Arama

Bilgi Felsefesi - Tek Mesaj #1

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Ekim 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

bilgi felsefesi

Ad:  bilgi.jpg
Gösterim: 1859
Boyut:  35.0 KB

BÎLGÎ KURAMİ, EPİSTEMOLOJİ (Yunanca episteme: “bilgi, bilim”) ya da GNOSİYOLOJİ (Yunanca gnosis: “bilgi”)
olarak da bilinir,
insan bilgisinin yapısını ve geçerliliğini inceleyen felsefe dalı.

Kara Avrupa’sında, zaman zaman bilim felsefesiyle eşanlamlı sayılan “epistemoloji” terimi yerine, bilgi felsefesini belirtmek için “gnosiyoloji” terimi yeğlenir. Jean Piaget’nin çalışmalarıyla ilişkilendirilen ve küçük yaşlarda kavramların oluşumunu ve zihinsel yeteneklerin gelişmesini deneysel yöntemlerle inceleyen genetik epistemoloji, genellikle psikoloji kapsamında değerlendirilir.

Geçmişte uzun süre birbiriyle yakından ilişkili iki felsefe dalı sayılan bilgi felsefesi ile psikoloji arasındaki ayrışma, İkincisinin deneysel bir disiplin durumuna gelmesiyle 20. yüzyılın başında tamamlanmıştır; ama iki disiplin arasında bugün de yakın bir ilişki ve alışveriş vardır. Bilgi felsefesi ile mantık arasındaki temel ayırım ise, mantığın, geçerli usavurmanın biçimsel yapısını incelemesine ve geçerli çıkarımın ilkelerini ortaya koymasına karşılık, bilgi felsefesinin, her türlü bilme ediminin yapısıyla ilgilenmesidir. Bilgi felsefesi, etik, toplumbilim ve din felsefesi gibi disiplinlerle de sürekli etkileşim içindedir.

Genellikle bilen bir özne ile bilinen bir nesne arasındaki ilişki olarak incelenen bilgi sürecinin bu iki öğesine farklı anlam ve ağırlıkların verilmesi tarih boyunca farklı bilgi felsefesi anlayışlarını doğurmuştur. Daha çok nesneye ağırlık veren anlayışlar gerçekçi (realist), özneye ağırlık verenler ise idealist olarak nitelenir. Gerçekçi yaklaşım bilginin nesnesinin dış dünyada gerçekten var olduğunu, idealist yaklaşım ise bilginin, ağırlıklı olarak öznenin kurduğu ve gerçekte var olmayan nesnelere yöneldiğini savunur. Bilgi felsefesinin, bu karşıtlık içinde ortaya çıkan temel sorunu, dış dünyanın gerçekliğidir; bu çerçevede bilgi felsefesi metafizikle yakın ilişki içindedir. Bilginin nesnesinin gerçek olup olmadığı, bilgi içeriğinin dış gerçeklikte bir karşılığının bulunup bulunmadığı, bilinen dünya ile kendi başına, bilgiden bağımsız var olan dünyanın birbirlerine ne ölçüde uyduğu aynı temel sorun çevresinde irdelenen öteki sorunlardır.

Özellikle yeniçağla birlikte bilginin kaynağı ve geçerlilik koşulları konusundaki bir anlayış karşıtlığı, usçuluk ve deneycilik arasında kendisini göstermiştir. Bilginin ilk kaynağını, oluşturucu öğelerini, doğruluğun ve yanlışlığın temel ölçütlerini, nesneden özneye ulaşan verilerde gören anlayışlar deneyci, öznenin kendisinden çıkarak nesneye yüklenen özelliklerde gören anlayışlar ise usçu olarak nitelenir. Bu iki anlayışın değişik bilgi alanlarına tanıdığı ağırlıklar da birbirinden farklıdır. Usçuluk, matematik gibi soyut, dış nesnelerle doğrudan ve açık bir ilişkisi bulunmayan bilgi türlerine ağırlık verirken, deneycilik somut, duyu verilerine dayalı, dış nesnelerle dolaysız ilişkisi kurulabilecik bilgi türlerini vurgular. Bilgi felsefesi tarihinde, “doğruluk-yanlışlık”, “kesinlik-olasılık”, “mutlaklık-görelilik” gibi ikili sorunlara bu karşıtlık içinde çözüm aranmıştır.
Bilgi felsefesindeki karşıt eğilimlerle ilgili bu nitelemeler, sorunları özetlemek ve genellemeye varmak amacıyla daha çok felsefe tarihçileri tarafından kullanılmıştır. Bilgi felsefesi alanında ürün vermiş tek tek filozofların yapıtlarında ise söz konusu sorunlar, her düşünürün kendi felsefe sistemi içinde çok farklı biçimlerde ortaya çıkar.

