilki basit bir gelenekçi, tutucu muhalefetti. Bir grup aydının çevresinde gelişen ikincisi ve Osmanlı yüksek bürokrasisi içinden doğarak sultanı hedef alan üçüncüsü ise yukarıdan aşağı modernleşmenin yarattığı göreli kapi-talistleşme ve çağdaş burjuva ideolojisinin aktarılması temelinde demokratik talep ve hareketlerin baş göstermesini ifade ediyordu. Yeni Osmanlılar diye bilinen aydınlar örgütlü bir siyasal parti değillerdi; 1867-71 yıllarında rastlantıyla Paris ve Londra'da bir araya gelmeleri bir grup görünümü almalarına yol açmıştı. Siyasal düşünceleri İslam gelenekçiliğinden laik kozmopolit inkılapçılığa kadar değişebiliyordu. Görüşleri bu yelpaze içinde ortada bir konumda yer alan Namık Kemal bunları dile getirişindeki berraklık yüzünden de sonraki reformcuları en çok etkileyen yeni Osmanlı düşünürü oldu. Namık Kemal, Batı uygarlığına hayranlık beslemekle birlikte, en iyi Avrupa kurumlarının temelinde yatan ilkelerin Is-lamda da bulunabileceğine inanıyor, özellikle İslamın ilk dönemlerindeki uygulamalardan, sultanın ve nazırlarının sınırsız gücünü frenleyebilecek bir temsili meclis önerisini türetiyordu. Tercüman-ı Ahval (1860) ve Tasvir-i Efkâfın yayına başlamasıyla Türk basını bağımsız düşünceler dile getirmeye, hattâ zaman zaman hükümeti eleştirmeye yöneldi. Bu gelişme temelinde Namık Kemal, Osmanlıcılık çerçevesinde bir vatan sevgisi ve sultanlık çerçevesinde bir anayasa kavramının yaygınlaşmasına önemli katkıda bulundu. Bu düşünsel ortamda Osmanlı yüksek bürokrasisinin Midhat Paşa çevresinde toplanan bir kesimi de. devleti modernleştirme yönündeki Tanzimat reformlarının başarısının bu kez aşırı merkezileşmeye yol açtığını ve sultanın iktidarı üzerindeki bütün geleneksel frenleri ortadan kaldırdığını görmeye başlamıştı. 1875 bunalımına yol açan politikalar Abdülaziz'in keyfi yetki kullanımına bağlanıyor, çok kısıtlı da olsa belli bir temsil gereksinimi duyuluyordu. Midhat Paşa ve reformcu yandaşlan önce nefret edilen Sadrazam Mahmud Nedim Paşa'yı uzaklaştırmayı, sonra da 30 Mayıs 1876'da Abdülaziz'i tahttan indirmeyi başardılar. Ama liberalizm yanlısı olduğu düşünülen V. Murad cinnet geçirince reform kabinesi, tahta geçtiği takdirde Kanun-ı Esasi'yi ilan etmeye söz veren Abdül-hamid'le anlaştı. Ağustos 1876'da II. Ab-dülhamid tahta çıktı. Bu arada İstanbul'da toplanan Tersane Konferansı, Mithat Paşa ve arkadaşlarını, dış baskılan savuşturmak için bir an önce anayasa ilanı fikrini gerçekleştirmeye itiyordu. 23 Aralık 1876'da Kanun-ı Esasi'nin onaylanmasıyla I. Meşrutiyet (anayasal monarşi) dönemi açılmış oldu.

Daha önce de bazı Osmanlı hatt-ı hümayunları devletin ana kuruluşuyla ilgili öğeler içermişti. Özellikle eyalet meclislerinin kısmen seçilmiş kişilerden oluşması da temsili sisteme doğru adım niteliği taşıyordu. Ama Kanun-ı Esasi yalnız Osmanlılar için değil, Tunus'un 1861, Anayasası (düstur) dışta tutulursa, bütün İslam ülkeleri açısından ilk gerçek anayasaydı. Gene de anaya-sacı hareketin cılızlığı, anayasanın tümüyle hükümdann tek yanlı iradesinden kaynaklanmasına, bir ferman anayasa niteliği almasına yol açmıştı. Nazırlar meclise karşı değil, bütün yürütme gücünü elinde tutan sultana karşı tek tek sorumluydular. Sınırlı yetkili yasama organı, iki dereceli seçimle oluşan Heyet-i Mebusan ile padişahın seçtiği kişilerden oluşan Heyet-i Ayan'dan kururu, iki meclisli bir parlamento (Meclis-i Umumi) idi. Her ne kadar yöneten ile yönetilenlerin haklan kâğıda dökülüyorsa da, bu sistem ancak biraz yumuşatılmış bir otokrasi olarak tanımlanabilirdi. Sultana "hükümetin emniyetini ihlal" edenleri sürgüne yollama hakkını veren ünlü 113. madde dahil II. Abdülhamid'in istediği bazı değişiklikleri kabul ettiği için Midhat Paşa çok eleştirildiyse de anayasacı reformcu kanat zaten oldukça zayıftı ve sultan hem geleneksel olarak hem de anayasanın taslaklarında önemli yetkilerle donatılmıştı. Nitekim Kanun-ı Esasi uyannca Mart 1877'de toplantıya çağrılan Meclis-i Umumi, iki yasama yılı çalıştıktan sonra 1908 II. Meşrutiyet hareketine değin bir daha toplanamadı. Bu arada liberallerin çoğu sürgüne gönderildi. Midhat Paşa ise 1884'te öldürüldü.

2. Abdülhamid dönemi (1876-1909)
Kısa süreli I. Meşrutiyet'i izleyen II. Abdülhamid dönemi, bazen sanıldığı gibi Tanzimat'a karşı bir tepkiyi değil, Tanzimat'la uç veren burjuva-demokratik akımların bastı-nlması çabasını simgeliyordu. Tanzimat reformlarının özünü de liberalleşme değil, merkezileşme oluşturduğu ölçüde, II. Abdülhamid Tanzimat'ın yıkıcısı değil, mirasçı-sıydı. Otoriter modernleşme bir noktadan sonra otoriteyi modernleşmenin önüne çıkarmış, ordunun ve yönetim aygıtının sürekli yetkinleşmesi, jandarma örgütünün kurulması, telgraf ve demiryolları başta olmak üzere ulaşım ve haberleşmenin gelişmesi, kapsamlı bir hafiye, muhbir ve jurnal ağının oluşturulması, bu yetki ve olanakları tekeline alan sultanın muhalefeti ezmesini beraberinde getirmişti. Bununla birlikte, II. Abdülhamid'in saltanatı sırasında doğrudan doğruya devletin gereksinimleri nedeniyle eğitim, hukuk ve ekonomik kalkınma alanlarında modernleşme de programa alındı ve uygulandı. Despotizm, bu gelişmenin mutlakıyet dışı yönlere açılmasını İslamcılık politikasıyla önlemeye çalıştı.
Bu dönemde Anadolu ve Suriye'de yabancı sermaye eliyle, Şam-Medine arasında ise Müslüman âleminden gelen bağışlarla yapılan demiryolları II. Abdülhamid yönetiminin çeşitli çelişkilerini ortaya koyuyordu. Hicaz Demiryolu Abdülhamid'in islamcı politikalannın temel öğelerinden biriydi, islamcılık, 1774'te Rusya'yla imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması'nın görüşmeleri sırasında Osmanlı sultanının kendi topraklan dışındaki (özellikle de Kırım'daki) Müslümanlar üzerinde dinsel liderlik iddialarını ortaya atmasıyla siyaset sahnesine girmişti. Bir süre sonra da, 1517'de Abbasi halifeliğinin Osmanlı sultanlığına geçtiği savıyla bu politikaya kuramsal temel kazandırmaya çalışıldı. Çok sayıda bağımsız İslam devletinin ortadan kalktığı ve topraklarının Avrupa imparatorluklarına katıldığı bir çağda, halifelik kurumu Osmanlı diplomasisi için yararlı bir araç haline geldi ve büyük devletlere karşı, sömürgelerindeki muhalefeti harekete geçirecek caydırıcı bir silah olarak kullanılmak istendi. Aynca İslam temelinde birliğin vurgulanması ve sultanın tarikatlar üzerindeki himayesinin öne çıka-nlmasıyla 18. yüzyıl sonlarından beri tutuculuğun ideolojik sığınağı olan dinsel gelenekçilik sultanlığı destekleyen ideolojik payanda işlevi görmeye başladı.

II. Abdülhamid 1878'den sonra bu ve benzeri yöntemlerle imparatorluğu ayakta tutmada bir ölçüde başarı sağladı. Büyük devletler arasındaki rekabetin şiddetlenmesi ve içlerinden herhangi birinin Osmanlı topraklan üzerinde tek

başına egemen olma çabalarına öbürlerinin karşı çıkması, denge politikası gütme konusunda Babıâli'ye belirli bir manevra alanı yarattı. Doğu Rumeli dışında, 1908'e değin başka toprak kaybı olmadı (1881'de Fransa'nın işgal ettiği Tunus ile 1882'de İngiltere'nin işgal ettiği Mısır'da zaten Osmanlı otoritesi hemen hiç kalmamıştı). Girit'te Osmanlılar art arda çıkan ayaklanmaları bastırdılar ve Yunanistan'ın 1897 müdahalesini yenilgiye uğrattılar. Ama II. Abdülhamid büyük devletlerin baskısıyla Girit'e özerklik verdi. Avrupa' nın Makedonya'da reform taleplerinin önünü kesmede ise daha etkili oldu.

