Arama

Irkçılık

Güncelleme: 8 Nisan 2013 Gösterim: 14.462 Cevap: 6
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Aralık 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Irkçılık

Sponsorlu Bağlantılar
Irk nedir?
İnsanlar deri ve saç rengi,boy uzunluğu, vücut biçimi gibi fiziksel özelliklerine ve genetik olarak incelenebilen kan grubu gibi biyolojik öğelere göre belli gruplara ya da ırklara ayrılır.Günümüzde biyologlar fiziksel farklılıklardan çok ırklar arasındaki genetik farklılıkların incelenmesiyle ilgilenirler. Irk incelemeleri biyoloji biliminin yeni bir dalı olan nüfus genetiği alanına girer.
Irklara ilişkin ilk sınıflandırmalardan birini, Alman anatomi ve fizyoloji bilgini Johann Friedrich Blumenbach (1752-1840) yaptı. Kafatası ölçümlerine dayanarak insan türünü beş gruba ayırdı:
  1. Kafkasyalı (Beyaz ırk)
  2. Moğol
  3. Etiyopyalı
  4. Amerika Yerlisi
  5. Malayalı
Daha sonra bütün canlıları sınıflandıran İsveçli biyolog Carolus Linnaeus (1707-78) deri rengine göre ayırt ettiği dört değişik ırk tanımladı. Onu izleyen biyologlar da fiziksel özellikleri temel alan ırk grupları üstünde çalıştılar. Ne var ki, bu tür sınıflandırmaların bilimsel ve kesin olmadığı daha sonra anlaşıldı.

Irksal Farklılıkların Kökeni
Bilim adamları ilk insanların 350-500 milyon yıl önce Afrika'da yaşadığı, buna karşılık ırksal farklılıkların ancak 100 bin yıl önce ortaya çıktığı konusunda birleşiyorlar. Böylece insanların aynı kökten türediği, önce Eskidünya'ya ardından da Yenidünya'ya yayıldığı öne sürülmektedir. Asıl yurtlarından uzaklara göç edince insanlar arasında farklılaşmalar doğdu. Değişik fiziksel özellikleri olan halklar ya da ırklar oluştu.

Irkçılık
Irklar arasındaki fiziksel farklılıkların insanların yeteneklerinde farklılıklar yarattığını ve bazı ırkların ötekilerden üstün olduğunu savunan görüş ya da ön yargıdır. Bu görüşler insanları derilerinin rengine göre beyaz, siyah, sarı, esmer ve kızıl olarak ayıran sınıflandırmaları temel almıştır.
Fransız etnoloji uzmanı Joseph-Arthur Gobineau (1816-82)ve sonradan Alman uyruğuna geçen İngiliz siyaset bilimcisi H. S. Chamberlain (1855-1927) ırklar arasında bir sınıflandırma yaparak, bunu beyaz ırkın üstünlüğünü kanıtlayacak bir kurama dönüştürmek istediler:
"Ari ırk" kavramını ortaya atarak, bu ırkın insanlığın gerçekleştirdiği tüm uygarlıkların tek yaratıcısı olduğunu savundular. Bu tezler Batı Avrupa'da ırkçılığın körüklenmesine yol açtı.Bugün artık önemini yitirmiş olan bu savlar arasında beyaz ırkın, başka ırklarla karışmadığı sürece gelişeceği de vardı.
Bu türden değerlendirmelere dayanan ırkçılara göre, beyaz ırktan olmayan insanlar geri zekalı, yeteneksiz ve ahlaksızdır. Irkçılar kendilerinden aşağı gördükleri insanlara karşı ayrımcılık uygular, onlara hak ve fırsat eşitliği tanımazlar.

Irklar Konusunda Önyargılı Görüşler
Irklar konusunda en yaygın önyargılardan biri "saf" ırkların olduğu ve bunların aşağı ya da saf olmadığı düşünülen ırktan insanlarla karışması durumunda zayıflayacağı ve yok olacağı düşüncesidir. Nazi Almanya'sında Ari ırkın üstünlüğüne ve saflığına, bütün Almanlar'ın da bu ırktan olduklarına inanıldı. Naziler, Almanların Yahudiler ve Çingeneler' le evlenmeleri durumunda kendi ırklarının bozulacağını öne sürdü. Bu anlayış bütünüyle bilim dışıdır. İlk olarak, Yahudiler ve Çingeneler ırk değildir. İkincisi, hiçbir ırk öbürlerinden daha iyi ya da daha saf olarak tanımlanamaz. Bütün ırklar birbiriyle karışmıştır ve yavaş yavaş değişmektedir. Bu değişim bir yanda çevresel etkenlerden öte yandan genlerde birdenbire ortaya çıkan değişikliklerden (mutasyon) ileri gelir. Saf ve üstün ırk olmadığına göre, farklı ırk gruplarının birbirleriyle karışmasının bozucu bir etkisi de yoktur.
Bir ırk grubunun bütün üyelerinin birbirine benzediği, aynı zihinsel oluşumu paylaştığı ve bir ırkın üyelerinden daha zeki olduğu gerçek değildir. Örneğin ,bazı kimseler Avrupalılar'ın teknolojik gelişmesini Afrikalılar'ın görece geri teknolojileriyle karşılaştırarak Avrupalılar'ın genetik olarak Afrikalılar' dan üstün olduğunu ileri sürmüştür. Bu yanlış bir varsayım ya da önyargıdır. Aralarındaki temel ekonomik farklılıklar, Avrupalılar'ın yüzyıllarca Afrika'yı sömürmesi sürecinde oluşmuştur. Herhangi bir ırkın bir başkasına göre zeka üstünlüğünü gösteren hiçbir genetik bulguda yoktur.
Irk olarak tanımlanan bazı grupların ırk sayılamayacaklarını belirtmek gerekir. Örneğin, Yahudiler bir ırk değil, dinsel bir topluluktur. Almanlar da ırk değil bir ulustur. Naziler'ce Alman halkının ırkı olarak yüceltilen Ari Irk da özünde bir dil grubudur.

Irkçılığın Gelişimi
Avrupalılar kendileri gibi beyaz olmayan insanlarla ilk kez keşifler sırasında karşı karşıya geldiler. Beyaz ırkın üstünlüğü düşüncesi sömürge savaşları ve köle ticaretine paralel olarak gelişti ve zamanımıza kadar geldi. Irk ayrımcılığı nedeniyle, bazı ülkelerde bir arada yaşayan değişik ırktan insanlar arasındaki düşmanlıklar kıyımlara yol açtı.
ABD'de, Afrika'dan getirttikleri köleleri kırbaçla, boğaz tokluğuna çalıştıran güneyli çiftçiler, acımasız davranışlarını haklı göstermek için köleliğin aşağı ırktan olan Siyahlar için doğal olduğunu ileri sürdüler. Köleliğin 1865'te kaldırılmasıyla ırkçılık sona ermedi. Özellikle güneyde okullarda, otobüslerde, lokantalarda, hapishanelerde Siyahlar'a karşı ayrımcılık uygulandı. Siyahlar sosyal hizmetlerden beyazlar ölçüsünde yararlandırılmadı. Bunun sonucu olarak yoksulluk yaygınlaştı ve Siyahlar arasında suç oranı arttı. Ayrıca ırkçı önyargılardan dolayı çoğu zaman Siyahlar işlemedikleri suçlardan bile sorumlu tutuldu. Oy hakkı kazanmalarının üzerinden 100 yıl geçmesine karşın, Siyahlar bugün hala ekonomik, kültürel ve siyasal açıdan beyaz ABD'lilerden daha geri konumdadır. Almanya'da Adolf Hitler'in öncülüğünde 1933'te yönetime geçen Naziler, H. S. Chamberlain'in Ari Irk Kuramına sahip çıktılar. En katışıksız Ari topluluğunun Germenler, yani safkan Almanlar olduğunu öne sürerek, Almanya'nın içinde bulunduğu bunalımdan kurtulabilmesi için Ari olmayan Yahudiler' den, Çingeneler'den ve öteki yabancı ırklardan arındırılması gerektiğini savundular. Bunun için Almanya'da ve II. Dünya Savaşı sırasında işgal edilen topraklarda toplama kampları kurdular. Açlıkla yüz yüze bıraktıkları tutuklulara işkence ve şiddet uyguladılar. Yaşlı genç demeden milyonlarcasını gaz odalarında ölüme gönderdiler.

Günümüzde Irkçılık
Bugün Güney Afrika'da ekonomik ve siyasal gücü elinde tutan küçük bir beyaz azınlık Siyahlar'a ve öbür azınlıklara karşı şiddetli bir ayrımcılık uyguluyor. Son yıllarda İngiltere'ye Batı Hint Adaları'ndan, Hindistan dan ve Pakistan'dan gelen göçmen sayısındaki artış bu ülkede de ırkçı davranışların artmasına yol açtı. Almanya Federal Cumhuriyeti'nde ise Neo-Naziler özellikle Türk göçmen işçilere karşı şiddet uygulamaktan geri kalmıyorlar. Aynı ülkede yaşayan değişik ırklardan insanların yaşama biçimlerinin ve kültürünün o ülkeye zenginlik getireceği ve hoş bir değişiklik yaratacağı düşüncesi henüz gerçek olmaktan çok uzaktı.: Sömürge imparatorluklarının kurulmasıyla ortaya çıkan ırklar arası eşitsizlikler, bu imparatorlukların ortadan kalkmasıyla yeryüzünden silinmedi. Ne var ki, artık günümüzde ırkçı düşünce ve uygulamalar daha çok tepki çekiyor ve yasal düzenlemelerle önü alınmaya çalışılıyor.

Kaynak: felsefe.gen.tr

ReaLin - avatarı
ReaLin
Ziyaretçi
5 Aralık 2006       Mesaj #2
ReaLin - avatarı
Ziyaretçi
Irkçılık genel olarak çeşitli insan ırkları arasındaki biyolojik farklılıkların kültürel veya bireysel meseleleri de tayin etmesi gerektiğine ve doğal sebeplerle bir ırkın (çoğunlukla kendi ırkının) diğerlerinden üstün olduğuna ve diğerlerine hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inanç veya bu değerleri kabul eden doktrindir.
Irkçılık terimi çoğunlukla, kendi etnik kültür değerlerini tek kriter olarak belirlemek (etnik merkeziyetçilik), farklılık korkusu (zenofobi), ırklar arasında birleşmelere ve ilişkilere karşıtlık ve milliyetçilik gibi kavramları da anlatıyor olabilir. Irkçılık, sosyal ayrımcılığı, ırklar arasında fark gözetilmesini ve soykırıma kadar varabilen şiddeti haklı göstermektedir.
Sponsorlu Bağlantılar
Irkçı terimi ise, normalde ırkçılığı destekleyen kimse anlamında kullanılırken, 1940 yıllarından itibaren aşağılayıcı bir kelime olarak kullanılır olmuştur, bu sebeple hangi grup veya düşüncenin ırkçı sayılabileceği her zaman tartışmalı bir konu halini almıştır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Aralık 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Irk Kavramının Tarihsel Gelişimi

