Arama


fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
16 Kasım 2008       Mesaj #2
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
HALK HİKAYESİ
TANIMI:
Hikaye türünün en eski örnekleri olan ve destandan modern hikayeye geçişi sağlayan anonim eserlerdir. Başka bir tanım yapacak olursak; Türk edebiyatı verimleri içinde 16.asırdan itibaren görülmeye başlanan, genellikle aşıklar tarafından nazım-nesir karışık bir ifade tarzı ile dinleyicilere karşı anlatılarak nesilden nesile intikal eden, yer yer masal ve destan özellikleri gösteren hikayelerdir. (Albayrak Abdullah, 1993)

GENEL ÖZELLİKLERİ:
Türk edebiyatında bu özelliğe sahip ilk örnek Dede Korkut Hikayeleridir. Genellikle aşk konusunun işlendiği halk hikayelerinde zaman zaman kahramanlık konularıyla dini konuların işlendiği de görülmüştür. Nazım- nesir karışık olarak anlatılan bu hikayelerin gelişip yayılmasında saz şairlerinin önemli bir fonksiyonu vardır. Pertev Naili Boratav’ın ‘belki eskiden destanların üzerine almış yeni ve orijinal bir nevin mahsulleri’ diye nitelendirdiği hikayeler, destanlardan; mutlaka tarihi bir vakaya dayanmaması, nazım-nesir karışık oluşu ve zamanla nesir kısmının ağırlık kazanması, şahısların ve olayların anlatımında takınılan gerçekçi tavır, kahramanlıktan çok aşk maceralarına yer verilmesi, destanlarda yer alan olaylar kesin bir sonla bitmediği halde halk hikayelerinde kesin bir sonun bulunmaması, halk hikayelerinde söz konusu edilen olayların ve kişilerin oldukça azalması, toplum karşısında anlatılmaları, hikayedeki manzum kısımların genellikle saz eşliğinde dile getirilmesi, değişik bir anlatılma üslup ve geleneğinin olması, belli yerlerinde tekerleme adı verilen belli söz kalıplarının bulunması gibi hususlarda ayrılmaktadır. Ayrıca destanlar belli bir daire teşkil ederler. Hikayelerde, özellikle aşk maceralarını işleyenlerde böyle bir daire söz konusu değildir. Hikayenin kahramanı aşık olur, sevgilisine kavuşma yolunda çeşitli maceralara girer, sonunda kavuşur veya kavuşamaz ama hikaye de orada biter. Destanlarda böyle kesin bir son mevcut değildir. Destanlara en yakın duran Köroğlu ve Dede Korkut Hikayeleri’nde böyle bir tesir görülmektedir.

Halk hikayelerinde anlatılan ilişkiler, toplum içi olup, fertler ve tabakalar arasında cereyan eder. Hikayelerde olağanüstü özellikler epeyce azalmıştır. Halk hikayeleri, Boratav’a göre destandan romana geçiştir. Hikayeler masallara göre oldukça uzundur. Özellikle koşma şeklinde söylenen şiirler duyguyu yoğunlaştırmaya yarar. Halk hikayeleri daha çok aşıklar tarafından kahvelerde, düğün ve benzeri toplantılarda erkeklere hitap eder. Halk hikayelerinin destan döneminin kapanmasından sonra ortaya çıktığı kanaati yaygındır. Nitekim Türk edebiyatında halk hikayelerinin en eski örneği sayılan Dede Korkut Hikayeleri de destandan halk hikayeciliğine geçiş dönemi ürünü olarak kabul edilmektedir.10. yy’ dan itibaren halk hikayelerinin belki de destandan boşalan yeri doldurmak üzere ortaya çıktığı söylenebilir. (Koz M. Sabri, 1981)

Aşk ve kahramanlık konularının çokça işlendiği halk hikayelerinin gerçek hayat olaylarından ayrılan, kendilerine göre bir mantık örgüsü vardır. Bu mantık idealist ölçüler göre şekillenmiş bir hayat anlayışını savunur. Bunun sonucu hikaye kahramanı idealist bir kişiliğe sahiptir. Son olarak şunu unutmamak gerekir ki; kendi içinde tutarlı bir mantığa dayanmak şartıyla halk hikayelerinde olmayacak şey yoktur.

KÖROĞLU HİKÂYESİ


BOLU BEYİ, at meraklısı bir beydir. Atçılıkta us­ta olan seyisi Yusuf'u, güzel ve cins at aramak üzere başka yerlere gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanın birinde istediği gibi bir tay bulur. Bu tayı doğuran kısrak, Fırat kıyısında otlarken, ırmaktan çıkan bir aygır kısrağa aşmış, tay ondan olmuştur. Irmak ve göllerin dibinde ya­şayan aygırlardan olan taylar çok makbuldür, iyi cins at olur.

Yusuf, tayı sahiplerinden satın alır. Yavrunun şim­dilik gösterişi yoktur. Hatta, çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktır. Yusuf bunu biliyor. Sevinerek geri döner. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayı gö­rünce çok kızar, kendisiyle alay edildiğini sanır. Yusuf'un gözlerine mil çektirir. Tayı da ona verir, yanından kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olanı biteni oğluna anlatır. Bolu Beyi'nden öç alacağını söyler.

Baba oğul, başlarlar tayı terbiye etmeye. Yıllar ge­çer Tay artık mükemmel bir küheylan olmuştur. Rüzgâr gibi koşmakta, ceylan gibi sıçramakta, türlü savaş oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf'un oğlu Rıışen Ali de büyümüş, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştur. O da her türlü şövalyelik oyunlarını öğrenmiş bir babayiğittir.

Bir gece Yusuf, düşünde Hızır'ı görür. Hızır ona ya­pacağı işi söyler. Hızır'ın önerisiyle baba oğul yola çıkar­lar. Bingöl dağlarından gelecek üç sihirli köpüğü Aras ırmağında beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf'un hem gözleri açılacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençliği elde edecektir.

Bunu bilen oğlu Ruşen Ali, köpükler gelince, ba­basına haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu öğ­renince üzülür, ama bir yandan da sevinir. Kendi yerine oğlu, öcünü alacak bir bahadır olacaktır. Bu sihirli köpük­lerden biri körün oğluna sonsuz yaşama gücü, biri yiğitlik, öteki de şairlik bağışlamıştır. Bir süre sonra Yusuf, oğlu­na öç almasını vasiyet ederek ölür.

Körün oğlu Ruşen Ali dağa çıkar. Gelen geçeni so­yar. Ünü yayılmaya başlar. Kendisi gibi kanun kaçakları yanında toplanmaya başlarlar. Artık adı Köroğlu olmuştur. Bolu şehrinin karşısında, Çamlıbel'de bir kale yaptırır. Küçük bir ordusu vardır. Çamlıbel’den geçen kervanlar­dan bac alır. Vermeyen kervanları soyar. Üzerine gönde­rilen orduları bozguna uğratır.

Bir gün, güzelliğini duyduğu Üsküdar Kasapbaşı'sının oğlu Ayvaz'ı kaçırır, Çamlıbel'e getirir, evlât edinir. Başka bir gün, Bolu Beyi'nin bacısı Döne Hanım'ı ka­çırır, evlenirler. Aradan yıllar geçer. Bolu'yu .basar, yakar, yıkar. Bolu Beyi'nden babasının öcünü alır. Bolu Beyi de Köroğlu'na kargı düzenler kurar. Bir defasında Köroğlu'nu, başka bir seferde de Ayvaz'ı yakalatır. Zindana atar. Ama, Köroğlu ve adamları her zaman hile ve cenkle kurtulurlar.

Köroğlu, ara sıra Gürcistan, Çin gibi uzak ülkelere de seferler açar. Yeni yeni serüvenlere atılır, büyük vur­gunlar yapar. Bu arada küçük, fakat heyecanlı birçok olay da geçer. Sonunda delikli demir (tüfek) ortaya çıkın­ca eski bahadırlık geleneği bozulur, dünyanın tadı kal­maz. Ve bir gün Köroğlu, beylerine dağılmalarını söyle­yerek Kırklara karışır, kaybolur. Daha önceden Kır-At da sır olmuştur. O Kır-At ki, nice yıllar, olağanüstü bir güçle Köroğlu'na hizmet etmiştir.

Başka bir söylentiye göre, bir Yahudi bezirganın getirdiği tüfekle oynayan beyler, birbirlerini öldürürler. Köroğlu, buna üzülerek kayıplara karışır. Yine bir başka söylentiye göre de, Köroğlu dağda rastladığı çobanda tü­feği görür. Sorar, ne olduğunu. Aldığı karşılığa inanmaz. Denemek için kendine çevirir, tetiğe dokunur. Ve yara­lanarak ölür. Sonra beyleri de dağılırlar.

Yaşlı bir çınar gibi devrilen Köroğlu'nun hikâyesi sona erer.

TAHİR İLE ZÜHRE HİKAYESİ


Geçmiş zaman ve eski günlerde zengin ve şöhretli bir padişah vardır. Malı, mülkü, askere kısaca her şeyi vardır. Ancak çocuğu olmamaktadır. Doktorlara gitmiş derdine çare bulamamıştır. Bunlardan fayda göremeyince kendisini eğlenceye verip ve yaptırdığı bahçeye gidip gelmeye başlar. Bir gün veziri ile çarşıda dolaşmaya çıkar. “her kim bana bir altın verirse tanrı onun muradını versin” diyen bir dilenciye para verir. Oradan ayrılıp bahçeye doğru giderler ve bir ağacın altında otururlar. İleride bir ağacın altında da yaşlı bir derviş görürler, onun yanına giderler. Derviş “marifetlerim vardır” deyince, padişah gönlünden geçeni bilmesini ister. Dervişte padişah ve vezirin çocuğunun olmadığını, evlat istediklerini bilir. Bunun üzerine dervişten yardım isterler. Dervişte cebinden cebinden bir elma çıkarır ve ikiye böler. Bu elmaları yerlerse çocukları olacağını, padişahın kızı, vezirin oğlu olacağını, ama onları ayırmamalarını evlendirmelerini söyler. Padişahta vezirde çok sevinir. Akşam elmayı yerler ve dokuz ay on gün sonra padişahın kızı, vezirin oğlu olur. Kızın adını Zühre, oğlanın adını Tahir koyarlar.

Tahir ile Zühre birlikte büyürler. En tanınmış hocalardan ders alırlar ve çok zeki olduklarından her şeyi öğrenirler. Fakat on yaşında Zühre’nin gönlü Tahir’e düşer ve uyurken Tahir’i öper. Tahir çok kızar çünkü kardeş olduklarını sanır. Bir gün Zühre Tahir’i yine öper ve Tahir’de Zühre’yi döver. Zühre o kadar üzülür ki Allah’a “Allah’ım benim sevgimin yarısını Tahir’e ver” diye dua eder. Tahir’de Zühre’ye aşık olur. Bu sefer Zühre kendini naza çeker. Ancak kardeş olmadıklarını öğrenen Tahir ile Zühre günden güne bir birine daha çok bağlanırlar. Sazlarını alıp bir birlerine türkü söylerler. Bunları gören Arap köle padişahın karısına söyler. Padişah kızını Tahir’le evlendirmenin zamanı geldiğini söyler. Ancak karısı kızının padişah oğluyla evlenmesini istemektedir. Padişah kendi gözleriyle aşıkları görmek ister ve görünce de aşıkları evlendirmeye karar verir. Bu arada Tahir rüyasında iki kara köpeğin kendisine saldırdığını görür ve rüyası çıkar. Padişahın karısı, padişaha sihirbaz cadının yaptığı şerbeti içirince padişah Tahir'den soğur ve onu saraydan kovar. Aşkı ile yanıp tutuşan Tahir Zühre’nin köşkünün önüne gelerek sitem dolu türküler söyler. Zühre’de olayları dadısından öğrenir ve her şeyi Tahir’e açıklar. Arap köle bunları görünce yine padişaha haber verir.

KEREM İLE ASLI HİKÂYESİ


Asıl adı Ahmet Mirza olan Kerem Islahan Şahının oğludur. Şahın hazinedarlığını yapan Ermeni Keşişinin kızıAslıile Kerem birbirlerini severler. Şah Keşişten kızıoğluna ister. Keşiş bir müslümana kız vermek istemez. Fakat hükümdarın isteğini reddemez; bir mühlet ister ve bu mühletin içinde gizlice memleketten kaçar.

Kerem de Aslı'nın peşinden yola düşer. İşte Kerem'in sevdiği kızın ardınca bütün Anadolu'yu baştan başa gezmesi böylece başlar. Kerem artık yanında sadık arkadaşıSofu (Kerem'in dilinden: Sofu Kardeş) omuzunda sazıile bir "Âşık" olmuştur. Her gittiği yerde her rasladığına sazıyla ve yanık türküleriyle Aslı'nın izini sorar ona haber verenler de olur vermeyenler de... Bazı defa nehirlere dağlara kayalara dağlardaki hayvanlara derdini döker; yolunu bağlayan karlı boranlıbellerden yol ister. Onun önüne çıkan engeller bir defa inkisarına uğradılar mı iflah olmazlar. Kerem aşk ateşinde pişe pişe kemale erer keramet sahibi olur. Allah onun her dileğini yerine getirir.

Bazışehirlerde Kerem AslıHan'a bir zaman kavuşur. Keşişten habersizce bir müddet birbirlerine sevgilerini anlatırlar dertlerini dökerler: Erzincan Bağlarında ve
Kayseri'de olduğu gibi...

Sonunda Kerem Aslı'sının peşinden Halep'e varır. Halep Paşasına kendini sevdirir: Paşa Keşişi tehdit ederek kızını Kerem'e vermeye razı eder. İki sevdalının nikâhları kıyılır. Fakat kötü ruhlu Keşiş onlara son fenalığı yapar: Kızına sihirli bir gerdeklik gömlek giydirir. Bu gömlek son düğmesine kadar açılır tekrar kapanır imiş. Kerem sevdiğinin düğmelerini bir türlü çözemez. Yüreğinden kopup gelen ateşle yanar kül olur. Kerem'in külleri dağılmasın diye bekleyen Aslı Han'ın saçları küllerin içinde kalmış bir kıvılcımla tutuşur; iki âşığın ancak külleri birbirine kavuşur. Sevgililerin birbirine kavuşmasıyla sona ermeyen bir macera olduğu için Kerem hikâyesi toy düğün ve kış geceleri muhabbetlerinde eğlence vasıtası olan halk hikâyeleri arasında çok sevildiği halde başından sonuna kadar anlatılmaz hattâ birçok yerlerde bunun anlatılmasını günah sayarlarmış.

Kerem Erzurum'da hasta yatarken AslıHan'ın üç gün sonra geleceğini haber verirler. O zaman şu türküyü söyler:
Bir han köşesinde kalmışam hasta
Gözlerim kapıda kulağım seste
Kendim gurbet elde gönül heveste
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.
Erzurum dağları duman dildedir
Başım yastıktadır gözüm yoldadır
Aslı hayın yârdır adam aldadır
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.
Erzurum dağları kardır geçilmez
Gizli sırdır her adama açılmaz
Ayrılık şerbeti zehir içilmez
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.
Felek sen mi kaldın bana gelecek
Akıttın göz yaşım kimler silecek
Kerem'e dediler Aslı'n gelecek
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.

Kayseri'de musalla taşıüstünde bir cenaze görürler. Kerem cenazeye şunlarısöyler:
Mal sahibi nice gördün halini
Felek pençesine düşmüş gidersin
Beğenmezdin türlü libas giymeyi
Şimdi uryan ceset olmuş gidersin.
Tutmaz idin bir fakirin elini
Sormaz idin yoksulların halini
Haram helâl kazandığın malını
Şu fâni dünyaya dökmüş gidersin.
Malın vardı yükseklerden uçardın
Meclisler kurup da bâde içerdinAtın binip sağa sola koşardın
Şimdi kara yere koşmuş gidersin.
Dertli Kerem eder nic' olur halim
Bana senden oldu ey kanlı zalim
Hiç vâdeye bakmaz erişir ölüm
Ecel şerbetini içmiş gidersin.

Sefil Yakup ile Turna Kız


Eski zamanlarda köyün birinde dul bir kadın ile oğlu yaşarmış. Oğlanın adı sefil Yakup'muş. Bunlar Başak Beyi'nin hizmetkârları olup, bağ bahçe işleriyle uğraşır, hayvanlarını otlatırlar. Başak Beyi'nin Turna adında güzel bir kızı vardır. Bizim Yakup bu kıza âşık olur. Turna'yla birbirlerini severler. Yakup bir gün anasına der ki:
- Ana, ben beyin kızını seviyorum, illâ onu bana iste.
Anası da:
- Yavrum, Bey bize hiç kızını verir mi? Bizim ne malımız, ne de bir mülkümüz var. Biz onun kölesiyiz. Bir de bizi buradan kovarsa ne yaparız? der.
- Yakup'u bu işten vazgeçirmeye çalışır, ancak başarılı olamaz. Ana yüreği değil mi, mecbur kalır istemeye, varır beyin huzuruna ve der:
- Ağa; yüzüm kızarıyor, emme benim bir diyeceğim var.
Bunun üzerine Bey :
- Söyle be kadın, ne istiyorsun? diyor.
- - Kadın başlamış konuşmaya:
- - Benim Yakup senin kızâ aşık olmuş, ben Turna'yı Allah'ın emri, Peygamberin kavliyle
Yakup'a istiyorum, der.
Bu sözleri duyan Bey öfkelenmiş:
- - Vay! Nasıl olurda benim hizmetçim, kölem benim kızıma talip olur, defol! deyip kadını
kovar, Yakup'u da zindana attırır. Aradan zaman geçmiş, bir çerçi günlerden bir gün şehre alış-veriş yapmaya gidiyormuş. Zindanın yanından geçerken Sefil Yakup'un çağırdığı türküyü duyuyor. Çerçi bu dertli çoçuğu merak ediyor. Çerçi varıyor, zindancı başına :
- Zindancı başı! Beni türkü çağıran gençle bir görüştür, diyor.
Zindancı başı da :
- Hadi be adam, senin işin mi yok? Olmaz öyle şey demiş.
Zindancı başı da anaforcuymuş. Çerçi bir kısım mecidiye çıkarıyor. Zindancı başı, paraları görünce gözleri fal taşı gibi açılıyor. Çerçinin dediğini kabul ediyor. Yakup'u getiriyor, çerçiyle görüştürüyor. Çerçi, Yakup'a,
- Oğlum! Sen kimsin? Nerelisin? Suçun nedir? diye sorar.
Yakup da :
- Ben filân köyde, filân kadının çocuğuyum. Kölesi olduğum Bey'in kızına âşık oldum. Anamı istemeye yolladım. Ağa bunu duyunca beni zindana attırdı. O günden beri de ne biriyle konuştum, ne de birini gördüm, diyor. Çerçi de:
- Sen dur. Ben sana birkaç güne kadar haber getireyim diyor. Çerçi, köylerden köye geçiyor. Nihayetinde Yakup'un köyüne geliyor. Sokakta oyun oynayan çocuklara:
- Köyde ne var, ne yok? diye sormuş. Çocuklar da :
- Bey, kızını gelin edecek ya, kız da "evlenmek istemiyorum" diye ne yiyor, ne de içiyor. Ağa da, "Kim benim kızıma yemek yedirir, içirirse ona mükafat vereceğim."dedi, diyorlar. Bunun üzerine çerçi, Bey'in evine gidiyor ve Bey'e diyor ki:
- Bey! Ben kızını belki iyileştiririm, onunla bir görüşeyim. Evvelce kadınlarla erkeklerin görüşecekleri yere perde çekilirmiş, kadınla erkek birbirlerine perdenin arkasından konuşurlarmış. Çerçi başlamış söylenmeye :
"Bağdat şehrinin furması,
Gelin oluyor.
Aşiret beyinin Telli Turna'sı
On bir ay oldu,
Sefil Yakup'un zindana girmesi".
Deyince kız anlıyor. Turna, çerçiye Yakup'un nerede olduğunu soruyor.
Çerçi de:
- Yakup zindanda. Ben onunla seni buluşturayım, ama zindancı başı çok anaforcu, bunun için para lazım, diyor. Turna, ziynetlerini çerçiye veriyor. Kendisi de yemeğe, içmeğe başlıyor. Çerçi, zindancı başına paraları veriyor ve Yakup'u zindandan çıkarıyor. Yakup'a da Akpınar'ın başında beklemesini söylüyor. Ondan sonra Turna'ya haber vermek için Bey'in evine geliyor ve başlıyor söylemeye:
"Atımı bağladım,
Aşiret beyinin avlu taşına
Yeni girdim
On iki on dört yaşıma.
Turna sevdiğini getirdim,
Akpınarın başına"
dedikten sonra, Turna haberi alıyor. Bakıcısına atları hemen hazırlatmasını söylüyor. Çerçiye de anladığını belli etmek için,
"Bir gömlek diktirdim,
Yakası al olsun.
Benim sevdiğim kızın,
Yanakları şeker,
Dudakları bal olsun."
deyip bohçasını alıyor, ata binerek Akpınar'a varıyor. Yakup'la buluşup kaçıyorlar.

BAKINIZ Halk Hikayesi
Son düzenleyen Safi; 20 Kasım 2017 00:07