H. Meşrutiyet (1908)
Batı'nın yalnız teknolojisini ve doğa bilimlerini alıp kültürünü, felsefesini, çoğulcu ve demokratik düşüncelerini sonsuza değin dışarıda tutmanın olanaksızlığı yüzünden istibdat döneminde de II. Abdülhamid'e karşı gizli örgütlenmeler eksik olmadı. 1889'da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'de ortaya çıkan İttihad-ı Osmani Cemiyeti adlı gizli örgüt İstanbul'un başka bazı yüksekokullarına da sıçradı. Sonradan İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne dönüşen bu örgüt hafiyelerce açığa çıkarılınca, bazı önderleri Paris, Cenevre ve Kahire'de yaşayan Osmanlı siyasal sürgünleri arasına katıldı ve II. Abdülhamid rejiminin kapsamlı bir eleştirisine yöneldiler. Bunların en ünlüleri Mizancı Mehmed Murad ile Ahmed Rıza ve Prens Sabaheddin'di. 1886'da İstanbul'da başlayan yayın yaşamını Kahire ye Cenevre'de sürdüren Mizan'ın yöneticisi Mehmed Murad liberal düşüncelerle güçlü bir İslamcı yaklaşımın karışımını savunuyordu. Paris'te Ahmed Rıza pozitivizmden kuvvetle etkilenen kendi reform anlayışını Meşveret'te ortaya koydu. Ahmed Rıza güçlü bir merkezî hükümetten yanaydı ve Osmanlı Devleti'nde yabancı nüfuzuna karşıydı. Bu görüşler, 1902'de Paris'te toplanan I. Jön Türk Kongresi'nde Prens Sabaheddin'in görüşleriyle çarpıştı ve siyasal sürgünler ikiye bölündü. Ermenilerin de desteğiyle Prens Şabaheddin yönetimde ademimerke-ziyetçiliği ve reformlar için Avrupa'dan yardım alınmasını savunuyordu. Bu bölünme modern Türkiye'nin yakın tarihindeki devletçilik-liberalizm, ulusçuluk-kozmopolitizm saflaşmasının başlangıcını oluşturdu. Sürgündeki aydınların yurtiçindeki muhaliflere sağladıkları ideolojik malzemeye karşın, ordu sultana bağlı kaldıkça II. Abdül-hamid'i devirmek olanaksızdı. 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla sonuçlanan ayaklanmanın başarısının asıl sırrı, istibdat karşıtı düşüncelerin askeri öğrencilerle genç subayları etkilemesi ve İttihat ve Terakki'nin, ülkenin bu en modern kurumu içinde örgütlenebilmesinde yatıyordu. (Bununla birlikte, ordu içindeki kaynaşmanın yatağı olan Makedonya'daki 3. Ordu'nun ihtilalci subayları, sık sık Paris'teki İttihat ve Terakki merkezinden bağımsız da davranabiliyor-du.) 3 Temmuz 1908'de, sonradan Resneli Niyazi diye anılan Binbaşı Ahmed Niyazi, içlerinde sivillerin de bulunduğu 200 kişiyle birlikte dağa çıkıp anayasanın yeniden yürürlüğe konmasını isteyen bir bildiri yayımladı. Sultanın bastıramadığı ayaklanma hızla yayıldı; öbür birliklerin bağlılığına güve-nemeyen II. Abdülhamid 24 Temmuz'da meşrutiyeti yeniden ilan ettiğini açıkladı. Ayaklanan genç subaylar gibi onların sivil destekçileri de hep imparatorluğun nasıl ayakta tutulabileceği sorusundan yola çıkıyorlardı. II. Abdülhamid'in politikalarına muhalefetleri de hep bu çerçeve içinde kalıyordu. 1877-78'de işlememiş olan bir anayasaya dönülmesinin ötesinde, net bir programlan ve eylem çizgileri yoktu. 13 Nisan 1909'da İstanbul'da 31 Mart Olayı olarak bilinen ayaklanmanın çıkması ise İttihatçıları radikalleşmeye zorladı. Makedonya'da örgütlenen Hareket Ordusu Mahmud Şevket Paşa komutasında İstanbul'a yürüdü ve 24 Nisan'da kente girdi. II. Abdülhamid devrildi ve Abdülmecid'in oğlu V. Mehmed (hd 1909-18) tahta çıkarıldı. Kanun-i Esasi değişikliğiyle yasama ve yürütme arasında denge sağlayan bir parlamenter rejim kuruldu (1909). Ordu, özellikle de Mahmud Şevket Paşa Osmanlı siyasal yaşamına egemen oldu. Karşıtlarından birçoğu sahneden çekilmiş olduğu halde İttihat ve Terakki hâlâ görece zayıftı. Yetenekli ve kararlı kişilerin oluşturduğu küçük çekirdeğinin çevresinde, İttihatçı etiketini çok gevşek biçimde taşıyan ve kolaylıkla başka partilere karışabilen bir yandaş kuşağı yer alıyordu. Nisan 1912 "sopalı" seçimlerinde ezici bir çoğunluk elde eden İttihat ve Terakki'nin kamuoyu desteği, Trablusgarp Savaşi'nda (1911-12) İtalya karşısındaki askeri yenilgilerin ardından aynı hızla eridi. Ordudaki hoşnutsuzluk belirtileri üzerine İttihat ve Terakki hükümeti Temmuz 1912'de çekilmek zorunda kaldı; yerini liberal bir koalisyon aldı. Ama ülkenin genel geriliği, az sayıdaki seçkinin vurucu gücüne ve eylemine dayanan darbeci yöntemlere başarı şansı tanıyordu. Yeni hükümetin de Balkan Savaşları'ndaki yenilgilerle yıpranmasından yararlanan bir avuç ittihatçı subay ve asker, 23 Ocak 1913'te Babıâli Baskını'nı gerçekleştirerek Sadrazam Mehmed Kâmil Paşa'yı istifa ettirdiler ve Mahmud Şevket Paşa yönetiminde yeni bir kabine kurdurdular. Said Halim Paşa
nın sadrazamlığında, tümüyle İttihat ve Terakki'nin egemen olduğu bir kabine ise, ancak İttihatçı olmayan Mahmud Şevket Paşa'nın 11 Haziran 1913'te bir suikasta kurban gitmesinden sonra gerçekleşebildi. İmparatorluğun dağılması. 1908-1918 yıllarında Osmanlı toplumu ve devleti önemli iç gelişmelere sahne oldu. Özellikle vilayet yönetimlerini konu alan 1913 reformu gibi adımlarla merkezileşme sürdü (bununla birlikte Osmanlı merkezî yönetimi, Avrupa ölçülerine göre hâlâ zayıftı). Daha da önemlisi, ilk kez İttihatçılar bürokrasi ve ordu, eğitim ve hukuk alanının dışına çıkarak 1909 tarihli (1915'te değiştirilen) Teşvik-i Sanayi Kanunu ile doğrudan doğruya ekonomiye yöneldiler. O dönemde pek bir sonuç alınmasa da, bu adım 1930'ların devletçi planlama girişimleri için bir öncül oluşturdu. Devletin temel ideolojileri henüz Osmanlıcılık ve İslamcılık olmakla birlikte, II. Abdülhamid dönemi boyunca alttan alta gelişen Türkçülük 1908'den sonra büyük canlanma gösterdi. Güney Rusya Türkleri ye Tatarlar arasında kapitalizmin göreli gelişkinliği ve Avrupa tipi bir kültürel oluşum temelinde ortaya çıkan Türkçülük, Rusya'da 1905 Devrimi' nin yenilgisinden sonra, Gaspıralı İsmail, Ağaoğlu Ahmed, Akçuraoğlu Yusuf gibi önde gelen kuramcıları tarafından Osmanlı toprağına taşındı ve Anadolucu, halkçı, köylücü, himayeci bir ideoloji temelinde oradaki yerli ulusçularla birleşti. Türk Derneği (1908) ve Türk Ocağı (1912) gibi kuruluşların yayınları ulusal dil, kültür, tarih ve kimlik alanlarında belirli birikim yarattı. Türkçülük ve ulusçuluk yönündeki açılım Balkan Savaşlan'nın (1912-1913) etkisiyle daha da netleşti. Bazı araştırmacılara göre, resmî Osmanlıcı görünüm ve tutumuna karşın başından beri içten içe Türkçü olan İttihat ve Terakki'nin ekonomik politikaları da bu potadan etkilendi. Dış politika alanında etkilenme daha da çarpıcı oldu. Türk, Macar, Fin, Uygur, Moğol ve Tunguz dillerinin akrabalığını öne süren bir 19. yüzyıl kuramına dayandırılmak istenen Turancılık, bir ulusal devletin değil, çok uluslu bir imparatorluğun, bütün köhnemişliğine karşın böyle hayali bir temelde sürdürülebileceği yanılsamasını yarattı.

Bütün reform hamlelerinden sonra bile Avrupa'yla Osmanlı Devleti arasındaki kuvvet dengesi sürekli aleyhte gelişiyordu. Hükümet ise resmî Osmanlıcılık çizgisinin çelişkilerini Türkçü-Turancılığın çelişkile-riyle bir arada yaşıyordu. Bütün bu etmenler birleşince, II. Meşrutiyet'in ilanını izleyen 10 yılda, bazen bütün faturası haksız biçimde İttihat ve Terakki'ye çıkanlabilen dış politika felaketleri yaşandı. 1908'de hemen bütün büyük devletler toprak kazanmak, yeni yeni ekonomik ayrıcalıklar koparmak, İttihat ve Terakki'nin radikalizmini törpülemek gibi amaçlarla "hasta adam "a yüklendiler. 5 Ekim'de Avusturya Bosna-Hersek'i ilhak ederken, Bulgaristan da bağımsızlığını açıkladı. İtalya Trablus'a ve Ege'deki Oniki. Ada'ya asker çıkardı; 18 Ekim 1912'de İsviçre'nin Lozan kentinde imzalanan bir antlaşmayla Oniki Ada'yı boşaltmayı kabul ettiyse de işgalini sürdürdü. Balkan Savaşlan Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki topraklarını neredeyse tümüyle yitirmesine yol açtı. Sonuç olarak, Rumeli'nin yüzde 83'ü ve nüfusunun yüzde 69'u yitirildi.