Irk kavramının tarihsel gelişimini izlerken şu iki noktanın birbirine karıştırılmaması gerekir:
İnsan toplumlarını, sahip oldukları biyolojik çeşitliliklerinden ötürü, sınıflara, daha uygun bir deyişle ırklara ayırmak başka; bu dış görünüm farklılıklarını istismar ederek onları aşağı ırk, üstün ırk gibi bilimsel hiçbir geçerliliği bulunmayan gruplara ayırmak başkadır (Özbek, 1979). İnsan topluluklarının ırk kategorilerine ayrılmasında eğer biyolojik ölçütler gözardı edilerek sosyoekonomik ve ideolojik yaklaşımlara itibar edilirse ırk kavramı ırkçı bir boyut kazanmış olur. Irkçılık yüzyıllar boyu toplumlar arasında kin, nefret ve düşmanlık duygularını körüklemiştir. Üstün olan topluluk aşağı ırktan olanları yok eder düşüncesi, doğanın bir kuralı olarak gösterilmek istenmiştir.
Sınıflama tutkusu, insanın içinde çok eskiden beri bulunmaktadır. İnsan, yeryüzünde ilk ortaya çıktığı dönemden bu yana içinde yaşadığı dünyanın sırrını çözebilmek için bitip tükenmez bir enerjiyle devamlı bir araştırma halindedir; çevresinde var olan her şeyi sınıflandırırken, bu arada kendini de sınıflamaktan geri kalmamıştır. İnsan var olduğundan bu yana, kendini hemcinslerinden ayıran özelliklere hep duyarlılık göstermiştir. Ne yazık ki hemcinslerinin hep farklılıklarını görmüş; çoğu kez de bu farklılıkları bir aşağılama unsuru olarak algılamıştır. Doğada çıplak dolaşma, geleneksel törenlerde tuhaf giysiler içinde dans etme ilkellik, yabanilik olarak algılanmıştır. Yeryüzünün farklı coğrafi bölgelerinde ve iklimleri altında yaşayan; farklı bedensel özelliklere, kültürlere sahip insan topluluklarının, ticaret başta olmak üzere çeşitli nedenlerle kurdukları ilişkiler, bu toplumların birbirlerini karşılaştırmalarına zemin hazırlamıştır. Deri rengi bu sınıflamalarda en sık başvurulan görünür özellik olmuştur. Irk sınıflamalarıyla ilgili bilinen en eski örnekler Eski Mısır'da İ.Ö. 14-15. yy'a kadar gider (Şekil: 4.1) (Vallois, 1952). Krallar Vadisinde yer alan Biban al-Muluk kral mezarlarındaki duvar resimleri, eski Mısırlıların insanları dış görünüşlerine göre sınıflara ayırdıklarının en güzel kanıtıdır. Eski Mısırlılar, dünyada dört ırkın varolduğuna inanıyorlardı ve her ırkı ayrı bir renkle betimlemişlerdi; Mısırlılar (rot) koyu kırmızı renkte, üstün bir topluluk olarak; Asyalılar (na-mu) sarı renkte, burun sırtı kemerli ve gür bir sakalla; Zenciler (naşu) siyah renkte ve yapağı saçlı olarak; Beyazlar (temahu) ise sarı sakallı, açık renk gözlü, uzun boylu, vücutları dövmelerle kaplı ve hayvan postuna bürünmüş barbarlar olarak gösterilmiştir. Burada, insan ırkları Tanrı Horus'a yakınlık derecesine göre sıralanmış; en öne, bekleneceği gibi, eski Mısırlı kendini koymuştur. Deri rengine göre yapılan en eski ırk ayrımı, bildiğimiz kadarıyla Mısır'da firavunlar döneminde karşımıza çıkar. Nitekim III. Sesostris (İÖ 1887-1849) tarafından Nil nehrinin ikinci çağlayanına yakın bir yerde dikilen taşta şu bilgiler yer almaktadır: Mısır'ın güneyinde yaşayan siyah derili Zencilerden hiçbiri bu taşla belirlenen sınırın ötesine geçip Firavunlar ülkesine giremez. Mısırlıların Zencilere karşı uyguladıkları bu yasak, belki de tarihte bilinen en eski vize uygulamasıdır. İnsan toplumlarının deri rengi gibi görünür özelliklere göre sınıflandırılmasına sadece Firavunlar döneminde değil, aynı zamanda M.Ö. 200 yıllarında Çin'de de tanık olmaktayız; Çinliler deri rengine bağlı olarak insanları 5 ırka ayırmışlardır: Solgun menekşe, ten rengi, sarı, beyaz ve siyah.

Ad:  resim031.jpg
Gösterim: 665
Boyut:  9.7 KB
Şekil 4.1 Eski Mısırlıların tanıdığı dört ırk (Vallois, 1952)

