Arama

Osmanlı'da Teknoloji - Sayfa 4

Güncelleme: 9 Ağustos 2011 Gösterim: 123.198 Cevap: 41
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
5 Temmuz 2006       Mesaj #31
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
Piri Reis

Sponsorlu Bağlantılar
Vikipedi, özgür ansiklopedi


Jump to: navigation, search
Piri reis magnify clip
Piri Reis


250px Pirireis magnify clip
Piri Reisin Haritası


150px Piri reis pul magnify clip



Piri Reis (? - 1552), Osmanlı denizcisi. Amerika'yı gösteren Dünya haritaları ve Kitab-ı Bahriye adlı denizcilik kitabıyla tanınmıştır.
Doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor. 1465-1470 yılları arasında Gelibolu'da doğdu. Kahire'de öldü. Asıl adı Muhiddin Pirî'dir. Karamanlı Hacı Ali Mehmed'in oğlu ve ünlü Osmanlı denizcisi Kemal Reis'in yeğenidir. Akdeniz'de korsanlık yapmakta olan amcasının yanında yaklaşık 1481'den sonra denize açıldı. 1487'de onunla birlikte İspanya'daki Müslümanlar'ın yardımına gitti. 1491-1493 arasında Sicilya, Sardunya, Korsika adalarına ve güney Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldı. Amcasıyla birlikte Osmanlı Devleti'nin hizmetine girerek 1499-1502 Osmanlı-Venedik Savaşı'nda bir savaş gemisinde kaptanlık yaptı. 1511'de amcasının ölümü üzerine Gelibolu'ya çekilerek Kitab-ı Bahriye (Denizcilik Kitabı) üzerinde çalıştı ve 1513'te bir dünya haritası çizdi.
1516 Mısır seferinde Osmanlı Donanması'nda kaptan olarak savaştı. 1517'de ilk çizdiği haritayı Yavuz Sultan Selim'e sundu. 1521'de Kitab-ı Bahriye'yi tamamladıktan sonra 1522'de Rodos seferine katıldı. 1524'te sadrazam Makbul İbrahim Paşa'yı Mısır'a götüren gemiye kılavuzluk etti. Sadrazamın ilgilenmesi üzerine 1525'te Kitab-ı Bahriye'yi yeniden düzenleyerek onun aracılığıyla Kanuni Sultan Süleyman'a sundu 1528'de çizdiği ikinci haritasını da padişaha armağan etti. 1528'den sonra güney denizlerinde görev yaptı. Portekizlilerin Aden'i alması üzerine Süveyş'teki Osmanlı donanmasına kaptan atanarak 26 Şubat 1548'de Aden'i geri aldı. 1552'de önemli bir Portekiz üssü olan Maskat'ı ve ardından Kişm Adası'nı alarak Hürmüz Kalesi'ni kuşattı. Portekizliler'in Basra Körfezi'ni kapatmak istediklerini duyarak kuzeye yöneldi. Katar Yarımadası'na, Bahreyn Adası'na egemen olarak Mısır'a geçti. Donanmayı Basra Körfezi'nde bıraktığı için sefer sırasında kendisinden yardımını esirgeyen Basra Valisi Kubâd Paşa'nın da girişimleriyle suçlu görülerek idam edildi.
Büyük bir denizci olduğu kadar büyük bir haritacı olan Pirî Reis, korsanlık günlerinden başlayarak gezip gördüğü yerleri yabancı kaynaklardan da yararlanarak tarihi ve coğrafi özellikleriyle birlikte kitabında anlatmış ve haritalarını çizmiştir. Kitab-ı Bahriye'nin nazımla yazılan ve denizcilikle ilgili tüm bilgilerin toplandığı başlangıç bölümünde, genel açıklamalardan sonra Ege ve Akdeniz adaları tanıtılarak denizle ilgili gözlem ve deneyim önemi vurgulanır. Fırtına, rüzgâr çeşitleri, pusula ve haritanın tanımından sonra dünyayı kaplayan denizler ve karaların oranı belirtilir. Portekizliler'in denizcilikteki ilerlemeleri ve keşifleri, Çin Denizi, Hint Okyanusu, Akdeniz ve Ege Denizi'ndeki rüzgârlar, Basra Körfezi, Atlas Okyanusu ayrıntılı biçimde anlatılır.
Düz yazı ile anlatımın başladığı haritalı bölüm asıl metni oluşturur. Bu bölümde Çanakkale Boğazı'ndan başlayarak Ege Denizi kıyı ve adaları, Adriyatik denizi kıyıları, Batı İtalya, Güney Fransa, Doğu İspanya kıyılarıyla çevresindeki adalara ilişkin tarihi, coğrafi bilgiler verilerek kuzey Afrika kıyıları, Filistin, Suriye, Kıbrıs ve Anadolu kıyıları izlenerek Marmaris'te tüm Akdeniz'in havzası noktalanır.
[değiştir]

Başlıca yapıtları

yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
5 Temmuz 2006       Mesaj #32
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
Piri Reis Haritası'nın Şifresi (Metin Soylu) adlı kitapla ilgili eleştiri yazım 16 Eylül 2005 tarihli Radikal Kitap ekinde yayınlandı. Yer kısıtı nedeniyle Radikal Kitap ekinde ele alamadığım ayrıntıları aşağıda bulabilirsiniz. (Radikal Kitap'taki yazıyı okumak için buraya tıklayın.)

Sponsorlu Bağlantılar
Piri Reis Haritası’nın Şifresi

1929 yılında Topkapı sarayındaki düzenlemeler sırasında bulunan ve 1513 yılında yapılmış olan Piri Reis Haritası, bulunduğu tarihten bugüne araştırmacıların ilgisini çekmiş ve tartışmalar yaratmış. Birçok yazar ve araştırmacı haritanın “esrarengiz” özelliklerine dikkat çekmiş ve bu özelliklerden şaşırtıcı sonuçlar çıkarmış. Son zamanlarda kitapçılarda ve süpermarketlerde görmeye başladığımız Piri Reis Haritası’nın Şifresi adlı kitap Piri Reis’in çalışmaları ile ilgili bu merakın bir uzantısı olarak görülebilir.


Esrarengiz Harita

Literatürde, Piri Reis Haritası’nın şu ilgi çekici özelliklere sahip olduğu söyleniyor: Piri Reis Haritası, (1) Amerika kıtasının ilk haritasıdır; (2) zamanının en iyi dünya haritasıdır; (3) 1513’ten çok daha sonra (1800’lerde) keşfedilen Antarktika kıtasını (buzlarla kaplı olmayan haliyle) göstermektedir; (4) Güney Amerika kıtasının güney ucunu uzaydan görüldüğü şekliyle resmetmiştir; (5) Güney Amerika kıtasının Antarktika ile okyanus altında nasıl birleştiğini göstermektedir; Msn Demon dönemin tüm haritaları hatalarla dolu olduğu halde şaşkınlık verici bir şekilde hatasızdır.

Bu gözelemlere dayanan bir çok kitap yazılmış. Örneğin, Graham Hancock, Fingerprints of the Gods (Tanrıların Parmak İzleri) adlı kitabında Piri Reis haritasının daha önce bilinmeyen gelişmiş bir uygarlığın varlığına işaret edebileceğini söylüyor. Benzer bir iddia Charles Hapgood’un Maps of the Ancient Sea Kings: Evidence of Advanced Civilization in the Ice Age (Antik Deniz Krallarının Haritaları: Buzul Çağındaki Gelişmiş Uygarlıkların Delili) adlı kitabında Piri Reis Haritası’ndaki özelliklerin çok şaşırtıcı olmadığını, çünkü benzer özelliklerin daha önceki haritalarda da bulunduğunu söyleyerek, geçmişte yapılmış bu gelişmiş haritaların gelişmiş bir uygarlığın varlığına işaret edebileceğini söylüyor. Erich von Däniken ise Chariots of the Gods? (Tanrıların Arabaları) adlı kitapta, C. Hapgood’un iddialarını bir adım öteye götürerek, buzlardan arınmış Antarktika kıtasının ancak uzaylıların yardımıyla haritalara girmiş olabileceğini iddia ediyor. Bunlara ek olarak haritanın resmettiği Antarktika’nın kayıp kıta Atlantis olduğunu söyleyenler de var.

Piri Reis Haritası’nın Şifresi, kendisinden önceki kitaplardaki iddia ve gözlemlerin devamı niteliği taşısa da onlardan farklı. Bir defa, ‘uzaylılar’ ve ‘geçmişteki gelişmiş medeniyetler’ argümanlarını içermiyor. Kitap, “mucizeleri” Piri Reis’e atfetmek amacıyla yazılmış. Bir de yeni iddia içeriyor: Piri Reis Dünya’nın yuvarlak değil, onaltıgen olduğunu düşünüyormuş. Biz ise henüz bu bilgiye ulaşamamışız!

Kitabın yazarı, Metin Soylu, meraklı ve araştırmacı bir genç adam. Piri Reis Haritası’nı tamamlamak üzere çalışmalarına başlamış ve zamanında Milli Eğitim Bakanlığından da destek görmüş. Ama anladığım kadarıyla bu destek ona çalışmalarını sürdürebileceği bir yer vermekten öteye gitmemiş. Bu süreç içinde bazıları Metin Soylu’yu naif bir araştırmacı olarak görüp külliyen görmezden gelirken, diğerleri dudak bükerek “aferin oğlum devam et” demiş. Tüm bunların sonucu olarak, ortaya bilimsel yaklaşımla yakından uzaktan ilgisi olmayan bir kitap çıkmış.

Piri Reis Haritası’nın Şifresi, bir insanın inançlarına yenik düşüp, bilimsel araştırma mantığından nasıl uzaklaşabileceği gösteren örneklerden biri. Düşünme ve mantık hatalarıyla dolu. Şimdi, size bu hatalardan bir kaçını göstereceğim. Amacım Metin Soylu’yu kırmak değil, hatalarını göstererek sonraki çalışmalarında bunlardan kaçınmasını sağlamak.

Gerçekler

İlk önce, yukarıda saydığımız, Piri Reis Haritası’nın özellikleri ile başlayalım. Haritanın dönemin en iyi ve titiz çalışması olduğu doğru. Ancak, haritada resmedilen yerin Antarktika olduğunu söylemek güç. Bir çok araştırmacı bunun ufak bir benzerlikten ibaret olduğunda hem fikir. Antarktika sanılan yerin, Güney Amerika ile birleşik bir şekilde resmedilmiş olması, Piri Reis’in bu iki yerin suyun altında nasıl birleştiklerini gösterdiğine değil, oranın Antarktika olmadığına işaret ediyor. Bunlara ek olarak, Piri Reis Haritası’ndaki notlar da o bölgenin Antarktika olamayacağını gösteriyor. Genel kanı, o dönemlerde tam olarak bilinmeyen bölgelerin varsayımsal olarak resmedildiği yönünde. Ayrıca, Antarktika’nın buzlarla kaplı olmayan haliyle resmedilmiş olması da o dönem için imkansız, çünkü Antarktika, Piri Reis’in haritayı çizdiği tarihten yaklaşık 300 yıl sonra bulundu ve o sırada en iyi ihtimalle binlerce yıldır buzlarla kaplıydı. Elbette aynı bilgilere dayanarak haritanın uzaylılar tarafından (ya da yardımıyla) çizilen haritalara dayandığını iddia edenler var, ancak onlar da hem Piri Reis haritasındaki hem de önceki haritalardaki hataları açıklamakta güçlük çekiyor. (bkz. not 1)

Metin Soylu, kitabın başında, bize Piri Reis’i tanıttıktan sonra ilk önemli argümanını ortaya koyuyor: [1] “Piri Reis’in 1513 tarihinde çizmiş olduğu haritanın, bugün uzaydan çekilen dünya fotoğraflarıyla birebir aynı olduğu tespit edilmiştir” (sf. 32). Ne var ki, bu önerme yanlış: Haritacılıktan zerre kadar anlamayan bir kişi bile haritayı biraz inceleyip, güncel haritalarla karşılaştırdıktan sonra bunu görebilir. Bir çok kaynakta, haritanın o dönemin (özellikle haritacılık tekniği bakımından) en iyi haritası olduğu söylenmektedir, ancak yine aynı kaynaklar, haritanın hatalar içerdiğini de kabul etmektedir.(bkz. not 2) Bu noktaya geri geleceğiz. Zaten Metin Soylu kitabın ilerleyen bölümlerinde kendisiyle çelişerek bu önermenin hatalı olduğunu gösterecek.

Kitabın ikinci önemli argümanı Piri Reis Haritası’nın kendisinden önceki haritalara dayanarak çizilmiş olmadığını söylüyor. Metin Soylu, buna inanmıyor. Diyor ki, “o dönemin haritaları hatalıydı, Piri Reis hatalı haritalardan yola çıkarak hatasız bir harita yapmış olamaz.” Bu iddianın ardındaki akıl yürütme şöyle sergilenebilir: [2] Piri Reis Haritasından önce yapılan bütün haritalar hatalıdır (sf. 37 - 60). [3] Hatalı haritalar kullanılarak yapılan yeni bir haritada kullanılan tüm haritalardaki hatalar görülecektir (sf. 38). [4] Eğer [1], [2], ve [3] doğru ise, Piri Reis haritasının önceki haritalardan yararlanılarak yapıldığını söyleyemeyiz.

Önerme [1]’in hatalı olduğunu görmüştük. Önerme [2] doğru. Önerme [3] ise kocaman bir mantık hatası içeriyor. Önceki haritaların karşılaştırmalı incelemesi sonucu olarak bu haritalardaki hataların bir kısmı ortadan kaldırılabilir. Buna ek olarak, eğer daha iyi ve tutarlı bir haritacılık tekniği kullanılıyorsa, varolan hataların önemli bir kısmı yok edilebilir. Piri Reis’in haritacılık tekniğinin iyi olduğu genel olarak kabul gördüğüne göre başka haritalardan faydalanmış olmasında hiçbir gariplik yoktur. Zaten, Piri Reis, harita üzerindeki notlarda, bu haritayı elindeki diğer haritalardan faydalanarak yaptığını beyan ediyor:


“Özellikle yirmi kadar harita ile Arapların Caferiye (coğrafya) dedikleri ve
kara parçalarını da içine alan İskender-i Zulkarneyn zamanında yapılmış olan
sekiz dünya haritasından, Arabi Hint haritasından, yeni yapılan ve Sind, Hind ve
Çin ülkelerini de geometri yöntemiyle gösteren dört Portekiz haritası ile
Kolomb’un batı tarafında yaptığı haritadan, karşılaştırma yoluyla ile çıkarılıp
bu şekil ortaya kondu.” Sf. 25
Kaçınılmaz olarak insanın aklına “kazan doğurdu” hikayesi geliyor: Sevgili Metin Soylu, haritaya inanıyorsun da üzerindeki notlara neden inanmıyorsun?

Dünya – Suküre

Kitabın ilerleyen bölümlerinde meşhur Antarktika meselesini gündeme geliyor. Metin Soylu’nun iddiası şu: [5] Piri Reis Haritası’nda Arjantin’in uç noktası ile Antarktika dağlarının birleştiği görülmektedir (sf. 69). [6] Uydudan çekilen dünya fotoğraflarında Arjantin’in uç noktası ile Antarktika dağlarının birleşme hadisesi söz konusu olmamaktadır (sf. 69). [7] Ancak ve ancak suküreyi ortadan kaldırırsak, Arjantin’in uç noktası ile Antarktika dağlarının birleştiğini görebiliriz (sf. 69 - 70). Yazar bu üç önermeden yola çıkarak Piri Reis Haritası’nın nasıl olup da bu bilgileri taşıdığını soruyor: Piri Reis, suküreyi kaldırıp okyanusların altına nasıl bakmıştı?

Dikkat edilirse, önerme [6]’nın önerme [1] ile çelişki içinde olduğu görülecektir. Yazar kitabın başında bize Piri Reis haritasının uydudan çekilen fotoğraflarla bire bir aynı olduğunu söylüyordu, şimdi ise “uydudan bu görünmüyor” diyor. Burada önemli bir bilimsellik ihlali var: Yazarın iddiaları birbiriyle tutarlı değil. Önerme [7] ise okyanusu ortadan kaldırdığımızda, Arjantin’in ucuyla Antarktika dağları’nın birleştiğini görebileceğimizi söylüyor. Bu iddia, bir okyanus altı haritası kullanılarak ispatlanmaya çalışılmış (sf. 70). Ancak, bu haritada gördüğümüz şu: Okyanusu kaldırırsak bütün kara parçaları bir şekilde birbiriyle birleşiyor. Eğer böyleyse, Piri Reis neden tüm kara parçalarını birleştirmemiş de sadece Arjantin’in ucuyla Antarktika sanılan yeri birleştirmiş? Bu, yazar için küçük bir çalışma sorusu olsun!

Dünya Onaltıgendir!

Kitabın ilerleyen bölümlerinde, yazarın Piri Reis Haritasını tamamlama projesi anlatılıyor. Bu, tek başına çok güzel ve önemli bir çaba. Ne var ki, yazarın buradan çıkardığı sonuçlar, yine, bilimsel düşünceyle yakından uzaktan alakası olmayan şeyler.

Yazar, Piri Reis Haritası’ndaki ikisi büyük, üçü küçük beş yuvarlak şekilden yola çıkarak, “matematiksel bir hesap”(!) tespit etmiş. Sonra, bu hesabu kullanarak haritayı tamamlamış. “Matematiksel hesap” diye ifade edilen şeyin ne olduğu konusunda hiçbir açıklama yok. Sadece sonuçlar sunulmuş. Yazarın kitaba eklediği ve noterden tasdik ettirdiği belgede ise şöyle yazıyor: “Venüs Gezegeninin astronomik sayısal değeriyle bir formül elde ederek, Piri Reis haritasını tamamladım” (sf.174). Eğer bu “matematiksel hesap” gerçekten “Venüs Gezegeninin astronomik sayısal değeri” kullanılarak yapıldıysa, bunun keyfi bir seçim olduğu söylenebilir. Çünkü, yazarın elinde, Piri Reis’in, harita üstündeki noktaları, Venüs gezegeninin astronomik sayısal değerini içeren bir formüle dayanarak koyduğuna dair bir kanıt yok. Zaten olabilir mi, bir düşünün. Bunu yerine herhangi bir elementin atomik değerini de seçebilirdi!

Büyük bir ihtimalle, yazar, Piri Reis’in kullandığı projeksiyon tekniği hakkında bir varsayım yaparak haritanın eksik kısımlarını tamamlamış. Bu işlemin sonucunda karşısına onaltıgen bir harita çıkmış. Yazar bundan yola çıkarak şu iddialarda bulunmuş: [8] Harita tamamlanınca Dünya’nın yuvarlak değil, onaltıgen olarak göründüğü bir harita ortaya çıkmıştır (sf. 80, 174). [9] Piri Reis, Dünya’yı yuvarlak değil, onaltıgen olarak düşünmektedir (sf. 81). Elbette, Piri Reis’in Dünya’nın yuvarlak olduğunu düşünmemesi olasılık dahilindedir. Ancak, Piri Reis, haritadaki notlarda Kolomb’un maceralarından bahsettiğine göre (sf. 23 – 24) Dünya’nın yuvarlak olmadığını düşündüğünü söyleyenlere biraz şüpheyle yaklaşmamızda fayda var. Bir defa önerme [9], önerme [8]’in doğrudan bir sonucu değil. Haritanın yuvarlak çıkmamasına neden olan şey, Piri Reis’in kullandığı projeksiyon tekniği ya da Metin Soylu’nun haritayı tamamlamak için kullandığı yöntem olabilir. Piri Reis Haritası, portolan haritalarına benziyor. Bu haritalar, haritanın farazi merkez noktasından geçen sekiz ya da on altı çizgiyle bölünür. Dolayısıyla, bu haritaları oluşturan çizgilerin uç noktalarını birleştirildiğinde karşımıza onaltıgen ya da otuzikigen bir şekil çıkar. Ama, bu, Dünya’nın yuvarlak olarak düşünülmediğini göstermez. Ayrıca, bu çizgiler bir daire oluşturacak bir şekilde de birleştirilebilirdi. Gerçek şu ki, Metin Soylu’nun çalışmasında yuvarlak çıkmayan şey haritadır, Dünya’nın kendisi değil. Soylu burada neyin neyi temsil ettiğini birbirine karıştırmış. Hatırlatalım: Haritalar üç boyutlu Dünya’yı, iki boyutlu bir düzlemde en az hatayla temsil etmeye çalışır. Haritanın şekli, üç boyutlu Dünya’yı amaca göre en az hatayla temsil edebilmek için kullanılan projeksiyon tekniğine göre değişir. Yani, en iyi ihtimalle, Piri Reis Haritası’nın onaltıgen çıkması, Piri Reis’in, amaçları veriyken, haritadaki hataları en aza indirme isteğinin bir sonucudur.

Dünya’nı Merkezi: Kahire

Kitaptaki ilginç iddialardan bir diğeri Dünya’nın merkezinin Kahire olduğunu söylüyor. Yazar, ABD Hava Kuvvetlerinin, Kahire’yi merkez alan bir haritasından yola çıkarak Amerikalı bilim adamlarının dünyanın merkezinin Kahire olduğunu daha yeni bulduğunu söylüyor. Sonra da diyor ki, Piri Reis Haritası’nı tamamlayınca gördük ki, haritanın merkezi de Kahire’dir. Burada, aşağıdaki gibi bir akıl yürütme egzersizi yapılıyor: [10] Dünya’nın merkezi Kahire’dir (sf. 107). [11] Piri Reis haritasının tamamlanmış halinde dünyanın merkezi Kahire’dir (sf. 108). [12] Önerme [10] ve [11] doğru ise Piri Reis haritası doğru bir şekilde tamamlanmıştır.

Önerme [10] yanlıştır. Kahire merkezli bir harita yapılabileceği gibi, Ankara merkezli bir harita da yapılabilir. Bu tür haritalar, dünyanın merkezi ile ilgili bilgiler vermez. Farazi bir merkeze göre yapılan harita projeksiyonlarına “azimutsal projeksiyon” deniyor. Bu projeksiyona göre yapılan haritalardaki farazi merkez noktası Dünya’nın merkezini göstermez.(bkz. not 3) Aslında yazarın bu iddiası yukarıda bahsi geçen C. Hapgood’un bir argümanına dayanıyor. Hapgood, Piri Reis Haritası’nın Kahire merkezli bir haritayla önemli benzerlikler gösterdiğini söylüyor, ancak bu benzerlikleri Dünya’nın merkezinin Kahire olduğu iddiasına getirmiyor. Ama, hadi diyelim ki, Metin Soylu çok gizli bir bilgiye ulaşmış ve Dünya’nın merkezi gerçekten de Kahire. Böyle olsa bile önerme [11] doğru değil. Kitabın 102. sayfasındaki tamamlanmış Piri Reis haritasına bakınca görüyoruz ki, tamamlanmış haritanın merkezi Kahire değil, Kahire’nin daha güneyinde bir yer. Bana göre, yaklaşık olarak Çad ile Sudan arasında bir yer. Piri Reis haritasının merkez noktasının Syene (bugünkü Aswan) olduğunu iddia edenler var. Bu mümkün olabilir çünkü Syene, Erastosthenes’in yengeç dönencesi üzerinde olduğunu düşündüğü bir kent. Erastosthenes güneşin ışıklarının Syene ile Alexandria’ya farklı açılarla geldiğinden yola çıkarak Dünya’nın çevresini hesaplamıştı. Belki bu bilgi Piri Reis’in Syene’yi farazi merkez noktası olarak almasına neden olmuş olabilir. Mısır yakınlarında bir yeri merkez alması pratik nedenlerle de açıklanabilir: Piri Reis, haritanın merkezini deniz seferlerini yaptığı bölgelere yakın tutarak, bu bölgeler için uzaklıklar ile ilgili sapmayı en aza indirgemek istemiş olabilir. Sonuç olarak, neresinden bakarsak bakalım, Piri Reis Dünya’nın merkezinin Kahire olduğunu iddia etmiş olamaz. Zaten haritanın merkezi de Kahire’nin güneyinde bir nokta. Metin Soylu merkezi Kahire olmayan Dünya’nın merkezinin Kahire olduğunu iddia etmesi yetmiyormuş gibi, merkezi Kahire olmayan Piri Reis Haritası’nın merkezinin Kahire olduğunu da iddia etmiş. Bu bağlamda, yazarın akıl yürütme egzersizinin başarılı olduğunu söylemek güç.

Gerekçelendirme

Yazar, Dünya’nın onaltıgen olduğu iddiasını gerekçelendirebilmek için temeli olmayan başka önermeleri de devreye sokmak zorunda kalmış. Sırasıyla şu iddialarda bulunmuş: [13] Piri Reis havaküreyi ve suküreyi yok saymıştır (sf. 110). [14] Dünya’nın dönüş hareketini neredeyse sıfıra indirgemeyi başarmıştır (sf. 110). [15] “Dünya’nın uzaydaki uzaklık-yakınlık kavramı üzerinde matematiksel bir dizayn yaratmıştır” (sf. 110). [16] Böylece, Piri Reis, Dünya’nın şeklinin onaltıgen olduğunu bulmuştur. Bir kez daha hatırlatalım ki Dünya’nın onaltıgen olduğunu iddia eden Piri Reis değil Metin Soylu. Ama argümanın gidişatı açısından Piri Reis’in Dünya’yı onaltıgen şeklinde kesilmiş bir ceylan derisine çizdiğini varsaymamızda hiçbir sakınca yok.

Standart bir haritada havaküre görünmez. Havaküre olmasa da hava olayları meteorolojik haritalarda görülebilir. Suküre ise hemen hemen her haritada yer alır – ancak, küre şeklinde değil. Piri Reis Haritası’nda da hava olayları yok, ama denizler gösterilmiş. Bu sebeple, Piri Reis havaküre ve suküreyi yok saymıştır önermesi basit anlamıyla garip bir önermedir. Burada, yazar, Dünya’nın şeklinin aslında onaltıgen olduğu iddiasını gerekçelendirmeye çalışıyor. Demeye çalışıyor ki ‘eğer hava ve su küreyi kaldırabilseydik, Dünya’nın onaltıgen olduğunu görebilirdik’ (sf. 114).

[14] ve [15] numaralı önermelerin ne anlama geldiği konusunda fikir üretmek güç. Belki şunu söyleyebiliriz: Metin Soylu, kitabın başında Piri Reis Haritası’nda Arjantin’in ucunun kıvrımlı olmasının nedenini açıklarken diyordu ki, ‘dünyanın dönüşü nedeniyle uzaydan bakıldığında Arjantin’in ucu böyle gözükmektedir’ (sf. 74). Şimdi de gelmiş diyor ki “Dünya’nın dönüş hareketini neredeyse sıfıra indirgemeyi başarmıştır” (sf. 110). Keşke kitabı yazmaya başlamadan önce bir karar verseymiş.

Geoid – Jeoid – Onaltıgen

Şimdi daha da ilginç bir noktaya gelelim. Aynen aktarıyorum:


“Dünya Bilim Kuruluşları ilk incelemelerinde Dünya’nın aslında Jeoid olduğunu
tespit etmiştir.

Jeoid = Sonsuzgen

Ancak Jeoid’i ifade
edebilmemiz için “Jeoid tane” (yani sonsuzgen tane) formül yazılması
gerekecekti. Bu da teknolojik açıdan 21. yüzyılda başarılamamış olduğundan
Jeoid’i Geoid’e dönüştürüp ek bir formül ile hesap
etmişlerdir.

İşte Piri Reis’in Haritası’nın tamamlandığında ortaya
çıkan onaltıgenlik yapı aslında Jeoid’in ana parçasıdır. Piri Reis Jeoid’i
onaltıgenlik bir yapıya indirgemeyi başarmıştır. Dünya’da da Jeoid kavramını ilk
ortaya çıkaran Piri Reis’tir. Piri Reis, bugünkü NASA’nın seviyesine henüz 1513
yılında ulaşmıştır.” (sf. 114)
Bu tür bir akıl yürütmeye verilebilecek en iyi isim sanırım şudur: YANLIŞ YÖNDE KUANTUM SIÇRAMA. Birincisi, ‘Jeoid’ kelimesi ‘Geoid’in Türkçe’sidir. Yani, yabancı bilim adamları bir şeyler yapmayı beceremeyip Jeoid’i Geoid’e çevirmemişlerdir. Bu, muhtemelen yazarın okuduğu değişik metinlerde bu terimlerin her ikisinin de kullanılmasından kaynaklanan bir yanılgı. İkincisi, onaltıgen şeklinin Jeoid dediğimiz şeyle yakından uzaktan hiçbir alakası yoktur. Jeoid (merkez kaç kuvveti sebebiyle) tepeden basılmış yanlardan şişmiş bir dünya şeklini ifade ediyor ve fizik kanunlarına dayanan bir kavram. Yazar, en iyi ihtimalle onaltıgen şeklinin Jeoid’i en iyi şekilde temsil ettiğini söyleyebilir. Bundan daha fazlasını iddia edebilecek bir zemini yok.

Mantık

Yazarın akıl yürütme egzersizlerinden biri de haritaların Dünya’yı temsil etmedeki başarısıyla ilgili. Yine aynen aktarıyorum:


“Dünya yuvarlak …………………........ Haritalar yanlış
Dünya’nın X olması gerekir ki …..... Haritalar doğru olsun

Yukarıdaki denklemde X olan yere onaltıgen geldiği takdirde Dünya’daki tüm haritalar doğru olacaktır. Çünkü Piri Reis haritası gerçek bir haritadır.” (sf. 117)
Şimdi biraz Metin Soylu gibi düşünmeye çalışalım: Eğer yukarıdaki çıkarsama doğruysa şu önermeler de doğru olmalı: (a) Haritalar yanlışsa Dünya yuvarlak değildir. (b) Haritaların doğru olması için Dünya’nın şeklinin değişmesi gerekir. (c) Dünya onaltıgen ise bütün haritalar doğru olur!

Sanırım Metin Soylu’nun nasıl bir yanılgı içinde olduğu ortada. Haritalar dünyayı gerçekçi ve işe yarar bir biçimde temsil edebilmek için yapılır, haritaların iki boyutlu olmasından kaynaklanan hataları yok edebilmek için Dünya’nın şekliyle ilgili görüşümüzü değiştirmemiz gerekmez. Ayrıca eğer Piri Reis Haritası’nın tamamlanmış hali Dünya’nın şekliyle ilgili gerçekleri söylüyorsa yani eğer Dünya gerçekten de onaltıgen ise, o zaman, yine Metin Soylu gibi düşünerek, şunları da söyleyebiliriz: (ç) Dünya gerçekten de onaltıgendir. (d) Eğer (c) ve (ç) önermeleri doğruysa bütün haritalar doğrudur. (e) Eğer (d) doğruysa, tek doğru haritanın Piri Reis haritası olduğunu söyleyemeyiz. (f) Tek doğru harita Piri Reis haritası değilse, Piri Reis haritasının herhangi kayda değer bir özelliği yoktur.

Görüldüğü gibi Metin Soylu’nunkine benzer bir akıl yürütme ile Piri Reis haritasını önemsiz hale getirdik!

Piri Reis’in İtibarı

Özetlemek gerekirse, bu kitap istemeden de olsa, Piri Reis’e, bilime ve tarihe hakaret etmektedir. Piri Reis haritasının önemi dünyaca kabul görmüştür. Çünkü, Piri Reis üstün denizcilik bilgisi ve haritacılık tekniğiyle kendisinden önce yapılmış önemli haritalardaki bilgileri birleştirmiş ve onlardaki çelişkileri ayıklayarak dönemin en kapsamlı ve düzgün haritasını yapmıştır. Ama eğer biz, Metin Soylu’nun yaptığı gibi, NASA’ya mektup göndererek “Dünya onaltıgendir” dersek ya da NASA’nın Dünya’nın şekliyle ilgili açıklamalarının Metin Soylu’nun araştırmalarına dayandığını iddia edersek (bkz. Anadolu Gençlik Dergisi, Nisan 2003) Piri Reis’in bize kazandırdığı tüm itibarı kaybederiz.

Son olarak, kitapta Cinemascope (..:::Cinemascope:::..) adlı şirketin kitabın filmini yapacağı iddia ediliyor. Onlara tavsiyem, illa ki Piri Reis Haritası ile ilgili bir film çekmek istiyorlarsa, Piri Reis Haritası üzerindeki tartışmalar ile ilgili bir belgesel çekmeleri.

Notlar:
[1] Piri Reis haritası ile ilgili “garip” iddiaları çürüten bir yazıyı (İngilizce) şu adreste bulabilirsiniz: http://xoomer.virgilio.it/dicuoghi/Piri_Reis/PiriReis_eng.htm
[2] Örneğin, Profesör Steve Dutch Piri Reis haritasındaki bir çok hatayı gösteriyor. http://www.uwgb.edu/dutchs/PSEUDOSC/PiriRies.HTM
[3] Azimuthal porjeksiyon ile ilgili daha fazla bilgiye şu adresten ulaşabilirsiniz: http://www.progonos.com/furuti/MapProj/Normal/ProjAz/projAz.html

Hıncal Uluç'un kitap ile ilgili yazısı: http://www.sabah.com.tr/2005/08/31/yaz02-10-134.html
</SPAN>

posted by N. Emrah AYDINONAT at Cuma, Eylül 16, 2005
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
5 Temmuz 2006       Mesaj #33
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
Gelenbevi İsmail Efendi

Vikipedi, özgür ansiklopedi


Jump to: navigation, search
Gelenbevi İsmail Efendi (1730 - 1790) matematikçi.
1730 yılında şimdiki Manisa'nın Gelenbe kasabasında doğan Gelenbevi İsmail Efendi, Osmanlı İmparatorluğu matematikçilerindendir. Asıl adı İsmail'dir. Gelenbe kasabasında doğduğu için ikinci adı onun bu doğduğu kasabadan gelir. Daha çok Gelenbevi adıyla ün kazanmıştır.
Önce, kendi çevresindeki bilginlerden ilk bilgilerini almıştır. Daha sonra, öğrenimini tamamlamak üzere İstanbul'a gitmiştir. Burada, çok değerli ve kültürlü öğretmenlerden yararlanıp matematik bilgisini oldukça ilerletmiştir. Müderrislik sınavına kazananarak 33 yaşında müderris olmuştur. Bundan sonra kendisini tümüyle ilme verip çalışmalarına devam etmiştir.
Gelenbevi, eski yöntemle problem çözen son Osmanlı matematikçisidir. Sadrazam Halil Hamit Paşa ve Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa'nın istekleri üzerine, Kasımpaşa'da açılan Bahriye Mühendislik Okulu'na altmış kuruşla matematik öğretmeni olarak atandı. Bu atama ona parasal yönden bir rahatlık getirdi.
Hakkında şöyle bir öykü anlatılır: 'Bazı silahların hedefi vurmaması, padişah III. Selim'i kızdırmış ve bunun üzerine Gelenbevi'yi huzuruna çağırarak ona uyarıda bulunmuştur. Gelenbevi bunun üzerine hedefe olan uzaklıkları tahmin ederek gerekli silahlardaki düzeltmeleri yapmış ve topların hedefi vurmalarını sağlamıştır. Gelenbevi'nin bu başarısı padişahın dikkatini çekmiş ve padişah tarafından ödüllendirilmiştir.
Gelenbevi, Türkçe ve Arapça olmak üzere tam otuz beş eser bırakmıştır. Türkiye'ye logaritmayı ilk sokan Gelenbevi İsmail Efendi'dir.
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
22 Temmuz 2006       Mesaj #34
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
ROBOT

Robot" sözcüğünü ilk olarak Karel Capek adlı Çekoslovak bir yazar 1921'de yazdığı RUR (Rossum's Universal Robots) adlı tiyatro oyununda kullanmıştır. Çekoslovakça'da "robota" sözcüğü "zorla çalıştırılan işçi" demektir.

Fakat robot fikri 3000 sene öncesine kadar uzanır. Homeros İlyada adlı eserinde hareketli üçayaklılardan bahsetmektedir. Jason ve Argonotlar adlı Eski Yunan efsanesinde de Talos adlı dev bronz nöbetçi karşımıza çıkar. Bu dev, tanrılar tarafından Girit adasını yabancılardan korumak üzere "programlanmıştır." Bir hint efsanesinde de hareket eden mekanik fillerden bahsedilmektedir. Eski Mısırlılar yaptıkları tanrı heykellerine mekanik kollar eklemişlerdir. Bu heykeller, tanrılardan ilham aldıklarına inanılan rahipler tarafından hareket ettirilirlerdi.
İlk dijital bilgisayar ve günümüzde de hala kullanılmakta olan abaküs M.Ö. 1000 yıllarında Hindistan' da geliştirilmiştir.

Şekil: AbaküsOsmanlı'da Teknoloji


İlk otomasyon kavramını Aristo'nun ortaya attığı kabul ediliyor. M.Ö. 4. yüzyılda şöyle yazmış: "Eğer her araç kendi işini görebilseydi, insan eline ihtiyaç duymadan mekik kendi dokuyabilse, lir kendi çalabilseydi, yöneticilerin elemanlara ihtiyacı kalmazdı."
M.Ö 300'lü yıllarda mühendisler suyla çalışan otomatları yarattılar. Otomatın buradaki tanımı "kendi kendine hareket eden, insan veya hayvanların davranışlarını taklit eden makina". Bu dönemde İskenderiye'li Hero, Herkül' ün bir ejderhayı okla öldürüşünü ifade eden bir otomat yaptı. M.Ö. 250'de İskenderiye'li mucit Ctesibius suyla çalışan bir saat mekanizması yaptı. Bu icadın önayak olduğu otomatlar ilk nesil robotlar sayılabilir. Otomatların çoğu basit saat zembereği ile çalışan süs ve oyuncaklardı.