Böylece 1914 yılına gelindiğinde, bir tahmine göre Osmanlı Devleti'nin toplam nüfusu 25 milyon dolaylarındaydi; bunun 10 milyon kadarını Türkler, 6 milyon kadarını Araplar, 1,5 milyonunu Kürtler, 1,5 milyonunu Rumlar, 1-1,5 milyon kadarını da Ermeniler oluşturuyordu. 1878'deki büyük kayıplardan hemen önce ise (Mısır, Romanya ve Sırbistan gibi, artık fiilen bağımsız ülkeler sayılmazsa) imparatorluk nüfusu tahminen 26 milyon kadardı. Aradan geçen zamanda, doğal nüfus artışı ile Rusya'dan ve Balkanlar'dan Müslüman göçleri, toprak kayıplarıyla azalan nüfusu aşağı yukarı karşılamış, üstelik nüfus, dil bakımından o kadar değilse bile din bakımından oldukça türdeş hale gelmişti.

1. Dünya Savası (1914-18)
Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na girmesi, olası avantaj lann abartılması sonucu alınan acele bir kararın ürünü oldu. Gerçi İttihatçıların İngiltere'ye duyduklan tepkiden yararlanan Almanya, II. Abdülhamid döneminde edindiği mevzileri genişleterek önemli bir ekonomik ve siyasal nüfuza ulaşmış, Düyun-ı Umumiye'de temsil edilen alacaklı hisselerinin bir bölümü İngiltere ve Fransa'dan Almanya'ya doğru el değiştirmiş, orduda Alman askeri danışmanları çoğalmıştı. Gene de Almanya'nın Osmanlı ticaretindeki payı hâlâ İngiltere, Fransa ye Avusturya'nın gerisindeydi; Bağdat Demiryolu'yla birlikte bütün yatırımlarıyla da Fransa'nın arkasında yer alıyordu. Kabinenin çoğunluğu tarafsız kalmak istiyordu; İstanbul'a ve Boğaz-lar'a göz diktiği bilinen Çarlık Rusyası dışında, öbür Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti'nde acil ve vazgeçilmez çıkarları yokmuş gibi durduğundan, hiç olmazsa durum biraz berraklaşıncaya değin tarafsız kalınabilirdi. Ama Turancı düşünceden en fazla etkilenen ya da Turancılığı kullanma hayali kuran Harbiye Nazın Enver Paşa'nın emelleri savaşın hemen başlarındaki büyük Alman zaferleriyle ve Osmanlı yöneticilerinin Rusya'ya karşı geleneksel düşmanlığıyla birleşince imparatorluk, İttihat ve Terakki ve hükümet içindeki küçük bir hizbin komplosuyla bu büyük maceraya çok kolay atıldı. Akdeniz'deki İngiliz filosunun kovaladığı iki Alman savaş gemisine önce Çanakkale Boğazı açıldı. Ardından, daha Üçlü Antant'ın protestoları sürerken, Osmanlı donanmasına geçip geçmediği bile belli olmayan "Goben" ve "Breslau" muhriplerinin Amiral Souchon komutasında, ama Osmanlı bandırası taşıyarak Karadeniz'e çıkıp Rus limanlarını topa tutmaları (Ekim 1914) İtilaf Devletleri'nin (İngiltere, Fransa, Rusya) Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmeleriyle noktalandı. Balkan Savaşları'ndaki başarısızlık ve yenilgileriyle kıyaslanmayacak kadar büyük bir direniş gösteren Osmanlı orduları, İttifak Devletleri'nin davasına önemli katkılarda bulundular. Doğu Anadolu, Azerbaycan, Irak, Suriye, Filistin ve Galiçya cephelerinde çarpıştılar. Çanakkale Savaşları'nda (1915-16) ingiltere ve Fransa'yı durdurmaları, Rusya'nın yardım almasını önleyerek Çarlığın bunalımını derinleştirdi ve bir olasılıkla 1917 Sovyet Devrimi'nde hızlandırıcı rol oynadı. Savaş şırasında İttihatçılar bazı iç sorunların üzerine yürümek fırsatını da buldular. Eylül, 1914'te kapitülasyonlar tek taraflı olarak kaldırıldı. Lübnan'ın özerk statüsüne son verildi; Ağustos 1915 ve Mayıs 1916'da bazı Arap milliyetçileri idam edildi. Çarlık ordularına cephe gerisi desteğini ve gerilla faaliyetini önlemek için Ermeniler göçe zorlandı. 1916 sonlarından başlayarak ekonomik durum gittikçe kötüleşti; savaşın yükü taşınamaz hale geldi. Asker kaçaklığı yaygınlaştı. 28 Eylül 1918'de Bulgaristan'ın teslim olması Almanya ile bağlantıyı kopardı. İttihat ve Terakki kabinesinin istifası üzerine 14 Ekim'de Ahmed İzzet Paşa'nın sadrazamlığında yeni bir kabine kuruldu. Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi'ni imzaladı. Bundan bir süre sonra da İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa ye İtalya) ile bunların desteğindeki Yunanistan Osmanlı topraklarının geri kalan bölümlerinden bazılarını askeri işgalleri altına almaya başladılar. Savaş sırasında, İtilaf Devletleri Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunda kendi aralarında bir dizi anlaşmaya varmışlardı. Mart-Nisan 1915'te varılan anlaşmaya göre, İstanbul ve Boğazlar Rusya'nın olacak, Suriye ve Kilikya'da bir nüfuz alanı Fransa' ya verilecekti. İngiltere zaten Kıbrıs'ı ilhak etmiş ve Mısır üzerinde himaye (protekto-ra) kurmuştu. İngiltere ile Fransa arasında 3 Ocak 1916'da varılan Sykes-Picot Antlaş-ması'yla Fransız nüfuz alanı Irak'ta Musul'a kadar genişletilirken Bağdat çevresinde bir İngiliz nüfuz alanı yaratılması, Hayfa ve Akkâ'nın denetiminin de İngilizlerde olması öngörülmüştü. Filistin uluslararası bir rejime bağlanacaktı. Bütün bunlar karşılığında Ruslara da Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis bırakılıyordu. 26, Nisan 1915 tarihli Londra Antlaşması'yla İtalya'ya Oniki Ada ve belki Anadolu'nun bir parçası vaat edilmiş, Nisan 1917'deki Saint-Jean-de-Maurienne Antlaşması'yla buna İzmir'le birlikte Güneybatı Anadolu'nun büyük bir bölümü eklenmişti. İngiltere, özellikle 1915-16 yıllarının Hüseyin-MacMahon mek-tuplaşmasıyla Arap önderlerine çeşitli bağımsızlık vaatlerinde bulunmuş, 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Bildirisi'yle de Filistin' de bir Yahudi vatanı yaratılmasını desteklemeye söz vermişti.

Rusya'nın 1917'de savaştan çekilmesi ve savaş sonrası pazarlıklar bu anlaşmalarda değişikliklere yol açtı. 10 Ağustos 1920'de Paris'in banliyölerinden Sevres'de imzalanan barış antlaşması, İzmir'le birlikte Batı Anadolu'nun geniş bir kesimini ve Çanakkale Boğazı önlerindeki İmroz ile Bozcaada'yı Yunanlılara aktarıyor. Doğu Anadolu'da büyük bir Ermeni devleti yaratıyor, Boğazlar'ı uluslararasılaştırıyor, Osmanlı maliyesi üzerinde çok sıkı bir denetim kuruyor, Fransa ile İtalya'ya gene geniş nüfuz alanları tanıyor, ama bütün bunlardan sonra, İstanbul ve Boğazlar'la Orta Anadolu'da asgariye indirilmiş, çok zayıflatılmış bir Osmanlı Devleti'nin varlığına izin veriyordu. Türkiye'nin sömürgeleştirilmesinin tamamlanması demek olan Sevres Ant-laşması'nı yalnızca Yunanistan onayladı. Buna karşı, 19. yüzyılın ikinci yansından beri süregelen ulusal uyanışın başına geçen, imparatorluğu ayakta tutma çabaları içinde yetişmiş, şimdi ise yeni bir ideoloji taşıyan kadrolar, ittihat ve Terakki'nin tabanındaki Anadolu burjuvazisi ile birleşerek ve Osmanlı devlet aygıtının önemli kalıntılarını kullanarak, başarılı bir direnme savaşını yönettiler. Turancı boyutlarından zaman içinde arınan Türk ulusçuluğu, Mustafa Kemal'in (Atatürk) önderliğindeki Kurtuluş Savaşı (1919-23) sonrasında, Türkiye'nin birliğine dayalı modern bir cumhuriyet yarattı. Ayrıca bak. Türkiye.

I. Dünya savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin savaştığı cepheler
Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’ın yer aldığı İttifak devletleri grubunda I. Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı Devleti bir çok cephede savaşmak durumunda kalmıştır. Bu cephelerin çoğu kendi toprakları, bazısı da Avrupa toprakları üzerindedir. Bu cepheler şunlardır: Kafkas Cephesi (Doğu Cephesi), Çanakkale Cephesi, Filistin Cephesi, Hicaz Cephesi, Yemen Cephesi ve Irak Cephesi Osmanlı toprakları üzerinde açılmış olan cephelerdir. Galiçya, Romanya ve Makedonya Cepheleri ise Türk askerlerinin Avrupa’da savaştığı cephelerdir.




Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 01:40 Sebep: Kaynak Eklendi
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Şubat 2016       Mesaj #8
Safi - avatarı
SMD MiSiM
OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN ÇÖKÜŞ NEDENLERİ

İÇ NEDENLER
1 Başlangıçta devletin kuruluşunda itici bir güç olarak kullanılmış olan din faktörü yorum farklılığı nedeniyle daha sonraları yıkılışta önemli bir etkiye sahip olmuştur. Özellikle ULEMA adıyla ortaya çıkan din adamları sınıfı batıdaki Katolik kilisesi gibi hareket etmiştir. Bu durum devleti tüm alanlarda özellikle eğitim alanında bir yıkılışa götürmüştür.
2 Devleti yöneten kadrolar başlangıçta Türk kadrolardan oluşuyordu. Fatih’ten sonra devşirme sistemiyle kul adamlar kullanılmaya başlanınca milletle devlet arasında kopukluklar baş göstermiştir.
3 Başlangıçta olan gelir fazlalığı daha sonraki dönemde çeşitli nedenlerle azalınca ekonomi oldukça bozulmuştur. Ekonomi bozulunca toprak sistemi bozuldu. Nüfus artışı nedeniyle ve toprak düzeninin bozulmasıyla göçler başladı. Bu durum iç güvenliği oldukça olumsuz etkilemiştir.
4 Celali Ayaklanmaları, Anadolu insanı başlangıçta devletle hiçbir sorunu olmadığından rahat yaşıyordu. Ancak toprak düzeninin bozulması sonucu halk üzerine yüklenen vergiler artınca halk ya toprağı terk etmiş ya da çevredeki köylülerin birleşmesiyle ayaklanma yolunu seçmiştir. Bu durum Anadolu’nun kan gölü haline gelmesine neden oldu.
5 Sufi Ayaklanmaları, Devlet daha önce medreselerinde okuyan öğrencileri öğrenimleri bitince görevlendirebilirken öğrenci sayısının artışıyla her öğrenciye iş bulamaz hale gelince mezun olan öğrenciler köylülerle birleşerek ayaklanma çıkarmaya başladılar. Bu ayaklanmalara sufi ayaklanmaları denir.

DIŞ NEDENLER

1 Avrupa’da ortaçağın bitmesiyle önemli bir gelişme yaşandı. Rönesans ve Reformla Avrupa dünya uygarlığının yeni lokomotifi haline gelmiş ve teknoloji üretmeye başlamıştır. Doğudan getirilen barut, saat, kağıt, pusula, matbaa daha da geliştirilerek büyük bir gelişme gösterilmiştir.
2 Avrupa’da güçlü devletlerin kurulması. Osmanlı’nın yükselişi sırasında Avrupa'daki karışıklık ve küçük devletlerin oluşu olumlu bir etki sağlarken daha sonraki süreçte büyük ve orta ölçekli ve köklü devletler kurulmaya başladı. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu, Fransa Krallığı, Avusturya Macaristan İmp'luğu Rus Çarlığı, İngiltere Krallığı ,İspanya Krallığı gibi ülkeler güçlü devletler olarak Osmanlı Devleti için tehdit oluşturmaya başlamıştır.
3 Rönesans ve Reformun sonuçlarından olmak üzere Deniz keşifleri yine Osmanlı Devletini olumsuz etkilemiştir. Denizden dünyanın keşfedilmesi yeni kıtalar ve yeni yaşam alanları Avrupa’nın fazla nüfusunu buralara göndererek rahatlamalarını sağlamış, Avrupa devletleri bu yerlerden altın, gümüş gibi değerli madenler elde etmişlerdir. Buralardan gelen kaynaklar içerde değerlendirilmiş gelişme hızlandırılmıştır. Deniz yollarının bulunması doğuya gidişi basitleştirmiş ve buradan mal alışverişi kolaylaşmıştır.
4 Fransız Devrimi. Avrupa’daki Rönesans reform hareketleri ve keşifler sonucunda yaşanan gelişim Avrupa insanının beyinsel gelişimini hızlandırmış ve insan hakları alanında önemli gelişmeler sağlanmıştır. Avrupa’da özellikle Fransa’da yaşanan aydınlanma devri sonucunda şehirli Fransızların önderliğinde bir devrim gerçekleştirilmiştir. Fransa’da meydana gelen bu devrim sadece Fransızları etkilememiş Bu devrimin siyasi fikirleri tüm dünyayı etkileyecektir. Bu durun dünyayı etkilediği gibi çok uluslu Osmanlı Devleti’ni de etkilemiştir. İmparatorluk yapısında yer alan uluslar ayaklanmaya başlamış ve devletin yıkılış süreci hızlanmıştır.
5 Ekonomik durumu yeniden düzenlemek ve dengelemek için Osmanlı Devleti tarafından Avrupa devletlerine verilen ekonomik ayrıcalıklar daha sonraki süreçte Osmanlı Toplumunu sömürmenin bir yolu haline gelmiş ve sadece ekonomik alanda kalmamış adli mali alanları da kapsamıştır. Bu devletin siyasi bağımsızlığına daha sonraki süreçte büyük darbeler vurmuştur.

FRANSIZ İHTİLALİ
Rönesans ve Reform u gerçekleştiren Avrupa bilimsel alanda ileriye gitmiş, aynı zamanda kilise otoritesi kırılmaya başlamıştır. Skolastik düşünce dönemi sona ermiş aynı zamanda yeni bir ekonomik anlayış ortaya çıkmıştır. Bu Merkantilist ekonomi anlayışıdır. Yani para ekonomisi. Coğrafi keşifler sonucu bu paraya kavuşulmuş ve sömürgecilik dönemi başlamıştır. Buralardan elde edilen gelirle ticaret kapitalizmine geçilmiştir. Ekonomik gücü bu sistemde Burjuva eline geçirmiştir.
Avrupa’da bu ekonomik gelişimle aynı doğrultuda bir de düşünsel AYDINLANMA dönemi gerçekleşmiştir. Hume, Descartes, Spinoza, Kant, Voltaire, Rousseau, Montesqueu, Diderot gibi düşünürlerin etkisiyle yeni bir sosyal ve siyasi anlayış ortaya çıkmıştır. Buna göre insan aklına değer veren yeni bir düşün sistemi ortaya çıkmıştır.
Avrupa ticaret kapitalizmden bu süreçte sanayi devrimine geçmiştir. Böylece ticari kapitalizmden sanayi kapitalizmine geçilmiştir. Liberalizm bu devirde büyük bir ilerleme göstermiştir. Bu ekonomik sistemden en çok kazançlı çıkan Burjuva sınıfı olmuş ve bu sınıf artık yönetime de katılmak isteyecektir.

FRANSIZ İHTİLALİNİN NEDENLERİ

DIŞ NEDENLER

1 Dış nedenlerden bir tanesi hem düşünsel hem yönetsel nedenlerle İngiltere'dir. İngiltere’de yüzyıllar süren gelişim sonucu oluşan Meşruti monarşi İngiltere’de lordların ve burjuvanın yönetime katılmasını sağlamıştır. Fransız burjuvası bu durumu kendilerine örnek olarak alacaklardır. İngiltere düşünürleri aracılığıyla da Fransa’yı etkilemiştir. Voltaire Montesqueu gibi Fransız düşünürler İngiltere’den etkilenmişlerdir.
2 Dış nedenlerden en önemli olanı ise ABD etkisidir. İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşı veren Amerikalılar 1776 yılında yayınladıkları bağımsızlık bildirisiyle bireyin devlet yönetimindeki yerini ortaya koymuşlardır. Burada demokrasi ve insan hakları ve insan eşitliği ilk defa sistematik olarak ilan edilmiştir. Kuşkusuz bu gelişmeler Fransız İhtilalini etkilemiştir.
3 Fransız ihtilalini Amerikan bağımsızlık savaşı bir başka açıdan da etkilemiştir. Bu da Fransa'nın klasik düşmanı İngiltere'yi sıkıştırmak için Amerikan bağımsızlık savaşında Amerika’yı desteklemesi olmuştur. Fransa Amerika’yı desteklemek için Amerika’ya ekonomik yardımda bulunmuştur. Bu yardımlar Fransız Ekonomisinin bozulmasına yol açmış ve bu durum Fransız ihtilalinin kolaylaşmasına yol açmıştır.

İÇ NEDENLER

1 Fransa’da krallığın mutlak monarşi olması. Bu sert ve tekelci yönetim anlayışı burjuva sınıfının yönetimde ortak olmasını imkansızlaştırıyordu.
2 Toplumsal ve ekonomik yapı bozukluğu. Toplum asiller, ruhban ve köylüler olarak 3 sınıfa ayrılıyordu. Toprakların 2/3'ü asillere ve kiliseye geri kalanı ise nüfusun büyük bir bölümünü oluşturan köylülerin elindedir. Köylülerin çoğunluğu toprak kölesi durumundadır. Asiller ve ruhban vergi vermezken bütün vergiler halktan alınırdı.
3 Burjuva ticari ve sanayi alanında elde ettiği büyük kazançlara rağmen toplumsal ve siyasal hayatta etkisini gösteremiyordu. Yönetime katılamıyordu. Yönetime katılması için gereken her türlü hareketi gösterecektir.
İhtilalin Oluşumu
Asillerin çağrısı üzerine Etats Genereux toplandı. 1788. asiller 285,ruhban 308, halk 621 üyeden oluşuyordu. Ancak oylar gruplar adına kullanıyordu. Halk sınıfı buna karşı çıkınca devrimin fitili ateşlenmiştir. Oylamanın bu şekilde yapılmasına karşı çıkan Asiller ve Ruhban meclisi terk edince halk temsilcileri kendisini 17 Haziran1789 tarihinde "Ulusal Meclis" olarak ilan etti. 9 Temmuz 1789 tarihinde ise kendisini "Kurucu Meclis" olarak ilan etti. Bu yeni bir devletin kuruluş meclisidir. 14 Temmuzda Paris halkı Bastille hapishanesini basıp mahkumları serbest bıraktı. Kurucu Meclis 4-5Ağustos 1789 gecesi Derebeyliği kaldırdı. 28 Ağustos 1789 tarihinde ise "İnsan ve vatandaş hakları bildirisi" yayınlandı.
Fransa’nın bütün devlet ve toplum yapısı çabuk ve kuvvet yoluyla yıkıldı ve yerine yeni bir düzen getirildi. Bu olaya Fransızca "Revaliotion" dendi. 1792'de kralın giyotinle öldürülmesinden sonra sistem cumhuriyete dönüştü.