Tarihe bir göz attığımızda, birçok toplumda etnosantrik (kendi grubunu merkez kabul eden) duygunun egemen olduğu, bunun yaratılış efsanelerine de yansıdığı görülür. Gerçekten de, bazı toplumlar kendilerini en üst ve merkezi konumda kabul etmiş, diğer toplumları kendinden aşağı seviyelerde görmüşlerdir. Örneğin bir Eskimo inanışına göre Büyük Ruh, insanı yaratırken iki deneme yapar; ilk denemesinde başarısız olur ve ortaya çıkan kusurlu yaratığa kob-lu-na yani beyaz adam adını verir. Büyük Ruh, bu başarısızlıktan sonra daha deneyimli olarak ikinci bir deneme daha yapar; bu kez in-nu adını verdiği kusursuz, mükemmel bir insan yaratır; işte Eskimolar bu atadan geldiklerine inanır. İrokua Kızılderililerinde de Büyük Ruh, insanı yaratırken üç deneme yapar; ilk iki denemeden çok kusurlu ve makbul olmayan iki insan elde eder; bunlar Beyazlar ve Siyahlardır. Üçüncü denemede ise mükemmel insana kavuşur, bu da Kızılderililerin atasıdır. Irk sözcüğünün ilk kez Papa I. Gregory zamanında bugünkü anlamda kullanıldığına tanık oluyoruz; İS VI. yy'da yaşamış olan Papa (Bkz. Baker, 1974) Roma'da bir pazar yerinde satılmak üzere getirilen birkaç Anglosakson çocuğunu gördüğünde bunlardan açık tenli, sarı saçlı kimseler diye söz eder. Nordik ırka dahil ettiği bu insanların aslında Akdeniz ırkı içerisinde dikkate alınan Romalılardan önemsiz bazı görünür özelliklerle ayrıldığını söyleyerek her iki toplumun birbirlerine çok yakın olduklarına işaret eder. Daha sonraki yıllarda, ırk sözcüğünün çeşitli kaynaklarda sık sık rastlandığına tanık oluyoruz; örneğin M.S. XIV. yy'da İslam dünyasının ünlü düşünürü İbn-i Khaldun'un (Bkz. Lahbabi, 1968) bu konuya yaklaşım biçimi zamanına göre oldukça ileri sayılabilir. Deri renginin iklim koşullarına bağlı kalarak dağılım gösterdiğine işaret eden ve "Mademki yeryüzünde değişik iklimler görülüyor, o halde değişik fiziksel özelliklere sahip ırkların da bulunması doğaldır" diyen ünlü İslam bilgininin Kuzey Afrika Berberileriyle ilgili bazı sınıflamaları vardır. Irkçılık yapmadan ırk konusuna eğilen bir başka kişi XVII. yy'da yaşamış olan Alman araştırıcı Ludolfus (Bkz. Baker, 1974) idi. Araştırıcının Afrika üzerine vermiş olduğu bilgiler aşağıda yer almaktadır:
"Ekvator kuşağının yakıcı güneşi altındaki bölgelerde bugün siyah derili olmayan insanlara da rastlıyoruz. Ama öyle toplumlar var ki, Ekvator kuşağının hayli dışında bulundukları halde, örneğin Afrika'nın güneyindeki Ümit Burnu sakinleri gibi, çok siyahtırlar".
Eski Yunanlar, kendileri dışındaki toplumları farklı bir gözle görüyor ve dışlıyorlardı. Kendilerini seçkin ve yetenekli bir ırk olarak gören eski Yunanlar diğer tüm insan gruplarını, hangi renkten ve kültürden olursa olsun, barbar diye tanımlıyorlardı. Hatta, Yunanlar daha da ileri giderek bazı toplumların kendileri gibi doğuştan hür, bazılarının ise köle olarak dünyaya geldiklerini ileri sürüyorlardı. Bugünkü kimi Yunanların da atalarından pek aşağı kalır tarafı yoktur; nitekim 1948'de bir Yunan antropoloji profesörü, yazdığı makalesinde Yunan ırkından söz etmekte, bu ırkın saflığını koruyabilmesi için yabancı unsurlardan korunması, diğer toplumlarla karışmaması gerektiğine işaret etmektedir.
Amerika kıtasını istila eden İspanyolların da Kızılderililere karşı yoğun bir ırkçılık kampanyası sürdürdüğünü görüyoruz (Baker 1974; Brues, 1978). MS 1550'lerde Juan Gines de Sepulveda adlı bir İspanyol araştırıcı, yazılarında yerlileri köle düzeyinde, aptal insanlar gibi görmekte idi (Comas, 1960). Maymun insandan ne ölçüde ayrılıyorsa, İspanyollar da Kızılderililerden o ölçüde ayrılmaktadır, diyen araştırıcının bu davranışı aslında Beyazların Amerika'yı istila ettikten sonra, giderek şiddetini artırdıkları ırk ayrımı politikalarının bir parçasını oluşturmaktadır. Fray Bartolome de Las Casas ve onun gibi düşünenlere göre ise, yeryüzünde yaşayan insanları aşağı insan, yarı insan gibi anlamsız terimler kullanarak mertebelendirmeye kalkışmak en büyük yanılgıdır. Avrupa'da MS XVIII. yy'da, insanlar arasında ayrım yapan ünlü düşünürleri görüyoruz. Montesquieu, Kant, Hume ve Voltaire bunlar arasından birkaçıdır. Kanunların ruhu adlı kitabında Zencilerden, tepeden tırnağa siyah yaratıklar diye söz eden ve burunlarının sanki bir yere çarpmış gibi yassılaşmış olduğunu belirten, onlara bu görünümlerinden ötürü acıma hissi duymamanın olanaksız olduğunu söyleyen Montesquieu, bu düşünceleriyle de sınırlı kalmamakta ve Siyahlar hakkındaki önyargılarını şu ifadelerle dile getirmektedir: "Erdemli bir varlık olan Tanrı'nın, iyi bir ruhu simsiyah bir bedene yerleştirebileceğini sanmıyorum." Tüm bu alaylı ifadeler, doğrusu bu ünlü kişiye pek yakışmamaktadır. XVIII. yy düşünürlerinden Kant, Afrikalı Siyahların doğuştan bir zekâ eksikliğine sahip olduklarını savunurken, hiç kimse tanımıyorum ki çıkıp da Zencilerin yeteneğinden söz etsin, diye gülünç ve aynı zamanda gerçeklere aykırı iddialarda bulunmaktan geri kalmamıştır. XVIII. yy'da ve XIX. yy'ın başlarında Zencilere karşı adeta bir ırkçılık kampanyası başlatılmıştı. Bu akımın öncüleri arasında Voltaire'i anmadan geçemeyiz. 1765'de yayınladığı Tarih Felsefesi adlı eserinde ünlü düşünür, Zencileri yassı burunları, yuvarlak gözleri, kalın dudakları, yapağı saçları ve düşük zekâ dereceleriyle diğer insan türlerinden apayrı bir topluluk olarak tanımlamıştır. XVIII. yy'da ırklar arasındaki eşitsizlikten söz eden düşünür, tarihçi, din ve siyaset adamlarının yanı sıra, bazı biyologlara de rastlıyoruz. Alman asıllı Blumenbach da bunlardan biriydi. Etnik sorunları yaşamı boyunca sürekli gündeme getiren Blumenbach, başlangıçta Kokazyana adlı tek bir toplumun varolduğuna inanıyordu. Ona göre, diğer tüm insan toplumları belirgin iklim koşullarının etkisiyle bu ana kütükten ayrılmışlardı. Kokazyana ırkı Blumenbach'ın gözünde üstün ve seçkin bir ırktı. Bu ırka o yüzden varietas prima adını vermişti. Bazı söylentilere göre araştırıcı, Kafkas bölgesine yapmış olduğu bir gezi sırasında gördüğü Kafkas kızlarının kusursuz güzelliklerinden son derece etkilenmiş ve bu toplumu Beyazların simgesi olarak kabul etmiştir.
İnsan ırklarını çeşitli ölçütlere göre ayırmaya kalkışan bir başka bilim adamı Alman anatomist Petrus Camper (1722-1789)'dir. Aynı zamanda anatomist olan Camper, özellikle yüz açısını kullanmak suretiyle zenci, beyaz ve maymunları karşılaştırmıştır. Camper'e göre yüz açısı maymunlarda 58 derece, genç bir zencide 70 derece, bir Avrupalıda ise 80 derecedir. Bu değerlerden hareketle anatomist, Zencilerin Avrupalılardan ayrılarak maymunlara yaklaştığı gibi son derece mantıksız bir sonuca varmıştır.
Açıkça görülüyor ki, XVIII. yy'da insan ırklarıyla ilgilenen ünlü kişiler, doğal bir kavram olan ırk olgusunu bilimsel anlayıştan uzak, tümüyle önyargılı bir tutum içinde ele almışlar; Avrupalı Beyazları diğer bütün insan toplumlarından üstün olarak görmüşlerdir. Özellikle siyah derililere karşı yürütülen ırkçılık kampanyası, Avrupalıların XVII. yy'dan itibaren Afrika'yı istila edip ekonomik yönden sömürmeye başlamasıyla birlikte bambaşka bir boyut kazanmış; zorla ele geçirilen topraklarda yer üstü ve yer altı kaynaklarının işletilmesinde Siyahlar köle olarak kullanılmıştır. Ortaya çıkan bu yeni sömürü düzeni içinde kölelik statüsü yasallaştırılmıştır. Kilise de yayınladığı bültenlerde bu statüyü benimser bir davranış sergilemiştir. Nitekim, papaz Thomas Thompson 1772'de yayınladığı bir makalede Afrika'daki köle ticaretinin dine hiç de ters düşmediğini dile getirmiştir. Avrupa'da, kapitalizmin doğuşunda köleler Önemli rol oynamıştır. Dünyaca ünlü Paris metrosu 1900'lü yılların başında inşa edilirken Afrika'dan getirilen yüzlerce siyah derili karın tokluğuna yerin onlarca metre derinliğinde çalıştırılmıştır. Avrupa endüstri devrimi, Afrika'nın sömürülen insan gücü ve doğal kaynaklarının üstünde yükselmiştir. İktisatçılar, XIX. yy' da İngiltere'de başlayan sanayi devrimine Liverpool'da kurulan köle alım-satım merkezilerinin önemli katkıda bulunduğuna işaret ederler. Çağdaş sanayinin çarkları ilk kez siyah derilinin kan ve alın teriyle dönmeye başladı, dersek bir ölçüde gerçeği dile getirmiş oluruz.
Irkçılık ve kölelik, tarihte birlikte yürümüştür (Şenel, 1984). Ünlü filozof Aristo bile köleliğin savunuculuğunu yapmıştır. Ona göre, köle eksik bir insandı; ruhun yönetici öğesinden yoksundu. İnsanların bazıları doğaları gereği diğerlerinin altında olmaya mahkûmdu. XIX. yy'da ABD'de yaşayan William Simms adlı bir yazar şöyle der: "Kölelik Zenciyi vahşi konumundan biraz daha yukarıya çıkarmıştır; Karaderililerde sadakat, uysallık ve hizmetkârlık doğuştan varolan özelliklerdir".
Kendi adıyla anılan paratonerin yaratıcısı Benjamin Franklin (1706-1790), Zenci; aşırı yemek yiyen, buna karşılık çok az çalışan bir hayvandır, derken ünüyle hiç bağdaşmayan bir ırk ayrımcılığı yaptığını göstermektedir. Irk konusunda tuhaf ve o ölçüde saçma savlarıyla XIX. yy'a damgasını vuran tanınmış Fransız diplomatı ve aynı zamanda gezgini Comte de Gobineau'yu burada anımsamadan geçemeyiz. 1853 ve 1855 yıllarında arka arkaya yayımladığı İnsan Irklarının Eşitliği Üzerine Denemeler adlı eseriyle bir bakıma Alman siyaset adamı Adolf Hitler döneminde alevlenen tehlikeli ırkçılık hareketlerine adeta zemin hazırlayan Gobineau'nun, kafasında yanıt bulmaya çalıştığı sorulardan biri, belki de en önemlisi, neden büyük uygarlıkların zaman potası içinde giderek eriyip yok olduklarıydı, dinsel inanışların giderek zayıflayıp kaybolması, törelerin unutulması, kültürel yozlaşma, kötü bir yönetim, lüks ve görkemli bir yaşam büyük uygarlıkların çöküşünde sorumlu tutulmamalı, diyordu Gobineau. Ona göre, asıl neden ırkların genetik farklılığında yatmaktadır. Gobineau, uygarlıkların gelişmesinde çevresel faktörleri hiç dikkate almaz; Çin, Mısır ve Mezopotamya'da büyük uygarlıkların yaratılmasında olumlu doğa koşulları, toprağın verimliliği, bol su kaynakları Gobineau'ya göre fazla önemli değildi; bu bölgelerin insanlarında uygarlık yaratma potansiyeli baştan vardı. Gobineau, bir ırkın üstünlüğünü yarattığı uygarlığa göre ölçer. Bu sözde araştırıcı, tarihte 10 büyük uygarlığın yaratıldığına inanır; bunlardan yedisi Eski Dünya'da, üçü de Amerika'dadır. Eski Dünya'da kurulanlar Mısır, Asur, Bizans, Çin, Roma, Hint ve Kuzeybatı Avrupa uygarlığı; Yeni Dünya'da kurulanlar ise Aleganyen (bugünkü ABD'nin bulunduğu yer), Meksika ve Peru'dur. Gobineau, Kuzeybatı Avrupa uygarlığının yaratıcısı olarak Cermen ırkını görmektedir. Antropolojik açıdan hiçbir bilimsel değeri bulunmayan Cermen ırkı tanımlaması Gobineau'ya göre üstün Aryan ırkının Avrupa'daki uzantısına işaret etmektedir. Oysa, biyolojik anlamda bir Aryan ırkından söz edilemez. Terim sadece kültürel ve dilbilimsel açılardan bir değer ifade eder. Yapılan arkeolojik araştırmalara bakılırsa, kendilerine Aryan adı verilen ve birçok lehçeye sahip kabileler vaktiyle Hindistan'ın Pencap eyaletindeki Ambala bölgesinde yaşamışlardır. Aryan dilinde yazılmış ve İÖ II. bine tarihlenen Rigveda adlı destanda, Aryan toplumunun üstün yeteneklerinden söz eden şarkılara rastlanmıştır. Oysa, İtalyan antropolog Cappieri (1970), Hindistan'da İÖ II. binlerde Harappa, Mohenjodaro, Şanhudaro gibi kentlerde yaratılan uygarlığa hiçbir katkısı bulunmayan Aryanların, steplerde yarı göçebe halde ilkel bir yaşam sürdürdüklerini belirtmekte, bu büyük yerleşim alanlarına sık sık saldırılar düzenlediklerini yazmaktadır. Ne var ki, bugün Arilerin varlığını kanıtlayıcı birkaç yazılı belgenin dışında herhangi bir belgeye sahip değiliz. Kazılarda Arilere ait iskeletlere de rastlanmamıştır. Fiziksel özellikleri hakkında da bilinen tek şey derilerinin beyaz olduğudur.
XIX. yy sonlarında Alman asıllı H. S. Chamberlain adlı bir başka araştırıcıyı görüyoruz. Araştırıcı, Avrupa kültürünün gelişmesine Romalıların, Bizanslıların ve Yahudilerin hiçbir katkısı olmadığını belirtir. Etnik grupların rastgele karışmasını hiç doğru bulmayan Chamberlain, ırksal karışmanın, bazı uygarlıkların çöküşünde önemli rolü olduğuna inanmaktadır. Gobineau gibi o da, Almanları üstün bir toplum olarak göstermektedir. Chamberlain, bir taraftan Roma İmparatorluğu'nun çöküşünü ırksal karışmaya bağlarken öte yandan Germen, Kelto-germen ve Slavo-germen toplumlarının karışmalarını faydalı buluyor. Tüm öğrenimini Almanya'da yapmış ve Alman kültürü ile yoğrulmuş olan Chamberlain'in yazılarında (Bkz. Baker, 1974) Yahudilere de yer verilmektedir. Yahudilerin Alman toplumundan farklı olduğunu ileri sürmekle yetinmeyen araştırıcı, diğer tüm Hint-Avrupa toplumlarından ayrı bir grup oluşturduklarını savunmuştur. Geliştirdiği fikirler, Gobineau'nunkiler gibi, ileride Hitler'in ırkçı eylemlerine esin kaynağı teşkil etmiştir. Chamberlain'in yanısıra, ırksal karışmaya tepki gösteren başka ünlü kişiler de vardı. Bunu, insanlığın geleceği için son derece tehlikeli bulan Davenport ve Mjöen (Bkz. Comas, 1960), genetik yozlaşmanın bu suretle ortaya çıktığını, dolayısıyla bedenin giderek bazı hastalıklara karşı direncini yitirdiğini ileri sürmektedir. Onlara göre, ırksal yönden saf olmayan toplumlarda ahlakın ve birçok insani değerin bozulması gibi durumlara daha sık rastlanır. Görüşleri aşağı yukarı aynı doğrultuda olan Humprey, Grant ve Stoddaart'ın (Bkz. Comas, 1960) ileri sürdüklerine bakılırsa, herhangi bir topluluğa yabancı elemanların girmesi halinde, önceden var olan denge alt üst olur. Nitekim, Kuzey Amerika yerlilerinin zamanla soysuzlaşıp, kendilerine özgü kültürel ve biyolojik yapılarını kaybetmiş olmalarının nedeni ancak bu yoldan açıklanabilir, diyor söz konusu araştırıcılar. Irk kavramını bilimsel görünümünden saptırıp sadece bir ideolojik silah olarak kullanan bir başka araştırıcı Alman dilci ve arkeologu Gustav Kossina'dır. Araştırıcı, 1912'de yayınladığı kitabında Alman toplumunu eski çağlardan günümüze bozulmadan kalan saf bir ırk olarak görmektedir. Naziler döneminde Almanya, soykırımı bir devlet politikası haline getirmişti. Üstün ırk sloganının ateşli bir savunucusu olan Avusturya asıllı Adolf Hitler (1889-1945), milyonlarca insanın hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan korkunç bir felaketin baş sorumlusu olarak tarihe geçmiştir. 1925 ve 1927 yıllarında arka arkaya yayımlanmış olan Kavgam adlı iki ciltlik kitabında Hitler, Alman ırkını göklere çıkarırken, özellikle Yahudilere karşı yoğun bir aşağılama kampanyasına girmektedir. Yahudileri, beslenebileceği uygun bir ortam bulabileceğine inandığı her yere kolaylıkla sızabilen zararlı bir mikroba benzetir. Uygarlıkla ilgili bilim, sanat gibi üstün değerlerin bütünüyle Aryan ırk tarafından yaratıldığını savunur. Hitler sadece Yahudilere değil, Çingenelere karşı da büyük bir nefret duyuyordu. Nitekim, 250 bin Çingene Nazi toplama kamplarında katledilmiştir. Hitler, kitabında sadece iki yetkiliden söz ediyor: Schopenhauer ve Goethe. Ama o, Fransız diplomat ve tarihçisi Gobineau ile Alman asıllı Kossina'nın daha çok etkisinde kalmıştır. Hitler'in ırk konusuna ideolojik açıdan yaklaşım biçimini okuyan herkes, onun özellikle Yahudilere karşı tarif edilmez bir kin ve nefret içerisinde olduğunu fark eder.
XIX. yy'da insan ırklarının birbirinden farklı kategoriler olduğu, ırklar arasında eşitlik aramanın çok saçma olacağı düşüncesine katılan sayısız ünlü vardı. Galton da bunlardan biriydi; araştırıcı 1869'da yayınladığı Kalıtsal Dâhilik adlı eserinde insan ırklarını 16 basamaktan oluşan bir mertebelendirme sistemine tabi tutmuştur. Bu sistem içinde Zenciler, beklendiği gibi, Anglosaksonlardan iki kademe daha aşağıda yer alır. Buna karşın, Anglosakson ırkı da aynı ölçekte MS V. yy'da yaşamış Atinalılardan iki kademe daha aşağıda yer almaktadır. Görülüyor ki, bazı devirlerde ırk sınıflamaları bir liyakat ve mertebelendirme aracı olarak kullanılmıştır. (Loehlin ve ark., 1974). Kimi araştırıcılar da insan ırklarını en güzelden en çirkine kadar uzanan bir diziliş şeklinde öngörmüşlerdir. XIX. yy'da tanık olduğumuz bu önyargılı sınıflamada Avrupalılar en güzel, Zenciler ise en çirkin ırk olarak kabul edilmişlerdir. Zencinin siyah derisi, sadece çirkin bir görünüm vermekle kalmıyor, aynı zamanda ahlaki bir kusurun ve lekelenmişliğin sembolü olarak da algılanıyordu. Beyaz sömürgecilerin gözünde Zenci, Nuh peygamberin ikinci oğlunun torunuydu, dolayısıyla lanetlenmişti. Efendisi olan Beyaz adama hizmet etmek için yaratılmıştı. İnsan toplumlarını ilkel, ileri, üstün, aşağı, zeki, aptal, güzel ya da çirkin gibi sözcüklerle tanımlamak insanlığa ihanetten başka birşey değildir. Zaten bu yakıştırmalar bilinçaltında yatan önyargıların bir tür dışa vurmasıdır. Gerçekten de, XIX. yy'da Virey, Bory de Saint-Vincent ve Demoulins gibi bazı Avrupalı araştırıcıların insan gruplarını en güzelden (Avrupalılar) en çirkine (Zenciler) kadar giden bir mertebelendirmeye tabi tuttuklarını, hatta bu sonuncuları hayvana daha yakın bulduklarını görmekteyiz. Üstelik bu araştırıcılar, fiziksel yönden en güzel olan Avrupalıların ruhsal yönden de en üstün bir ırkı temsil ettiklerini, üstün bir zekâya sahip olduklarını vurgulamaktan geri kalmamışlardır. Afrika'da sömürgeci Beyazların yerlilere karşı uyguladığı ayrımcı politikanın temelinde hiç de siyah deri olgusu yatmamaktadır. Kaldı ki siyah deri sadece Afrika'ya özgü değildir; Asya'nın güneydoğusunda, Avustralya kıtasında ve Güney Amerika'nın Amazon bölgesinde nice siyah derili topluluklar yaşamaktadır. Asıl sorun, üretim ve kaynak sömürüsünde, daha doğrusu ekonomik sömürüde gelip düğümlenmektedir. Irk ayrımının tarih boyunca neden olduğu çatışma ve savaşların bıraktığı kötü ve acı anılar, sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer atasözüne uygun olarak, bilimsel çevrelerde ırk teriminin adeta bir tabu gibi görülmesine yol açmıştır.
Gerek ABD'nin bağımsızlık bildirgesinde, gerekse 1948 de ilk kez Birleşmiş Milletlerce yayınlanan 2 no'lu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde tüm insanların, ırk ayrımı gözetilmeksizin doğuştan eşit olduğu ilkesi benimsenmişse de, uygulamada durum hiç de öyle değildir; bugün dünyamızın birçok bölgesinde ya deri rengi farklı diye, ya da dini, dili ve genelde kültürü farklı diye her türlü ayrım yapılmakta, hatta bu ayrım büyük boyutlara vararak, kitle halinde yok etmeye kadar gitmektedir. Beyazlar ne zaman eşitlik, kardeşlik ve adaletten bahsetmişlerse, hemen arkasından daima tersi gelmiştir. Fransa'da 1789 Fransız Devrimiyle gündeme gelen kardeşlik ve eşitlik sloganları hiç de öyle inandırıcı olmadı; zira aynı ülkede İkinci Cumhuriyetle beraber insanların kardeşliği düşüncesinin asla gerçekleşmeyecek boş bir rüya olduğu benimsenmeye başlandı. İnsanlar kardeş olamazlardı, çünkü eşit değillerdi.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler, ırk ayrımı düşüncesiyle yoğun biçimde savaşmaya başlamıştır. Günümüzde ırkçılık felsefesini çağdışı sayan, ırk ayrımına dayalı düşünce akımlarının insanlık onuru ve uygarlık kurallarıyla bağdaşmadığını savunan görüş evrensellik kazanmış olsa da, ırkçılık ideolojisi dünyanın birçok yerinde yeniden canlandırılmaktadır. Birleşmiş Milletlerin girişimleriyle 1965 yılında, 100 devlet tarafından ırk ayrımının her çeşidinin tasfiyesine ilişkin sözleşme kabul edilmiştir. 1979 yılında Birleşmiş Milletler 21-28 Mart arasındaki haftayı ırk ayrımıyla savaş haftası ilan etmiştir.
Afrikalı Zenci yazar Diawara (1972), Avrupalı ünlü araştırıcıların sık sık kullanmış oldukları ilkel düşünce, ilkel topluluk ifadelerinin hiç de gerçeği yansıtmadığını, gelişmiş bir ekonomiye ve teknolojiye sahip olmanın insancıl değerlere de sahip olmak anlamına gelemeyeceğini belirtmektedir.
Tarihin her devrinde ırk ayrımına hedef olan Zencilerin, anatomik yönden Beyazlardan farklı oldukları zaman zaman haksız yere öne sürülür. Oysa durum hiç de öyle değildir; örneğin Zencilerdeki beyin hacmi Beyazlarınkinden farksızdır. Beyin korteksinde zekâyla ilgili alın lobunun ağırlığı toplam beyin ağırlığının %44'üne eşittir. Bu oransal değer Zenci ve Beyazlarda değişmez. Beyin korteksindeki girinti ve çıkıntılar açısından Beyazlar ve Zenciler arasında hiçbir fark yoktur. Karşılaştırmalı anatomi ve fizik antropoloji alanlarında yüzeysel bilgilere sanıp bazı araştırıcılar, Zencilerde görülen üst çene prognatizmasını ilkel bir özellik olarak kabul eder. Oysa, gövdedeki kıl sistemi'nin genellikle çok az gelişme göstermesi, dudakların kalınlığı, alnın Beyazlardakine oranla daha bombeli oluşu, kaş kemerlerinin yok denecek kadar az gelişme göstermesi gibi görünür özellikleri ile Zencilerin, nisbeten daha ileri bir evrim düzeyinde bulunmaları gerekmez mi? Ancak, şunu özellikle hatırlatmak gerekir ki, günümüzde hiçbir toplum evrim sürecinde ileri bir aşamayı temsil etme ayrıcalığına sahip değildir.
Beyaz insanın kendi dışındaki toplumları küçümseme eğilimi filmlere kadar yansımıştır; örneğin ABD'de XX. yy'in ilk yarısında çevrilen birçok Hollywood filminde yönetmenler, Siyahları aptal ve köle ruhlu, Kızılderilileri ise masum insanları öldüren, kafa derilerini yüzen, saldırgan ve vahşi olarak tanıtmışlardır. Ne yazık ki yeni kuşaklar böyle bir atmosfer içinde yetişmiş, bu etnik gruplara karşı kin ve nefret duygusu giderek artmıştır. Geçmişte atalarının yaşadığı bu ırk ayrımı zihniyetinin bilincinde olan günümüz Siyahları ve Kızılderilileri arasında da aynı nefret duygusu bu kez Beyazlara karşı görülmektedir. ABD'de, Güney Afrika Cumhuriyeti'nde, Rodezya'da bazı tren ve otobüslere Siyahların alınmayışı, çeşitli kamu kuruluşlarında Zenci ve Beyazlara ait ayrı tuvaletlerin öngörülmesi, Beyazların denize girdiği plajların Siyahlara yasaklanması, bazı otel ve lokantalara Siyahların girmesine izin verilmeyişi insanlık adına utanç verici durumlardır. Güney Afrika'da renk ayrımı o denli belirgindir ki, 1924'de birçok subay, resmi yazışmalarda Beyazlar için kullanılan kibar dilin Zenciler için de kullanılması gerektiğini savundukları için ordudan ihraç edilmişlerdir. Güney Afrika Cumhuriyeti sadece Beyazlarla Zenciler arasında değil, aynı zamanda Hindistan'dan vaktiyle buraya gelip yerleşen Hintlerle Beyazlar ve Zenciler arasında da ırk çatışmalarına sahne olmaktadır. Hint yerliler, Güney Afrika'nın, beyazlar ve Zenciler kadar kendileri için de anavatan olduğunu ileri sürmektedirler.
ABD'de Zenciler ve Beyazlar arasındaki huzursuzluk her geçen yıl daha da artmaktadır. Irk ayrımı zihniyeti günlük yaşam büyük ölçüde yansımıştır. Zenciler arasında işsizlik, ekonomik sıkıntı büyük boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Anglosakson kökenli Beyazlarla Zenciler arasındaki ekonomik uçurum kapatılamıyacak kadar büyümüştür. İşsizlik, Zencilerde Beyazlara oranla iki katıdır. Bugün Zenci gençler arasında % 60'a varan işsizlik vardır. Bu da gençleri suça, uyuşturucuya ve hastalığa itmektedir. ABD'de bazı özel okullara Zenci çocukları alınmaz. Zenciler, sırf derilerinin renginden ötürü, polis tarafından işlemedikleri suçlardan tutuklanmaktadır. Aslında, ABD'nin ırk ayrımı politikası Zencilerin yanısıra Kızılderilileri de hedef almaktadır. Son yıllarda, bu iki etnik grup, Beyazların ırkçı baskıları karşısında dayanışma içine girmişler ve geniş çapta örgütlenmişlerdir.
Hindistan'daki durum bundan hiç de farklı değildir; insanlar kast denilen sosyal sınıflara ayrılmışlardır. Kastlar arasında aşılmaz bir duvar vardır. Üst kastların mensupları alt kastlardan biriyle evlenmez. Kastlar, ayrı birer sosyal tabakadır. Bireyin adeta kültürel kimliğidir; kişi o kast içinde doğar ve ömür boyu orada kalır. Kastlar genelde endogam gruplardır. Kastlar arası evlilik ilişkileri pek hoş karşılanmaz. Özellikle yukarı kastlarda yer alanlar bu kurala çok sıkı uyarlar. Hiç kimse kendi arzusu ile bir kast seçemez.
1931 yılında Fransa'da geçen bir olay Beyazların Siyahları nasıl küçümsediği ve aşağıladığının bir başka belgesidir (Douin, 1998). Şöyle ki, 1931'de Paris'te açılan ve sömürge ülkelerine yönelik bir sergiye Yeni Gine adalarından 91 Kanak yerlisi getirilip timsahlarla aynı bölmede ziyaretçilere sunulmuştur. Tanıtıcı pankart üzerinde de insan eti yiyen yamyamlar ibaresi yer almıştır. Aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu bu talihsiz yerlilerden bir kısmı olumsuz koşullardan ötürü ölmüş, geri kalan 60 kadar Kanak yerlisi daha sonra Almanya'nın Berlin, Hamburg, Frankfurt ve Münih şehirlerinde halka poligam ve yamyam çıplak maymunlar olarak sergilenmek üzere gönderilmiştir.
İnsanlık açısından yüz karası sayılabilecek ırk ayrımı düşüncesi zaman zaman karşısında bazı ünlü kişileri de bulmuştur; nitekim İÖ 106-43 yılları arasında yaşamış olan Romalı siyasetçi Çiçero, insanlar bilgi ve kültür bakımından farklılık gösterebilir ama, hepsinin öğrenmeye karşı yetenekleri temelde aynıdır, deme yürekliliğini göstermiştir.
Dinlerin gelişmesiyle beraber, görünür özelliklerden dolayı insanları sınıflara ayırmanın doğru olmayacağı görüşü ağırlık kazanmıştır. Hıristiyanlıkta insanlar birbirleriyle kardeş ve Tanrı huzurunda eşit olarak kabul edilir. İncil'in yeniden gözden geçirilmiş olan İngilizce baskısında (Baker, 1974), Tanrı'nın tüm insanları aynı kökten yarattığı ve yaşadıkları bölgelerin sınırlarını başlangıçta belirlediğinden söz etmektedir. Öte yandan, aynı Kutsal Kitap'ta (acts XVII: 24-26) aziz Paul, insan topluluklarından söz ederken, ne Yahudi ne de Yunan diye bir ayrım yapmalıyız, hepiniz İsa'nın benliğinde bütünleşen tek bir varlıksınız, şeklinde düşüncelerini dile getirmektedir. Bunun yanısıra, aziz Paul'e mal edilen ve İncil'de yer alan "Tanrı bütün milletleri tek bir kandan yarattı" cümlesinde sözü edilen kan kelimesini aziz Paul'ün gerçekten kullanıp kullanmadığı tartışma konusu yapılabilir; çünkü Kutsal Kitap'ın eski Yunanca metinlerinde bu kelimeye rastlanmamaktadır. Aziz Jerome zamanındaysa Katolik kilisesi aziz Paul'ün, kan anlamına gelen bir sözcük kullanmış olduğunu kesinlikle reddetmektedir. Öte yandan, Canon G. W. Wade'in (Bkz. Baker, 1974) Yunanca yazılmış Yeni Ahid'deki bu kısımla ilgili cümleyi "Tanrı, insanları tek bir atadan (kan yerine) yarattı" biçiminde yorumladığını görüyoruz. İnsan grupları arasındaki yakınlığın ifade edilmesinde kan sözcüğü yerine farklı sözcükler kullanılmak istenmişse de İncil'in Yunanca ve Latince çevirilerinde özellikle kan sözcüğünün kullanıldığına tanık oluyoruz. Nitekim, 1516'da Erasmus' un (Bkz. Baker, 1974) Latince yorumlamış olduğu İncil'de kullandığı ex uno sanguine tek bir kandan anlamına gelmektedir. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde egemen olan görüş, tüm insanların en ufak bir ayrım gözetilmeksizin eşit biçimde dikkate alınması ilkesine dayanıyordu. Ne yazık ki, bu mesaj zamanla Ona inananlar arasında pek taraftar bulmamış ve giderek unutulmuştur.
İslamda da ırkçılığın yeri yoktur; insanlar arasındaki üstünlük ancak insanlığa hizmetle ölçülür. Kutsal kitap Kuran'in bir ayetinde (X:19) şöyle bir ifade yer alır: "Kuşkusuz insanlar tek bir milletten başka bir şey değildi, sonradan ayrılığa düştüler." İslam dini, etnik ayrımların tümüyle ortadan kaldırılmasını ister. İslam'a göre, ırk, renk, dil ve ülke bir toplumun diğerine üstünlük kurması için gerekçe sayılamaz. Gibb'in de işaret ettiği gibi (Bkz. Ensari, 1967), etnik gruplar arasındaki anlayış ve işbirliği konusunda İslam'ın çok sağlam bir geleneği vardır. İslam'da özellikle tasavvuf akımlarında Tanrı sevgisi insan sevgisiyle özdeşleşir. Ünlü düşünür Mevlana Celaleddin Rumi, İslamın hümanist anlayışını en iyi biçimde bakınız nasıl dile getiriyor:
Gel, yine gel, her ne isen öyle gel,
Kâfir, putperest olsan da yine gel.
Öte yandan, büyük halk ozanı Yunus Emre'nin şu sözlerinde insanlar arasında olması gereken kardeşlik ve eşitliğin ne kadar güzel yansıdığını görüyoruz:
Biz kimseye kin tutmayız,
Kamu alem birdir bize.
Bir başka şiirinde Yunus yine aynı duygu ile coşuyor:
Sevelim, sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.
İslam dini, insan türünün milletlere ayrılmasını doğal karşılamakta ama, herhangi bir etnik grubun diğerine üstünlüğünü kabul etmemektedir. Kuran'da (VI:2) insanlar arasında doğuştan bir ayrılık ve üstünlüğün olmadığı açıkça belirtilmiştir. Sonuç olarak, iki büyük dinin de temelinde insanların en ufak bir ayrım gözetilmeksizin Tanrı katında eşit olduğu ilkesi yatmaktadır.
İnsan ırklarının eşit olmadığını savunan ya da insan toplulukları arasında ayrım yapmanın insanlıkla bağdaşmayacağı düşüncesini benimseyen araştırıcıların hepsinden burada söz etmemiz olanaksızdır. Sürekli aşağılanan, küçümsenen bazı toplumlar bu ırkçılık kampanyalarından etkilenmiş, aşağılık komplekslerine kapılmışlardır. Yeryüzünde mükemmel bir toplum yoktur. Kültürel yaratıcılık, teknolojik gelişme hiçbir toplumun doğuştan devraldığı bir miras olamaz; bu yetenekler kuramsal olarak bütün insan toplumları için aynıdır. Hiçbir toplumun bu açıdan bir komplekse kapılmasına gerek yoktur. Doğal koşulların, tarihsel olguların, kamçılayıcı bilgi dolaşımı vb. teknolojik gelişmede önemli rol oynadığı gözardı edilmemeli. Bazı devirlerde çok şiddetli bir görünüm kazansa da ırkçılık, aslında her zaman varoldu (Edvvards, 1976; Şenel, 1984). İnsanlık dışı bu davranışın yeryüzünden silinmesi için daha çok gayret sarfedilmesi gerekmektedir. İsviçrelinin Sicilyalı işçiye, Almanın Türk işçisine, Fransızın Kuzey Afrikalı Araba, İspanyolun Çingeneye ya da İngilizin Jamaikalıya karşı takındığı ırkçı tutumlar, insanlar arasındaki eşitlik kavramını bazı toplumların hâlâ içlerine sindiremediklerini göstermektedir.
Bazı gelişmiş ülkeler nedense bünyelerine yeni insan tiplerinin katılmasına tahammül edemiyorlar. Örneğin Kanadalı ünlü bir eğitim uzmanı 1978'de, Kanada'ya giderek artan Zenci göçü karşısında, kendi deyişiyle Beyaz ırkın azınlığa düşmesi kaygısıyla tüpte Beyaz bebek yetiştirilmesini önerecek kadar gözü kara bir ırkçılık yapmıştır. Avrupa kökenli Beyaz çoğunluğu korumanın en etkin yolunun bu olduğunu ileri sürmüştür. Kanada'da Beyazlar Zencileri kendi refahları için bir tehlike saymaktadırlar. Tüm bu tutum ve davranışlar göstermektedir ki, Hitler döneminden bu yana pek fazla mesafe katedememişiz.
İnsan ırklarıyla ilgili önyargılar günümüzde hâlâ varlığını sürdürmektedir. Irk olgusunu anlamak için, insan çeşitliliğinin bilincine varmak, ırkların farklılaşmasında rol oynayan faktörleri irdelemek önemlidir. İnsan ırklarının karşılaştırılmasında en çok istismar edilen ölçüt beyin hacmi, dolayısıyla zekâdır (Loehlin, Lindzey ve Spuhler, 1975). Zencilerde beyin hacminin Beyazlardakine oranla ortalama 100 cc daha küçük olması, fazla yankı uyandıracak bir olay değildir. Bazı araştırıcılar bunu nedense çok önemli bir farkmış gibi görürler ve Zencilerde bu yüzden zekânın daha düşük olduğunu ileri sürerler. Zaten her devirde, bazı çevreler biyolojik çeşitlilikleri davranış örüntüleriyle ilişkilendirmek suretiyle insanlar arasında ayrım yapmışlardır. Eskimonun beyni de Beyaz adamınkinden ortalama 100 cc daha iridir. Eğer aynı mantıkla hareket edecek olursak, Eskimoların Beyazlardan daha zeki olduğu sonucuna varırırız ki; bu da bilimsel hiçbir temele oturmaz. Kaldı ki bir ırk içinde bile beyin hacmi çok değişir. Zekânın belirlenmesinde hacimden çok, beyin içindeki nöron ağının zenginliği ve karmaşıklığı rol oynar. Ne yazık ki içinde yaşadığımız yüzyılımızın büyük bir bölümünde, toplumların zekâsı zekâ katsayısı (IQ) ile belirlenmeye çalışıldı (Lynn, 1978); farklı etnik grupların IQ'ları farklı değerler verdi. Örneğin ABD'de yaşayan Siyahların IQ'ları Beyazlarınkinden ortalama 11 puan daha düşük çıktı. Ancak, bu farklılık doğuştan bir zekâ eksikliğinden değil de içinde yaşanılan çevreden kaynaklanmaktadır. Ne var ki tüm bu testler bırakın farklı etnik grupları, aynı grup içinde bile farklı yaşam biçimi süren kesimler arasında farklılıklar ortaya çıkarmıştır. Bir dâhinin bir aptaldan daha küçük, ya da daha büyük bir beyne sahip olduğu kanıtlanmış değildir. O halde, zekâ testleriyle ulaşılan farklı değerler, genelde, farklı sosyal/kültürel yaşam biçimlerinden kaynaklanır.
Şu son yüzyıl içerisinde ırkların eşitsizliğini savunan ya da bu görüşe karşı bir tutum takınan çeşitli ilgi alanlarına mensup bütün araştırmacıların düşüncelerinden burada söz etme olanağımız bulunmamaktadır. Yalnız, tarihin çeşitli devirlerinde, bu tür girişimlerin etkisi altında bazı toplumlar, izleri kolaylıkla silinmeyen tuhaf ve o ölçüde gereksiz bir aşağılık kompleksine kapılırken, bazıları da kendilerine aşın bir üstünlük havası vermiş, diğer toplumları küçük görme, aşağılama eğilimine girmişlerdir. Açıkça itiraf etmek gerekir ki, ırk ayrımı ne Hitler ile başlamış ne de Hitler ile son bulmuştur. Yalnız, vaktiyle kanlı çarpışmalar ve kitle katliamlarıyla kendini yansıtan bu eylem, günümüzde adeta biçim değiştirmiş, daha ziyade sosyal ve ekonomik alanlarda ağırlığını hissettiren bir soğuk savaş niteliğine bürünmüştür.