Şekil: İskenderiye'li Hero'nun OtomatıOsmanlı'da Teknoloji


1350 yılında Strazburg'daki katedralin tepesine otomatik bir horoz yerleştirilmişti. Her gün öğle saatinde kanatlarını çırparak ötüyordu. 1947'de Venedik'te San Marco meydanındaki büyük saat kulesine iki dev zangoç yapıldı. Aynı dönemde Eb-ül-İz-el-Cezeri adlı bir Arap otomatlar hakkında bir kitap yazdı. Kitapta çamaşır teknesini doldurup boşaltabilen otomatik bir Arap kadını resmediliyordu.
17. ve 18. yüzyılda Aprupa'da robotların bazı özelliklerine sahip olan çok çeşitli otomatlar yapılmıştır. Bunlar çoğunlukla insan veya hayvan hareketlerini taklid eden mekanik oyuncaklardı. Bu otomatların ortak özellikleri şöyledir.
  • Eğlence amacı ile tasarlanmışlardı. İnsanlar bu oyuncakların çalışma prensipleri veya mekanizmaları ile değil daha çok görüntüleriyle ve marifetleriyle ilgileniyorlardı.
  • Sadece belli bir görevi yerine getirmek için mekanik olarak programlanmışlardı. Başka bir iş yapabilmeleri için sökülüp baştan yapılmaları gerekliydi.
  • Algılayıcı veya dedektör benzeri aygıtlar taşımıyorlardı ve çevrelerine bir tepki veremiyorlardı.
Bu otomatlara halkın ilgisi oldukça büyüktü. İnsanlar sadece bu oyuncakları görmek için uzun yolcuklar yapmayı göze alıyorlardı. Krallar ve imparatorlar bu tip insan taklidi mekanik sanat eserlerinin sunulmasından memnuniyet duyuyorlardı. Bu sebeple yetenekli birçok bilim adamı bu alanda çalışma yapmayı tercih etmiştir.
1700'lü yılların ortalarında, Jacques de Vaucanson, insan boyunda birçok otomat yapmıştır. Bunlardan biri lastik dudaklarının ve parmaklarının haraketini kontrol ederek flüte hava üfleyebilen ve tıpkı bir müzisyen gibi flüt çalabilen bir otomattı. Bu otomatın repertuarında 12 melodi vardı.
1769 yılında, Wolfgang Von Kempelen'in satranç oynayan robotu oldukça ilgi çekti. Ancak daha sonra içine yerleştirilen bir çocuk tarafından kontrol edildiği anlaşıldı. Bu sahte robot girişimi otomatların o dönemde oldukça popüler olduğunun bir göstergesi.
1774'de Droz tarihteki en karmaşık otomatlardan birini geliştirdi. "Otomatik sekreter" 40 harf uzunluğunda bir mesajı kalemle yazabiliyordu. Droz'un yaptığı bir başka otomat da oyuncak bir piyano çalabiliyordu.
1801'de Marie Jacquard numerik olarak kontrol edilebilen ilk makineyi, delikli kartlarla dokunacak desenin kontrol edilebildiği mekanik dokuma tezgahını icat etti.
1805'de Maillardet yaylarla çalışan, resim çizebilen, İngilizce ve Fransızca yazabilen bir otomat yaptı. Alışılagelmişin dışında bir hafızası ve milimetrik denilebilecek hareketleri vardı. Otomat beş satırlık Fransızca bir şiiri kalemle çok düzgün bir şekilde yazabiliyordu. Otomatın bir resimde de limanda demirlemiş üç gemi bütün ayrıntılarıyla çizmişti. Bu otomat bir yangında zarar görmüş ve kimliği kaybolmuştu. Daha sora Philedelphia'da Franklin Enstitüsü'nde yeniden restore edilmiş ve tekrar çalıştırıldığında yazdığı şiirin sonuna eklediği "Ecrit par L'Automaton de Maillardet" (Maillardet'nin otomatı tarafından yazılmıştır) yazısı sayesinde kimliği yeniden açığa çıkmıştır.

Şekil: Maillardet'nin otomatıOsmanlı'da Teknoloji


1876 Dünya Fuarı'nda gerçek insan boyunda otomatik ressamlar, iskambil sihirbazları ve üflemeli aletler çalan müzisyenler büyük izleyici kitlelerini eğlendirdiler. Birkaç yıl içinde, Thomas Edison "fonograf" adlı icadının küçültülmüş bir halini kullanarak meşhur konuşan bebeği tasarladı. 1890'larda Nikola Tesla ilk uzaktan kumandalı araçları geliştirdi.
1928'de Londra'da elektrikle çalışan bir robot yapıldı. Elektrik motoru, elektromıknatıslar, makaralar, çarklar içermesine rağmen bu robot yalnızca kendi içinde hareketliydi, yani gezemiyordu, sabit bir erişim sahası ile sınırlıydı.
1930'lu yıllarda uçak tasarımcıları uçaklar için otomatik pilotu tasarladılar. Bunlara Avrupa'da robot pilot deniliyordu. Aynı dönemde ilk olarak sprey boya ile duvarları boyayan endüstriyel robotlar yapıldı. Bu makinalar verilen bir görevi yerine getirebilmek için önce bir alıştırma ve eğitim evresinden geçiyorlar, bu evrede yaptıkları hareketlerin bilgilerini kaydediyorlar ve daha sonra bu kaydı kullanarak hareketleri tekrar ediyorlardı.
1940'larda Westinghouse yatay düzlemde bağımsız olarak tümüyle hareket eden iki robot yarattı. "Electro" adlı robot, dansediyor, 10'a kadar sayıyor, sigara içiyor ve yeni Westinghouse ürünlerini tanıtıyordu. Arkadaşı robot köpek de yanında yürüyor, arka bacakları üzerine kalkıyor ve havlıyordu.
Hiçbir insan müdahalesi olmadan, çevresindekileri algılayıp tepki vermek üzere programlanabilen ilk robot yapay zeka labaratuvarlarında algılama ve görme ile ilgili teorileri test edebilmek amacı ile tasarlanmıştır. Bu tip çalışmalardan biri de 1940'lı yılarda Shannon geliştirdiği labirent çözebilen bir faredir. Bu fare basit bir öğrenme algoritması ile çalışıyordu.
1953 yılında Grey Walter robot bir kaplumbağa geliştirdi. Oval şekilli bu kaplumbağanın hareket etmesi ve yön değiştirmesi iki motorla sağlanıyordu. Kaplumbağa, ufak noktasal ışık kaynaklarının yerleştrildiği karanlık bir odada ışık dedektörleri ile ışığı algılayıp, ışık şiddetine bağlı olarak ışık kaynağına döğru yöneliyor veya ışık kaynağından uzaklaşıyordu. Kaplumbağa aynı zamanda enerjisi azalınca priz bulup kendisini şarj edebiliyordu.

Şekil: KaplumbağaOsmanlı'da Teknoloji


1953'te Japon firması Seiko farklı tipdeki birçok saat parçasının montajını yapan minyatür bir robot geliştirdi.
1954'te George Devol ilk bilgisayar kontrollü endüstriyel robotun patentini aldı ve Joeseph Engleberger ile birlikte Unimation şirketini kurarak General Motors'a üretim hattı için güçlü robot kollar üretmeye başladılar. Böylece endüstriyel robot devrimi başlamış oldu. Amerikalı mucit Devol' ün iki icadı modern robotların gelişimde büyük rol sahibi olmuştur. Bunlardan biri elektrik sinyallerini magnetik olarak kaydeden ve daha sonra bu kaydı tekrarlayarak bir makinayı kontrol edebilen bir aygıttı.
1960'ların sonlarında araştırmacılar "Shakey" adında bilgisayar kontrollü bir robot geliştirdiler. Shakey etraftaki eşyalara çarpmadan odalar arasında dolaşabildiği gibi, sesli komutlara göre tahta kutuları üstüste dizebiliyordu. Hatta kutuların düzgün durup durmadığını kontrol ediyor, gerekirse düzeltiyordu. Bir defasında, Shakey'e yüksek bir platformdaki bir kutuyu aşağı itmesi söylenmişti. Shakey kutuya yetişemiyordu ama oraya çıkmasına yarayacak bir eğik düzlemi platformun yanına itti, eğik düzleme tırmanarak yukarı çıktı ve kutuyu aşağı itti.

Şekil: ShakeyOsmanlı'da Teknoloji


Hughes Aircraft adlı uçak şirketi 1960'da "Mobot"ları üretti. Mobotlar tamamen uzaktan kumandalı makinalardı. İnşaat, kimyasal denemeler ve nükleer reaktörler gibi, insanların bulunamayacağı ortamlarda veya yapamayacağı işlerde, radyo dalgaları ve kamera yardımıyla insanlar tarafından uzaktan yönetiliyorlardı. Yine 1960'larda General Electric tarafından tasarlanan ve ayakları üzerinde 7 km/saat hızla yürüyebilen tonlarca ağırlıktaki "Yürüyen Kamyon" bilgisayar beyinli ilk ayaklı araçtır.

Şekil: Yürüyen KamyonOsmanlı'da Teknoloji


1970 yılında Lunokohod 1, insansız bir Rus aracı, dünyadan kumanda edilerek ayın yüzeyinde keşif gezisi yaptı. 1976 yılında NASA Viking 1 ve Viking 2 araçları Mars yüzeyinden örnekler topladılar. Yine aynı yıl Standford Üniversitesi'nde Standford Kolu olarak bilinen ve elektrikle çalışan bir robot kol geliştirildi.

Şekil: Stanford KoluOsmanlı'da Teknoloji


1973'de Richard Hohn bir mini bilgisayar tarafından kontrol edilen ilk ticari bilgisayarı geliştirdi. adındaki bu robot hydrolik bir hareket mekanizması ile 100 kiloya kadar ağırlık kaldırabiliyordu.
1977 yılında Stanford Araştırma Enstitüsü, çalışan bir robot görme sistemi geliştirdi.
Hareketli robotlar alanında diğer bir önemli gelişme de Odetics şirketinin 6 bacaklı deneysel robotudur. "Functionoid" adlı bu robot belirli böceklerin ve insanların bacak yapıları incelenerek tasarlanmıştır.
1980'de yayınlanan Engelberger'in kitabına göre piyasada robot üreten dokuz Japon, dokuz Avrupa ve dört Amerikan şirketi vardı. 1980'lerde artık iyice büyümüş olan robot endüstrisi her ay yeni kurulan robot şirketleriyle canlı bir şekilde ilerlemeyi sürdürdü.
Bugün robotlar ev işlerinde bile insanlara yardımcı olabiliyorlar. Bunun iyi bir örneği Arok adlı robot. Yerleri süpürmek, köpeği gezdirmek, ağır eşyaları kaldırmak gibi 36 işlev gerçekleştirebiliyor. Hero adlı robot çocuklarla oyun oynayabiliyor, bekçilik yapabiliyor. Robotlar fiziksel engellilere de yardımcı oluyor. Palo Alto'da geliştirilen ve sesle komut verilen hizmetçi robotun yapabildiklerinden bazıları yemek hazırlamak, servis yapmak, masadaki dosyaları getirmek, çizim yapmak ve kitap sayfası çevirmek.

Şekil: FurbyOsmanlı'da Teknoloji


Robotların kullanımı yalnız "iş yaptırmak" ile de sınırlı değil. Sony'nin robot köpeği Aibo'yu satın alanlar sokaklarda gezdirmeye başladılar bile. Yeni nesil, robot oyuncak Furby ile büyüyor. Bugünkü yeniliklerin ışığında öyle görünüyor ki, robotlar günlük hayatın "vazgeçilmez ihtiyaçları" arasında yerlerini almak üzere.

Şekil: Aibo
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
22 Temmuz 2006       Mesaj #35
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
İnsanlar, yaratıcılıklarının şafağından beri, ağır, tehlikeli, sıkıcı ya da tiksindirici işlerin üstesinden gelmek için daima marifetli aletler icat etmişler. Bu dürtü ile robotlar alanında doruklara ulaşılmış. Bilim adamları, bilim kurgunun bu mekanik tarafına yönelik yaratıcılıklarında oldukça yol almış durumdalar.
Osmanlı'da TeknolojiSonuç olarak, çağdaş dünyada yarı zeki cihazların sayısı hızla artıyor. Varlıklarının pek de ayırdığında olmadığımız bu cihazlar hemen her alana nüfuz ederek insanları birçok ağır ve sıkıcı işten kurtarıyor. Fabrikalarımız, robot montaj kollarının ritimlerini mırıldanmakta. Banka işlemlerimiz muameleden sonra alışıla gelmiş kibarlıkla teşekkür eden otomatik vezne makineleri tarafından yapılmakta. Metro trenleri, yorulmak bilmeyen robot sürücüler tarafından yönlendirilmekte. Maden kuyuları otomatik köstebekler tarafından kazılmakta ve nükleer kazalar radyasyona dayanıklı robot işçiler tarafından temizlenmekte. Bunlar 1920 yılında “robot” terimini (Çekce’de ‘robota’ sözcüğü, angarya iş anlamına gelir) bulan Çek oyun yazarı Karel Capek’ in öngördüğü kullanım alanlarına benzer işler.
BY9as1Gelişmeler ivme kazandıkça, deneysel çalışmalar rekor denilebilecek bir hızla günlük hayattaki yerlerini alıyor. Geçtiğimiz günlerde NASA’nın Mars aracı, Sojourner, Kırmızı Gezegen’ in yüzeyinde ağır ağır ilerlerken mühendisler biraz değiştirilmiş bir modelini daha küçük ve günlük bir iş için Dünya’ da deniyorlardı. 440 dönümlük bir yonca tarlasını başında durmadan biçmek için tasarlanan robotlar sınanıyordu. Güneş enerjisi ile çalışan ve kendi kendini yönlendiren çim biçme makinaları şu anda piyasadalar. NASA robot cihazlar programının yöneticisi Dave Lavery diyor ki, benzer aletler için oluşan talepler şu anki endüstriyel robot pazarının (tüm dünyada 650000 endüstriyel robot çalışmakta) dört katına ulaşabilir.
BY9as2Başka yenilikler de kullanıcılara, becerilerini genişletmeyi vaat ediyor. Mikromekanik ve elektronik cihazlardaki sürekli küçülme sayesinde, artık bazı beyin ve kemik ameliyatlarını, milimetreden daha küçük hassaslıkta yapabilen, robot sistemleri varyetkin bir cerrahın elleriyle yapabileceğinden çok daha hassas ve kesin. Bunun yanında, uzaktan kumanda teknikleri de insanları tehlikelerden daha uzak tutacak. 1994’te Dante adlı, 3 m’lik NASA araştırma robotu, video kameradan yapılmış gözleri ve örümceğe benzeyen sekiz bacağıyla Alaska volkanlarından birinin tehlike dolu sırtlarını aşarken teknik ekip ise 3300 km ötedeki California’ dan Dante’nin volkana inişini uydu aracılığıyla izleyip yönlendiriyordu.
Ancak robotlar, sağladıkları kolaylıklarında bir aşama daha ilerleyeceklerse daha az insan denetimi ile çalışabilmelidir ve kendi kendilerine en azından birkaç karar verebilmeliler. “Bir robota belirli bir hatanın üstesinden nasıl gelineceğini anlatabiliyorken” diyor Leverv “henüz dinamik bir dünya ile güvenilir bir ilişkiye geçecek gerekli ‘sağduyu’ yu veremiyoruz. İşte bu nedenle, Yıldız Savaşları ve Uzay Yolu’nda olduğu gibi, Mozart çalabilen, bilye oynayabilen ve yaratıcısı ile düşünme yarışı yapabilen, insan benzeri, inanılmaz androidlerimiz yok.”
Yapay Zeka (Artificial Intelligence -AI) araştırmaları gerçekten de çok karmaşık sonuçlar vermiştir. 1960’lar ve 1970’lerde ilk hevesin verdiği iyimserliğe rağmen, transistörlerin ve mikroişlemcilerin, insan beyninin işleyişini 2000 yılından önce taklit edemeyeceği anlaşılınca araştırmacılar da son zamanlardaki öngörülerini, yüzyıllar olmasa da on yıllar mertebesinde ileriye atmış durumdalar.
Düşünüşü modelleme girişiminde, insan beynindeki yaklaşık yüz milyar nöronun tahmin edilenden çok daha hünerli olduğu, -insan algılayışının da daha karmaşık olduğu anlaşılmıştır. Kontrollü bir fabrika ortamında, bir makine panosundaki milimetreden daha küçük bir kaymayı dahi fark edebilecek robotlar yapılmıştır. Ancak insan zekası, ani değişen bir görüntüyü algılayabilir; bir anda dönemeçli orman yolunun kenarındaki dağ faresini ya da kalabalıkta şüpheli bir yüzü ayırt eder ve görüntünün yüzde doksan sekizlik ilgisiz kısmını önemsemez.
Böyle bir beceriyi dünyadaki en gelişmiş bilgisayar sistemleri bile gösteremezken bunu nasıl yapabildiğimizi, beyin üzerine çalışmalar yapan bilim adamları dahi henüz çözmüş değil.
BY9as3Carnegie Mellon Üniversitesi’nin ünlü Robot Cihazlar Enstitüsü’nden Chuck Thorpe “Zeki bir robotun kalitesinin göstergesi, algılama-düşünme-davranma döngüsüdür. Ve en zor kısmı da ‘algılama’ dır” diyor.
İnsan beyninin üstünlüğü, belirsizlik durumlarında kendini gösteriyor. AI için de en büyük problem, beynin, nasıl dış dünyaya ait bir görüntüyü algıladığını ve onu değişen durum ve koşullarla nasıl ilişkilendirdiğini modellemek. Şimdiye dek en önde gelen laboratuarlar bile 12 aylık bir çocuğun kendiliğinden yaptıklarını -dengede durmayı öğrenmek, dik yürümek, yerdeki koyu bir gölge ile delik arasındaki farkı bilmek- bir robota yaptırmayı başarmış değiller.
Bununla birlikte bilgi kuramcıları, beyin üzerine çalışan bilim adamları ve bilgisayar uzmanları hünerlerini birleştirerek robotlara, canlı benzeri bir zeka kazandırma yollarını buluyorlar.
Yöntemlerden biri, geleneksel, elektronik devrelerdeki doğusal mantık yapısından vazgeçerek gerçek bir beynin nöronlarının karmakarışık, kendiliğinden düzenlenişine yönelmek. Bu “sinir ağları”nın programlanması gerekmiyor. Doğru karşılıkları üreten elektrik yollarını güçlendirirken hata üreten bağlantıları yok eden geri besleme sinyalleri sistemi ile kendi kendilerine öğreniyorlar. Sonunda ağ kendini, belli sözcükleri telaffuz edebilen ya da belli şekilleri ayırt edebilen bir sisteme doğru düzenler.
Diğer alanlardaki araştırmacılar, günün birinde şimdilik insanlar tarafından yürütülen bazı işleri, örneğin hastabakıcılığı, makinelerin üstlenecekleri umuduyla, insanlarla robotlar arasında daha doğal bir ilişki yaratmaya çabalıyorlar. Bu konu, yaşlıların nüfus içindeki oranının hızla arttığı Japonya için özellikle önemli. Bu nedenle, Tokyo Bilim Üniversitesi’ndeki deney ekibi bir “yüz robotu”nun (yumuşak plastikten, gerçek boyularda ve sol gözüne video kamera yerleştirilmiş bir kadın başı) prototipini geliştirmiş.
Araştırmacıların amacı, etraflarındaki insanları rahatsız etmeyecek robotlar yaratmak. Çalışmalarını “yüz” üzerinde yoğunlaştırıyorlar çünkü duygusal mesajların iletilmesinde en önemli yolun yüz ifadeleri olduğuna inanıyorlar. Birisinin mutlu, korkmuş, kızgın ya da sinirli olup olmadığına karar verirken yüz ifadesini yorumlar ve o mesajları alırız. Nitekim, Japon robot da “bakıyor olduğu” insanın gözlerinin, burnunun, kaşlarının ve ağzının konumundaki değişimleri algılayarak içinde bulunduğu duygusal durumu anlayacak şekilde tasarlanıyor. Robot, belleğindeki “standart yüz ifadeleri veri tabanı” ile karşısındaki ifadeyi karşılaştırıp duyguyu tahmin eder. Sonra da karşılık olarak uygun düşen bir duygusal ifade, ufak basınç yastıkçıklarının ayarlanmasıyla plastik yüzüne yerleşir. Tıpkı bilgisayar tasarımının, tek bir büyük bilgisayardan bireysel iş istasyonlarına doğru kayması gibi -ve tek işlemcilerin de yerlerini, büyük problemleri parçalara ayırıp o parçaları eş zamanlı çözen, diziler halindeki daha küçük birimlere bırakmaları gibi- birçok uzman, yarı zeki robot toplulukları, toplamlarından daha ileri bir toplu zeka ortaya koyabilir mi diye araştırıyor. Arı kovanları ve karınca yuvalarında işler bu tür bir yaklaşımla yürütülüyor. Bazı araştırma grupları da bir karınca yuvasında ki gibi birlikte çalışan minyatür robot topluluklarının, gezegenlere, iklimlerini araştırmak için gönderilebileceğini ya da sanayi kuruluşlarında, tehlikeli durumlardaki boruları incelemek için kullanılabileceğini ileri sürüyorlar.
İşlerin ters gittiği on yıllık bir dönemden sonra AI yandaşları yeniden iyimserler. Bununla beraber, insan aklının karmaşıklığını taklit etmekten hala çok uzaklar ve birkaç kuramcı da makine zekasının mümkün olmadığını iddia ediyor. Bu arada, daha alışılmış cihazlar o kadar büyük bir hızla üretiliyor ki, bilim adamları “robot” terimini tanımlamakta giderek zorlanıyorlar. Robot cihazların sonunda alacağı şekil ne olursa olsun, önümüzdeki yüzyılda daha yetenekli aletler ve oyuncaklarla dolu bir dünyada yaşayacağımız kesin.
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
22 Temmuz 2006       Mesaj #36
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Fatih ve Bilim

Osmanlı Devleti,Fatih ile birlikte gerçekten büyük bir imparatorluk kimliğine kavuşmuştur.Fatih Sultan Mehmet de bir imparatorluk bilincine ve kültürüne sahip bir padişahtır. “Devletin kuruluşundan Fatih’in tahta çıkışına (1451) kadar geçen 150 yıllık bir dönemde, müsbet bilimlerin Osmanlı Türkleri arasında özel bir yere sahip bulunmadığı, buna karşılık kelam, mantık ve fıkıhın Selçuklu Medreseleri’nde olduğu gibi okutulmaya devam edildiği görülmektedir. Müsbet bilimler alanında matematik ve astronomide Kadızade-i Rumi ile tıpta Hacı Paşa anılmaya değer eserler bırakmışlardır. Fatih ile birlikte müspet bilimlerin değilse bile felsefi ve bilimsel düşünüşün geliştiğine şahit oluyoruz. Çocukluğunda okumak ve yazmaktan pek hoşlanmadığı bilinen Fatih’in, hükümdar olarak döneminin en büyük bilim koruyucularından biri olduğu görülmektedir(A. Adıvar, OTİ s:31). Ayrıca yaşadığı sürece bilim ve felsefeye ilgi göstermiş, boş zamanlarında bilginlerle tartışmaktan zevk duymuştur. Devrinin tarihini yazmış olan Kritovulos’göre “padişah (Fatih) Yunanca’dan Arahpça’ya çevrilmiş olan Felsefe eserlerin okur ve yüce katında bulunan bilginlerle bunlar üzerinde konuşur, özellikle Aristo felsefesi ve daha çok Stoik felsefe ile meşgul olurdu.” Ayrıca Plutarkhos’un Ünlü Kişilerin Hayatı adlı eserinin Fatih’in emriyle Türkçeye çevrilmiş olduğuna dair rivayet vardır. Yine bir rivayete göre Fatih’in emriyle G.M. Angiolello’nun Uzun hasan’ın hayatı hakkındaki eseri de Türkçe’ye çevrilmiştir. Onun emriyle Türkçe’ye çevrilen ve bir nüshası Ayasofya Kitaplığında bulunan önemli bir eser de Ptolemaios yani Batlamyus’un Coğrafya’sıdır. Fatih’in bu eseri 1461'de Trabzon Rum İmparatoru ile birlikte kendisine esir düşmüş olan ünlü filozof, filolog ve ilahıyatçı Gorgios Amirutzes ile birlikte incelemiştir.

Bu eserle birlikte biri dünya haritası olmak üzere 63 de harita vardır. Fatih, 1465 yazında bu eserle ciddi bir şekilde ilgilenmiş, Amirutzes’e Arapça’ya çevrimesini emretmiştir. Bugün Ayasofya Kitaplığı’nda bulunan iki nüshadah biri, sözü edilen eserin Yunanca’dan Fatih’in emriyle Arapça’ya yapılan çevirisini,öteki de Ptolemaios’un haritalarını içine almaktadır. Bu vesile ile Fatih’in Saray Kitaplığı’nda, içlerinde sözü edilenler dışında Aristoteles, Homeros ve Hesiodos, Diogenes Laertios’un bazı eserlerinin re bulunduğu,İslam dilleri dışında 587 eser bumlunduğunu belirtmemiz, bu konUda bir fikir vermeye yetecektir. İşte Fatih, Amirutzes ve oğlundan başka batılı bazı bilgin ve sanatçıları da etrafında toplamış bulunuyordu. Bunlardan biri arkeoloji meraklısı Anconalı Cyriacus idi. Cyriacus 1452-54 yılları arasında Fatih’in sarayında bulunmuştur. Bu kişi İstanbul’a onunla birlikte girmiştir. Fatih, Roma tarihi ve bazı başka tarihleri Cyriacus’okutmakta idi (Türkiye Tarihi 2 s:242).

Öte yandan,Venedikli ressam Gentile Bellini ’nin 1479-80 yıllarında İstanbul’a gelerek sarayda yaşayıp Fatih’in resimlerini ve bu arada başka bazı resimler yaptığı bilinmektedir. Bellini’nin yaptığı Fatih’in resmi, bugün Londra’da National Gallery’de bulunuyor. Ayrıca Fatih’in,Venedik Cumhuriyetinden Veronalı ressam ve madalyacı Matteo di Patsi ’yi istediği ve bu isteğin hemen yerine getirildiği de bilinmektedir. Ancak Paris Milli Kitaplığındaki, üzerinde Fatih’in resmi bulunan gümüş madalyayı onun yaptığını belgelemek güç görünmektedir.

Bu vesile ile belirtmemiz gereken bir nokta da Fatih’in gençliğinden beri din ve metafizik konularına gösterdiği ilgidir. Bir örnek olmak üzere Hurufi tarikatı dervişlerine karşı gösterdiği ilgi üzerinde durulabilir. Bazı Hurufi dervişlerinin padişahın iltifatına mazhar olarak sarayda oturmaya başlamaları üzerine Sadrazam Mahmut Paşa 1474'te durumu Edirne Müftüsü ve Üçşerefeli cami müderrisi Fahreddin Acemi’ye anlatmış ve padişahı Hurifiliğe olan eğiliminden kurtarmak için bir çare bulunmasını rica etmişti. Müftü,ilkin onlarla tartışmış, sonra da verdiği bir vaazın arkasından saraydan zorla çıkartarak onları diri diri yaktırmıştır. Öte yandan Fatih’in metafizik meselelerin tartışılmasından da hoşlandığı anlaşılmaktadır. Zamanın iki büyük bilgini Hocazade ile Molla Zeyrek, Tevhid konusunu padişahın huzurunda tam altı gün tartışmışlardır.

Fatih, İstanbul’un alınmasından sonra Hıristiyanlıkla da ilgilenmiştir. Fetih sırasında İstanbul patriği bulunan ve Latin kilisesine karşı düşünceleri ile tanınan Gennadios ile Hıristiyan inançları tartışmaya girişmiş, Hıristiyanlık inançlarının açıkça ve cesaretle anlatılmasını ve bu anlatılanların yazıya dökülmesini istemiştir. Yazılanları daha sonra Kareferya kadısı Molla Ahmet Türkçe’ye çevirmiş ve bu metni bilindiği üzere Ebuzziya Tevfik ve Dr. Aurel Decei yayımlamışlardır.

Bütün bu görüşleri özetlemek gerekirse Fatih’i bir Rönesans hükümdarı gibi görmek biraz abartmak sayılabilirse de onun döneminde Osmanlı düşüncesinin Batı kültürü ile serbest bir şekilde temasa geldiği, daha sonraki dönemde bunun kösteklendiği bir gerçektir..

Fatih’in bilime olan hizmetlerine tanıklık eden anıtların en önemlisi, kuşkusuz camisinin etrafına yaptırdığı medreselerdir.. Ancak ilk medrese eğitimi, fetihten hemen sonraki günlerde cami haline getirilen Ayasofya’da başlamış ve caminin yanındaki papaz odaları boşaltılarak öğrencilerin buralarda kalmaları sağlanmıştır. Molla Hüsrev’in başmüderrisliğe getirildiği bu ilk öğretim kurumunda, İstanbul’un ilk kadısı,Ayasofyayı Cami olarak “tescil eden” Hızır Çelebi ’nin ilk müderrisler arasında bulunduğu görülmektedir. Bu sıralarda molla Zeyrek de müderris olarak Zeyrek camisinide derslere başlamıştır. (Türkiye Tarihi 2 s: 243) İşte İstanbul’da fetihten sonra öğretime başlayan ilk iki medrese bunlarrdır. Fatih medreselerinin yapımı bitince, Zeyrek’teki öğrenciler oraya taşınmış, Ayasofya’da ise öğretim sürdürülmüştür.Vakfiyesinde de belirtildiği üzere, Medaris-i Semaniye adı ile Fatih Camii’nin etrafında yapılmış olan bu yeni kuruluş, sekiz medrese ve her medresenin arkasında tetimme adı verilen daha küçük sekiz medreseden oluşmaktadır. Ayrıca müderris ve öğrencilerin yararlanması için bir kitaplık, bir darüşşifa ve bir de misafirhane bulunmakta idi. medreselerin her birinde “akli” ve “natli” bilimlerde birer müderris, daruşşifada ise hangi ulustan olursa olsun iki hekim, bir göz hekimi, bir cerrah ve bir de eczacı görevlendirilmişti. Hekimlerin hastaları günde iki kez ziyaret etmeleri şart koşulmuştur.

Fatih döneminde üzerinde durulması gereken önemli bir kuruluş da hızla geliştiği görülen bir yüksek okul niteliğindeki Enderun Okulu’dur. Bu kuruluş içinde askerlik, yöneticilik,güzel sanatlar bölümleri olduğu gibi, ayrıca bir de hastane bulunmakta idi. tanzimat dönemine kadar yaşadığı görülen Enderun Okulu’nda Galata Sarayı,Eski Saray ve Edirne Sarayı gibi sarayların orta dereceli saray okullarını bitirenler kabul edilmekte idi.

Böylece Fatih’in kişiliği ve dönemi düşünce hayatı ile ilgili kısaca bilgi vermiş bulunuyoruz. Şimdi de bu dönemde yetişmiş olan bilginler ile onların eserlerinden söz edebiliriz:

Fatih zamanında matematik ve astronomi bakımından oldukça parlak denebilecek bir dönem başlamıştır.

(Türkiye Tarihi 2, s: 242-244)

Fatih Sultan Mehmet’in gösterdiği kişisel ilgi ve İstanbul’u fethinden sonra kurduğu eğitim kurumlarının etkisiyle Osmanlı bilimi yeni gelişmeler göstermeye başlamıştır. Bunun sonucunda 16. yy’da bazı bilim sahalarında parlak isimler ortaya çıkmış, bilime önemli ve orjinal katkılar yapılarak İslam bilim tarihinde çok canlı bir dönem yaşanmıştır. Fatih Sultan Mehmet, bir yandan İslam alimlerini himaye ederken, bir yandan da Trabzon’da yetişen Yunanlı bilim adamı Georgios Amirutzes ve oğluna, Batlamyus’un Coğrafya kitabını Arapça’ya tercüme etmelerini ve bir dünya haritası çizmelerini emretmiştir. Fatih’in Batı kültürüne olan ilgisi, daha şehzade iken Manisa Sarayı’nda başlamıştır. 1445'te İtalyan hümanisti Ciriaco d’Ancona ve Manisa Sarayında bulunan başka İtalyanlar ona Roma ve Batı tarihini okutuyorlardı. Patrik Gennadious, Hıristiyan inancını anlatan İ’tikadname ’sini Fatih için telif ederken, Francesco Berlinghieri Geographia,

Roberto Valtoroio ise De re Militari adlı eserlerini Fatih’e takdim etmek istemişlerdir. Diğer taraftan Fatih, devrinin alimlerini ihtisas sahalarında eser vermeleri için teşvik etmiş, Gazali’nin meşşai filozofların metafiziğe ait fikirlerine getirdiği Tehafüt el- Felasife adlı eserindeki tenkitleriyle ve İbn Rüşd’ün bu tenkitlere Tehafüt el-Tehafüt adlı eserinde verdiği cevapların mukayesesi için Hocazade ile Alaeddin el-Tusi’yi görevlendirmiş ve her ikisine de bu konuda birer eser yazdırmıştır.

(E. İhsanoğlu BCFF s: 28-29 )

Sinan Paşa (Sivrihisar, 30 kasım 1441- İstanbul, 1486):

Başvezir ve alim, tam adı Sinaneddin Yusuf b. Hızır bey b. Kadı Celaleddin Arif’tir. Annesi Molla Yegan’ın kızı, babası ise 2. Murat ve Fatih Sultan Mehmet dönemi alimlerinden Hızır Bey’dir. İlk öğrenimini Burbsa’da babasından aldı. Sonra öğretlmenleri (hocaları) arasında Molla Yegan, Molla hüsrev,molla Fenari, Molla Gürani ve Hocazade Muslihiddin Mustafa gibi devrin büyük alimleri arasındaki kimseler vardıb.İstanbul fethedilince Fatih, Sinan’ın babasını Bursa’dan getirterek İstanbul kadılığına atadı. Hızır Bey İstanbul’un ilk kadısıydı. Bu sırada henüz 16 yaşlarında olan Sinan,kısa sürede ilim meclislerine girmeye başladı. Ancak babasının ölümü üzerine (1459) daha yirmi yaşında iken önce Edirne’de bir medreseye, daha sonra Darülhadis’e müderris olarak atandı.

Fatih’in İstanbul’u bir ilim merkezi haline getirme ve devrinin sivrilmiş alimlerini buraya toplama politikasının sonucu olarak padişah hocası sanıyla İstanbul’a getirtildi ve Sahn medresesi müderrisliğine atandı. Fatihin büyük saygı gösterdiği Sinan Paşa bu atamadan sonra onun huzurunda yapılan tüm tartışmalara katıldı. Padişah ile yakınlığının artması sonucunda kendisene vezirlik rütbesi verildi ve bundan sonra Hoca Paşa ya da Sinan Paşa sanıyla anıldı.