OSMANLI İMPARATORLUĞUNU KURTARMA ÇALIŞMALARI

Osmanlı Devleti 18 yüzyılda uğramaya başladığı peş peşe yenilgilerden sonra çökmeye başladığını anladı. Bunun nedeni olarak askeri gerileme en önemli neden görüldüğünden askeri tedbirler ilk kurtuluş çalışmaları olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bunların ilk öncülü KUYUCU MURAT PAŞA hareketleridir. Paşa Anadolu’yu kan gölüne çevirerek bir süre için de olsa sükuneti sağlamıştır. GENÇ OSMAN döneminde de askeri çözüm çalışmaları devam etmiş, ancak başarılı olamadan öldürülmüştür. Sertlik metodu IV MURAT döneminde de devam etmiş Murat'ın karizması nedeniyle devlet toparlanmıştır. Koçi Bey risalesi ilk reform belgelerinden olarak bu dönemde yayınlanacaktır. Ancak IV MURAT'ın ölümüyle işler yeniden değişecektir.
Bu süreçte askeri yenileşme çalışmalarının yanında ilk defa ekonomik değişiklik projesi de ortaya atılmıştır. SADRAZAM TARHUNCU AHMET PAŞA ve KEMANKEŞ KARA MUSTAFAPAŞA gelir gider dengesizliğini kemer sıkma politikasıyla çözmeye kalkışınca idam edildiler.
Devleti kurtarma çalışmaları içinde önemle üzerinde durulması gereken bir aşamayı da KÖPRÜLÜ ailesi gerçekleştirmiştir. Sertlik sistemiyle askersel yöntemlerle devleti bir süre düzgün yönetmeye çalışmış olan bu aile KÖPRÜLÜ MEHMET, FAZIL AHMET,MERZİFONLU KARA MUSTAFA PAŞA gibi iyi sadrazamlarla devletin kötü gidişine bir süre dur demişler ancak geriden başka gelen olmayınca durum geriye dönmüştür.

18.YÜZYIL ISLAHAT ÇALIŞMALARI

18. yüzyıl ıslahat hareketleri daha önceki dönemde yapılanlara göre daha verimli ve geniş olmuştur. Bu hareketleri şu şekilde sıralayabiliriz.
1 LALE DEVRİ ISLAHAT HAREKETLERİ
Avrupa devletleri ile daha yakın ilişki kuruldu. Fransa'ya elçi gönderildi. 1727 yılında matbaa Türkiye'ye getirildi. Yeniçerilerden bir itfaiye bölüğü kuruldu. Bilginlerden oluşan bir bilim heyeti oluşturuldu. İstanbul’da birçok eser meydana getirildi.
PATRONA HALİL isyanıyla sona erdi.
2 I MAHMUT DÖNEMİ ISLAHAT HAREKETLERİ
Askeri çalışmalar yapıldı bunlardan olmak üzere KONT DE BONNEVAL HUMBARACI AHMET PAŞA adıyla topçuluk ve humbaracılık alanında yenilik çalışmaları gerçekleştirdi.
1. Mahmut döneminde orduya subay yetiştirmek üzere KARA MÜHENDİSHANESİ açıldı.
3 III. MUSTAFA DÖNEMİ ISLAHAT HAREKETLERİ
Ragıp Paşanın askeri ıslahat çalışmaları olmuştur. Bu dönemde Macar Baron Dö Tot topçu ocağını ıslah etmeye çalıştı. Bu dönemde kara mühendishanesinin yanına MÜHENDİSHANE İ BAHRİ HÜMAYUN adıyla deniz mühendishanesi açıldı. Tersane yenilenmiştir.
4 III. SELİM DÖNEMİ ISLAHAT HAREKETLERİ
III. SELİM döneminde de askeri ıslahatlara devam edilmiş I. Mahmut döneminde açılan kara mühendishanesi genişletilerek MÜHENDİSHANE İ BERRİ HÜMAYUN haline getirilmiştir.
Askeri sistemde değişikliğe giderek NİZAM I CEDİD adıyla yeni bir askeri birlik oluşturdu. Bunun gelirini sağlamak üzere de İRAD I CEDİD adıyla bir hazine oluşturuldu.
Askeri değişiklikler yanında diplomasi alanında da ıslahatlar bu dönemde gerçekleştirildi. Paris, Viyana, Londra, Berlin gibi başlıca Avrupa başkentlerinde dış elçilikler kuruldu.
III. SELİM ıslahatları KABAKÇI MUSTAFA isyanı ile neticelenmiştir.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Şubat 2016       Mesaj #9
Safi - avatarı
SMD MiSiM
5 II. MAHMUD DÖNEMİ ISLAHAT HAREKETLERİ
II. Mahmut döneminde de önemli ıslahatlar askeri alanda gerçekleştirilmiştir. Nizam ı Cedid askeri ocağı yerine bu dönemde SEKBAN I CEDİD açıldı. Alemdar Mustafa Paşa öldürülünce bu ocak da kaldırılmış yerine EŞKİNCİ adıyla bir ocak kurulmuştur .Yeniçeriler bu ocaktan da kuşkulanmış ve sonunda ayaklanmışlar fakat bu sefer ayaklanmada başarılı olamamışlar sonucunda Yeniçeri ocağı kaldırılmıştır. Bu olaya Osmanlı tarihinde VAKAYI HAYRİYE 1826 yani hayırlı olay adı verilmiştir. Yeniçeri ocağı kaldırıldıktan sonra yerine ASAKİR İ MANSUREYİ MUHAMMEDİYE adıyla yeni bir askeri örgüt kurulmuştur.
Askeri ıslahatlar yanında yönetsel düzenlemeler de gerçekleştirilmiştir. Bunlardan olmak üzere DİVAN sistemi kaldırılmış BAKANLAR KURULU sistemi getirilmiştir. BAŞVEKİL ve BAKANLAR hükümeti oluşturmuştur. İller merkeze bağlanmıştır.
Yine bu dönemin hemen başında Alemdar Mustafa Paşa'nın da baskısıyla SENED İ İTTİFAK ilan edildi bu Türk anayasacı gelişim tarihi için önemli bir nirengi noktasını oluşturacaktır.
DAR I ŞURAYI BAB I ALİ adıyla memurların yargılanacağı bir kurum oluşturulmuştur.
MÜSADERE usulü kaldırılmıştır.
Din ve vicdan özgürlüğü alanında ileri adımlar atılmıştır.
Askeri amaçlı da olsa ilk defa nüfus sayımı yapıldı.
Posta ve karantina servisleri kuruldu.
Kılık kıyafet alanında değişiklikler yapıldı memurlara fes giyme zorunluluğu getirildi. Devlet dairelerinde padişah portreleri asıldı. İlk defa sultan ülke gezisine çıktı yani halk ilk defa kendi gözleriyle sultanını gördü.
Eğitim alanında da çok büyük değişiklikler meydana geldi. Medreselerin yanında yeni okullar açıldı. İlköğretim zorunlu hale getirildi. Yüksek öğretime öğrenci yetiştirmek amacıyla RÜŞTİYE (Ortaokul) açıldı. Yine devlet memuru yetiştirmek amacıyla MEKTEB İ MAARİF İ ADLİYE kuruldu. MEKTEB İ HARBİYE (Harbokulu), MEKTEB İ TIBBİYE (Tık Fakültesi), MIZIKAYI HÜMAYUN (Bando Okulu) gibi yüksek okullar açıldı. Bu dönemde ilk defa Avrupa’ya öğrenci gönderildi.
Yine bu dönemde TAKVİM İ VEKAYI adıyla bir gazete çıkarıldı.

6 ABDÜLMECİD DÖNEMİ ISLAHAT HAREKETLERİ
Abdülmecit döneminde de ıslahat hareketleri devam etmiş ve bu dönem de anayasa tarihimiz açısından önemli bir gelişme gerçekleşmiş ve tarihe TANZİMAT I HAYRİYYE (1839) diye geçen Tanzimat Fermanı ilan edilmiştir. Bu ferman ile can mal ırz ve namus güvenlik altına giriyor, Vergi adaleti isteniyor, Askerlik bir esasa bağlanıyor, Mahkemeler yeniden düzenleniyordu. Bu ferman ile padişah cana ve mala el koyma hakkından vazgeçiyordu. Bu nedenle Anayasal devletin doğuşu açısından önemli bir adımı oluşturur.
Abdülmecit döneminde yine anayasacı gelişim tarihimizin bir başka belgesi olan ISLAHAT FERMANI (1856) da ilan edilmiştir. Bu belgede din ve mezhep özgürlüğü güvence altına alınıyor, Hıristiyan ve Musevilere kaba davranılması yasaklanıyor, Gayri Müslimlerin de devlet memuru olmaları sağlanıyordu. Yine bu fermanla; İşkence dayak ve angaryanın kaldırılması,Vergilerin adalet içinde alınması, askerlik için nakdi bedelin kabul edilmesi, Hıristiyanların il meclislerine üye olması, yabancı uyrukluların mal sahibi olabilmesi, herkesin şirket ve ticari nitelikte kurumlar kurabilmesi sağlanmıştır.