Saf Irk ve İdeal Irk Kavramları
Doğadaki canlıları sınıflama girişiminde bulunurken araştırıcılar, önce nominal kategoriler oluşturdular; daha sonra bu kategoriler arasında ne gibi ilişkiler olabileceğini araştırdılar. Her kategori bir ideal form olarak algılandı; bu formlara uymayanlar da sapkın ve kusurlu olarak görüldü. Oysa, ne insanlar ne de diğer canlılar dünyasında ideal tip söz konusudur. İdeal tip kavramı, insan topluluklarını ırklara ayırırken de etkin rol oynadı. Hiçbir insan ırkı için ideal bir şablon oluşturanlayız. Bugün dünyada hiç kimse bir ırk tipinin tarifine tıpatıp uymaz. İsveç'de askere alınan gençler üzerinde yapılan araştırmada, Nordik ırkın simgesi sayılan özelliklere sadece %10 gibi çok düşük orandaki bireylerin sahip olduğu, geri kalan %80'in ise bu tanımlamaya uymadığı gözlemlenmiştir.
Bazı ırkların diğerlerinden daha saf olduğunu söylemek hiç de gerçekçi bir davranış değildir. 30 bin yıldan bu yana, insan grupları dünyanın hemen her yerine yayıldı. Toplumlar içinde gözlemlediğimiz biyolojik çeşitlilik herhangi bir kesinti oluşturmaksızın her yönde gelişmesini sürdürdü. Göçler sayesinde insan toplumları arasında yoğun bir gen alışverişi gerçekleşti. Amazon bölgesinin balta girmemiş ormanlarındaki ya da Okyanusya'daki bazı izole adalardaki yerliler bir kenara bırakılırsa, dünyada karışmayan toplum kalmadı. Bu süreç kimi bölgede (Avustralya kıtası yerlilerinde olduğu gibi) çok yavaş, kimi bölgede (Avrupa'da olduğu gibi) ise çok hızlı oldu. Japonya'nın kuzeyindeki bazı adalarda yaşayan Aynular zamanla Japonlarla; aynı şekilde Afrika'da Kalahari çölü çevresinde yaşayan San topluluğu çevredeki diğer topluluklarla karışmaktan kurtulamadı. Onlar da bugün artık saf değildir. Genetik bağlamda hiçbir topluluk hayvan yetiştiricilerinin seçtiği tarzda bir saf ırk olayını yansıtmaz. Bireylerin genotipleri çeşitli ve zengindir. ABD'de, kölelik yıllarında özellikle Zenciler ve Beyazlar arasında karışma çok oldu. Günümüzde yapılan bir değerlendirmeye göre, Amerikalı Zencilerin gen havuzunda aşağı yukarı %20'ye yakın Beyaz gen vardır. ABD'de yaşayan ve Beyaz diye tanımladığımız toplulukların gen havuzlarında Afrika, Avrupa ve Asya dışından gelen çeşitli toplulukların genleri bulunur. Görüldüğü gibi, Amerikalı Beyazların gen havuzları adeta bir mozaik gibidir. O halde, hiçbir toplumun gen havuzu tarih boyunca olduğu gibi kalmamış; aksine, sürekli biçimde yeniden yapılanmıştır.