(Osmanlılar Ansiklopedisi, YKY s: 542...)
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
8 Eylül 2006       Mesaj #37
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
OSMANLI DÜNYASINDA BİLİM
Osmanlı Bilimi,bir yönüyle İslam dünyasında bilimin,diğer yönleriyle Horasan ve Batı biliminin bir paçasıdır.Osmanlılar için 14. yılda başlayan düşünce/bilim çalışmaları,Fatih döneminde en yüksek noktasına ulaşmış,sonra kör topal 17. yy'a dek yaşamıştır.
Osmanlıllar "yapısı" gereği bilime düşman mıydı?
Osmanlıdaki bilim "Arap biliminin eksik " bir devamı mıydı?
Medrese ve Enderun,Osmanlı'daki bu iki eğitim kurumunun nitelikleri neydi?
Fatih Sultan Mehmet'e kafa tutan bilgeler kimlerdir?Fatih,Sinan Paşayı neden sürgüne gönderdi?
1900'de kurulan İstanbul Darülfünun Üniversitesi, Fatih Medreselerinin Devamı mıdır?
Fatih Medreseleri Neydi, Ne Değildi?
Fatih Medreselerinin Ders Proğramını Ali Kuşçu mu hazırladı?
Hangi Osmanlı bilgini eserini Türkçe yazdığı için özür dilemiştir?
Molla Lütfü ne dedi de idam edildi?
Takiyüddin'in Gözlemevi,hangi gerekçeyle topa tutularak yıkıldı?
18. yüzyılda yaşayan Erzurumlu İbrahim Hakkı, Darwin'den yüz yıl önce evrim kuramını mı ortaya attı?
Sekiz yıldan fazla şeyhülislamlık yapan Feyzullah Efendi birden neden din ve devlet düşmanı oluverdi? Cesedi,neden, önde papazların yürüdüğü Hıristiyanlara sürüklettirildi?
Bizde Osmanlı Tarihi çok kere ya Şovenist bir böbürlenmenin aracı yapılmış ya da ciddiye alınmamıştır. Tarihe şovenizm kompartımanından bakanlar var.Onlar Osmanlı Tarihini ve eylemlerini "pür" Türk ve "pür" İslam olarak "hep iyi,hep başarılı" görerek sunar.Oysa Osmanlı Devleti,bir hanedan devleti, Osmanlı tarihi de bir imparatorluk tarihidir;çok dinli,çok dilli bir uygarlık türüdür.Bilimi de öyle...Halil İnalcık, Ekmeleddin İhsanoğlu,Cemal Kafadar, Halil Berktay gibi anlayış olarak yeni diyebileceğimiz tarihçilerimiz,elbette bizlere gerçekleri anlatmaya başladı. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun şu betimlemesi çok yerindedir:"Cumhuriyet kompartımanından baktığımız zaman “Osmanlıları” topyekün “gerici” görme eğlimi belirir. Bu eğilimin temelinde de Osmanlı’nın “Batı’dan kopuk“ olduğu, düşüncesi yatar. Oysa Osmanlı, tarihte bir halkadır. Herkesin “ileri “ olduğu bir dünyada hep geri” değildir."
Çetin Altan ustamız “Osmanlı, hiçbir şey yapmamıştır” der. Bunu sanat, bilim anlamında, uygarlık anlamında söyler. Kanımca bu, doğru değildir. Kendisi, en azından Osmanlı’nın nice yetenekleri kesip biçtiğini, nice yetenekleri yetkisizleştirdiğini gösterir. Ayrıca o, “mesleksiz” insanları hep eleştirmiştir. Kendisi Marksizmi hala yaşayan bir dünya görüşü olarak savunur. O zaman 700 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl yaşadığının açıklaması gerek.
“Dünya Tarihi” gibi iddialı eserin büyük yazarı McNeill şu saptamayı yapar:
" Başka hiçbir İslam Devleti böylesine değişik ve böylesine etkili bir iç örgütlenme biçimi ortaya koyamadı ve hiçbiri dünya tarihinde Osmanlı İmparatorluğu' nun oynayacağı role uzaktan yakından benzer bir rol oynamadı" (William H. McNeill , Dünya Tarihi(s:271)
*****
Osmanlı Bilimi deyince Osmanlı Devleti döneminde ve onun egemen olduğu coğrafyada yaşayan bilimi anlıyoruz. Osmanlı Bilimi deyince bunu hemen Türk Bilimi diye nitelemek nesnel bir tavır olamaz. Ben, bu bilimin kökeni konusunda duyarlı olmaya çalışıyorum. Ama bunun bugüne doğrudan bir faydası yok.Çünkü geçmişte çok bilim adamı yetiştirmiş ulus/halkların bugün de çok yetkin bilim adamı yetiştireceği anlamına gelmiyor. Arapları örnek vereceğim. Araplar, geçmişte çok büyük bilim adamları yetiştirmişlerdir;ama bugün bilimsel çalışmaları çok zayıftır. Mısır uygarlığı, insanlık tarihinin en hayranlık uyandıran uygarlıklarındandı. Oysa bugünün Mısır’ı ne yazık ki dökülüyor. Terörle sarsılıyor.
Osmanlı bilimine dönüyorum. Bu bilimin dili, Arapça, Farsça ve Osmanlı Türkçesi'ydi. Osmanlı bilimini ortaya koyan insanların etnik kökenleri de dinleri de oldukça değişiktir. Bu kataloğun içinde Türkler, Araplar, İranlılar,Hintliler,Bizanslılar(Yunanlılar); Yahudiler, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve başkaları vardır.
Osmanlıda Bilimin Kökleri
"Osmanlı topraklarında biliminin oluşumunu ve gelişmesini, Osmanlı öncesi Selçuklu döneminde Anadolu şehirlerinde eski ilim kurumlarının yerleşmiş gelenekleri ile dönemin en önemli kültür merkezleri sayılan Mısır, Suriye, İran, Endülüs ve Türkistan’dan gelen bilim adamları gerçekleştirmiştir. İslam dünyasında 12. yy’da sönmeye başlayan düşünsel ve bilimsel etkinliği Osmanlı İmparatorluğu’nda yaklaşık 400 yıl sürebilmiştir. Osmanlılar İslam dünyasının kültürel ve ilmi hayatına yeni bir dinamizm ve zenginlik katmışlardır. Böylece İslam bilim geleneği, 16. yy’da zirveye ulaşmıştır. İslam uygarlığının eski merkezlerinin yanında Bursa, Edirne, İstanbul, Üsküp, Saraybosna gibi yeni kültür ve bilim merkezleri oluşmuştur."
(Ekmeleleddin İhsanoğlu, Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğuna, s:18-22)
Burada şu soruları tartışacağız: Osmanlılar,yapısı gereği bilime karşılar mıydı? Yapısı gereği derken İslam ve Türk niteliklerinden söz ediyorum. İslamiyet’in gericiliği ile Türklerin medeniyete değil askerliğe önem vermeleri sonucu Osmanlılar bilime set mi çekti?
Osmanlıda Bilim,Arap ve Fars Dillerindeki ilmin eksik ve bazen de yanlış birdevamı mıdır?
Ekmeleddin İhsanoğlu, bu konuları çok iyi araşatırıp bilgimize sundu.”Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğu’na” adlı eserinde. Bu konudaki röportajında Şahin Alpay soruyor: “Vurgulamak istediğiniz esas noktalar neler?”
E. İhsanoğlu yanıt veriyor:
“Birincisi, klasik Osmanlı döneminde bilimin, Adnan Adıvar’ın dediği gibi “Arap ve Fars dillerindeki ilmin eksik ve bazen de yanlış bir devamından ibaret ” olmadığına; astronomide, matematikte,vs. özgün katkılar olduğuna dikkat çekiyorum.
Ayrıca Osmanlılar, Türkçe’yi bilim dili haline getirdiler. Önceki Türk devletleri bunu yapamadılar. Osmanlıca, devrinin bir bilim dili olarak Arapça ve Farsça’nın önüne geçti. Osmanlılar, batı bilimini İslam dünyasına aktarmaya girişitiklerinde, bunu Türkçe yaptılar. Araplar ve Farslar bilim dili olarak önce Türkçe’yi gördüler.
İkinci nokta, Adıvar’ın ileri sürdüğünün aksine Osmanlılarla Batı bilimi arasında bir duvar bulunmadığı. Osmanlılar bilime set çekmediler. Batı bilimi ile 16. yy’dan itibaren ilişki kurdular;selektif bir transfer yaptılar. Çünkü kendilerine yeterli bir gelenekleri,literatürleri vardı. Kendilerinde olmayanı aldılar. Coğrafyada Piri Reis, hem İslam kaynaklarından, hem kendi gözlemlerinden hem de Batı kaynaklarından yararlanıyordu. Osmanlı ihtiyaç duyduğunu,işine yarayanı alıyordu.”
(E. İhsanoğlu, http://www.milliyet.com.tr/1996/12/13entel/osmanli.html, 20.08.1999)

Medreseler ve Enderun
Osmanlı devletinin iki eğitim kurumu vardı: medreseler ve enderun.
Medreseler, bir bakıma ortaçağın üniversiteleriydi. İlk medrese, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alpaslan’ın isteği üzerine Nişabur’da kurulmuştu. Bunu, başka kentlerdeki medreseler izledi.(BilimTarihi, Doruk Ya s: 118)
Medrese, “ders okunan yer” anlamına geliyor. Şerafettin Turan hocamız, A. Sayılı hocamıza atfen " İlk medreseler, Türklerin yoğun olduğu Horasan ve Maveraünnehir yörelerinde kurulmuş ve Selçuklular döneminde resmi kurum niteliğine kavuşmuştur. Bu nedenle medrese sisteminin Türklerin eseri olduğu kabul edilmektedir." demektedir.(Ş. Turan,Türk Kültür Tarihi, s: 166) Abbasiler zamanında,9. yy'da Bilgelik Evi, daha önce kurulan Cundişapur Tıp okulu, Harran Medresesi bulunduğuna göre bu görüş doğru değildir.
İznik Medresesi
Osmanlıda ilk bilim yuvası nerede kurduldu denirse, bunun Orhan Bey zamanında 1330'da İznik’te kurulan İznik Medresesi olduğunu söyleyebiliriz. Medreseler, Selçuklulardan devralınan kurumlardı. İznik Medresesi, her yönüyle Selçuklu Medreselerinin bir devamı niteliğindeydi. Öt yandanİznik , Bizans devrinden beri önemli bir dinsel ve bilimsel merkezdi. Sufi ulemadan Antakya’lı Abdurrahman el-Bistamî (öl: 1454) İznik için “ulemalar yuvası” demişti. Palamas da oradayken Taceddin Kürdi de bu medresede ders veriyordu. Bu ilk medresenin ilk baş müderrisi de Davud b. Mahmud el-Rumi el-Kayseri (öl: 1350) dir. Bu adam, Mısır’da okudu, akli ve nakli bilimlerde uzmandı. Muhyiddin ibnu’l-Arabi’nin Fususu’l-Hikem adlı eserine yazdığı bir açıklamada(şerhte) tasavvufu savundu; bu açıklama, tasavvufun Osmanlı topraklarında tanınmasını sağladı. Diğer önemli bir nokta, İznik medresesinde pratik bir amaç için bilim tahsil edilmediği, belki bilimi bilim için tahsil etmek istediklerini gösteren bir tutumun görülmesidir. Gerçekten Taceddin-i Kürdi’nin yerine geçen Kara Alaaddin (öl: 1393?) zamanında Orhan Bey, medreseye başvurdu ve büyüyen ordusu biçin bir kadı atanmasını istedi. Ancak müderris ve mezunlardan hiçkimse, bu işi kabul etmedi. Bu isteksizlikte kadılığın dünya ve ahirette sorumluluğa sebep olacağı kaygısı da rol oynamış olabilir.
Bursa Medresesi
Osmanlılarda İznik Medresesi’nden sonra açılan ikinci medrese, Bursa Medresesi’dir. Bursa, Osmanlıların ilk başkentiydi. Bursa’da,1. Murat döreminde Manastır Medresesi'nde Molla Fenari ders vermiştir.
. Orhan Bey, komutanlarından Lala Şahin Paşa’ya İznik’in fethinde gösterdiği yararlılıktan dolayı kendine ganimet malı bağışlamıştı. Lala Şahin Paşa da bu ganimet malıyla bir medrese kurulmasını istemişti. Burada okutulan dersler hakında bilgimiz yoktur. Ancak hemen bütün bilim kitapları Arapça yazıldığından Arapça’nın programlarda önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. Fıkıh ve Kelam yanında akli bilimlerden mantık ve matematiğin de tümüyle önemsenmediği kestirilebilir. Bu bilimlere ilişkin bir esere rastlanmamaktadır(Türkiye Tarihi 2, s:237).
Davud-ı Kayseri, Orhan Gazi’nin yaptırdığı İznik medresesinin ilk müderrisidir. Babasının adı Mahmut’tur. Hem medrese, hem de tasavvuf ilimlerinde kendini göstermiş değerli bir adamdı. İlk öğrenimini memleketinde yaptı; sonra o tarihlerde yani 14. yy’ın ilk yarısında şer’i ilimlerin ve Arap edebiyatının uzmanlık bölgesi olan Kahire’ye gitti. Sonra memlekete döndü. Muhyiddin Arabi ’nin üvey oğlu Şeyh Sadreddin Konevi’nin ardıllarından Kemaleddin Kaşani’ye intisa irfanen de yetişti. Birçok öğrenci yetiştirdi. Ününü duyan Orhan Gazi kendisini çağırdı ve İznik medresesine müderris olarak atadı. 1350 yılında öldü ve o tarihe kadar burada müderrislik yaptı. Mezarı, İznik-Çınardibi’ ndedir.
Davud-i Kayseri, Muhyiddin Arabi’nin Fususü’l-hikem adlı büyük eserine mükemmel bir açıklama yazarak zeka ve gelişmişliğini gösterdi. Bu eser, Hindistan’da da basılmıştır. Bu adamın on üç eseri daha vardır ve hemen hepsi de felsefidir. Bunlar arasında büyük arif İbn-i Farız’ın Kaside-i Tâiye şerhi (Dip not: Bu kasideler büyük ve küçük olarak iki tanedir. Davud Kayseri’nin şerh ettiği 750 beyitli büyük kasidesidir. Bu kasideye Molla Cami ile Fergani de şerh yazmıştır) Aruz-i Endülüsi şerhi, kaside-i hamriyye şerhi, meratib-i Tevhid ve Nihayetü’l-beyan vardır. Osmanlı memleketlerinde ilk kez Muhyiddin Arabi felsefesini (Vahdet-i vücutçuluğu) yayan Davud-i Kayseri’dir.
İznik Medresesi’nin ilk baş müderrisi, Davud-ı Kayseri 'dir. O dönemin önemli kentlerinden Kahire'de(Mısır) eğitim gördü. Şöhretini duyan Orhan Gazi kendisini davet etti, 1350 yılında ölene dek İznik Medresesi’nde müderrislik yaptı. Osmanlı memleketlerinde tasavvufun, yani Muhyiddin Arabi felsefesini (vahdet-i vücutçuluğu) yayınlayan ilk insan Davud-i Kayseri’dir. Muhyiddin Arabi'nin Fusüsü'l-hikem isimli büyük eserine mükemmel bir şerh (açıklama) yazarak zeka ve dikkatini göstermiştir; Davud-i Kayseri'nin bu eseri Hindistan'da bile basılmıştır.(Uzunçarşılı, s: 647-48)
Daha sonra Bursa ve Edirne' de medreseler açıldı. Medreselerin yüksek bölümü ücretsiz ve yatılıydı. Yüksek bölümden mezun olanlar, medrese hocası (müderris), kadı ya da yönetici oluyordu. Medereselerde din ve ahlak bilgileri öğretiliyordu. Bugün de ortaöğretimimiz öyle değil mi? 15. ve 16. yüzyıllarda doğa bilimleri, tıp ve matematik eğitimine de raslanıyordu. Bunlar, İbni Sina, Biruni, Farabi gibi Ortaçağ İslam düşünürlerinin yapıtlarına dayanıyordu . Fakat 16. yüzyıldan sonra bunlar da okutulmaz oldu.
Enderun
Enderun' a devşirme çocuklar alınırdı. Türk asıllı olmayan bu çocuklara, Türkçe ve İslam dini öğretilirdi. Enderun Mektebi, 1. Murat zamanında kuruldu. Buradan devlet için yönetici ve teknik kadro yetişiyordu. Enderun Okulu, Arap-İslam kültürünün egemenliğine karşı başarılı, Batı düzeyinde bir eğitim kurumuydu. Birkaç kere açıp kapattılar. Galatasaray Enderunu, devletin en başta gelen eğitim ocağı sayılırdı. İslami bilgilerin Medresedeki egemenliğine karşı; Endrun'da, Türkçe, fen, sanat, yönetim gibi laik bilimler okutulurdu.
(O. Bilim s:15-16 ve B.Güvenç Türk Kimliği, s: 198)
Enderun ve İç Oğlanları
Sarayın Enderun yani içeri (Harem-i hümayun) halkı, devşirme denilen Hıristiyan tebaadan veya savaşlarda esir alınıp yetiştirilen gençlerden oluşuyordu. Bu çocuklar, devşirme yasasası gereğince 8-18 yaşları arasında toplanarak önce Enderun dışındaki Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı ve bir ara İskender Çelebi Sarayı(Dip not: eski adı Makrihore veya Makrıköy olan şimdiki Bakırköy 1697 yılında bu sarayın yerine baruthane yaptırılmıştır) denilen saraylarla Edirne Sarayında tahsil ve terbiye görüp İslam ve Türk adet ve geleneklerini öğrendikten sonra Enderundaki gereksinime ve kıdemlerine göre Yeni Saraydaki büyük ve küçük odalara verilir ve bu odalarda da tahsil görüp saray adap ve erkanını öğrendikten sonra yeteneklerine ve uygunluklarına göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarından birine çıkarılırlar ve buraya ait hizmet ve görevleri görürlerdi.Gerek saraydaki gerekse saray dışındaki saraylarda (Edirne, Galata, İbrahim Paşa, İskender çelebi sarayları gibi) ve gerek Enderundaki küçük, büyük odalarla kiler ve hazine odalarından yaşları gelenler hemen Kapıkulu süvarisi olmak üzere-oda dereceliren göre çıkarılır ve farklı ödenekler verilirdi. Enderundaki gençlere Kuran ile birlikte Türkçe, Arapça ve Farsça öğretilir ve bunun yanısıra spor hareketleri (güreş, atlama, koşu, meç, ok atma, tomak gibi) yaptırılırdı.Küçük ve büyük oda oğlanları dolama denen üst elbisesi giydikleri için Dolamalı adı da verilirdi. 1635'te Sultan 4. Murat zamanında oluşturulan Seferli Koğuşu Oğlanları önce padişahın ve Enderun mensuplarının çamaşırlarını yıkarlanrken sonraları örgütü genişletilerek sarayın hanende, sazende, kemankeş pehlivan, berber, hamamcı ve tellaklarını yetiştirmiştir. Bu odanın büyük yetkilisi saray kethüdasıydı; her sınıfın çamaşırcıbaşı, sazendebaşı gibi yetkilileri vardı.
Kiler koğuşu derece bakımından Seferliden yüksekti; başları olan kilercibaşı, sultanın yemeğini bizzat önüne koyardı; kiler iç oğlarnları sultanın ve ve sarayın ekmek, et, yemiş, tatlı şerbet vb gibi yiyecek içeçek şeylerini hazırlar, saray odalarıyla saray camisine ait mumları bulur ve depolardı. Bu odanın kilercibaşıdan başka kiler kethüdası, peşkirci başı, mumbaşı gibi isimlerde oda zabitleri vardı.Derecesi kiler koğuşundan daha yüksek olan hazirne koğuşu amirine Enderun baş hazinedarı delirdi;bu oda oğlanları Enderun hazinebsini korurlardı;Enderun hazinesihnde altın, gümüş paradan başka mücevherler,elmaslar,kürkler, şallar, elbiselik kıymetli kumaşlar,altın, gümüş ve mücevherli vesair kıymetli eşya bulunurdu.
Hasoda, hazine koğşunun üstünde olup padişaha en yakın olanlar burada bulup hizmet ederlerdi;asıl Enderun ağaları denilen sınıf bu hasodalılardı;bu odanın en büyük zabiti Hasoda başı ile silahdar, çuhadar, rikabdar’dı;hasoda efradı kırk kişiden oluşurdu ve burada münhal oldukça hazire oasının en kıdemlisi buraya alınırdı; eğer gereksinim iki olursa bu ikinci açık yere deKiler odasının sıra bekleyen en eskisi ve açık üç ise seferli koğşuşunun kıdemlisi nakledilirdi.
Hasodalıların asıl görevi Hırka-i Şerif dairesinin temizlenip süpürülmesi ile geceleri ödağacı yakmak,gül suyu serpmek,şamdah,parmaklık ve diğer metale(madeni) eşyayı parlatmak ve temizlemek gibi hizmetlerdi ve bunlar nöbetle yapılırdı.
Oda zabitlerinden Hasodabaşı, törende padişahın elbisesini giydirir ve çıkarırdı; silahdar, törende (merasimde) at üzerinde sağ omzundu padişahın kılıcını taşır; çuhadar yine törende padişahın kaputunu götürüp halka çil para serper ; rikabdar ise padişahın çizmelerine bakıp ayağını giydirirdi. sonradah bu çizme giydirme işi başkasın verildi; rikabdar padişah ata binerken atın özengisini tutardı.
Ak Hadım Ağaları
Osmanlı sarayının Babü’s-sade denilen kapısını akağalar denilen beyaz hadımağaları korurdu; 15. yy’ile 16. yy sonların yakın zamana kadar Osmanlı sarayının en büyük, en nüfuzlu ağası Babü’s-sde veya Kapı Ağası idi. kapı Ağasının emirndeki akhadımlar sarayın u kapısını korurlardı.; bunların sayısı otuz kadardı. zabit olar kapı ağasından sonra Saray Ağası ile Saray kethüdası gelirdi(s: 522).
Kara Hadım Ağaları
Bunlar, Osmanlı sarayının kadınların bulunduğu harem kısımndaki ağalardı.;kara hadımların en büyük amirine Darü’s-Saade ağası veya Kızlar ağası denilirdi. Kzlaağası ile maiyyeti 16. yy sonlarına kadar kapı Ağasına bağlıydılar.Kara hadım ağalarına sarayın kadınlarına ait kısmının hzmetinden dolayı Harem Ağaları da denilirdi.
(İ.H.Uzunçarşılı,Osmanlı Tarihi 2. Cilt s: 520-523 )

Kadızade el-Rumi (1364, Bursa,Türkiye- 1436, Semerkant,Özbekistan)
Kadı-Zade “kadının (yargıcın) oğlu” anlamına gelir ve onun için babasının kadı olduğun sanılıyor. Bununla birlikte gerçek ismi Kadızade değil, Salih el-Din Musa Paşa idi. Dilgan, bazı tarihçilerin Kadızade’nin ismine ilişkin hatalar yaptıklarına dikkat çekmektedir. Örneğin Montucla,onun İslam’ı kabul etmiş bir Yunanlı olduğunu söylemiştir. Dilgan, bunun el-Rumi isminin yanlış anlaşılmasından ortaya çıktığını öne sürmektedir:
“... Anadolu’da yaşamış, Romalı (Yunanlı değil) anlamına gelen, Rum olarak adlandırılan insanlar içindi,çünkü bir zamanlar Anadolu Romalı idi.”
Kadızade, memleketi olan Bursa’da yetişti. Standart eğitimini Basra’da tamamladı ve sonra el-Fenari ile geometri ve astronomi çalıştı. El-Fenari, Kadızade’nin matematik ve astronomi üzerine büyük bir yeteneği olduğunu gördü ve ona imparatorluğun kültür merkezleri olan Horasan ya da Transoksanya’yı (bugünkü Özbeksitan) ziyaret etmesini öğütledi. Orada zamanının en iyi matemetikçileri ile görüşme olanağından yararlanabilirdi.Kadızade henüz genç bir insan iken,Timur,bugünkü İran,Irak ve Doğu Türkiye’ye kadar uzanan imparatorluğa hükmediyorrdu. Timur 1405'te ölünce imparatorluk oğulları arasında bölündü. Şah Ruh,Timur’un dördüncü oğluydu ve 1407'de Semerkant’ın kontrolünü yeniden kazanarak,İran ve Türkistan dahil,imparatorluğun çoğunun denetimini elde etmişti. Kadızade’ye ziyaret etmesi önerilen kültürel merkezler, Horasan’daki Herat’ı (bugünkü Batı Afganistan’da) ve Özbekistan’daki Buhara ve Semerkant’ı kapsamaktaydı.
Kadızade bu şehirleri ziyaret etmek için 1407'den sonra yola çıktığı biliniyor. Bir kariyere başlamak için yola çıktığında gerçekte genç bir adam değil de kırk yaşın üzerinde bir adamdı. Bu girişim için neden bu kadar beklediği açık değildir. Bir matematikçi olarak ve 1383'te Bursa’da yazdığı, halen varolan aritmetik üzerine ilmi bir eser ile zaten iyi bin ün kazanmıştı. Bu, aritmetik, cebir ve ölçme yöntemlerini kapsayan bir çalışma idi.
Birçok kenti gezen Kadızade,1410 dolayında Semerkant’a ulaştı.Önceki yıl babası Timur’un imparatorluğunun kontrolüne ele geçirmiş olan Şah Ruh, Horasan’daki Herat’ı yeni başkent yapmaya karar verdi ve Semerkant’ın kontrolünü kendi oğlu Uluğ Bey’e verdi. Kadızade, 1410'da Semerkant’ta kendisiyle karışılaştığında, Uluğ Bey sadece 17 yaşındaydı. Siyaset ya da askeri fetihten çok, bilim ve kültür ile ilgileniyordu. Fakat bununla birlikte tüm imparatorluğun vekil hükümdarı ve özellikle Maveraünnehir bölgesinin tek hakimi ve hükümdarıydı. Yaşamının geri kalanını Semerkant’ta geçirmesinden dolayı,Uluğ beyle buluşmak Kadızade için kesinlikle tam bir dönüm noktası olmuştur. Bu şehirde evlendi ve oğlu Şems el-Din Muhhammet burada doğdu.
Kadızade, Semerkant’taki ilk yılları boyunca, matematik ve astronomiyle ilgili bir dizi tefsir yazdı. Bunlar, Uluğ Bey için yazılymış gibi görünüyordu ve Kadızade parlak ve genç bir matematikçinin öğretmeni olarak materyal hazırlıyor gibi görünüyordu. Astronom el-Jaghmini’nin icmali üzerine bir tefsiri 1412-13'te Kadızade tarafından yazıldı,aynı zamanda,ikinci bir tefsir de el-Semerkandi’nin bir çalışması üzerineydi. Bu ikinci tefsir,el-Semerkandi’nin Öklid’in 35 önermesini incelediği sade 20 sayfalkı ünlü kısa çalışması üzerinedir. Kadızda, bu çalışmayı 1412'de yazdı.
Belki de Kadızade’nin cesaretlendirdiği Uluğ Bey, 1417'de, bir yükseköğretim merkezi olan medresenin yapımına başladı. Semerkant’taki Rigestan Meydanı’nın karşısında duran Medrese, 1420'de tamamlandı ve Uluğ Bey o zaman bulabildiği en iyi bilimadamalarını medresedeki öğretim pozisyonlarına atamaya başladı. Kadızade’nin yanısıra Uluğ bey,yaklaşık altmış diğer bilim adamı gibi, El-Kaşi’yi de medresesine katılmaya davet etti. El-Kaşi, Kadızade ve Uluğ Beyin kendisinin Semerkant’taki bu ünlü kuruluşun önde gelen astronomları ve matematikçileri olduklarından hiç şüphe yoktu.
Semerkant’ta 1424'te bir gözlemevi inşaatı başladı ve gözlemevei inşaat halindeyken El-Kaşi, Keşan’da yaşayan babasına Semerkant’taki bilimsel hayat hakkında mektuplar yazdı. El-Kaşi bu mektuplarda,Uluğ Bey ve Kadızade’nin matematikle ilgili iyeteneklerini övmekte,fakat onlarla kıyaslandığında öteki bilim adamlarından ikinci derecede bahsetmekteydi. Bilimsel toplantılar,Uluğ Bey tarafından yönetilmekte idi ve bu oturumlarda astronomi üzerine sorunlar serbestçe tartışılıyordu. Bu sorunlar, El-Kaşi ve Kadızade hariç tümü için genellikle çok zordu.
Kadızade’nin en orjinal çalışması, dikkate değer bir doğrulukla sin 1°'in hesaplanmasıydı.
Yöntemlerini Sinüs Üzerine Risale adlı eserinde yayınladı. Bu problemin çözümü için El-Kaşi de bir yöntem bulmasına rağmen, iki yöntem farklıydı ve bu da iki takdire şayan bilim adamının da Semenrkant’ta aynı problekler üzerinde çalışıyor olduklarını göstermektedir. El-Kaşi gibi, Kadızade de sin 1 dereceyi 10-12'lik bir doğrulukla (eğer ondalık olarak açıklanırsa) hesaplanmıştır.
Semerkant’taki gözlemevinde başlanılmış olan asıl çalışma, Batlamyos’tan beri ilk geniş kapsamlı yıldız kataloğu olan Yıldızlar Kataloğu ’nun yapılmasıydı. Bu yıldız kataloğu Zij-i Sultani, 17. yy’a kadar bu tür çalışmalar için standart oluşturmuştur. Kadızade’nin ölümünü izleyen yıl olan 1437'de yayınlanmış olan eser 992 yıldızın konumlarını vermektedir. Katalog, gözlemevinde çalışan çok sayıda bilimadamının ortak bir çalışmasıydı;ama,elbette asıl katkıda bulunanlar Uluğ Bey, El-Kaşi ve Kadızade idi. Gözlemevinde yapılan gözlemlerin tablolarının yanı sıra, çalışma, takvim hesaplamalarını ve tirgonometrideki sonuçları da kapsamaktaydı.
Kadızade tarafından tamamlanmamış bir tefsir de Nasreddin el-Tusi’nin astronomi ile ilgili ilmi eseri üzerinedir. Günümüze ulaşan bu çalışmanın içerikleri (3) ‘te tamamlanmıştır. Birçok Müslüman astronomun ve matematikçinin tartıştığı Mekke’yi kaplama problemi üzerine Kadızade tarafından yapılan bir ilmi eser de halen bilinmektedir.”
(MacTutor History of Mathematics Mathematicians/Orçun Zorlular’ın çevirisi)

Müsbet bilimler konusunda matemaik ve astronomi bilgini Kadızade-i Rumi (Musa Başa b. Mahmud b. Mehmed Selahaddin (1337-1412), öğretimini Bursa’da yaptı. Kız kardeşinden başka kimseye haber vermeden Horasan’a oradan Türkistan’a giderek bilgisini artırmaya çalışmıştır. Timur’un torunu Uluğ Bey (1394-1449) zamanında Semerkant’ta bulunduğu sırada, müdür Gıyaseddin Cemşid’in ölümü üzerine Semerkant rasathanesi müdürlüğüne, aynı zamanda Semerkant Medresesi baş müderrisliğine getirildi.
Baş müderris bulunduğu sırada Uluğ Bey’in sebep göstermeden bir müderrisi azletmesi üzerine durumu anlatmış, dersten çekilmesine bir müderrisini kendisine sorulmadan azledilmesinin sebep olduğunu söylemiş, böylece bilim kurumlarına siyasilerin doğrudan hakim olamayacağına dair güzel bir ders vermiş, bilgin hükümdar, hocayı görevine iade ederek kadızade’nin gönlünü almıştır. Rasathane müdürlüğünde bulunduğu sırada hazırlamakta olan Zic-i Gürgani (Zic-i Ulug Bey) nin yazılışına katılmıştır. Eserleri:
(a) Mahmud b. Ömer el-Çağmini el-Harezmi (öl:1221)'nin El-Mulahhas fi’l-Hey ’e adlı kitabına yazdığı şerh.
(b) Şemseddin Semerkani (13.yy)'nin Euclides’in Kitab el Usul ’ünden geometri öncüleri ve üçgenlerin niteliklerine dair ikinci kitabındaki davalar üzerine kaleme aldığı Eşkal el-Tesis ’i şerhetmiştir.
(c) Muhtasar fi’l-hisab: Arapça üç kısım. Aritmetik, cebir, denklemler ve ölçmelerden oluşur.Faydalı, anlaşılması kolay bir aritmetik kitabı.
(d) En orijinal eseri Risale fi İstihraci’l-Ceyb derece Vahide adıyla Gıyaseddin Cemşid’in yazdığı kitaba yazdığı şerhtir. Kadızade, bu eserinde bir (s:238) derecelik yay sinüsünün hesabı daha iyi ve daha basit bir şekle sokmuştur. kadızade, gerçek bir astronomdu. Yetiştirdiği iki öğrencisi sonradan Tüarkiye’ye gelerek matematik ve astronomi ilimlerin yaymışlardır. Bunlar Fethullah Şirvani ve Ali Kuşçu’dur.
(Türkiye Tarihi 2,Osmanlı Devleti 1300-1600,Cem/Tarih, Ekim 1995, s:238-239)