I. MEŞRUTİYET
Tanzimat ve Islahat fermanları devleti kurtarmada başarılı olamadılar. Ancak bu fermanların etkisinde meşruti sistemi amaçlayan yeni bir nesil yetişebilmiştir. Nitekim bu nesil örgütlü bir yapıya da bürünebilmiştir.
1865 tarihinde kurulan “GENÇ OSMANLILAR” cemiyetinin en önemli siyasi isteği ülkeye meşruti sistemi getirmekti. Genç Osmanlıların çalışmaları sonucunda 1876 tarihinde “Kanun i Esasi “ ilan edilerek meşruti sistem kuruldu. Kanun i Esasi ulusal bir ihtilal sonucu ilan edilmemiş olmakla beraber tüm halkın siyasi haklar yönünden eşitliği, devlet yönetimine katılması ve denetlemesi, parlamenter bir sistem esası gibi çağdaş yönetim ilkelerine kavuşmasını sağlamıştır.
Tüm bu olumlu yönlerine rağmen saltanat kuvvetli bir şekilde varlığını sürdürüyordu. Sağlam bir toplumsal temeli olmayan ve siyasal parti ve kadrolara dayanmayan I. Meşrutiyet dönemi 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı bahane edilerek II. Abdülhamit tarafından anayasanın askıya alınmasıyla sona ermiştir.

II. MEŞRUTİYET
Osmanlı Rus savaşı bahane edilerek I Meşrutiyet ortadan kaldırılırken II. Abdülhamit’le birlikte “Demir Yumruk” yönetimi yani mutlakıyet yönetimi iktidar şansını yakalamış ve uzunca bir süre devlet bu şekilde yönetilmiştir. II. Abdülhamit'le birlikte OSMANLICILIK yerine İSLAMCILIK politikası iktidara gelmiş ve uygulanmıştır.
Devletin demir yumruk yönetimine karşın küçülmesi bu süreçte engellenememiştir. İslamcılık politikasına karşın devletin İslam halkla dolu toprakları birer birer bu süreçte elden çıkmıştır. Fas, Tunus, Cezayir ve en sonunda Mısır bu süreçte elden çıkmış bu elden çıkışta buraların Müslüman halkları İslamcılık politikasına rağmen Osmanlı Devletine sıkı sıkıya bağlılık göstermemişlerdir.
Devlet dış politikada böyle bir süreç yaşarken ekonomik durum da hiç iyi değildir. 1856 dan itibaren alınan dış borçlar ödenemediği için devletin maliyesine el konmuş ve alacaklılar kendi alacaklarını tahsil etmek için “DUYUN U UMUMİYE” idaresinin kurulmasını sağlamışlardır.1881 de kurulan bu kuruluşla devlet iflas ettiğini dünyaya ilan etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin içerden dışardan hem siyasal hem de ekonomik olarak çöküntüye doğru gidişi mutlakıyete karşı olan muhalefetin örgütlenmesine ve güçlenmesine neden olmuştur. I. Meşrutiyet döneminde olmayan siyasal örgütler ortaya çıkmaya başlamıştır. 1889 tarihinde gizli bir cemiyet olarak kurulan “İTTİHAD I TERAKKİ” cemiyeti bu alandaki en önemli örgüt olacaktır. Örgütlenme sadece sivil bir inisiyatif olarak kalmamış özellikle genç subaylar aracılığıyla ordu içinde de örgütlenme gerçekleştirilmiştir.
Dünya siyasi ortamından da yararlanarak İTTİHAT ve TERAKKİ cemiyeti 1908 yazında harekete geçmiştir. Manastırda başlatılan ayaklanmanın ardından 23 Temmuz 1908’de II: MEŞRUTİYET ilan edilerek yeni bir sürece geçilmiştir. Bu gelişmeler karşısında padişah gücü olmadığını gördüğünden geri adım atacak ve meşrutiyeti istemeden de olsa kabul edecektir.

31 MART OLAYI
Meşrutiyet bir avuç aydının çabasıyla kurulmuştu. Bu sebeple içinde bulunulan durumdan yaralanan gerici çevreler halkı ayaklanmaya kışkırttılar. Gerici SERBESTİ gazetesi başyazarı HASAN FEHMİ’NİN öldürülmesi bu kışkırtmaların ayaklanma aşamasına gelmesini hızlandırdı.
Bu süreçte etkili olan İTTİHADI MUHAMMEDİ derneğine göre devlet “tanrının yeryüzündeki vekili ve gölgesi olan padişah tarafından mutlakıyetçi bir sistemle ve şeriat kurallarına göre” yönetilmeliydi.

Bu gelişmeler sonucunda 13 nisan 1909’da harekete geçen isyancılar kısa süre içinde İstanbul’da denetimi ele geçirdiler. II. Abdülhamit isyanı durdurmak için bazı girişimlerde bulunduysa da içten içe isyancılara sempati duymaktan da kendini alamıyordu. Osmanlı Devleti’nin Almanya’ya doğru kaymasından çekinen İngiltere’de bu gerici isyanı desteklemiştir.
Ancak bu süreçte Meşrutiyet artık 1876'daki kadar güçsüz değildi. Osmanlı Ordusunun büyük bir bölümü Meşrutiyet düşüncesine gönülden bağlıydı. Nitekim Selanik’te bulunan 3 Ordu bir kısım başka birliklerle birlikte “HAREKET ORDUSU” adıyla İstanbul üzerine yürüdü ve gerici isyan bastırıldı. Bu ordunun kurmay başkanlığını adı henüz yeni yeni duyulmaya başlayan Mustafa Kemal yapmıştır. 26 Nisana kadar isyan tam olarak bastırıldı. İsyanın bastırılmasından sonra isyanı bastırmakta tereddüt gösteren II. Abdülhamit Şeyhülislam fetvasıyla tahttan indirildi. Onun yerine 5. MEHMET REŞAD tahta oturtuldu. Artık ipler bu süreçten itibaren İttihat ve Terakki Cemiyetinin eline geçecektir.
I. VE II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ DÜŞÜNCE AKIMLARI


OSMANLICILIK
Fransız Devriminin ortaya koyduğu ulusçuluk düşüncesi Osmanlı Devletini özellikle Balkanlardaki Hıristiyan halkını etkilemiştir. Bunlar ayaklanarak bağımsızlıklarını elde etmeye başlamışlardı.
Tanzimat döneminin genç kuşağı devletin kurtuluşunu meşruti bir sistemin kurulması ve bütün halkın “OSMANLICILIK” düşüncesi etrafında birleştirilmesiyle mümkün olduğu görüşündeydiler. Bu görüşe göre devlet “DEVLET İ ALİYE Yİ OSMANİYE”dir. Devlet toprakları da “MEMALİK İ MAHRUSAYI OSMANİ”dir.
1865 tarihinde kurulan GENÇ OSMANLILAR cemiyeti içinde yetişen Mustafa Fazıl Paşa, Ali Suavi, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi şair ve düşünürler OSMANLICILIK düşüncesinin siyasal temellerini oluşturdular. “Eşitlik ,hürriyet, adalet bireyin doğal hakları, vatan sevgisi, fikirleri birleştirici ideoloji unsuru, meşrutiyette hükümet şekli” olarak kabul ediliyordu.
Genç Osmanlılar sistemli ve devamlı bir çalışma gösterememiş olmalarına rağmen Türkiye’de düşünceye dayanan politikayı eleştirmenin başlamasını getirmişlerdir. Her şeyin din yönünden açıklanmaya çalışıldığı bir toplumda yeni bakış açılarıyla başlı başına dev bir yol açmışlardı. Halktan gelen örgütlenmeyi ilk kez onlar başlattılar. I. Meşrutiyet hiç kuşkusuz onların eseri oldu.
Bu tarihe kadar kullanılan vatan ve millet kelimeleri de anlamlarını değiştirmeye başladı. Genç Osmanlılar, Osmanlı topraklarını sınırlayan tüm alanları vatan olarak kabul etmiş, bunu İttihat ve Terakki bütün Türklerin oturdukları toprak parçası olarak değiştirmiş Mustafa Kemal ise bugün anladığımız VATAN anlayışına dönüştürmüştür..
Yine millet kelimesi başlangıçta dinsel cemaat anlamında kullanılırken Osmanlıcılar ülkede yaşayan tüm insanlar kapsayan bir Osmanlı Milleti için kullanmaya çalışmışlar, İttihatçılar ise bütün dünyadaki Türkleri kapsayan bir etnik terim olarak milleti yorumlamışlardır. Mustafa Kemal ise Milleti
Vatandaki insanların bütünü olarak tanımlamıştır. Yani Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk Milleti denir” söylemindeki yapısına kavuşturmuştur.

İSLAMCILIK

Avrupa’da gelişen Pan Germanizm ve Pan Slavizm’den de esinlenen II: ABDÜLHAMİD devlet içindeki İslam unsurlarının dağılmasını engellemek için Cemalettin i Afgani’nin düşüncelerinin de etkisiyle İslamcılığı bir sistem olarak kabul etmiştir.
İslamcılık politikası, İslamlaşmak, ıslama yeniden dönmek demekti, bunlara göre devletin çökmesinin nedeni İslam’dan ayrılıştır. İslam’a dönüşle birlikte devlet yeniden eski güç ve ihtişamına kavuşacaktır.
İslamcıların programına baktığımızda ise şunlar karşımıza çıkmaktadır.

1 Büyük İslam birliği. Bunlara göre cemiyetlerin temeli dindir dinle millet birdir. İslam'la tanışan bütün inananlar aynı devlet çatısı altında birleşmelidir. Bu birleşme ise Halife yi ruyi zemin etrafında onun önderliğinde gerçekleşmelidir.
2 İslam ilerlemeye engel değildir. Kuran incelenirse bütün gerçekler ortaya çıkacaktır. Din geriliğin kaynağı değildir. İslam terakkiye engel olsaydı tarihteki büyük medeniyetler kurulamazdı.
3 Çağdaşlaşma Derecesi, İslamcılara göre çağdaşlaşmanın bir derecesi bir sınırı vardır. Batıdan yalnız ilim ve hikmet alınmalı onun dışında herhangi birey alınmamalıdır. Giysi ve kıyafet değiştirilmemeli eğitim ve öğretim de eski esaslardan pek fedakarlık edilmemelidir.
4 Kadın meselesi, İslamcılara göre kadınlar erkeklerden kaçmalı ve ayrıca mutlaka örtünmelidirler. Kadın eğitimi büyük ölçüde kısıtlıdır. Kadınlara ilköğretim ve belki de Ortaöğretim uygundur fazlasına analık ve kadınlık vazifeleri dolayısıyla uygun değildir. Kadınların dışarıda çalışmaları da yine aynı nedenlerle uygun görülmemektedir.
5 Çok eşlilik meselesi, İslamcılara göre çok kadınla evlilik doğal bir ihtiyaçtır ve yararlıdır. Nüfus artışına katkıda bulunur ve eşi hasta olan insanların fuhuş yapmalarını önler.
6 Boşanma, İslamcılara göre boşanmanın erkeğin hakkı olması da doğaldır. Erkek evi geçindiren kazancı sağlayan akıllı bir ev reisi olarak bu hakkı elinde bulundurmalıdır. Ancak bu hakkı çok da kötüye kullanmamalıdır.
7 Kanunlar, İslamcılara göre bütün kanunlar Kurandan çıkarılmalıdır. Bütün Kanunlar Allah'ın kanunu olmalıdır. İnsani kanunlara ihtiyaç yoktur.
8 Eğitim, İslamcılara göre batılı tarzda okullar eğitim için bir çare değildir. Medreseler ıslah edilmeli ve daha da şeriatın etkisi altına alınmalıdır.
İslamcıların programıyla ilgili olarak daha çok şey söylenebilir ancak biz önemli bulduğumuz yukarıdaki düşünceleri örnek olarak sıraladık. İslamcılar da bütün düşünce sahipleri gibi homojen bir yapı oluşturmuyorlardı. Bundan dolayı ILIMLI ve RADİKAL olarak iki anayola ayrılmışlardır. Ilımlılar batıyla ilişkiler konusunda biraz daha cesaretliydiler.

TÜRKÇÜLÜK (PAN TURANİZM)

19 yüzyılda yapılan çalışmalar sonucunda Türklerin Selçuklular ve Osmanlılardan çok önce Orta Asya’ya kadar uzanan bir tarihleri olduğunu ortaya koymuştur. Türkçülük fikirleri ilk defa Avrupa’ya giden öğrenciler arasında ve doğudan özellikle Rus baskısından kaçan düşünürler tarafından Türkiye’ye getirilmiştir. Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali gibi düşünürler bu fikrin altyapısını oluşturmuşlardır.Bu düşüncenin programını ise şöyle özetleyebiliriz:
1 Büyük Türk Birliği, Dilleri, adetleri, ırkları hatta çoğunun dinleri bile bir olan dünyadaki tüm Türklerin bir siyasal birlik etrafında toplanmaları. Etrafında toplanılacak olan devlet ise Türklerin tek ve tam bağımsız devleti olan Osmanlı Devletidir. Osmanlı Padişahları bu süreçte yeniden TÜRK BUDUNUN HAKANI olarak karşımıza gelecektir.
2 Türk Kültürü ve tarihi, Türkün binlerce yıllık tarihi ortaya çıkarılmalı ve dünya uygarlığına katkıları belirtilmelidir. Osmanlı ve Selçuklu tarihiyle sınırlı bir tarih anlayışına karşın en eski devirlerden itibaren Türkün tarihinin yeniden yazılması ve Türkün çocuklarına bunun öğretilmesi. Yine kültür alanında otlaklardan ve yaylalardan söz eden halk edebiyatı ve şiiri olmalı. Türkün tarihi kişiliğini ortaya getirecek konular romanlara ve öykülere aktarılmalıdır.
3 Türk Dili, Türkçülere göre milletin kalbi dildir Bundan dolayı mutlaka dildeki Arapça ve Farsça kelime deyimler dilden çıkarılmalı, konuşma dili en tatlı İstanbul Türkçe’si haline getirilmeli, öztürkçe'si olan kelimeler kullanılmalı, kuzey Türklerinin sözlüklerinden de yaralanılarak yeni kelimeler türetilmeli, insan isimlerinde Arapça ve Farsça isimler yerine Türkçe isimler kullanılmalıdır.
4 Çağdaşlaşma, Türkçüler de çağdaşlaşmayı sınırlamaktadır. Ilımlı İslamcıların görüşüne benzer olarak Türkçüler de Batıdan sadece bilim almayı onun dışında herhangi birey almamayı savunmuşlardır.
5 Milli İktisat, Türkçülere göre ayakta kalabilmenin tek yolu kuvvetli ve kendine yeten bir ekonomiye sahip olmak gerekmektedir. Bu yüzden ne pahasına olursa olsun ulusal bir ekonomi oluşturulmalıdır. Bunun için Türkler kendi zenginlerini yetiştirmelidir. Yabancıların etkisini kırmak için gerekli her türlü girişimi devlet yapmalıdır. Bunlardan olmak üzere Kapitülasyonlar kaldırılmalıdır. Gümrük duvarları yükseltilmelidir. Ekonomi serbest değil devletçi bir modelde olmalıdır.
6 Milli Edebiyat, Halk diline mutlaka inilmelidir. Halkın sorunlarını ve gerçeklerini yansıtan bir edebiyat oluşturulmalıdır.


BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Şubat 2016       Mesaj #10
Safi - avatarı
SMD MiSiM
BATICILIK
Öncülüğünü Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Süleyman Nazif, Ahmet Muhtar Paşa gibi düşünür ve devlet adamlarının yaptığı batıcılık düşüncesi batının teknolojik üstünlüğü ve onu yakalamak için yapılması gerekenler üzerinde odaklanıyordu.
Bu düşünceyi savunanlar da İslamcılar da olduğu gibi Ilımlı ve Radikal Batıcılar olarak ikiye ayrılıyordu. Bu düşüncenin programını da şöyle özetleyebiliriz:
1 Padişahtan başlayarak eğitime büyük önem verilmesi
2 Padişahların tek eşli olması ve tek eşliliğin savunulması,
3 Kılık kıyafet değişikliği, örnek olarak fesin kaldırılıp şapkanın getirilmesi, sarık sarmak ve cübbe giymek sadece din adamlarının hakkı olacak onlardan başka kimse bu kılığa bürünemeyecektir.
4 Kadınlar diledikleri gibi giyinebilecek devlet ve halktan kimse kadınların giyinmesine karışmayacak, Kadınlar ve kızlar erkeklerden kaçmayacaklar, görücü usulü yerine görüşme usulüyle evlenme yapılacak, kızlar için okullar açılacaktır.
5 Birer tembellik yuvası olan tekke ve zaviyeler kapatılacaktır. Evliyaya kurbanlar yasaklanacak bu gibi yardımlar daha başka kurumlara yönlendirilecektir. Okuyuculuk üfürükçülük falcılık tamamıyla kaldırılacaktır.
6 Bütün medreseler kapatılacak ve yerlerine batılı tarzda okullar açılacaktır. Ayrıca okul yaşını geçirmiş olanlar için geniş okuma yazma kurslarının ve okullarının açılması gerekmektedir.
7 Halkın batıl inançları eğitimle yok edilecektir. Örneğin halka tasarruf bilinci, para kazanma bilinci, kazalara karşı dikkatli olma bilinci kazandırılacaktır.
8 Dilcilerden ve edebiyatçılardan oluşan bir bilim heyeti tarafından Osmanlı sözlüğü yapılacak, dil Osmanlıca olarak korunacak Türkçe’ye dönülmeyecektir.
8 Osmanlı girişimcileri devletten ve yabancılardan bir şey beklemeksizin harekete geçecekler, kendi yollarını, köprülerini, limanlarını, kanallarını, vapurlarını, fabrikalarını kendi girişimleriyle gerçekleştireceklerdir.
9 Osmanlı kanunları batılı kanunlardan yaralanmak suretiyle değiştirilmelidir. Arazi, Evkaf, Ticaret, Ceza gibi kanunlar değiştirilmelidir. Şeri mahkemeler kaldırılmalı nizami mahkemeler kurulmalıdır. Avrupa medeni kanunu kabul edilmeli ve evlilik tek eşliliğe indirilmelidir.
10 Kullanılan Elifba atılarak yerine Latin Alfabesi getirilmelidir.

DIŞ OLAYLAR
19. Yüzyıla girildiğinde Avrupa ve dünyada siyasi dengeler değişmeye başladı. Eski dünya dengesi sisteminde İngiltere’ye dayalı yaşam mücadelesi veren Osmanlı Devleti sistem değişince sınırlarını korumakta zorlanmaya başladı. Avrupa’da İtalya ve Almanya milli birliklerini kurup kendi sanayilerini yaratınca sömürgeciliğe soyunmuşlar ancak sömürgeler daha önce paylaşıldığından bu isteklerini gerçekleştirememişlerdir. Böyle olunca Avrupa ve dünya iki büyük gruba bölünmeye başlamıştır.Statükocular ve anti statükocular olarak ikiye bölünen dünyada artık barış çok zor devam ettirilebilecek bir yapıya gelmiştir. Statükocular arasında İngiltere, Fransa, ABD, Rusya sayılabilir. Bunun karşısında Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan, Japonya gibi devletler yer almıştır.
Statükocu devletler başlangıçta büyük ölçekli olmayan statüko değişikliklerine razı olmuşlardır. Statüko değişiklikleri konusunda biraz da olsa serbest bırakılan alanlardan birisini de Osmanlı toprakları oluşturuyordu. 1876 Tarihinden sonra İngiltere Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikasını bırakmıştır. Bu durum Osmanlı Devletini çok güç durumlara düşürmüştür.
TRABLUSGARP SAVAŞI
Dünya denge sisteminin değişmesinden Osmanlı ilk olarak Trablusgarp bölgesinde etkilenmiştir. Fransa’nın Fas Cezayir ve Tunus’u İngiltere’nin Mısır’ı elde etmesinden cesaretlenen İtalya ülkesine en yakın ve çok büyük bir toprak parçası olan Trablusgarp’a göz dikmiştir. İtalya bu durumdan yararlanarak 1911’de Trablusgarp’e çıkarma gerçekleştirdi. Osmanlı Devleti bu saldırıya karşı koymaya çalışmışsa da Balkanlarda başlayan kıpırdanmalardan dolayı İtalya ile anlaşma yoluna gitmiştir. 18 ekim 1912 tarihinde İsviçre’nin Ouchy kentinde yapılan anlaşma ile Trablusgarp elimizden çıkmıştır. Yine bu anlaşmayla Osmanlı korumaya gücü olmadığı 12 adayı İtalya’nın emanetine bırakmıştır.



BALKAN SAVAŞI
1912 yılında Osmanlı Devletinin zayıf durumda oluşu büyük devletlerin aralarının gergin olması dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin yalnız kalması ve Rusya’nın Balkan devletlerini sonucu Balkan Devletleri aralarında yakınlaşma doğdu. Önce Rusya’nın da etkisiyle Bulgaristan ve Sırbistan, ardından Yunanistan, Karadağ aralarında bağlaşmayı sağlamlaştırdılar.Osmanlı Devleti savaşa çok büyük olanaksızlıklar içinde girmiştir. Ordunun büyük kısmı terhis edilmiş, ve orduda subaylar arasında politik görüş ayrılıkları belirmişti.Bütün olanaksızlıklar ve özellikle politikanın ordu içindeki yıkımı savaşın kaderini kısa zamanda ortaya koydu. Doğuda Bulgarlarla ve batıda Sırplara karşı savaşıldı. Türk ordusu tüm cephelerde bozuldu. Bulgar orduları İstanbul önlerine kadar gelince Büyük Devletler araya girme zorunluluğunu duydular. Londra’da bir konferans toplandı ancak bu konferans uzun sürdü. Osmanlı Devletini bu umutsuz durumdan büyük bir sürpriz kurtardı. Mirası paylaşamayan Balkan Devletleri aralarında bölünüp birbirleriyle savaşa başladılar. Sırbistan ile Yunanistan anlaşıp büyük Bulgaristan’ı kurmayı amaçlayan Bulgaristan’a savaş açtılar.Balkan devletleri arasındaki bu savaştan yararlanan Osmanlı Devleti Kırklareli ve Edirne’yi geri almayı başarmıştır.


BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI 1914-1918
19 ve 20. yüzyılda ulusalcılık hareketlerinin liberalizmden daha büyük güç kazandığı, ulusal devletlerin ham madde kaynakları ve üretim mallarına pazar bulmak için yaptıkları mücadele, sömürgecilik ve emperyalizm adı altında kötü bir miras bıraktı. 19 yüzyılın ikinci yarısında İtalya ve Almanya siyasal birliklerinin kuruluşu Avrupa dengesini bozmakla kalmadı, özellikle Balkan uluslarının bağımsızlık hareketlerini kamçıladı. Avrupa’daki ekonomik politik askeri gelişmeler Alman-Avusturya-İtalya yakınlaşmasına Üçlü İttifak’ın kurulmasına yol açtı. Buna karşılık İngiliz-Fransız-Rus yakınlaşması da Üçlü İtilaf’ı oluşturdu.
Güçlenen Almanya ekonomisi için kendisine “hayat alanı” olarak Türkiye’yi seçmişti. İngiltere’nin Hindistan yolu için büyük tehlike olan “Bağdat-Haydarpaşa” tren yolu projesini uygulamaya soktu. Böylece Üçlü İttifak’la üçlü İtilafın önemli çatışma noktalarından birsini Türkiye oluşturuyordu.
1914 yılına girildiğinde blokların çatışmasının temel sorunları olan ekonomik çıkar, Alsace-Loraine’de üstünlük kurma, deniz silahlanması, Fas Buhranları, Bağdat Demiryolu, Balkanlarda Avusturya Rusya çatışması, Balkan Savaşı gibi sebeplerden dolayı savaş çıkması için bir bahane yeterliydi. Savaşın yakın sebebi de hazırdı. Avusturya’nın Sırbistan üzerindeki etkinliğini ve kendi sınırları içindeki Sırpların denetimini kaybetmemek için Sırbistan’a baskı yapıyordu. Bu sürtüşmeler sonucunda Avusturya veliahdı Ferdinand ve karısı Saray Bosna ziyareti sırasında bir Sırp tarafından öldürülünce dünyayı 4 yıl kana bulayacak bir savaş başladı.
Avusturya Sırbistan’a 28 Temmuz 1914’te savaş ilan etti. Rusya savaşta tarafsız kalmayacağını belirtip seferberlik ilan edince Almanya 1 Ağustos 1914 tarihinde Rusya’ya savaş ilan etti. Almanya Belçika’ya saldırınca işe İngiltere’de karıştı ve 4 Ağustos 1914’te Almanya’ya savaş ilan etti. Savaşın başlangıçta bir Avrupa savaşı olacağı düşünülüyordu. Ancak savaşa Osmanlı Devleti’nin de katılmasıyla savaş genişleyecek ve dünya savaşı şekline dönüşecektir.
Daha savaş başladığı zamanda İtilaf devletlerinin nüfus ve ekonomik olarak ağır bastığı görülmektedir. İttifak devletlerinin 120 milyon kadar bir nüfusları varken, İtilaf Devletlerinin sadece Avrupa’daki nüfusları 238 milyon idi. İtilaf Devletlerinin sömürgelerde sınırsız hammadde ve insan kaynakları bulunmaktaydı. İtilaf Devletlerinin ayrıca ABD gibi önemli bir destekçisi vardır.
1. DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ OSMANLI DEVLETİNİN DURUMU
Osmanlı Devleti dünyanın iki büyük gruba bölünmesinden oldukça fazla etkilenmiştir. İngiltere’ye dayalı yaşam politikası güden Osmanlı Devleti İngiltere’nin bu politikadan vazgeçmesi üzerine ister istemez Avrupa’da yeni bir güç olarak ortaya çıkan Almanya’ya yaklaşmak zorunda kaldı. Bu yakınlaşmanın bir sonucu olarak Almanya Osmanlı askeri yakınlaşması ortaya çıktı. Alman subayları Türkiye’ye gelerek Osmanlı ordusunun komuta konseyinde yer almaya başladılar. Örneğin 1913 yılında General Liman Von Sanders İstanbul’da1. Ordu Komutanlığına getirildi. Türk Subaylar Almanya’ya eğitim için gönderildiler.Osmanlı üzerinde nüfuzunu artıran Almanya bunu ekonomik alana da yaymış ve çok önemli bir yatırım projesi olan “Bağdat-Haydarpaşa” demiryolu projesini yürürlüğe koymuştur. Ayrıca bu süreçte ekonominin diğer alanlarında da büyük bir hareketlenme başlamıştır.
Siyasi alanda Osmanlı Devleti bu süreçte aktif olarak harekete geçmiş fakat bunda pek başarılı olamamıştır. Dünya siyasi gidişi bunu engellemiştir. Nitekim Osmanlı Devleti yöneticileri sadece Almanya ile siyasi ilişki yerine dünyanın diğer güçleriyle ilişki kurmak istemişlerdir. Örneğin 1911’de İngiltere ile bir ittifak girişiminde bulunulmuş fakat İngiltere Osmanlı Devletinin sorumluluğunu yüklenmek istemediği ve Rusya’yı karşısına almak istemediği için bu girişimden sonuç çıkmamıştır. Fransa ile de aynı tür bir ilişki için girişimde bulunulmuş o da başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Hatta Osmanlı Devleti yöneticileri Rusya ile ittifak kurmaya çalışmış Rusya bunu reddetmiştir. Türkiye Yunanistan ve Bulgaristan ile de anlaşma için girişimde bulunduysa da başarılı olamamıştır.
Büyük devletler Osmanlı Devleti'ni Balkan Savaşı sonrasında askeri bir güç olarak görmüyorlar ve sorumluluğunu taşımak istemiyorlardı. Hatta Almanya bile savaş çıkana kadar Osmanlı devleti ile ittifak kurmaya yanaşmamıştır. Osmanlı Devlet yöneticilerine gelince, İttihat ve Terakki yönetimi İngiltere ve Fransa ile birlikte hareket etmenin kapitülasyonlar ve borçlar sebebiyle pek yararlı olamayacağını , Almanya ile anlaşılırsa Almanya’nın yardımıyla Rusya’yı yenerek Orta Asya Türkleriyle birleşmeyi gerçekleştirebileceğini ve kapitülasyonlardan ve borçlardan kurt ulunabileceğini düşünüyorlardı.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM

Benzer Konular

3 Ocak 2013 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
6 Ekim 2010 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
27 Ekim 2005 / ByKatip Taslak Konular
23 Mart 2010 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu