Arama


Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
27 Haziran 2015       Mesaj #7
Safi - avatarı
SMD MiSiM

YUGOSLAVYA


Güney Avrupa'da, Balkan yarımadasında yer alan ve iki cumhuriyetten (Sırbistan ve Karadağ) oluşan federal devlet; 102 173 km2; 10 394 000 nüf. (1992). Başkenti Belgrad. Resmi dili Sırpça.

coğrafya

Sırbistan ve Karadağ'dan oluşan yeni Yugoslavya ile Birinci Dünya savaşı sonrasında krallık olarak kurulup (1918- 1919), ikinci Dünya savaşı'ndan sonra federal bir yapıya dönüşen Yugoslavya (1945-1991) arasında coğrafi açıdan önemli farklar vardır. Eski Yugoslavya Federatif Sosyalist Cumhuriyeti yaklaşık 226 000 knr'lik bir alanda 6 federe cumhuriyet ile 2 özerk bölgeden oluşuyordu; Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna- Hersek, Makedonya ve Karadağ federe devletleri ile Sırbistan'a bağlı Kosova ve Voyvodina özerk bölgeleri. Bu federasyonun nüfusu 24 milyona yakındı. 1992'de kurulan yeni Yugoslavya Federal Cumhuriyeti ise eskisinin yarısından daha az bir alanda ve gene eskisinin yarısından daha az nüfuslu iki federe devletten oluşmaktadır: Sırbistan ve Karadağ.

Yeni Yugoslavya'nın güneyi (Karadağ ve Kosova) dağlık, kuzeyi (Kuzey Sırbistan ve Voyvodina) ovalıktır. Ova kesimiyle uzantılarında Tuna nehri ile kollarının (Sava, Tisza, Morava) üzerinde ve ayrı ayrı küçük dağ kütlelerinin (Fruska Gora) yer yer yükseldiği löslü alçak platolarda kısmen bataklık, alüvyonlu geniş vadiler birbirini izler.

nüfus

Yugoslavya yukarıda belirtildiği gibi 1991 'e kadar 6 cumhuriyetli federal bir devletti. Bunlarda altı "ulus" ve pek çok sayıda “milliyet" yaşıyordu.
Her cumhuriyet de az çok karışık bir etnik yapıya sahipti.
  • Hırvatistan'da büyük çoğunluğu Hırvatlar oluşturuyordu (% 78), en büyük azınlık ya da milliyet ise Sırplar'dı (% 12);
  • Slovenya'nın nüfusunun % 90'dan fazlası Slovenler'den oluşuyordu;
  • Bosna-Hersek daha karışıktı: % 43,7 Boşnak (müslüman Sırp), % 31,3 Sırp, % 17,3 Hırvat, vd.;
  • Makedonya esas olarak Makedon (% 66,6) ve Arnavutlardan (% 21) oluşuyordu; biraz da Türk, Sırp ve Bulgar vardı;
  • Sırbistan'da Sırplar çoğunluktaydı (% 66,4), ondan sonra yüzde doksanı Kosova'da olmak üzere Arnavutlar geliyordu (% 19,6). Ayrıca Voyvodina'da kalabalık bir macar azınlık (% 21,7) ve Sırbistan'ın tümünde daha az oranda Hırvat, Boşnak, Türk, vb. milliyetler bulunuyordu.
  • Karadağ'da Karadağlı denen Sırplar çoğunluktaydı (% 61,5). Ayrıca kalabalık bir boşnak topluluğu (% 17.4) ve diğer [milliyetler bulunuyordu, j Özet olarak eski Yugoslavya'da başta [Arnavutlar olmak üzere, macar, rom (çingene), bulgar, rumen ve türk gibi milli- 'yetler yer alıyordu. Ülkede büyük çoğunluk (Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar ve Karadağlılar) ortak dil olan sırp-hırvat dilini konuşuyor, Slovenler, Arnavutlar, Macar'lar ve Türkler ise kendi dillerini kendi bölgelerinde kullanıyorlardı.
1870-1914 arasında yoğunlaşan ve iki dünya savaşı arasında da küçümsenmemesi gereken ekonomik nedenli göç hareketi 1960'a doğru yeniden canlanmış jve 1965-1973 arasında en yüksek düzeyine ulaşmıştı. Bunun üzerine yetkililer, 1965 ekonomik reform uygulamasının yol açtığı işsizliğin tırmanmasını sınırlayan bir süreci önce hoş karşıladılar, sonra denetim altına aldılar. O tarihlerde gidilen başlıca ülkeler işgücü açığı bulunan Batı Avrupa devletleriydi (Almanya ve daha az ölçüde Fransa, Avusturya, İsveç, İsviçre); ama eski okyanusötesl göç de ABD'ye, Kanada ve Avustralya'ya doğru yeniden başlamıştı. Dünya bunalımı bu hareketleri büyük ölçüde yavaşlatırken dönüşler çoğaldı. 1981 nüfus sayımına göre ülke dışında "geçici" olarak oturan ve Yugoslavya nüfusunun parçası sayılan 875 000 kişi vardı.

Ülke içinde de ekonomik gelişme çok yoğun bir coğrafi ve toplumsal-mesleki hareketlilik gösteriyordu. Kırsal nüfusun oranı (1948'de % 67) gittikçe düşerken kentsel nüfusun oranı hayli yükseldi (1990’da%56).

1991 öncesinde ekonomi

Örgütlenme ilkeleri.


Eski Yugoslavya, üretim araçlarının çoğunun kolektifleştirildiği sosyalist bir devletti. 1946-1948 ulusallaştırılmasından doğan kamu mülkiyeti kesimi sanayiyi, madenleri, bankaları, sigorta şirketlerini, ulaşım ve dağıtımın büyük bölümünü kapsıyordu, ama kamu mülkiyeti tarımda azınlıktaydı. İşlenen toprakların % 85'i özel kişilerin elindeydi; 1953 tarım reformu bu kişiler için işlenebilir toprak mülkiyetini 10 ha olarak belirlemişti. Özel mülkiyet kesimi zanaatçılığın, hizmetlerin (otelcilik, lokantacılık) bir bölümünü de içine alıyordu. Bu kesim kapsamında etkin nüfusun dörtte birini oluşturan 2 500 000 emekçi vardı. Ekonominin örgütlenmesi başlangıçta SSCB'nin ekonomi modeline dayandırılmış ve Yugoslavya. beş yıllık plan uygulamasına geçen ilk halk demokrasisi olmuştu (1947). 1948'de sosyalist kampla arasının açılmasından sonra başlanan özyönetim denemesi, bu tarihten 1991'e kadar yugoslav sisteminin düzenleyici ilkesi ve başlıca ayırtedici göstergesi oldu.

Toplumsal özyönetim (drustveno samoupravljanje) ortaklaşa emek örgütlerinin (işletmeler) zorunlu örgütlenme biçimiydi, bu örgütlenme biçiminde emekçiler, yöneticiyi seçen ve işletmenin politikasını belirleyen işçi konseyini seçerlerdi Yönetimin vesayetinden kurtulmuş olan işletme ulusal ya da yabancı muhataplarıyla sözleşmeli ilişkiler kurar ve böylece artık iflasın koruyucu şemsiyesine sığınamazdı. Cumhuriyetlerin, özerk illerin ve komünlerin geniş ekonomik yetkilere sahip olduğu yugoslav sistemi birçok çıkarın ve karar merkezinin varlığına dayanıyordu; bu merkezler arasında hakemlik çoğu kez zordu. Plan burada tüm buyurucu niteliğini yitirir ve bir yönlendirme ve geleceğe yönelik bir belgeye dönüşürdü. Federasyon kredi, para, vergilendirme, dışalım rejimi ve fiyatlarla ilgili önlemlerle müdahalede bulunur; fiyatları istisnai olarak dondurabilirdi. Böyle bir sistem, birçok emekçiyi işletmelerin ve toplumsal kurumların yönetimine gerçekten katma konusunda elverişli olduğunu ortaya koydu. Bununla birlikte, sözkonusu sistem ücretlerde büyük eşitsizliklere, aşırı kapasite kullanımı ya da dar boğazlar nedeniyle de bölgesel gelişmede koordinasyon yetersizliğine, sosyo-ekonomik ilişkilerde belli bir disiplinsizliğe ve fiyatların, ücretlerin ve dış borçların dizginlenmesinde denetim yetersizliğine yol açtı.

Tarım.


Sosyal hâsılanın % 14-15'ini sağlayan tarım, kamu kesimi ile özel kesim arasında çarpıcı bir karşıtlık gösteriyordu. Birincisi (ekilen toprakların % 15'i) çoğu Voyvodina ve Slovenya'nın verimli ovalarında kurulmuş olan tarım sanayisi kombinalarından oluşuyordu. Birleşmelerden doğmuş olan bu kombinalar büyük tarımsal üretim gruplarıyla (buğday, mısır, ayçiçeği, şekerpancarı) hayvan yetiştirme istasyonlarını imalat sanayisi birimleriyle (un, yağ, konserve fabrikaları) birleştiriyordu. Bazıları perakende satışı. işletme lokantacılığını, hatta otelcilik ve turizm gibi alanları da etkinlik kapsamına alıyordu, özel kesimde ise, tersine, ekilen toprakların % 85'ini kaplayan 2 milyon işletme, yerinde tüketim ve kamu kesimine oranla daha düşük randıman nedeniyle ticari tarım ürünlerinin ancak yarısını sağlıyordu. Tam gün çalışılmayan en küçük işletmeler ise ailelere yalnızca ek bir gelir sağlıyordu. En büyükleri hızla modernleşmeye ve 1970'li yıllarda, ülkenin özellikle kuzey kesiminde uzmanlaşmaya başlamıştı.

Madenler, enerji, sanayi.


Eski Yugoslavya otuz yılda sanayileşmiş bir ülke oldu. Sanayi ve madenler 3 milyona yakın emekçiyi istihdam ediyor, sosyal hâsılanın % 40'ını gerçekleştiriyor ve dörtte birinden azını işlenmemiş ürünlerin oluşturduğu dışsatımın başlıca bölümünü sağlıyordu. Petrol üretimi (4,5 Mt) yetersizdi ve iç üretimden daha fazlası SSCB, Libya ve Irak'tan satın alınıyordu. 1970'li yıllarda hidrokarbonların pahalılaşması hidroelektrik potansiyelin değerlendirilmesi (Tuna'nın Demir Kapılar'da Romanya’yla işbirliği içinde düzenlenmesi) ve kömür kaynaklarının işletilmesi (en başta linyit, özellikle Kosova'da) yönündeki ilginin yoğunlaşmasına yol açtı. Linyit üretimi 60 Mt'a, elektrik üretimi Krsko nükleer santralının (Slovenya) devreye girmesiyle 66 TWsa'e yaklaştı. Bosna'da demir filizi (2 Mt'dan az) orta çaplı (4 Mt çelik) ve dağınık bir demir-çelik sanayisini besliyordu. O dönemde Yugoslavya bakır (Sırbistan), kurşun, çinko (Kosova'da) ve boksit (Sibenik ve Titograd alüminyum kombinaları) çıkarımında ve imalat sanayisinde dünyanın 'önde gelen ülkelerinden biriydi. Akdeniz çevresinde kerestede kendi kendine yeterli tek ülkeydi (topraklarının % 34'ü orman), imalat sanayisi klasik teknolojili kollara dayalıydı, otomobil, gemi yapımı, madenler ve demiryolları donanımı, traktör ve tarım makineleri, türbinler, tekstil, mobilya. Buna karşılık Yugoslavya havacılık, bilgiişlem, nükleer alanda başka ülkelere bağımlıydı ve sa nayi donanımının önemli bir bölümünü dışardan alıyordu. 1967 tarihli bir yasayla izin verilen yabancı yatırımlar önemli teknolojik katkının sağlanmasına olanak verdi, ama sanayi gelişmesinin finansmanında sınırlı bir rol oynadı.

Ulaşım


ağının kurulması ve gelişimi 1939'da Yugoslavya'nın karayolu ve demiryolu altyapısı çok zayıftı. Savaştan sonra çalışmalar önce demiryolları üstünde yoğunlaştırıldı Karayolu ulaşımı özellikle 1960'tan sonra gelişti; kaplanan yolların uzunluğu 9 000 km'den (1962) 122 000 km'ye (1989) ve otomobil parkı sayısı da 146 000'den 4 milyon araca ulaştı (1990), Karayolu yavaş yavaş dağlık bölgeleri ulusal ulaşım ağına bağlamaya başladı Titograd-Üsküp, Titograd- Belgrad, Dubrovnik-Belgrad gibi ülkeyi enine kesen birkaç karayolunun tamamlanması iç kesimin baştan başa Adriya ana karayolunun geçtiği kıyı kesimine bağlanmasına olanak verdi. Bu arada demiryolu ağı da yaygınlaştırıldı (1989'da 9 000 km'den fazla). 1976'da tamamlanan ve pahalı bir teknik başarı olan Belgrad Bar hattı Sırbistan'ın Karadağ'da daha yakın bir deniz kapısına kavuşmasına olanak verdi.

Büyüme ve bunalım.


1945-1980 arasında Yugoslavya, düzensiz olmasına karşın hızlı ve kamu kesiminde sürekli istihdamın sağlandığı bir ekonomik büyüme gösterdi. Bu süreç, işletmelerin rekabet gücünü iyileştirmeye yönelik bir reform uygulamasının sonucu olarak yalnızca 1965-1969 arasında kesildi. Uluslararası konjonktürün göç hareketine çok elverişli olmasına karşın daha o tarihte hissedilen işsizlik artışı 1973'ten sonra hızlandı. 1969'da 331 000 olan iş talebinde bulunan kayıtlı insan sayısı 1983'te 888 000'e çıktı (etkin nüfusun % 9'u; % 1,4'ü Slovenya'da, % 20'si Kosova'da). Bununla birlikte, aynı sürede kamu kesimindeki işçi sayısı da 3,6 milyondan 6 milyona çıktı, yani (etkin nüfusun % 42'sinden % 60'ına); oysa kendi adına çalışan köylülerin sayısı 4 milyondan 2 milyona düşüyordu.
Ad:  Yugoslavya4.jpg
Gösterim: 1648
Boyut:  91.7 KB
Sosyal hâsıla, 1955-1980 arasında yılda ortalama % 6,5 ve sanayi üretimi de % 9 oranında arttı; ispanya ve Yunanistan'dakiyle karşılaştırılabilecek bu gelişme farklı koşullarda gerçekleşti: daha az yabancı yatırım, daha çok otofinansman. Kırk yılda (1951-1991) tarımın sosyal hâsıla içindeki payı % 31 'den % 11,7'ye düşerken, sanayinin ve madencilik kesiminin payı % 22'den % 48'e çıktı. Tarımsal üretim değeri (sabit fiyatlarla hesaplandı) 3,1 kat, sanayi üretim değeri 12 kat, toplumsal hâsıla da 6,4 kat arttı. Uluslararası ortam bu büyümeyi 1970'e kadar kolaylaştırdı; bu tarihten sonra güçlükler, dünya bunalımı çerçevesinde birikti "petrol şoku", dış pazarlarda artan rekabet.

Bununla birlikte, büyüme, önemli dış ticaret açığına karşın sanayi üretiminin iki kat arttığı 1970'li yıllarda da sürdü; bu açık, uzun süre günlük ödemeler dengesi düzeyinde göçmen işçilerin gönderdiği, turizm ve ticaret filosunun sağladığı gelirlerle kapatıldı. Ama ağır bir dış borç birikti (1983'te yaklaşık 20 milyar dolar, dış gelirlere eşdeğer). 1979'da petrol fiyatlarının. doların, faiz ve ödeme oranlarının birdenbire yükselmesi dış ticaret açığını artırdı ve zayıflıkları ortaya çıkan büyümenin geleceğini tehlikeye düşürdü: iç pazarın genişlemesine bel bağlayan, ama rekabet gücünü geliştirmeye ve dışsatıma önem vermeyen, dışalıma dayalı ikameci bir sanayileşme; tamamlayıcı olmaktan çok birbirine rakip ve her biri, ekonomiyi ülke düzeyinde ihmal ederek eksiksiz bir üretim aygıtıyla donandığını ileri süren cumhuriyetler (bunun sonucunda cumhuriyetler düzeyinde sözgelimi demir-çelik, petrokimya, otomobil, kereste sanayilerinde ortaya çıkan sanayi yoğunlaşmaları).

Yetkililer 1980’de ekonomide, enflasyonla, yatırım fazlalığı ve dış ticaret açığıyla mücadele eden enerjik bir "istikrar” politikası uygulamaya başladılar. Dışalım önemli ölçüde azaldı, ama dışsatım da dünya çapındaki durgunluk nedeniyle geriledi ve ticaret dengesi önemli ölçüde açık verdi Bununla birlikte, kısmen turizm gelirleri (yılda 1,5 milyar dolar fazlalık) ve göçmenlerin gönderdiği dövizler (aynı miktarda net girdi) yardımıyla ödemeler dengesi açığı yarı yarıya azaldı ve Yugoslavya borcunu ödeyebilecek güce kavuştu. Bu, kamu harcamalarının ve halkın yaşam düzeyinin açık biçimde kısıtlanmasıyla sağlanabildi.

Bölgesel eşitsizlikler ve gelişme.


Eski Yugoslavya'da Bosna-Hersek, Makedonya ve Karadağ cumhuriyetleri ile Kosova ili resmen az gelişmiş bölgeler olarak kabul edilmişlerdi ve bu nedenle federal yardım alıyorlardı. Yüksek nüfus artışı nedeniyle bu dört bölgede nüfus, dışarıya doğru göç hareketlerine karşın ulusal ortalamadan daha hızlı artarak, toplam nüfusun % 30,5'inden (1948) % 36,6'sına (1981) ulaşmıştı. Kosova. nüfusu en yoğun olan ve en hızlı artan, en geri kalmış bölge durumundaydı.

Anayasa'nın milliyetler arasında eşitlik ilkesi bölgesel farkları azaltacak ekonomik politikaların uygulanmasını gerektiriyordu. Kaldı ki, geri kalmış bölgeler kömür, demir dışı maden filizi ve ağaç kaynaklarının büyük bölümüne, ayrıca yüksek bir hidroelektrik potansiyele, işgücü rezervine ve turistik çekiciliğe sahipti. Bölgesel gelişme politikası, "kötü gelişmiş cumhuriyetler ve Kosova ili hızlandırılmış kalkınma finansmanı federal fonu”na dayanıyordu. Her cumhuriyet ve özerk ilin vergi katkısından oluşan bu fondan (sosyal hâsılanın yaklaşık % 2'si) dağılılan miktarı bu dört bölge istediği gibi kullanabilirdi ve uzun vadede ödemek zorundaydı. Bu yardım adı geçen üç cumhuriyete önemli bir destek, Kosova'ya da ekonomik kalkınmasının finansmanı için başlıca kaynağı sağlıyordu. Yugoslavya, 1950’den sonra beş yıllık dönemlerle, yatırımlarının dörtte ve üçte birini az gelişmiş bölgelere ayırıyor; buralardan sosyal hâsılasının ancak % 22'sini sağlıyordu. Bu yöndeki çabalar ciddi olmakla birlikte yeterli sonuç doğurmuyordu. Makedonya ve Karadağ ulusal ortalamadan biraz daha hızlı gelişirken bu durum Bosna-Hersek ve Kosova'da gerçekleşmemişti.

Öte yandan, nüfus artış hızının ortalamanın üstünde olduğu dikkate alınırsa, tüm az gelişmiş bölgelerin, özellikle Kosova'nın kişi başına düşen hâsıla bakımından gerilediği görülür: Kosova'da bu hâsıla değer bakımından Slovenya'dakinden altı kat daha düşüktü. Bu görece başarısızlığın kısmi nedeni, yatırımların genellikle çok sermaye isteyen, az iş yaratan (bu bölgelerin en önemli sorunu) ve federal yetkililer tarafından belirlenen temel ürün fiyatlarının görece düşük düzeyi nedeniyle az verim sağlayan madenlere ve temel sanayiye yönetilmesiydi. İmalat sanayisi daha çok gelişmiş bölgelerde kurulmuştu; bu bölgelerde işletmeler, altyapıdaki ilerlemelerin olağanüstü olmasına karşın "Yugoslavya Midi"sine yatırım yapmaya pek istekli değildirler. Genel olarak söylemek gerekirse sözkonusu olan, arayı kapamaktan çok koşut bölgesel gelişmeyi sağlamaktı; yalnızca Kosova geriden gelmekteydi. 1981‘de bu ili sarsan karışıklıkların ve arnavut kökenli halkın istemlerinin kaynağı elverişsiz bir toplumsal ekonomik durumdu. Nitekim bütün bu bölgesel eşitsizlikler, etnik farklılıkla birlikte ülkenin parçalanmasında önemli rol oynayacaktı.

tarih

Arkeolojik bulgular Balkanlar'ın bir parçası olan Yugoslavya topraklarında insan yerleşiminin Alt Yontmataş çağına (İ.Ö. yaklş. 200-100 bin) değin indiğin göstermektedir. Daha kalıcı yerleşmelerin ortaya çıkışı Yenitaş çağına rastlar Bu çağda eski avrupa uygarlığının (İ.Ö. 7000-3500) odaklarından biri olan bölgede özellikle ırmak vadileri, hayvancılık ve toprak ekiminin yanı sıra el sanatlarında da oldukça gelişmiş yerleşik toplulukları barındırıyordu. Rusya bozkırlarından gelen ve Hint-Avrupa dilleri konuşan yarı göçebe kavimlerin bölgeye girişi İ.Ö 3500 dolaylarında başladı. Askeri aristokrasilerce yönetilen bu kavimlerin Adriyatik kıyılarına kadar uzanan akınları, bölgede kentsel uygarlığın gelişimini uzunca bir dönem kesintiye uğrattı.
Göç dalgalarını izleyen dönemde bölgede İllyrialılar, Daçyalılar, Makedonlar ve Traklar yer yer kısa ya da uzun ömürlü egemenlikler kurdular. Bu arada savaşçı daçyalı ve trak krallıkları zaman zaman bölgedeki halkları boyunduruk altına alarak doğuda güçlü bir konum elde ettiler. Daha sonra Philippos H’nin yönetiminde yükselen Makedonya krallığı, İ.Ö IV. yy. ortalarından başlayarak yunan nüfuzunu bölgenin büyük bölümüne yaydı.

Bölgedeki yerel aristokrasiler bazı küçük lllyria krallıkları dışında kararlı bir devlet yapısı yaratamadılar Bunun başlıca nedeni kuzeyden ve doğudan istilaların sürmesiydi İ.Ö. III. yy. başlarında Tizsa’nın doğusundan gelerek güneye doğru ilerleyen Keltler, gelişmiş demir teknolojileri sayesinde yerel kabilelere kolayca boyun eğdirdiler.

Makedonya hegemonyasının sarsılmasıyla bir süre bağımsız kalan bölge. İ.Ö III. yy. sonlarında Roma'nın istilasına uğradı. Bölge halklarının roma egemenliğine girmemek için gösterdiği sert direniş ancak bir dizi savaşla kırılabıldi. Bunu izleyen romalılaştırma sürecinde bölge halkı roma ordularının önemli bir asker kaynağı durumuna geldi. Bölgeyi İllyricum, Pannonia ve Moesia eyaletlerine ayıran Romalılar, ticari ve askeri amaçlarla geniş bir yol ağı inşa ederek çeşitli kentler kurdular.
Balkanlar’a III. yy.'da giren Gotların istilası çok geçmeden Roma nın merkezi denetiminin zayıflamasına yol açtı. Bölgenin büyük bölümünü ele geçiren Gotların yarattığı yıkımı hun, bulgar ve avar akınları izledi. Bu arada Roma İmparatorluğu'nun 395'te resmen ikiye ayrılmasıyla Sava ve Tuna ırmaklarını izleyen bir hat. Batı ve Doğu arasındaki sınır olarak belirlendi. Ostrogotların 476’da Batı Roma’yı yıkmasından sonra, Balkanlar Doğu Roma’nın (Bizans) nüfuz alanı içinde kaldı. Ama zayıf imparatorluk yönetimi bölgedeki otorite boşluğuna son veremedi.

Barbar akınlarının yol açtığı karışıklık V yy. sonlarında Karpatlar’ın kuzeyinden gelen Slavların bölgeye yayılması için uygun bir zemin hazırladı. Öteki halkların tersine askeri bir aristokrasiye dayanmayan ve yerleşik yaşam biçimine daha yatkın olan Slavlar, VI. yy. başlarında Aşağı Tuna’yı aşarak boş alanlara yerleşmeye yöneldiler Bölgede denetimi yeniden sağlamaya çalışan Bizans imparatoru İustinianos I, bu slav topluluklarından ücretli sınır muhafızları olarak yararlanma yoluna gitti. Bir süre sonra Avarlara bağlanan Slavlar, Balkan içlerine yönelik saldırılara giriştiler. Avar baskısının ortadan kalkmasını izleyen dönemde Bizans imparatoru Herakleios, slav kökenli sırp ve hırvat kabilelerini Dalmaçya kıyılarına yerleştirdi. Bizans yardımıyla Avarları ve Bulgarları doğuya sürerek bütün bölgeye yayılan bu kabileler, zamanla bölgenin daha eski slav topluluklarıyla karıştılar.

İlk slav devletleri.


Bölgenin siyasal parçalanmışlıkla belirlenen ortaçağ başlarındaki karmaşık tarihi iki ana etkenle açıklanabilir. Her şeyden önce bölge, yayılmaya çalışan çevredeki güçlü devletlerin çatışma alanı içinde bulunuyordu. Frank, macar ve bulgar devletlerinin oluşturduğu bu kuşatma zincirini, bölge üzerindeki hak iddialarını canlı tutan Bizans İmparatorluğu tamamlıyordu. Değişik slav öğelerinin damgasını taşıyan yerel devletlerin, bu büyük devletlere karşı uzun süre ayakta kalması güçtü. Slavların zayıflığına yol açan ikinci ana etken ise kararlı ve merkezi bir yapıya engel oluşturan kapalı toplumsal ve siyasal örgütlenmeydi.

Slav toplumunun temelini oluşturan zadruga adlı geniş aileler, genelde tek bir soy çizgisinin belirlediği köylerde bir araya gelmişti. Köylerin zupan adlı bir şefin çevresinde toplanmasıyla daha büyük siyasal birlikler ortaya çıkıyordu. Akrabalığa ve yerel bağlara dayanan bu sistem, yalnızca dış tehdit durumlarında daha geniş bir örgütlenmeye olanak veriyordu. Birleşik slav devletlerinin kurulmasından sonra da bu sistem bir ölçüde varlığını sürdürdü. İki ana etkene bağlı olarak slav topluluklarının çoğu farklı gelişim çizgisi gösterdi. İlk slav krallıklarından Slovenya ve Hırvatistan krallıkları Ortaçağ'da batılı Kutsal Roma-Germen ve Macaristan devletlerinin egemenliğine girerken Sırbistan krallığı daha özgür bir gelişme gösterdi.

Çeşitli slav halklarını özümleyerek geniş bir alana yayılan Sırplar'ın yaşadığı topraklarda Bizans egemenliği, askeri thema'lardan oluşan bir sisteme dayanıyordu. Bizans imparatorları sistemi ayakta tutmak için slav kabile birliklerini birbirlerine karşı kullanıyorlardı Ama bizans gücünün zayıf olduğu dönemlerde bu yerel güçler bir veliki zupan (büyük zupan) altında bir araya gelerek belirli bir kesimde denetimi sağlayabiliyordu. Gerçek anlamda ilk sırp devleti Vlastimir adlı bir zupan'ın 850'de güneydeki Sırpları bulgar yayılmasına karşı birleştirmesiyle ortaya çıktı. Bu devletin Bizans’la bağlarını koruması bölgede hıristiyanlığın ortodoks çizgisini izlemesinde ve kiril alfabesinin yayılmasında önemli rol oynadı. Bu özellikler bugünkü Karadağ ve Sırbistan’ı hırvat ve Sloven dünyasından ayıran farklı bir kültürel ortam yarattı.

Vlastimir’in ölümünü izleyen dönemde Sırbistan, önce Simeon l'in (925-927), ardından Samuel’in (980-1014) kurduğu bulgar imparatorluklarına bağlandı. BizanslIların 1018’de bölgeye yeniden egemen olmasından sonra Sırplar’ın bağımsızlık mücadelesi iki ayrı devletin çevresinde gelişti. X. yy. sonlarında kurulmuş olan ve bugünkü Hersek ile Karadağ’ı içine alan Zeta adlı devlet, Adriyatik kıyılarının bir bölümünü ve iç kesimde Belgrad'a kadar uzanan toprakları ele geçirdiyse de uzun süre ayakta kalamadı. XI. yy. sonlarına doğru ortaya çıkan ve başlangıçta bugünkü Novi Pazar (Yeni Pazar) yöresine egemen olan Raska adlı devlet ise, Stefan Nemanja’nın 1167’de veliki. zupan olmasından sonra genişleyerek eski Zeta topraklarında denetimi sağladı. Sonraki yıllarda Nemanja hanedanı papadan kral unvanı alarak (1216) ve ayrı bir kilise örgütlenmesi kurarak (1219) Sırbistan’ı bağımsız bir güç durumuna getirdi.

Bu arada Bizans'ın, haçlı kuvvetlerinin eline geçmesi (1204) üzerine yeniden yayılmacılığa yönelen Bulgarlar’ın işgal ettiği sırp toprakları adım adım geri alındı. Hanedanın dokuzuncu hükümdarı Stefan Dusan (1331- 1355) giriştiği fetihlerle bugünkü Arnavutluk ve Karadağ ile Bosna'nın doğu kesiminin yanı sıra Tesalya, Epir ve Makedonya’yı kendisine bağlayarak Sırbistan’ı en geniş sınırlarına ulaştırdı. Sağlam temellere dayalı bir yönetim kuran ve dinin birleştirici işlevini kullanarak kültürel bir canlanma başlatan Nemanja hanedanının önemli bir katkısı da tarım, madencilik ve ticareti geliştirilmesi oldu.

Osmanlı dönemi.


OsmanlIlar, XIV. yy.’ın ikinci yarısında Vardar ve Morava vadilerini izleyerek Balkanlar'daki hıristiyan devletlere karşı akınlar düzenlemeye başladılar. Stefan Dusan’ın ölümünden (1355) sonra parçalanmaya yüz tutan Sırbistan, bu akınları durduracak etkili bir direniş gösteremedi. Edirne'nin düşüşünden sonra Sırplar’ın sağladığı geçici birlik, bir dizi yenilgiyle kısa sürede dağıldı Osmanlı fetihlerinin genişlemesiyle birlikte birçok slav despotu osmanlı egemenliğini tanıyarak ayakta kalmaya çalıştı. Yerel güçlerin sürekli saf değiştirdiği bu süreçte hıristiyan soyluların gücü adım adım kırılırken, önemli kentler de art arda osmanlı yönetimine girdi. Özellikle Arnavutluk’ta köylülerin slav feodal beylere duyduğu tepki, osmanlı ilerleyişini önemli ölçüde kolaylaştırdı. Birleşik sırp, bosna ve bulgar kuvvetlerinin zaman zaman elde ettiği başarılar bu süreci tersine çevirmeye yetmedi.

Bulgar çarı İvan’ın 1371'de OsmanlIlarla uzlaşması, Balkanlar’daki hıristiyan cephesinin çözülmesini sağladı. Sırp prensi Lazar komutasındaki slav kuvvetlerinin I. Kosova savaşı’nda (1389) yenilmesiyle, osmanlı yayılmasının önü bütünüyle açıldı. Osmanlı egemenliğini tanıyan sırp despotlarının elinde, Belgrad çevresinde küçük bir devlet kaldı XV. yy başlarında Anadolu’daki savaşlar nedeniyle duraklayan osmanlı ilerlemesi, Murat ll’nin başa geçtiği 1421'den sonra yeniden hız kazandı. Bu dönemde Balkanlar’daki osmanlı egemenliğine son vermek amacıyla Macarlar'ın öncülüğünde düzenlenen haçlı seferleri boşa çıktı Sırp bağımsızlığının son kalesi olan Smederevo ve çevresi bir dizi sefer sonunda 1459’da ele geçirildi. Bosna ve Hersek'in kesin olarak fethi ise 1463'te tamamlandı. Sonraki yıllarda müslümanlığın hızla yayıldığı Bosna, OsmanlIların bölgedeki en güçlü dayanağı durumuna geldi. Çeşitli seferlere karşın işgal edilemeyen Karadağ ise zaman zaman OsmanlIlara vergi ödeyerek bağımsızlığını korudu.

Avrupa’daki siyasal güçler arasında beliren bölünmeler, OsmanlIların Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine yönelmesi için elverişli bir ortam yarattı. Macaristan'a yönelik ilk seferinde Belgrad’ı alan (1521) Kanuni Sultan Süleyman, Mohaç savaşı’ndan (1526) sonra Pannonia havzasını ve Slovenya'nın büyük bölümünü osmanlı topraklarına kattı.

OsmanlIların Batı’ya doğru genişlemesi 1529’daki başarısız I. Viyana kuşatmasıyla durdu. Böylece Balkanlar’da ortaya çıkan dengeyi bozmaya yönelik girişimler uzun bir süre sonuç vermedi. Ama 1590’larda Habsburgların desteğiyle Tuna boyunca OsmanlIlara karşı yeni bir cephe açıldı. Bunun üzerine ortaya çıkan çatışmalarda OsmanlIların bazı yenilgiler almasıyla güç dengesi değişmeye başladı. Viyana’yı ele geçirerek durumu tersine çevirmek isteyen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın 1683’teki seferde uğradığı bozgun, OsmanlIların gerilemesinde belirleyici bir dönüm noktası oldu. Bozgunun ardından Avusturya birlikleri Belgrad’ı alarak Sırbistan içlerine kadar ilerlediyse de, 1690’daki Osmanlı karşı saldırısıyla yeniden Tuna'nın gerisine çekildi.

Osmanlı ordularının 1697'de birkaç cephede uğradığı yenilgiden sonra ağır koşullar içeren Karlofça antlaşması (1699) imzalandı. Bu antlaşmayla Macaristan’ın büyük bölümüyle birlikte Hırvatistan ve Slovenya, Habsburgların eline geçti Bu tarihten başlayarak Balkanlar’daki osmanlı egemenliği sarsılma sürecine girdi.

Geniş topraklara yayıldığından karmaşık bir toplumsal dokuya dayanan OsmanlI devleti'nde, müslüman olmayan halklar, millet adı verilen dinsel topluluklara ayrılmıştı. Çoğunlukla ortodoks olan balkan halkları bu sisteme göre öncelikle İstanbul patriğinin yönetimi altında bulunuyordu. Ama zamanla balkan ortodokslarına ulusal temele dayalı bir kilise örgütlenmesine gitme izni verildi. Böylece Sırplar 1557'de Pec’te bağımsız bir patriklik oluşturdular. Bu adım sırp ulusal bilincinin gelişmesinde önemli rol oynadı Pec’teki patriklik başta yargı, vergi topla ma ve eğitim olmak üzere Sırplarla ilgil birçok kamu görevini yürütme yetkisine sahipti.

Sırp ve öteki slav toprakları Rumel böylerbeyliğinin bir parçasıydı. Beyler beyliğin altında osmanlı yönetim sistemine uygun olarak eyalet, sancak ve kazalar yer alıyordu. Osmanlı yönetimi temelde vergi toplamaya ve düzeni korumaya önem veriyor, bunların dışında yerel halkın yaşamına pek karışmıyordu. Toprağın işlenmesinde osmanlı tımar sistemi geçerliydi Reaya konumunda olan hıristiyanlar askeri hizmet yükümlülüğünden bağışıktı. Ödedikleri vergiler müslümanlara göre yüksek olmakla birlikte, geçmişle karşılaştırıldığında daha hafifti. Toplumsal yaşamda hıristiyanlara getirilmiş bazı kısıtlamalar vardı. Ama din değiştirenlere her alanda yükselme yolu açıktı. Hıristiyan gençleri asker ve saray hizmetlisi olarak yetiştirmeye yönelik devşirme sistemi, Osmanlılarca izlenen özümleme politikasının başlıca aracıydı.
Balkanlar'daki fetih ve savaşların önemli bir sonucu da göç ve nüfus hareketlerinin karmaşık bir etnik yapı ortaya çıkarmasıydı. Bu süreçte bazı milliyetler geniş ve birbirinden kopuk alanlara yayılırken, çeşitli yörelere türk toplulukları yerleşti.

Güney Slav


devletlerinin ortaya çıkışı Fransız devrimi ve onu izleyen savaşlar Avrupa’daki güç dengesini kökten değiştirirken, Balkanlar üzerinde de derin bir etki bıraktı. Napolöon’un bölgeye müdahalesi Karadağ’da önemli değişiklikler yarattı. Osmanlı egemenliği dışında kalan Karadağ’ın yönetimi 1516’dan sonra yerel halk meclislerince seçilen ve vladi- ka olarak bilinen Cetinje (Çetine) piskoposlarının eline geçmişti. Sonraki dönemde osmanlı kuvvetlerinin bölgeyi işgal girişimleri sonuçsuz kalmış ve vladika'lık 1696’dan sonra Njegos hanedanının babadan oğula elde tuttuğu bir makam niteliğini kazanmıştı. Osmanlı devleti’ne karşı Rusya’yla ilişkilerini geliştiren ve Napolöon savaşları'nda (1800-1815) etkin olarak Rusya’nın yanında yer alan Karadağ, Viyana kongresi’nden topraklarını bir kat artırmış olarak çıktı. Sonraki yıllarda da Rusya’nın yakın müttefiki olarak uluslararası planda bağımsız devlet konumunu pekiştirdi ve OsmanlIların toprak kayıplarını giderme çabalarını püskürttü.

Balkanlar’a yönelik rus ilgisi, osmanlı yönetimine karşı muhalefetin giderek yükseldiği Sırbistan’ı da etkiledi. Rusya ve Avusturya’nın 1787-1791 arasında Osmanlı devleti’ne karşı yürüttüğü savaş sırasında sırp ayaklanmaları başladı. Yeniçerilerin yerel halk üzerindeki baskısı 1804 ilkbaharında yeni bir ayaklanmaya yol açtı. Karayorgi olarak bilinen Yorgi Petroviç adlı bir tüccarın önderlik ettiği ayaklanma, Osmanlı sarayının da yeniçerilerin başıbozukluğuna karşı olması nedeniyle kısa sürede başarıya ulaştı. Ertesi yıl Karayorgi’nin çağrısıyla toplanan Skupstina adlı parlamento özerklik talebinde bulununca, Sırbistan’a büyük bir osmanlı ordusu gönderildi. Rusya'dan destek alan Sırplar uzun süre bu orduya başarıyla karşı koydular. Ama Napolöon tehdidi karşısında Rusya'nın 1812’de Osmanlı devleti’yle barışa gitmesinden sonra sırp direnişi kırıldı. Karayorgi yandaşlarıyla birlikte Avusturya'ya kaçmak zorunda kaldı.

OsmanlIların giriştiği sindirme harekâtı, nisan 1815’te Milos Obrenovic’in önderliğinde yeni bir sırp ayaklanmasını başlattı. Napolöon tehlikesinden kurtulmuş olan Rusya’nın ağırlığını ortaya koyması ve birbirini izleyen askeri yenilgiler, OsmanlI devleti’ni ayaklanmacılarla görüşmeye oturmak zorunda bıraktı. Aralık 1815’te imzalanan antlaşma uyarınca Milos, Sırbistan prensi olarak tanındı. Ayrıca Osmanlı devleti’ne bağlı kalma koşuluyla Sırbistan’a Skupstina ile silahlı kuvvetlerini koruma ve yerel işlerde söz sahibi olma gibi ödünler verildi. Ülkeye 1817'de dönen Karayorgi'yi ortadan kaldırarak konumunu pekiştiren Milos, OsmanlIlarla yürüttüğü uzun görüşmelerin ardından ağustos 1830'da sırp tahtının çocuklarına geçmesini kabul ettirerek Sırbistan'a tam özerklik verilmesini sağladı. Böylece Güney Slavları arasında yeni bir güç odağı yükselirken, Obrenovic ve Karayorgiyeviç aileleri arasında kanlı bir çekişme başladı.

Ulusal bilincin uyanışı.


Güney Slavların XIX. yy. başlarında Avrupa'daki yeni düşünce akımlarıyla tanışması özellikle dil, edebiyat ve kültür alanında ulusal kaynaklara dönüş yönünde güçlü bir eğilim doğurdu. Bu gelişmeye büyük ölçüde Habsburg topraklarında kümelenmiş olan orta tabaka ve aydın çevreler öncülük etti. Illyria eyaletlerinin ortadan kaldırılmasından sonra yoğun bir macarlaştırma kampanyasının başladığı Hırvatistan'da 1830'larda bir gazete çıkaran Ljudevit Gaj (1809-1872), sırp, hırvat ve Sloven dillerini bütünleştirme çabasına girdi. Sırp aydınlarından Dositej Obradovic’in (1743-1811) standart bir sırp edebiyat dili yaratma girişimlerini sürdüren Vuk Stefanovic Karadzic (1787-1864), bilimsel yazım sistemiyle kiril alfabesini sırpçaya uyarladı, halk edebiyatı araştırmalarıyla sözlük derleme çalışmalarını yürüttü. Öte yandan ilk Sloven dilbilgisi kitabını yayımlanan Jernej Kopitar'ın çalışmalarının bir ürünü olarak 1843'te ilk Slovence gazete çıkmaya başladı. Çeşitli yugoslav (güney slav) dillerinde yazılan edebiyat yapıtları, bölgede bir kültürel yakınlaşma ortamı yaratarak siyasal birlik düşüncesinin gelişmesine önemli katkıda bulundu.

Yeni Sırbistan.


Yugoslav topraklarında en güçlü ulusal hareketin beşiği olan Sırbistan, Milos’un yönetimi altında düzenli bir devlet olma yönünde önemli adımlar attı. Ama askeri ve ekonomik alandaki reformlara karşın, uygulanan baskıcı politikalar çok geçmeden geniş bir muhalefet doğurdu. 1839'da tahttan çekilmek zorunda kalan Milos'un yerine geçen oğulları Milan III ve Mihailo lll'de siyasal karışıklıkların üstesinden gelemedi. Mihailo'yu yurtdışına kaçmak zorunda bırakan 1842'dekl ayaklanma sonunda Karayorgi'nin üçüncü oğlu Aleksandr prens oldu. Avusturya ve Rusya arasındaki tarafsızlık politikası yüzünden konumu sarsılan Aleksandar da 1859'da tahttan indirildi. Yaşlı Milos'un kısa prenslik döneminden sonra 1860'ta yeniden başa geçen Mihailo, yönetim alanındaki reformlarıyla ve getirdiği yeni kurumlarla devletin temellerini sağlamlaştırdı. Mihailo’nun 1868'de öldürülmesi üzerine küçük yaşta prensliğe getirilen kuzeni Milan IV, devlet işlerini doğrudan üstlendiği 1872'den sonra Avusturya'ya yakın bir dış politika izleyerek panslavist akımdan uzak durmaya çalıştı. Ama 1875’te Bosna-Hersek'te OsmanlI yönetimine karşı başlayan ayaklanma karşısında tutumunu değiştirerek temmuz 1876’da Karadağ ile birlikte OsmanlI devleti’ne savaş açtı.

Osmanlı-sırp savaşı başlangıçta Sırbistan'ın aleyhine geliştiyse de Rusya'nın devreye girerek 1877’de osmanlı topraklarına saldırması dengeyi bozdu. Osmanlı-rus savaşı'nın sonunda imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) antlaşmasıyla (3 mart 1878) Balkanlar'da Rusya'yı güçlendiren bir durum ortaya çıktı. Bunun üzerine diğer büyük avrupa devletleri araya girerek Berlin antlaşması (13 temmuz 1878) dayattılar. İkinci antlaşma uyarınca Rusya'nın daha önce kabul ettirdiği Bulgaristan prensliği'nin sınırları daraltılırken, tam bağımsızlık statüsü kazanan Sırbistan'a bazı yeni topraklar verildi. Sınırları bir kat daha genişletilen, Karadağ'ın bağımsızlığı da resmen tanındı. Bosna ve Hersek ise görünüşte osmanlı vilayetleri olarak kalmakla birlikte Avusturya'nın yönetimine bırakıldı.

Berlin antlaşması sonrasında Avusturya’nın onayı olmadan başka devletlerle antlaşma yapmama sözü karşılığında askeri ve siyasal desteğin yanı sıra ülkesi için ticaret ve gümrük kolaylıkları elde eden (1881) sırp prensi Milan, ertesi yıl kendini kral ilan etti ve Avusturya'nın desteğine güvenerek Bulgaristan'a savaş açtı (1885). Ama ağır bir yenilgiyle sonuçlanan savaş, içeride Avusturya'ya bağımlılığa karşı gelişen muhalefetin daha da güçlenmesine yol açtı. Tahttan çekilmek zorunda kalan (1889) Milan’ın yerine küçük yaşta geçen oğlu Aleksandr, yönetimi doğrudan üstlendikten (1893) sonra izlediği baskıcı politikalarla birçok çevreyi karşısına aldı. Sonunda kanlı bir saray darbesiyle Obrenovic hanedanı devrilerek Karayorgiyeviç ailesinden Petar I başa getirildi (1903). Petar’ın liberal yönetimi ülkeye siyasal istikrar ve hızlı bir ekonomik gelişme getirdi. Bu dönemde Sırbistan'ın başka ülkelerle de ticari ilişkiler kurmaya yönelmesi, Avusturya'yla Domuz savaşı (1906-1909) olarak bilinen gümrük çatışmasına yol açtı. Tarım ürünleri için yeni pazarlara yönelerek Fransa ve Almanya ile yakınlaşmaya giren Sırbistan, aynı zamanda Sırpların yaşadığı bütün toprakları birleştirmeyi hedef alan bir dış politika temelinde dikkatini Balkanlar'da genişlemeye çevirdi.

Balkan savaşları.

(Bakınız Balkan Savaşları)
Aralarındaki sorunları bir yana bırakarak Osmanlı devleti'ne karşı bir cephe oluşturan Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan, ekim 1912'de başlayan I. Balkan savaşıyla kısa sürede osmanlı kuvvetlerini Makedonya'dan Doğu Trakya'ya çekilmeye zorladı. Büyük devletlerin araya girmesiyle imzalanan Londra antlaşması'ndan (30 mayıs 1913) umduğu sonucu alamayan Bulgaristan'ın eski müttefiklerine saldırması II. Balkan savaşı olarak bilinen yeni bir çatışmaya yol açtı. Bu çatışmayı sona erdiren Bükreş antlaşmasıyla (10 ağustos 1913) Karadağ topraklarını genişleterek Sırbistan’la ortak bir sınıra kavuştu. Sırbistan ise Makedonya'nın orta ve kuzey kesimiyle birlikte güneye doğru büyük bir toprak parçası elde etti. Buna karşılık Avusturya'nın baskısı sonucunda sırp ve karadağ birliklerinin işgal ettiği bazı topraklar yeni kurulan Arnavutluk'a verildi.
Yeni çizilen sınırlar kalıcı bir barış yaratmadığı gibi büyük devletlerin çatışmasını Balkanlar'a kaydırdı. Bulgaristan'ın destek almaya çalıştığı Avusturya, savaşlardan güçlü çıkan ve doğu yönünde yayılma çabaları önünde engel oluşturan Sırbistan'a ders vermek için bahane aramaya başladı. Böylece Avrupa'nın barut fıçısı durumuna gelen bölgede Avusturya veliaht prensi Franz Ferdinand'ın bir sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi (haziran 1914), beklenen kıvılcımın parlamasına yetti. Sırbistan'a ağır bir.ültimatom veren Avusturya, bir hafta geçmeden resmen savaş açtı. Daha önceki saflaşmalar büyük devletleri de zincirleme savaşın içine çekerek Avrupa genelinde bir çatışma başlattı.

Birinci Dünya savaşı.


Avusturya'nın ilk iki saldırısını püskürtmekle birlikte 1914- 15 kışındaki tifo salgınıyla büyük ölçüde kırılan sırp ordusu, İtilaf kuvvetlerinden destek alamayınca avusturya, alman ve bulgar birliklerinin 1915 sonbaharında giriştiği harekât karşısında bozguna uğradı ve çetin kış koşullarında Arnavutluk boyunca geri çekilerek Korfu adasına sığındı. Sırbistan’ın büyük bölümünü işgal eden avusturya kuvvetleri Karadağ'ı da ele geçirdi. Alman ve bulgar kuvvetlerinin Makedonya'daki ilerlemesi ise Yunanistan sınırına dayandı. 1916 sonbaharında Selanik'e çıkarma yapan İtilaf birlikleri hiçbir harekât yapamadan yerinde çakıldı. Bölgedeki büyük yığınağa karşın kilitlenen savaş, Yunanistan'ın haziran 1917'de itilaf saflarında yer almasından sonra yeni bir evreye girdi. 1918 yazına doğru saldırı konumuna geçen İtilaf kuvvetleri, Makedonya cephesini yararak alman ve bulgar birliklerine ağır bir darbe indirdi. Aynı dönemde Avusturya'ya karşı birkaç koldan başlatılan saldırıda sırp ordusu da önemli rol oynadı. Habsburg monarşisinden kopmalarla güç duruma düşen Avusturya, kasım 1918'de teslim olmak zorunda kaldı.

Savaş döneminin önemli bir cephesi de Güney Slavlar'ın siyasal birlik yönünde attığı adımlar oldu. Daha savaşın başlarında sırp, hırvat ve Sloven kökenli politikacı ve aydınların bu amaçla Londra'da kurduğu Yugoslav komitesi, yeni ve birleşik bir devleti savunan çevrelerin sözcüsü durumuna geldi. Yugoslav komitesi ile sürgündeki sırp hükümeti temsilcilerinin temmuz 1917'de imzaladığı Korfu bildirisi'yle bu program ilk kez somut bir biçim kazandı. Bildiri temelde farklı ulusal ve dinsel toplulukların eşit haklarla yer alacağı, demokratik ilkelere dayalı bir anayasal monarşi kurulmasını öngörüyordu. Bu gelişme Habsburg yönetimi altında olan hırvatlar ve slovenler arasındaki bağımsızlık mücadelesini de güçlendirdi. Aynı yıl örgütlenen Yugoslav ulusal konseyi açıkça Güney Slav birliğini savunmaya başladı. Yugoslav komitesi'nin önemli bir başarısı da savaşa girmek için itilaf devletleri'nden Slovenya ve Dalmaçya’nın bir bölümünü topraklarına katma sözü almış olan İtalya ile belirli bir uzlaşma sağlaması oldu.

Habsburg monarşisinin çöküşe doğru gitmesi güney slav milliyetçiliğine yeni bir hız kazandırdı. Bir dizi ayaklanmaya sahne olan Hırvatistan, Sabofun ekim 1918'de aldığı kararla Macaristan'a bağımlılığa resmen son verdi. Bu sırada Dalmaçya'daki Italyan ilerlemesi sürdüğünden, güney slav halkları düzenli orduya dayanan Sırbistan’ın çevresinde kenetlendi. Kasım 1918’de Cenevre'de bir araya gelen Yugoslav komitesi, Yugoslav ulusal konseyi ve sırp partilerinin temsilcileri Karayorgiyeviç hanedanı altında birleşmeyi öngören bir plan hazırladı. Öte yandan Karadağ’da toplanan bir ulusal meclis de Sırbistan’a katılma kararı aldı. Sırp naip prensi Aleksandr I, aralıkta babası Petar'ın yönetiminde Sırp, Hırvat ve Sloven krallığımın kurulduğunu açıkladı. İtalya'ya bazı toprakları bırakarak ve öteki komşularla bir dizi antlaşma imzalayarak sınırlarını çizen yeni krallığı, içeride savaşın yol açtığı büyük yıkımı giderme ve yönetim yapısını biçimlendirme gibi daha ağır sorunlar bekliyordu.

Sırp, Hırvat ve Sloven krallığı.


Ortak ve köklü kurumlardan yoksun olan yeni devletin, birbirinden kopuk çok sayıda etnik ve dinsel topluluğu barındırması nedeniyle, kasım 1920'de kurucu meclis için yapılan seçimlerde karmaşık ve çok renkli bir bileşim ortaya çıktı. Mecliste çoğu etnik temellere dayanan 15 dolayında partinin temsilcileri yer aldı. Yeni anayasanın hazırlanmasında temel görüş ayrılığını üniter ya da federal bir devlet yapısının benimsenmesi oluşturdu. Federal devlet ilkesinin reddedilmesinden sonra Hırvatistan köylü partisi’ne bağlı temsilciler meclisten çekildi. Bir bakana yönelik suikastın ardından da meclisteki komünistlerin üyeliğine son verildi. Böylece sırp radikal ve demokratik partilerinin müslüman temsilcilerle oluşturduğu ittifak, son derece merkezi bir sistem getiren anayasayı meclisten kolaylıkla geçirdi, Yeni anayasa sırp ulusal gününe rastlayan 28 haziran 1921'de yürürlüğe girdi.

Radikal parti'den Nikola Pasic'in başbakanlığı altında kurulan çeşitli hükümetler, Sırplar arasındaki siyasal çekişmelerin yanı sıra hırvat ve Sloven ayrılıkçılığıyla da baş edemedi. Pasic'in 1925'te hırvat lideri Stjepan Radic'le sağladığı işbirliği sonucunda oluşturulan koalisyon hükümeti de başarısızlığa uğradı. Baskı, ayrımcılık ve yolsuzluklar nedeniyle tırmanan siyasal gerginlik, karadağlı bir milletvekilinin haziran 1928'de iki hırvat milletvekilini öldürmesi ve Radic'i ağır biçimde yaralamasıyla doruğuna ulaştı. Hırvat milletvekilleri parlamentodan çekilerek Zagreb'de ayrı bir meclis topladı. Sloven önderi Anton Korosec'in başbakanlığı üstlendikten sonra parlamentoya işlerlik kazandırmak için gösterdiği çabalar da sonuçsuz kaldı.

Tahta 1921'de çıkmış olan Aleksandr I, bu gelişmeler üzerine ocak 1929'da parlamentoyu dağıtarak anayasayı yürürlükten kaldırdı ve kişisel bir diktatörlük kurdu. Bir süre sonra da ülkenin adını Yugoslavya olarak değiştirdi ve yerel yönetim yapısını yeniden düzenledi. Etnik. dinsel ve bölgesel partileri kapatarak geniş çaplı baskılara girişti. Eylül 1931'de yürürlüğe giren yeni anayasayla görünüşte temsili hükümet sistemine dönüldüyse de, Yugoslav Ulusal partisi'nin (sonradan Yugoslav Ulusal birliği) egemen olduğu güdümlü bir yönetim sürdürüldü. Hırvat önder Vladimir Macek’in öncülük ettiği Birleşik muhalefet adlı blok, seçimlere katılmakla birlikte etkili olamadı. Bu arada İtalya'ya ve Macaristan'a kaçan birçok Hırvat, ayrılıkçı Ustasa adlı örgütü oluşturarak terör eylemlerine girişti.

Aleksandr'ın ekim 1934'te Fransa’da bir ustasa militanınca öldürülmesinden sonra tahta küçük yaştaki oğlu Petar II geçti. Naip olarak yönetimi üstlenen Petar’ın amcası Prens Pavle, 1935 seçimlerinin ardından başbakanlığa, bir uzlaşma ortamı yaratması beklenen Milan Stojadinovic'i getirdi. Yumuşama yönünde bazı adımlar atmakla birlikte etkisiz hükümetiyle şiddet olaylarının önünü almayan Stojadinovic, aralık 1938'deki seçim zaferinin ardından fazişan eğilimlere destek vermesine tepki gösteren bakanlarının istifası üzerine başbakanlıktan çekildi. Yerine geçen Dragisa Cvetkovic, daha önce Pavle'nin isteği doğrultusunda Macek'le gizlice yürüttüğü görüşmeleri sonuçlandırarak ağustos 1939’da bir uzlaşmaya vardı. Hırvatistan'a yarı özerk bir statü verilmesinin ardından yeni bir koalisyon hükümeti kuruldu ve antidemokratik seçim yasasını değiştirme hazırlıklarına başlandı. Ama Avrupa'daki savaş havasına bağlı olarak belirlenen dış tehdidin yol açtığı siyasal bunalım, anayasal sorunları çözme umudunu boşa çıkardı.

Komşu ülkelerle toprak anlaşmazlıklarından kaynaklanan dış tehditlere karşı önceleri Fransa'ya dayanmaya çalışan Yugoslavya, aynı zamanda Küçük antant (1920-21) ve Balkan antantı (1934) gibi bölgesel ittifaklarla konumunu güçlendirme çabasına girdi. Ama içerideki baskıcı rejimin de etkisiyle fransız desteğinin zayıflaması, ülkeyi giderek alman yayılmasına açık bir duruma getirdi. Almanya'yla kurulan sıkı ekonomik bağlar, çok geçmeden Üçlü pakt'a (Almanya, İtalya ve Japonya) katılma yönünde yoğun bir baskıyı getirdi.

II. Dünya savaşı'nın hemen başlarında bölgede üstün konuma geçen Mihver devletleri'ne karşı Yugoslavya'nın izlemeye çalıştığı tarafsızlık politikası ancak mart 1941’e değin sürdürülebildi. Hükümetin bu tarihte alman baskısına böyun eğmesi üzerine, askeri bir darbeyle Pavle'nin naipliğine son verilerek genç kralın yönetimi eline alması sağlandı. Ama SSCB'ye saldırmadan önce güney kanadını güvence altına almak isteyen Almanya, bir ay sonra büyük bir kuvveti Yugoslavya üzerine sürdü.
Kaynak: Büyük Larousse
Son düzenleyen Safi; 27 Kasım 2016 21:17