Molla Fenari (Şemseddin Mehmet). Hamza oğlu, 1350 doğumlu. Bursa -Yenişehri Fener kasabasında doğduğu için Fenari adını aldı. Molla Fenari, Kara Hoca denen Alaadin'den ders aldı, sonra Konya Aksarayındaki Zincirli Medrese hocası Cemalüddin Aksarayi'den ders aldı(1376) ve oradan Kahire'ye gitti. Kahire'de dönemin ünlü hocalarından Bayburt'lu Molla Ekmel'den ders aldı. Molla Fenari, babasının düşüncesi olan tasavvufa da önem verdi ve Muhyiddin Arabi felsefesini yaymaya çalıştı. Osmanlılar zamanında Bursa'da müderrislik ve sonra kadılık yaptı.Yıldırım Bayezid'in ilgisini çekmişti, devlet işerinde görüşlerinden yararlanılmıştır. Bir çok kere Mısır ve yöresine gitti. Mısır ve Suriye bilginleri, kendisine tutkun olmakla birlikte onun vahdeti vücut felsefesine olana eğilimini önemli bir kusur sayıyorlardı. Memluk Sultanı Melik Müeyyed Şeyh'in daveti üzerine 1419'da Kahire'ye gitti. Oradaki alimlerle görüştü; ama onlarla Muhyiddin felsefesine ilişkin konularda onlarla tartışmaya girmemek için özen gösterdi; başka konularda görüşmeler yaptı..Bu da hakkında değişik yorumlar yapılmasına yol açtı.
Molla Fenari, Çelebi Sultan Mehmet zamanında padişaha gücenip Karamanoğlu Mehmet Bey'in yanına gitti. Karamanoğlu Mehmet Bey, ona büyük saygı gösterdi; kendisine günde bin, öğrencilerine de beş yüz akçe bağladı. Çelebi Mehmet, Karamoğlu'nu yenince Molla Fenari’yi alıp Bursa’ya götürdü. Bursa kadılığını verdi. Bu durum vezirlerle arasının açılmasına yol açtı.Molla Fenari, geride yazdığı yüzü aşkın eser ve bin ciltlik bir kütüphane bırakarak 1431 Mart ayında öldü. Molla Fenari, Davud Kayser'den sonra Osmanlı memleketlerinde vahdeti vücut felsefesinin yayılmasına çalışmış, aynı zamanda medreseden yetiştirdiği ilim adamları ile ulema mektebinin kurucusu olmuştur. Kendisinden sonra yetişmiş olan alimlerin hemen hepsi Molla Fenari okulundandır.Öldüğü zaman 150 bin altını olduğu ve cömert bir insan olduğu söylenir. Oğul ve torunları da kendi ünü nedeniyle ilk kez kırk akçe yövmiyeli müderris olmuşlardır.(Uzunrçarşılı, s: 648-50 )
Tıp
1.Murat ve Yıldırım Bayazid devirleri (1359-1402)'nde tıp konusuna gelince: Anadolu’da Türkçe ilk tıp kitabı Hekim Bereket’in Lübabu’n-Nuhab adlı Arapça eserden yaptığı çeviridir. Bu çeviri, 1312-1319 yılları arasında hükümdarlık yapmış olan Aydınoğlu Mehmet Bey adına yapılmıştır. Bundan sonra Murat b. İshak ’ın 1387 yılında yazdığı Havassu’l -Edviye adlı eseri dikkati çekmektedir. Birtakım ilaçların etkileri üzerinde kısaca durulan bu eserin hazırlanmasında, Zeyneddin b. İsmail Cürcani ’nin Zahire-i Harezşahi ve İbn Sina’nın ünlü El-Kanun fi’t-Tıb adlı eserlerinden yararlanılmıştır. Eserde bazı hastalıkların tedavisinden de kısaca bahsedilmektedir. Bu yüzyılda çevirildiği sanılan bir eser de Büveyhi Hükümdarı Alauddevle’ye sunulan, onun özel hekimi Ali b. Abbas b. El-Mecusi(öl: 994) ‘nin Kamilu’s-Sınaati’t-Tıbbıye adlı eserinin sağlık bilgisi ve hastalıkların tedavisi üzerinde duran bölümü ile ülserler, çiçek ve kızamığa dair bölümünün bir çevirisidir. Bu çevirinin 14. yy’da yapıldığı anlaşılmaktadır.
Eserini Türkçe Yazdığı İçin Okurundan Özür Dileyen Tıp Adamı
Bu dönemin en tanınmış hekim yazarı ise Hacı Paşa adı ile ünlü Celaleddin Hızır (öl:1413 ya da 1417)'dır. Mısır’da okumuştur. Öğrenci arkadaşları arasında şair Ahmedi, Şemseddin Fenari bulunduğu gibi, Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin ile bazı derslere birlikte devam ettiği bilinmektedir. Ancak yakalandığı bir hastalık yüzünden, öğrenimini tıp alanına yönelterek ünlü bir hekim olmuştur. Mısır’da tıp öğrenimini tamamladıktan sonra Kahire’de Mansuriye-Kalavun Hastanesi’ne başhekim atandı. Sonra yurduna dönerek Aydınoğlu İsa b. Mehmet b. Aydın’ın hizmetinde Ayasluğ ve Birgi’de çalıştı.
Tefsir ve tasavvufa dair de eserleri olan Hacı Paşa’nın tıp konusundaki eerlerini başında Aydınoğlu İsa Bey için 1381'de yazdığı Şifa ül-Eskam ve Deva ül-Alam (Hastalıklara Şifa ve Elemlere Çare) adlı Arapça eseri gelir. Eserinde Galenus ve İbn Sina tıbbını temel almakla birlikte, kişisel gözlemlerini de ekler. Anlatımı açık seçiktir. Gereksiz ayrıntılardan kaçınmıştır. Kitap dört “makale”, diğer deyişle dört bölüm halinde hazırlanmıştır... Hacı Paşa’nın bundan başka tıp konusunda iki eseri daha vardır. Bunlardan biri, Kitabu’t-talim (yazılışı 1369), öteki de Kitabu’s-Sa’ade ve’l-İkbal müretteb ala erbaa Akval adını taşımaktadır. Kitabu’t-talim aslında iki kitaba (s: 239) çok benzemektedir. İlk kitabından önemli farkı sonuna eklediği hekimlerin kıyafet ve davranışları ile iligili bahsin, ilk kitabında bulunmamasıdır. Kitabu’s-Saade’nin de, yakından incelenince, Hacı Paşa’nın ilk eseri Şifa’nın yeni bir bileşimi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu son eser Muntehabu’ş-Şifa (Şifadan Seçmeler) adı ile Türkçe’ye çevrilmiştir. İşin ilginç yanı, Hacı Paşa’nın kendisinin Türkçe olarak yazdığı Teshilu’ş-Şifa ’da verilen bilgiler de aslında kendi Arapça ilk eserinde verilen bilgilerin farklı bir çevirisinden ibaret olmasıdır. Bu eserin önsözünde Hacı Paşa’nın eserini herkesin anlayabilmesi için Türkçe yazdığı için özür dilemesi ise, üzerinde önemle durulması gereken ilginç bir konudur. Onun bu sözleri, bilim dili olarak Arapça dışında başka bir dilin, daha doğru bir deyişle bilginin ana dilinin dahi düşünülmediğini açık bir şekilde göstermektedir.
14. yy’ın, eserleri bugüne kalmış olan diğer bir bilgini ise, Şeyh Cemaleddin Aksarayi (Öl: 1388)'dir. Eseri Hallu’l- Mucez, İbni Sina’nın Kanun adlı ünlü eserinin İbnu’n-Nefis (1210-1288) tarafından Mucezu’l-kanun adı ile yapılmış olan özetinin bir açıklaması niteliğindedir. Bilindiği gibi İbnu’n-Nefis, küçük kan dolaşımını bulan bilgindir. Onun bu dolaşımı, ölüler üzerinde inceleme yapmadığı halde akli bir muhakeme ile keşfetmiş olduğu ileri sürülmüşse de, İbnu’n-Nefis’in bu görüşe mutlaka gözlem yapmış olması gerekir. 16. yy’da Batı’da küçük dolaşımı açıklayan Miguel Serveto da Villanova (1511-1553) ‘nın İbnu’n-Nefis ’ten haberdan olduğu bugün artık anlaşılmış bulunmaktadır.
Bu dönemin tanınmış ozanlarından (şairlerinden) Ahmedî (1334?-1413) ‘nin de Tıbba dair mesnevi şeklinde Tervihi’l-Ervah adlı manzum bir eser yazdığı görülüyor. Bu eserde ilkin Anatomi ile ilgili kısa fakat düzenli bilgi verilir; sonra da hastalıkların tedavilerinden bahsedilir. (15. yy’ın ilk yılında 12 Mayıs 1400'de Bursa’da Yıldırım Bayezıd’ın Daru’t-Tıp adı ile bir hastane açtığını biliyoruz.. Bu hastanede, usta hekimlerin çırak yetiştirmiş ollaları mümkündür.).
Bu devrin sonlarına doğru, yani 2. Murat zamanında yetişmiş ve bize iki eser bırakmış bir hekim yazar da Mukbil-zade Mümin’dir . 1437'de yazılmış olan Zahire-i Muradiye, Arapça ve Farsça kitaplardan Türkçe’ye çevrilmiş bir derlemedir. Özellikle Zeyneddin b. İsmail el-Cürcani (öl: 1135) ‘nin Arapça eseri Zahire-i Harezmşahi’den yararlandığı anlaşılmaktadır. Beş “makale” olarak düzenlenmiş olan bu eserde beyin, baş, göz, kulak, burun, mide ve yemek borusu hastalıkları üzerinde durulmaktadır. Arapça terimler arasında türkçe terimlerin serbestçe kullanılmış olması, eserin tasnif ve tertibi, bu eserin dikkate değer yanını teşkil etmektedir. Eserin en etraflı kısmı göz hastalıklarına aittir ve bu konuyla ve dağlamayla ilgili aletlerin resimleri de vardır. Kaynaklarını açıkça belirtmiş olması da yazarın lehine kaydedilmesi gereken bir husustur. Onun düşünce namusuna sahip bir yazar olduğunu göstermektedir.(s:240) Mukbil-zade’nin ikinci eseri Miftahu’n-Nur ve Hazainu’s-Surur adını taşır. Aynı hükümdara sunulmuştur. Bu eserde kısavca Anatomi (Teşrih) ve sağlık bilgisi verildikten sonra ayırntılı bir şekilde göz hastalıkları hakkında bilgi verilmektedir. Kitabın baş tarafında ayrıca bir hekimin nasıl olması gerektiği hakkında bilgi verilmektedir.
Bu dönemde tıp dışındaki konulara ilişkin eserleri pek göremiyoruz.Yalnızca Ali Hibetullah’ın Hulasatu’l-Minhac fi İlmi’l-Hisab adlı Arapça matematiğe ait bir eserinin bulunduğu biliniyor.
1. Mehmet zamanında ansiklopedik eserlere ilgi gösterilmeye başlandığı anlaşılıyor. Bu sırada Rukneddin Ahmet, Zekeriya el-Kazvini (1203-1283)'nin Acaibu’l-Mahlukat ve Garaibu’l-Mevcudat’ını Türkçe’ye çevirmiş ve 1. Mehmet’e sunmuştur. Bu eser, 1561'de Sururi tarafından da çevrilmiş;ayrıca çok sayıda özeti yapılmıştır.(Yazıcızade Ahmet Bican’ın Acibu’l-Mahlukat’ı da böyle bir özettir). Gözlem ve değerlendirme nitelikleri dolaysıyla “Ortaçağın Herodot’u yahut da Araplar’ın Plinus’u” sayılan Kazvini de Demiri’nin Hayatu’l-Hayvan adlı eserinden pek çok alıntı yapmıştır. Öyle anlaşılmaktadır ki dünyanın yuvarlak olduğu düşüncesi bu çeviri ile Osmanlı-Türk eserlerine geçmiş bulunmaktadır. Daha çok hayvan ve bitkilerden bahseden bu tih ansiklopedik eserlerin daha sonra da Türkçe’ye çevrilmiş bulunmaları,başta hükümdarlar olmak üzere böyle eserlere gösterilen ilginin bir sonucu olsa gerekir.
Bu sıralarda Hüsameddin Tokadi, gökkuşağı üzerine küçük bir kitap yazmış,fakat sonunda biraz bilime değinen bu sözleri için “bütün söylediklerim hep, filozofların öğretilerine göredir (mezheb-i hükeme üzeredir) günahtan sakınanlar ve şeriat yolunda gidenler (in), buna inanmamak gerekir” demeyi de ihmal etmemiştir. Onun bu sözleri, artık iyece belirmeye başlayan acı gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.
Semerkant'tan Kastamonu'ya
2.Murat devrinde Semerkant’tan Kastamonu’ya gelen ve orada kelam ve mantık dışında astronomi ve matematik de okutmuş olan Fethullah Şirvani’yi de bu vesileyle anmamız gerekiyor. Onun bu dersleri ile Osmanlılarda yüksek matematik ve astronomi eğitimi başlamıştır. Şirvani, bu eğitim sırasında hocası Kadızade’nin Eşkalu’t-Tesis açıklamasına ve Mahmud b. Ömeru’l-Harezmi (öl.1221)'nin El-Mulahhas fi’l-Hey’e adlı eserinde açıklamalar yazmıştır Öte yandan Mehmed b. Süleyman da 1398 yılında Muhammed b. Musa Kemaleddinu’d Demiri (1344-1405)'nin ünlü eseri Hayatu’l-Hayvan adlı Zooloji kitabını Türkçe’ye çevirmiştir. Bu eserde alfabetik sıra ile bine yakın hayvan adı geçer. Eser, bir tür hayvanlar alemi ansiklopedisi kabul edilebilir. Bundan başka 9. yy’da yaşamış olan Ebu Yusuf İbn Ali Hizan’ın veteriner hekimliği ile ilgili Kitbu’l- Hayl ve’l-Baytura adlı eseri de Türkçe’ye çevrilmiş ise de çeviri tarihi belli değildir.
(Türkiye Tarihi 2, Osmanlı Tarihi 1300-1600, Hüseyin G.Yurtaydın’ın yazısı s: 237-242)

Taşköpüzade Ahmed, 14. yy’da Osmanlı ulemasının hızla çoğaldığını belirtiyor. Fenari ve Davud, Anadolu Müslümanlığı üzerinde derin etkiler bırakan büyük Mağripli sufi Muhyiddin İbn Arabi ’den etkilenmişlerdir. İbn Arabi, 13. yy başında Selçuklu sarayında uzun süre kalmıştı ve çok güçlü yapıtları, Sadreddin Konevi ‘den Davud ve Fenari’ye kadar, onun öğretisine kendi damgalarını da vurmuş olan Anadolulu birçok öğrencisi tarafından açıklanmış (şerh edilmiş) ve yorumlanmıştır. Fenari’nin ailesi, İbn Arabi’nin Anadolu’daki en büyük öğrencilerinden Sadrettin Konevi’nin soyundan geliyordu. Burada, gayrimüslimlerle ilişki kurmaya yatkın ve uygun mistik bir İslam sözkonusudur; böyle bir İslamda “İsa ibn Meryem” çok önemli bir rol oynar ve Palamas’ın İznik’te tartıştığı imam, açıkça bu öğreti (Arabi’nin öğretisi) içinde yer alır. Ama uzlaşmacı tavırlara örnek gösterilebilecek olan yalnızca ulemanın İslamı değildir: Gezgin dervişlerin, Türkmen babalarının popüler ve fazla biçimci olmayan bir din anlayışları da böyledir. Bizans kaynaklarının “karışık barbar” dediği ve çifte kültürel kalıtı birleştiren bu topluluk, Türk-Hıristiyan evliliklerinden doğmuştur. Bizanslılar, her vesileyle keramet sahibi Türkleri yüceltir: Abdal Murad, Bizans çevrelerinde mucizeleriyle tanınmıştır; Bizans döneminde Bursa halkı ona yiyecek gönderirmiş. Emir Sultan, Bursa’dan kalkıp,ermişlik ününü duyduğu Bizanslı bir münzeviyi ziyaret etmek için Keşiş Dağı (Uludağ) na gitmiştir. Bu bölgede yaşayan ünlü Geyikli Baba, bir kilisede şarap içerek ve kılıcıyla Ayios Yeoryios’unkine benzer mucizeler gerçekleştirerek yaşamıştır. Bu özellikleri nedeniyle bölge Hıristiyanları ona iyi gözle bakmışlardır. Bursa sakinleri bir süre sonra, kentin Osmanlı Beyliğinin merkezi durumuna gelmesinin ardından, bir Arap gezgininin şaşkın bakışları arasında İsa’nın Muhammed’le eşdeğer biri olduğunu söyleyen bir vaizden yana tavır alırlar. Yüzyılın sonunda, Ankara’da Manuel II. Paleologos Türkçe müterciminden söz ederken, onun Müslüman olmasına rağmen, Hıristiyan atalarının dinine çok bağlı kaldığını söyler. Ayrıca Palamas’ın da İslam konusundaki görüşlerinde oldukça ılımlı olduğu dikkat çekmektedir. Kutsal Ruh’un barbar olsun, göçebe olsun, herkesin iyiliğini istediği düşüncesinde olan günah çıkarıcı Maksimos’tan, İslam’da bir “bağışlama ışığı” olduğunu söyleyen Matteo Blastares’e kadar, Bizansta her zaman İslamın bazı niteliklerini, özellikle de mutlak tektanrıcılığını çok önemseyen düşünürler olmuştur ve Palamas da bu akımın içinde yer alır.
Durum böyle olunca da Selanik başpiskoposuyla Türk imam arasında İznik’teki tartışmaya egemen olan serinkanlı hava ve anlaşma zemini bulma konusundaki karşılıklı irade daha iyi anlaşılmaktadır. Türk kaynaklarndan öğrendiğimiz biçimiyle 14.yy ortasında Osmanlı Beyliğinde egemen olan iklim Müslümlanlarla Hıristiyanlar arasındaki uzlaşmacı ilişkilere bütünüyle elverişlidir ve Palamas tarafından resmedilen ortamı da doğrular. Piskoposun mektubunun sonunda anlattığı biçimiyle İznik’teki teolojik tartışmanın sonucu gibi bölümler belirgin bir anlam kazanır:
Hafif bir gülümsemeyle şöyle konuşuyorum onlarla: “Formül düzleminde anlaşmış olsaydık,aynı dine mensup olurduk.” O zaman şöyle diyor Türklerden biri: “Anlaşacağımız gün gelecektir.” Ben, buna inandım ve bu anın çok çabuk gelmesini diledim
İnançlar arasında uyuşma isteği Bizanslı bir din adamının sözlerinden daha açık bir biçimde ifade edilemez. İslam tarafında ise 14. yy’da Osmanlı Beyliğinde derin etkiler bırakan İbn Arabi ve Mevlana evrensel açıklamalar getirmektedir.
Mağripli sufi Arabi şöyle der:
Yüreğim bütün biçimlere açıktır:putlar tapınağı, Hıristiyan papazın manastırı, Musa’nın on emri, müminlerin Kuran’ıdır, dinim sevgi dinidir.
Öte yandan Mevlana da şunları söylüyor:
Yolları ayrı olsa da amaç birdir. Kabe’nin yolu kimilerine göre Bizanstan, kimilerine göre İran’dan ya da Çinden geçer, Kimilerine göreyse Hindistan ya da Yemen tarafından .... Amaç ne imansızlıkta ne de imandadır (...) ve yolda birbirlerine, “haksızsın ve dinsizsin” diyenler yolun sonuna geldiklerinde unutuyorlar kavgalarını, çünkü amaçları birdi.
(Michel Balivet, Osmanlı Beyliği,Tarih Vakfı Yurt Yay: s: 3-5)
Ancak 13. yy’ın ünlü Botanik bilgini İbnü’l-Baytar (öl: 1248)'ın Kitabu’l-Cami fi’l-Edviyeti’l-Mufrede adlı eserinin kısaltılarak yapılmış bir çevirisi bulunmaktadır. Adını bilmediğimiz çevirmen, bu çeviriyi Aydın Oğlu Hızır Bey (1340-1348)'in emriyle yapmıştır. Bu çeviride hekimlikte kullanılan bitkiler ve bazı hayvani ürünler alfabetik sıraya konulmuş, bazı otların Türkçe adları yanına Yunanca adları da yazılmıştır. Tıp tarihi incelemeleri için faydalıdır.
İznik Medresesi’nin yetiştirdiği bilginlerden Şemseddin Mehmed bin Hamza el Fenari (öl: 1430-31), Karaman’da ve sonra Mısır’da eğitim gördü; tasavvuf, mantık ve başka akli ilimlerde ihtisas yapmış bir bilgindi. Yazdığı mantık kitabı 1886 yılında İstanbul’da basılmış ve medreselerden zamanlara kadar okutulmuştu. Akli bilimlere dair eseri Uveysatu’l-Efkar fi İhtiyarı uli’l-Ebsar’ da zor birçok meselenin çözümlerine ilişkin geniş bilgiler vermiş, diğer bazı sorunların çözüm yollarına karşı da itirazlarını belirtmiştir.(Hüseyin G. Yurdaydın, Türkiye Tarihi 2, s:238)
Osmanlılar, Kelam ve Tasavvuf
İmam Gazali, Osmanlı ulemasının en çok inecelediği ve tanıdığı İslam düşünürlerinden biridir. Gerçekten Gazali’nin tüm eserleri klasik çağda birçok kez kopya edildiği gibi,matbaanın girmesinden sonra da sık sık basılmıştır. Günümüzde Gazali, Türkiye’de büyük İslam düşünürlerinden eserleri en çok yayınlananlar arasındadır.
Hiç kuşkusuz, Gazali Osmanlıları etkileyen tek düşünür değildi. Belki en çok etileyen düşünür de değildi (s:59) Daha önce de belirttiğim gibi,Osmanlı düşüncesinde formel bir plüralizm sayesinde çeşitli İslam alimleri birarada incelenmişlerdir.Fakat Gazali’nin önemi şuradan geliyor: Osmanlı kültür hayatı, Gazali’nin başlattığı Kelam’la Tasavvuf’u uzlaştıran okulun mirasçısı olmuştur. Osmanlılarda sufiliğini meşruluğu, hatta Osmanlı sultanlarının birçoğunun bir tarikat mensubu olmaları bu sayede mümkün olmuştur. Hiç kuşkusuz Osmanlılarda da zaman zaman sünni katılığı savunan ulema ile, sufilerr arasında tartışmalar, kavgalar çıkmıştır. Fakat Osmanlı dünya görüşünde sufilik, hiçbir zaman şiilik, rafizilik, batınılik gibi reddedilen bir doktrin sayılmamıştır.
Kelam-Tasavvuf uzlaşması Osmanlı zihniyetini oluşturmuştur. Osmanlı esprisi eleştirel akla değil, nakilciliğe ve”kalb”e dayanıyordu. Aslında İslamda felsefe geleneği,Gazali’den sonra hemen son bulmamıştır. İbni Rüşd’ün Gazaliye karşı yazdığı reddiye (Tehafü al-Tehafüt ) İslam düşüncesinin klasikleri arasındadır. Fatih Sultan mehmet zamanında bu tartışma yeniden canlanmış ve bizzat sultanın da isteğiyle felsefe yanlıları ile karşıtları fikirlerini tartışşmışlardır.15. yüzyılın en güçlü alimlerinden Hacazade efendi, felsefeye şiddetle karşı çıkmış ve bir “Tehafüt” de(bu kez İbn Rüşd’e karşı) kendisi kaleme almıştır. Bundan sonra Osmanlı düşüncesinde felsefe, ancak Fahreddin Razi ve Nasreddin Tusi gibi düşünürlerin eserlerinde nakledildiği ölçüde yaşamıştır.
Osmanlı esprisinin eleştirel akla fazla yer vermemesi ve sufiliğin kazandığı güç, anlama ve ifade aracı olarak şiirin önemini çok artırmıştır. Gerçekten şiir Osmanlı kültüründe bugün ondan anladığımızdan çok farklı ve geniş bir yer işgal ediyordu. Osmanlı ulemasının ve hatta sultanlarının büyük bir kısmı aynı zamanda şairdirler. Şiirle ve şiirde ifadesini bulan “aşk”la kendilerini tanrıya adıyorlardı.Şiirde tasavvuf egemenliği o kadar mutlaktı ki, aslında tasavvufa içten inanmayan yazar ve şairler bile şiirlerinde sufi aşkı dile getirmişlerdir. Bununla birlikte Osmanlı tasavvufu tanrrıyla insanı vecd içinden birleşmesine ontolojik değer atfeden “Vahdet-ül Vücud” felsefesini ve “Ene’l Hak” doktrinini kesinlikle reddetmiştir.
Tanınmış oryantalist E.J.W.Gibb, bu yüzyılın başında yayınlanan klasik eserinde, sufiliğin Osmanlı edebiyatında nasıl bir dünya görüşü şeklini aldığını somut olarak anlatır. Konunun temsili niteliğini gözönünde bulundurarak, Gibb’in çizdiği tabloyu nakletmenin yararlı olacağını sanıyorum:
Mistik şairlerin ifade ettiklerine göre, Tanrı yaratılış dolaysıyla kendini göstermeye karar verince önce ışığından “Nur-u Muhammed” aydınlanmıştı. Sonra Tanrı, Nur’a bakmış ve içinden cismani dünyaya çıkartmıştı. Daha sonra ilk ruh ve giderek alçalan bir sıralama içinde çeşitli varlıkların ruhları yaratıldı. tanrı nihayet, bir kürsü ve büyük bir kalem yarattı ve “Ey kalem yaz!” dedi. Ve Kuran’ın ilk ilahi şekli yazıldı. Bundan sonra sekiz cennet yaratıldı. tanrı daha sonra kökü “kürsü”nün altında, dalları sekiz cennete uzanan büyük bir tuba ağacı yarattı. Sekiz cennetten sonra altı deniz, bundan sonra da yedi gök yaratıldı.
Gibb, Osmanlılarda yaygın “Yaratılış” kuramının şiirdeki ifadesini eserinde daha ayrıntılı olarak veriyor. Ancak yazarın da belirttiği gibi “yaradılış” kuramının bu şekli daha çok fazla okumamış kimseler, “avam” arasında yaygındı.- Ulema ve mütekallim takımı, özündü pek farklı olmasa da (s: 61) daha nüanslı bir görüş dile getirmişlerdir. Osmanlılarda “Kelam” ve “Tefsir” ilimlerine hasredilen binlerce eserde bu görüşler işlenmiştir.
Taşköprüzade Ahmet Efendi, Mevzuat-ül Ulum ’da(Arapça’dan tercüme ünlü eseri) Kelam ilmini şöyle tanımlıyor: “Bu bir ilimdir ki; anınla iktidar olunur; akaid-i diniye isbatına.. Bunun mevzu Hakk-ı Teali’nin zat ve sıfatıdır” Osmanlı alimi, Kelam’ın şüpheyi ortadan kaldırmak amacına yöneldiğine dikkati çektikten sonra filozoflara çatar ve ancak inançları sağlam ve her türlü şeri ilmi özümlemiş kimselerin “felsefe” ile uğraşabileceklerini ifade eder. Katip Çelebi de eserlerinde Osmanlı tarihinin tanınmış kelamcılarını belirtmiştir. Keşf-ül Fünun’da bunların tam bir listesini, Mizan-al Hak’da da en önemlilerini saymıştır. İlmin her dalına hakim olan bu büyük bilginler listesinde İmam Gazali, Fahreddin Razi, Kadı Baydavi, Adud al- Din İci, Saadettin Taftazani, Seyid ve Şerif Cürcani ve Calleddin Davvani gibi kimselerdir. Bu alimler kronolojik sıra içinde,11. yy’lla 15. yy arasında yaşamışlar ve daha çok birbirlerini tefsir ederek İslam dünya görüşünü akideler halinde özetleyen temel eserler vermişlerdir. 15. yy’dan itibaren bayrağı Osmanlı alimleri almış ve 17. yy’da Katip Çelebi’nin Keşf-ül Fünun ’da ifadesini bulan bir bilgi birikim başlamıştır.
Osmanlı düşüncesinin skolastik niteliğini daha önce degalerca belirttim. Bu yüzden yukarıdaki şahşiyetlerin az çok birbiren benzeyen eserlerini ve bunların tefsirlerini ayrı ayrı ele almkta büyük yarar yoktur. Bu eserler, 17. yy’dan itibaren çağdışı olmaya başlamışlardır. Bununla birlikte Osmanlı düşün hayatında 19. yy sonuna dek bu düşünce tarzı egemen olmuştur. Bu yüzden düşünce hatımızdaki (s: 62) kopukluğu sergilemek üzere, bu eserlerin en önemlilerinden birinden (ve de tefsirinden) daha ayrıntılı oylarak söz etmek isitiyorum.
Necmeddin Nesefi ve Saadeddin Taftazani
-Bir Özet-
12. ve 15. yy’larda yaşamış bu iki düşünür, Kelam ve Tefsir ilimlerinin en güçlü temsilcilerindendir. Her ikisi de Osmanlı olmamakla birlikte,tüm eserleri Osmanlı uleması arasında tanınıyor ve Osmanlı medreselerinde okutuluyordu. D’Ohsson, 18. yy’ın sonlarında “Osmanlı İmparatorluğunun Tablosu” başlıklı klasik eserinin ilk cildinde,İslami akideleri anlatırken, tümüyle Nesefi’ye dayanmış ve “Akaid” başlıklı ünlü eserini özetlemiştir. Katip Çelebi’nin “Büyük Saadettin” diye bahsettiği Taftazani ise, Nesefi’nin eseri hakıknda en çok beğenilen ve okunan tefsiri yazmıştır. Bu eserler- bunlara benzer birçok eserle birlikte- Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüne kadar medreselerde okutuldukları gibi,günümüzde de İslam ülkelerinde inceleme konusudurlar.
Taftazani’nin eseri 19. yy’da Batı dillerine de çevrilmiş olarak ve İslam dünya görüşünü temsil eden kalsiklerden biri olarak sunulmuştur.Eserin ilginç yanı- ve burada ele (s:63) almamızın nedeni-klasik felsefenin temel sorunlarına dini geleneğe dayanarak ve İslami akideler halinde cevap vermesidir. Daha açık bir ifadeyle, Saadeddin Taftazani “varlık nedir?”, “bilgi nedir?” “nasıl bilebiliriz?” gibi metafizik sorulara her türlü şüphenin ve tartışmanın dışında, dini dogmalarla yanıt vermektedir. Bu gibi soruların insanı ister istemez özgür düşünceye doğru zorlayacağı ve bizzat dogmaların da tartıyşma konusu yapılabileceği beklenebilir. Gerçekten böyle bir eğilimin taftazani’nin eserinde de mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Bu eğilimin yazarımızda devamlı mutezile mezhebiyle tartışma şeklinde somutlaştığını görüyoruz. Taftazani’nin,eserinde kendisinden beşyüz yıl önce yaşamış bir doktrinle devamlı savaşması bizi şaşırtmamalıdır. Aynı savaş Taftazani’den beşyüz yıl sonra da devam edecektir. Çünkü felsefi sorulara verilen yanıtları birer dini akide haline getirmek için,önce Kuran’ın “yaratılmış” ve aklın özgür olduğunu savunanları çürütmek gerekmektedir. Bu gereği Taftazani’nin devamlı olarak hissetmesi, kendisini de zaman zaman yazdıklarından şüphe ettiğini mi gösteriyor? Bu soruya yanıt aramak anlamsızdır. Sadece insan aklının, sonunda şüpheyi toptan reddeden dogmatik ürünler verse de şüphe etmeden düşünemeyeceğini teslim edelim.
Taftazani, eserinin girişinde, kelam ilmini “Tanrının birliğinnin ve niteliğinin (“sıfatının”) ilmi olarak tanımlıyor ve bu ilmin “şüphenin ve evhamın karanlıklarından uzak” olduğunu belirtiyor. Yazara göre İslamiyetin standart ilkeleri olan en çarpıcı ve en değerli inciler ve cevherler” N. Nesefi’nin Akaid’inde yer almıştır. Taftazani bu eseri on dokuz bölüm içinde yayımlamaktadır.
Horasanlı aleim,yorumunda,önce Kelamın İslami ilimleri içindeki yerini belirtiyor. Buna göre Şeri ilimleri (s: 64), “Fer”i ilimlerle, “asli” ilimler olmak üzere ikiye ayrılır. Kelam asli bir ilimdir.
Peygamberi ilk tanıyanlar (al-sahaba) ve onların izleyicileri (al-tabi’in) peygamber çağına çok yakın oldukları ve bu yüzden otoriteye dayanma olanağına sahip bulundukları için,şeri ilimleri yazılı olarak kaydetmeye ve sınıflandırmaya gerek duymamışlardı. Bu durum dini liderler arasında fikir ayrılıkları,yenilik eğilimleri (al-bida) ve kişisel hevesler (al-ahva) çıkana kadar devam etmiştir. Görüş ayrılıkları,ulemanın her durumu ayrı ayrı incelemesine ve önemli konularda örnek olabilecek kazai hükümler (al-fatavi) vermesine yol açtı. Böylece ulema arasında bir yandan doğru hükülmlere varmak için temel metinleri inceleme; öte yandan da bu amaçla ilkeler ve yöntemler geliştirme çabası başladı ve biriken malzemenin de tasnifi çabasına girişildi. Ferçeğe ulaşmada kullanılan deliller sayesinde varılan hükümler Fıkıh ilmini;kullanılan yöntemlenr Fıkıh usülünü ve bütün bunlardan çıkan temel gerçekler (“akideler”) de Kelam ilmini meydana getirmiştir. Bu açaklamadan onra Taftazani,Kelam ilmini temel ilim yapan nedenleri saymakta,bu gelişimde, Mutezile doktrininin yerini belirtmekte ve özellikle filozoflarla tartışmaktadır. Yazarımıza göre felsefi eserler Arapça’ya çevrildikten sonra Mutezile mensupları onun etkisiyle Kelam ilmine metafizik,fizik, matematik gibi unsurlara dahil ettiler ve sonunda onu felsefeden ayrıt edilemez hale getirdiler. Bu anlayış Müslümanlar arasında büyük tepkiler yarattı ve Kelam’a hücumlar başladı. Aslında bu hücumlar Kelam’ın kendisne değil, “İslami akideleri tahrip etmek isteyenlere ve filozof olma iddiasındakilerin çaresiz bir şekilde karanlığa sürüklediği kimselere karşı” idi. Oysa İslami ilimler içinde “en asil ilim” olan Kelam, dini akidelerin bilinmesi ve benimsenmesi için kaçınılmaz bir araçtı. (s: 65)
Kelam ilminin “asli ilimler” içindeki yerini böylece belirttikten sonra Sadettin Taftazani varlık ve bilgi kuramlarının açıklamasına girer. Yazar bu konudaki fikirlerini sofist (“sufasta”) olarak nitelediği düşünce şyekilleriyle polemik yaparak ortaya koymaktadır.
(O.Kimliği, s:60-66...)
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
8 Eylül 2006       Mesaj #38
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
İbni Sina
İslam Toplumlarında Bilim
İslam Bilimi deyince ne anlaşılmalı?İslam topraklarında bilimsel çalışmalar ne zaman başladı,ne zaman duraklamaya girdi ? İslam topraklarındaki bilime ivme veren nedir ? Kuran mı yoksa eski bilim mi ? Yunan klasiklerinin Arapça'ya çevrilmesinde Hıristiyanların, Süryanilerin ve çeşitli halkların katkıları olmuş mudur? Asiler, Gazali'nin ders notlarını görünce ne dediler de Gazali yeniden 4 yıl medreseye devam etti? Gazali,neyi savundu?
Katip Çelebi,Gazali'nin eseri İhyau Ulum’id-din için
" Eğer bu eser hariç, tüm İslami eserler tahrip olsaydı, İslamiyet yine de bir şey kaybetmezdi. ”derken kim "Gazali’nin tasavvufa dair İhyau Ulum’id-din adlı kitabı yalan hadislerle doludur" demiştir?
Büyük Selçuklu veziri Nizam-ül Mülk'ü öldüren sınıf arkadaşı kimdi? İslam topraklarındaki bilim İspanya'ya ne zaman ve nasıl geçti? İslam topraklarındaki ansiklopedistlerde ve bu arada Erzurumlu İbrahim Hakkı'da ilkel de olsa evrim kuramının izleri olduğunu biliyor musunuz? Erzurumlu İbrahim Hakkı hangi etkiler sonucu bilim dışı görüşleri savunmaya başladı? Ben sizi bir kısımını buraya yazabildiğim soruların yanıtlarıyla yüzyüze getireciğim.
Önce İslam Dünyasındaki Bilgelere ve İlgi Alanlarına Göz Atalım:
Cabir Ibn Hayyan (Geber)Kimya (Kimyanın babası) öl: 803
Al-Asmai Zooloji, Botanik, Animal Husbandry. 740 - 828
Al-Khwarizmi(Algorizm)Matematik,Astronomi,Coğrafya.(Algorithm,Algebra, calculus) 770 - 840
'Amr ibn Bahr Al-Cahiz,Zoologi, Arap Grameri, Rhetoric,Lexicography
776 - 868
Ibn Ishaq Al-Kindi (Alkindus)Felsefe, Fizik, Optik, Tıp,Matematik, Metalurji.800 - 873
Sabit Ibn Kurra (Thebit)Astronomi, Tıp, Geometri, Anatomi.836 - 901
'Abbas Ibn Firnas, Mechanics of Flight, Planetarium, Artificial Crystals. öl:888
Ali Ibn Rabban Al-Tabari,Tıp, Matematik, Caligraphy, Literature.838 - 870
Al-Battani (Albategnius),Astronomi, Matematik, Trigonometri.858 - 929
Al-Fargani (Al-Fraganus)Astronomy, Civil Engineering.C. 860
Al-Razi (Rhazes)Tıp, Ophthalmology, Smallpox,Kimya,Astronomi.864 - 930
Al-Farabi (Al-Pharabius),Sosyologi, Logic, Felsefe, Siyaset Bilimi,Muzik.870 - 950
Abul Hasan Ali Al-Mesudi,Geography, History.öl: 957
Al-Sufi (Azophi) Astronomi 903 - 986
Abu Al-Kasim Al-Zahravi (Albucasis),Surgery, Medicine. (Father of Modern Surgery) 936 - 1013
Muhammad Al-Buzcani,Matematik, Astronomi, Geometri,Trigonometri.940 - 997
Ibn Al-Haytam (Alhazen)Fizik, Optik, Matematik.965 - 1040
Al-Mawardi (Alboacen),Siyaset Bilimi, Sosyoloji, Jurisprudence, Ethics.972 - 1058
Abu Reyhan Al-Biruni,Astronomi, Matematik. (Dünyanın Çevresini ölçtü)973-1048
Ibn Sina (Avicenna) Tıp, Felsefe, Matematik, Astronomi.981 - 1037
Al-Zarqali (Arzachel)Astronomi (Usturlabı bulmuştur).1028 - 1087
Omar Al-Hayyam,Matematik, Şiir.1044 - 1123
Al-Gazali (Algazel)Sosyoloji, Teoloji, Felsefe.1058 - 1111
Müslüman Toledo'nun(1085), Korsika ve Malta'nın(1090), Provence 'in(1050), Sicilya (1091) ve Kudüs (Jerusalem (1099)'ın düşması.Birkaç Haçlı Seferi Müslüman kaynaklarının,yaşamlarının,mülklaerini,kurumlarının ve alt yapısının yüzyıllık bir dönemin üzerinden birinci hasar dalgası.
Abu Bakr Muhammad Ibn Yahya (Ibn Bajjah)Felsefe, Tıp, Matematik, Astronomi,Şiir, Muzik.1106 - 1138
Ibn Zuhr (Avenzoar)Cerrahi, Tıp.1091 - 1161
Al-Idrisi (Dreses)Coğrafya (Dünya Haritası, İlk küre).1099 - 1166
Ibn Tufayl, (AbdubacerFelsefe, Tıp, Şiir.1110 - 1185
Ibn Ruşd (AverroesFelsefe, Law, Tıp, Astronomi, Teoloji.1128 - 1198
Al-Bitruji (Alpetragius)Astronomy öl: 1204
Müslüman kaynaklarının, yaşamlarının, mülklerinin, kurumlarının ve altyapısının yüz on iki yıllık bir sürenin üzerinde ikinci hasar dalgası. Haçlı Seferleri (1217 - 1291) ve Moğol istilaları (1219 - 1329). Haçlılar, Kudüs'ten Müslüman İspanya'nın batısına kadar Akdeniz boyunca etkindi. Müslüman Kordoba'nın (1236), Valencia'nın (1238) ve Seville'nin (1248) Düşüşü. Doğudaki en Müslüman sınırdan, Orta ve Batı Asya, Hindistan, İran ve Arap anavatanına kadar Moğolların hasarı. Bağdat'ın Düşüşü (1258) ve Abbasi Halifeliği'nin sonu. İki milyon Müslüman Bağdat'ta katledildi. Önde gelen Müslüman medeniyet merkezlerindeki başlıca bilimsel kurumlar, laboratuvarlar ve altyapı imha edildi.
Ibn Al-Baitar Eczacılık,Botanik, Öl: 1248
Nasir Al-Din Al-Tusi Astronomi, Öklitçi Olmayan Geometri.1201 - 1274
Celaleddin Rumi Sosyoloji1207 - 1273
Ibn Al-Nafis Damişki, Anatomi1213 - 1288
Al-Fida (Abdulfeda)Astronomi, Coğrafya, Tarih.1273 - 1331
Muhammad Ibn Abdullah (Ibn Battuta)World Traveler. 75,000 mile voyage from Morocco to China and back.1304 - 1369
Ibn Haldun,Sosyoloji, Tarih Felsefesi, Siyaset Bilimi.1332 - 1395
Ulug Bey,Astronomi,1393 - 1449
Müslüman kaynaklarının,yaşamlarının,mülklerinin,kurumlarının ve alt yapısının üçüncü hasar dalgası. İspanya'da Müslüman egemenliğinin sonu'(1492). Granada'da Vivvarrambla halk meydanında bilim, edebiyat,felsefe ve kültür üzerine bir milyon ciltten fazla eser yakıldı. Afrika,Asya ve Amerika'da kolonileşme başladı.
Herhangibr başka yerdeki kıyaslanabilir bir gelişiminden iki yüz yıl önce,Türk bilimadamı Hezarfen Ahmet Çelebi,Galata Kulesi'nden havalanıp Boğaz üzerinden uçtu.Elli yıl sonra,Çelebi ailesinin bir diğer bireyi Logari Hasan Çelebi,ateşleme yakıtı olarak 150 okka( yaklaşık 300 pound) barut kullanarak ilk insanlı roketi gönderdi.
Güney Hindistan'da Misore Sultanı Tipu (1783-1799) dünyanın ilk savaş roketinin mucididir. Srirangapatana'da İngilizler tarafından ele geçirilen roketlerden ikisi,Londra'daki Woolwich topçuluk müzesi'nde sergilenmektedir. Roket motor muhafazası çok gözenekli çelikten yapılmıştır. 50 mm çapında ve 250 mm uzunluğundaki roket,900 metreden 1.5 km'ye kadar menzil performansına sahiptir.
(Dr.A.Zahoor:http://users.erols.com/zenithco/index.html)
İslamın Yükselişi ve Düşünce/ Bilim
İslam’ın yükselişi birden bire oldu. 632 yılında Hz.Muhammed’in ölümünden daha beş yıl geçmeden izleyicilerinin orduları hem Pers ve hem de Roma ordularını kesin bir şekilde yenilgiye uğrattılar. Bundan sonra uzun yıllar, karşılarına hiçbir kuvvet çıkamayacaktı. 8. yy’da İslamiyet, Orta Asya’dan İspanya'ya kadar uzanan geniş bir alanda egemenlik kurdu. Afrika ve Asya’daki Roma sömürgeleri,büyük öneme sahip Küçük Asya’nın(Anadolu) dışında Arapların ellerine geçti. Orta Asya’dan Hindistan içlerine uzanan Pers İmparatorluğu da aynı durumda idi. O zamandan itibaren bu geniş bölgenin büyük bir kısmı ortak bir kültür,ortak bir din ve ortak bir dille,birkaç yüzyıl kadar da ortak bir hükümete ve serbest ticaret koşullarına sahip olacaktı. Daha da uzun bir zaman din ve hac, Fas’tan Çin’e kadar,bilgin ve şairlere serbest geçiş sağladı.
Bu yayılma, kısa vadede, kültür ve bilimi büyük ölçüde etkiledi. O zamanın Arapları, uygarlığın (medeniyetin) yabancısı değillerdi. Kendi kurdukları kentler vardı ve Roma İmparatorluğu’ nun doğu ticaretinin örgütlenmesinde esaslı bir işlev görmüşlerdi.Ayrıca savaşlar ve fetihler, onları yeni halklar ve kültürlerle tanıştırdı. Fetihlerin kolaylığı, Akdeniz’in kentsel uygarlığını yerli halkın rızası ile ele geçirdiklerini gösterir. O tarihlerde halkın çok azı,giderek etkisizleşen bir hizmet karşılığı boyuna ağırlaşan vergiler koymaktan başka bir işe yaramayan imparatorluk yönetimini savunmak yanlısı değildi. Hıristiyanlığın resmi din olması gerçeği,İmparatorluğun Asya ve Afrika bölgelerindeki nüfusun direnmesine yardım edeceği yerde bu direnmeyi engelledi.Çünkü dalalet mezheplerine bağlı olan büyük çoğunluk müslüman Halifeler yönetiminde,ortodoks imparatorlarca yönetilmdikleri zamanlara oranla cezalandırılma tehlikesinden daha uzaktılar.”
İslam güçleri, işgal ettikleri bölgelerde kendi memuriyet gelirlerini sağlama bağladıktan sonra yerel ve kentsel ekonomilere karışmak yanlısı değillerdi. Şam’daki Emevi Halifeliği, tamamen Yunan yönetmenlerce ve Yunanca yönetiliyordu. Buna bağlı olarak İslam’ın kendine özgü bir ekonomik sistemi olmadı.Askeri kumandanın önceleri tam-kan Araplara münhasır olduğu,fakat sonraları Roma’daki gibi herhangi bir becerikli maceracının eline geçtiği son aşamaların klasik kentsel ekonomisinin basit bir şekli idi. Kölelik ortadan kalkmadı; ama köle arzının azlığından,bunlar artık sadece ev içi hizmetlerde kullanılır oldu. Kölelerin sürü halinde olduğu yerlerde kitle isyanları eksik olmadı. Örneğin Basra Körfezindeki güherçile ocaklarında zenci Zanj’ların isyanı Roma devrinin Spartaküsçülerinin isyanı kadar dehşetli oldu. Arazi,serf durumundaki,ağır şekilde vergilendirilmiş reaya tarafından ekilip biçiliyordu. Bunlar da sık sık isyan ettiler. Toplumcu(komünist) Karmatianların böyle bir isyanı yüzyıldan fazla sürdü.
Ticaretin canlanması ile klasik çağlara oranla tüccarların önemi daha bir arttı. Gerçekten de İslamın birliği, Roma İmparatorluğunun sıkıntılarla dolu son yıllarında yitirdiği geniş bölgenin yeniden tek bir yönetim altında ve daha da genişleyerek birleştirilmesine ve ademi merkezileştirilmesine olanak hazırladı,bu da ticareti büyük ölçüde artmasına yolaçtı. Korodoba’dan Buhara’ya dek müslümanlarca fethedilen hiçbir yerde,Roma gibi imparatorluğun kanını emen ve ekonomisini baskı altında tutan bir merkez olmadı. Mekke siyasi,ekonim ya da kültürel değil daima dini merkezdi. Sardece İskenderiye, Antakya ve Şam gibi eski kentler,yaşamlarında yeni bir canlılığa kavuşmakla kalmadılar;her tarafta Kahire,Bağdat ve Kordoba gibi aynı tarzda yeni kentler kuruldu. Bütün bu kentler birbirleriyle sürekli ilişki içindeydiler ve ürünlerinin farklılığı hem ticaretlerinin hem de teknik gelişmelerinin bir dayanağını oluşturdu. Bunlardan başka ,İslam kentleri, Roma İmparatorluğundaki durumun tersine,geriye kalan Doğu dünyasından kopuk değildi. İslam, Asya ve Avrupa biliminin odak noktası olmuştu. Sonuç olarak Yunan ve Roma teknolojisi bakımından oldukça yabancı ve erişilmez bir dizi yeni icat,aynı pota içinde toplanabilidi. Bunlara çelik, ipek, kağıt ve porselen gibi maddeler dahildir. Bu maddeler de 17. ve 18. yy’larda Batının büyük teknik ve bilimsel devrimine yol açacak daha sonraki gelişmelerin temelini oluşturdular.”
(J. Bernal, BilimTarihi, s: 191-192)
Ünlü Bilim Kenti: Bağdat
8. yüzyıl ortasında Dünyanın en ünlü kentlerinin listesine bir şehir daha eklenmişti: Bağdat . İlk Hıristiyan yüzyıllarında Mezopotamya bölgesinin ortası ve güneyi Perslerin elindeydi ve bunların başkenti şimdiki Bağdat’ın yakınlarında olan Ktesiphon’du. Bağdat, Farsça “Tanrıverdi” anlamına gelir.Bağdat, 750 de kuruldu. 1258' de yıkıldı. Kurucusu, Abbasi halifesi Mansur (Ebu Cafer). Dört yıl süreyle binlerce sanatkar, işçi, mimar, duvarcı, tuğlacı, marangoz, dekoratör, daire şeklinde bir modele göre bu güzel şehri oluşturdular. Şehri kuşatan üç sur vardı: Merkezinde halifenin sarayları ve konakları bulunuyordu. On yıl içinde bu genç başkent, huzurun, bilimin ve estetiğin kaynaştığı bir şehir oldu. Şairlerin anlattığına göre yerler, gül suyuyla yıkanıyordu. Yolların tozu miskti. Her yerden yeşillikler ve çiçekler fışkırıyordu. Kuşların cıvıltısı, huzuru besleyen doğal bir müzik şöleni gibiydi. Flüt sesleriyle hurilerin gümüş sesi birbirine karışıyordu. Bağdat, beşyüz yıl Doğu dünyasının parlayan bir kültür merkezi olarak kaldı.
( Bağdat bilgileriMsn Confused. Mahmud,İ.T., s: 112,Ortadoğu s: 18)
"Binbir Gece Masallarını " okumayan, halife saraylarının ününü duymayan var mıydı?
Bağdat' ta hafif yapılı kemerler, çöldeki serap gibi iç açıcıydı. Orada sanatçının eli, duvarların ağırlığını hantallığını kaldırmıştı. Şadırvanların suları, beyaz mermer kaplara akar ve insan, akanın su mu, yoksa mermer mi olduğunu anlayamazdı. Tüm duvarlar, tüm tavanlar, acaip nakışlarla cümlelerin çizilmiş ve yazılmış olduğu kabartma bir halı gibiydi. Arap yazısı, Arap nakışları gibi karışıktı, girintili çıtkıntılıdır. Yazıların yanında nakışlar, bilinmeyen bir dilde yazılar gibiydi. Yazılarda tanrı ve Muhammet övülür, halifelerin sarayı göklere çıkarılır ve insanların yaşadığı konutların en güzeli olduğu söylenir."
(İNİO s: 416-417)
Kitapçı Nedim' in Dükkanı
Saraydan Bağdat sokaklarına çıkarsanız, kitapçı Nedim' in dükkanını görürdünüz. "Dipte, yerdeki yığın yığın kitap arasında oturan dükkan sahibini görürsünüz. İlk bakışta burada değerli hiçbir şey yok gibidir. Kitaplar, ne pahalı parşömenden ne de Mısır papirüsündendir; Çin icadı ucuz kağıtlara yazılmışlardır.
Ama kağıt ve tozun bol olduğu bu dükkanda, yine de halife sarayından çok mucize vardı.
Kitapçı, hangi kitabı aradığınızı nezaketle sorar, kendisinin düzenlediği "fihrist" e şöyle bir göz atmanızı önerirdi. Bu, Arapça kitapların uzunca bir listesiydi: İran destanları, Yunan filozoflarının kitapları, Hintli bilim adamlarının eserleri toplanmıştı.
Sizi ne ilgilendiriyor?
Hindistan’da doğan matematik mi? Halklardan, ülkelerden bahseden coğrafya mı? Yoksa peygamberlerle hükümdarların tarihi mi?
İşte Tabari ' nin Dünya Tarihi . Bu büyük eserde bütün halklarla ülkelerin seçkin adamları hakkında; Musevilerin peygamberi Musa, Cihangir Büyük İskender, hükümdar Keyhüsrev ve imparator August hakkında bilgi bulabilirsiniz." Üstelik Tabari, hangi olayı kimden işittiğini belirtiyor; yani yazdıklarını belgelemek istiyordu.
" Yerle göğün oluşumunu bilmek isterseniz, Ptolemeus' un Arapça’ya çevrilmiş on altı ciltlik "Al- macasti" adlı eserini okuyabilirdiniz.." Kısacası Nedim' in dükkanı günümüzün Sahafları gibiymiş. Halifenin sarayından bile zengin. Bilgi zenginliği anlamında.
Kitap yakmak... Eski bir hastalık. Bir hadiste şöyle deniyordu : bilginlerin harcadığı mürekkeple, şehitlerin dökülen kanları tartıldı, bilginlerin mürekkepleri ağır geldi...Söylentiye göre ikinci halife Ömer zamanında zaptedilen İran' da pek çok kitap ele geçirilmiş. Kumandanlardan biri Ömer' e: " Kitapları ne yapalım, ganimet olarak alınan öbür eşyalarla birlikte Müslüman halka dağıtalım mı?" diye sormuş. Ömer de :" Kitaplar, Kuran' dakilerden bahsederse gereksiz demektir. Yok, söz konusu başka bir şeyse, o halde zararlıdır. Bunun için her iki halde de kitapları yakmalı" demiş.
Bu olayın İran' da değil, İskenderiye' de geçtiğini söyleyenler de vardır. İskenderiye' de kitaplıkları, Sezar' ın bazı lejyonerleri, Patrik Teofil ' in kışkırttığı bazı Hristiyanlar defalarca yakmıştı. Artanları da İskenderiye ' yi fetheden Araplar yakmıştı.
(İnsan Nasıl İnsan Oldu s:416-418)
Parlak Yüzyıllar
Her ülkenin ya da ulusun tarihinde inişler çıkışlar, zaferler yenilgiler vardır.Arapların da kitap yaktığı zamanların geride kaldığı zamanlar oldu. İslam ülkelerinin bugünkü konumlarına ve performanslarına bakılınca onların geçmişte de başarılı bir şeyler yapmış olduklarına pek inanılmaz.Oysa tarih bugün ileri olanın hep ileride ya da bugün geri olanın hep geride olduğu bir toplumsal akış örneği vermiyor.Bir zamanlar Mezopotamya uygarlıklar havzası değil miydi?Dev pramitleri yapan Mısırlılar,başka tüm halkları kendilerinden aşağıda görmüyorlar mıydı? Dünyanın ilk üniversetelirinin ilk Bilim Evlerinin açıldığı İran ve Irak bugün ne hallerde?...
Evet İslam toplumlarında da parlak yüzyıllar vardıMsn Grinokuzuncu, onuncu, on birinci,onikinci yüzyıllar...Bu yüzyıllar, İslam topraklarında bilimin yükselme devirleriydi. Şam ' da, Bağdat ' ta, Buhara ' da, Ürgenç 'te aralarında Araplar, İranlılar, Türkler,Hıristiyan ve Museviler' in bulunduğu bilim adamları doğayı serbestçe inceliyor; evrenin doğuşu ve kuruluşuyla ilgili sorunları serbestçe tartışıyorlardı. İslam biliminin en verimli devirleri, 9. 10. ve 11. yüzyıllardı.İslam İmparatorluğu,bir çok küçük devlete bölünmüştü. Ama bu, bilim adamlarının çalışmalarını engellemedi. Bunlar Kordova ' da, Buhara ' da, Bağdat ve Ürgenç ' te nerede olursa olsunlar her yerde kendilerini dünyanın vatandaşı sayarlardı. Her hükümdar, her emir ünlü bilgin ve şairleri sarayına çekmeye çalışırdı. Medreseler, kitaplıklar, gözlem evleri bir şehir için en muhteşem saraylardan da önemli sayılırdı.
(İnsan Nasıl İnsan Oldu s: 419 )


İslam Bilimine Işık Verenler
Kutsal sayılan hadis kitaplarında defalarca yinelenen şöyle bir hadis vardır: " Peygamber, ölüm döşeğindeydi. Etrafındaki sahabelere ' bana bir kağıt getirin de size bir şey yazayım ki bundan sonra sapmayasanız' diye seslendi. Orada bulunan Ömer, ' Peygamber hastalığın etkisiyle ne dediğini bilmiyor. Yanınızda Kuran var. Allah' ın kitabı bize yeter!' diyerek peygamberin yazmasını engelledi. "
(Aktaran Edip Yüksel, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, s: 25)
İslam Toplumları 8.ve 16. yy arasında büyük bilimsel çalışamlar yaptılar.Bu,çalışmalar, önce Yunan bilgelerinin eserlerinin çevirisiyle başladı.İslam bilim adamları bu çevirilerle yetinmemişler,ona kendileri de bir şeyler katarak zenginleştirmişler ve orjinallik kazandırmışlardır.İslam bilimi, 14. yy'dan itibaren Osmanlı İmparatorluğu topraklarında da iki yüz yıl kadar yaşamıştır.İslam toplumlarındaki bu çalışmalar,İslamın bir imparatorluk halini aldığı zamanda oldu. Bunun bir sonucu olarak İslam bilimine çeşitli halklar,çeşitli dilden ve dinden insanlar katkı yapmıştır.Nejat Bozkurt'tan aktarıyorum:
İslamiyetin başlangıcında, bilimlerin güçlenme ve yaratıcılık döneminde yer alan başlıca tanınmış kimseler oldukça farklı ve geniş bir coğrafyadan gelmişler ve birikimlerini ortaya koyarak bütünleştirmişlerdir: El Kindi (801-866) Kufe’den gelen bir Arap, El Farabi (870-950) Farab’dan gelmiş bir Türk, Ebubekir er Razi (854-925) Rey’den gelen bir İranlı, El Biruni (973-1051) Harezm’den gelen bir Türk, yine İbni Sina (980-1037) Türkistan, Buhara’dan gelen bir Türk, İbn ül Heysem (965-1040) Irak, Basra’dan gelmiş bir Arap ; İbni Rüşt (1126-1198) Endülüs Emevilerindendir, İspanya-Kordoba’dan gelen bir Araptır. Bütün bu farklı kültür ve coğrafyalardan gelen kimseler İslam dini etrafında toplanmışlardır. Bu ortak bilimsel etkinliğin temel itici gücü ya da lokomotifi Araplar olmuş ve bilim dili olarak da Arapça kullanılmıştır. Aynı zamanda Kur’an’ın dili de olan Arapça, kıvraklığı ve zenginliği nedeniyle İslam dünyasında özel bir öneme sahip bulunmaktaydı. Arap dilinin kendine özgülülüğü, İslam uygarlığında belirleyici ve cok önemli bir rol üstlenmekteydi. Bu dilin eğilip bükülebilmesi ve dikkate değer biçimde üretken olması çevirmenlere bilimsel ve teknik terimleri yaratma ya da onlara yeni karşılıklar bulma olanağını sağlamaktaydı. Özgün sözcüklerin, yeni kavramların bulunması ve yaratılmasında sağladığı kolaylık bakımından bu dilin özel bir verimliliği olmuştur.
(Nejat Bozkurt, Bilimler Tarihi ve Felsefesi, s: 20-21)
Bundan önce eski Yunandaki bilgeleri ve onların temel görüşlerini sunmaya,tartışmaya çalıştık. Batı Düşünce Tarihi, tüm gelenek ve dayanaklarını eski Yunan’dan aldığını belirtir. Bunda doğruluk payı vardır;ama bu görüş, ek*****r. Çünkü Hint, Çin, Babil ve Mezopotamya kültürlerinin kavşağındaki Ortadoğu halkları, eski Yunan düşüncesinin çeviricileri, koruyucuları ve gelişiricileri olmuşlardır. Bu bölümde işte tarihin bu verileriyle ilgili konularında tartışacağız.
"İslam Bilimi" Ne Demektir?
Bu sorunun önemini anlatmak için size bir anekdot sunmak istiyorum.
Bilim ve Ütopya dergisinin Mart 1999 (57. Sayı) kapak manşeti “İslam’ın Marx’ı: İbni Haldun” idi. Bir düşünün bakalım,bu nitelemede bir tutarsızılık var mı? Evet var. Bunu da dergi ,yaklaşık bir yıl sonra ( Nisan 2000-70. Sayı) açıkça yayımladı. “Şimdi Karl Marx da “Hıristiyan Marx’ı mı oluyor!” diye yazdı Ender Helvacıoğlu.(Bilim ve Ütopya, Nisan 2000, s: 9, 1. Dip not)
Aşağıda göstereceğim gibi İslam bilimi,yalnız Müslüman bilimcilerin çabaları demek değil.İslam dünyasındaki çeşitli halkların oluşturduğu,hatta başta Nasturilerin,Hristiyanların ve Yahudilerin katkı yaptığı bir olgudur.Bu konu,ortodoks inançlara sahip insanlar için önemli olmayabilir. Ama bir zamanlar İslam Topraklarında yeşeren ve Batı bilim ve düşünce hayatına kaynaklık eden çabaların 300-400 yıldır neden olmadığını açıklamak için bir veridir.
Şahin Alpay soruyor: “ Batı bilimi-İslam bilimi ya da bilimde İslam-batı geleneği ayırımı olur mu? Bilimin milleti olur mu?”
Bilim tarihçilerimizden Ekmeleddin İhsanoğlu bu soruya şu yanıtı veriyor:
“ Örneğin Yunan, Çin, Hint, Rönesans, İslam bilimi diyoruz. Tabi bunlar arasında gelenek farkları var. Bilim sosyal bir işlev. Hakim olan paradigmalar farklı. Bilim, mutlak değil. Yorumlar farklı olabilir. Mesela İslam bilimi kendinden önce gelen gelenekleri devraldı; Yunan ve Hint bilim geleneklerini özümsedi. Bunlardan yeni sentezlere, evrensel buluşlara gitti. Küresel trigonometri, cebir astoromiyi geliştirdi. İslam bilimi Latince’ye ve İbranice’ye çevrilerek Avrupa’ya taşındı. Rönesanstan sonra da Avrupa’da başka bir sentez oldu. Yeni kurumlar çıktı. İslam’da medrese var, üniversite yoktu. Bunların gelişme çizgileri farklı oldu. Bunlar kıyaslanamayacak ayrı gelenekler ”.
(Entellektüel bakış, Şahin Alpay’ın röportajı, milliyet.com.tr/1996/12/13/entel/osmanli.html)

İslam Dünyasında Türklerin Egemenliği
Türkler,özellikle 9. yy'da Abbasiler zamanında "Muhafız Kuvvetleri" oluşturmakla ünlendi. Savaşkan ve gözü pek bir halk olması, ticaret yollarının ve sarayların korunması ihtiyacı Türklere ilgiyi artırdı.Ama Türkler kimi zaman ayaklanarak kimi zaman Sultanları devirerek İslam dünyasında etkinliklerini artırmaya başladılar. Türklerin İslam dinini koşa koşa benimsedikleri savı doğru değildir. Bir kere İslamiyet bir kent (ticaret) dinidir. Türklerin hepsi elbette göçebe değildi;ama büyük çoğunluğu göçebeydi.Türklerin Müslümanlaşma süreci üç yüz yıl süren ilişki ve mücaadelelerin sonucu gerçekleşmiştir.Bu sürecin ayrıntılarına girmek bizi konumuzdan uzaklaştıracaktır. Şunu belitmekle yetiniyorum: İslam dünyasında siyasi egemenliğin 10. yy’da yavaş yavaş Türklerin eline geçmeye başladı; ama İslam uygarlığının “gelişmesine çeşitli kavimlerin rolü ve payını “ vardır. H.Z. Ülken şöyle devam ediyor: “ İstilalar ve göçler nedeniyle Uzak Doğu’dan Batı sınırlarına dek gelmiş olan Türk boyları(kavimleri) bu istila ve göç yolu üzerinde birçok uygarlıkla ilişki kurmuşlar ve onlardan etkilenmişlerdir. Bu arada İslamdan önce kısmen dinini kabul ederek,ilim ve felsefelerinden esinlendikleri Budizmi, Maniheizmi,Hıristiyanlığı, hatta Judaizmi belirtmeliyiz. Türk düşünce tarihinin bu devrine ilişkin eserlerden önemli bir kısmı kaybolmuş ve kalanlar da Türklerin İslam uygarlığını benimsemelerinden sonra etkisiz bir hale gelmişlerdir...."(H.Z.Ülken,İ.Düşüncesi s:13-16)
**
Çevirilerin Önemi
9. yy sonlarına doğru dört Hıristiyan filozof, Harran’dan Bağdat’a göçetti. Orada öğretim yapmaya başladılar.Onların okulları Sabit bin Kurra gibi özel olarak kurulmuştu.
Felsefe öğretiminin devlet tarafından düzene konmasına karşılık,halife sarayında da İslam alimleri görüş bildirmekteydi. Bu görüşmeler ve tartışmalar halife el-Mütevekkil’in saltanı zamanından beri çok gelişmişti. Bu zamandan önce Bağdatta genel ilim kurumlarının bulunduğu hakkında kesin hiçbir bilgimiz yok( Hatip Bağdadi’nin tarihi aracılığıyla öğreniyoruz).
9.yy ortalarından beri süregelen ve geniş bir etki yapan yalnız el-Mütevekkil’in Beyt-ül-hikme’si ile amcası el-Memun tarafından tekrar kurulan bir kurumdur. İlk kez 992'de veziri Erdeşir ’in kurduğu büyük bir kütüphane ile bir de Darül-ilm adlı bir akademi kurulmuştur. Fakat Darül-ilm 1055 (Hicri 447) senesindeki bir yangında harap olmuştur.
Devletin hastanelerdeki resmi hekimler yoluyla ilmi araştırmalar yaptırması oldukça geç başlamıştır. İşte bu tür incelemelerin canlandığı dönemde El-Mervezi ve Farabi yetişmiştir. Bu iki düşünüre Ebu Bişr Metta, Yahya bin Adi ve onun öğrencisi Ebu Süleyman Sicistani’yi de eklemek gerekir.
İlk yapıtlarını Bağdat’ta vermeye başlayarak oradan diğer memleketlere yayılan İslami düşünce çalışmalarının nasıl doğrduğunu anlamak için, bu şehirde başlayan ve çarpışan çeşitli etkileri kısaca gözden geçirmeliyiz. Bunlar genellikle iki kola ayrılabilir:
1. İskenderiye’den Urfa (Edèse) ve Harran okullarına oradan Bağdat’a geçen Helenistik felsefe (s:162)
2. Yin Yunan etkilerile Hint etkilerini birleştiren ve Gundeşapur Medresesi aracılığıyla Bağdat’a geçen İran etkisi.
Emeviler zamanında başlayan Süryani ve Yunan çevirileri Abbasiler döneminde Bağdat’ta büyük bir gelişme gösterdi. Yalnız Halid bin Velid zamanında onun emriyle sanata ilişkin bazı kitaplar çeviren İstefan-ül-Kadim (Stephanos) görülüyor. Fakat Mansur ve Memun’dan itibaren çeviri çalışmaları uzmanlık halini aldı. Mansur devrinde El-Batrik ve oğlu Yahya bin el-Batrik, Ebu Zekeriya ilk çevirmenler (mütercimler) idi. Bu kişi, Abdülmesih bin Abdullah-el-Humusi-en-Naimi ünüyle tanınır. Tercümeleri arasında Aristo’ya isnat edilen, Batıda Teoloji adlı eser ünlüdür(J. Bernal bu eserin uydurma olduğunu belirtir).
İlk İslam dönemi çevirmenlerinden Ali Nevbaht ailesini de anmalıyız. Tabaristanlı Raben Farisi ve Süryanice’den çevirileriyle ün yapmıştır. Oğlu İbn Raben kendisinden daha ünlüydü. Bu devrin Farisi çevirmenlerinden biri de Belazeri’dir. İbn Vahşiye,Nıbti dilinden Arapça'ya ilmi ve fesefi eserler çevirdi. Bu devirde Hinçeden de çeviri yapan kişiler de vardı. Süryanice’den felsefe çevirileri yapanların en büyüğü El-Kindi’dir. Sabir bin Kurra ve Huneyn ailesinden sonra tenrcüme çalışması çok genişledi.
Bermekilerin nüfuzlu devrinde Sellam ve Ebreş adında iki kişi Aristo’dan nakiller yaptılar.İkisi birlikte Aristo’nun sekiz kitaptan oluşan oluşan Fizik’ini Es-Sema-üt-tabii adıyla çevirdiler(Osmanlı döneminde bu eserin en mükemmel çevirisini Yanyalı Esad Efendi yapmıştır). Habib ibn Behremen ibn batrik,RRuya bin Mahve, Halil ibn Ebi Hilal Humusi, Ebu Nuh bin es-Sallet , İstifan ibn Basil-ibn Rayita,Tiyofili,İsa-bin Nuh,Tüzres(Theodori), (?) Sabit bin Kımi, Yohanna bin Yusuf -el-Katip, Eyyub ibn el-Kasem ür-Ragi (İsagoci çevirmeni), Darı Yeşu v. gibi Nasturi veya Yakubi çevirmenleri Süryanice ve Yunancadan Arapça’ya önemli eserler çevirmişlerdir.
Farabi ve Mesudi ’nin Kitab-üt-tenbih ’te kayıtlarına göre bu devrin ilk büyük çevirmeni İsrail’dir. Farabi, bu kişiyi filozof diye anıyor. Fakat ne bir öğrenci ne de bir yazı bırakmıştır. Bu kaynaklara göre o Harran’da oturan bir rahipti. Bununla birlikte Meyerhof, bu ada Süryani edebiyatında da rastlanamadığını belirtiyor. Ondan sonra büyük çevirmenlerden Kuveyri’yi görüyoruz;ünvanı Ebu İshak İbrahim. Kuveyri, Halife el-Mutezit zamanında Bağdat’tan göç etmiştir. Bugün Kuveyri’nin eserlerinden hiçbiri elde kalmamıştır(s:163)
Yuhanna bin Haylan da aynı şekilde İbn el-Kıfti ve İbn Ebi Usaybia ’nın verdikleri bilgilerli biliniyor. İbn Nedim’de bu kişiye ilişkin hiçbir şey görülmüyor. Yukarıdaki kaynaklara göre bu kişi filozof Farabi’nin öğretmenidir. O zaman okutulması yasak olan İkinci Analitikler ’in son kısımını ona öğretmiş ve böylece Aristo felsefesinin temellerini kavramasını sağlamıştır.10. yy’ın ilk üçte biri içinde Bağdatta öldüğü sanılıyor. Fakat Farabi’nin Yuhanna bin Haylan’dan Bağdat’ta mı yoksa Harran’da mı ders aldığı tam olarak bilinmiyor.
Ebu Yahya Zekeriya Mervezi de önemli çevirmenlerdendir.Kendi Merv’li olmakla birlikte göç etmiş bir nasturi ailesindendi .Ana dili Süryanice idi.Mantığa ilişkin yazdığı eserlerin hepsi Süryanice idi. Bağdat’a yerleştikten sonra ünlü bir hekim oldu. Fihrist ’e ve İbn Kıfti’ye göre bu kişi İkinci Analitik ’ leri şerhetmiştir. Bu eserin ikinci kısmıyla uğraşmak Hıristiyanlar için yasak olduğu halde onun bu tam şerhi yapması ya bu yasağın kaldırıldığını ya da onun gizli çalıştığını gösteriyor.
İlk dönemin büyük çevrimenlerinden biri de İbn Kernib’dir. Bu kişi ileri gelen kelamcılardandı. Aynı zamanda doğa filozoflarının yolundan gidiyordu. Kardeşi Ebu’l-Ala ünlü bir matematiçiydi. El-Kindi, Ahmed bin Tayyib-es-Serahsi ve Ebuzzeyd Belhki ile birlikte İbn Kernib, çevirmenlerle filozoflar arasında köprü görevi görmüştür. Onlarda artık çeviri ve aktarma, kişisel düşüncelerle birleşerek tasavvuf derecesine yükselmiştir. En ünlü Hıristiyan alimlerden Ebu Bişr Metta bu kişinin öğrencisi idi.
Ebu Bişr Metta bin Yunan(Yunus) da en büyük çevirmenlerdendir.Bu kişi, yalnız çevirmenliğiyle değil,birçok alim ve filozofa Yunan ilmini öğretmekle ünlüdür. Öğrenimini-Hıristiyan alimlerin çoğu gibi- bir manastır mektebinde yaptı. hocaları tanınmiş iki rahip, Bünyamin ve Rufil idi. Metta’nın aslı Nasturi olduğu halde, bu iki rahibin Yakubi oldukları görülüyor.Önce Kuveyri’den,sonra Bünyamin ve Rufil’den ve sonunda da Ahmed bin Kernib’den ders aldı. Süryanice'den Arapça'ya birçok çeviri yaptı. Kendi si,aynı zamanda mantıkçıların reisiydi..Mesudi’nin Tenbih ’de söylediği gibi onun çevirileri 10. yy’ın ortalarına kadar, çok önemli olmuştur. Metta, 940'ta Bağdat’ta ölmüştür.
Çeviriler döneminin en büyük isimlerinden biri de Farabi ’dir. Onu, kendi kuramını kuran özgün bir kuramcı olarak görmeden önce kuvvetli bir nakilci ve didaktik olarak tanıyoruz. Farabi, kendi eserlerinde, felsefede üstadının Yuhanna bin Haylan olduğunu belirtiyor. Bundan başka Ebu Bişr’in etkisi altında kaldığı da söylenir. Metta, Farabi’nin çağdaşı,hatta ondan eski idi. Birçok dil bildiği kesin ise de doğrudan doğruya çevirmen olarak çalışmamıştır. Nasıl ki Huneyn bin İshak tıp alanında çalışıp haşiyeler yazarak ve çeviriler yaparak Orta Çağda sınırsız bir egemenlik kurmuşsa, Farabi de Arsito’nun bir çok eserini açıklayarak(şerh erderek) onun tam egemenliğini Orta Çağ’da sağlamıştır. Bunlardan başka Batlamyos’tan Kitab-ül-Mecesti’yi (Almageste), İskender Afrodisi’den Makale fi’-n-nefs’i, Eflatun’dan Kitab-ün-nevamis(= Kanunlar=Les Lois) çevirilerini açıklamıştır.
Öte yandan Farabi, eski çevirmenleri ve şerhçileri de eleştirmiştir. Yahya -en-Nahvi, Calinos, Ravendi, Razi aleyhinde kitaplar yazmış onların anlayışlarını eleştirmiştir. Orta Çağın büyük ansiklopedik alimleri gibi çeşitli ilimler üzerinde çalışmış; mantık, ahlak, siyaset, din, terbiye, riyaziyet, optik,fizik, simya, musiki, tarih... üzerine yazılar yazmıştır. Önceleri hekimlik,sağlık koruma üzerinde çok çalıştı. Sonradan psikoloji, metafizik ve tasavvufa yönelmiştir.
Farabi ’den sonra en büyük çevirmen Ebu Zekeriya Yahya bin Adi’dir(öl: 975).Farabi’nin en değerli öğrencisiydi. Üstadından sonra en önemli Hıristiyan Arap filozofu olarak tanınmıştır. Hakkında çok geniş bilgi vardır. Aslı Tekritli Yakubi Hıristiyan idi. Farabi’den başka Metta bin Yunan’dan da ders almıştır. Bu iki üstat sayesinde Yunan ilim ve felsefesine ilişkin bütün eserleri öğrendi(s:165); sonra eşi bulunmaz derecede feyizli bir çevirmen ve müllif olmuştur. Kataloğu ile ünlanmiş olan özel bir kütühane oluşturmuştur.Çevirilerin Süryanice’den Arapça’ya yapmıştır.Kitapçı İbn Nedim,büyük olasılıkla Yahya’nın öğrencisiddir. İbn nedim, onun bir çok çevirisinin ve kısmen İshak bin Hüneyn’e ve daha başkalarına ait olup kendisinin ıslah ve ikmal etmiş olduğu çevirilerini kütüphanibenden gördüğünü belirtiyor ("Fihrist”).
İsa bin Ali de Yahya bin Adi’nin dostu ve öğrencisi olduğu için çeviri işinde rol oynamıştır. Mantıkla olduğu gibi hadisle de uğraşmıştır. İbn Kıfti, İsa bin Ali’nın ölümünden iki yüz sene sonra ona ait müteaddit Philoponos şerhiyle birlikte bir Aristo Fizik’i çevirisi bulunduğunu ve bunun İsa bin Ali’nin el yazısıyla yazılmış olduğunu söylüyor.
İbn-ül Hammar (doğumu 942) adından anlaşılacağı üzere (=şarap satıcı) Hıristiyandır. Süryaniceden Arapçaya bir çok eseri çevirmiştir. Hıristiyanlıkla İslam filozoflarının fikirlerini uzlaştırmak için risaleler yazmıştır.
İbn Zera (981-1056) da mantık ve felsefe çevirmenlerinin ileri gelenlerindendir. Yakubi Hıristiyan olup Yahya bin Adi ile ilişkisi vardır Yunan felsefe ve tıbbından pek çok çeviri yapmıştır.
Ebu Hayyan tevhidi, zamanımıza kadar kalmış olan El-Mukayesat adlı eserinde Endülüs’ten Horasan’a ve Semerkant’a kadar İslam İmparotruluğunun bütün ilim merkzelerindeki felsefe çalışmalarını gösteriyor. Bu kitabın incelenmesi dördüncü hicret asrına kadar hararetle süren çeviri çalışmalarının ne derecede geniş bir alana yayılmış ve feyizli eserler vermeye başlamış olduğunu gösteriyor. Ebu Hayyan, doğrdun çevrmen olmadığı halde,zamanına kadar yapılımış hemen tüm çevirileri gördüğü ve incelediği anlaşıloyr. Onun kitabı özellikle İslam tercüme devrinin doğurduğu sonuçları anlamak bakımından önemlidir.
Ebu-l-Ferec Abdullah bin Tayyib, “El-Müfessir” ünvanıyla ünlüdür. Nasturi olması muhtemeldir. Bağdat’ta Adudi hastanesi’nin hekim ve müderrisi idi. Öğrencisi İbn Butlan’la birlikte yirmi sene süren Aristo Metafizik ’inin büyük şerhini yapmak çabasına girdiği gibi, ayrınca Yunan filozofunun bütün Organon ’a dahil kitaplarını, Retorik, Poetik , Sofistik , Hayvanat adılı eserlerini, bunlardan başka Porphyrios’un İsagoci ’sini şerhetmiştir. tıbbi eserlerden de Hippokrates’in Aforizm ’lerini, salgın hastaıklar hakkındaki kitabını çevirdi.
Mısır’da yetişen büyük çvermenler ve şarihler arasında ünlü fizikçi İbn Heysem ile hekim İbn Rıdvan’ı anmalıyız. İbn Heysem, Yunan matmatiğine ilişkin pek çok esiri çevirdi. Doğa ilimleri ve felsefeye ilişkin çevirileri de büyük bir toplam oluşturur.(s:166)
İsagoci’ye yazdığı hülasa,Aristo’nun yedi mantık kitabı için hülasalar,Aristo’nun Kitab-ün-nefs’inin hülasası, ayrıca Aristo’nun Fizik’i ve Kitab-üs-sema ve’l-alem’i için hülasalar; Aristo’yu yanlış tefsir etmesinden dolayı Yahya en-Nahvi’ye yazdığı bir polemik, Arsito’nun Kitb-üs-sema’sını yanlış anlayarak hicvettiğinden dolayı Mutezile reisi Ebu Haşim’e yazdığı bir polemik; arsito’nun doğa konuları hakkındaki bütün kitaplarının genel bir özeti.. başlıca eserleridir.
Mısırda yetişen alimlerin en büyüklerınden olan İbn Rıdvan, Calinos’un bir çok eserini şerhetti. Felseye ilişkin eseri az olmakla birlikte doğa ilimlerine ilişkin açıklama ve çevirileri eleştirmesiyle büyük katkıları olmuştur.(H.Z.Ülken,İ.Düşüncesi, s:163-167)
Aristo, Hipokrat, Galen, Öklid, Arşimed, Batlamyus ve Plotinus' un yapıtları Arapça' ya çevrildi. Şairler ve müzisyenler, matematikçiler, astronomlar, coğrafyacılar, hukukçular, tarihçiler ve filozoflar, yalnız Batı' nın değil Doğu' nun, Çin ve Hint uygarlıklarının katkılarını da öğrendiler. Bilgiyi daha ileri götürdüler. Bu dönem Büyük Doğu' nun altın yıllarıydı: Çin' de Tang ve Sung (618-1279), Japonya' da Nara, Heian ve Kamakura (710-1392), Kamboçya' da Angkor (800-1250) ve Hindistan' da Çalukya ve Raştrakuta tapınak sanatlarının, Pala, Sena ve Ganga, Pallava, Çola, Hoyşala ve Pandya krallarının (550-1350) zamanıydı.
(Yaratıcı Mitoloji s:141)

... bir boşluk buldugum zaman eklemeler devam edecek ...
yarın ... Abbasiler zamanındaki önemli bilginler:
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
8 Eylül 2006       Mesaj #39
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
Görelilik Kuramları



Bu bölümde, 20. yüzyılın büyük kuramlarından özel ve genel görelilik kuramlarını inceleyeceğiz. Özel Görelilik 1905'te,Genel Görelilik ise 1916'da yayımlandı.
Einstein, yirminci yüzyılın en büyüklerindendi. O, sağduyuya dayanan köhne inançlarımıza, insan aklının en kapsamlı saldırısını yöneltti. Bize,uzaklığın ve zamanın göreli olduğunu gösterdi. Işığın, paket paket yayıldığını, yani kuantum denen enerji paketçiklerinin varlığını gösterdi. Bizi düşsel yerlere bilimsel gezilere çıkardı. Kimi zaman Güneş' e götürdü bizi, kimi zaman asansörde tehlikeli deneylerin kobayı yaptı . Ama onun büyük öngörüleri doğrulandı.O, önce deney ve gözlem, sonra kuram diyen eski bilimsel çalışma yöntemine’ son ve büyük darbeyi indirdi. Önce hesap yaptı, tahminde bulundu. Deney arkadan geldi. Ve deney, Einstein’i destekledi. Ne büyük bir onur: O gerçek bir deha idi.
Özel görelilik iki temel önermeye dayanır:
1. Hareket görelidir.
2. Evrendeki en yüksek ve mutlak hız, ışığın hızıdır...
Bizler,gündelik yaşamda düşük hızlar dünyasında yaşarız.Einstein,bizi yüksek hızlar dünyasına götürür. Işık ışınına bindirir ve gezdirir. O zaman anlarız ki yüksek hızlarda zaman "yavaşlar"ve de uzunluklar "kısalır".Böylece uzayın ve zamanın mutlak olmadığını öğreniriz.

Ama öyle bir an geldi ki, artık Einstein dünün insanı olmaya başladı.
Kuantum etkilerinin belirsizliği, çok küçük ölçeklerde anlamlıdır; genel görecelik ise çok büyük ölçeklerdeki uzay-zaman yapısıyla ilgilidir.
Einstein 1905'te, özel görelilik kuramı üzerine yazdığı yıl, aynı zamanda, fotoelektirik etki denen bir olay hakkında da yazmıştı. Belli metallere ışık düştüğünde yüklü parçacıklar yayıldığı gözlenmişti. Çok şaşırtıcı olan şey, eğer ışığın yoğunluğu azaltılırsa yayılan parçacık sayısının azalması fakat her parçacığın yayılma hızının aynı kalmasıydı. Einstein, ışığın herkesin varsaydığı gibi sürekli olarak değişken miktarlarda yayılmayıp belli büyüklüklerde paketler halinde yayılması durumunda bunun açıklanabileceğini gösterdi. Işığın yalnızca kuanta denen paketler halinde yayılması fikri bir kaç yıl önce Alman fizikçi Max Planck tarafından ileri sürülmüştü. Bu biraz, süpermarketten şekerin tek tek alınamayacağını, yalnızca kilogramlık paketler halinde alınabileceğini söylemeye benzer. Planck kuanta fikrini kızarmış bir metal parçasının neden sonsuz miktarda ısı vermediğini açıklamak üzere kullandı; fakat kuantayı basitçe teorik bir hile olarak, fiziksel gerçeklikte herhangi bir şeye karşılık gelmeyen bir şey olarak düşündü.Einstein’in yazısı tek tek kuantları doğrudan gözlemleyebileceğimizi gösterdi. Yayılan her parçacık metale çarpan bir ışık kuantumuna karşılık geliyordu. Bu yaygın şekilde kuantum kuramına çok önemli bir katkı olarak değerlendirilmektedir ve ona 1922 Nobel ödülü getirmiştir(Einstein genel görecelik kuramıyla bir Nobel ödülü kazanmış olmalıydı, fakat uzay ve zamanın eğrilmiş olduğu fikri hâlâ spekülatif ve tartışmalı sayılıyordu; bu yüzden ona, onun yerine fotoelektrik etki için bir ödül verdiler-o kendi başına ödüle layık olmayan bir iş olduğundan değil)
Fotoelektrik etkinin tam sonuçları, 1925 yılında Werner Heisenberg’in onun bir parçacığın konumunu tam olarak ölçme olanağı sağladığına işaret edişine dek kavranamamıştı. Bir parçacığın ne olduğunu anlamak için onu ışığa tutmanız gerekir. Fakat Einstein çok küçük bir miktarda ışık kulanamayacağımızı, en azından bir paket veya kuantum kullanılması gerektiğini göstermişti. Bu ışık paketi parçacığı etkiler ve onun herhangi bir yönde bir hızla hareket etmesine yol açar. Parçacığın konumunu ne kadar duyarlı ölçmek isterseniz, kullanmak zorunda kalacağınız paketin enerjisi o kadar büyük olur ve böylece o parçacığı daha fazla etkiler. Ancak siz parçacığın konumunu nasıl ölçmeye çalışırsanız çalışın, konumundaki belirsizlik ile hıszındaki belirsizliğin çarpımı her zamana belirli bir minimum miktardan büyük olur.
Heisenberg’in belirsizlik ilkesi bir sistemin durumunun tam olarak ölçülemeyeceğini, bu yüzden onun gelecete tam olarak ne yapacağı konusunda kestirimde bulunulamayacağını göstermiştir. Tüm yapılabelcek şey, farklı sonuçların olasılıkları hakkında kestirimde bulunmaktır. Einstein’i o kadar huzursuz eden şey bu şans ya da rasgelelik unsuru idi. Einstein, fiziksel yasaların, gelecekte ne olacağına ilişkin belirli, muğlak olmayan bir kestirimde bulunmamasına inanmayı reddetti. Fakat nasıl ifade edilirse edilsin, kuantum olayı ve belirsizlik ilkesinin kaçılınılmaz oldukları ve fiziğin her dalında onlarla karşılaşıldığı konusunda her tür kanıt vardır.
Genel görelilik ise her şeyden önce bir çekim kuramıdır;ama uzayın eğriliğinden ileri gelen bir çekim...Uzay,zamanı da içine alan bir dört boyutludur ve yoğun kütle tarafından bükülmüş,eğrilmiştir...
Öyle görünüyor ki, atomların tek tek bireysel davranışları katı yasalara boyun eğmiyor. Yığın halindeki maddelerde gözlenen düzenlilikler, yalnızca istatistikseldir. Einstein işte bu görüşü hiçbir zaman kabul etmedi. Henüz açığa çıkarılmamış da olsa atomların bireysel davranışlarını belirleyen yasaların varlığına inanmaya devam etti.
Kuantum kuramı, görelilik kuramına göre daha devrimci görüşler içerir. B. Russell' den dinleyelim:
"Onun fiziksel dünya hakkındaki kavramlarımızı kökünden değiştiren etkisinin henüz tamamlanmadığını düşünüyorum. Onun yaratıcı etkisi çok tuhaftır. Bize, atom ve hidrojen bombalarında sergilenen uğursuz güç dahil, maddeyi yönetmek için yeni güçler verdiği halde, bildiğimizi düşündüğümüz birçok şeyi bilmediğimizi gösterdi. Kuantum kuramından önce hiçkimse verili bir anda bir parçacığın herhangi bir belirli yerde ve herhangi bir belirli hızla hareket ettiğinden şüphe etmedi. Bu, artık sorun değildir. Bir parçacığın konumunu daha tam olarak belirlediğinizde, hızı daha az doğru olacak; hızını daha tam olarak belirlediğinizde ise kdonumu daha az doğru olacaktır. Ve parçacığın kendisi oldukça belirsiz bir şey olur, eskiden olduğu gibi sevimli bilardo topu değildir. Onu yakaladığınızı düşündüğünüzde, parçacık değil bir dalga olduğunu gösteren inandırıcı kanıtlar çıkarır. Gerçekte bilebileceğimiz tek şey, bazı denklemlerdir; ve bunların da yorumu karışıktır. Klasik fiziğe daha yakın kalarak mücadele eden Einstein için bu bakış açısı tatsızdı. Buna rağmen o, bu yüzyıl sırasında bilimde devrim yapan, yaratıcı kanallar açan ilk kişi oldu. Başladığım gibi bitireceğim: Einstein, büyük bir adamdı, belki çağımızın en büyüğü."
(İzafiyet Teorisi Nedir? s:27)

Einstein’in genel göreliliği, klasik teori olarak isimlendirilen bir şeydir; yani belirsizlik ilkesini kapsamaz. Bu nedenle genel göreceliği, belirsizlik ilkesiyle bileştiren yeni bir kuram bulunması gerekir. Çoğu durumda, bu yeni kuramla klasik genel görecelik arasındaki fark çok küçük olacaktır. bunun nedeni, daha önce belirtildiği gibi, kuantum etkilerinin kestirimde bulunduğu belirsizliğin yalnızca çok küçük ölçeklerde olması, genel göreceiğin ise çok büyük ölçeklerde uzay-zalmaın yapısıyla ilgilenmesidir. Ancak Penrose ve benim kanıtladğımız tekillik teoremleri uzay zamanın çok küçük ölçeklerde son derece eğrilmiş olacağını gösteriyor. O zaman belirsizlik ilkesinin etkileri çok önemli olacaktır ve bazı dikkate değer sonuçlara işaret eder görünmektedir.
Einstein’in kuantum mekaniği ve belisizlik ilkesi ile problemlerinin bir kısmı, onun, bir sistemin belirli bir geçmişi olduğu şeklinde sağduyuya dayanan düşünceyi kullanmasından ileri gelmektedir. Bir parçacık ya bir yerdedir ya da başka bir yerde. Yarısı bir yerde, yarısı diğer yerde olamaz. Benzer şekilde astronotların Ay’a ayak basması gibi bir olay ya olmuştur ya olmamıştır. Yarı olmuş olamaz. Bu insanın biraz ölü veya biraz hamile olmaması gibidir. Ya öylesiniz ya da değilsiniz. Fakat eğer bir sistemin belirli t ek bir geçmişi varsa belirsizlik ilkesi parçacıkların bir defada iki yerde olması veya astronotların yalnızca yarı Ay’da olmaları gibi her türlü paradoksa yol açar.
(S. Hawking, KDV Bebek Evrenler S: 81-82)

Bilim Adamları da Bilime İtiraz Etmediler mi?
Bilim adamlarının da aslında sıradan insanların yaptığı hatalara düştüğünün tarihsel kanıtları vardır: Newton girişim halkaları deneyini gerçekleştirdi; çeşitli renklerin dalga boyu oranlarını doğru olarak hesapladı; ama ışığın dalga kuramını eleştirdi.
Faraday, kısmen de olsa kendi deneylerinden esinlenen Maxwell denklemlerini fazla müatematiksel bulmuştu. Maxwell ise türettiği denklemlerden çıkan dalgaları illa da mekanık bir modelle açıklamaya çalışmıştı.
Mucitlerin itirazları, Kutantum mekaniği için de olmuştur: Kuantum Mekaniğine temel katkılar yapmış çok sayıda önemli bilim adamının sonradan teoriye çeşitli şekillerde cephe almaları özellikle dikkat çekicidir.Einstein ve Schrödinger,bunun en ünlü iki örneğidir.
Enerjinin kuantumlu olduğu fikrini 1900 senesinde ilk ortaya atan ve kendi adını taşıyan sabiti ölçerek fiziğe sokan Max Planck , Einstein’in bu fikri bir adım daha ileri götürerek fotonları ortaya atmasını 1913 senesinde bile kabul edememişti. Teorinin sonraki gelişmeleriyle de fazla ilgisi olmadı.
Atomda bir çekirdek bulunduğunu keşfeden,radyoaktif maddelerden yayılan alfa,beta,gamma ışınlarının özelliklerini inceleyen Rutherford 1930'ların başında çekirdek enerjisinin (nükleer enerjinin) kullanılır hale getirilmesinin hayal olduğunu söylemişti.1936 yılında şöyle diyordu: "...Atom çekirdeklerinde deney yapmak boşunadır.Kim,atom çekirdeği enerjisinden yararlanmaktan söz ederse saçmalıyor demektir" Bu düşüncede hepimiz (Bohr,Rutherford ve Heisenberg) birleştik ve içimizden hiçbiri o zamanlar birkaç yıl sonra Otto Hahn tarafından uranyumun parçalanmasıyla durumunun kökten değişeceğini görememişti(W.Heisenberg,Parça ve Bütün,s:184)
Einstein’in kunatum kuramının şekil almasına son derece önemli katkıları oldu: Foton kavramını ortaya attı. Louis de Broglie’nin parçacık-dalga ikiliği fikrini destekledi, kuantum kuramı ile katıların özgül ısılarını hesapladı, Bose-Einstein özdeş parçacıklar istatistiğini geliştirdi, kuantum geçişlerine dayanan ve lazerlerin temel ilkelerini ortaya koyan bir makale yazdı ve hatta Max Born’a göre kunatum kuramının olasılıklar cinsinden yorumunu bile ilk öneren kişi oldu. Buna karşın 1928'den itibaren kuramın aldığı son biçimi eleştirmeye başladı. Eleştirisi ilkönce kuramda bir iç tutarsızlık bulmaya yönelikti; bu yöndeki eleştirilerini özellikle Niels Bohr doyurucu şekildeyanıtladı. Bundan sonra kuantum kuramının deneysel yönden başarısızlığı bulunmasa da veya bir iç tutarsızlığı olmasa da eksik bir kuram olduğunu ve “nesnel gerçeklik” felsefi görüşüne uyan başka bir kuram içinde yer alacağını iddia etti. Böyle yeni bir kuram bulma çabaları sonuç vermese de eleştirileri, özellikle de ünlü Einstein, Podolsky ve Rosen (EPR) makalesi, kuantum kuramının şaşırtıcı yanlarını açıkça sergilemek bakımından çok yararlı oldu.
1924 yılında Louis de Broglie, enerjisi ve momentumu belli olan elektron gibi paraçacıklara bir frekans ve dalga boyuna sahip dalgalar bağladı. Davisson ve Germer’in deneyleri bu dalgaların girişim yapacak kadar gerçek olduğunu gösterdi.Bu dalgalar, kuantum kuramının Kopenhag yorumunda da yer aldığı halde, de Broglie farklı, “pilot dalga” dediği bir yorum ileri sürdü. Bunun ilk şekli Wolfgang Pauli ve başkaları tarafından şiddetle eleştirildi; ama David Bohm 1950'lerde pilot dalga kavramını içeren, ama aynı zamanda yerel olmayan etkileşmeler içeren bir kuram geliştirebildi. Bu kuram şu anda fizikçilerin büyük çoğunluğunca kabul görmüş değil.
(Cihan Saçlıoğlu, Bilim ve Teknik 325. sayı)
Albert Einstein ve Bilimsel Safdillik
TIME dergisinin yüzyılın adamı olarak Einstein’seçmesine çok sevindiğini belirten A.M.C.Şengör,CBT’te şöyle yazdı:"Bilimin, yeniliğin meleği Albert Einstein, ömrü boyu insan düşüncesine pranga vurmaya kalkan herşeyle savaştı. İnsanı kainatın sırlarına götüren o zorlu yolda en büyük adımlardan birini atan bu sevimli ve iyi insan hiç kuşkusuz 20.yy’ın adamı olmaya layıktır. Onun aziz anısı o talihsiz yüzyılın acılarını örtecek,1900'lü yıllardaki insan aklının zaferini gelecek nesillere taşıyacaktır.
Gelgelelim bu zeka abidesi çok da saf bir ardamdı. Biyografisini yazan Ronald Clark (1971),bilim adına, insanlık adına dendi mi kendisine herşeyi yaptırmak mümkündü diyor. Birisi yaptıklarının bilim için, insanlık için olduğunu söyledi mi, Einstein dönüp bakmaz bile, derhal yardıma koşardı. Fizikte acımasız eleştirmen olan Einstein, bu durumlarda söylenenleri eleştiri süzgecinden sanki başka türlü geçiriyordu. Bir örnek 1958 yılında Charles H. Hapgood, Dünya’nın Kayan Kabuğu adlı bir kitap yayımladı. Kitap kutuplardaki buz birikimin dönen dünyanın merkezkaç kuvveti nedeniyle kutupları ekvatora taşıyacağı,böylece tüm kabuğun 90 derecelik bir kaymaya uğrayacağı tezini savunuyordu. Bu zamanın tüm iyi temellendirilmiş bilgileriyle çelişene,jeofiziğin bir yığın gözlemini açıklayamayan,jeolojiyle hiç mi hiç bağdaşmayan,yerbilimci olmayan bir amatör tarafından uydurulmuş tam zıra bir teoriydi.Ancak Einstein ölümünden hemen önce bu kitaba uzun bir önsöz yazarak “Kanımca bu şaşırtıcı,hatta cazip teori dünyanın gelişmesiyle ilgili herkesin ciddi ilgisini çekmelidir.” demişti! Bu Hapgood’un ne tür bir “araştırıcı” olduğunu anlamak için 1966 yılında ilk baskısı yahpılan Eski Deniz Krallarının Haritaları adlı eserinde(2. baskı, 1979) Piri Reis’in haritasının aslında Antartika’da buzullardan önce varolmuş büyük bir uygarlığın hazırladığı bir haritanın kopyası olduğunu(!) ileri sürdüğünü hatırlamak, sanırım yeter. Bu uygarlık yer kabuğu son 90 derecelik kaymasın yapınca buzlar altında kalmıştı! Bu zırva kitabın 3. baskısı 1990'larda (tarihsiz olarak) “bilimsel bir eser” reklamıyla ve tabii, okuyuculara, Einstein’in yazarın bir başka kitabına methiye dolu bir önsöz yazdığı hatırlatılarak yapıldı.
Bu safdilliğin nedeni nedir? Einstein çapında bir adam bu kadar kolay kandırılabilir mi? Bunun cevabı-ilk bakışta garip görünse de- evettir. Hem de kanımca çok doğal bir evet. Einstein çok zor bir konuda geliştirdiği sezgisi ile hiç kimsenin aklına gelemeyecek bir yeniliği yakalamış bir insan olarak,sezgilerine çok güvenen bir adamdı. Jeofizikçi Walter Elsäser kendisini ilk kez Princeton’daki ofisinde yer mantosunda konveksiyon fikrini anlattığı zaman Einstein’in yüzündeki ifadeden anlattıklarına inanmadığını anlamıştı: “İnanmadın değil mi” diye sordu. Einstein’in cevabı kısa ve karakteristikti: “Fazla karmaşık!” Einstein her şeyin kendi bildiği (ve yarattığı) fizik gibi basit bir yapısı olması gerektiğini düşünüyordu. Sezgisi buydu. Bu sezgiyi jeolojiye uygulayınca Hapgood’un zırvalıklarına yazdığı methiye ve Elsasser’e verdiği cevap çıkıyordu ortaya. Einstein bunların gerektirdiği temel bilgiyi öğrenip,onun üzerinde düşünmek gereğini görmüyordu-zaten buna vakti de yoktu. Sosyal alanda da insanlık, eşitlik ve barış adına kendi politik ideallerine zıt gruplara bunaların esaslarını öğrenmeden sırf adlarına bakarak destek verdiği-sonra pişman olduğu-görülüyordu.
Eleştirel akıl, Einstein için bile kullanması zor bir silahtır. Bir görkemli başarının sahibi, dolaysıyla her işte otomatikman başarılı olacak diye bir kural yoktur. her iş, her fikir kendi ayakları üzerinde değerlindrilmeli, kendi ilgili oldiuğu gözlemlerle sınanmalıdır. Büyük adamlara saygı duymak onların her dediğine inanmak demek olmamalıdır”
(A.M.C.Şengör, CBT- Zümrüt’ten Akisler, 22 Ocak 2000, Sayı: 670)


Evren deyince...
Evren, tüm uzay demek. Yeryüzü ve gökyüzününün tümü. En büyük küme. Evrenin 15 milyar yaşında olduğu düşünülüyor. Bir büyük patlamayla (Big Bang) doğduğu görüşü var.

Galaksi deyince...
Yıldızlar kümesi. Yani Güneş gibi milyarlarca yıldızın oluşturduğu küme. Bizim, yani Güneş sistemimizin içinde bulunduğu galaksinin adı Samanyolu. Evrenin milyarlarca galaksiden oluştuğu sanılıyor.Çünkü bilimciler, bize milyonlarca "ışık yılı" uzaklıktan ışık gönderen galaksiler olduğunu bildiriyor. Yıldızlar, sıcak hidrojen toplarıdır. Yaşamak ve parlamak için bu hidrojen çekirdeklerini helyuma dönüştürürler. Bizim galaksimiz bir spinal şeklinde. Evrenimizde yirmi kadar galaksi olduğu düşünülüyor.

Işık yılı...
Işık, saniyede 300 bin kilometre yol alır. Işık yılı olarak belirtilen uzaklık ise adının da çağrıştırdığı gibi ışığın bir yılda katettiği yoldur. Bunu iyi düşünmenizi öneriyorum.Bizler teleskopla bir galaksiyi gözlediğimizde gördüğümüz, galaksinin bize milyonlarca yıl önce gönderdiği ışıktır. Bir ışık, bize ulaşana dek o ışık görünmez. Bunun için gördük dediğimiz ışık, aslında galaksiden yıllarca önce yolculuğa çıkmış ışıktır.Uzayda ne kadar uzağı görüyorsak o kadar eskiyi görüyoruz. Çünkü ışıkla görmekteyiz. Bundan 170 bin yıl önce patlamış bir yıldızın ışınları Dünya' mıza ancak 1987 yılında ulaşabilmiştir. Bilginiz olsun!

Yıldızlar...
Öptü beni: " Bunlar, kainat gibi gerçek dudaklardır" dedi.
"Bu ıtır senin icadın değil, saçlarımdan uçan bahardır" dedi.
"İster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde:
Körler onları görmese de yıldızlar vardır" dedi.
( Nazım Hikmet, Rubailer, 1966)
Bulutsuz bir gecede başımızı gökyüzüne çevirdiğimizde gümüşten çivilerin gökyüzüne çakılmış gibi göründüğü Samanyolu yıldızlarını görürüz. Gördüklerimizin sayısı 3 bin kadardır.Yılıldızların her biri birer Güneş' tir. Güneşimiz nasıl gezegenlerle sarılıysa, her yıldız da gezegenleri olan bir kümedir. Güneş dışındaki yıldızların gezegenleri bize çok uzak. bunun için onlar görülmez. Güneş' ten sonra bize en yakın yıldızdan çıkan ışık bize ancak 4 yılda ulaşır.
En yaşlı yıldızlar 15 milyar yaşında. En küçük yıldızlar nötron yıldızları diye anılır. En büyükleri ise kırmızı devlerdir (Güneş' ten 1000 kez büyük). En sıcak yıldızlar mavi devler diye anılır. Bunların yüzey sıcaklıkları 30 bin derece dolayındadır (Güneş' in yüzey sıcaklığının 5 katı). Yıldızlar mezarlığında üç sıra kabir (mezar) yer alır: beyaz cüceler, nötron yıldızları ve karadelikler.

Güneş...
Güneş, ortalama bir yıldızdır. Bizim yıldızımız; yani dünyamıza en yakın yıldız. Yaklaşık 150 milyon kilometrelik alan içindeki tek temel yıldız.O, yeryüzündeki yaşamın kaynağı olan ısıyı ve ışığı verdiği için "bizimdir". Yapısında en bol olanatomlar, hidrojen ve helyum atomlarıdır.
Güneş,4.6 milyar yaşındaki ortalama bir yıldız. Yani yarı ömrünü tamamlamış gibi. Önümüzdeki 5 milyar içinde hidrojenini (yani yakıtını) tüketecek ve bugünkünden 100 kat büyüyerek kırmızı dev olacak. Birkaç milyon yıl sonra da küçülecek ve beyaz cüceye dönüşecek.
Bir kuyruklu yıldız, kendi etrafında dönen devasa bir bir buz tozdan oluşan bir topa benzer.Kirli bir kartopu gibi. Su buharı ve birtakım donmuş maddeler Güneş' e yaklaşmalarıyla buharlaşır. Buharlaşan gazlarla birlikte kartopu içindeki tozlar da ortaya çıkar ve çekirdeğin etrafında bir gaz ve toz bulutu oluştururlar.Kuyruklu yıldızlar eski çağlardar beri insanların ilgisini çekmiş. Çinlilerin İ.Ö. 240 yılındaki kayıtlarında Halley Kuyrukluyıldızı' yla ilgili bazı bilgiler yer alıyor.( Bilim ve Teknik , 344. sayı7 Güneş' in ısısı, hergün Halley kuyruklu yıldızından 7 milyon ton kadar toz halinde buz kopartır, bu buz parçalmarı buharlaşır, kuyruklu yılrdızını parlak, göz alıcı 'kuyruğunu oluşturur. Bir kuyruklu yıldızın kuyruğu birkaç yüz milyon kilometre uzunluğunda olabilir.(Son cümleler Junior Larousse, 1.cilti)
Gezegenler...Güneş ' in Uyduları
Gezegenler kendi ışıklarıyla parıldamaz; Güneş' in ışınarını yansıtarak parıldar.
Dünya, bir gezegen. Güneş çevresende dolanan 9 gezegenden biri. Her yıldızın gezegenleri var. Gezegenler, başlıca kayalardan, metallerden ve gazlardan oluşmuş yuvarlak küreler. Güneş Sistemi' nin gezegenleri Şunlar : merkür, Venüs, dünya, mars, Jüpiter, satürn, Uranüs, Neptün ve Pluton. Bunlardan Merkür, Venüs ve Mars, Güneş' e yakın, Dünya' ya benzeyen boyutlarına göre yoğunlukları yüksek gezegenlerdir. Kendi çevrelerinde dönüşleri oldukça yavaş, uydularının sayısı azdır. Daha uzakta olan Satürn, İUranüs ve Neptün. Jüpiter' e benzeyen gezgenlerdir. Boyutlarıdaha geniş, yoğunlukları daha az, atmosferleri daha zengindir. Kendi çevrelerinde daha hızılı dönerler ve daha çok uyduları vardır. Plüton, Güneş' e en uzakta dolanan gezegendir. O, Neptün' ün çekiminden kurtulmuş bir uydu da olabilir.
Mars ve Jüpiter arasında bir çok gök taşı dolaşır. Bunlar, belki patlamış bir gezegenin kalıntıları olabıleceği gibi hiçbir zaman oluşamamış bir gezengenin kalıntıları da olabilir.( Junior Larousse s:19-23)
Dünya... Güneş' in canlı yaşayan tek gezegeni. Başka yerlerde canlı var mı sorusu sizi hiç rahatsız etmesin. Çünkü olabilir!... Ama olmayabilir!..
Dünya, tipik bir gezegen, evrendeki evimiz.. Dünya, geometrik olarak tam bir küre değil. Kutuplar basık, ekvator bölgesi şişkin. Dünya yüzeyinin yüzde 70' i suyla kaplı. Dünya, yüzeyinde sıvı su bulunan tek gezegen. Atmosferinde yaşam için gerekli oksijen gazı bulunuyor. Atmosfer, hacimce % 77 azot , % 21 oksijen; az miktarda argon, karbon dioksit ve su buharı içeriyor. Dünya’nın ilk oluşumu sırasında büyük olasılıkla atmosferde daha çok karbon dioksit vardı; ama o zamandan bu yana mevcut karbon dioksit, okyanuslara karıştı ve bitkilerce tüketildiğinden dolayı azaldı.
, Ay: Dünyanın Uydusu
Ay, belki de Dünya' ya bir cismin çarpması sonucunda oluşmuş bir parça. Ay yüzeyindeki kayaların çoğu 3 - 4.6 milyar yaşında. Ay' ın evreleri doğup büyüyen ve ölenlerin simgesi olmuştur. Dünya' ya yakınlığı ve değişken yüzü, türlü inanışlara ve yolculuk hayallerine temel oldu. Jules Verne, "Dünya' da Ay'a Seyahat" adlı kitabını 1865 yılında yayınladı. Jules Verne, bir büyük topun fırlattığı füzenin dört gün sonra Ay' a ulaşması gerektiğini yazar. Ama füze, önceden tahmin edilemeyen bir göktaşına çarpar ve yolculuk yarım kalır. Uzay yolculuğunun tarihi, Rus uzay gemisi Luna 2' nin 1959' da Ay ziyareti ile başlıyor. Ay, insanoğlunun ziyaret ettiği ilk gök cismi. İlki 20 Temmuz 1969 tarihinde insanoğlu Ayak bastı!
Sonuncusu ise 1972 tarihinde gerçekleştirildi.
Ay, Dünya' nın gölgesi altında kalınca Ay Tutulması denen olay gözlenir. Bu sırada Ay görülmez. Eskiden insanlar, bir ejderhanın Ay' ı yuttuğunu düşünürlerdi.Bazen Ay, Dünya ile Güneş arasına girer. Böylece de Güneş Tutulması olur.(Junior Larousse 1. cilt)
Galileo uzay aracı, Jüpiteri' in en büyük uydusuna( Ganymed) 840 km yaklaştı. Oradan çok net resimler gönderdi. Dana önce Voyager uzay araçları bu uyduya ancak 100 bin km yaklaşabilmişti. Galileo' nun gönderdiği fotoğraflara göre uydu buzla kaplı. Tektonik süreçler sonucu yüzeyde buz dağları oluşmuş.(Cumhuriyet Bilim Teknik sayı 491, 17 Ağustos 1996)
Uzay yarışında ilkin Sovyetler, Amerikalıları geçmişti: 14 Ekim 1957' de Sovyetler Sputnik' i uzaya fırlattılar. Amerikalılar da 31 Ocak 1958' de Explorer-1 i uzaya fırlatmışlarıdı.Yalnızca 14 kilogram kütleli bu uydu, yeryüzünü saran radyasyon kuşaklarını keşfetmişti. Uydular çıplak gözle görülemeyen ve yıldızlardan gelen gama, morötesi, kızılaltı ve kızılötesi gibi ışınları gözlemler.
İlk teleskopu 1671 yılında Newton yapmıştı.
Uzay teleskopu Hubble, Dünya' dan 593 kilometre ötelerde uzayı bizim için gözetliyor.
Diğer Güneş Sistemleri:
21 Ekim 1995 tarihinde Dünya' dan 40 ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın gezegeni gözlendi. Bu gezegenin kütlesi Jüpiter' in kütlesinin yarısı kadardı. Bize en yakın olan yıldızın en önemli özelliği ise Güneş' e çok benziyor olması.
Güneş Sistemiyle Ne Zaman Tanıştık?
1600 yılının öncesinde Evren' in 8 cisim içerdiği sanılıyordu: Güneş, Dünya, Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn. Avrupa' da Batlamyus' un geliştirdiği Dünya merkezli evren modeli yaygındı. Galileo, 1610 ylında kendi yaptığı teleskopu gökyüzüne yöneltti. Bu gelişme sayesinde 17. yüzyılın sonlarında 9 yeni gökcismi daha bulundu. Bunlar arasında Europa, Io, Titan, Tetis de vardı.
18. yüzyılda yalnızca 5 gök cismi daha saptandı ve böylece bilinenlerin sayısı 22' ye çıktı. Bunlardan Venüs ve Titania 1787' de, Mimas 1789' da bulundu.
19. yüzyılda Güneş Sistemindeki gözlenen cisimilerin sayısı hızla artmaya başlandı. Bunda en önemli rolü asteroit lenrin bulunuşu rol oynadı. Bu yüzyılda 9 büyük cisim bulunmuştur. 1846 yılında bulunan Neptün ve 1851' de buuna Ariel bunlar arasındadır.
20. yüzyılda ise 40 yeni "büyük" gök cismi bulundu. Ayrıca binlerce kuyruklu yıldız ve asteroit saptandı. 1930' da Pluton, 1979' da Metis, 1980' de Atlas, 1986' da Juliet, 1990' da Ian bulundu.
( Bilim ve Teknik 337. sayı, Aralık 1995)

Hareket kavramıyla birlikte tartışılan çok önemli bir şey de vakumun varlığı ya da yokluğuydu. Vakum, kabaca maddenin bulunmadığı boşluk demekti. Bu bağlamda Ela ' cılar "Vakum olmadan hareket olmaz. Vakum yoktur; o halde harekt de yoktur" derken Leucippus " Vakum olmadan hareket olmaz. Vakum vardır; o halde hareket de vardır." diyordu. (Z.Tez, Kimya Tarihi, s:39)
Geog Cantor' un kümeler teorisi: Madde ve İnsan s:174 ve sonrası

GÜNEŞ ve AY TUTULMALARI
Giriş: GDBY s: 37
Eski çağların tarıma dayalı uygarlıklarında takvimin geliştirilmesi ve gökyüzüne duyulan ilgi elbette boşuna değildi. Her yıl aynı dönemde taşan ve çevresindeki ekili arazileri yerle bir eden Nil, Mısırlılılara önümüzdeki yıl aynı zamanda yine geleceğim der gibiydi. Toprak belli zamanlarda sürülme istiyor, ürünler belli zamanlarda toplanma bekliyordu. Bu toplumlarda doğal olarak toplumu ya da ülkeyi yönetenler rahip-kral karışımı bir tipti. Eski Çin belgelerinde böylesi örnekler çoktur. Bu belgelerden öğrendiğimize göre İmparator, her sabah saat dörtte yataktan kalkmak zorundaymış. Neden mi ? Güneş' in doğmasını sağlamak için. Hele bir düşünün zavallı İmparatorun durumunu! Bir gün kazara uyuya kalsa Güneş doğmayacak Çin'e...Çinliler Güneş ve Ay tutulmaları ile de yakından ilgileniyorlardı.(MÇÖF s:67 ..)
Çinliler, Güneş tutulmasını bir canavarın Güneş' i yutma çabası olarak düşünürmüş. Dolaysıyla canavarı korkutmak için dinsel törenler düzenlenirmiş. İmparator sarayda sırf bu işi için Hsi ve Ho adında iki astronom (gökbilimci) görevlendirmiş. Eski Çin belgeleri kitabı Shu King' e göre, Hsi ile Ho, çok fazla pirinç rakısı içmişler ve bir Güneş tutulmasını önceden haber veremedikleri için idam edilmişlerdi.
( GDBY s:40)
Herkes kara delikleri duymuştur. Haşmetli bir yılıdız ölünce uzayla zamanın birleştiği ölü bir ana hoş geldiniz.
.
EİNSTEİN: "Karadeliğin Gönülsüz Babası"
Jeremy Bernstein' in yazısından (çoğu aynen.)..
Einstein' in kütle çekim denklemleri karadelik anlayışının temelini oluşturur; ancak ilginç olan Einstein' in bu denklemleri, karadeliklerin varolamayacağını kanıtlamak için kullanmasıdır.
Einstein 1939' da "Annals of mathematics" adlı dergide Çok Sayıda kütleden Oluşan Küresel Simetrik Durağan Bir Sistem Üzerine adlı bir makale yayınladı. Einstein bu makalesinde karadeliklerin, yani çok yoğun olduğu için içinden ışığın bile kaçmasını öneleyen göksel cisimlerin bulunamayacağını belirtiyordu. Bunun için de kendisinin 1916' da yayınladığı genel görecelilik ve kütleçekim kuramını kullandı. İlginç olan şu: Bu kuram, karadeliklerin yalnızca olası değil, aynı zamanda birçok gökcismi için kaçınılmaz olduğunu göstermek için kullanılan kuramdır. Einstein' in karadelikleri reddinden birkaç ay sonra, ona atıfta bulunmadan J. Robert Oppenheimer ve öğrencisi Snyder Sürekli Kütleçekimsel Büzülme adlı bir makale yayınladılar. Bu çalışma, Einstein' in görelilik kuramını modern fizikte ilk kez karadeliklerin nasıl oluştuğunu göstermek için kullanıyordu. Eğer basınç, çöküşe dayanacak kadar güçlü değilse, yıldızın yarıçapının yavaş yavaş küçülmesi beklenir. 1939' da Oppenheimer ve Snyder' in yaptıkları kuramsal hesapların söylediği de işte buydu.Einstein denklemlerinin çözümlerinin bir karadeliği belirten ilk açık örneği bu çalışmaydı. Burada örnek çöken bir toz bulutuyla ilgili olarak verilmişti. İçeride bir tekllik bulunmakla birlikte bu, olay ufku ile çevrili olduğu için dışarıdan görülemez. Bu ufuk, kendi içerisindeki olayların, dışarıdaki sonsuza sinyal gönderemediği bir yüzeydir.
(Son cümleler R. Penrose s:37-36, Uzay ve Zamanın Doğası)
Einstein, kuantum istatistiğini yaratırken, o zamanlar pek tanınmayan Hintli fizikçiSatyendra Nath Bose’ den Haziran 1924' te aldığı bir mektuptan etkilendi. Bose' nin mektubuyla birlikte, bir İngiliz bilim dergisinin reddettiği bir makale metni de geldi. Einstein, makaleyi okuduktan sonra, Almanca'ya çevirdi veprestijli bir fizik dergisine postaladı. Einstein neden makalenin önemli olduğunu düşündü?20 yıl boyunca elektromanyetik ışımanın doğasıyla uğraşıyordu, özellikle çeperiyle aynı sıcaklıktaki bir kabın içine sıkıştırılmış ışımayla.Yüzyılın başında Alman fizikçi Max Planck, bu "siyah cisim" ışımasının farklı dalga boylarının ya da renklerinin genlikle nasıl değiştiğini tanımlayan matematiksel bağıntıyı bulmuştu. Işıma sektrumunun (tayfının) biçiminin, kabın çeperlerinin yapıldığı maddeden bağımsız olduğu anlaşıldı. Işımanın sadece sıcaklığa bağlı( siyah cisim ışımasının bir örneği bütün evrenin kabın yerine geçtiği bir durumda büyük patlamadan arta kalan fotonlardır. Bu fotonların sıcaklığı 2. 7260002 Kellvin olarak ölçülmüştür).
Bose, az çok raslantıyla siyah cisim ışımasının istatistiksel mekaniğini hesap etmiş oluyordu. Yani Bose, Planck yasasını, matemaktiksel olarak kuantum mekaniğinden çıkarmıştı. İşte bu çıkarım Einstein' in ilgisini çekişti. Ancak o, Einstein olarak olayı bir adım ileri götürdü. Bose' nin fotonlar için kullandığı yönteme benzer bir yolla, ağır moleküllerin gazının istatistiksel mekaniğini incelemede kullandı. Planck yasasının benzerini bu durum için türetti. Böylece ilginç bir şey buldu: parçacık gazı, Bose-Einstein istatistiğine uygun olarak soğutulursa, belli bir kritik sıcaklıkta bütün moleküller, aniden kendilerini dejenere ya da tekil duruma toplarlar. Bu durum Bose- Einstein yoğunlaşması diye anılır( Bose' un bununla bir ilgisi olmasa da).
İlginç bir örnek helyum gazıdır. Helyum gazı, 2.18 Kelvinde acaip özellikler gösteren süper akışkan (sürtünmesiz akışkanlık) sıvıya dönüşür. 1995 yılında Amerikalı araştırmacılar, başka atom çeşitlerini 1 kelvin derecenin birkaç milyarda birine kadar soğutmayı başardılar. Buna karşın her gaz, bu yoğunlaşmayı göstermiyor. 1925' te Einstein, yoğunlaşma üstüne makalelerini yayımladıktan hemen sonra, Avusturyalı fizikçi Wolfgang Pauli, proton, nötron, elektron gibi ikinci parçacık sınıfının aynı nitelikleri taşımadıklarını gösterdi. Bu sınıftan özdeş iki parçacığın, örneğin iki elektronun aynı kuantum durumunda bulunamayacağını keşfetti. 1926' da Enrico Fermi ve P.A.M. Dirac, Bose- Einstein istatistiğinin benzerini yaratarak parçacıkların kuantum istatistiğini buldular. Pauli ilkesine göre bu parçacıklar düşük sıcaklıkta en çok yoğunlaşmalıydılar. Eğer elektron gazını sıkıştırıp düşük sıcaklığa kadar soğutursanız ve hacmini küçültürseniz, elektronlar birbirlerinin yerlerini istila etmeye başlar. Ancak Pauli' nin ilkesi bunu yasaklamıştır, dolaysıyla ışık hızına yaklaşan hızlarla birbirlerinden uzaklaşırlar. Elektronlar ve diğer Pauli parçacıkları için bu kaçan parçacıklar tarafından yaratılan basınç- dejenereyik basıncı- gaz, mutlak sıfıra kadar soğutulsa da devam eder. Bunun elektronların birbirlerini elektriksel olarak itmeleriyle bir ilgisi yoktur. Çünkü hiçbir yükü olmayan nötronlar için de aynı şey geçerlidir. Bu, saf kuantum fiziğidir.
Peki kuantum istatistiğinin yıldızlarla ilgisi ne? Yüzyılın başında gökbilimciler, küçük ve belirsiz olan tuhaf bir yıldız sınıfı tanımlamaya başladı: Beyaz Cüceler. Bunlar Güneş' le aynı kütleye sahipti; ışığının 360 da birini yayan en parlak yıldız olan Sirius' a eşlik eden yıldızlardı. Beyaz cüceler muazzam derecede yoğun olmalıydı. Sirius' un eşi sudan 61 bin kat daha yoğundu. neydi bu garip gök cisimleri? İşte burada Sir Arthur Eddington devreye giriyor. Sir Eddington, kimileri için yanlış sebeplerle kahramandı. 1944' te ölen Eddington, evren hakkındaki önemli her şeyin insanın kafasında neler döndüğü araştırılarak anlaşılabileceğine inanan bir yeni- Kantçıydı ve bunula ilgili popüler kitapları vardı. Eddington, Einstein' in uzak yıldızlardan gelen ışığı Güneş' in eğdiği yolundaki görüşünü doğrulayan iki araştırmacıdan biriydi. 1926' da yayınladığı klasik kitabının başlığı olan Yıldızların İç Yapısı konusunun anlaşılmasını sağlayan araştırmalara öncülük etti.
Eddington 1924' te beyaz cüceyi sıkıştıran kütleçekim basınıcının elektronları protonlardan ayırdığını öne sürmüştü. Atomlar bu şekilde "sınırlarını" kaybedecekler ve belki de küçük, yoğun bir pakete sıkıştırılacaklar. Böylece Pauli dışarlama ilkesine göre elektronların birbirini geri tepmesiyle oluşan, Fermi- Dirac dejenerelik basıncının etkisiyle cücenin çökmesi duracak. Beyaz cücelerini anlaşılması 1930' da henüz 19 yaşındaki bir gencin Subrahman Chandraekhar ' ın çalışmalarıyla ilerledi. Chandrasekhar, İngiliz fizikçi R.H.Fowler’ in kuantum istatistiği, Eddington' un yıldızlar üzerine kitaplarını okumuş, beyaz cücelerden büyülenmişti. Fowler ile çalışmak üzere Cambridge Üniversitesi' ne gidiyordu. Eddington da oradaydı. Yolda giderken zaman geçirmek için kendi kendine sordu: Bir cüce kendi kütleçekiminin etkisiyle çökmeden önce ne kadar ağır olabilirdi; bu ağırlığın bir üst sınır var mıydı. Yanıtı bir devrim başlattı.
Bir beyaz cüce, elektriksel olarak yüksüzdür. Öyleyse herbir elemktronu için ondan yaklaşık iki bin kat ağırbir de proton bulunması gerekir. Sonuç olarak, protonlar kütleçekim basıncının yükünü karşılamalıdır. Eğer beyaz cüce çökmüyorsa, elektronların dejenerelik basıncı ile protonların kütleçekimi dengelenmelidir. Bu denge, proton sayısını ve bu nedenle de cücenin kütlesini sınırlar. Bu maksimum kütle değeri Chandrasekhar limiti olarak bilinir ve Güneş' in kütlesinin 1.4 katına eşittir. Bundan daha büyük kütleli bir cüce, durağan olamaz. Chandrasekhar' ın buluşu Eddington' u tedirgin etti. Yıldızın kütlesi, Güneş kütlesinin 1.4 katından büyük olursa ne olur? Yanıttan hoşnut kalmadı. Yıldızın yoğunlaşarak cüceye dönüşmesini önleyen bir mekanizma yoksa ya da Chandrasekhar' ın sonucu doğruysa, büyük kütleli yıldızlar kütle çekimi olarak bir bilinmeyene düşüp siliniyorlar. Eddington bunu dayanılmaz buldu ve Chandrasekhar' ın kuantum istatistiğini kullanışını eleştirmeye ve değiştirmeye karar verdi. Bu eleştiri Chandrasekhar' ı yıktı. Ancak onun imdadına Danimarkalı fizikçi Niels Bohr yetişti. Bohr, Eddington' un yanlış olduğunu söyledi ve dikkate almamasını iste.
Einstein, kendi denklemlerinin çözümlerini bulmak için cok da çaba harcamamıştı. Maddenin etrafındaki kütle çekimini ele alan bölüm tamamlanmıştı. Çünkü kütle çekimi bir parçacığın bir eğri boyunca bir noktadan başka bir noktaya gitmesini sağlayarak zaman ve uzay geometrisini değiştirmekteydi. Einstein için daha önemli olan şey, kütleçekiminin kaynağı olan maddenin sadece kütle çekim denklemleriyle açıklanamamasıydı. Einstein bulduğu denklemlerin tamamlanmamış olduğunu düşünüyordu. Yine de yıldızlardan gelen ışığın bükülmesi gibi etkileri yaklaşık hesaplayabiliyordu. 1916' da Alman gökbilimci Karl Schwarzschild’ in bir yıldızın yörüngesindeki bir gezgen gibi gerçek bir duruma uyarlanabilen kesin bir çözüm bulması Einstein' i etkilemişti. İşlemler sırasında Schwarzschild rahatsız edici bir şey farketmişti. Yıldızın merkezinden belli bir mesafede matematik anlamsızlaşıyordu. Şimdi Schwarzschild yarıçapı denen bu uzaklıkta zaman siliniyor ve uzay sonsuz oluyordu. Yani denklem matematikçilerin deyişiyle tekil oluyordu. Bu yarıçap, çoğunlukla cismin yarıçapından küçüktür. Örneğin Güneş için bu yarıçap 3 km. Bunun yanında 1 gramlık bir bilye içinse 10-28 cm. Schwarzschild, yılmadı. Bir yıldızın basitleştirilmiş bir modelini yaptı ve kritik yarıçapa kadar çökmesi için sonsuz bir basınç gradyanı gerektiğini gösterdi. Böylece, bulduğu tekilliğin pratik bir sonucunun olmadığını söyledi. Ancak bu tartışma herkesi yatıştırmadı. Einstein çok rahatsız oldu. Çünkü yıldız modeli görecelik kuramının belli teknik gereksinimlerini karşılamıyordu. Ta ki 1939 yılına dek konu küllenmiş olarak kaldı.
Einstein' in 1939'da yayınladığı makale şöyle diyordu: " Bu makalenin temel sonucu, Schwarzschild tekilliğinin neden fiziksel gerçeklikte yerinin olmadığının anlaşılması olmuştur."
Başka bir deyişle karadelikler varolamaz.
Einstein, küresel yıldız kümesine benzer, birbirinin çekimi etkisinde dairesel yörüngelerde hareket eden küçük parçacıklar toplamına dikkatini verdi. Sonra böyle bir şekillenmede yıldızın kritik yarıçapla kendi çekimi altında durağan bir yıldıza çöküp çökmeyeceğini sordu. Sonuç olarak bunun olamayacağına karar verdi; çünkü yıldızlar böyle bir büyük çaplı şekillenmelerini durağan tutmak için ışık hızından daha hızlı hareket etmek zorunda kalacaklardı. Aslında Einstein' in açıklaması doğru olsa bile konuyla ilgili değildir Çünkü kritik yarıçapa çöken bir yıldızın durağan olup olmaması farketmez. Yıldız nasıl olsa yarıçaptan daha küçük mesafelere çökmekte.
Einstein bu araştırmalarını yaparken Kaliforniya' da tamamiyle farklı bir girişim ilerlemekteydi.
Oppenheimer ve öğrencileri karadeliklerin çağdaş kuramını yaratmaktaydılar. Karadelik araştırmalarıyla ilgili garip olan şey, tümüyle yanlış olduğu anlaşılan bir fikirden esinlenmesiydi. 1932' de İngiliz fizikçi James Chadwick, atom çekirdeğinin elektrikçe yüksüz bileşeni olan nötronu buldu. Ardından nötronların beyaz cücelere alternatif olabileceği spekülasyonları başladı. Özellikle Kaliforniya teknoloji Enstitüsü' nden Fritz Zwicky ve parlak Sovyet teorik fizikçisi Lev Landau başta olmak üzere. tartışmalarına göre, yıldızın kütle çekimi basıncı yeterli derecede artınca, nötron oluşturmak üzere bir elektronla bir proton reaksiyona girebiliyor. Zwicky haklı olarak bu işlemin süpernova patlamalarında gerçekleştiğini tahmin etti; sonuç olarak nötron yıldızları bugün pulsar olarak tanımlanıyor. O sıralarda, olağan yıldızlarda enerji üretmek için bugün bilinen mekanizma bilinmiyordu. Bir çözüm, nötron yıldızını olağan bir yıldızın ortasına yerleştirmekti. Günümüzde pekçok astrofizikçi, karadeliklerin kuasarları güçlendirdiğini benzer olarak tahmin ediyorlar. Bu durumda akla şu soru geliyor: Chandrasekhar kütle limitinin bu yıldızlar için karşılığı nedir? Bu yanıtı belirlemek beyaz cüceler için bir limit bulmaktan daha zor. Bunun nedeni ise nötronların hala tamamıyla anlayamadığımız nitelikte bir kuvvet aracığlığıyla etkileşmeleri. Kütleçekimi bu kuvvetin üstesinden gelebiliyor ancak kesin bir kütle limiti ayırıntılara duyarlı. Oppenheimer, öğrencileri Robert Serber ve Geogre M. Volkoff' la birlikte bu konuda iki makale yayımladı ve nötron yıldızları için bulunan kütle limitinin Chandrasekhar' ın beyaz cüceler için olan limitiyle karşılaştırılabilir olabileceği sonucuna vardı. Bu makalelerden ilki 1938' de, ikincisi 1939' da yayımlandı. Oppenheimer tam olarak, Eddington' unun beyaz cüceler hakkında düşündüğü şeyi sorgulamaktaydı: Eğer kütle limitini aşan kütleye sahip bir yıldız çökerse ne olur? Oppenheimer ve öğrencileri, 5000 km uzakta oldukları için Einstein' in 1939' ka karadelikleri reddeden çalışmasından haberdar değillerdi. Ancak Oppenheimer, kritik yarıçaptaki durağan bir yıldızla uğraşmak istemedi. Eğer yıldızın yarıçapı kritik yarıçapın altına düşerse ne olacağını görmek istedi. Snyder' e bu problem üstünde daha ayrıntılı çalışmasını önerdi. Snyder' e belirli varsayımlar yapmasını, dejenerelik basıncı veya yıldızın dönmesi gibi teknik ayrıntıları gözardı etmesini söyledi. Snyder, çöken bir yıldıza ne olacağının olaya bakan bir gözlemcinin konumuna bağlı olduğunu buldu.
Şimdi bir yıldızdan yeterince uzakta duran bir gözlemciden başlayalım. Başka bir gözlemcinin de yıldızın yüzeyi üstünde durduğunu varsayalım. Bu gözlemci, yıldızla birlikte hareket ederken diğer sabit gözlemciye ışık sinyali göndersin.
Sabit gözlemci, hareket halindeki diğer gözlemciden gelen sinyalin elektromanyetik spektrumun kızıl ucuna doğru kaydığını gözlemleyecektir. Eğer sinyallerin frekansı bir saat gibi düşünülecek olursa, sabit gözlemci hareket halindeki gözlemcinin saatinin yavaşladığı kanısına varacaktır.
Gerçekten kritik yarıçapta saat yavaşlayarak duracak; sabit bir gözlemci yıldızın kiritik yarıçapa çökme sürecinin sonsuz zaman alacağını düşünecekti. Bundan sonra ne olacağını söyleyemeyiz, çünkü, sabit gözlemciye göre "sonrası" yoktur. Sabit gözlemciye göre yıldız kritik yarıçapta donup kalacaktır. Fizikçi John A. Wheeler , 1967 Aralığında verdiği derste karadelik ismini kulanana dek, bu nesnelere donmuş yıldızlar deniyordu. Schwarzschild geometrisindeki tekilliğin gerçek önemi bu donup kalmadır. Oppenheimer ve Snyder' in makalelerinde gözlemledikleri gibi, bu çöken yıldız " kendini " uzaktaki gözlemcilerle herhangi bir iletişime kapatıp, kütle çekim alanıyla başbaşa kalır. Diğer bir deyişle karadelik oluşmuştur. İyi de çöken yıldız üzerindeki gözlemciye ne olacak?Oppenheimer ve Snyder ’a göre göre bu gözlemci, olayı tamamen değişik biçimde algılayacaktır. Yıl 1939' du; Dünya ateşler içindeydi; dünya parçalanmak üzereydi. Oppenheimer de savaşa girdi; insanı yapabileceği en yıkıcı silahı yaptı. Einstein de çalışmadı. Barış geldiğinde 1947' de Oppenheimer, Princeton' da İleri Araştırmalar Enstitüsü' nün direktörü oldu. Einstein de aynı enstitüde profesördü. Onların karadelikler hakkında konuşup konuşmadığı hakkında kayıt yok. Yıldızların gizemli kaderini öğrenmek isteği 1960' ları bekledi.
(Jeremy Bernstein,1996- Çevirenler: Tekin Dereli- Selda Arıt; Bilim ve Teknik, Eylül 1996 346. sayı)

Elementin atomu, Işığın fotonu var da kütle çekiminin gravitonu yok mu?
Gravitonlar
Kütle çekimi, insanoğlunun çok önceden tanıdığı bir olgu. Elma, bulunduğu daldan aşağı doğru düşer. Irmaklar, yukardan aşağı doğru akar. Dünya, Güneş' ten kurtulmak için çırpınır gibi yapar; ama Güneş onu hep kendisine doğru çeker.Hareket kavramıyla birlikte tartışılan çok önemli bir şey de vakumun varlığı ya da yokluğuydu. Vakum, kabaca maddenin bulunmadığı boşluk demekti. Bu bağlamda Ela ' cılar "Vakum olmadan hareket olmaz. Vakum yoktur; o halde harekt de yoktur" derken Leucippus " Vakum olmadan hareket olmaz. Vakum vardır; o halde hareket de vardır." diyordu. (Z.Tez, Kimya Tarihi, s:39)
Geog Cantor' un kümeler teorisi: Madde ve İnsan s:174 ve sonrası

GÜNEŞ ve AY TUTULMALARI
Giriş: GDBY s: 37
Eski çağların tarıma dayalı uygarlıklarında takvimin geliştirilmesi ve gökyüzüne duyulan ilgi elbette boşuna değildi. Her yıl aynı dönemde taşan ve çevresindeki ekili arazileri yerle bir eden Nil, Mısırlılılara önümüzdeki yıl aynı zamanda yine geleceğim der gibiydi. Toprak belli zamanlarda sürülme istiyor, ürünler belli zamanlarda toplanma bekliyordu. Bu toplumlarda doğal olarak toplumu ya da ülkeyi yönetenler rahip-kral karışımı bir tipti. Eski Çin belgelerinde böylesi örnekler çoktur. Bu belgelerden öğrendiğimize göre İmparator, her sabah saat dörtte yataktan kalkmak zorundaymış. Neden mi ? Güneş' in doğmasını sağlamak için. Hele bir düşünün zavallı İmparatorun durumunu! Bir gün kazara uyuya kalsa Güneş doğmayacak Çin'e...Çinliler Güneş ve Ay tutulmaları ile de yakından ilgileniyorlardı.(MÇÖF s:67 ..)
Çinliler, Güneş tutulmasını bir canavarın Güneş' i yutma çabası olarak düşünürmüş.Dolaysıyla canavarı korkutmak için dinsel törenler düzenlenirmiş. İmparator sarayda sırf bu işi için Hsi ve Ho adında iki astronom (gökbilimci) görevlendirmiş. Eski Çin belgeleri kitabı Shu King' e göre, Hsi ile Ho, çok fazla pirinç rakısı içmişler ve bir Güneş tutulmasını önceden haber veremedikleri için idam edilmişlerdi.
( GDBY s:40)
Newton' un dehası, kütle çekim yasalarını bulmaya yetti. İki madde, birbirlerini kütleleriyle doğru, aralaındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak çeker. Einstein, bunlarda düzeltmeler yapılmasını sağladı. İlginçtir çok eski zamanlardan bu yana tanınan yer çekimi (daha genel olarak her kütlenin birbirini şu ya da bu kuvvetle çekmesi) insanoğlunun hâlâ açıklayamadığı bir olgu olarak duruyor. Cisimlerin yere doğru düşmesini nasıl açıklayabiliriz?
İki açık uçlu boruyu, aynı doğrultuda yan yana koyalım. Borular içinde aynı anda bir patlama tepkimesi gerçekleştirelim. Oluşan gazlar her borunun uçlarından dışarıya doğru püskürür. Bu durumda borular, nasıl hareket eder? Borular biribirini çeker. Bunu nasıl açıklayabiliriz? Patlamayla birlikte borular arasında bir yüksek basınç bölgesi oluşur, buna bağlı olarak bölgeye gaz akışı azalır. Boruların karşıt uçlarındaki püskürmelerin tepmeleri sonucu borular birbirine doğru itilir. Tıpkı bir silah namlusundan çıkan merminin yarattığı geri tepme gibi.
Şimdi bütün yönlerde graviton denen mermiler atan iki cisim düşünelim. "Bütün yönlerde" açıklamasına dikkat ediniz. Çünkü kütle çekim yasası, küre yüzeyinin her noktasından çıkan her doğrultuda etkilidir. Öte yandan kütlesel çekim, iki cismin merkezini birleştiren doğrultuda en yüksektir. Çünkü kütlesel çekim, uzaklığa bağlıdır. Ters yönlerde dışarı atılan gravitonların geri tepmesi iki cismi birbirine doğru yaklaştırır.
Eğer bu anlattığımız model doğruysa gravitonlar, yani kütle çekim alanının kuantumları bir kütleye ve enerjiye sahip olmalı; yani graviton salan her cisim, kütle ve enerji kaybetmelidir. Bu konuda ilk olarak Prof. D. İvanenko bir şeyler söyledi. Çarpışan iki graviton nasıl bir sonuç verir? Belki de elektron ve pozitron gibi bir parçacık ve anti-parçacık çifti oluşturabilir. Bu varsayıma göre bu parçacık çiftleri bir yerlerde buluşarak gravitonlara da dönüşebilir. Ama bu iki dönüşüm çok büyük enerjilerle olabilir.Bu nedenle bu dönüşüm olasılığı pek zayıftır. Peki bir cisim, kendiliğinden gravitonlar yayıyor olmasın? Evet bu daha olası. Her bir graviton, bulunduğu parçacık kütlesinden bir kısmını alıp götürür. Gravitonların enerjileri bilinirse, bir parçacığın yarıya kadar küçülmesi için geçecek zaman hesaplanabilir. Bir başka deyişle maddenin kütlesel çekim alanına bozunması sırasındaki yarı-ömrü hesaplanabilir. Böyle hesaplar yapılmış milyarlarca yıl değerleri elde edilmiştir.
Diğer hesaplar, gravitonun kütlesini 5x 10-66 gram ve enerejisini 5x10-45 erg değerinde vermektedir. Bir protonun kütlesel çekim alanıına bozulması yarı-ömrü 10 milyar dolayındadır. Gravitonun yoğunluğu ile protonunki aynı sayılırsa gravitonun yarıçapı 2x10-27 santimetre kadardır. Protonun yanrıçapı 1.5x10 -13 santimetre olduğundan proton yanında graviton, Dünya üzerindeki bir toz zerresi gibidir.
Özel görecelik kuramının sonuçları arasında hiç bir fiziksel etkinin ışıktan daha hızlı yayılamayacağı saptaması vardır. Işık, Dünya' dan Ay' a gitmek için bir saniye, Güneş' e gitmek için sekiz dakika, bir galaksiden diğerine gitmek için milyonlarca yıl katetmektedir. Böyle olunca kütle çekim kuvveti denen şey nedir? Dünya' nın Ay üzerinde yaptığı etki, ışık hızıyla yayılıyorsa kuvveti belirleyen uzaklık, etkinin çıkış anında Dünya' yı Ay' dan ayıran uzaklık mıdır; yoksa etkinin Ay' a varış anıdaki uzaklık mıdır?
Her şey bir yana bu etki nedir?
Özel görecelik kuramı, ışığın hızını, birbirine göre düzgün bir hareketle yer değiştiren bir gözlemciler takımı için aynı olduğunu kabul etmişti. Gözlemcinin hareketindeki herhangi bir ivme, önsel olarak gözlemcinin evreni tanıma biçimine etki yapabilir. Bu ivme acaba nasıl işe karışacaktır? Bu soruyu yanıtlamak için, yalnızca mantığa dayanmak gerekir. Çünkü bu türlü etkileri deneysel biçimde açığa çıkarmak çok güçtür. Einstein soruna en kestirme yönden yaklaştı. Sonsuz sayıda olanaklar içinde bir ivmenin etkisinin ne olabileceğini araştırmak yerine o asıl ivme yokluğunun nasıl belirtilebileceğini aramaya koyuldu. Ama olanaklı gözlemcilerden bir tanesinin hangisi olduğunu belirtecek güçte miyiz? Yeryüzünde bulunan bir gözlemci kuşkusuz işimize yaramaz, çünkü Dünya' nın Güneş' e göre hareketi ivmelidir. Güneş' in de Samanyolu galaksisine, onun da öteki galaksilere göre ivmeli hareketi vardır.
(Madde ve İnsan s :80-82 ve devam ettttttttttttttttt)

bir baska gün ... zaman ...
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
8 Eylül 2006       Mesaj #40
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
KUANTUM KURAMI
Kuantum Kuramı, 20. yy'ın büyük kuramlarından biridir. Kuantum ne demektir? Kuantum kuramı, nedensellik kavramını,yani determinizmi nasıl etkilemiştir? Elektron nedir,bir parçacık mı,bir dalga mıdır?Yoksa her ikisi midir? Işık nedir? Bir parçacık (foton) sağanağı mıdır,elektromanyetik bir dalga yayılması mıdır?Einstein, kuantum kuramının kurucuları arasında bulunduğu halde,sonradan neden ve nasıl bu kurama karşı çıkmıştır? Einstein, 1930 konferansına nasıl bir düşünce deneyi ile geldi? Ona "Einstein,senin adına utanıyorum.Çünkü yeni kuantum kuramına senin karşıtlarının görelilik kuramına karşı ortaya koydukları kanıtlarla karşı çıkıyorsun" diyen dostu kimdir? Yine kuantum kuramının kurucularından Schrödinger, "Schrödinger'in Kedisi" diye ünlenen düşünce deneyi ile bu kurama neden ve nasıl karşı çıkmıştır? Kuantum kuramı,deneylerle test edilmiş midir? Karadeliklerin gönülsüz babası kimdir? Belirsizlik ilkesi nedir? Bu ilke araçlarımızın yetersizliğinin bir sonucu mudur?Her şeyi bilebilir miyiz?
Sizleri, bir kısmını buraya sıraladığım soruların yanıtı için atom ve moleküller dünyasında bir gezintiye çağırıyorum. Bu atomaltı dünya (mikrodünya),makrokosmos kadar çeşitli,ilginç,renkli,neşeli,kafa karıştırıcı ve heyecan verici..Aşağıdaki açıklamaları yazarken kaynaklar bölümünde belirttiğim eserlerden neredeyse tümüyle alıntılar yaptım. Benim yaptığım, zaman zaman araya girerek yazarlığı hepten kaynakların yazarlarına kaptırma endişemi gidermek oldu!. Örneğin Belirsizlik ilkesini Hawking'e, olasılık ve belirsizlik açısından doğayı Feynman'a anlattıracağım. Bohr ile Einstein'nin Solvay Konferanslarındaki tartışmalarını ve o yılların iklimini W. Heisenberg bize sunacak.Yani kuramı, ustalarından dinleyeceğiz.
Kimya derslerinden biliyor misiniz? Tüm maddeler atomlardan ve her bir atom da pozitif elektirkle yüklü bir çekirdek ve negatif yüklü elektronlardan oluşur. O halde, çok küçük atomik ölçekte kütle, atomik kütlelere karşılık gelen kesikli niceliklerden oluşur. Yani modern fizik dilinde kütlenin kuantumlanmış olduğu söylenir. Enerji içeren pek çok nicelik de kuantumlanmıştır. Enerjinin kuantumlu tabiatı özellikle atom ve atomaltı dünyada ortaya çıkar.s
1900 yılında Max Planck,siyah cisim ışımasını açıklamak için ışığın kuantumlu olabileceğini ileri sürdü. O zamana dek,ışığın şiddetiyle enerjisinin doğru orantılı olduğu sanılıyordu. Oysa ışığın frekansıyla enerjisi doğru orantılıydı...1905'te Einstein bu kurama dayanarak fotoelektrik olayı açıkladı.Işık,dalga özelliği yanında foton denen kuantum (enerji paketleri) özelliği de gösteriyordu. 1924'te Fransız fizikçi Louis de Broglie,çok çarpıcı bir düşünce üretti. Basit bir matematikle,hareketli her parçacığın aynı zamanda dalga özelliği göstermesi gerektiğini ileri sürdü. 1927'de Amerikalı bilimciler C.Davisson ve L.Germer,elektronların tıpkı bir ışık gibi,kristallerde kırınım gösterdiğini buldular. Yine aynı yıl W.Heisenberg,ünlü belirsizlik ilkesini ortaya koydu . Fizikçiler arasındak görüş ayrılıkları 1927 Solvay konferansında dışa vurdu. Tartışmaların başını N.Bohr ile A.Enstein çekiyordu. 1930'da yine büyük bir tartışma yaşandı. Einstein,yavaş yavaş arka sıralarda oturmaya başladı. Gelin öyküyü baştan alalım.

" Olabilir desinler, ama olur demesinler."
Cicero
"Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz.."
Atasözü