Genel felsefe tarihi içinde bilgi felsefesi sorunlarının ağırlığı ve önemi, birçok etmene bağlı olarak farklılık gösterir. Her çağda, ağırlık ve önem kazanan bilgi türleri ile dallarının farklı olması, bilgi felsefesinin vurguladığı sorunların da farklılaşmasına yol açmıştır. Öte yandan her filozof, bilgi sorunlarına değişik amaçlarla yaklaşmış, bu sorunların çözümüne kendi felsefe sisteminde ve yöneldiği daha genel sorunlar içinde farklı bir yer tanımıştır. Filozofların, kendilerinden önceki filozoflara ve çağdaşlarına yönelttiği eleştiriler, genellikle bilgi anlayışı çerçevesinde dile getirilmiş, bu nedenle felsefe tarihinin çeşitli tartışmalarında bilgi felsefesi kendine özgü bir rol oynamış, ağırlık kazanan tartışmanın niteliğine göre de vurguları değişmiştir. Ayrıca birçok filozof, bilgi felsefesi alanına giren sorunları, kendi görüşlerinin eleştirisi, felsefi yaklaşımlarının bilgi değerinin sınanması biçiminde işlemiştir.

Eski Yunan


Sokrates’ten önceki filozoflar da bilgiyle ilgili bazı sorunları ele almıştır, ama başka birçok felsefe dalı gibi bilgi felsefesinin de kurucusu Platon sayılır.

Öğretmeni Sokrates’in “kendini bilmek”, dolayısıyla “ne bildiğini bilmek” ilkesinden yola çıkan Platon, daha çok siyaset kuramı ve ahlak kaygılarıyla, ilk sistemli bilgi kuramını ve ilk idealist bilgi görüşünü geliştirdi. Platon’a göre, dolaysız algı konusu olabilen tekil nesneler, ne oldukları açısından, o şey olmalarını sağlayan bazı genel biçimlere bağımlıydı. Nesnelerin “çokluğu içinde birliğini” sağlayan, aynı adla nitelenen birçok şeyi aynı şey kılan, Platon’un “idea” adını verdiği bu biçimlerdi. İdeaların bir sıralanma düzeni vardı; özelden genele doğru yükselen bu sıralamanın en üst basamağında “İyi” ideası bulunuyordu. Öteki bütün ideaları belirleyen, dolayısıyla onların belirlediği tek nesneleri de belirleyen “iyi” ideasım, böylece bütün varlıklar paylaşıyordu. O halde bilgi, görünür şeylerden başlayarak, adım adım ilerleyen bir “yürüyüş” ile onların ardındaki idealara, en sonunda da “İyi” ideasına ulaşmalıydı. Özel bir eğitim yöntemi de öngören bu yürüyüş, aynı zamanda, bilginin her aşamada ulaştığı düzeyler, dolayısıyla bilgi türleri arasında bir ayrım yapmayı sağlıyordu.

Aristoteles, öğretmeni Platon’un tersine, bilginin temelini, kavramlar arasındaki bağlantılarda değil, duyularla algılanan olgularda görüyor, ama duyulara bağımlı kalan bilginin yetersizliğini ve genelin bilgisinin önemini de vurguluyordu. Düzenli bir kuram biçiminde geliştirdiği ve bilgi felsefesi alanına giren mantık sistemi dışında, Aristoteles’in bilgi anlayışı etik ve siyaset alanlarındaki çözümlemeleriyle iç içe geçmişti. Aristoteles’e göre, dünyaya ilişkin bir usavurmanın sonucu mutlaka duyuların sağladığı kanıtlarla doğrulanmalıydı. Buna karşılık dünyanın ussal bir düzeni vardı; genel ve zorunlu bilgiye ancak us aracılığıyla ulaşılabilirdi. İnsan bilgisinin en yüksek alanı, Platon’un da vurguladığı gibi, duyu algılarının yer almadığı alandı. Zorunlu ve evrensel vargıları olanaklı kılan, tanıtlamanın dayandığı temel yasaları sağlayan tasımın bilgisi, usun ürünüydü. Aristoteles’in mantığı kavram türleri ve kavram ilişkileri üzerinde bilinçli olarak durması ve iç tutarlılığı amaçlaması bakımından, sonraki çağlarda ortaya çıkan analitik bilgi felsefesi anlayışlarının da ilk örneğiydi.

Eski Yunan’da Aristoteles sonrası felsefe okulları, genel çizgilerinde, bilginin kendi başına bir amaç değil, erdemli, mutlu yaşamanın aracı olduğu görüşünü paylaşıyordu. Stoacılar, duyu verilerinin bilginin en son ölçütü olduğu, doğaya uygun yaşayabilmenin bunu gerektirdiği görüşündeydi. Şüpheciler ise, kesin bilginin olanaksızlığı, insanın bilme çabalarının sürekli bir yanılma içinde dönüp durduğu inanandaydı.

Ortaçağ ve Rönesans


Genel olarak felsefenin Hıristiyan inancını usa dayandırma görevini üstlendiği ortaçağda bilgi felsefesi, en gelişkin düzeyine, Aristotelesçi bir temel üzerinde Aquinolu Aziz Tommaso’nun yapıtında ulaştı. Tommaso’ya göre, bilginin başlangıcını duyusal deneyim oluşturuyordu. Ama duyusal deneyimin sağladığı tikel duyu imgelerinden tümel olanı soyutlayan, etkin anlıktı (intellectus). İnsan anlığı, Tanrı’nın üstün anlığına katılabilir, böylece şeylerin anlaşılabilir olmasını sağlayabilirdi. Anlık, her zaman tümel ve evrenseldi. Öte yandan, eski metinlerin çözümlenmesi ve ilahiyat tartışmaları, ortaçağda kanıtlama ve tasım yöntemlerinde olağanüstü bir gelişmeye yol açtı. Aristoteles’in mantık sistemi çok ayrıntılı biçimde işlendi, neredeyse her bilgi sorununa uygulanabilecek bir araç durumuna getirildi. Bu dönemde doğabilimlerindeki gerçek ilerlemeler, daha çok, Roger Bacon gibi Fransisken tarikatına bağlı Platoncular eliyle sağlandı.

14. yüzyılda, anlığın konusu olan tümel kavramların bilginin doğru nesnesi olduğu görüşü sorgulanmaya başlandı; bilginin doğru nesnesi gerçeklikti, gerçeklik ise tikeldi. Ockhamlı William’a göre bilginin temeli, duyusal görü aracılığıyla iletilen tikel varlığın bilgisiydi. Tümel kavramlar, gerçek dünyada değil, yalnızca insan zihninin soyutlamalarında vardı. Rönesans’la birlikte genel bir canlanmaya kavuşan bilgi etkinlikleri, artık özellikle doğa araştırmalarına yöneliyor, bu arada matematik hızlı bir gelişme sürecine giriyordu.

Descartes ve Bacon


Bir yandan Rene Descartes, öbür yandan da Francis Bacon, matematiğe ve doğabilimlerine ortak bir güven, bilginin insan yaşamı için vazgeçilmezliğine de gene ortak bir inanç besledikleri halde, bilgi felsefesinde iki karşıt akımın öncüsü oldular. Bacon’ın bilgi anlayışı, doğanın düzenli ve yöntemli bir biçimde araştırılmasını, gözlem ve deneyler aracılığıyla kavranan olgulara dayalı bir bilim sisteminin kurulmasını amaçlıyordu. Descartes ise, yalnızca us tarafından “açık ve seçik” kavranan bilgilerin güvenilir olduğu ilkesinden yola çıkıyordu. Açık ve seçik bilgileri sağlayan sezgi (intuitus) yanılmaz yargının ön koşuluydu. Herhangi bir kuşkuya olanak veren her türlü yargının elenmesini öngören “yöntemli kuşku” yoluyla, en temel ve kuşku götürmez doğruya, “düşünüyorum, öyleyse varım” (cogito, ergo sum) önermesine ulaşan Descartes, bu doğrunun sağladığı temel üzerinde öteki bilgileri adım adım yeniden kuruyordu. Descartes’a göre, duyularda olamayan hiçbir şeyin anlıkta da olamayacağı yönündeki deneyci görüş doğru değildi; duyular us için ancak malzeme sağlayabilirdi.

Bacon’ın başlattığı deneyci geleneği, İngiltere’de John Locke, George Berkeley ve David Hume, Descartes’ın öncülüğündeki usçu çizgiyi ise kara Avrupa’sında Baruch (Benedictus) Spinoza ve Gottfiried Wilhelm Leibniz sürdürdü. Bu iki geleneği tek bir sistem içinde bütünleştiren ise Immanuel Kant oldu. “Bütün bilgi deneyle başlar, ama bütünüyle deneyden çıkmaz”, görüşünden yola çıkan Kant, insan bilgisinde nesneden gelen öğeler ile bilme yetisinin kattığı öğeleri ayırt etmeye yöneldi; böylece “sınırlarını aşarak bilinemez şeylerin alanına giren” bilme yetisinin sağlam ve güvenilir biçimde kullanılmasının ilkelerini ortaya koydu Kant’a göre, insan bilgisinin oluşumunda iki ayrı yetinin, hem duyarlılığın, hem de anlığın payı vardı.

En basit deneyimlerde bile deneyden kaynaklanmayan öğeler vardı; örneğin zaman ve uzay, her deneyimde bulunan, ama deneyden kaynaklanmayan öğelerdi. Doğabilimlerinde de yalnızca duyarlılık aracılığıyla türetile- meyecek boyutlar vardı; bilimsel bilginin önermeleri zorunlu olarak doğru, dolayısıyla da tümel ve değişmezdi; oysa deneyimin tümel ve zorunlu bilgileri sağlaması olanaksızdı. Kant’ın analitik ve sentetik önermeler ile (bak. analitik önerme) a priori ve a posteriori bilgi arasında yaptığı ayrımlar, o tarihten bu yana bilgi felsefesinin temel kavramları arasına yerleşti.

Kant’tan sonra gelişen Alman idealizmi içinde Johann Fıchte, Kantı yaratıcı, özgür, bilinçli bir özne olarak belirlediği “ego” kavramını ahlak alanının ötesine, bilgi felsefesini de içine alacak biçimde genişletti. Bilgi, bulmaktan çok, yaratmak anlamına geliyordu. Frıedrich von Schelling ise bilincin birliği anlayışından yala çıkarak özne ile nesnenin birliği görüşme ulaştı. G.W.F. Hegel, mutlak idealizm olarak adlandırılan felsefesini bu temeller üzerine kurdu. Hegel’in felsefesinin temel önermelerinden biri şuydu: “Ussal olan her şey gerçektir, gerçek olan her şey de ussaldır.”

18. yüzyıldaki öncülerinden, bütün ideala- rın duyusal deneyimden gelen yalın idealara indirgenebileceği (Locke), var olmanın algılanmış olmak anlamına geldiği (Berkeley), insan deneyiminin yalnızca görgüsel olduğu ve görüngülerin ardında ne olduğunun bilinemeyeceği (Hume) gibi ilkeleri miras alan deneyci gelenek, 19. yüzyılda Auguste Comte ve John Stuart Mill’in yapıtlarında olguculuk aşamasına ulaştı. Comte, bilimlerdeki gelişme ve Sanayi Devrimi’yle doğan yeni kültürün, soyut metafizikten ve ilahiyatın dogmacılığından kurtularak bütünüyle bilime dayanmasını öngörüyordu.

Buna karşılık Hume’un bilgi felsefesine ağırlık veren Mill’in, bilimlerin mutlak kesinliğe ulaşabileceğinden duyduğu kuşku, bilimsel yöntemin evrensel uygulanabilirliğinin sorgulanmasına yol açtı. Bu gelişmeler, bilgi felsefesinin giderek bilim felsefesiyle özdeşleşmesinin koşullarını hazırlıyordu. Richard Avenarius ile Emst Mach’m öncülüğündeki ampiriokritisist yaklaşım, bilimlerin olguları bulmadığını, yalnızca birbiriyle ilişkilendirdiğini, dolayısıyla mutlak doğruyu sunma savında olmadığını öne sürüyordu.

Matematiksel mantığın Gottlob Frege, Bertrand Russell, Alfred N. Whitehead gibi öncülerinin, matematik ve mantığın bir zorunluluk öğesi taşıdığı yönündeki bulguları 1920’lerde Moritz Schlick, Rudolf Carnap, Otto Neurath gibi bir grup düşünürün Viyana’da yeni olguculuk (ya da mantıksal olguculuk) akımını oluşturmasıyla sonuçlandı. Bu akıma göre, deneyimin ötesindeki nesnelerle ilgili olgusal önermeler, yani metafizik ve dinsel önermeler anlamsızdı.

Felsefenin görevi, eski felsefe geleneklerinin kavram karışıklığından kaynaklanan metafizik önermelerin anlamsızlığını sergilemek, sağlam ve güvenilir önermelerden kurulu bilimsel kuramların yapılarını, geliştirilen yeni mantık sistemi aracılığıyla çözümlemek, hem bilimlere yardımcı olmak, hem de uzmanlaşmış bilim dallarının “birliği”ni sağlamaktı. Önceleri bu akımın kapsamında sayılan Ludwig Wittgenstein, daha sonra dile ve insanların kurduğu dilsel yapılardaki anlam ilişkilerine ağırlık vererek bilgi felsefesinin gelişme çizgisini yeni bir çerçeveye oturttu. Wittgenstein’ın görüşleri, günümüzde de canlılığını koruyan analitik ve linguistik felsefe akımlarının doğmasına yol açtı.

kaynak: Ana Britannica

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 0 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 6 Ağustos 2017 18:44