Kaynak: 1001kitap.com
ReaLin - avatarı
ReaLin
Ziyaretçi
5 Aralık 2006       Mesaj #4
ReaLin - avatarı
Ziyaretçi
Bir manyetik tarayıcı geliştiren Amerikalı bilim adamları, beyinde insanın ırkçı olmasına neden olan bölgeyi buldu.

Irkçılığın beyindeki kökenini tespit eden bir tarayıcı geliştirildi. "Beyindeki ırkçılık", fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (FMRI) tekniğiyle tespit edildi. Yeni teknik, siyah insanların fotoğrafları gösterilerek beyaz gönüllüler üzerinde denendi. Siyah insan fotoğrafları gösterildiğinde, ırkçı eğilimleri olan kişilerde beynin düşünce ve davranışları kontrol eden bölgesinde ciddi bir aktivite artışı gözlendi.

Irk ayrımı yapan merkez ABD'nin New Hampshire kentindeki Dartmouth Üniversitesi tarafından 30 beyaz denek üzerinde yapılan araştırmada, deneklerden kendilerine fotoğrafları gösterilen insanlara birtakım olumlu veya olumsuz özellikler yakıştırmaları istendi. Fotoğrafına baktıkları siyah insanlara daha çok negatif özellikler yakıştıran deneklerin beyinlerinin düşünce ve hareketleri kontrol eden merkezinde daha fazla hareketlilik olduğunu gören araştırmacılar, bu merkezin ırk ayrımı yapmada etkili olduğunu saptadı. Irkçı eğilimli deneklerin siyahlarla fiziki olarak temasa geçtiklerinde mantık gerektiren bazı görevlerde de başarısız oldukları gözlendi.


Yazılı ve görsel medyada aktardığınız haberin okunmasını garantilemenin ilk şartı; habere, okuyucunun ya da izleyicinin dikkatini çekebilmektir. Yukarıdaki haberde "Irkçıyı beyni ele verir" cümlesi ile "Irkçılık ve beyin fonkisiyonları arasındaki ilişki" cümlesi arasında dikkat çekicilik açısından bir fark olması kuvvetle muhtemel. Ancak, nedensellik açısından bakıldığında ikinci cümle çok daha doğru olacaktır. Acaba beyindeki bir bölgede fazlalaşan aktivite mi ırkçılığa neden oluyor, yoksa ırkçı olan kişiler kendilerini tetikleyen bir uyaranla karşılaştıklarında mı beyinlerindeki aktivite artıyor? İkinci soru, acaba sözü edilen bölge sadece ırkçılıkla ilgili uyaranlar olduğunda mı harekete geçiyor, yoksa diğer benzeri uyaranlar da aynı etkiyi yaratıyor mu?
Yukarıdaki haberde, araştırmacılar gerçekten "... bu merkezin ırk ayrımı yapmada etkili olduğunu ..." saptadıklarını söylediler mi bunu bilmiyoruz ama eğer söyledilerse çok büyük bir iddiada bulunmuşlar. Ya gerçekten onlar araştırmalarını bu şekilde iletti ya da gazetelere bu şekilde geçti, hangisi olursa olsun söz konusu iddia oldukça önemli bir ilişki (korelasyon) ama sebep sonuç ilişkisi (nedensellik) değil.
Örneğin, yaklaşık 35 yıldır hipotalamus ile saldırganlık arasındaki ilişkiyi biliyoruz. Hayvanlarla yapılan çalışmalarda iki ayrı tür saldırganlığın (duygusal ve avcı saldırganlığı) beynin farklı bölgelerindeki sinirsel aktivite ile açıklandığı bulunmuştur. Çok kısaca, orta beyine iletilen elektirik uyaranı duygusal saldırganlık tepkilerine yol açarken, ön beyindeki uyarımlar avcı saldırganlığı tepkileri oluşturmaktadır. Tabii burada sözü edilen nedensellik, deney ortamında dışarıdan ve doğrudan bir müdahale ile söz konusu bölgeye elektrik akımı gönderilmesidir, yoksa tek başına bu bölgelerin saldırganlık ürettiğinden bahsedilmiyor (ayrıntılar için bknz. Groves ve Schlesinger, 1982). Yukarıdaki habere geri dönecek olursak, herhangi bir uyaran karşısından beynin herhangi bir bölümünün sinirsel bir tepki göstermesi çok doğaldır ancak herhangi bir bölgenin, dışarıdan uyaran olmadan, kendi başına bir tepkiyi, duyguyu ya da düşünceyi yarattığını söylemek için çok daha sağlam kanıtlara ihtiyaç vardır.
Çok büyük ihtimalle ırkçı olan bireylerin kendilerine hoşlanmadıkları bir uyaran gösterildiğinde (diğer "ırktan" bir kişinin resmi) beynin sözü edilen bölgesinde bir aktivite olmaktadır, yani uyaran (düşünce, inanç, duygu) sinirsel aktiviteye neden olmaktadır. Beynin o bölgesinde kendiliğinden bir hareket olmasını beklemek için sanırım bir nedenimiz yok.
Kaynakça:
Groves, P.M. ve Schlesinger, K. (1982). Biological psychology. Dubuque, Iowa: WCB.
18 Kasım 2003
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Şubat 2007       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
firatmollaer
: Fırat Mollaer

Irkçılığı Kapitalizm Keşfetti:Irkçılık Konferansından İzlenimler
19 Ekim 2005


12 Ekim Çarşamba günü, Kocaeli Üniversitesinde Külssakın organizasyonuyla Irkçılık konulu bir konferans düzenlendi. Konuşmacı, Kocaeli Üniversitesi Felsefe bölümü öğretim üyesi Sinan Özbekti. Sinan Özbek, ırkçılık ve ideoloji konusundaki çalışmalarıyla tanınıyor. Konferansın bazı ana temalarını ve mantıksal sonuçlarını tartışmak ve paylaşmak isterim.
Irkçılık modern bir ideolojidir. İdeoloji konusu ile ilgilenen sosyal bilimcilerimiz, ideoloji dediğimiz toplum haritalarının modern çağda geleneksel toplum haritalarının etkisini yitirmelerinin bir sonucu olarak etki kazandıklarını vurgulamışlardır. İdeoloji, modern bir fenomendir. Sistematik fikir yapılarının yani ideolojilerin varlık kazanabilmeleri için modernitenin sağladığı imkanlar gerekir: Kapitalist bir yayıncılık faaliyeti, kitle iletişim araçları, genişlemiş bir kamusal alan vs. Irkçılık da tarihsel olarak ideolojiler çağının bir üyesi ve modernitenin hediyesidir.
İdeoloji araştırması konusunda şöyle bir problem ortaya çıkıyor: Modern çağda beliren ideolojilerin tarihsel kökenlerini aramaya gittiğimizde antik dönemlerde bazı tohumlar buluyoruz. Bundan sonra da ideolojilerin modern çağ mensubiyetinin tartışmalı hale geldiğini söylüyoruz. Örneğin, Marksist ideolojinin bazı Musevi peygamberlerinin öğretilerinde, Zerdüşt dininde, Platonun felsefesinde bazı kökleri vardır. Ancak Marksizm, modern toplumun sınıflı yapısının ürünüdür. Aynı şekilde, Çiçeroda ve hatta Aristotoleste bazı muhafazakâr izleklerin bulunduğu rahatlıkla söylenebilir. Fakat muhafazakâr ideolojinin kalkış noktası için tarihin çarklarının müthiş bir hızla döndüğü modern devrimler çağını beklemek gerekir. Platonda totaliter ideolojinin başlıkları bulunabilir. Fakat bu ideolojinin ortaya çıkması için modern bir kitle toplumu ve çökmüş bir kamusal insan gerekir.
Aristotolesin Yunan ve Yunan olmayanlar (barbar) arasında yaptığı ayrımı nasıl tasnif edeceğiz? Cevap açık. Sinan Özbekin de vurguladığı gibi, Antik çağda ırkçılık yoktur. Aristotoleinki olsa olsa ayrımcılıktır. Bunun ırkçılık olduğunu iddia edersek, ırkçılık kullanışlı bir analitik araç olmaktan çıkar. Gobineaunun sanayi devriminin ikinci dalgası sırasında yazdığı, Irklar Arsındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Hitlerin Alman (geç) kapitalizminin dış pazar arayışlarında yazdığı Kavgamı ile Aristotolesin eserleri arasında derin farklar vardır. Bu yorum, Aristomuza ayıp etmeme saikinden kaynaklanmıyor. Bir bağlam farklılığına işaret ediyor.
Bağlam farklılığını meydana getiren nedir? Soru, burada çözülmeye başlıyor. Irkçılık, kapitalist ideolojinin bir yan ideolojisidir. Kapitalizm ırkçılığı ırkçılık kapitalizmi emzirir. 19. yüzyılda ırkçılık, biyolojik ırkçılık olarak tarih sahnesindeki uğursuz yerini almıştır. Irkçılık, bilimin kutsandığı, pozitivizmin ideolojiler ötesi bir ideoloji haline geldiği, hemen herkesin pozitivist olduğu bir çağda, meşruiyet sorunu konusunda fazla zorluk çekmemiştir. Irkçılığı sözümona kanıtlayan bilimsel teoriler üretilmiştir. Bu neden gerekiyordu? Birincisi, burjuvazinin egemenliğine dayanak olacak, hegomonyasının haklılığını kanıtlayacak yardımcı ideolojiler, ezilenlere ezilmelerinin doğruluğunu ispat edecek ilaç gibi gerekli yalanlargerekiyordu. İlaç gibi gerekli yalanlar,Platonun Devleinde yönetici sınıf ile halkın farklı, -biri aşağı diğeri yüksek- kökenlerden geldiğine halkı ve yöneticileri ikna etmek için bulunmuş bir ideolojik (gerçekliğin üzerini örtmeye yarayan) çözümdür. Bu yalana hem halkın hem de yönetici sınıfın inanması, toplumsal düzenin idamesi açısından zaruridir. Aynı şekilde, ırkçılığın bilimsel meşruiyet arayışı da böyle sıkı bir zaruretten beslenmektedir. Yoksa, 17. yüzyıldan itibaren, halkın doğaya ve hayvanlar alemine yakın olduğu, rasyonel olmaktan çok irrasyonel bir doğaya sahip olduğu aşağı yukarı sistematik bir biçimde işleniyordu. Kültür ve doğa ayrımı yapılmış, halk kültürü doğal olarak işaretlenmiş; halk kültürüne karşı bir haçlı seferine girişilmiş, saray çevresinin ve kentli burjuvazinin medeni kültürü tek gerçek kültür olarak ortaya konmuştu.
İkincisi, Batılı emperyalizmin kuruluşunda, ezilen halkların -Batının ezilen sınıfları gibi doğaya yakın olduklarının vurgulanması gerekiyordu. Aynı şekilde, daha önceki yüzyıllardan itibaren oryantalizm, emperyalizmin keşif koluvazifesini görmeye başlamıştı. Ezilen halkalara karşı da bir sömürgecilik seferi başlamıştı. Ancak, bilimin tek meşruiyet kaynağı haline geldiği bir çağda, bazı halkların aşağı bazılarının üstün olduğu neden vurgulanmasındı?
Dolayısıyla, kapitalizm, ırkçılığı nasıl kullanıyor? diye sorduğumuzda cevap açıklık kazanıyor: Bir kere, üretim ilişkilerindeki eşitsizliğe eklemliyor. Burjuvazinin karşısındaki ezilen sınıfların bir de aşağılık olduğunu kanıtladığında hegomonik gücü perçinlenmiş oluyor. İkincisi, bu teori, emperyalizmi de meşrulaştırıyor.
Kapitalizmin marifetiyle, kadim ayrımcılık ırkçı ideolojiye dönüştü. Bu anlamda, ırkçılığın evrensel, zaman ve mekan dışı bir duruş ya da psikolojik ve kültürel etkenlerin yön verdiği bir tutum olduğunu söylemek zorlaşmaktadır. Irkçılığı kavramak için kültürel-psikolojik olmaktan çok ekonomi-politik bir bağlama ihtiyacımız vardır. Belki ayrımcılığın kültürel ve psikolojik bir tutum olduğunu, ötekiye karşı evrensel bir hoşgörüsüzlükten kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bunun için antropolojinin eski toplumlar hakkındaki bulgularını incelemek ve çözümlemek gerekir. Bununla birlikte, ırkçılık kapitalizmin keşfi olarak görmeliyiz. Aksi halde, ayrımcılık ile ırkçılığı, Aristotoles ile Hitleri ayırt edebilmemiz mümkün olmaz.
Irkçılık kapitalizmin keşfidir dediğimizde, ırkçılığın geç modern (daha doğrusu geç kapitalist) toplumlardaki varlığından sözetmek de güçleşmektedir. Daha açıkçası, Batıdışı toplumlardaki dışlayıcı pratikler, Batıdakinden farklı bir biçimde kendini göstermektedir. Irkçı ideolojinin etkinlik kazanabilmesi için, temelinde kapitalizmin yönlendirdiği kitle toplumu, kitle iletişim araçları, kapitalist yayıncılık faaliyeti, modern-kapitalist bir işbölümü, bütünleşmiş bir pazar, genişlemiş bir kamusal alan (ancak, iktisadi eylemin yıkıcı etkisiyle çökmüş bir kamusal insan) gibi unsurların mevcut bulunması gerekir. İdeolojinin nasıl bir sosyal arkaplanı varsa, ırkçı ideolojinin de sosyal arkaplanı vardır. Batıdışı toplumlarda bu sosyal arkaplan zayıftır.
Buradan şu sonuç çıkarılabilir: Örneğin bir Türkiyede Batı tarzı bir ırkçılığın kökenlerini geçen yüzyılın başlarında aramak hemen hemen beyhude bir çabadır. Gobineaunun ırkçılığı ile Ali Suavi ve Yusuf Akçuranın milliyetçiliği temelde farklı dışlayıcı pratiklerdir. Diğer sonuç ise şu olabilir: Bu yorum, Aristotoles konusunda olduğu gibi, Batıdışı toplumlara ayıp etmeme gibi yoz bir antiemperyalist düşünceden kaynaklanmamaktadır. Aslında toplumsal gerçeklik mecrasına girememiş bir tür (yoz ve) sözde anti emperyalizm Japonya, Alman ve İtalyan ırkçılığının da temelini oluşturur-ki bunlar geç kapitalist toplumlardır (Sözde antiemperyalizm, çünkü söylem, temelde pazar paylaşımı tarafından yönlendirilmektedir).
Dahası, kapitalizmle ırkçılık organik bir bağ ile bağlıysa postmodernite hususunda neler söylenebilir? Neo Marksistlerin belirttiği gibi postmodernite, geç (ileri) kapitalizmin kültürel mantığı ve kapitalist dönüşü dalgasının yeni bir aşaması ise, postmodernite, ırkçılığın da yeni bir aşamasıdır. O halde, postmodernitenin ekonomik kategorileri kültürel kategorilere dönüştürme işlemi ve çok kültürcülükü konusunda uyanık olmak gerekir. Farklılık politikası, pekala bir neo ırkçılığa dönüşebilir. Montaigne, modern bir yazar olarak insanda insanlığın halleri gizlidir diyordu; postmodernite bu gizin varlığını inkar etti. Farklılık vurgusu ile ötekinin sınırlarının açık ve net bir biçimde belirlenmesinin nedeni ve sonucu ne olabilir? Olsa olsa, geç modern zamanlarda, organizmacı düşüncenin yeni bir biçimi: Neo-organizmacılık. Bangladeşli farklıdır; ama onun da bir işlevi vardır. Çünkü toplumsal açıdan ayak vazifesi görmektedir vs. Kültürel fark düşüncesinin ideolojik ardalanındaki birikimin mantıksal bir sonucu olabilirki İngiltere, ABD, Almanya gibi ülkelerdeki etnik işbölümü bunu doğrular niteliktedir.
Konferansın en önemli sonucu olarak bu izlenimleri edindim: Irkçılığı konuştuğumuz durumlarda kapitalizmi de temelde konuşuyor ve çözümlüyor olmamız gerekmektedir. Bir başka sonuç olarak ise şunu ekleyebilirim: Irkçılığın etik açıdan yanlışlanması gerekliliği. Evet..19. yüzyılın biyolojik ırkçılığındaki bilimsel teoriler ya yanlışlanamasaydı? Bunlar ya deli saçması olmasalardı? Bu durumda ırkçılığı savunulabilir mi bulacaktık? Kısacası, ırkçılığın etik açıdan (da) lanetlenmesi gerekir. Çünkü, diğer eşitsizlik biçimleriyle sıkı sıkıya bağlı bir biçimdir: Üretim ilişkilerindeki eşitsizlik, cinsiyetler arasındaki eşitsizlik, uluslararasındaki eşitsizlik vs.
Son olarak şu hususu tekrarlama gereği duyuyorum: Braudel, kapitalizmin piyasa üzerine kurulduğunu ve fakat onun dinamiklerini şaşırttığını söyler. Milliyetçilik araştırmalarında herhalde en fazla itibar gören tez, milliyetçiliğin keşfedilmiş olduğudur. Milliyetçilik, eski toplumların İbn Haldunun asabiye dediği kolektif birlikteliğinin üzerine, ona yeni formlar vererek kurulmaktadır. Benzer bir biçimde, ırkçılığın da kapitalizmin ayrımcılığı keşfi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak nasıl piyasa kapitalizm, milliyetçilik asabiye değilse ırkçılık da ayrımcılık değildir.
Sinan Özbeke bizi düşünmeye sevkettiği için bir daha teşekkür ederiz..

Fırat Mollaer
Son düzenleyen asla_asla_deme; 20 Kasım 2008 14:04 Sebep: Fazlalık Ekler Kaldırıldı
Mavi Peri - avatarı
Mavi Peri
Ziyaretçi
4 Temmuz 2012       Mesaj #6
Mavi Peri - avatarı
Ziyaretçi
Irkçılık

Bazı ırkların diğerlerine, tamamen soyaçekime bağlı olarak üstün olduklarını iddia eden politik akım. Çok eski dönemlerden beri ırkçılığın çeşitli biçimlerine rastlanır. Bunlar genellikle dünya çapında yayılmayı amaçlamış ya da yayılmış antik imparatorluklarda boy vermiş, o imparatorluğun gerçekleştirdiği akınların haklılığının gerekçesi olmuştur. Bunlar Helen ırkı üstünlüğü ya da Roma ırkı üstünlüğü gibi kavramları yaratmıştır. Bu ilk dünya devletlerini izleyen dönemlerde çeşitli devletler ve devletleşmeye çalışan kabileler, bu mücadelelerinde önemli bir sav olarak ırksal üstünlüklerini ileri sürmüşlerdir. 1789 Fransız Devrimi'yle belirlenen ve birçok gelişimin yanı sıra Amerikan İç Savaşı'yla da gelişen insan hakları ve insanların eşitliği kavramları, bir süre için ırkçılık kavramı karşısında ezici olduysa da, sonradan meydana gelen değişikliklerle birlikte ırkçılık yeniden ve hem de tarihteki en acımasız biçimiyle ortaya çıktı. Hitler Almanyası ve Mussolini İtalyası'nda doruğuna ulaşan ırkçılık üzerine Adolf Hitler "Mein Kampf" (Kavgam) adlı yapıtında şöyle der: "Irkçılık, insan ırklarının eşitliğine inanmaz. Üstün ırk dışındaki ırklar, bu dünyayı yöneten büyük iradenin dileğine uygun olarak, en iyi ve en güçlü olanın zaferine yardım etmek ve onun işini kolaylaştırmakla yükümlüdürler... İnsanlığın mutlu geleceğini ancak üstün ırkın zaferi kurtarabilir." Irkçılık kavramı ve ona temel oluşturan düşünceler, çeşitli düşünürler tarafından geliştirilmiş, Nazi politikacı ve propagandacıları tarafından da bu konuda "deneyler" ve "araştırmalar" yapılmıştır. Irkçılık politikası sonucunda, II. Dünya Savaşı'nda milyonlarca insan toplama kamplarında öldü. Günümüzde de dünyada resmen ırkçılık uygulayan (Güney Afrika Cumhuriyeti vb.) ülkeler vardır. Fakat Birleşmiş Milletler ve birçok uluslararası örgüt, ırkçılığı yasaklayan kararlar almış, bu yasak hemen hemen bütün ülkelerin anayasalarına da girmiştir.

MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi
tersinim - avatarı
tersinim
Ziyaretçi
8 Nisan 2013       Mesaj #7
tersinim - avatarı
Ziyaretçi
İÇİNDEKİLER

Irkcılık

Kafatascılık

= = =


akbabaveocuk

Yukarıda fotoğraf 1994 yılında Sudan'da çekildi. Çocuk bir kilometre uzaktaki yemek dağıtılan bir yere ulaşmaya çalışıyor. Arkasındaki akbaba ise ölmesini bekliyor.

ilginç ve korkunç olan ise bu fotoğrafı çeken Kevin Carter’in fotoğrafı çektikten sonra oradan ayrılması çocukla ilgilenmemesi, akıbeti hakkında en küçük bir bilgi vermemesi, verememesidir.

Kevin Carter’in yukarıdaki fotoğrafı nedeniyle Pulitzer ödülüne layık görüldüğünü, üç ay sonra bunalıma girerek intihar ettiğini hatırlatalım.

Evrime inanan bir ateist için bu olay doğal seleksiyonun gereğidir ve son derece normaldir. Kevin Carter müdahale etmemekle doğru bir iş yapmıştır.

Şüphesiz ki toplumsal vicdanı derinden etkileyen, insanlık adına yüz kızartıcı bu olay sadece güçlülerin yaşamasına izin veren; acıma, merhamet gibi insansı meziyetleri ret edip bir zaaf olarak gören materyalist felsefelerin sonucudur.




adszevj


Materyalizim ve uzantılarının etkisinde kalan insanlar insan olduklarını unutmuşlar yalnız kendi nefislerini düşünen birer hayvan olmuşlardır. Bu insanlık ayıpları onların ve onlara kayıtsız kalanların eseridir

= = =
Irkcılık genel olarak çeşitli insan ırkları arasındaki biyolojik farklılıkların kültürel veya bireysel meseleleri de tayin etmesi gerektiğine ve doğal sebeplerle bir ırkın üstünlüğüne ve diğerlerine hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inanç veya bu değerleri kabul eden doktrindir.

Kökeni çok eskilere dayansada Darwin ve evrim teorisi ırkcılığı uygulama yönünden canlandırıp ateşleyen en önemli etkendir.

Ortaya çıkış nedenleri arasında çoğunlukla ekonomik etkenlerin olmasının yanı sıra düşünsel nedenler de bulunmaktadır.

Irkçılık terimi çoğunlukla, kendi etnik ve kültürel değerlerini tek kriter alarak ırklar arasında birleşmelere ve ilişkilere karşıtlık gösterme olarak tanımlanır.

Irkçılık, sosyal ayrımcılığı, ırklar arasında fark gözetilmesini ve soykırıma kadar varabilen şiddeti haklı göstermekte, bu nedenle en insafsız sosyal kıyım nedenlerinin başında gelmektedir.

Irkçılık genel hatlarıyla incelendiğinde kendi kanını taşıyan, aynı dili konuşan, ve aynı soydan gelenlerin başka soylardan gelenleri aşağılaması olarak algılanır ve uygulanır.

Irkçılık yirminci yüzyılın başlarında kafatascılığa kadar indirgenerek en adi, en insanlık dışı yöntemlerle uygulanmıştır. (Kafatasçılık bölümüne bakınız)

adszrvq

1939 yılında Amerkada bir siyah tenli insan ancak kendine ayrılan yerden su içebilirdi.


Irkcılık ve Darwin: Darwin, Türlerin Kökeni isimli kitabında hayvanların ve bitkilerindoğal seleksiyon yoluyla evrimleştiklerini, zayıf olan türlerin ise bu yolla elenerek yok olduklarını öne sürdükten sonra, İnsanın Türeyişi isimli kitabında aynı iddiayı insanlar için de tekrarlamıştır.

Darwin'e göre, bazı insan ırkları diğerlerine göre daha üstündü. Daha önce, daha iyi ve daha çok evrimleşmişlerdi. Bu nedenle Darwin'in deyimi ile aşağı olan ırklara karşı üstün gelmişlerdi ve geleceklerdi.

Bu, doğal seleksiyonun doğal ve kaçınılmaz sonucuydu.

Darwin'in ırkçılığı savunan ve körükleyen sözleri oldukça açıktır ve bu konuda şunları yazmaktadır.

-Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler.

Öte yandan insansı maymunlar da... Kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek.

Bu sayede ortada şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile daha geride olan babun türü maymunlar kalacaktır.

= = =

-Burada görüyoruz ki insanın bir ırkı yöntemli olarak geliştirirken yaptığı gibi tek, tek çiftler ayırmanın gereği yoktur.

Doğal seçme bütün üstün bireyleri saklayıp ayıracak ve özgürce çaprazlanmaya bırakacaktır ve elverişsiz bütün bireyleri yok edecektir.

= = =

Yüzyıllarla ölçülünce pek de uzak olmayan bir gelecek dönemde uygar insan ırkları bütün dünyada yabanıl insan ırklarını yok edip onların yerini kapacaktır.


Darwin bu konuda öylesine ileri gitmiştir ki insanlardan insanlara değişen güzelliği ya da müziği algılama gibi göreceli kavramları bile bu mantıkla değerlendirmiştir.

Darwin bu konuda şunları yazıyor:

-Yabanıl insanların pek çoğunun hayran olduğu çirkin bezekler ve aynı ölçüde çirkin müzik dikkate alınırsa onların estetik yetisinin belirli hayvanlarda ki kadar örneğin kuşlardaki kadar çok gelişmemiş olduğu ileri sürülebilir.

Yıldızlı bir gökyüzü güzel bir kır görüntüsü gibi sahnelere ya da incelmiş müziğe hiç bir hayvanın hayran kalmayacağı besbellidir.

Böyle yüksek duygular kültürle kazanılır ve karmaşık çağrışımlara bağlıdır.

Barbarlar ya da eğitilmemiş kimseler onların güzelliğine varmaz.

= = =

-Hepsinin de danstan, kaba müzikten, rol yapmaktan, resimden, dövmeden ve başka biçimde bezenmekten hoşlanması işaretlerle karşılıklı anlaşması, aynı heyecanlara kapılınca yüzlerinde aynı anlamın belirmesi ve hepsinin aynı hecesiz çığlıkları atması bu yakın benzerliğin kanıtıdır.

Bu benzerlik daha doğrusu özdeşlik ayrı maymun türlerinin farklı anlatımları ve çığlıkları ile karşılaştırılınca şaşırtıcıdır.


= = =

Evrimci ırkçı teorisyenlerin başında gelen Henry Fairfield Osborn, İnsan Irklarının Evrimi başlıklı bir makalesinde ortalama bir zencinin zekâ yaşı, Homo sapiens (günümüz insanı) türüne ait on bir yaşındaki bir çocuğun zekâsına ancak ulaşabilir diye yazıyordu.

Fakat siyah ırk insanları beyaz ırk insanları gibi olanaklara kavuşunca hiç de ***** olmadıklarını gösterecek, Henry Fairfield Osborn’un çok kötü bir şekilde yanıldığını kanıtlayacaklardır.

= = =

Darwin aralarında o dönemin şartlarında aşılması çok zor ve hatta imkânsız engellerin bulunduğu bu nedenle sosyal ilişkilerin olmadığı insan toplulukları arasındaki sanatsal benzerliklere şaşar kalır ve şunları yazmaktan kendini alamaz.

-Ok ve yay kullanma sanatının insan soyunun ortak bir atasından beri kuşaktan kuşağa aktarılmadığını gösteren sağlam kanıtlar vardır ama bu konuda uzman iki bilginin belirttiği gibi dünyanın birbirine en uzak kesimlerinden getirilmiş ve en eski dönemlerde yapılmış taştan temrenler aşağı yukarı özdeştir ve bu olgu yalnız çeşitli ırkların benzer yaratıcı ve zihni yetileri olması ile açıklanabilir.

Darwin'in ve diğer iki bilginin belirttiği bu gerçek insan denen canlı türünün aynı kaynaktan geldiğinin, bir zamanlar aynı kültürü paylaştıklarının delili değil midir?

= = =

-Bu günkü insan ırkları renk, saç, kafatası biçimi, vücut oranları vb gibi birçok bakımdan farklı olmakla birlikte yapılarının tümü dikkate alınırsa pek çok noktada birbirlerine büyük ölçüde benzemektedirler.

Bunların birçoğu öylesine önemsiz ya da apayrı bir niteliktedir ki kökenleri başka olan türlerin ya da ırkların onları ayrıca kazanmış olması son derece olanaksızdır.

Aynı düşünce en farklı insan ırkları arasındaki zihni benzerliğin pek çeşitli yönleri için de, aynı ölçüde ya da daha çok geçerlidir.

Amerika yerlileri zenciler ve Avrupalılar kafaca anılabilecek herhangi üç ırk kadar birbirlerinden farklıdır.

Bunlarla birlikte Beagle’de Ateş Ülkelilerle birlikte bulunduğum sıralarda onların zihinlerinin bizimkine ne kadar çok benzediğini gösteren küçük birçok belirti beni sürekli olarak şaşırtmıştı.

Bir zamanlar yakın arkadaşlık ettiğim su katılmadık bir zencide de bunu gözlemiştim.


= = =

Ateş ülkeliler en aşağı barbar sayılır ama ben İngiltere’de bir kaç yıl kalmış biraz İngilizce konuşabilen üç yerlinin eğitim ve zihni yetilerimizin pek çoğu bakımından bize ne kadar benzediklerini gördükçe şaşıyordum.


Darwin’in bu sözleri insanların tek kaynaktan geldiklerinin açık bir itirafıdır ama aşağıdaki sözleriyle bu gerçeği evrim mantığına uydurmaya çalışır.

-Bu günkü bilgimizle insan ırkları arasındaki renk farklarını, böylelikle sağlanan herhangi bir üstünlüğe ya da iklimin dolaysız etkisine dayanarak açıklayamıyorsak da bu son etkeni tümü ile önemsiz görmemeliyiz. Çünkü iklimin soya çekilen bir etkisi olduğuna inanmak için sağlam gerekçe vardır.

Evrim teorisi taraftarları Darwin’in sözlerindeki itirafı kabul etmezler. Irkçılığı olabildiğince körüklerler.

Hor ve hakir görülen bu insanların zaman içinde teori gereği insafsızca asimile edildiklerini Darwin’in şu sözlerinden anlıyoruz.

-Tasmanyada sömürgeleştirildiği zaman yerli nüfusu kimileri 7.000, kimileri de 20.000 olarak hesaplamıştır.

Yerlilerin sayısı özellikle İngilizlere karşı ve birbirleriyle dövüşürken azalıverdi.

Tüm sömürgecilerin katıldığı ünlü insan avından sonra sağ kalıp hükümete teslim olan ve 1832 de Flinders adasına götürülen yerliler yalnızca 120 kişi idiler.

= = =

Bu yer değiştirme onlara iyi gelmedi. Hastalık ve ölüm yakalarını bırakmadı.

= = =

Böylece yabanıl insan ırklarının çoğunun yalnız yeni bir iklime götürülünce değil yaşama koşulları ya da alışkanlıkları değişince de sağlıklarını yitirdiklerini görüyoruz.

Yalnızca alışkanlık değişmeleri başlı başına zararlı görünmemekle birlikte aynı etkiyi yapar gibidir ve olguların çoğunda özellikle çocuklar zarar görmektedir.

= = =

Kimi yazarlara adalıların uzun süre kendi aralarında evlenmeleri yüzünden doğurganlıklarının ve sağlıklarının bozulduğunu ileri sürmüşlerdir ama yukarıdaki örneklerde kısırlığın Avrupalıların gelmesi ile rastlaşması bu açıklamayı kabul etmemize engeldir.

= = =

Burada verdiğim örneklerin hepsi uygar insanların göçü sonucu yeni koşulların etkisinde kalan yerlilerle ilgilidir.


Darwin'in sözlerini kutsal emirlermiş gibi algılayıp kabul eden evrim teorisi savunucuları bu öngörüleri de hemen benimsemişler uygulamaya koymuşlardır.

On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar ırkçılığın en koyu en insafsız bir biçimde uygulandığı dönemlerdir.

Beyaz adamın diğer ırklara üstün olduğu iddiası böylece kendine bilimsel olduğu iddia edilen fakat ne kadar bilimsel olduğu her zaman tartışılan bir dayanak buldu, doğal bir hak olarak algılandı.

Bu konuda insanlık adına utanç verici bir örnek verelim.

O dönemlerde Avustralya İngiltere’ye bağlı bir eyalet hükmünde idi.

Dönemin İngiliz kökenli valisi Avustralya yerlileri olan Aborjinleri herhangi bir gerekçe göstermeden öldürenlerin sorumlu tutulmayacaklarını, herhangi bir kanuni takibata uğramayacaklarını ilan etmekten çekinmemiştir.


Aborijinler ise kendierne topruğun çocukları çiçeklerin kızı ağaçların oğlu isimlerini verecek kadar doğa ile barış içinde yaşamayı başarmış, iyi kalpli Avustralya yerllileridir.

Bu büyük katliam sonucunda Avustralya'daki aborjin sayısı tahmini olarak sekizyüzellibinden 79'a (yetmiş dokuz)'a kadar düştü. (Bu rakam muteber sayılan bir belgeselden alınmıştır.)


Düşünebiliyor musunuz?

Mütevazi kulübesinde çocuklarıyla oturan ya da ormanda, gölde avlanmaya çalışan herhangi bir insanı sadece ABORJİN olduğu ve zevk için öldürecekler sonra da en küçük bir sorumlulukları olmayacak.

Irkçılık konusunda son olarak şunları söyleyeceğiz.

Milletlerin ve insanların üstünlükleri, evrim teorisi savunucularının sandığı gibi ırklarında veya fiziksel özelliklerinde değil, sahip oldukları manevi değerlerdedir.

Fertleri bir arada tutan toplumsal değerlerini koruyanların yaşamlarını devam ettirecekleri diğerlerinin elemine edilecekleri açıktır.

Fakat ortak bağları yok ederek toplumları bölen rahat ve mümkün olduğunca zevk alarak yaşamayı amaç edinmiş, bu nedenle hiç bir sorumluluğu kabul etmek istemeyen bir felsefe insanlığın bekası için gerekli olan toplumsal düzeni nasıl sağlayabilir?

Her zaman olduğu gibi materyalizm ve uzantısı olan teoriler bu konuda çok kötü bir şekilde yanılmaktadırlar.

Bu felsefeleri savunan ve uygulayan milletlerin aynı felsefenin kendilerine de döneceği kuduz köpeğin dönüp sahibine de ısıracağını niçin düşünemezler.

= = =


Kafatasçılık

Charles Darwin kafatası dolaysıyla beyni büyük olanların daha gelişkin (evrimleşmiş) olduklarını iddia etmişti.

Charles Darwin’de beyin büyüklüğünün zekâ seviyesiyle doğru orantılı olduğunu zanneder. Bu zan kafatasçılık denilen çok kötü bir akıma neden ol-muştur.

Bakınız Darwin bu konuda neler yazıyor.

-Çeşitli zihni yetiler giderek gelişirken beyinde aşağı yukarı kesinlikle büyür. İnsan beyni büyüklüğünün insan vücuduna oranı goril ve orangutandaki aynı oranla karşılaştırıldıktan sonra bu orandaki büyüklüğün yüksek zihni yetilerle sıkı sıkıya bağlantılı olduğundan kimse kuşkulanmaz sanırım.

= = =

İnsan beyninin büyüklüğü ile zihni yetilerin gelişimi arasında sıkı bir ilişki olduğu inancı yabanıl ve uygar ırkların eski ve çağdaş inanların beyinlerinin karşılaştırılmasına ve bütün omurgalı serisinin benzerliğine dayanmaktadır.

= = =

İnsan ırkları arasındaki en belirgin farklardan biri başın bazı kısımlarda uzamış ve öbürlerinde ise yuvarlaklaşmış olmasıdır.

= = =

En yukarı ırkların en üstün insanları ile en aşağı yabanıl insanlar arasındaki bu türlü farklar pek küçük aşamalarla birbirilerine bağlıdır. Bundan ötürü birinden öbürüne geçilebilir ve gelişilebilir.

Darwin aynı konuda İnsanın Türeyişi kitabında şunları yazmaktadır.

-Yalnız birkaç soyut sözcük kullanan ve ancak dörde kadar sayabilen Avustralyalı bir yerlinin ağır işler görmüş karısı bilincini ne kadar az kullanır ya da kendi öz varlığının niteliği üzerinde ne kadar az düşünebilir.

adszob

Aborjin yerlileri kendilerine özel kültürleri olan bir insan ırkıdır.

Yalnız birkaç soyut sözcük kullanma ya da dörde kadar sayabilme yazıldığı gibi bilincin az kullanılmasıyla ilgili olabilir ama bilincin olmaması ya da az olmasıyla ilgili olamaz.

= = =

Darwinin bu mesnetsiz ve yanlış iddiası zamanla insanların kafataslarının şekillerine ve büyüklüklerine göre tasnif edilmelerine, büyük olanların daha seçkin sayılmalarına neden oldu.

Kafatasları dolaysıyla beyinleri büyük olanlar daha mı zekidir?

Nice bilim insanları bu sorunun cevabını bulmak için uzun yıllar çalışmışlar pek çok deneyler yapmışlardır.

İlk dönemlerdeki düşünce kafataslarının dolaysıyla beyni büyük olanlar daha zeki oldukları yönündeydi.

Fakat yapılan deneyler bu kanının son derece yanlış ve mesnetsiz olduğunu göstermiştir.

Örneğin dünyanın en zeki insanlarından biri kabul edilen Einstein’in kafatası normal insanlara göre biraz küçüktü.


adszdhj

Soldan itibaren Albert Einstein Winston Churchill ve Edwin Hubble
Aynı dönemde yaşamış dönemlerinin en zeki üç kişisi. Kafatasları büyüklük yönünden farklıdır.


Einstein vefat ettikten sonra beyni çıkarılıp tartıldı ve normal insan beyninden daha küçük ve daha hafif olduğu görüldü.

Hor ve hakir görülen kimi yerlilerin yeterli imkân sağlandığında en ez beyaz adam kadar insansı meziyetlere sahip olduğu çok sık gözlemlenmiştir.

Gelişmemişliğe örnek gösterilen bu nedenle hor ve hakir görülen o aborjin kadınının yeterli eğitim verilseydi onu hor ve hakir görenler kadar eğitimli ve kültürlü olmayacağını nereden bilebilirsiniz?

bumerang ve zellikleri

Bumerang adıverilen bu sopaların bazıları atana geri döner. Bu nedenle pek çok fiziksel kuralın bir araya gelip işlediği bir tasarım harikasıdır.

Darwin ve taraftarlarının çok sık hor ve hakir gördükleri Aborijin yerlilerinin Bumerang gibi harika bir silahın mucidi oldukların unutmamak gerekir.

İnsanlardaki kültür çeşitliliğinin bir zenginlik olduğunu her insanı kendi dünyasında değerlendirmek gerektiğini öğrenebilseydik tarihe insanlık adına yüz karası olarak geçen pek çok olayı oluşmadan önleyebilirdik.

Bu gün Amerilka gibi dünyanın en büyüğü olduğunu iddia eden bir devletin başında bir SİYAH TENLİNİN (Barak Obama) olması ırkçılığın ne kadar akıl ve bilim dışı bir felsefe olduğunun en büyük kanıtıdır.






Benzer Konular

1 Kasım 2008 / Misafir Taslak Konular