Niels Bohr şöyle dedi: " Bir süre önce yine burada Kopenhag' da özellikle olguculuk yanlılarının katılmış olduğu bir felsefe konferansı vardı. Bunda Viyana Okulu' nun üyeleri büyük rol oynadılar. Bu filozofların önünde kuantum teorisinin yorumunu yapmaya çalıştım. Konferansımı verdikten sonra karşıt hiçbir düşünceyle ve zor herhangi bir soruyla karşılaşmadım. Ama bunun benim için çok korkunç olduğunu itiraf etmeliyim. Çünkü bir insan kuantum teorisinden ürkmezse, onu anlaması da olanaksızdır. Belki de o kadar kötü bir konferans verdim ki, kimse neden söz ettiğimi anlamadı."
Klasik Fiziğin Çözemedikleri
Kuantum kuramının doğuşunu kavrayabilmek için biraz gerilere gitmemiz gerekiyor. 19. yy sonlarına.Gazların kinetik kuramı, klasik fiziğin çok önemli zaferlerinden biriydi. Bu kurama göre, hiç bir molekülü dışarı kaçırmayacak ideal bir gaz kabındaki N molekülün toplam enerjisi E olsun. Bu toplam ernerji(E), enerjinin eşit dağılımı yasası diye bilinen temel bir istatistiksel teoreme göre ortalama olarak moleküllere eşit olarak dağılmıştır. Ortalama diyoruz, çünkü istatistiksel açıdan kesin veriler değil, ancak ortalama değerler elde edilebilir. Lord Rayleigh ve Sir James Jeans, gazların kinetik kuramına başarıyla uygulanan istatistiksel modeli, iç duvarları kusursuz ayna olan kutuda hapsedilmiş "ışık" dalgalarına uygulamaya çalıştılar. Ama burada temel bir zorlukla karşılaştılar. Bir gaz kabındaki molekül sayısı çoktu; ama "sonlu"ydu,oysa ışığın hapsolduğu ideal bir ayna cidarlı kutuda farklı titreşim tiplerinin sayısı "sonsuz"du. İşi basitleştirmek için “Jean Küpü”nün yalnızca sağ ve sol iç duvarları arasında gidip gelen dalgaları düşünelim. Bu dalgalar, duvarlarda zamanla genliğin kaybolacağını söyleyen sınır koşullarına uymalıdır.... Bunu üç boyutta düşündüğümüzde "sonsuzluk" sayısının daha da artacağı açıktır. Titreşim modu (düğüm noktası) sayısı sonsuz, ama enerji sonlu. Yani titreşim modu başına düşen enerji = E/ sonsuz = tanımsız. Bu, kuşkusuz saçma bir sonuçtur. Yani açıkça, klasik kuram, artık cisimlerin doğasına ilişkin bilgilerimizle çelişmekteydi. Atomik ölçekte,maddenin davranışını açıklamak için klasik fizğin uygulama denemeleri tamamen başarısız oldu. Siyah cisim ışıması,fotoelektrik olay ve bir gaz deşarjında atomların yaydığı keskin çizgiler klasik fizik çerçevesinde anlaşılamadı.George Gamow 'un dediği gibi:" Bir kuram, cisimlerin doğası ile ilgili bilgilerimizle çeliştiği zaman, cisimlerin yapısı değil kuram yanlış olmalıdır".Doğaya yeni bir bakış açısıyla bakmak gerekiyordu. Bu devrim, 1900 ile 1930 arasında gerçekleşti. Kuantum Mekaniği denen bu yeni yaklaşım atom,molekül ve çekirdeklerin davranışını başarıyla açıkladı.
Kuantum Kuramının Keşfinin Öyküsü
Kuantum kuramının temel fikirlerini önce1900 yılında Max Planck ortaya attı;ama sonraki açıklama ve matematik formülasyonlarda Einstein,Bohr, Schrödinger,Louis de Broglie, Heisenberg,Born ve Dirac'ın da aralarında bulunduğu çok sayıda bilim adamı rol oynadı. Kuantum kuramının keşfinin öyküsü, 1900 yılında ilk adım olarak Max Planck (1858-1947)'ın siyah cisim ışıma yasasını bulmasıyla başladı. Cisimler,bazen termik ışıma denen bir ışıma yayar. Bu ışımanın özellikleri, cismin sıcaklığına ve özelliklerine bağlıdır. Düşük sıcaklıklarda termik ışımanın dalga boyları,esas olarak kızılötesi bölgededir ve bu nedenle gözle görülmez. Cismin sıcaklığı yükseltilince,kızarmaya başlar. Sıcaklık daha da yükseltilirse,bir ampulün içindeki tungsten telin parlaması gibi, cisim beyazlaşır. Termik ışımanın ayrıntılı bir incelemesi, tayfın(spektrumun),kızıl ötesi, görünür bölge ve morötesi dalga boylarının sürekli bir dağılımından oluştuğunu gösterir.19. yy sonlarına doğru,termik ışımayı açaklamakta sorunlar görüldü. Temel sorun da bir siyah cisimden yayınlanan termik ışımanın dalga boylarının gözlenen dağılımının açıklanmasıydı.Tanım olarak siyah cisim,üzerine düşen tüm ışımayı(radyasyonu) soğuran ideal bir sestemdir. Bu da örneğin oyuk bir cismin içi ya da kovuğudur. Işıma,bu kovuğun duvarlarından yayılır. Klasik fiziğe göre,kovuğun duvarlarındaki atomlar,tüm dalga boylarında elektromanyetik dalgalar yayan bir titreşimler topluluğu olarak düşünülür.Belli bir sıcaklıkta dalga boyu ile ışık şiddeti ilişkisi büyük dalga boylarında kuramsal ve deneysel öngörülere uyduğu halde, dalga boyu kısaldıkça,ışık şiddetinin sonsuza doğru gitmesi gibi bir sonuçla karşılaşılıyordu.Hesaplar, çok uzak morötesinde aşırı derecede ışınım salınımı olması gerektiğini gösteriyordu. Bu çelişkiye mor ötesi felaket adı verilmişti. Kuşkusuz olup biten bu değildi,şu oluyordu: Işınım şiddeti belirli tipik bir dalga boyunda daha büyük ve daha küçük değerlerde sıfıra doğru yaklaşıyordu.
Bir de klasik kurama göre tüm dalga boyları olanaklı olduğu için sonsuz bir toplam enerji yoğunluğu öngörülüyordu. Elbette, elektromanyetik alanda sonsuz bir enerji,fiziksel olarak olanaklı değildir. Fizikçiler,önceleri Planck’ın kuantum fikrini- doğanın kesintili bir özelliği olduğu fikrini- klasik Newton fiziği içine yerleştirme çabası güttüler. Max Planck,kara cisim ışıması üzerine çalışmasında fiziğe atomik süreçlerde kesintililik miktarının bir ölçüsü olan ‘h’ olarak simgelenen yeni bir değişmez(sabit) getirdi. 1900'de, Planck çalışmasını yaptığında fizikçiler atomların toplam enerji olarak bir değere sahip olabileceğini düşünüyorlardı-enerji sürekli olarak değişkendi. Fakat Planck’ın kuantum önermesi enerji değişiminin kuantlaşmış olduğu (niceliği olduğu ) anlamına geliyordu. Bir kuantum enerjisinin getirilişi klasik fizikte hiçbir temele sahip değildiyse de, henüz, yeni kuramın klasik kavramlardan köklü bir kopmayı gerektirdiği açık değildi. Belirttiğim gibi kuramsal fizikçiler,bu kavramı klasik fizikle uzlaştırmaya çalışıyorlardı
Max Planck, o zaman "morötesi felaket" denen bir zorluğa çözüm yolu olarak bir öneri getirdi. Planck, enerjinin eş dağılım yasasısında öngörülen tek bir titreşim modunun alabileceği enerji miktarının belli bir değerden az olamayacağını kabul ederek çelişkinin önlenebileceğini önerdi. Işınımın belli büyüklükteki paketler halinde yayıldığını ileri sürdü.Planck, siyah cisim ışınımı için,tüm dalga boylarında deneyle tam bir uyuşma halinde olan bir formül buldu.Enerji dağılım eğrilerinin, sıcak cisimlerin denel emisyon eğrisine uydurulabilmesi için bu en küçük ışınım enejisinin
E= hn (Planck sabiti çarpı ışığın frekansı)
kabul edilmesi gerektiğini kanıtladı. Burada E, bir paketin (fotonun) enerjisini;n, ışığın frekansını;h ise Doğa'nın yeni ve temel bir sabitini (Planc sabitini) gösteriyor. Kuantum sabiti de denen Planck sabiti(h) nin sayısal değeri pek küçüktür(santimetre-gram- saniye birimlerinde on üzeri eksi yirmi yedi veya Joule.saniye birimiyle 6626x10 üzeri -34). 60 Watt' lık bir elektrik ampülü, saniyede on üzeri yirmi iki(10e 22) adet ışık fotonu yayar. Buna göre ışınım yayan,titreşen moleküller kesikli birimlere sahip olabilir.Planck'ın kuramındaki ana unsur,kuantlaşmış enerji düzeyleri gibi köklü bir varsyımdır. Moleküller,foton denen ışık enerjisinin kesikli birimleri cinsinden enerji yayar ya da soğurur.Onlar bunu,bir kuantum dzeyinden diğerine sıçrayarak yapar. Ardışık iki kuantum düzeyi arasında enerji farkı bir fotonun enerjisine karşılıktır.
Planck'ın çalışmasının,matematiksel işlemlerden daha fazlasını içerdiğini vurgulamalıyız. Gerçekten Planck,siyah cisim dağılım eğrisini çıkarmak için altı yıldan fazla uğraş verdi. Yayınlama problemi ile ilgili çalışmaları için"mutlak bir şeyler gösterir ve tüm bilimsel çalışmalarımın en yüce amacı olarak daima mutlağı aramaya çalıştığım için büyük bir şevkle çalışmaya koyuldum" demiştir. Bu çalışma,formülün fiziksel bir açıklamasını araştırmak ve kuantum kavramını klasik kuram ile uzlaştırmak için yaşamının büyük bir kısmını aldı. Bilim adamlarının önemli bir kesimi, tutucu devrimcilerdir. Deneysel kanıt ya da mantıksal ve kavramsal sorunlar onları yeni, bazen devrimci bir görüş açısına zorlayana kadar, denenip test edilmiş ilkelerden vazgeçmezler. Bu türlü tutuculuk, sorgulamanın kritik yapısının çekirdeğinde bulunur. Kuantum kuramının öncülerinden Werner Heisenberg “Modern kuram, doğrusunu söylemek gerekirse, gerçek bilimlere dışarıdan getirilen devrimci fikirlerden çıkmamıştır. Tersine, devrimci fikirler, klasik fiziğin programını tutarlı şekilde yürütmeye çalışan araştırmaya zorla girmişlerdir- onun doğasından çıkmışlardır.” demiştir. Yani eski kuantum kuramı, kuantumu klasik fizikle uzlaştıracak bir programı temsil etmiştir.
Fotoelekrik Olay ve Einstein
Kuantum kuramıyla ilgili ikinci adımı 1905'te Einstein attı. Einstein, fotoelektruk olayı, kuantum düşünücesini kullanarak açıkladı. Fotoelektrik olay,kısaca, ışığın metal yüzeyinden elekron koparmasıdır. Bu olayı,Maxwell in öngördüğü elektromanyetik dalgaları da ilk kez üreten Hertz keşfetmişti. Fotoelektrik olayın pek çok özelliği klasik fizik ya da ışığın dalga modeli ile açıklanamaz. Örneğin klasik fiziğe göre ışık şiddetine bağlı olarak her frekansta metal yüzeyinden elektron sökülmesi gerekirken ancak belli bir eşik değerinin üzerinde elektron koparılabiliyordu. Işığın frekansı, bir eşik frekansını aşarsa fotoelektrik olay gözleniyordu. Öte yandan yayınlanan fotoelektronların sayısı ışık şiddetiyle orantılıydı ;ama fotoelektronların maksimum kinetik enerjisi,ışığın şiddetinden bağımsızdı. Fotoelekronların maksimum kinetik enerjsi,ışığın frekansı arttıkça artıyordu. Elektronlar yüzeyden,düşük ışık şiddetlerinde bile,hemen hemen anında (yüzeye ışık düştükten milyarda bir saniye ) yayınlanır. Oysa klasik kurama göre elektronların metalden çıkmak için gerekli kinetik enerjiyi kazanmadan önce,gelen ışınımı soğurmak için bir zamana gereksinim olduğu düşünülüyordu. Işığın foton kuramına göre ise gelen enerji,küçük paketler halinde görünür ve fotonlarla elektronlar arasında birebir etkileşme vardır. Bir foton,bir elektron koparır. Bu, ışığın geniş bir alana düzgün olarak dağılmış bir enerjiye sahip olması düşüncesiyle çelişir. Einstein, fotoelektrik konulu 1905 yılı yazısında Planck’ın fikrini ele almıştır. Planck, ışık kaynaklarının kuantlaşmış enerji değişimi yaptıklarını varsaymıştı. Einstein bir adım ileri giderek, ışığın kendisinin kuantlaşmış olduğunu- ışık foton denen parçacıklardan oluşmuştu- varsaymıştır. Bu devrimci fikir, o zaman yerleşik olan ışığın dalga kuramına karşı bir çıkıştı-bu durum, fizikçilerin onu reddetmeleri için yeterli nedendi. Diğer fizikçiler, Einstein’in önerisini, yalnızca foton için pek doğrudan bir kanıt sayılamayacak olan fotoelektirik etkiyi açıkladığı için reddettiler. Fakat Einstein ışık konusunda dalga-parçacık ikili yapı kavramına sıkı sarıldı ve ışığın bu görünüşte çelişkili özelliklerini uzlaştırmaya çalıştı; ama başaramadı.
Planck ve Einstein’in kuantum kuramını ilerleten teorik fikirleri, doğal fenomenlerin yepyeni bir alanını açan deneylere bir yanıttı. 19. yy’ın sonuna kadar, maddenin çok sayıda şaşırtıcı yeni özelliği keşfedilmişti; ilk kez olarak bilim adamları atomik süreçlerle doğrudan ilişki kuruyorlardı.
Albert Einstein, 1905'te, foton kabulünü kullanarak fotoelektrik olayı açıkladı.
Einstein bir ışığın ya da herhangibir elektromanyetik dalganın foonların bir paketi olarak düşünülebileciğini vasyadı. Einsteinin fotoelektirk olaya bakışı basitçe,bir fotonun tüm hf enerjisini metalin tek bir elektronuna verdiği şeklindedir.Buna göre kullanılan ışığa göre elektronun enerjisi hn,2 hn,3 hn... şeklinde,yani Planck enerji paketinin tam sayı katları şeklinde artıyordu. Einstein' in 1905 teki yazısı, Planck'ın kuantumlanma kavramını elektromanyetik dalgalara genişletti;ışık kuantumlarını tek tek gözlemleyebileceğimizi gösterdi. Çünkü yayılan her parçacık ( her elektron) metal atomuna çarpan bir ışık kuantumuna karşılık geliyordu.
Elementlerin Parmak İzi: Atomların Tayf Çizgileri
Bir ışımanın,içerdiği farklı frekanslı(farklı dalga boylu) bileşenlerine ayrılmasına tayf (spektrum) denir. Belirli bir sıcaklıktaki tüm cisimler, dalga boylarının sürekli bir dağılımı ile karakterize edilen termik ışınım yayınlar. Dağılımın şekli cismin özelliklerine ve sıcaklığa bağlıdır. Kızgın katıların yaydığı ışınlar bir pirizmadan geçirilirse,bütün frekansların yanyana bulunduğu kesiksiz (sürekli) tayf elde edilir. Yani arada karanlık çizgiler olmaksızın tüm renkler birbirini izler.Elektrik ampulü ve mum ışığı kesiksiz tayf oluşturur. Bir gaz ya da buharın yaydığı ışık ise iki tür olabilir: Gaz molekülleri (iki ya da daha çok atomlu moleküller) şeritli (bantlı) tayf verir; gaz atomları ve monoatomik iyonlar ise çizgili (hatlı) tayf verir. Elektrik deşarjına uğrayan düşük basınçlı gazlar ise sürekli spektrum değil, çizgi spektrumu yayınlar. Verilen bir çizgi spekturumunda dalga boyları,ışığı yayan elementin karakteristiğidir. Yani her element,tıpkı bir insandaki parmak izi gibi,kendine özgü bir spektrum oluşturur.En basit çizgi spektrumu,atom halindeki hidrojende gözlenmiştir. İki element aynı çizgi spektrumunu yayınlamadıkları için bu olay bize bir örnekteki elementleri tanımak için pratik ve duyarlı bir teknik sunar(spektral analiz). Helyum, talyum ve indiyum elementleri, bu yöntemle bulunmuştur.
Bilim adamları 1860'tan 1885'e kadar spektroskopik ölçümleri kullanarak önemli veriler topladılar. İsviçreli bir öğretmen olan Johann Jacob Balmer (1825-1898) 1885'te hidrojenin dört görünür yayınlama çizgisinin (kırmızı, yeşil,mavi ve mor) dalga boylarını doğru olarak öngören bir formül türetti. Balmer'in keşfinden sonra hidrojenin diğer tayf çizgileri de bulundu. Bu spektrumlara bulucularının onuruna Lyman, Paschen ve Brackett serileri denir. Atomların yaydığı ve soğurduğu karakteristik tayf çizgilerinin anlamı klasik fiziğin açıklayamadığı bir olaydı. Her element niçin belirli dalga boyunda tayf çizgileri yayınlıyordu? Ayrıca niçin her element yalnızcı yayınladığı dalga boylarını soğuruyordu?Bu soruların açıklamasını Bohr yaptı. Bohr, Planck'ın kuantum kuramını,Einstein'in ışığın foton kuramını ve Rutherford'un atom modelini birleştirdi.
1913'te Danimarkalı fizikçi Niels Bohr (1885-1962), hidrojen atomunun tayf çizgilerini kuantum kuramına dayanarak açıkladı. Buna göre çekirdek çevresindeki elektron, her enerjiyi değil, ancak belirli enerjileri alabiliyordu. En düşük enerjili durumdaki atoma temel durumdaki atom,enerji verilmiş atomlara da uyarılmış atom denir. Elektron yüksek enerjili durumdan daha düşük enerjili duruma sıçrayarak düşer,bu sırada ışık yayınlanır. Bohr modeli hidrojen atomunun yanısıra bir elektronlu helyum(+1 yüklü helyum iyonu) ve lityum iyonu (+2 yüklü lityum iyonu) tayf çizgilerine başarıyla uygulandı. Bununla birlikte,kuram çok elektronlu atom ve iyonların karmaşık tayf çizgilerini açıklamakta yetersiz kaldı.
Compton Olayı
Einstein, 1919'da, E enerjili bir fotonun tek bir yönde gittiği (bir küresel dalga gibi değil!) ve E/c ya da hf/c'ye eşit bir momentum taşıdığı sonucuna vardı. Onun sözleriyle " bir ışınım demeti, bir molekülün hf enerji paketi yayınlamasına ya da soğurmasına neden olursa,moleküle, soğurma için demetle aynı yönde,yayınlama için zıt yönde hf/c kadar bir momentum aktarılır." Işığın ya da fotonun momentumu?!
Arthur Holly Compton (1892-1962)(1927 Nobel fizik ödülü) ve Peter Debye(1884-1966, 1923'te, birbirinden bağımsız olarak,Einstein'in foton momentumu düşüncesini daha ileri götürdüler.Onlar, x-ışını fotonlarının elektronlardan
saçılmasının,fotonları hf enerjili ve hf/c mmentumlu noktasal parçacıklar olarak varsaydılar ve foton -elektron çiftinin çarpışmasında enerjinin ve momentumun korunduğuna dikkat ederek açıklanabileceğini gösterdiler. Compton ve çalışma
A.H. Compton
arkadaşları,1922'den önce,x-ışınlarının elektronlardan saçılmasını açıklamak için klasik dalga kuramının yetersiz kaldığını gösteren kantlar topladılar. Klasik dalga kuramına göre,gelen
Peter Debye
elektromanyetik dalgalar elektronları ivmelendirmeli,onları titreşmeye zorlayarak daha
düşük frekansta yeniden ışıma yaptırmalıdır. Dahası saçılan ışınım frekansı ya da dalga boyu,klasik kurama göre gelen ışınımların örneğe çarptıkları zamana olduğu kadar gelen ışınımın şiddetine de bağlıdır. Bu öngörülerin aksine,Compton'un denel sonuçları,verilen bir açıda saçılan x-ışınlarının dalgaboyu kaymasının yalnızca saçılma açısına bağlı olduğunu gösterdi."bunların,pek çok fizikçiyi kuantum kuramının temelli geçerliliğine inandırmak için ilk denel sonuçlar olduklarını söylemek ne güzel!"
Bu modelde foton,sıfır durgun kütleli "hf"enerjili bir parçacık olarak ele alınır(h,Planck sabiti; f, frekans).
Fotoelektrik olay ve Compton olayı gibi olgular, ışığın foton (ya da tanecik) kavramını destekleyen çok uygun ve açık denel gerçeklerdir. Peki ışık,elektromanyetik dalga değil de foton sağanağı mıdır? Hayır,foton özelliği,ışığın bir özelliğidir;ama ışığın elektromanyetik dalga özelliği de vardır.Şimdi çok ilginç birdüşünceyi inceleyeceğiz:Işık,tanecikli yapıdaysa acaba taneciklerin de bir dalga boyu var mıdır?
Broglie Dalgaları
Anımsayacağınız gibi, Einstein,1905 yılında ışığın bir parçacık olduğu kuramını geliştirmişti. Bu fikir, ışığın bir elektromanyetik dalga olduğu gerçeğinin karşısında yer almıştı. 1909 yılı gibi erken bir zamanda o, gelecekteki ışık kuramının,ışığın parçacık ve dalga kuramlarını kaynaştıracağını söylemişti;ama bu yönde çok az gelişme olmuştu. Göründüğü kadarıyla ışığın ya parçacık ya da dalga olması gerekiyordu. Bir sonraki adımı,entellektüelce ilgilerin kendisini fiziğin ön saflarına sürüklemiş olduğu bir Fransız prensi olan Louis de Broglie attı. O benzetmeler yaparak, o kadar acıkça bir dalga olduğu görülen ışık bazen bir parçacık gibi- foton- davranabiliyor ise, o zaman, açıkça bir parçacık olan elektron da bazen bir dalga gibi davranabilir diye düşündü. Bu önemli fikirler,Broglie’nin elektronun dalga boyunu çıkardığı 1923 yılında yayımlanan iki yazısında anlatılıyordu. Broglie,elektronlar da gerçek dalgalar gibi kırınım gösterebiliyorsa,kendi düşüncesinin denel olarak doğrulanabileciğini belirtti. Bir okyanus dalgasının kıyıya çarpması gibi,bir engel etrafında dalgaların kırınımı,keskin gölgeler veren bir parçacık ışınının tersine,bir engel arkasında bükülüşünü gösterir. Ses, bir dalgadır,bu nedenle köşelerden geçen sesleri işitiriz,ses köşeler etrafında ‘bükülür.’ Bu yazılar, Broglie’nin doktora tezleri oldu. Onları inceleyen Fransız bilimci Paul Langevin, bu tezlerin birer kopyasını Einstein’e gönderdi. Einstein, bu fikirlere çok önem verdi ve diğer fizikçilerin dikkatini Broglie’nin yeni fikirlerine çekmek için çok çalıştı.
Parçacıkların Dalga Özelliği
Einstein, ışığın dalga özelliğinin yanısıra,ışığın frekansına bağlı olarak parçacık(enerji paketçiği) özelliği gösterdiğini açıklamıştı. Buna göre fotonun bir momentumu da tanımlanabilirdi. Momentum, parçacğın kütlesi ile hızının çarpımına eşittir. Bu kavram,tanecik ya da parçacıklara ilişkindir.Fotonun momentumu, mc, ışığın dalga boyuyla ters orantılıdır: mc =h/dalga boyu. 1923'te Fransız bilim adamı Louis Victor de Broglie(1892-1987) devrimci bir düşünce ortaya attı: hareket eden her taneciğin aynı zamanda bir dalga boyuna sahip olacağını kuramsal olarak gösterdi. Onun kullandığı mtematik,son derece basitti. Planck eşitliği ile Einstein eşitliğini birleştirdi.dalga boyu=h/mv idi. Elektronların dalga doğasını keşfettiği için 1929'da Nobel ödülünü aldı."Kuantum kuramının temel düşüncesinin,ayrık bir enerji miktarını,ona belirli bir frekans bağlamadan düşünmenin olanaksız görülmesidir" demiştir. De Brogile'ye göre elektronlar hem tanecik hem de dalga olarak ikili bir doğaya sahiptiler. Her elektrona,ona uzayda yol gösteren veya "yörünge çizen",bir dalga (bir elektromanyetik dalga değil!) eşlik ediyordu. Bu savının kayanağını 1929 Nobel ödül alış konuşmasında şöyle açıkladı:
Louis de Broglie
"Bir yanda,bir ışık taneciğinin enerjisi f frekansını içeren E=hf eşitliğiyle belirlendiği için,ışığın kuantum kuramı tamin edici bir şekilde gözönüne alınamaz. Şimdi salt bir tanecik kuramı bir frekansı belirlemek için bize hiçbir olanak vermez. yalnız bir sebepten dolayı,ışık halinde,bir tanecik ve aynı anda periyodiklik düşüncesini işe sokmaya mecburuz. Diğer yanda,atomda elektronların kararlı hareketinin belirlenmesi tam sayıları işe sokar ve bu noktaya kadar fizikte tam sayıları işe sokan yalnız girişim ve titreşimin normal kipleri olaylarıdır. bu gerçek bana elektronların sadece tanecik olarak gözönüne alınamayacağını,fakat onlara periyodikliğin de eklenmesi gerektiği fikrini öne sürdürdü."
Elektronun Dalga Özelliği Msn Grinavisson-Germer Deneyi
1927'de ABD'den C.Davisson ve L.H. Germer ile İngiltere'den George Paget Thomson ( J.J. Thomson'un oğlu) elektronun,tıpkı x ışınları gibi,kristalde kırınıma uğradığını gösterdiler ve elektronların dalga boylarını ölçmeyi başardılar. Onların önemli buluşu, Louis de Broglie'nin önerdiği madde dalgalarının ilk denel doğrulanması oldu. Davisson-Germer deneyinin amacı, De Broglie'inin önerisini doğrulamak değildi. Bilimde çok sık görüldüğü gibi onların buluşu, tesadüfen(rastlantı sonucu) yapıldı. Deney, düşük enerjili (yaklaşık 54 eV)elektronların boşlukta, nikel(Ni) bir hedeften saçılmasıyla ilgiliydi. Bir deney süresince nikel yüzey, vakum sisteminde kaza ile meydana gelen bir kırık yüzünden oksitlendi. Oksit tabakasını yok etmek için nikel hedef bir hidrojen buharı içinde ısıtıldıktan sonra yapılan deneyler,saçılan elektronların belli özel açılarda yoğun olarak en büyük ve en küçük şiddet sergilediklerini gösterdi. Sonuçta deneyciler,ısıtma sonucu nikelin büyük kristal bölgeleri oluşturduğunu,bu kristalik bölgelerde düzgün aralıklı atom düzlemlerinin elektron madde dalgaları için,birer kırınım ağı gibi işlev yaptıklarını anladılar. Bundan kısa süre sonra Davisson ve Germer tek-kristal hedeflerden saçılan elektronlar üzerinde daha yoğun kırınım ölçümleri yaptılar Sonç olarak onların bulguları elektronların dalga doğasını ve De Broglie bağıntısını doğrulamış oldular.Aynı yıl içinde İskoçya'lı G.P.Thomson da çok ince altın plakadan elektronlar geçirerek elektron girişim desenleri gözledi. Girişim desenleri helyum atomları,hidrojen atomları ve nötronlar için de gözlendi. Böylece madde dalgalarının evrensel doğası değişik yollarla ortaya konmuş oldu.
Bir kere daha soralım: Işık bir parçacık akını mıdır yoksa bir dalga mıdır? Yanıt,her ikisidir. Hem böyle,hem öyle...
Maddenin dalga ve ışığın hem dalga hem parçacık özelliği göstermesi ,bu ikili doğayı anlama problemi kavram olarak çok zordur. Çünkü bu iki model birbirine tümüyle zıt görünür. Bu problem daha önce,ışığa uygulanırken tartışıldı. Niles Bohr, tamamlayıcılık ilkesiyle bu problemi çözmeye yardım etti. Bu ilkeye göre,madde ve ışınımın dalga yahut parçacık modelleri birbirini tamamlar hiçbir model ayrı ayrı madde ve ışınımı tam olarak tasvir etmek için kullanılamaz. Tam olarak anlama ancak,iki modelin birbirini tamamlayıcı bir biçimde birleştirilmesiyle sağlanır.
Peki tanecikler dalga özelliği gösterdiğine göre bunu gündelik yaşamda niçin gözlemlemiyoruz? Belki "benim dalgam nerede,onu görebilir miyim" diye soruyorsunuz. Bunun yanıtı maddelerdeki dalga boyunun çok çok büyük olmasıdır. Örneğin saniyede 27 m hızla giden bir beyzbol topununu (0.145 g) dalga boyu 10 üzeri 34 metredir.
Broglie’nin elektron dalgaları tezini duyan fizikçilerdenbiri Avustuyalı Ervin Schrödinger idi. Schrödinger, dalga fikirinin önemi üzerinde düşündü ve elektron bir hidrojen atomunun bir kısmı ise uyması gerekecek olan bir denklem geliştirdi. Bu denklemi kullanarak, hidrojenin ışık tayfını çıkardı-bu yıllarca önce Bohr’un bulduğu ile aynı idi. Elektronun bir dalga olduğu şeklindeki ilginç düşünce niceliksel olarak gösterilmişti. Schrodinger’in yazısı Ocak1926'da yayımlanmıştı. Bu yazı, atomun yeni mekaniğini formüle etmenin bir başka yoluydu, tümüyle genel bir yol olan dalga mekaniğinin temelini atmış oldu. “Schrödinger denklemi”, her tür kuantum problemine uygulandı. Bir dizi deney, Schrödinger’in ve Broglie’nin elektronların kırımın gösterdikleri öngörüsünü destekledi-söz konusu olan dalgaların gercek dalgalar olduğu konusunda hiç şüphe yoktu. Fakat ne dalgaları? Broglie-Schrödinger dalgalarının yorumu sorunu yeni dalga mekaniğinin merkezi sorunu oldu.
Elektron Mikroskobu
Elektronların dalga özelliklerine bağlı pratik bir alet, elektron mikroskopudur. Bu mikroskop, pek çok yönden normal bileşik mikroskoba benzer. İkisi arasında önemli bir fark, elektron mikroskopunun daha büyük bir ayırma gücünün olmasıdır. Çünkü elektronlar,çok yüksek kinetik enerjilere kadar hızlandırılabilir. Bu da onlara çok kısa dalga boyları kazandırır. Herhangibir mikroskop,cismi görüntülemek için kullanılan ışığın dalga boyunun büyüklüğü ile karşılaştırılabilen ayrıntıları belirleme yeteneğindedir. Tipik olarak,elektronların dalga boyları,optik mikroskopta kullanılan görünür ışığın dalga boylarından yaklaşık 100 kez daha kısadır. Bunun sonucu olarak elektron mikroskopları yaklaşık yüz kez daha küçük ayrıntıları ayırtedebilir.
Mikroskopun çalışmasında,bir elektron demeti incelenecek maddenin ince bir dilimi üzerine düşer. İncelenecek kesit,elektronların soğurulması veya saçılması gibi istenmeyen etkileri en aza indirmek için,çok ince, tipik olarak birkaç yüz angstrom( santimetrenin milyonda biri kadar) mertebesinde olmalıdır. Alman fizikçi Ernst Ruska (1906-1988)bu dalga özelliğini ilk elektron mikroskopu için kullandı ve 1986'da Nobel fizik ödülünü aldı.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir:"Işık,dalga benzeri özellikler gösterdiği zaman bir foton olarak nasıl gözönüne alınabilir? Işığı bir yandan
Ernst Ruska
enerji ve momentuma sahip olan fotonlar yardımı ile tasvir ederiz,diğer yandan ışık,diğer elektromanyetik dalgalar gibi girişim ve kırınım olayları sergiler.
Bu girişim ve kırınım olayları sadece dalga yorumunda mevcuttur. Hangi model doğrudur? Işık bir dalga mıdır,yoksa bir parçacık mıdır? Bu soruya yanıt,gözlenmekte olan özel olaya bağlıdır.Bazı deneyler foton kavramı temeline dayalı olarak daha iyi açıklanabilir,bazıları ise dalga modeliyle daha iyi tasvir edilir: Sonuç olarak,her iki modeli de gözönüne almak ve ışığın gerçek doğasının tekil klasik görüntü içinde tasvir edilemediğini kabul etmek zorundayız. Bununla birlikte,bir metalden fotoelektronlar çıkarabilen aynı ışık demetinin bir ağ tarafından kırınıma uğratılabileceğini de anlamak zorundasınız. Başka bir deyişle,ışığın foton ve dalga kuramı birbirinin tamamlayıcısıdır.
Fotoelektrik ve Compton olaylarının açıklanmasında ışığın tanecik modelinin başarısı birçok başka soruyu da beraberinde getirdi. Eğer foton bir tanecik ise enerjisini ve momentumunu belirleyen taneciğin "frekansı" ve "dalga boyu" nun anlamı nedir? Işık aynı anda bir dalga ve bir tanecik midir? Fotonların durgun halde hiçbir kütlesi olmamasına karşın "hareketli" bir fotonun kütlesi için basit bir ifade var mıdır? Eğer bir "hareketli" fotonun kütlesi varsa,fotonlar kütle çekimi uygular mı? Bir fotonun uzayı nedir ve bir elektron bir fotonu nasıl soğurur veya saçar? Bu soruların bazılarına yanıt vermek mümkünse de bazıları gerçeğin ta kendisi olan atomik süreçlerin kavranmasına ihtiyaç gösterir. Dahası, bu soruların çoğuna çarpışan bilardo topları ve sahile vuran su dalgaları gibi klasik benzetmelerle yanıt verilebilir. Kuantum mekaniği,ışığın dalga ve tanecik modellerinin her ikisini de gerekli görür ve birbirinin tamamlayıcısı olarak alma suretiyle,ışığa çok daha akıcı ve esnek bir doğa verilmesini sağlar. Hiçbir model tek başına ışığın bütün özelliklerini belirlemede kullanılamaz. Ancak iki model birbirinin tamamlayıcısı olarak birleştirilirse gözlenen ışık davranışlarının tamamını anlamak mümkün olur.
Fotonların elektromanyetik dalgalarla nasıl uygunluk gösterdikleri belki aşağıdaki şekilde anlaşılabilir.Uzun dalgaboyu radyo dalgalarının tanecik özelliği göstermediklerinden kuşkulanabiliriz. Örenğin 2.5 MHz frkanslı radyo dalgalarını gözönüne alalım Bu frekansa sahip bir fotonun enerjisi sadece 10 üzeri eksi 8 eV dolayındadır. Pratik olarak bu enerji tek bir fotono gözleyemeyecek kadar küçüktür.Çok duyarlı bir radyo alıcısı,gözlenebilir bir işaret oluşturmak için bu fotonlardan 10 milyar tane kadar foton ister. Bu kadar çok sayıda foton ortalama olarak,sürekli bir dalga gibi görülecektir. her saniye sayaca ulaşan bu kadar çok sayıda fotonla sayaç sinyalinde herhangibir tanecikli yapının ortaya çıkması beklenemez. Yani antelere çarpan fotonlar tek tek gözlenemez.
Peki daha yüksek frekanslara yani kısa dalga boylarına gidildiğinde ne olup biter? Görünür bölgede ışığın hem foton,hem de dalga özelliklerini gözlemek olasıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi ışık demeti girişim olayları gösterir ve aynı zamanda fotoelektronlar üretebilir. Fotoelektronlar,Einstein'in foton kavramını kullanarak en iyi şekilde anlaşılabilir. Daha yüksek frekanslarda ve onlara karşılık gelen daha kısa dalga boylarında fotonun enerjisi ve momentumu artar. Dolaysıyla ışığın foton(tanecik) doğası dalga doğasından daha açık olarak ortaya çıkar. Örneğin,bir x-ışını fotonunun soğurulması bir tek olay olarak kolayca gözlenebilir. Bununla birlikte,dalga boyu küçüldükçe girişim ve kırınım gibi dalga olaylarının gözlenmesi daha güç olur. Gama ışınlarında olduğu gibi çok yüksek frekanslı ışınımların dalga doğasını ortaya çıkarmak çok sayıda dolaylı yöntem gerektirir.
Elektromanyetik ışınımın tüm biçimleri iki görüş noktasından anlatılabilir. Bir uçta, elektromanyetik dalgalar çok sayıda fotonun oluşturduğu ayırntılı girişim desenleri tasvir ederler. Diğer uçta,çok kısa dalga boylu oldukça yüksek enerjili fotonlarla uğraşıldığı zaman foton tasviri doğal olmaktadır. O haldeIşık ikili bir doğaya sahiptir: ışık,hem foton hem de dalga özellikleri gösterir.
1952 yazında, Kopenhag' da atom fiziğinin eski dostları bir kongrede bir araya geldi.
Heisenberg, Niels Bohr ve Wolfgang Pauli ile aralarında geçen bir konuşmayı anlatır :
"Üçümüz, bir kış bahçesinde oturduk ve kuantum teorisinin tamamıyla analaşılıp anlaşılmadığı ve bizim ona burada 25 yıl önce vermiş olduğumuz yorumun fizikte genel geçer bir düşünce olarak kabul görmediği konularında konuştuk".Bohr şöyle dedi: "Bir süre önce yine burada,Kopenhag'da özellikle olguculuk yanlılarının katılmış olduğu bir felfe konferansı vardı.Burada Viyana okulunun üyeleri büyük rol oynadılar.Bu Genç Heisenberg filozofların önünde kuantum kuramının yorumunu yapmaya çalıştım. Konferansı verdikten sonra karşıt hiçbir düşünceyle ve zor herhangibir soruyla karşılaşmadım. Ama bunun benim için korkunç olduğunu itiraf etmeliyim.Çünkü bir insan kuantum kuramından ürkmezse,onu anlaması da olanaksızdır. Belki de o kadar kötü bir konferans verdim ki kimse neden söz ettiğimi anlamadı."
Aşağıdaki bölümü Heinz R. Pagels'in Kozmik Kod'undan aktarıyorum:
Heisenberg Helgoland’da
Max Born şöyle demiştir:“Eğer Tanrı dünyayı mükemel bir mekanizma yapmışsa, en azından, mükemmel olmayan zihnimize, onun küçük kısımları hakkında kestirimde bulunuabilmek için, sayısız diferansiyel denklem çözmemiz gerekmeyecek, zarı oldukça başarılı şekilde kullanabilecek kadar ihsanda bulunmuştur. “
Helgoland, Kuzey denizinde Kuzey Almanya’nın sanayi kenti Hamburg’tan uzak olmayan, yüksek kırımzı kayalıkları ve serin deniz rüzgarları olan küçük bir adadır. Werner Heisenberg matris mekaniğini-yeni kuantum kuramının ilk adımını- burada gelştirmiştir. Heisenberg, Birinci Dünya Savaş'nda eski nesle güvensizlik dahil olmak üzere farklı bir yapıyla çıkan yeni kuşak(nesil) fizkçilerdendi. Heisenberg,değerli bir şey, yakın geçmişin yıkamadığı bir şey bulmaya koyulan pak çok Alman öğrenciden biri idi. Bir klasikçi olan babası ona Yunan felsefesi ve edebiyatına karşı sevgi aşılamıştı.Genç Heisenberg, zeki bakışlı gözleri,gelişigüzel kesilmiş saçı, şortları ve şiddetli bir yarışma duygusu ile savaş sonrası Alman gençliğinin imajına sahipti. Heisenberg, klasiklere güçlü ilgi duymasına rağmen, bilime yöneldi. 1921'de kendisini, “Bohr Festvali” olarak bilinen festivalde Göttingen’de Neils Bohr’un konuşmasını dinlemek üzere davet eden Arnold Sommerfield ile birlikte Münih’te çalışmaya gitti. Heisenberg, saf matematikçi olmaya eğilimliydi;ama Bohr ile yaptığı uzun tartışmalardan sonra, atom kuramı sorunundan etkilendi ve bir kuramsal fizikçi olmaya karar verdi. Heisenberg soyut matematik alanın fizikteki zor yeni problemlerin çoğuna uygulanabileciğini kavradı-saf fikirler ile onu heyecanlandıran gerçek dünya arası bir bağlantı. Bunun üzerinde düşünen Heisenberg daha sonraları “Belki daha da önemli bir şey de öğrendim; bilimde neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda bir karar her zaman verilebilir. Bu bir inanç sorunu, dünya bakışı veya önerme değildir; belli bir ifade basitce doğru ve başka bir ifade yanlış olabilir. Ne kökten ne de soy bu sorunu çözemez; buna doğa, ya da tercih ederseniz Tanrı karar verir diyelim;ama hiçbir durumda insan karar vermez.” dedi.. kendinden bir nesil nceki Einstein gibi, Heisenberg kozmik yasayla, evrenin iç mantığıyla karşılaşmıştı. Fizik kanalıyla, evrenin ta ruhunu tanıyabılırdi, bu son zamanlarda insanların o karar fazla acı çekmesine yol açan politiki olayların çok ötesinde bi bilgiydi. Hesisanbarg, 1924'te Sommerfield ile doktora çalışmasını tamamladıktan sonra Kopenhag’ta Bohr’a katılmaya ve yeni atomik teori üzerinde çalışamya gitti.
Bohr her zaman ziyaret etmiş olduğu Manchester’deki Rutherfod’un laboratuvarı gibi fizikçilerin resmi öğrenci-profesör ilişkisinin karışmadığı bir ortamda problemlerni tartışışabileceği bir yer istemişti.1920'de Carlysberg bira işletmeleri dahil olmak üzere Danimarkalı işadamlarının yardımıyla Kopenhag’da ‘Niels Bohr Enstitüsü’ olarak tanınan bir enstitü kurmuştu.Bohr, atomların problemleri züzerinde çalışmak üzere Avrupa, Amerika ve Sovyetlerd Birliğinden genç ve parlak öğrencileri çevresine toplardı. Heisenberg burada yaratıcı gücünü harekete geçiren entellektüel bir ortam buldu-bu yakında yeni bilimsel kuruluş haline gelecek olan bir dahiler topluluğu idi.Bu öğrenciler parlak zekalı, küstah ve parasızdılar. Genel kamuoyu onların çalışmalarıyla pek ilgilenmiyordu ve pek anlamıyordu,fakat bu ilgi eksikliği onların cesaretini kırmadı. Onlar, gerçeklik anlayışını dönüştürecek bir bilimsel devrim yaratmakta olduklarına inanıyorlardı.
Heisenberg, Bohr ile bir yıl çalıştı; sonra, Almanya’da Göttingen Ünvirsitesi'nde fizik enstitüsü müdürü Max Born’a asistanlık etmek üzere oradan ayrıldı. Pek çok fizikçi gibi Heisenberg de atomik tayf çizgileri bilmecesi ile boğuşuyordu. Heisenberg aynı zamanda,Göttingen’de bir saman nezlesi nöbeti ile boğuşuyordu ve dinlenmek için Helgoland’a gitmeye karar verdi. Burada şimşek çaktı ve Heisenberg birgün bir gece içinde yeni bir mekanik keşfetti. Yazısı Temmuz 1925'te tamamlanmıştı.1900'deki Planck’ın daha önceki fikrine benzer şekilde W.Heisenberg’in fikrinin tarihi olarak öncesi yoktu,şimşek çakmış ve tek bir kaya sallanmıştı. Bunu bir çığ izledi.
Heisenberg, Yunan felsefesine, özellikle atomları parçaları olan şeyler olarak değil,kavramsal olarak düşünen Platon (Eflatun) ve atomistlere ilgi duyuyordu. Fizikçilerin çoğu atomların fiziksel resimlerini yapmayı denediler,fakat Heisenberg,Yunanıllar gibi, atomların Güneş sistemine benzeyen,elektronların belirli yanrıçaplarda çekirdeğin etrafında döndüğünü gösteren resimlerinden uzak durmak gerektiği görüşünde idi. O atomların ne olduklarını değil, ne yaptıklarını-enerji geçişlerini-düşünüyordu. Matematiksel olarak ilerleyerek, atomların geçişlerini sayıların bir dizisi olarak tanımladı. Dikkate değer matematiksel becerilerini kullanaratak, bu sayı dizilerinin uyduğu kuralları buldu ve bu kuralları atomik süreçleri hesaplamakta kullanndı. Yeniden kopenhag’a gitmek üzere ayrılmadan önce, çalışmasını Max Born’a gösterdi. Born, Heisenberg’in sayı dizisinde matrisler matematiğini kavradı. bir matris, basit bir sayı fikrini sayıların kare ya da dikdörtgen şeklindeki dizisine doğru genelleştermektir. Matematikçiler tarafından böyle matrislerin çarpımı ve bölümü için tutarlı cebirsel kuralllar geliştirilmeşti. Born, öğrencisi Pascual Jordan’ın yardımını istedi ve ayrıntılar üzerinde birlikte çalıştılar. Born ve Jordan, Heisenberg’in fikirlerini genişleten,atomik enerji geçişleri için matris cebirinin önemine işaret eden bir yazı yazdılar. Bir şekilde basit sayılar yerine matrisler atomun tanımlanması için doğru dili sağlıyordu.
Son düzenleyen lionhead; 8 Eylül 2006 12:49 Sebep: ek olarak yine anladınız dewam edecek Matrisler
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..

Benzer Konular

24 Temmuz 2016 / Misafir Cevaplanmış
26 Mayıs 2011 / virtuecat Osmanlı İmparatorluğu
1 Ekim 2017 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
6 Nisan 2010 / ThinkerBeLL Osmanlı İmparatorluğu
27 Haziran 2012 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu