Ziyaretçi
Batı İdeolojisi, Irkçılık ve Ulusal Kimlik Sorunumuz
Çağımız toplumu bugün hâlâ XIX. yüzyıldaki büyük değişmelerin yarattığı sorunlara cevap arıyor. Bu sorunlar elbette çok yönlüdür. Ne var ki, bunların hepsinin de Batı'da gerçekleşen Sanayi Devriminin yarattığı toplumsal çalkantılardan kaynaklandığını ileri sürmek yanlış olmaz. Batı ülkeleri Sanayi Devrimin uluslaşma, özgürleşme ve sınıf kavgalarını yumuşatıcı toplumsal önlemler arama süreciyle birlikte yaşadılar. Ancak bu arayışlar, iktisadî sistemlerinin mantıkî sonucu olan büyük sömürge imparatorluklarının kurulmasını önleyemedi. XX. yüzyılda ise, iki büyük dünya savaşından sonra, sömürge imparatorlukları tasfiye oldu ve insanlığın, iktisadî azgelişmişliği yenememiş büyük bir kısmı, yepyeni koşullar içinde kendi kimlikleri üzerinde düşünmeye başladılar. Türkiye bu açıdan Batı dünyasından da, eski sömürgeler topluluğundan da farklı bir deneyim yaşadı. XX. yüzyıl başlarına kadar bir «imparatorluk» kadrosu içinde yaşaması, onu Batı sistemine yaklaştırıyordu. Oysa Osmanlı İmparatorluğu, eski tip bir imparatorluktu. Kapitalizmin ürünü olan ve bir «metropol» ile « periferi» den oluşan modern imparatorluklara benzemiyordu. Öte yandan Osmanlı devletinin, giderek iktisadî ve siyasî bağımsızlığını kaybetmesi, onu sömürge ülkelere yaklaştırıyordu. Türklerin uluslaşma sorunu, objektif koşulların yarattığı bu çelişkili durum içinde gelişti. Bugün «kimlik sorunumuz» ve dünyadaki yerimizle ilgili değerlerimiz, hâlâ çıkış noktasındaki bu çelişkiden doğan sorunları yenmiş değildir.
Osmanlı devleti iktisadî ve siyasî bağımsızlıkla beraber, kültürel bağımsızlığını da kaybetti. Bu yüzden, kendi kimliğimizle ilgili düşünce ve duygularımız, Batı kültürünün yarattığı disiplinler ve ideolojiler ortamında şekillendi. Bugün aydınlarımız arasında uluslaşma sürecimizin açıklanması ile ilgili çalışmalara sık sık rastlıyoruz. Ancak bu çalışmalar daha çok kendi kaynaklarımızın incelenmesine ve değerlendirilmesine dayanıyor.
Irkçılığın İkili Kökeni
Thévenot ve Pierre Belon gibi Osmanlı devletini geçmiş Fransızların gözlemlerinden yararlanarak, Türklerin, beyaz, iyi yapılı ve güzel bir ırk olduğunu ileri sürdü. Linne ve Buffon'la başlayan ırklarla ilgili gözlemler, kısa bir süre sonra, bilim çevrelerinde, insanla ilgili daha sağlam fizikî kriterlerin aranmasına yol açtı. Bu yolda dikkatler çok geçmeden insanın yüzü ve kafa yapısı üzerinde toplandı ve iki yeni disiplin ortaya çıktı. Bunlardan birincisi, İsviçreli doktor J. C. Lavater'in 1775'te yayınlanan eserinde ifadesini bulan «fizyonomi» ilmi idi. Buna göre insan karakterini yüz hatlarına göre anlamak mümkündü ve ırklarla fizyonomiler arasında yakın bir ilişki vardı. Lavater, Buffon'un fikirlerine katılarak Türkleri övüyor, fakat onları «en asil Küçük Asya kanı ile, Tatar ırkının maddî ve kaba unsurları karışımı» olarak görüyordu. Daha sonra, başka bilginleri aktararak, fiziki betimlemeler ve fizyonomi analizleri yapıyordu. İkinci disiplin, aşağı yukarı aynı tarihlerde Pierre Camper'in geliştirdiği, «kafatası bilimi» (craniologie) idi. Camper, diğer fizik özellikleri de gözönünde bulundurmakla beraber, ırk tayininde asıl önemi kafatası yapısına veriyor ve bu konuda ölçüler saptıyordu. Türklerle ilgili olarak da, Buffon'un fikirlerine katılıyor ve bunları tekrarlıyordu. XVIII. yüzyıl sonunda ise Blumenbach, kafatası özellikleri hakkında yeni tezler ileri sürüyor, kafatasını tiplere ayırıyor ve insanlığı da beş ırk halinde ele alıyordu. Blumenbach'ın XIX. yüzyıl antropolojisini çok meşgul eden sınıflamasına göre, insan ırkları şunlardı :
Kafkas ırkı; Moğollar; Habeşler; Amerikalılar; Malaylar. Bu tasnifte Türkler, çok olumlu olarak görülen –ve Batılı etniği oluşturan— Kafkaslar içinde yer alıyorlardı. XIX. yüzyıl başlarından itibaren, Batılı antropoloji, örgütlenme çabalarına girişti. Fakat yüzyılın ilk çeyreği savaş yıllarıydı ve antropologlar insanın fizik özellikleriyle ilgili bilgileri zenginleştirecek seyahatlerden ve verilerden bir süre yoksun kaldılar.
Aslında 1800'de doktor ve bilim adamlarının kurduğu «İnsan Gözlemcileri Derneği» antropolojiye bir disiplin getirme amacını taşıyordu. Ne var ki, somut bilgilerde ciddî bir artışın olmayışı, derneği dönemin politik kavgaları içine itti. Yunan ihtilâli yıllarında, dernek Yunan taraftarlarıyla doldu. Yunan buhranının bitişi ve Avrupa'da bir barış döneminin kurulması, bilimsel seyahatlere yeni bir hız verdi. Yeni dernekler kurulmaya başlandı ve dünyanın dört bir yanından kafatasları toplanarak, «müze»ler kuruldu. Artık «kafatası» dönemine girilmişti ve «Ethnica Crania» incelemeleri, antropoloji çalışmalarına egemen oldu. Bu çalışmaların en ilginçlerinden biri, Amerikalı antropolog S. G. Morton'un, 1839'da yayımlanan Crania Amencana'sıdır. Morton, insanları, Blumenbach gibi beş ırka ayırıyor ve her ırkı da alt bölümler şeklinde inceliyordu. Ancak, Blumenbach'dan farklı olarak, Türkleri Moğol ırkının bir dalı olarak kabul ediyordu. Bununla beraber Morton, Türklerin epeyce eski tarihlerde «Çerkez, Gürcü, Rum ve Araplarla karışarak fizikî özelliklerini değiştirdiklerini ve güzel bir halk olduklarını» yazıyordu. Crania Americana'yi çeşitli Crania'lar izlediler. Bunlardan, iki İngiliz antropologunun 1865'te yayınladıkları Crania Britannica'da, Britanya adalarının en eski halkları keşfedilmeye çalışılıyordu. Yazar, brakisefal kafalı olduğuna inandığı bu halkın, İskandinav etnologlarına göre «Turan» kökenli olduğunu söylüyor ve Kayser'in bu konuda kesin bir kanıya sahip olduğunu ilave ediyordu. Kendisi ise, ayrı bir «töton» kökeni teorisi geliştiriyordu.
1859'da Paris Antropoloji Derneği'nin kurulması ve bunu, çok geçmeden, diğer ülkelerdeki Dernek'lerin izlemesi, antropoloji çalışmalarına yeni bir hız kazandırdı. 1870'lerde eser veren bir bilim adamı, gerek antropoloji ve ırkçılık tarihi bakımından, gerekse yakın tarihimizde tartışılan bazı tezler bakımından son derece önemlidir. Bu bilim adamı, Fransız antropologu G. de Mortillet'dir. Mortillet, kafatası tipleri açısından uygarlık tarihine eğiliyor ve bu açıdan ilişkiler saptamaya çalışıyordu. Bu yazara göre, insanlık tarihinde ilk büyük devrim olarak kabul edilebilecek neolitik devrim, berakisefal kafalı insanların eseriydi. Mortillet'yi işgal eden büyük sorun, insanların tarıma geçtiği, hayvanları ehlileştirdiği, çömlekçiliği başlattığı bu büyük atılımı gerçekleştiren brakisefallerin kimler olduğu ve nereden geldikleriydi. Yazar, ehlileştirilmiş hayvanların mukayeseli tarihini inceleyerek, bunların Kafkasya'dan, Kazey Batı İran yaylalarından ve Hazar kıyılarından geldiği sonucuna vardı. Mortillet çalışmalarını yaptığı yıllarda,. Macar asıllı başka bir âlim de ilk göçler ve ilk uygarlıklar üzerinde dikkatini toplamıştı. Gerçekten Ujfalvy, asıl önceliği kafatası özelliklerine vermekle beraber, karşılaştırmalı dil çalışmalarından da esinlenerek yeni bir görüş ortaya atmıştı. Orta Asya seyahatlarıyla toplanan kafatasları üzerindeki incelemelerinin sonucu olarak, Ujfalvy şunları söylüyordu : Dünyada ilk göçler, Orta Asyalı ırklar ve «özellikle onların Moğol ve Turan kolları tarafından başlatıldı». Bunlar Germen, hattâ Keltlerden önce Avrupa'ya yerleşerek Avrupa'nın ilk halkını oluşturdular.
Çağdaş filologlara dayanarak eski Mezopotamya dilleri ile Turan dilleri arasındaki benzerliklere dikkati çeken Ujfalvy, Vambéry'nin bulgularını da değerlendirerek, «aryan»ların beşiğini bulmaya çalıştı. Hiç kuşkusuz, bu fikirler daha çok varsayımlar halindeydi ve tüm antropologların onayını sağlamıyordu. Bununla beraber bu dönem antropolojisine «kafatası bilimi» egemendi ve bu tezler hararetle tartışılıyordu. Bu tartışma içinde, İsviçreli antropolog Eugène Pittard'ın fikirleri, Türkler için özel bir önem taşıyordu. Mortillet ve Ujfalvy gibi, Pittard da brakisefallere büyük bir önem veriyor ve neolitik devrimin brakisefallerin eseri olduğuna inanıyordu. E. Pittard, Balkanlar'da ve Anadolu'da yapılan kazılarda elde edilen kafatasları ile ilgili bulguları, Asya'daki bulgularla karşılaştırıyordu. 1911'de Balkan Türklerini inceleyen Pittard, onların brakisefalle dolikosefal arası bir kafatası biçimi olan mezatisefal oldukları sonucuna vardı. Oysa Asya Türkleri ile ilgili incelemeler, onların brakisefal olduklarını ortaya koyuyordu. Bunun dışında, Pittard, en eski zamanlarda «ön Asya'da bir yerde» yaşamış olan, açık tenli, mavi gözlü bir halkın varlığını ileri sürerek, bunların kim olduğunu soruyordu. E. Pittard, dikkatli ve titiz bir araştırıcıydı. Devamlı ihtiyatlı ifadeler kullandı ve kesin hükümlerden kaçındı. Kafatası çalışmaları, onda Türklere karşı büyük bir ilgi uyandırmıştı. Bu ilgiye yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'ni de ortak etmek istedi. Gerçekten 1924 tarihini taşıyan eserinde şu satırları okuyoruz : «Kurulmakta olan Yeni Türkiye'nin, etnik unsurlarının böyle bir analizine ilgi duyacağı ümit edilir». Biliniyor ki, yeni Türkiye 1930'larda bu yönde bir ilgi duydu. Hem de kuvvetle duydu. Fakat şimdilik bu ilginin biçimini ve tartışmasını ileriye bırakarak, Batı'da ırkçılığın ikinci gelişme çizgisine eğilelim..
Gerçekten, IV. ve V. yüzyıllarda kuzey ormanlarından inen Germen kavimleri, Roma İmparatorluğunu yıkmış ve Avrupa'ya egemen olmuştu. Ne var ki, Germenler Hristiyan olduktan sonra, eski ve yeni halklar arasında bir düşmanlık kalmamış ve Kilise kanalı ile Roma kültürü yeniden egemen olmaya başlamıştı. Ancak, XVIII. yüzyılın sosyolojik gelişme düzeyi ve fikrî arayışları ortamında, sorunu tekrar ele alan düşünürler, yeni bir durumla karşı karşıya olduklarını hemen farkettiler. XVIII. yüzyıl, en klâsik biçimini Fransa'da bulduğu gibi, toplumun tüm katmanlarının aristokratik ayrıcalıklara karşı birleştiği bir dönemdi. Oysa Avrupa tarihini etnik açıdan ele alan yazarlar, Aristokrasi - Tiérs Etat kavgasının aslında fetihçi kavimlerle (Germenler) eski halklar (Gallo-Romenler, Keltler, vs.) arasındaki bir kavga olduğu kanısına vardılar. Böylece Ortaçağda unutulduğu sanılan bir kavga, yepyeni kavramlarla ve yepyeni boyutlar içinde tartışılmaya başlandı. XVIII. yüzyılda Frank kökenli aristokrasiye büyük bir sempati duyan Boulainvilliers'nin başlattığı bu tartışma, asıl teorisyenlerini XIX. yüzyılda F. Guizot ve A. Thierry gibi tarihçilerde buldu. Tarih araştırmalarına büyük bir hız kazandıran bu tarihçiler, Fransa ihtilâlinde ortaya çıkan büyük kapışmayı, aslında fetihler sırasındaki kapışmanın tekrarı olarak görüyorlardı. Bunlara göre Fransa ihtilâli, eski halkların, yani Gallo-Romenlerin, fetihçi aristokrasi Franklara karşı bir intikamıydı. Ancak yeni . girilen ulusal dönemde, bu çelişki nasıl çözülecekti ve nasıl bir senteze varılacaktı? Bu yönde iki gelişme oldu. Birinci görüş, Fransız tarihçilerinin çağdaşları olan Marx ve Engels tarafından geliştirildi.
Tarihi maddeciliğin kurucuları, Fransız yazarların etnik yönünü vurguladıkları kavganın sınıfsal yönüne ağırlık verdiler. Buna göre, son derece şematik bir şekilde, Franklar aristokrasiyi, eski halklar ise burjuvaziyi ve onun müttefiki olan diğer sınıfları teşkil ediyorlardı. Sorunun bu biçimde sunulması, ırk ve etni kaygılarını ikinci plana itiyor ve analiz yöntemini tamamen değiştiriyordu. Bu analiz çerçevesinde, «üretim ilişkileri» ve «üretim güçleri» gibi yeni kavramlar geliştirilerek, iktisadi alt-yapıya öncelik verildi. İkinci gelişme çizgisi, sentezi yeni bir sosyal düzende değil, fetihçi kavimlerle eski halkların ortak ataları olan çok eski bir etnik grupta arıyordu. Bu arayış, başka bir yönden de üstün Batı uygarlığına saf bir etnik temel bulma çabasıydı. Ne var ki, Avrupa'daki etnik karışım gözönünde bulundurulursa, böyle bir yaklaşımın pratik güçlükleri ortadaydı. Bununla beraber, bu güçlükler, bu konudaki gelişimleri engelleyemedi. Batı'nın etnik temelini teşkil eden «saf bir ırk» teorisi en çok Almanya'da kabul buldu. Bunun, Almanya'nın o zamanki sosyopolitik açıdan özel koşullarıyla ilgisi olsa gerektir. Daha XIX. yüzyılın başlarında, J. G. Fichte, «Alman Ulusuna Söylev»inde, Almanların «ırk saflığını» en çok korumuş ulus olduğunu ileri sürüyor ve Alman karakterinin erdemlerini sayıyordu. Bu düşünce XIX. yüzyıl ortalarında büyük mesafeler kazandı : Germen aşiret şefleri ilâhlaştırıldı; Arminius'ün anısına abideler dikildi, Siegfried'in Niebelungen'e zaferi üzerine şarkılar, operalar bestelendi. Aynı tarihlerde bir Fransız diplomat ve edebiyatçısı «Irkların Eşitsizliği Üzerine Deneme»sinde, beyaz ırkın en asil kolu olan Aryanları övüyor ve bunların kökenini arıyordu. Gobineau, eserlerinin edebi niteliği dolayısıyla çok yaygın bir kitleye ulaşmış ve «ırkçılığın babası» sayılmıştır. Oysa aslında ırkçılık bilim adamları tarafından geliştiriliyordu. Gobineau gibi yazarlar, bu gibi fikirlerin yayılmasına hizmet etmişlerdi. Ayrıca belirtelim ki, Gobineau kendine özgü ve üstün ırkın geleceği açısından kötümser yorumlar getirmiştir. Bununla beraber, çok popüler olmuş ve Fransız olmasına rağmen, eserleri en çok Almanya'da okunmuştur. Gobineau'nun «aryan» teorisinin XIX. yüzyıl sonlarında «pangermen» doktrini adı altında nasıl yaygınlaştığını ve bu teorinin desteğiyle, junkerlerin ve bankerlerin nasıl dünyayı paylaşmaya kalktıklarını anlatmak, konumuz içinde bulunmuyor.
Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı'nda bu fikirler yenilmekle beraber, çok geçmeden Nazi doktrini olarak çok daha kaba bir biçimde yeniden iktidara gelmişlerdir. Nazizm konusuna ilerde tekrar döneceğim. Şimdi aryan ırkçılığının «bilimsel» temelleri üzerinde bazı bilgiler vermek istiyorum. İnsanların fizikî özelliklerinden (kafatası, renk, vs.) hareket eden ırkçılık, nasıl bilime dayanma iddiasında idiyse, Batı halklarının kökenini arayan ırkçılık da bilimsel bir taban aramıştır. Tarih araştırmalarının böyle bir öncü ırkı ortaya koyamaması, ilgi sahasını dilbilim çalışmalarına yöneltmiştir. Daha XVIII. yüzyılın sonlarında İngiliz filologu W. Jones, Batı dillerini yapısal olarak karşılaştırıyor ve bunların kökenini en eski hint dili olan Sanskritçe'de buluyordu. Daha sonra Alman filologu F. Bopp ve başka birçok dilbilgini bu çalışmaları geliştirmiş ve mukayeseli dil çalışmaları «dil grupları»nın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunlardan Batı uluslarının dilleri «Hint-Avrupa» dilleri olarak tanımlanmış ve bu sıfat, bazı alt-gruplarla birlikte, Batı uygarlığının kültürel temeli olarak kabul edilmiştir. Bu grubun dışında Ural-Altay, semitik vb, gibi başka dil grupları da saptanmış ve bu konularda son derece zengin bir edebiyat ortaya çıkmıştır. Ancak bu çalışmalar doğrudan doğruya «üstün bir ırk»ı ortaya koymuyor; sadece bu yönde spekülasyonlara ortam hazırlıyordu. Irkçı gözlemler, bilimsel verilerin yokluğunda, efsaneler ve destanlarla beslenmiş ve «aryan fantazmı» böylece ortaya çıkmıştır. Şimdi bu yarı-bilimsel, fakat daha çok ideolojik gelişmenin, Türkleri nasıl gördüğünü saptamaya çalışalım. Üstün ırk sayılan «aryan»larla ilgili çalışmalar iki noktada toplanıyordu. Bu «ırk»ın ilk yurdu neresiydi? Ve karşılaştırmalı dilbiliminin verilerine göre nasıl gelişmiş ve kollara ayrılmıştı? Gobineau, aryanların ilk beşiği olarak Orta Asya'yı, Hazar Denizi ile Altay dağları arasındaki bölgeyi ve «Turan»ı işaret ediyordu. Ancak şunu da hatırlatıyordu: «Turan denilen ülkede, en eski çağlarda, sanılanın aksine sadece sarı ırktan değil, aryan halklar da oturuyordu». Kısaca Gobbeau Türkleri sarı ırktan sayıyor ve onlarla ilgili farklı düzeyde fikirler geliştiriyordu. Gobineau'ya göre, dört yüzyıl içinde Osmanlı Türkleri, devşirme usulü ve köle ticareti yoluyla son derece karışmış ve beyaz ırka özgü bir görünüm kazanmıştı.
Tanınmış İngiliz dilbilimcisi A. H. Sayce, bu konuda değişik fikirler ileri sürdü. Mezopotamya uygarlıkları uzmanı olan bu yazar, 1874'te yayımlanan eserinde, dil yapılarından hareketle Fırat ile Dicle arasında kurulan en eski uygarlığın «Turan» ırkının eseri olduğunu ileri sürüyor, Sümerce ile bu diller arasında benzerlikler buluyor ve giderek Avrupa'da en eski halkın Turan'lar olabileceği tezini ortaya atıyordu. Başka birçok filolog tarafından da paylaşılan Sayce'ın bu tezi, karşılaştırmalı dilbilim çalışmalarının ırkçılık açısından çıkmazını gözler önüne sermektedir. Çünkü dil araştırmaları, uygarlık tarihine, uygarlık tarihi ise Sümerlere götürüyordu. Oysa Sümer dili Hint-Avrupa dil grubundan değildi ve sonuç olarak Sümerlerin de aryan olmaları söz konusu olamazdı. Bu durum ırkçı ideolojinin gelişimini önlemedi. Sadece onu ciddi araştırmalardan daha da uzaklaştırdı. Almanya'da Nazi doktrini halinde ortaya çıktığı zaman, tam bir hezeyan halini almıştı. Bu makale çerçevesinde Nazi ideolojisini bütün yönleriyle anlatmak elbette söz konusu değildir. Fakat onun, Türkleri yakından ilgilendiren iki özelliğine dikkati çekeceğim. Bunlardan birincisi, Nazizmin sadece Almanya adına geliştirilmiş bir doktrin olmayıp, tüm Batı adına geliştirilmiş bir ideolojisi olmasıdır. Gerçekten Nazizme göre, Batı uygarlığı ırk temeline dayanılarak yüceltiliyor ve Almanlar da bu ırkın en saf kolunu teşkil ediyordu. Diğer Batılı uluslar, aryan ırkının karışmış ve bozulmuş dalları idiler. Daha önce de belirttiğim gibi, aryan teorisinin gelişmesinde Almanlar kadar Alman olmayan yazarlar da rol oynamış, hattâ İngiliz asıllı H. S. Chamberlain gibi, ırkçı fikirleri yüzünden Almanlığı seçen yazarlar da çıkmıştır. Fransa'da da ırkçılığın kurucusu G. Vacher de Lapouge, «aryan» ırkını övmüştür. Kısacası Nazi rejimine temel teşkil eden fikirler Avrupa'da doğmuş, Avrupa'da yayılmış ve ancak birtakım özgül nedenlerle Almanya'da iktidara gelmiştir. Nazizmin ikinci özelliği, bu söylediklerimizin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır ve şöyle özetlenebilir : Irk temeline dayanan Batı uygarlığı bir yandan Yahudilerin, öte yandan da Bolşevizmin tehdidi altındadır ve bu tehlikelerin bertaraf edilmeleri gerekir. Nazizmin Yahudilere karşı tutumu ve bunun trajik sonuçları herkes tarafından biliniyor. Bu konuda bizim söyleyebileceğimiz yeni birşey yoktur. Buna karşılık Nazilerin, Bolşevik düşmanlığını ırkçı temellere dayandırması ve meşrulaştırması, üzerinde fazla durulmamış bir konudur. Aslında Sovyetler Birliği gerek enternasyonalist felsefesi, gerek sosyal sistemi itibariyle, Nazilerin dünya egemenliği özlemine büyük bir engel teşkil ediyordu. Fakat Naziler Rus halkını, komünist olmaktan önce, karışmış ve melezleşmiş bir ırk olmakla; daha açık bir ifadeyle Moğol, Tatar ve Türk kanı taşımakla suçlamışlardır. Öyle görünüyor ki, onlar için böyle bir mantık sistemi daha tutarlı ve daha ikna edici idi. Nazizmin bir numaralı teorisyeni A. Rosenberg, 1930'da yayımlanan temel eserinde, Bolşevizmi «Moğolların Kuzey kültürüne isyanı ve step özlemi» olarak tanımlıyor ve Lenin'i bir komünist lider olmaktan önce, bir «Tatar-Kalmuk» bozuntusu olmakla küçültüyordu. Aynı fikirler, daha açık bir biçimde, Nazizmin başka önde gelen bir teorisyeni ve Hitler'in tarım bakanı R. Walter Darré tarafından işlendi. Walter Darré' ye göre, «Bolşevizm, doktrininin temeli itibariyle, Marksizmin Tatar fikirlerine uygulanması, başka bir deyişle göçebeliğin modern bir biçimidir. Amacına varmak için farklı araçlar kullanmakla beraber, Hunların, Macarların, Tatarların, Türklerin Germen Avrupasına ebedi hücumlarından hiçbir şekilde farklı değildir». Görüldüğü gibi, Nazi teorisyenleri, Sovyet Rusya'ya ikinci bir «Şark Meselesi» gibi yaklaşmışlar ve «ırk karışımı» kanalıyla da bunu birinci «Şark Meselesi»ne bağlamışlardır. Bununla beraber, Türkiye, yaklaşan savaş açısından sahip olduğu büyük stratejik önem dolayısıyla, sistematik bir kampanya konusu olmamış, hattâ bazı Alman türkologlar Turancılığı övmüş ve Türkiye'de işbirlikçi çevreler yaratmaya çalışmışlardır. Irkçılığın Nazi doktrini biçiminde Almanya'da iktidara gelmesi, dünyayı savaşa sürüklemesi ve işlediği cürümler, ırkçılık tarihinde yeni bir dönemin açılmasına yol açmıştır. O zamana kadar kendisine az çok «bilimsel» bir görüntü vermeye çalışan ırkçılık, bütün iğrençliği ile ortaya çıkmış ve tüm itibarını kaybetmiştir
Âlimler, İdeologlar ve Türkologlar
Irk konusundaki araştırmalarda daima iki türlü kaygı bir arada bulunmuştur : Bilimsel kaygı ve ideolojik kaygı.
Bilim adamları, doğa kanunlarını izleyerek, şu soruları sormuşlardır:
İnsanlar biyolojik özelliklerine dayanılarak ırklara ayrılabilirler mi? Eğer ayrılabilirlerse hangi ırklar vardır? Irklar eşit midirler? Tarihte uygarlıklarla ırklar arasında bir ilişki kurulabilir mi? Bu sorulara araştırıcılar hiçbir zaman kesin cevap verememişler, daha ziyade varsayım niteliği taşıyan tezler geliştirmişlerdir. Buna karşılık, ideologlar, belli bir inancı, bilimsel bir kisve altında kabul ettirmeye ve yaymaya çalışmışlardır. Bu inanç şudur Batı uygarlığının üstünlüğü, birtakım coğrafî koşulların ve tarihi rastlantıların sonucu değil, fakat tayin edici biyolojik özelliklerin sonucudur. Yani Batılılar ırk itibariyle üstün oldukları için, uygarlıkta da üstün olmuşlardır. Bu tez, edebiyat, şiir ve müzikle karışık bir halde geniş bir yayılma alanı bulmuş ve giderek Batılı olmayan insanların da —farkına varmadan— kafalarına yerleşmiştir.
Bu yazı çerçevesinde, bizde pek bilinmeyen birçok yazar ve eser ismi zikretmiş bulunuyorum. Aslında bu konulardaki edebiyat, elbette burada aktardıklarımızdan kıyaslanamayacak kadar fazladır. Sadece en önemlilerini aktarmakla yetindim. Zamanlarında çok önemli isimler olan bu yazarların çoğu, bugün Avrupa'da bile tamamen unutulmuşlardır. Ne var ki, yazarların ve eserlerin unutulmasına rağmen, ırkçı önyargılar hâlâ yaşamasaydı ve bir çeşit kollektif bilinçaltı meydana getirmeseydi, birtakım kitapların kütüphane raflarından çıkarılması zahmete değmezdi. Oysa ırkla ilgili tartışmalar ve ırkçı tezler, XIX. yüzyıl düşüncesini ve ulusal hareketlerini derinden etkilemişler ve acı faşizm deneyine rağmen, bu etkiler günümüze kadar gelmiştir. Gerçekten, XIX. yüzyıl sonlarında ırklar ve uluslarla ilgili tartışmaların, antropoloji ve filoloji kanalıyla çok geniş bir alanı etkilediğini görüyoruz. Bu dönemde, örneğin Spencer'in ırkçı-evrimci felsefesi, Fransa'da H. Taine'in kişiliğinde tarih analizlerine temel teşkil ediyor; Gustave Le Bon'un sosyal - psikoloji analizleri tüm dillere çevriliyordu. Bu fikir ortamı Osmanlı devletini ve Türkleri «şarkiyatçılık» ve özellikle «Türkoloji» kanalıyla etkilemiştir. Osmanlı devletinin son döneminde ulusal bilincin gelişmesi, başlangıçtan itibaren şarkiyatçılığın bir dalı olarak gelişen «Türkoloji»nin etkisi altında kalmıştır. Türkoloji ise, XVII. yüzyılda Cizvit papazlarının başlattığı Sinoloji (Çin araştırmaları) disiplinine bağımlı olarak gelişmiştir. Gerçekten Çin uygarlığı ile bilgilerin artışı ve Çin kaynaklarının tanınması Orta Asya Türkleri ve bunların tarihi ile ilgili birçok bilginin ortaya çıkmasına yol açmıştı. İşte, kendisi de sinolog olan ve bu konudaki bilgileri değerlendiren Deguignes, XVIII. yüzyıl ortalarında eski Türklerle ilgili ilk eseri yazmıştır. Deguignes ese inde Hiong-nou'lardan başlayarak, daha sonra birçok eserde —yer yer düzeltilerek— tekrarlanan bilgileri vermiştir. Deguignes, «zalim ve acımasız» olarak nitelediği Türklerin, hangi isimler altında anıldıklarını ve gelişmelerini anlatmış ve Ergenekon destanının Çin kaynaklarına dayanan ilk versiyonunu vermiştir. Deguignes'in eseri, Osmanlıların dikkatini yüz yıldan fazla bir süre sonra çekecektir. 1822'de «Asya Derneği»ni (Societe Asiatique) kuran ve 1828' de Journal Asiatique'i çıkararak şarkiyatçı çalışmalara hız kazandıran iki âlim, J. Klaproth ve A. Rémusat, Türkoloji bakımından ayrı bir önem taşıyorlardı. Bu yazarlar, çağdaş antropologların Türkleri kafkas ırkından sayan tasniflerini kabul etmemekle beraber, onları Moğollardan ve Tatarlardan da ayırıyorlardı. Klaproth bu açıdan Ebülgazi Bahadır Han'ın «Şecere-i Türk»ünde dahi, Türklerin «beyaz tatarlar» adı altında ayrı ele alındığına dikkati çekmiştir. A. Rémusat da Rus yazarların Türkleri yanlış olarak Tatar saydığını ileri sürmüş ve fizyolojik kriterlerle tamamlanması gereken dil tasnifleri ileri sürmüştür. Türklerin kökeni ve Moğol - Tatar kavimleriyle ilişkileri, OsmanIı imparatorluğunda da ilgi yaratan birtakım başka eserlerde tekrar ele alınmıştır. Fakat bu konuda en popüler olan ve Osmanlı devletinde Türkçülüğün doğuşunu en çok etkileyen eser, Leon Cahun'un 1896'da yayınlanan eseri olmuştur. Leon Cahun gerçek anlamıyla bir Türkolog değildi. Fransız kaynakları da kendisini «edebiyatçı» olarak tanımlamaktadır. Eserinin etkisinin büyüklüğünde, herhalde orijinalliğinden çok, üslûbu ve yayınlanma zamanı rol oynamıştır. Gerçekten XIX. yüzyıl sonlarında Türkçülüğün, kültürel plandan politik bir hareket haline dönüşmesi için ortamın hazır olduğu görülüyor. Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları'nda Türkçülük tarihini anlatırken, Leon Cahun'ün eseri hakkında şunları yazmaktadır:
«1896' da İstanbul'a geldiğim zaman, ilk aldığım kitap, Leon Cahun'un tarihi olmuştu. Bu kitap adeta pan-türkizm mefkûresini teşvik etmek üzere yazılmış gibidir». Avrupa'daki Osmanlı muhalefeti ile uzun temasları olan ve onları etkilemeye çalışan L. Cahun'un siyasal bir misyonu var mıydı? Bu dikkatle incelenmesi gereken bir konudur. Elimizde bu konuyla ilgili somut bilgiler bulunmuyor. Fakat sadece eserinin incelenmesi ve Türkçülügün doğuşundaki etkisinin ortaya konulması dahi, herhalde bir miktar düşündürücü ve aydınlatıcı olacaktır. Leon Cahun'un eseri sadece eski Türkler hakkında bilgi veren bir eser değildir. Yazar, aynı zamanda değerlendirmeler yapmakta, hükümler vermekte ve adeta yön göstermektedir.
Cahun, Türkleri İslâm öncesi ve İslâm sonrası olmak üzere iki dönemde incelemekte ve Türklerle ilgili olarak pek de olumlu şeyler düşünmemektedir. Yazara göre Türkler ve Moğollar, bir uygarlık yaratmaktan ziyade, Çin ve İran uygarlıkları arasında aracılık yapmışlar ve amaçları bunlardan hemen yararlanmak olduğu için, bu uygarlıkları bile tam olarak benimseyememişlerdir. Biyolojik anlamda ırkçılığın saçmalığına değinen yazar, yine de yer yer bir «Türk karakteri» çizmekten kendini alamamıştır. Buna göre Türkler, kafa değil gönül insanlarıdır. «Türkler, anlayış bakımından, insanlar içinde sonuncudur.. İnanmaktan daha fazlasını istemezler ve anlamaya hiç çalışmazlar». Yazar Türklerin bu manevi özellikleri dışında, fizik özellikleri ile ilgili olarak da bazı olumsuz bilgiler verdikten sonra, şunları yazmaktadır : «Hunlar, Türkler, Moğollar, ince ve uzun Avrupalılara korkunç ve şekilsiz cüceler gibi görünüyorlardı». Bu satırların yazarının, Türkçülüğün kuruluşunda ilk plânda adı geçen bir şahsiyet oluşu bugün şaşırtıcı görülebilir. Fakat unutmayalım ki, ulusçuluğun yeni doğduğu bir dönemde, bu gibi âdeta kendine karşı ırkçı fikirler Osmanlılar arasında bile yaygındı. Ziya Gökalp, «Türklüğün Başına Gelenler»i anlatırken, bu konuda çeşitli örnekler verir. Bu yüzden İstanbul’lu Türkçüler, Cahun'un eserinin daha çok «olumlu» yönleri üzerinde durmuşlardır. Bu, «olumlu» yönler nelerdir? L. Cahun, anlama kapasitesi ve uygarlık yeteneği bakımından Türkleri küçük görmekle beraber; onların «savaşçı ruhlarını», «cesaret, itaat, doğruluk, aklıselim» gibi erdemlerini övmüş ve «dürüst idareciler, kararlı yöneticiler oldular» diye ilave etmiştir. Yazara göre, «.., Ordu, gerçek Türk için, şahıs haline gelmiş ulustur». Ancak Türklerin İslâmın etkisi altına girmesi, yazara göre, ulusal dehaları açısından olumlu sonuçlar vermemiştir. Müslümanlıkla beraber «Türk, farkına bile varmadan, Müslümanlaşmış Asya'nın, Hıristiyan Avrupa'ya karşı temsilcisi oldu. Herkesten yürekli, herkesten inatçı, ırklarından gurur duyan bu insanlar, arzu ve enerjilerini, yabancıların hizmetinde, tesadüflere ve maceralara bağlı bir şekilde harcadılar» . L. Cahun, şu önemli gözlemi de ilâve ediyor :«Araplar silahla Türklerin hakkından gelemediler. Çok iyi bildikleri bir yönteme, iftiraya başvurdular». L. Cahun'un fikirlerinin önemi ve Türkçülere mesajı burada yatmaktadır. Yazara göre, Müslümanlık gerçek Türk dehasına ters düşmüştü. Selçuklulardan itibaren Türkler bozulmaya başlamıştır. Türkler, özellikle İran devlet gelenekleri etkisine kapılmış ve «İslâm bu yarı - Çinlilerden [Türkler kastediliyor - T.T.] çok katı İranlılar oluşturmuştur». Yazar, Nizamülmülk'ün Siyasetname'sinde ifadesini bulan bozuluş sürecini, iki önemli madde halinde, açıklamaktadır: Dinin (hayatta) çok yer kaplaması ve kadınların, eski Türklerde olan yüce yerini kaybetmesi. Bu konuda Siyasetname'nin karşıtı olarak Kutadgu Bilig'i ele almakta ve gerçek Türk ruhunun örneklerini oradan vermektedir. L. Cahun bu fikri çok sistemli bir biçimde geliştirmemiştir. Ancak mesajı son derece açıktır ve Türkçülere «gerçek Türk ruhu»nun İslâm'ın dışında, Orta Asya'da olduğunu söylemektedir.
Osmanlı devletinin son döneminde, Türkçüleri etkileyen başka bir şarkiyatçı da, Yahudi asıllı bir Macar olan ve Osmanlı devletinde uzun yıllar geçiren A. Vambéry'dir. Vambéry de, L. Cahun gibi, Orta Asya Türklerine büyük bir ilgi duymuş, Ruslara karşı İngiliz çıkarlarını savunmuş ve bu amaçla, sahte bir derviş kıyafetiyle Orta Asya'ya seyahatler yapmış ve Türklerle ilgili bir sürü bilgi toplamıştır. Türkçe ile Macarcanın ilişkisine ilk defa dikkati çeken bu yazar, Yahudi davasını da desteklemiş ve Siyonizmin kurucusu Theodore Herzl'i 1901'de Abdülhamid'le görüştürmüştür. Bu karmaşık şahsiyetin Osmanlı devletindeki rolünü ortaya koyacak bir monografi de, yakın tarihimiz için çok aydınlatıcı olmalıdır. Türkologların Türkleri nasıl inceledikleri , ne gibi sorular sordukları veya değerlendirmeler yaptıkları konusundaki bu özeti, son bir noktayı belirterek tamamlamak istiyorum. XIX, yüzyılda, Türklerin Çin kaynaklarından çıkarılan kökenleriyle ilgili bilgiler egemen görüş haline gelene kadar, Osmanlı tarihini yazan şarkiyatçılar, daha ziyade Osmanlı, İran, Arap ve Grek kaynaklarına eğiliyorlardı. XVIII. yüzyılda Batı’da çok ilgi uyandıran Dimitri Kantemir'in eserinde de bunu görüyoruz. Kantemir'in eserini beğenmeyen Hammer de, meşhur eserinde aynı yolu izlemiştir. Buna karşılık, Hammer'den sonra Osmanlı tarihini yazan W. Zinkeisen'in bu konularda Çin kaynaklarını aktaran Türkologlara dayandığını görüyoruz: Klaproth, Rémusat ve Deguignes gibi.. Bu .yaklaşım, giderek Türk tarihçilerinin de benimsediği egemen görüş haline gelmiştir.
Osmanlı, Türk ve Türkçü
Osmanlı dünya görüşünde «ırk» ve «ulus» kavramları yoktu. Emevîler devrinde Araplarda olduğu gibi, Arap kökenli olmayan Müslümanları «Mevali» sıfatı ile küçülten bir ayrım, Osmanlılara yabancı idi. Şer'î ilimlerden ve yardımcı disiplinlerden oluşan kapalı bir manevî dünya, Osmanlı düzeninde XIX. yüzyıl ikinci yarısına kadar egemen olmuştur. Osmanlılarda tarih anlayışı, silsilenameler şeklinde hikâye edilen kutsal bir tarihti. Bu anlayış içinde şecerelerini Hazreti Nuh'un oğlu Yasef'e kadar götürüyorlardı. Modern çağların ırk ve ulus tartışmaları içinde Hazreti Nuh'un üç oğlu, ayrı üç ırkın ataları haline geldiler. Ham (ve hamiler) siyahları; Sam (ve samîler) semitleri; Yafes ise beyazları temsil eder oldular. Böylece Osmanlılar, âdeta farkına varmadan, kendilerini Batılılarla birleştirmişlerdir. Osmanlılarda Kutsal Tarihi, vakanüvisler, çağlarının somut kronikleri ile devam ettiriyorlardı. Bu anlatım içinde «Türk» sıfatı, daha çok köylüler ve Türkmen aşiretleri için kullanılan ve çoğu kez yanına «kaba», «cahil» gibi küçültücü sözcükler ilave edilen bir sıfattı. Hıristiyan ve Yahudi toplulukları için kullanılan «millet» kelimesi ise, modern ulus anlamına değil, dini cemaat anlamına geliyordu. Osmanlılarda «kimlik sorunu»nun ortaya çıkışı, XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı düzeninin varlığını devam ettirebilmekte karşılaştığı ciddi sorunlarla ilgilidir. Osmanlıların savaşlarda yenilmeye ve bağımsızlıklarını kaybetmeye başladıkları dönemde, bünyelerindeki «millet»ler de, Batı'daki ulusal hareketlerin etkisiyle kıpırdamaya başlamışlardı. Osmanlı bütünlüğü açısından tehlikeli olan bu hareketleri, Osmanlılar kısmen baskı ile, kısmen de bazı «reform»larla önlemeye çalışmışlardır. Bununla beraber, aynı zamanda, Osmanlıların etnik kökeni ile ilgili bir düşünce süreci de başlamıştır. Biraz önce değindiğim bölücü niteliği dolayıcıyla, uzun süre siyasal akım haline gelemeyen bu eğilim, «Türklerin aslı», «Türklerin tarihi», «Türklerin dili» gibi sorunlar etrafında yoğunlaşmıştır. Gerçekten yüzyıllık bir süreden beri «Türklerin tarihi»ni yazmaya çalışıyoruz ve «Türklerin aslı»nı araştırıyoruz.
Aslında sorunun bu biçimde konulmuş olması, kendi irademiz ve seçeneklerimiz dışında belli cevapları da beraberinde getirmiştir. Çünkü bu yaklaşım biçimi, daha önce sorulması gereken temel bir soruyu hasıraltı etmiştir. O da XIX. yüzyılda kendini «Osmanlı» ve «Müslüman» olarak tanımlayan bir topluluğun, ne gibi somut koşullarda ve ideolojik ortamda Türk olmayı seçtiği ve Türkleşmeyi benimsediğidir. Eğer felsefî bir terim kullanmak gerekirse, Türklüğün fenomenolojisidir: Türklüğe temel teşkil eden somut toplum tabanıyla, Türk olma bilinci arasındaki ilişkinin, özgül koşulların da değerlendirilmesi yapılarak, ortaya konulmasıdır. Bu yapılmadığı sürece, «Türklerin tarihi» sadece etnik açıdan yazılmaya mahkûmdur ve bu tarihe verilecek «değerler» de, yarattığımız değerler değil, Batı ideolojisinin ona atfettiği değerler olacaktır. Osmanlılar, «kimlik sorunu» üzerinde düşünmeye başladıkları zaman, kültürlerinde bu konuda kendilerine yardımcı olabilecek düşünce araçları yoktu. Oysa Batı, kütüphane ve kataloglarıyla, bilimsel dernek ve kurumlarıyla, uzmanlaşmış yayınlarıyla bütün dünyaya egemen olacak bir düşünce arsenali yaratmıştı. Sosyo-ekonomik azgelişmişlikle birarada giden kültürel bir azgelişmişlik içinde bulunan Osmanlı aydınları, bu kültür kıtasında düşünmeye başladılar. Eğer sabırlı bir çalışma ile Batı kültürünü özümleyebilseler ve buna kritik bir biçimde bakabilselerdi, sorun çok daha ileri bir çözüme kavuşabilirdi. Oysa, bunun önkoşulları yoktu. Osmanlı aydınları devletten bağımsız değildiler ve hepsinin de ortak amacı «devleti kurtarmak» idi. Bu yüzden Batı düşüncesine selektif bir biçimde ve savunma içgüdüsüyle baktılar. Osmanlı devletinde Türkçü hareketi başlatanlar kısmen Batı'daki antropoloji ve filoloji çalışmalarından yararlandılar; fakat daha ziyade Türkoloji araştırmalarına dayandılar. Daha 1869'da, Mustafa Celâleddin Paşa, Eski ve Yeni Türkler başlıklı eserinde, filolojik verilere dayanarak, Türklerin «Turo - Aryan«(!) bir ırk olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. M. Celâleddin Paşa'nın bu konularda sağlam bir formasyonu yoktu ve tezi ikna edici değildi. Yusuf Akçura, eserin, «şöyle böyle Avrupa metotları kullanılarak... Avrupa kaynaklarından alınıp..» yazılmasını, yine de övgüye değer bulmuştur. Celâleddin Paşa'nın yaklaşımı, Türk aydınları arasında fazla taraftar bulmadı. Son dönem Osmanlı tarihçilerinde aryan-turan sentezi konusunda bir çaba göremiyoruz. Mizancı Murat efendi dahi,. eserinde «Türk cinsi, Hint - Avrupa eczasından biridir» diye yazdığı halde, Türkleri Moğollarla birlikte ele alıyordu. Gerçekten Türkçülüğün doğuşuna daha ziyade Türkologlar egemen oldular. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları'nda, Türkçülüğün ilk döneminde Deguignes'in önemini belirtir ve bu akımın kurucularından Süleyman Paşa için şunları yazar : «...Memleketimizde ilk defa olarak Çin menbalarına istinaden Türk tarihi yazan Süleyman Paşa, bu eserde bilhassa Deguignes'i mehaz eylemiştir». Ancak Türkçülüğü asıl etkileyen eser, yüzyılın sonuna doğru yayınlanan L. Cahun'un eseridir. Eser hemen Necib Asım tarafından Türkçeye çevrilmiş ve hakkında Osmanlı basınında övgüler çıkmaya başlamıştır. Cahun'un eseri hakkında daha önce bilgi verdim. Türkler hakkında epeyce ağır yargılar veren ve ciddi bir Türkolog tarafından «roman gibi» diye nitelenen bu eserin başarı sırrı nerededir? Buna cevabı, Türkçü hareketin tümüyle değerlendirilmesi içinde arayalım.
Osmanlı son döneminde, ulusal bir bilinç yaratma konusundaki fikir çabalarına bakarsak, bunların Batı'da aynı konulardaki kültürel ürünlere göre hazin bir fakirlik içinde olduklarını görürüz. Osmanlı aydınları bu dönemde Batı kültürünün üstünlüğünü kabul etmelerine ve Batı dillerini bilmelerine rağmen, bu kültüre üniversalist bir biçimde yaklaşamamışlar, savunma kompleksi ile hareket etmişler ve farkına varmadan Batının en kötü ideolojisinin etki alanına düşmüşlerdir. Cahun'da temel ilkeleri bulunan bu Türkçülük, siyasal program halini alarak Alman pan-germen hareketinin bir aracı olmuş; Parvus gibi Alman militarizminin ajanları Türkçülere yol göstermişler. Osmanlı ordusu Alman komutanlara teslim edilmiştir. Bunun dışında, Osmanlı son döneminde aldığı biçimiyle Türkçülük, Türk tarihine de yanlış bir yaklaşım getirmiştir. Türklerin tarihte ulaştıkları en uygar seviye, beğenelim veya beğenmeyelim, XV. - XVIII. yüzyılları arası Osmanlı devleti olduğu halde, gözler eski Türk tarihine çevrilmiş ve saf bir Türk uygarlığı aranmaya başlanmıştır. Bir kısım Batı ideologlarının cevabı bile gerektiremeyecek ırkçı yargıları ciddiye alınmış ve bunların çürütülmesi için kalemler seferber olmuştur. Osmanlı yıkılış döneminin yarattığı siyasal sorunlar içinde, aynı yaklaşım, İslâma ve Araba karşı kuşku, güvensizlik ve hattâ düşmanlık yaratmış ve böylece hem kendi tarihimizle hem de yaşadığımız bölgeyle bağlantıyı koparan bir süreç başlamıştır. Burada şu soru sorulabilir : Her ülkede böyle «romantik» bir dönem olmamış mıdır? Bu yaklaşım tarihî evrimin zorunlu bir aşaması değil midir?. Ayrıca tarihi kökenleriınizle ilgili bilgilerimizi artırarak yararlı olmamış mıdır? Cevaplara sonuncu sorudan başlayalım. Türkçü hareket, eski Türklerle ilgili bilgileri Çin kaynakları ile takviye etmişse de, o döneme çok büyük bir ışık tutmamıştır. Bu husus eski Türk toplumlarının niteliklerinden doğan bir güçlükten kaynaklanıyor. Kendi tarihlerini yazmayan, uygarlıklarının bol miktarda nesnel ürünlerini geriye bırakmayan ulusların tarihini, başka ulusların tarihine dayanarak yazmak güçtür. Bu yüzden Orta Asya tarihimiz, efsaneler ve destanlarla karışık bir biçimde bilinmeye devam etmiştir. Ziya Gökalp, meşhur Turan şiirinde, «İlim için müphem kalan Oğuz Hanı, kalbim tanır tamamiyle» diyordu. Oysa birçok tarihçi, efsaneleri bilimsel gerçeklermiş gibi aktarmışlardır.
Romantizmin zorunlu bir dönem olduğuna gelince, burada şu gerçeği gözden uzak tutmamak gerekir : Batı romantizminin aksine, Türk ulusçuluğunun romantik safhası, yerli bir kültür ürünü olmamıştır. Batının, uluslararası buhran koşullarında, politik amaçlarla Osmanlı aydınlarına şırınga ettiği bir programdır. Bu politik programı ve bunun iletiliş mekanizmasını, bugün bile bütün yönleriyle ortaya çıkarmış değiliz. Fakat biliyoruz ki, «yönetici ulus», «asker ulus» diye Türkleri övenler (!) ve onlara Orta Asya'yı gösterenler, aynı zamanda Türkleri «anlayışı kıt», «uygarlığa yeteneksiz» olarak görüyorlardı. Bizim romantiklerimiz, bunların fikirlerini —ve tabii sansür ederek— almışlar ve «asker ulus»la övünmüşlerdir. Bu konuda, tarihi fırsatı kaçırılmış olan, fakat yine de güncelliğini koruyan doğru yaklaşımı saptamak için, Batıya bakmak gerekir. Modern ırkçılığı yaratan Avrupa, antropoloji, filoloji, arkeoloji gibi yine kendi kültür ürünü olan disiplinlerle kendi tarihini incelemiştir. Irkla ilgili araştırmalar, Avrupa uygarlığına bir ırk temeli sağlayamamış, Batılı ulusların son derece karışmış bir etnik tabana sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Irkçılık herşeye rağmen devam etmişse de, egemen görüş olamamış ve ciddî bir şekilde eleştirilmemiştir. Bunun istisnasını teşkil eden Nazi Almanya'sında, ırkçı fikirler, manevi güçlerinden değil, özgül siyasal ve ekonomik koşullardan kaynaklanan bir zafer kazanmışlardır. Irkla ilgili çalışmalar yapan birçok antropolog ve filozof, Avrupa uluslarını nasıl bir etnik sentez ürünü olarak görüyorsa, Türkleri de öyle görmüşlerdir. Irk temeli bulamayan Batı, kendi uygarlığını «kültür» temelinde savunmaya başlamış ve diğer uygarlıklarla farkını orada görmüştür. Gerçekten XVIII. yüzyılda, bir yandan ırkçılık icad edilirken, öte yandan da «halk egemenliği», «kuvvetler ayrımı» ve «fikir özgürlüğü» gibi ilkeler geliştiriliyordu. Batı, egemen düşünce olarak Doğu'yu, düşük bir ırka mensup olduğu için değil, halk egemenliğine dayanmadığı, özgür olmadığı, kısaca «despotik» olduğu için eleştirmiştir. Elbette bu düşünce her zaman objektif ve dürüst bir şekilde ifade edilmemiştir. Fakat, Batı'nın resmi felsefesi bu olmuştur. İşte Osmanlı aydınları, kendilerine bu felsefeyi muhatap alarak, Osmanlı toplumunu demokrasi ve özgürlük açısından eleştireceklerine, ırkçıları muhatap almışlar ve tarihte Türklerin, her türlü etkinin dışında; birçok uygarlıklar kurduklarını kanıtlamaya çalışmışlardır. Bunun çeşitli nedenleri vardır ve bu makalenin konusuna girmeyen birtakım sosyo-ekonomik etkenlerle, Osmanlı aydını devletten bağımsız hareket edememiş, Kapı-Kulu olmuş ve muhalefeti de hemen daima yönetici zümre içinde «hizip muhalefeti» olmuştur.
Kemalizm ve Yeni arayışlar
Osmanlı devletinin çöküşü ve Türk ulusunun bağımsızlık kavgasına girişi, ulusal bilinç ve kimlik sorunu konusunda yepyeni koşullar yarattı. Yeni imparatorluk hayalleri ile birlikte, «yönetici ulus» saplantıları da savrulup gitmiş ve onların yerini «mazlum ulus» bilinci almıştı. Gerçekten Millî Kurtuluş Savaşı önderinin, Türk ulusunu dünya kamuoyuna «mazlum ulus» olarak takdimi ve bu sıfatla haklarının savunulacağının ilanı, gerçek bir zihniyet değişikliğine yol açacak bir kültür devrimi yaratabilirdi. Bunun için de, bu fikrin tutarlı bir tarihi ve toplumsal analiz içine oturtulması ve savunulması gerekti. Nitekim ulusal kurtuluş savaşı yıllarında Atatürk bu analizin temellerini geliştiriyordu. Türk ulusunu «mazlum ulus» olarak ortaya koyunca, ona zulmedenleri de ortaya çıkarmak gerekti. Atatürk bunları, birbiriyle ittifak halinde iç ve dış güçler olmak üzere iki başlık altında görüyordu. Dış güçler, ulusal bağımsızlık savaşını boğmak ve Türkiye'yi yoketmek isteyen emperyalizmdi. Bu konu son derece açıktı ve herkesin gözlerinin önünde serili olan bir durumun ifadesiydi. Buna karşılık iç güçler hangileriydi? Atatürk bu konudaki görüşlerini, Türk tarih anlayışında bir devrim ifade edecek biçimde, İzmir İktisat Kongresini açış konuşmasında dile getirdi. Bu konuşmasında Atatürk, Osmanlı devletinin çöküş nedenlerini açıkladıktan sonra şunları söylüyordu : «Milletin düçar olduğu bu hazin hal ve sefaletin esbabını arayacak olursak doğrudan doğruya Devlet mefhumunda buluruz». Demek ki, iç zulmedici kuvvet de bizzat Osmanlı devleti idi. Atatürk aynı konuşmada, Osmanlı devletinin bağımsızlık sürecini nasıl kaybettiğini anlatmıştır : «Tanzimat devrinden sonra ecnebi sermayesi müstesna bir mevkie malikti. Devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka birşey yapmamıştır». Bunun sonucu olarak da bağımsızlığını kaybetmiştir. «Bir Devlet ki, kendi tebasına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz; bir Devlet ki, gümrükleri için rüsum muamelesi vesaire hakkından menedilir; bir Devlet ki, ecnebiler üzerinde kaza hakkını tatbikten mahrumdur. O Devlet'e müstakil denemez». Bu fikirler, kurulmakta olan yeni devletin ancak «tam istiklâl» ilkesine dayanacağını ifade etmektedir. Atatürk'ün Osmanlı devletine yönelttiği eleştiriler Tanzimat dönemiyle sınırlı kalmamıştır. Osmanlı devletinin zulmedici niteliği, «haşmet» devri için de geçerlidir. Başka bir konuşmasında Atatürk, sultanların, ihtirasları uğruna halkı nasıl peşlerinden diyar diyar sürüklediklerini anlatarak şunları söyler: «Osmanlı tarihinde bütün gayretler, bütün mesâi, milletin arzusu, emelleri ve hakiki ihtiyaçları noktai nazarından değil, belki şunun bunun hususi emellerini, ihtiraslarını tatmin noktai nazarından vukubulmuştur». Osmanlı tarihi ise, halk açısından, gerçekçi bir biçimde yazılacağına, sultanlar ve yönetici zümreler açısından yazılmıştır: «Osmanlı tarihi, baştan nihayetine kadar hakanların, şahısların, en nihayet zümrelerin hal ve hareketini kaydeden bir destandan başka birşey değildir». Günümüzde Osmanlı tarihçiliğinin, hâlâ büyük ölçüde Osmanlı kaynaklarını deşifre etmek ve aktarmak olduğu düşünülürse, bu görüşlerin çağının ne kadar ilerisinde bulunduğu inkâr edilebilir mi? Bu görüşleri bugün Kemalizmin ifadesi olarak ifade edebilir miyiz? Bunu iddia etmek zordur. Bu görüşler Kemalizmin ilk aşamasının, Ulusal Kurtuluş Savaşının felsefesidir. Ulusun bir yandan emperyalizmle, öte yandan da onun yerli ortaklarıyla, yani Osmanlı devletiyle hayat kavgası verdiği bir sırada, başka türlü bir lisan zaten kullanılamazdı. Ne var ki, Cumhuriyetin ilânından sonra bu görüşler giderek unutulmuş ve artık ne emperyalizmden, ne «mazlum ulus»tan, ne de devlet aygıtının toplumsal içeriğinden ve işlevinden söz edilir olmuştur. Kemalizmin radikalizme giden «içtihat kapısı» kapanmıştır. 1930'larda Kadro'cular, 1960'larda Yön'cüler, bu kapıyı —boşuna— zorlayacaklardır. Cumhuriyet dönemine geçilirken Atatürk, «Yeni Türkiye'nin eski Türkiye ile hiçbir alâkası yoktur. Osmanlı Hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur» diyordu. Bununla beraber, yeni yönetici kadrolar, ulusçuluk konusunda geniş ölçüde savaş öncesi yıllarının etkisi altındaydılar. Bu dönem fikir hayatına damgasını vuran Ziya Gökalp, Cumhuriyetle birlikte —büyük bir uyum kabiliyeti göstererek— Turancı hayallerini terketmiş ve «(Türkçülük fikrine) resmiyet veren ve onu fiilen tatbik eden ancak Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleridir» diyerek Türkçülüğün programını yazmaya başlamıştır Türkçülüğün tarihçisi Fuad Köprülü ise, Batılı şarkiyatçıları imrendirecek formasyonunu polemiksel bir biçimde kullanıyor ve Ortaçağ uygarlığına özbeöz Türk katkılarını saptamaya çalışıyordu. Kısacası Cumhuriyetin ilk yıllarında, İttihatçı Türkçülüğü hâlâ etkindi. Ergenekon destanları söyleniyor; bozkurt resmi taşıyan pullar, banknotlar basılıyordu. 1930'da 257 şubesi olan Türk Ocakları ise, savaş öncesi ideoloji ile savaş sonrası ideoloji arasında bir halka teşkil ediyordu. Bununla beraber 1920'lerin sonunda, tarihi kökenimiz ve ulusal kimliğimiz konusunda yeni bir görüşün ilk ifadelerine rastlıyoruz.
Gerçekten 1929'da Budapeşte'de bir konferans veren Reşid Safvet (Atabinen) Bey, Atatürk'le Türkçülüğün «tam bilinç aşamasına» ulaştığını ve Anadolu Türkleri için somut bir program halini aldığını söylüyordu. Konferansçı, «artık bilimin kabul ettiği gibi» Çin'de, Mısır'da, Mezopotamya'da vb. kurulan en eski uygarlıkların temellerini Türklerin attığını ileri sürüyor ve bu ulusun «bazı dejenere hanedanların» mirasına layık olmadığını ilave ediyordu72. Gerçekten bu fikirlerde, tarihteki yerimiz ve ulusal kimliğimiz ile ilgili yeni bir görüşün ifadesini buluyoruz. Bu görüş, Türk Ocaklarından, Türk Tarih Kurumuna geçiş şeklinde örgütleniyor ve 1937'de toplanan İkinci Türk Tarih Kongresinde bütün açıklığı ile ifade ediliyordu. Prof. Afet İnan, en özlü bir biçimde, bu tezi şöyle ifade etmiştir : «Dünyadaki yüksek kültürün ilk beşiği Orta Asya'daki Türk ana yurtları ve o kültürü kuranlar ve bütün dünyaya yayanlar da Türklerdir». Dilde de «Güneş - Dil Teorisi» ile tamamlanan bu görüş ne gibi delillere dayanıyordu? Türk Tarih Tezi'ne yol açan varsayımlar, daha önce özetlemiş olduğum, ırk ve dille ilgili Batılı çalışmaların ürünü olarak ileri sürüldü. Fakat bu çalışmalardan özellikle Eugene Pittard'ınki en etkili oldu. 1924'te yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetine Türklerin etnik kökenleriyle uğraşmalarını öneren İsviçreli antropolog, 1931'de, Türk Tarih Kurumu'nun «Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti» adıyla kurulduğu yılda, «Türkiye'nin Yeni Görünümü» isimli yeni bir kitap yayınlıyordu. 1937'de toplanan İkinci Türk Tarih Kongresine ise fahri başkan olarak katılıyordu. E. Pittard, bu Kongreye sunduğu raporda, eski bir tezi canlandırarak, neolitik devrimi yapan en eski bir ırkla Anadolu halkı arasında bir ilişki kuruyor ve Anadolu'yu tüm uygarlıkların kökeni olan «kutsal bir toprak» ilân ediyordu. Ancak, Pittard'ın tüm çalışmaları değerlendirilirse, aslında Türk Tarih Tezi'nden farklı bir şey söylediği görülür. İsviçreli antropolog, varsayım olarak, Küçük Asya'da en eski bir uygarlığı yaratan bir ırkın mevcudiyetine dikkati çekiyor ve bölge halkı için bir sentez ve devamlılıktan söz ediyordu. Yani Pittard Sümerlerin ve Hititlerin Türk olduklarından ziyade, bugün Anadolu'da yaşayan Türklerin, kökeni Sümerlere ve Hititlere kadar giden, bir sentezin ürünü olduğunu söylüyordu. Bölgede brakisefal kafa biçiminin ağır basması, eski ve yeni halklar arasında ırk farkı olmadığını ortaya kokuyordu. Pittard'ın kafatası çalışmaları, bu tezi ikna edici bir biçimde kanıtlayacak verilere ulaşamadı. Ancak Pittard'da varsayım niteliğini aşmayan görüşler, Türk Tarih Tezinde mutlak gerçek statüsüne kavuşturuldu.
Prof. A. İnan, Pittard'ın tezini, şu şekilde Türk tarihine uyguluyordu : «Anadolu birçoklarının zannettiği gibi XI. asırdan itibaren Türkleşmeye başlamış değildir. Anadolu aynı etnik mevcudiyetine yeni elemanlarını, aynı kökten kopan dalgalarla XI. asırda tazelemiştir. 1071 tarihi İslâm olan Türklerin Anadolu kardeşlerine kavuşmalarını gösterir». Bu haliyle, Türk Tarih Tezi, birtakım ciddi antropologların desteğini kazanan ve Anadolu halkının etnik devamlılığını ve sentezini savunan ilginç bir görüşe, İttihatçı Türklüğü kılıfı giydirmiş ve tüm evrensel uygarlığın başlangıçta Türkler tarafından kurulduğunu iddia etmiştir. Ne Batı ve ne de —bir heyecan dalgasından sonra— Türkiye'de fazla benimsenmeyen ve kısa bir süre sonra zaten unutulan Tarih Tezini ve Güneş - Dil teorisini ayrıntılı bir şekilde anlatmayacağım. Fakat 1930'larda yönetici kadroları bu gibi arayışlara sürükleyen etkenler hakkında biraz düşünmemiz gerekmez mi? R. Eşref Ünaydın, Dil ve Tarih Kurumları ile ilgili anılarında, geçmişimizde üç tarih nazariyesi olduğunu söylüyor ve bunları şöyle anlatıyordu: Önce, İmparatorluk devrinde, Oğuz Han nesline dayanan ve Namık Kemal'in «cihangirane bir Devlet çıkardık bir aşiretten» diye övdüğü bir anlayış vardı. Ziya Gökalp, pergeli biraz daha açarak, «daireyi Turan süsleri ile Börteçene, Alagonya efsanelerine değdirecek kadar genişletici bir Türkçülük nazariyesi» geliştirdi. Üçüncü ve son aşamada ise, Atatürk pergeli sona kadar açarak, Türklerin Avrupa'da bir sığıntı değil, en eski uygarlıkları yaratan kavim olduğunu, «en yeni ve ilmi Batı araştırmalarına, Batı bulgularına ve kazılara dayanan modern kavramlarla» göstermek istedi. Kanımca R. E. Ünaydın, tarihi anlayışımızdaki gelişimi doğru koymamıştır. Osmanlı'da tarih anlayışı, Osmanlı İmparatorluğunu aşan bir evrensel ve kutsal tarih anlayışı idi. Bu görüş Musevi - Hıristiyan kutsal tarih anlayışına bağlanıyor ve onu ileriye doğru devam ettiriyordu. Osmanlı devleti «Cihan Devleti», Osmanlı sultanı «padişah-ı alem» idi. XIX. yüzyılda, geri kalma ve yenilgilerle beraber, bu tarih anlayışının yerini, Osmanlı - İslam tarih anlayışı aldı. Kutsal tarih giderek anlamını büyük ölçüde kaybetti ve Osmanlı sultanı da «İslam halifesi» haline geldi. XIX. yüzyıl sonları ve XX, yüzyıl başlarında ise, Hilafet tarihinin yerini Türk tarihi aldı ve gözler Orta Asya'ya çevrildi. Yani R. E. Ünaydın'ın iddiasının aksine, 1930'lara kadar pergel devamlı olarak küçüldü. Oysa, Türk Tarih Tezi ile, pergel yeniden sonuna kadar açılıyor, tüm evrensel uygarlık Türklerin eseri olarak görülüyordu. Bu radikal değişimi nasıl açıklayabiliriz? Öyle sanıyorum ki, 1930'larda yeni tarih arayışlarını hazırlayan psikolojik ortam, Atatürk ve yakın çevresinin uygarlık anlayışından kaynaklanıyordu. Ziya Gökalp'in aksine, Atatürk «hars» ve «medeniyet» ayrımı yapmıyor, Batı uygarlığını iyi ve kötü taraflarıyla bir bütün olarak görüyordu.
Osmanlı Devletinden tamamen ayrı temellere dayanması istenen Yeni Türkiye, tüm Batılı kurumları benimseyecekti, Gerçekten 1930'lara gelene kadar gerçekleştirilen reformlarla, devlet aygıtı Batılı bir görünüm kazanmıştı. Ancak bu yeni durum, tutarlı bir tarih anlayışından yoksundu. Tam aksine, meşrutiyetçi Türkçülük, Batı modelini benimseyen Yeni Türkiye'ye uymuyordu. Orta Asya efsaneleri ile Moğollarla ve Tatarlarla ırk bağları kurarak Avrupa'ya yaklaşamazdık. Oysa Batı antropolojisinde ve filolojisinde, Türkleri evrensel uygarlığa sokacak bazı tezler vardı. Zaten Avrupa'nın ürünü olan bu tezleri benimsemek ve bütün dünyaya ilan etmek yeterdi. Oysa, yapılan şey bunları çok aştı. Tüm ırk ve ulusların kökenini Türk sayan yeni yaklaşım, yeni Cumhuriyeti yakın tarihinden de koparıyor ve Osmanlı devletine realist bir yöntemle eğilmeye olanak vermiyordu. Atatürk'ün desteklediği, fakat imzalamadığı bu görüş, İkinci Dünya Savaşından sonra terkedildi. 1946'da çok partili hayata geçiş ve Batı'ya dönük reformların son halkasının tamamlanmasıyla yeni bir dönem açılıyor ve ulusal kimlik sorununa yeni bir çözüm olanağı beliriyordu. Artık Türk insanı Batılı kurumlarda kimliğini bulmuştu. Avrupa da Türkiye'yi kendi örgütlerine kabul etmiş, kendi arasına almıştı. Bu dönüşüm, tarihi bir sürecin, «Batılılaşma» sürecinin sonucuydu. Şarkiyatçıların da büyük katkısıyla, Kemalizmi ve demokrasiyi hazırlayan «Batılılaşma hareketleri»ne öncelik ve ağırlık veren yeni bir tarih yazıldı. Öte yandan meşrutiyet Türkçülüğünün ürünü olan «yönetici ulus», «asker ulus» iddiası da, «Batılı ulus» savıyla birarada yaşamaya devam etti. Yeni dönem ve yeni tez, kimlik sorunumuzu çözdü mü? Bunu herhalde kimse iddia edemez. Fakat bu başka bir konudur ve ayrı bir incelemede ele alınmalıdır. Diyelim ki, Türk insanı tarihteki yerini, herhalde kendi tarihini realist ve tutarlı bir biçimde değerlendirerek alacaktır.
Sponsorlu Bağlantılar
Osmanlı devleti iktisadî ve siyasî bağımsızlıkla beraber, kültürel bağımsızlığını da kaybetti. Bu yüzden, kendi kimliğimizle ilgili düşünce ve duygularımız, Batı kültürünün yarattığı disiplinler ve ideolojiler ortamında şekillendi. Bugün aydınlarımız arasında uluslaşma sürecimizin açıklanması ile ilgili çalışmalara sık sık rastlıyoruz. Ancak bu çalışmalar daha çok kendi kaynaklarımızın incelenmesine ve değerlendirilmesine dayanıyor.
Irkçılığın İkili Kökeni
BrakisefallerBugün ırkçı olarak nitelenebilecek düşünce ve yargıların kökeni çok eskilere gider. Ancak gerçek anlamıyla ırkçı düşünce yapısının doğuşu, paradoksal olarak, Aydınlık çağının eseridir. Gerçekten XVIII. yüzyıl Avrupası, bazı özellikleri itibariyle ırkçılığın gelişmesi açısından çok elverişli bir ortam teşkil ediyordu. Bunları iki ana grupta toplayabiliriz. Birincisi, doğa bilimlerinde XVII. yüzyılda gerçekleşen devrimin, XVIII. yüzyılda kendini kabul ettirmesi- ve giderek toplumsal bilimleri de etkilemeye başlamış olmasıdır. Bu etkileyiş, «natüralizm» aracılığı ile oldu. Gerçekten, seyahatlerle bütün kıtaların ve çeşitli kültürlerin tanınmaya başlandığı bir dönemde, hayvanlar ve bitkiler ile ilgili sınıflamalar, giderek insanlara da uygulanmaya başlanmıştır. Bu konuda öncü bilginin, İsveçli natüralist Linne olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten Linne, ilk defa 1735'te yayınlanan Doğa Sistemi adlı meşhur kitabında, canlı âlemi sınıflara böldükten sonra, insanları da fizikî ve moral özelliklerine göre türlere ayırıyordu. Yazarın Avrupalı, Amerikalı, Asyalı ve Afrikalı insan olarak nitelediği bu türler, farklı coğrafî ortamların ve kültürlerin ürünü biçiminde sunuluyordu. Linne'ye göre sarı saçlı, mavi gözlü, yaratıcı ve becerikli bir tip olan Avrupalı insan, âdeta XIX. yüzyıl,,tartışmalarına damgasını vuracak olan «aryan» tipini müjdeliyordu. Buna karşılık Asyalı insan («asiaticus» ), sari derili, melankolik, acımasız ve cimriydi. Ayrıca, «kanun»la idare edilen Avrupalının aksine, Asyalı sadece «gelenek»le yönetiliyordu. Dikkat edilirse bu fikirlerde, Montesquieu'nün kısa bir süre sonra meşhur kılacağı başka bir fikrin, «doğulu despotizm»in temellerini görüyoruz. Ne var ki, ırk olarak, Osmanlılar bu sırada daha çok Avrupalıya yakın kabul edilmektedirler. Linne'nin «tür»leri, Buffon'dan itibaren ırk diye isimlendirildiler. Buffon, çeşitli kıtalarda yaşayan insanların pek iyi tanınmadığı bir dönemde, seyahatnamelere dayanarak, ırklarla ilgili gözlemler yaptı.
Thévenot ve Pierre Belon gibi Osmanlı devletini geçmiş Fransızların gözlemlerinden yararlanarak, Türklerin, beyaz, iyi yapılı ve güzel bir ırk olduğunu ileri sürdü. Linne ve Buffon'la başlayan ırklarla ilgili gözlemler, kısa bir süre sonra, bilim çevrelerinde, insanla ilgili daha sağlam fizikî kriterlerin aranmasına yol açtı. Bu yolda dikkatler çok geçmeden insanın yüzü ve kafa yapısı üzerinde toplandı ve iki yeni disiplin ortaya çıktı. Bunlardan birincisi, İsviçreli doktor J. C. Lavater'in 1775'te yayınlanan eserinde ifadesini bulan «fizyonomi» ilmi idi. Buna göre insan karakterini yüz hatlarına göre anlamak mümkündü ve ırklarla fizyonomiler arasında yakın bir ilişki vardı. Lavater, Buffon'un fikirlerine katılarak Türkleri övüyor, fakat onları «en asil Küçük Asya kanı ile, Tatar ırkının maddî ve kaba unsurları karışımı» olarak görüyordu. Daha sonra, başka bilginleri aktararak, fiziki betimlemeler ve fizyonomi analizleri yapıyordu. İkinci disiplin, aşağı yukarı aynı tarihlerde Pierre Camper'in geliştirdiği, «kafatası bilimi» (craniologie) idi. Camper, diğer fizik özellikleri de gözönünde bulundurmakla beraber, ırk tayininde asıl önemi kafatası yapısına veriyor ve bu konuda ölçüler saptıyordu. Türklerle ilgili olarak da, Buffon'un fikirlerine katılıyor ve bunları tekrarlıyordu. XVIII. yüzyıl sonunda ise Blumenbach, kafatası özellikleri hakkında yeni tezler ileri sürüyor, kafatasını tiplere ayırıyor ve insanlığı da beş ırk halinde ele alıyordu. Blumenbach'ın XIX. yüzyıl antropolojisini çok meşgul eden sınıflamasına göre, insan ırkları şunlardı :
Kafkas ırkı; Moğollar; Habeşler; Amerikalılar; Malaylar. Bu tasnifte Türkler, çok olumlu olarak görülen –ve Batılı etniği oluşturan— Kafkaslar içinde yer alıyorlardı. XIX. yüzyıl başlarından itibaren, Batılı antropoloji, örgütlenme çabalarına girişti. Fakat yüzyılın ilk çeyreği savaş yıllarıydı ve antropologlar insanın fizik özellikleriyle ilgili bilgileri zenginleştirecek seyahatlerden ve verilerden bir süre yoksun kaldılar.
Aslında 1800'de doktor ve bilim adamlarının kurduğu «İnsan Gözlemcileri Derneği» antropolojiye bir disiplin getirme amacını taşıyordu. Ne var ki, somut bilgilerde ciddî bir artışın olmayışı, derneği dönemin politik kavgaları içine itti. Yunan ihtilâli yıllarında, dernek Yunan taraftarlarıyla doldu. Yunan buhranının bitişi ve Avrupa'da bir barış döneminin kurulması, bilimsel seyahatlere yeni bir hız verdi. Yeni dernekler kurulmaya başlandı ve dünyanın dört bir yanından kafatasları toplanarak, «müze»ler kuruldu. Artık «kafatası» dönemine girilmişti ve «Ethnica Crania» incelemeleri, antropoloji çalışmalarına egemen oldu. Bu çalışmaların en ilginçlerinden biri, Amerikalı antropolog S. G. Morton'un, 1839'da yayımlanan Crania Amencana'sıdır. Morton, insanları, Blumenbach gibi beş ırka ayırıyor ve her ırkı da alt bölümler şeklinde inceliyordu. Ancak, Blumenbach'dan farklı olarak, Türkleri Moğol ırkının bir dalı olarak kabul ediyordu. Bununla beraber Morton, Türklerin epeyce eski tarihlerde «Çerkez, Gürcü, Rum ve Araplarla karışarak fizikî özelliklerini değiştirdiklerini ve güzel bir halk olduklarını» yazıyordu. Crania Americana'yi çeşitli Crania'lar izlediler. Bunlardan, iki İngiliz antropologunun 1865'te yayınladıkları Crania Britannica'da, Britanya adalarının en eski halkları keşfedilmeye çalışılıyordu. Yazar, brakisefal kafalı olduğuna inandığı bu halkın, İskandinav etnologlarına göre «Turan» kökenli olduğunu söylüyor ve Kayser'in bu konuda kesin bir kanıya sahip olduğunu ilave ediyordu. Kendisi ise, ayrı bir «töton» kökeni teorisi geliştiriyordu.
1859'da Paris Antropoloji Derneği'nin kurulması ve bunu, çok geçmeden, diğer ülkelerdeki Dernek'lerin izlemesi, antropoloji çalışmalarına yeni bir hız kazandırdı. 1870'lerde eser veren bir bilim adamı, gerek antropoloji ve ırkçılık tarihi bakımından, gerekse yakın tarihimizde tartışılan bazı tezler bakımından son derece önemlidir. Bu bilim adamı, Fransız antropologu G. de Mortillet'dir. Mortillet, kafatası tipleri açısından uygarlık tarihine eğiliyor ve bu açıdan ilişkiler saptamaya çalışıyordu. Bu yazara göre, insanlık tarihinde ilk büyük devrim olarak kabul edilebilecek neolitik devrim, berakisefal kafalı insanların eseriydi. Mortillet'yi işgal eden büyük sorun, insanların tarıma geçtiği, hayvanları ehlileştirdiği, çömlekçiliği başlattığı bu büyük atılımı gerçekleştiren brakisefallerin kimler olduğu ve nereden geldikleriydi. Yazar, ehlileştirilmiş hayvanların mukayeseli tarihini inceleyerek, bunların Kafkasya'dan, Kazey Batı İran yaylalarından ve Hazar kıyılarından geldiği sonucuna vardı. Mortillet çalışmalarını yaptığı yıllarda,. Macar asıllı başka bir âlim de ilk göçler ve ilk uygarlıklar üzerinde dikkatini toplamıştı. Gerçekten Ujfalvy, asıl önceliği kafatası özelliklerine vermekle beraber, karşılaştırmalı dil çalışmalarından da esinlenerek yeni bir görüş ortaya atmıştı. Orta Asya seyahatlarıyla toplanan kafatasları üzerindeki incelemelerinin sonucu olarak, Ujfalvy şunları söylüyordu : Dünyada ilk göçler, Orta Asyalı ırklar ve «özellikle onların Moğol ve Turan kolları tarafından başlatıldı». Bunlar Germen, hattâ Keltlerden önce Avrupa'ya yerleşerek Avrupa'nın ilk halkını oluşturdular.
Çağdaş filologlara dayanarak eski Mezopotamya dilleri ile Turan dilleri arasındaki benzerliklere dikkati çeken Ujfalvy, Vambéry'nin bulgularını da değerlendirerek, «aryan»ların beşiğini bulmaya çalıştı. Hiç kuşkusuz, bu fikirler daha çok varsayımlar halindeydi ve tüm antropologların onayını sağlamıyordu. Bununla beraber bu dönem antropolojisine «kafatası bilimi» egemendi ve bu tezler hararetle tartışılıyordu. Bu tartışma içinde, İsviçreli antropolog Eugène Pittard'ın fikirleri, Türkler için özel bir önem taşıyordu. Mortillet ve Ujfalvy gibi, Pittard da brakisefallere büyük bir önem veriyor ve neolitik devrimin brakisefallerin eseri olduğuna inanıyordu. E. Pittard, Balkanlar'da ve Anadolu'da yapılan kazılarda elde edilen kafatasları ile ilgili bulguları, Asya'daki bulgularla karşılaştırıyordu. 1911'de Balkan Türklerini inceleyen Pittard, onların brakisefalle dolikosefal arası bir kafatası biçimi olan mezatisefal oldukları sonucuna vardı. Oysa Asya Türkleri ile ilgili incelemeler, onların brakisefal olduklarını ortaya koyuyordu. Bunun dışında, Pittard, en eski zamanlarda «ön Asya'da bir yerde» yaşamış olan, açık tenli, mavi gözlü bir halkın varlığını ileri sürerek, bunların kim olduğunu soruyordu. E. Pittard, dikkatli ve titiz bir araştırıcıydı. Devamlı ihtiyatlı ifadeler kullandı ve kesin hükümlerden kaçındı. Kafatası çalışmaları, onda Türklere karşı büyük bir ilgi uyandırmıştı. Bu ilgiye yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'ni de ortak etmek istedi. Gerçekten 1924 tarihini taşıyan eserinde şu satırları okuyoruz : «Kurulmakta olan Yeni Türkiye'nin, etnik unsurlarının böyle bir analizine ilgi duyacağı ümit edilir». Biliniyor ki, yeni Türkiye 1930'larda bu yönde bir ilgi duydu. Hem de kuvvetle duydu. Fakat şimdilik bu ilginin biçimini ve tartışmasını ileriye bırakarak, Batı'da ırkçılığın ikinci gelişme çizgisine eğilelim..
AryanlarDoğa bilimlerine paralel olarak gelişen ırkçı yaklaşımın dışında, XVIII. yüzyıl Avrupasını daha da önemli başka bir sorun işgal ediyordu. Bu da oluşmakta olan ulusların «kimlik» sorunu ve daha genel planda da Batı'nın «uygarlık» sorunu idi. Gerçekten XVIII. yüzyılda, bir yandan gelişen kapitalizm ve ulusal akımlar Avrupa'da halkların kökeni ile ilgili tartışmalara yol açıyor; öte yandan da «Batı» kavramı üstün bir değer kazanarak, uygarlık sorununa karşılaştırmalı bir biçimde yaklaşılıyordu. Aydınlık çağı, üstünlüğünü açıkça ortaya koyan «Batı uygarlığı»nı Greko-Romen uygarlığa' bağlıyordu. Fakat kültürel planda bir sorun yaratmayan bu bağlantı, sosyal ve etnik planda nasıl gerçekleşmişti? Bu konuda Batılı düşünürler «barbar fetihleri» üzerinde düşünmeye başladılar.
Gerçekten, IV. ve V. yüzyıllarda kuzey ormanlarından inen Germen kavimleri, Roma İmparatorluğunu yıkmış ve Avrupa'ya egemen olmuştu. Ne var ki, Germenler Hristiyan olduktan sonra, eski ve yeni halklar arasında bir düşmanlık kalmamış ve Kilise kanalı ile Roma kültürü yeniden egemen olmaya başlamıştı. Ancak, XVIII. yüzyılın sosyolojik gelişme düzeyi ve fikrî arayışları ortamında, sorunu tekrar ele alan düşünürler, yeni bir durumla karşı karşıya olduklarını hemen farkettiler. XVIII. yüzyıl, en klâsik biçimini Fransa'da bulduğu gibi, toplumun tüm katmanlarının aristokratik ayrıcalıklara karşı birleştiği bir dönemdi. Oysa Avrupa tarihini etnik açıdan ele alan yazarlar, Aristokrasi - Tiérs Etat kavgasının aslında fetihçi kavimlerle (Germenler) eski halklar (Gallo-Romenler, Keltler, vs.) arasındaki bir kavga olduğu kanısına vardılar. Böylece Ortaçağda unutulduğu sanılan bir kavga, yepyeni kavramlarla ve yepyeni boyutlar içinde tartışılmaya başlandı. XVIII. yüzyılda Frank kökenli aristokrasiye büyük bir sempati duyan Boulainvilliers'nin başlattığı bu tartışma, asıl teorisyenlerini XIX. yüzyılda F. Guizot ve A. Thierry gibi tarihçilerde buldu. Tarih araştırmalarına büyük bir hız kazandıran bu tarihçiler, Fransa ihtilâlinde ortaya çıkan büyük kapışmayı, aslında fetihler sırasındaki kapışmanın tekrarı olarak görüyorlardı. Bunlara göre Fransa ihtilâli, eski halkların, yani Gallo-Romenlerin, fetihçi aristokrasi Franklara karşı bir intikamıydı. Ancak yeni . girilen ulusal dönemde, bu çelişki nasıl çözülecekti ve nasıl bir senteze varılacaktı? Bu yönde iki gelişme oldu. Birinci görüş, Fransız tarihçilerinin çağdaşları olan Marx ve Engels tarafından geliştirildi.
Tarihi maddeciliğin kurucuları, Fransız yazarların etnik yönünü vurguladıkları kavganın sınıfsal yönüne ağırlık verdiler. Buna göre, son derece şematik bir şekilde, Franklar aristokrasiyi, eski halklar ise burjuvaziyi ve onun müttefiki olan diğer sınıfları teşkil ediyorlardı. Sorunun bu biçimde sunulması, ırk ve etni kaygılarını ikinci plana itiyor ve analiz yöntemini tamamen değiştiriyordu. Bu analiz çerçevesinde, «üretim ilişkileri» ve «üretim güçleri» gibi yeni kavramlar geliştirilerek, iktisadi alt-yapıya öncelik verildi. İkinci gelişme çizgisi, sentezi yeni bir sosyal düzende değil, fetihçi kavimlerle eski halkların ortak ataları olan çok eski bir etnik grupta arıyordu. Bu arayış, başka bir yönden de üstün Batı uygarlığına saf bir etnik temel bulma çabasıydı. Ne var ki, Avrupa'daki etnik karışım gözönünde bulundurulursa, böyle bir yaklaşımın pratik güçlükleri ortadaydı. Bununla beraber, bu güçlükler, bu konudaki gelişimleri engelleyemedi. Batı'nın etnik temelini teşkil eden «saf bir ırk» teorisi en çok Almanya'da kabul buldu. Bunun, Almanya'nın o zamanki sosyopolitik açıdan özel koşullarıyla ilgisi olsa gerektir. Daha XIX. yüzyılın başlarında, J. G. Fichte, «Alman Ulusuna Söylev»inde, Almanların «ırk saflığını» en çok korumuş ulus olduğunu ileri sürüyor ve Alman karakterinin erdemlerini sayıyordu. Bu düşünce XIX. yüzyıl ortalarında büyük mesafeler kazandı : Germen aşiret şefleri ilâhlaştırıldı; Arminius'ün anısına abideler dikildi, Siegfried'in Niebelungen'e zaferi üzerine şarkılar, operalar bestelendi. Aynı tarihlerde bir Fransız diplomat ve edebiyatçısı «Irkların Eşitsizliği Üzerine Deneme»sinde, beyaz ırkın en asil kolu olan Aryanları övüyor ve bunların kökenini arıyordu. Gobineau, eserlerinin edebi niteliği dolayısıyla çok yaygın bir kitleye ulaşmış ve «ırkçılığın babası» sayılmıştır. Oysa aslında ırkçılık bilim adamları tarafından geliştiriliyordu. Gobineau gibi yazarlar, bu gibi fikirlerin yayılmasına hizmet etmişlerdi. Ayrıca belirtelim ki, Gobineau kendine özgü ve üstün ırkın geleceği açısından kötümser yorumlar getirmiştir. Bununla beraber, çok popüler olmuş ve Fransız olmasına rağmen, eserleri en çok Almanya'da okunmuştur. Gobineau'nun «aryan» teorisinin XIX. yüzyıl sonlarında «pangermen» doktrini adı altında nasıl yaygınlaştığını ve bu teorinin desteğiyle, junkerlerin ve bankerlerin nasıl dünyayı paylaşmaya kalktıklarını anlatmak, konumuz içinde bulunmuyor.
Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı'nda bu fikirler yenilmekle beraber, çok geçmeden Nazi doktrini olarak çok daha kaba bir biçimde yeniden iktidara gelmişlerdir. Nazizm konusuna ilerde tekrar döneceğim. Şimdi aryan ırkçılığının «bilimsel» temelleri üzerinde bazı bilgiler vermek istiyorum. İnsanların fizikî özelliklerinden (kafatası, renk, vs.) hareket eden ırkçılık, nasıl bilime dayanma iddiasında idiyse, Batı halklarının kökenini arayan ırkçılık da bilimsel bir taban aramıştır. Tarih araştırmalarının böyle bir öncü ırkı ortaya koyamaması, ilgi sahasını dilbilim çalışmalarına yöneltmiştir. Daha XVIII. yüzyılın sonlarında İngiliz filologu W. Jones, Batı dillerini yapısal olarak karşılaştırıyor ve bunların kökenini en eski hint dili olan Sanskritçe'de buluyordu. Daha sonra Alman filologu F. Bopp ve başka birçok dilbilgini bu çalışmaları geliştirmiş ve mukayeseli dil çalışmaları «dil grupları»nın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunlardan Batı uluslarının dilleri «Hint-Avrupa» dilleri olarak tanımlanmış ve bu sıfat, bazı alt-gruplarla birlikte, Batı uygarlığının kültürel temeli olarak kabul edilmiştir. Bu grubun dışında Ural-Altay, semitik vb, gibi başka dil grupları da saptanmış ve bu konularda son derece zengin bir edebiyat ortaya çıkmıştır. Ancak bu çalışmalar doğrudan doğruya «üstün bir ırk»ı ortaya koymuyor; sadece bu yönde spekülasyonlara ortam hazırlıyordu. Irkçı gözlemler, bilimsel verilerin yokluğunda, efsaneler ve destanlarla beslenmiş ve «aryan fantazmı» böylece ortaya çıkmıştır. Şimdi bu yarı-bilimsel, fakat daha çok ideolojik gelişmenin, Türkleri nasıl gördüğünü saptamaya çalışalım. Üstün ırk sayılan «aryan»larla ilgili çalışmalar iki noktada toplanıyordu. Bu «ırk»ın ilk yurdu neresiydi? Ve karşılaştırmalı dilbiliminin verilerine göre nasıl gelişmiş ve kollara ayrılmıştı? Gobineau, aryanların ilk beşiği olarak Orta Asya'yı, Hazar Denizi ile Altay dağları arasındaki bölgeyi ve «Turan»ı işaret ediyordu. Ancak şunu da hatırlatıyordu: «Turan denilen ülkede, en eski çağlarda, sanılanın aksine sadece sarı ırktan değil, aryan halklar da oturuyordu». Kısaca Gobbeau Türkleri sarı ırktan sayıyor ve onlarla ilgili farklı düzeyde fikirler geliştiriyordu. Gobineau'ya göre, dört yüzyıl içinde Osmanlı Türkleri, devşirme usulü ve köle ticareti yoluyla son derece karışmış ve beyaz ırka özgü bir görünüm kazanmıştı.
Tanınmış İngiliz dilbilimcisi A. H. Sayce, bu konuda değişik fikirler ileri sürdü. Mezopotamya uygarlıkları uzmanı olan bu yazar, 1874'te yayımlanan eserinde, dil yapılarından hareketle Fırat ile Dicle arasında kurulan en eski uygarlığın «Turan» ırkının eseri olduğunu ileri sürüyor, Sümerce ile bu diller arasında benzerlikler buluyor ve giderek Avrupa'da en eski halkın Turan'lar olabileceği tezini ortaya atıyordu. Başka birçok filolog tarafından da paylaşılan Sayce'ın bu tezi, karşılaştırmalı dilbilim çalışmalarının ırkçılık açısından çıkmazını gözler önüne sermektedir. Çünkü dil araştırmaları, uygarlık tarihine, uygarlık tarihi ise Sümerlere götürüyordu. Oysa Sümer dili Hint-Avrupa dil grubundan değildi ve sonuç olarak Sümerlerin de aryan olmaları söz konusu olamazdı. Bu durum ırkçı ideolojinin gelişimini önlemedi. Sadece onu ciddi araştırmalardan daha da uzaklaştırdı. Almanya'da Nazi doktrini halinde ortaya çıktığı zaman, tam bir hezeyan halini almıştı. Bu makale çerçevesinde Nazi ideolojisini bütün yönleriyle anlatmak elbette söz konusu değildir. Fakat onun, Türkleri yakından ilgilendiren iki özelliğine dikkati çekeceğim. Bunlardan birincisi, Nazizmin sadece Almanya adına geliştirilmiş bir doktrin olmayıp, tüm Batı adına geliştirilmiş bir ideolojisi olmasıdır. Gerçekten Nazizme göre, Batı uygarlığı ırk temeline dayanılarak yüceltiliyor ve Almanlar da bu ırkın en saf kolunu teşkil ediyordu. Diğer Batılı uluslar, aryan ırkının karışmış ve bozulmuş dalları idiler. Daha önce de belirttiğim gibi, aryan teorisinin gelişmesinde Almanlar kadar Alman olmayan yazarlar da rol oynamış, hattâ İngiliz asıllı H. S. Chamberlain gibi, ırkçı fikirleri yüzünden Almanlığı seçen yazarlar da çıkmıştır. Fransa'da da ırkçılığın kurucusu G. Vacher de Lapouge, «aryan» ırkını övmüştür. Kısacası Nazi rejimine temel teşkil eden fikirler Avrupa'da doğmuş, Avrupa'da yayılmış ve ancak birtakım özgül nedenlerle Almanya'da iktidara gelmiştir. Nazizmin ikinci özelliği, bu söylediklerimizin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır ve şöyle özetlenebilir : Irk temeline dayanan Batı uygarlığı bir yandan Yahudilerin, öte yandan da Bolşevizmin tehdidi altındadır ve bu tehlikelerin bertaraf edilmeleri gerekir. Nazizmin Yahudilere karşı tutumu ve bunun trajik sonuçları herkes tarafından biliniyor. Bu konuda bizim söyleyebileceğimiz yeni birşey yoktur. Buna karşılık Nazilerin, Bolşevik düşmanlığını ırkçı temellere dayandırması ve meşrulaştırması, üzerinde fazla durulmamış bir konudur. Aslında Sovyetler Birliği gerek enternasyonalist felsefesi, gerek sosyal sistemi itibariyle, Nazilerin dünya egemenliği özlemine büyük bir engel teşkil ediyordu. Fakat Naziler Rus halkını, komünist olmaktan önce, karışmış ve melezleşmiş bir ırk olmakla; daha açık bir ifadeyle Moğol, Tatar ve Türk kanı taşımakla suçlamışlardır. Öyle görünüyor ki, onlar için böyle bir mantık sistemi daha tutarlı ve daha ikna edici idi. Nazizmin bir numaralı teorisyeni A. Rosenberg, 1930'da yayımlanan temel eserinde, Bolşevizmi «Moğolların Kuzey kültürüne isyanı ve step özlemi» olarak tanımlıyor ve Lenin'i bir komünist lider olmaktan önce, bir «Tatar-Kalmuk» bozuntusu olmakla küçültüyordu. Aynı fikirler, daha açık bir biçimde, Nazizmin başka önde gelen bir teorisyeni ve Hitler'in tarım bakanı R. Walter Darré tarafından işlendi. Walter Darré' ye göre, «Bolşevizm, doktrininin temeli itibariyle, Marksizmin Tatar fikirlerine uygulanması, başka bir deyişle göçebeliğin modern bir biçimidir. Amacına varmak için farklı araçlar kullanmakla beraber, Hunların, Macarların, Tatarların, Türklerin Germen Avrupasına ebedi hücumlarından hiçbir şekilde farklı değildir». Görüldüğü gibi, Nazi teorisyenleri, Sovyet Rusya'ya ikinci bir «Şark Meselesi» gibi yaklaşmışlar ve «ırk karışımı» kanalıyla da bunu birinci «Şark Meselesi»ne bağlamışlardır. Bununla beraber, Türkiye, yaklaşan savaş açısından sahip olduğu büyük stratejik önem dolayısıyla, sistematik bir kampanya konusu olmamış, hattâ bazı Alman türkologlar Turancılığı övmüş ve Türkiye'de işbirlikçi çevreler yaratmaya çalışmışlardır. Irkçılığın Nazi doktrini biçiminde Almanya'da iktidara gelmesi, dünyayı savaşa sürüklemesi ve işlediği cürümler, ırkçılık tarihinde yeni bir dönemin açılmasına yol açmıştır. O zamana kadar kendisine az çok «bilimsel» bir görüntü vermeye çalışan ırkçılık, bütün iğrençliği ile ortaya çıkmış ve tüm itibarını kaybetmiştir
Âlimler, İdeologlar ve Türkologlar
Irk konusundaki araştırmalarda daima iki türlü kaygı bir arada bulunmuştur : Bilimsel kaygı ve ideolojik kaygı.
Bilim adamları, doğa kanunlarını izleyerek, şu soruları sormuşlardır:
İnsanlar biyolojik özelliklerine dayanılarak ırklara ayrılabilirler mi? Eğer ayrılabilirlerse hangi ırklar vardır? Irklar eşit midirler? Tarihte uygarlıklarla ırklar arasında bir ilişki kurulabilir mi? Bu sorulara araştırıcılar hiçbir zaman kesin cevap verememişler, daha ziyade varsayım niteliği taşıyan tezler geliştirmişlerdir. Buna karşılık, ideologlar, belli bir inancı, bilimsel bir kisve altında kabul ettirmeye ve yaymaya çalışmışlardır. Bu inanç şudur Batı uygarlığının üstünlüğü, birtakım coğrafî koşulların ve tarihi rastlantıların sonucu değil, fakat tayin edici biyolojik özelliklerin sonucudur. Yani Batılılar ırk itibariyle üstün oldukları için, uygarlıkta da üstün olmuşlardır. Bu tez, edebiyat, şiir ve müzikle karışık bir halde geniş bir yayılma alanı bulmuş ve giderek Batılı olmayan insanların da —farkına varmadan— kafalarına yerleşmiştir.
Bu yazı çerçevesinde, bizde pek bilinmeyen birçok yazar ve eser ismi zikretmiş bulunuyorum. Aslında bu konulardaki edebiyat, elbette burada aktardıklarımızdan kıyaslanamayacak kadar fazladır. Sadece en önemlilerini aktarmakla yetindim. Zamanlarında çok önemli isimler olan bu yazarların çoğu, bugün Avrupa'da bile tamamen unutulmuşlardır. Ne var ki, yazarların ve eserlerin unutulmasına rağmen, ırkçı önyargılar hâlâ yaşamasaydı ve bir çeşit kollektif bilinçaltı meydana getirmeseydi, birtakım kitapların kütüphane raflarından çıkarılması zahmete değmezdi. Oysa ırkla ilgili tartışmalar ve ırkçı tezler, XIX. yüzyıl düşüncesini ve ulusal hareketlerini derinden etkilemişler ve acı faşizm deneyine rağmen, bu etkiler günümüze kadar gelmiştir. Gerçekten, XIX. yüzyıl sonlarında ırklar ve uluslarla ilgili tartışmaların, antropoloji ve filoloji kanalıyla çok geniş bir alanı etkilediğini görüyoruz. Bu dönemde, örneğin Spencer'in ırkçı-evrimci felsefesi, Fransa'da H. Taine'in kişiliğinde tarih analizlerine temel teşkil ediyor; Gustave Le Bon'un sosyal - psikoloji analizleri tüm dillere çevriliyordu. Bu fikir ortamı Osmanlı devletini ve Türkleri «şarkiyatçılık» ve özellikle «Türkoloji» kanalıyla etkilemiştir. Osmanlı devletinin son döneminde ulusal bilincin gelişmesi, başlangıçtan itibaren şarkiyatçılığın bir dalı olarak gelişen «Türkoloji»nin etkisi altında kalmıştır. Türkoloji ise, XVII. yüzyılda Cizvit papazlarının başlattığı Sinoloji (Çin araştırmaları) disiplinine bağımlı olarak gelişmiştir. Gerçekten Çin uygarlığı ile bilgilerin artışı ve Çin kaynaklarının tanınması Orta Asya Türkleri ve bunların tarihi ile ilgili birçok bilginin ortaya çıkmasına yol açmıştı. İşte, kendisi de sinolog olan ve bu konudaki bilgileri değerlendiren Deguignes, XVIII. yüzyıl ortalarında eski Türklerle ilgili ilk eseri yazmıştır. Deguignes ese inde Hiong-nou'lardan başlayarak, daha sonra birçok eserde —yer yer düzeltilerek— tekrarlanan bilgileri vermiştir. Deguignes, «zalim ve acımasız» olarak nitelediği Türklerin, hangi isimler altında anıldıklarını ve gelişmelerini anlatmış ve Ergenekon destanının Çin kaynaklarına dayanan ilk versiyonunu vermiştir. Deguignes'in eseri, Osmanlıların dikkatini yüz yıldan fazla bir süre sonra çekecektir. 1822'de «Asya Derneği»ni (Societe Asiatique) kuran ve 1828' de Journal Asiatique'i çıkararak şarkiyatçı çalışmalara hız kazandıran iki âlim, J. Klaproth ve A. Rémusat, Türkoloji bakımından ayrı bir önem taşıyorlardı. Bu yazarlar, çağdaş antropologların Türkleri kafkas ırkından sayan tasniflerini kabul etmemekle beraber, onları Moğollardan ve Tatarlardan da ayırıyorlardı. Klaproth bu açıdan Ebülgazi Bahadır Han'ın «Şecere-i Türk»ünde dahi, Türklerin «beyaz tatarlar» adı altında ayrı ele alındığına dikkati çekmiştir. A. Rémusat da Rus yazarların Türkleri yanlış olarak Tatar saydığını ileri sürmüş ve fizyolojik kriterlerle tamamlanması gereken dil tasnifleri ileri sürmüştür. Türklerin kökeni ve Moğol - Tatar kavimleriyle ilişkileri, OsmanIı imparatorluğunda da ilgi yaratan birtakım başka eserlerde tekrar ele alınmıştır. Fakat bu konuda en popüler olan ve Osmanlı devletinde Türkçülüğün doğuşunu en çok etkileyen eser, Leon Cahun'un 1896'da yayınlanan eseri olmuştur. Leon Cahun gerçek anlamıyla bir Türkolog değildi. Fransız kaynakları da kendisini «edebiyatçı» olarak tanımlamaktadır. Eserinin etkisinin büyüklüğünde, herhalde orijinalliğinden çok, üslûbu ve yayınlanma zamanı rol oynamıştır. Gerçekten XIX. yüzyıl sonlarında Türkçülüğün, kültürel plandan politik bir hareket haline dönüşmesi için ortamın hazır olduğu görülüyor. Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları'nda Türkçülük tarihini anlatırken, Leon Cahun'ün eseri hakkında şunları yazmaktadır:
«1896' da İstanbul'a geldiğim zaman, ilk aldığım kitap, Leon Cahun'un tarihi olmuştu. Bu kitap adeta pan-türkizm mefkûresini teşvik etmek üzere yazılmış gibidir». Avrupa'daki Osmanlı muhalefeti ile uzun temasları olan ve onları etkilemeye çalışan L. Cahun'un siyasal bir misyonu var mıydı? Bu dikkatle incelenmesi gereken bir konudur. Elimizde bu konuyla ilgili somut bilgiler bulunmuyor. Fakat sadece eserinin incelenmesi ve Türkçülügün doğuşundaki etkisinin ortaya konulması dahi, herhalde bir miktar düşündürücü ve aydınlatıcı olacaktır. Leon Cahun'un eseri sadece eski Türkler hakkında bilgi veren bir eser değildir. Yazar, aynı zamanda değerlendirmeler yapmakta, hükümler vermekte ve adeta yön göstermektedir.
Cahun, Türkleri İslâm öncesi ve İslâm sonrası olmak üzere iki dönemde incelemekte ve Türklerle ilgili olarak pek de olumlu şeyler düşünmemektedir. Yazara göre Türkler ve Moğollar, bir uygarlık yaratmaktan ziyade, Çin ve İran uygarlıkları arasında aracılık yapmışlar ve amaçları bunlardan hemen yararlanmak olduğu için, bu uygarlıkları bile tam olarak benimseyememişlerdir. Biyolojik anlamda ırkçılığın saçmalığına değinen yazar, yine de yer yer bir «Türk karakteri» çizmekten kendini alamamıştır. Buna göre Türkler, kafa değil gönül insanlarıdır. «Türkler, anlayış bakımından, insanlar içinde sonuncudur.. İnanmaktan daha fazlasını istemezler ve anlamaya hiç çalışmazlar». Yazar Türklerin bu manevi özellikleri dışında, fizik özellikleri ile ilgili olarak da bazı olumsuz bilgiler verdikten sonra, şunları yazmaktadır : «Hunlar, Türkler, Moğollar, ince ve uzun Avrupalılara korkunç ve şekilsiz cüceler gibi görünüyorlardı». Bu satırların yazarının, Türkçülüğün kuruluşunda ilk plânda adı geçen bir şahsiyet oluşu bugün şaşırtıcı görülebilir. Fakat unutmayalım ki, ulusçuluğun yeni doğduğu bir dönemde, bu gibi âdeta kendine karşı ırkçı fikirler Osmanlılar arasında bile yaygındı. Ziya Gökalp, «Türklüğün Başına Gelenler»i anlatırken, bu konuda çeşitli örnekler verir. Bu yüzden İstanbul’lu Türkçüler, Cahun'un eserinin daha çok «olumlu» yönleri üzerinde durmuşlardır. Bu, «olumlu» yönler nelerdir? L. Cahun, anlama kapasitesi ve uygarlık yeteneği bakımından Türkleri küçük görmekle beraber; onların «savaşçı ruhlarını», «cesaret, itaat, doğruluk, aklıselim» gibi erdemlerini övmüş ve «dürüst idareciler, kararlı yöneticiler oldular» diye ilave etmiştir. Yazara göre, «.., Ordu, gerçek Türk için, şahıs haline gelmiş ulustur». Ancak Türklerin İslâmın etkisi altına girmesi, yazara göre, ulusal dehaları açısından olumlu sonuçlar vermemiştir. Müslümanlıkla beraber «Türk, farkına bile varmadan, Müslümanlaşmış Asya'nın, Hıristiyan Avrupa'ya karşı temsilcisi oldu. Herkesten yürekli, herkesten inatçı, ırklarından gurur duyan bu insanlar, arzu ve enerjilerini, yabancıların hizmetinde, tesadüflere ve maceralara bağlı bir şekilde harcadılar» . L. Cahun, şu önemli gözlemi de ilâve ediyor :«Araplar silahla Türklerin hakkından gelemediler. Çok iyi bildikleri bir yönteme, iftiraya başvurdular». L. Cahun'un fikirlerinin önemi ve Türkçülere mesajı burada yatmaktadır. Yazara göre, Müslümanlık gerçek Türk dehasına ters düşmüştü. Selçuklulardan itibaren Türkler bozulmaya başlamıştır. Türkler, özellikle İran devlet gelenekleri etkisine kapılmış ve «İslâm bu yarı - Çinlilerden [Türkler kastediliyor - T.T.] çok katı İranlılar oluşturmuştur». Yazar, Nizamülmülk'ün Siyasetname'sinde ifadesini bulan bozuluş sürecini, iki önemli madde halinde, açıklamaktadır: Dinin (hayatta) çok yer kaplaması ve kadınların, eski Türklerde olan yüce yerini kaybetmesi. Bu konuda Siyasetname'nin karşıtı olarak Kutadgu Bilig'i ele almakta ve gerçek Türk ruhunun örneklerini oradan vermektedir. L. Cahun bu fikri çok sistemli bir biçimde geliştirmemiştir. Ancak mesajı son derece açıktır ve Türkçülere «gerçek Türk ruhu»nun İslâm'ın dışında, Orta Asya'da olduğunu söylemektedir.
Osmanlı devletinin son döneminde, Türkçüleri etkileyen başka bir şarkiyatçı da, Yahudi asıllı bir Macar olan ve Osmanlı devletinde uzun yıllar geçiren A. Vambéry'dir. Vambéry de, L. Cahun gibi, Orta Asya Türklerine büyük bir ilgi duymuş, Ruslara karşı İngiliz çıkarlarını savunmuş ve bu amaçla, sahte bir derviş kıyafetiyle Orta Asya'ya seyahatler yapmış ve Türklerle ilgili bir sürü bilgi toplamıştır. Türkçe ile Macarcanın ilişkisine ilk defa dikkati çeken bu yazar, Yahudi davasını da desteklemiş ve Siyonizmin kurucusu Theodore Herzl'i 1901'de Abdülhamid'le görüştürmüştür. Bu karmaşık şahsiyetin Osmanlı devletindeki rolünü ortaya koyacak bir monografi de, yakın tarihimiz için çok aydınlatıcı olmalıdır. Türkologların Türkleri nasıl inceledikleri , ne gibi sorular sordukları veya değerlendirmeler yaptıkları konusundaki bu özeti, son bir noktayı belirterek tamamlamak istiyorum. XIX, yüzyılda, Türklerin Çin kaynaklarından çıkarılan kökenleriyle ilgili bilgiler egemen görüş haline gelene kadar, Osmanlı tarihini yazan şarkiyatçılar, daha ziyade Osmanlı, İran, Arap ve Grek kaynaklarına eğiliyorlardı. XVIII. yüzyılda Batı’da çok ilgi uyandıran Dimitri Kantemir'in eserinde de bunu görüyoruz. Kantemir'in eserini beğenmeyen Hammer de, meşhur eserinde aynı yolu izlemiştir. Buna karşılık, Hammer'den sonra Osmanlı tarihini yazan W. Zinkeisen'in bu konularda Çin kaynaklarını aktaran Türkologlara dayandığını görüyoruz: Klaproth, Rémusat ve Deguignes gibi.. Bu .yaklaşım, giderek Türk tarihçilerinin de benimsediği egemen görüş haline gelmiştir.
Osmanlı, Türk ve Türkçü
Osmanlı dünya görüşünde «ırk» ve «ulus» kavramları yoktu. Emevîler devrinde Araplarda olduğu gibi, Arap kökenli olmayan Müslümanları «Mevali» sıfatı ile küçülten bir ayrım, Osmanlılara yabancı idi. Şer'î ilimlerden ve yardımcı disiplinlerden oluşan kapalı bir manevî dünya, Osmanlı düzeninde XIX. yüzyıl ikinci yarısına kadar egemen olmuştur. Osmanlılarda tarih anlayışı, silsilenameler şeklinde hikâye edilen kutsal bir tarihti. Bu anlayış içinde şecerelerini Hazreti Nuh'un oğlu Yasef'e kadar götürüyorlardı. Modern çağların ırk ve ulus tartışmaları içinde Hazreti Nuh'un üç oğlu, ayrı üç ırkın ataları haline geldiler. Ham (ve hamiler) siyahları; Sam (ve samîler) semitleri; Yafes ise beyazları temsil eder oldular. Böylece Osmanlılar, âdeta farkına varmadan, kendilerini Batılılarla birleştirmişlerdir. Osmanlılarda Kutsal Tarihi, vakanüvisler, çağlarının somut kronikleri ile devam ettiriyorlardı. Bu anlatım içinde «Türk» sıfatı, daha çok köylüler ve Türkmen aşiretleri için kullanılan ve çoğu kez yanına «kaba», «cahil» gibi küçültücü sözcükler ilave edilen bir sıfattı. Hıristiyan ve Yahudi toplulukları için kullanılan «millet» kelimesi ise, modern ulus anlamına değil, dini cemaat anlamına geliyordu. Osmanlılarda «kimlik sorunu»nun ortaya çıkışı, XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı düzeninin varlığını devam ettirebilmekte karşılaştığı ciddi sorunlarla ilgilidir. Osmanlıların savaşlarda yenilmeye ve bağımsızlıklarını kaybetmeye başladıkları dönemde, bünyelerindeki «millet»ler de, Batı'daki ulusal hareketlerin etkisiyle kıpırdamaya başlamışlardı. Osmanlı bütünlüğü açısından tehlikeli olan bu hareketleri, Osmanlılar kısmen baskı ile, kısmen de bazı «reform»larla önlemeye çalışmışlardır. Bununla beraber, aynı zamanda, Osmanlıların etnik kökeni ile ilgili bir düşünce süreci de başlamıştır. Biraz önce değindiğim bölücü niteliği dolayıcıyla, uzun süre siyasal akım haline gelemeyen bu eğilim, «Türklerin aslı», «Türklerin tarihi», «Türklerin dili» gibi sorunlar etrafında yoğunlaşmıştır. Gerçekten yüzyıllık bir süreden beri «Türklerin tarihi»ni yazmaya çalışıyoruz ve «Türklerin aslı»nı araştırıyoruz.
Aslında sorunun bu biçimde konulmuş olması, kendi irademiz ve seçeneklerimiz dışında belli cevapları da beraberinde getirmiştir. Çünkü bu yaklaşım biçimi, daha önce sorulması gereken temel bir soruyu hasıraltı etmiştir. O da XIX. yüzyılda kendini «Osmanlı» ve «Müslüman» olarak tanımlayan bir topluluğun, ne gibi somut koşullarda ve ideolojik ortamda Türk olmayı seçtiği ve Türkleşmeyi benimsediğidir. Eğer felsefî bir terim kullanmak gerekirse, Türklüğün fenomenolojisidir: Türklüğe temel teşkil eden somut toplum tabanıyla, Türk olma bilinci arasındaki ilişkinin, özgül koşulların da değerlendirilmesi yapılarak, ortaya konulmasıdır. Bu yapılmadığı sürece, «Türklerin tarihi» sadece etnik açıdan yazılmaya mahkûmdur ve bu tarihe verilecek «değerler» de, yarattığımız değerler değil, Batı ideolojisinin ona atfettiği değerler olacaktır. Osmanlılar, «kimlik sorunu» üzerinde düşünmeye başladıkları zaman, kültürlerinde bu konuda kendilerine yardımcı olabilecek düşünce araçları yoktu. Oysa Batı, kütüphane ve kataloglarıyla, bilimsel dernek ve kurumlarıyla, uzmanlaşmış yayınlarıyla bütün dünyaya egemen olacak bir düşünce arsenali yaratmıştı. Sosyo-ekonomik azgelişmişlikle birarada giden kültürel bir azgelişmişlik içinde bulunan Osmanlı aydınları, bu kültür kıtasında düşünmeye başladılar. Eğer sabırlı bir çalışma ile Batı kültürünü özümleyebilseler ve buna kritik bir biçimde bakabilselerdi, sorun çok daha ileri bir çözüme kavuşabilirdi. Oysa, bunun önkoşulları yoktu. Osmanlı aydınları devletten bağımsız değildiler ve hepsinin de ortak amacı «devleti kurtarmak» idi. Bu yüzden Batı düşüncesine selektif bir biçimde ve savunma içgüdüsüyle baktılar. Osmanlı devletinde Türkçü hareketi başlatanlar kısmen Batı'daki antropoloji ve filoloji çalışmalarından yararlandılar; fakat daha ziyade Türkoloji araştırmalarına dayandılar. Daha 1869'da, Mustafa Celâleddin Paşa, Eski ve Yeni Türkler başlıklı eserinde, filolojik verilere dayanarak, Türklerin «Turo - Aryan«(!) bir ırk olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. M. Celâleddin Paşa'nın bu konularda sağlam bir formasyonu yoktu ve tezi ikna edici değildi. Yusuf Akçura, eserin, «şöyle böyle Avrupa metotları kullanılarak... Avrupa kaynaklarından alınıp..» yazılmasını, yine de övgüye değer bulmuştur. Celâleddin Paşa'nın yaklaşımı, Türk aydınları arasında fazla taraftar bulmadı. Son dönem Osmanlı tarihçilerinde aryan-turan sentezi konusunda bir çaba göremiyoruz. Mizancı Murat efendi dahi,. eserinde «Türk cinsi, Hint - Avrupa eczasından biridir» diye yazdığı halde, Türkleri Moğollarla birlikte ele alıyordu. Gerçekten Türkçülüğün doğuşuna daha ziyade Türkologlar egemen oldular. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları'nda, Türkçülüğün ilk döneminde Deguignes'in önemini belirtir ve bu akımın kurucularından Süleyman Paşa için şunları yazar : «...Memleketimizde ilk defa olarak Çin menbalarına istinaden Türk tarihi yazan Süleyman Paşa, bu eserde bilhassa Deguignes'i mehaz eylemiştir». Ancak Türkçülüğü asıl etkileyen eser, yüzyılın sonuna doğru yayınlanan L. Cahun'un eseridir. Eser hemen Necib Asım tarafından Türkçeye çevrilmiş ve hakkında Osmanlı basınında övgüler çıkmaya başlamıştır. Cahun'un eseri hakkında daha önce bilgi verdim. Türkler hakkında epeyce ağır yargılar veren ve ciddi bir Türkolog tarafından «roman gibi» diye nitelenen bu eserin başarı sırrı nerededir? Buna cevabı, Türkçü hareketin tümüyle değerlendirilmesi içinde arayalım.
Osmanlı son döneminde, ulusal bir bilinç yaratma konusundaki fikir çabalarına bakarsak, bunların Batı'da aynı konulardaki kültürel ürünlere göre hazin bir fakirlik içinde olduklarını görürüz. Osmanlı aydınları bu dönemde Batı kültürünün üstünlüğünü kabul etmelerine ve Batı dillerini bilmelerine rağmen, bu kültüre üniversalist bir biçimde yaklaşamamışlar, savunma kompleksi ile hareket etmişler ve farkına varmadan Batının en kötü ideolojisinin etki alanına düşmüşlerdir. Cahun'da temel ilkeleri bulunan bu Türkçülük, siyasal program halini alarak Alman pan-germen hareketinin bir aracı olmuş; Parvus gibi Alman militarizminin ajanları Türkçülere yol göstermişler. Osmanlı ordusu Alman komutanlara teslim edilmiştir. Bunun dışında, Osmanlı son döneminde aldığı biçimiyle Türkçülük, Türk tarihine de yanlış bir yaklaşım getirmiştir. Türklerin tarihte ulaştıkları en uygar seviye, beğenelim veya beğenmeyelim, XV. - XVIII. yüzyılları arası Osmanlı devleti olduğu halde, gözler eski Türk tarihine çevrilmiş ve saf bir Türk uygarlığı aranmaya başlanmıştır. Bir kısım Batı ideologlarının cevabı bile gerektiremeyecek ırkçı yargıları ciddiye alınmış ve bunların çürütülmesi için kalemler seferber olmuştur. Osmanlı yıkılış döneminin yarattığı siyasal sorunlar içinde, aynı yaklaşım, İslâma ve Araba karşı kuşku, güvensizlik ve hattâ düşmanlık yaratmış ve böylece hem kendi tarihimizle hem de yaşadığımız bölgeyle bağlantıyı koparan bir süreç başlamıştır. Burada şu soru sorulabilir : Her ülkede böyle «romantik» bir dönem olmamış mıdır? Bu yaklaşım tarihî evrimin zorunlu bir aşaması değil midir?. Ayrıca tarihi kökenleriınizle ilgili bilgilerimizi artırarak yararlı olmamış mıdır? Cevaplara sonuncu sorudan başlayalım. Türkçü hareket, eski Türklerle ilgili bilgileri Çin kaynakları ile takviye etmişse de, o döneme çok büyük bir ışık tutmamıştır. Bu husus eski Türk toplumlarının niteliklerinden doğan bir güçlükten kaynaklanıyor. Kendi tarihlerini yazmayan, uygarlıklarının bol miktarda nesnel ürünlerini geriye bırakmayan ulusların tarihini, başka ulusların tarihine dayanarak yazmak güçtür. Bu yüzden Orta Asya tarihimiz, efsaneler ve destanlarla karışık bir biçimde bilinmeye devam etmiştir. Ziya Gökalp, meşhur Turan şiirinde, «İlim için müphem kalan Oğuz Hanı, kalbim tanır tamamiyle» diyordu. Oysa birçok tarihçi, efsaneleri bilimsel gerçeklermiş gibi aktarmışlardır.
Romantizmin zorunlu bir dönem olduğuna gelince, burada şu gerçeği gözden uzak tutmamak gerekir : Batı romantizminin aksine, Türk ulusçuluğunun romantik safhası, yerli bir kültür ürünü olmamıştır. Batının, uluslararası buhran koşullarında, politik amaçlarla Osmanlı aydınlarına şırınga ettiği bir programdır. Bu politik programı ve bunun iletiliş mekanizmasını, bugün bile bütün yönleriyle ortaya çıkarmış değiliz. Fakat biliyoruz ki, «yönetici ulus», «asker ulus» diye Türkleri övenler (!) ve onlara Orta Asya'yı gösterenler, aynı zamanda Türkleri «anlayışı kıt», «uygarlığa yeteneksiz» olarak görüyorlardı. Bizim romantiklerimiz, bunların fikirlerini —ve tabii sansür ederek— almışlar ve «asker ulus»la övünmüşlerdir. Bu konuda, tarihi fırsatı kaçırılmış olan, fakat yine de güncelliğini koruyan doğru yaklaşımı saptamak için, Batıya bakmak gerekir. Modern ırkçılığı yaratan Avrupa, antropoloji, filoloji, arkeoloji gibi yine kendi kültür ürünü olan disiplinlerle kendi tarihini incelemiştir. Irkla ilgili araştırmalar, Avrupa uygarlığına bir ırk temeli sağlayamamış, Batılı ulusların son derece karışmış bir etnik tabana sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Irkçılık herşeye rağmen devam etmişse de, egemen görüş olamamış ve ciddî bir şekilde eleştirilmemiştir. Bunun istisnasını teşkil eden Nazi Almanya'sında, ırkçı fikirler, manevi güçlerinden değil, özgül siyasal ve ekonomik koşullardan kaynaklanan bir zafer kazanmışlardır. Irkla ilgili çalışmalar yapan birçok antropolog ve filozof, Avrupa uluslarını nasıl bir etnik sentez ürünü olarak görüyorsa, Türkleri de öyle görmüşlerdir. Irk temeli bulamayan Batı, kendi uygarlığını «kültür» temelinde savunmaya başlamış ve diğer uygarlıklarla farkını orada görmüştür. Gerçekten XVIII. yüzyılda, bir yandan ırkçılık icad edilirken, öte yandan da «halk egemenliği», «kuvvetler ayrımı» ve «fikir özgürlüğü» gibi ilkeler geliştiriliyordu. Batı, egemen düşünce olarak Doğu'yu, düşük bir ırka mensup olduğu için değil, halk egemenliğine dayanmadığı, özgür olmadığı, kısaca «despotik» olduğu için eleştirmiştir. Elbette bu düşünce her zaman objektif ve dürüst bir şekilde ifade edilmemiştir. Fakat, Batı'nın resmi felsefesi bu olmuştur. İşte Osmanlı aydınları, kendilerine bu felsefeyi muhatap alarak, Osmanlı toplumunu demokrasi ve özgürlük açısından eleştireceklerine, ırkçıları muhatap almışlar ve tarihte Türklerin, her türlü etkinin dışında; birçok uygarlıklar kurduklarını kanıtlamaya çalışmışlardır. Bunun çeşitli nedenleri vardır ve bu makalenin konusuna girmeyen birtakım sosyo-ekonomik etkenlerle, Osmanlı aydını devletten bağımsız hareket edememiş, Kapı-Kulu olmuş ve muhalefeti de hemen daima yönetici zümre içinde «hizip muhalefeti» olmuştur.
Kemalizm ve Yeni arayışlar
Osmanlı devletinin çöküşü ve Türk ulusunun bağımsızlık kavgasına girişi, ulusal bilinç ve kimlik sorunu konusunda yepyeni koşullar yarattı. Yeni imparatorluk hayalleri ile birlikte, «yönetici ulus» saplantıları da savrulup gitmiş ve onların yerini «mazlum ulus» bilinci almıştı. Gerçekten Millî Kurtuluş Savaşı önderinin, Türk ulusunu dünya kamuoyuna «mazlum ulus» olarak takdimi ve bu sıfatla haklarının savunulacağının ilanı, gerçek bir zihniyet değişikliğine yol açacak bir kültür devrimi yaratabilirdi. Bunun için de, bu fikrin tutarlı bir tarihi ve toplumsal analiz içine oturtulması ve savunulması gerekti. Nitekim ulusal kurtuluş savaşı yıllarında Atatürk bu analizin temellerini geliştiriyordu. Türk ulusunu «mazlum ulus» olarak ortaya koyunca, ona zulmedenleri de ortaya çıkarmak gerekti. Atatürk bunları, birbiriyle ittifak halinde iç ve dış güçler olmak üzere iki başlık altında görüyordu. Dış güçler, ulusal bağımsızlık savaşını boğmak ve Türkiye'yi yoketmek isteyen emperyalizmdi. Bu konu son derece açıktı ve herkesin gözlerinin önünde serili olan bir durumun ifadesiydi. Buna karşılık iç güçler hangileriydi? Atatürk bu konudaki görüşlerini, Türk tarih anlayışında bir devrim ifade edecek biçimde, İzmir İktisat Kongresini açış konuşmasında dile getirdi. Bu konuşmasında Atatürk, Osmanlı devletinin çöküş nedenlerini açıkladıktan sonra şunları söylüyordu : «Milletin düçar olduğu bu hazin hal ve sefaletin esbabını arayacak olursak doğrudan doğruya Devlet mefhumunda buluruz». Demek ki, iç zulmedici kuvvet de bizzat Osmanlı devleti idi. Atatürk aynı konuşmada, Osmanlı devletinin bağımsızlık sürecini nasıl kaybettiğini anlatmıştır : «Tanzimat devrinden sonra ecnebi sermayesi müstesna bir mevkie malikti. Devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka birşey yapmamıştır». Bunun sonucu olarak da bağımsızlığını kaybetmiştir. «Bir Devlet ki, kendi tebasına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz; bir Devlet ki, gümrükleri için rüsum muamelesi vesaire hakkından menedilir; bir Devlet ki, ecnebiler üzerinde kaza hakkını tatbikten mahrumdur. O Devlet'e müstakil denemez». Bu fikirler, kurulmakta olan yeni devletin ancak «tam istiklâl» ilkesine dayanacağını ifade etmektedir. Atatürk'ün Osmanlı devletine yönelttiği eleştiriler Tanzimat dönemiyle sınırlı kalmamıştır. Osmanlı devletinin zulmedici niteliği, «haşmet» devri için de geçerlidir. Başka bir konuşmasında Atatürk, sultanların, ihtirasları uğruna halkı nasıl peşlerinden diyar diyar sürüklediklerini anlatarak şunları söyler: «Osmanlı tarihinde bütün gayretler, bütün mesâi, milletin arzusu, emelleri ve hakiki ihtiyaçları noktai nazarından değil, belki şunun bunun hususi emellerini, ihtiraslarını tatmin noktai nazarından vukubulmuştur». Osmanlı tarihi ise, halk açısından, gerçekçi bir biçimde yazılacağına, sultanlar ve yönetici zümreler açısından yazılmıştır: «Osmanlı tarihi, baştan nihayetine kadar hakanların, şahısların, en nihayet zümrelerin hal ve hareketini kaydeden bir destandan başka birşey değildir». Günümüzde Osmanlı tarihçiliğinin, hâlâ büyük ölçüde Osmanlı kaynaklarını deşifre etmek ve aktarmak olduğu düşünülürse, bu görüşlerin çağının ne kadar ilerisinde bulunduğu inkâr edilebilir mi? Bu görüşleri bugün Kemalizmin ifadesi olarak ifade edebilir miyiz? Bunu iddia etmek zordur. Bu görüşler Kemalizmin ilk aşamasının, Ulusal Kurtuluş Savaşının felsefesidir. Ulusun bir yandan emperyalizmle, öte yandan da onun yerli ortaklarıyla, yani Osmanlı devletiyle hayat kavgası verdiği bir sırada, başka türlü bir lisan zaten kullanılamazdı. Ne var ki, Cumhuriyetin ilânından sonra bu görüşler giderek unutulmuş ve artık ne emperyalizmden, ne «mazlum ulus»tan, ne de devlet aygıtının toplumsal içeriğinden ve işlevinden söz edilir olmuştur. Kemalizmin radikalizme giden «içtihat kapısı» kapanmıştır. 1930'larda Kadro'cular, 1960'larda Yön'cüler, bu kapıyı —boşuna— zorlayacaklardır. Cumhuriyet dönemine geçilirken Atatürk, «Yeni Türkiye'nin eski Türkiye ile hiçbir alâkası yoktur. Osmanlı Hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur» diyordu. Bununla beraber, yeni yönetici kadrolar, ulusçuluk konusunda geniş ölçüde savaş öncesi yıllarının etkisi altındaydılar. Bu dönem fikir hayatına damgasını vuran Ziya Gökalp, Cumhuriyetle birlikte —büyük bir uyum kabiliyeti göstererek— Turancı hayallerini terketmiş ve «(Türkçülük fikrine) resmiyet veren ve onu fiilen tatbik eden ancak Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleridir» diyerek Türkçülüğün programını yazmaya başlamıştır Türkçülüğün tarihçisi Fuad Köprülü ise, Batılı şarkiyatçıları imrendirecek formasyonunu polemiksel bir biçimde kullanıyor ve Ortaçağ uygarlığına özbeöz Türk katkılarını saptamaya çalışıyordu. Kısacası Cumhuriyetin ilk yıllarında, İttihatçı Türkçülüğü hâlâ etkindi. Ergenekon destanları söyleniyor; bozkurt resmi taşıyan pullar, banknotlar basılıyordu. 1930'da 257 şubesi olan Türk Ocakları ise, savaş öncesi ideoloji ile savaş sonrası ideoloji arasında bir halka teşkil ediyordu. Bununla beraber 1920'lerin sonunda, tarihi kökenimiz ve ulusal kimliğimiz konusunda yeni bir görüşün ilk ifadelerine rastlıyoruz.
Gerçekten 1929'da Budapeşte'de bir konferans veren Reşid Safvet (Atabinen) Bey, Atatürk'le Türkçülüğün «tam bilinç aşamasına» ulaştığını ve Anadolu Türkleri için somut bir program halini aldığını söylüyordu. Konferansçı, «artık bilimin kabul ettiği gibi» Çin'de, Mısır'da, Mezopotamya'da vb. kurulan en eski uygarlıkların temellerini Türklerin attığını ileri sürüyor ve bu ulusun «bazı dejenere hanedanların» mirasına layık olmadığını ilave ediyordu72. Gerçekten bu fikirlerde, tarihteki yerimiz ve ulusal kimliğimiz ile ilgili yeni bir görüşün ifadesini buluyoruz. Bu görüş, Türk Ocaklarından, Türk Tarih Kurumuna geçiş şeklinde örgütleniyor ve 1937'de toplanan İkinci Türk Tarih Kongresinde bütün açıklığı ile ifade ediliyordu. Prof. Afet İnan, en özlü bir biçimde, bu tezi şöyle ifade etmiştir : «Dünyadaki yüksek kültürün ilk beşiği Orta Asya'daki Türk ana yurtları ve o kültürü kuranlar ve bütün dünyaya yayanlar da Türklerdir». Dilde de «Güneş - Dil Teorisi» ile tamamlanan bu görüş ne gibi delillere dayanıyordu? Türk Tarih Tezi'ne yol açan varsayımlar, daha önce özetlemiş olduğum, ırk ve dille ilgili Batılı çalışmaların ürünü olarak ileri sürüldü. Fakat bu çalışmalardan özellikle Eugene Pittard'ınki en etkili oldu. 1924'te yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetine Türklerin etnik kökenleriyle uğraşmalarını öneren İsviçreli antropolog, 1931'de, Türk Tarih Kurumu'nun «Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti» adıyla kurulduğu yılda, «Türkiye'nin Yeni Görünümü» isimli yeni bir kitap yayınlıyordu. 1937'de toplanan İkinci Türk Tarih Kongresine ise fahri başkan olarak katılıyordu. E. Pittard, bu Kongreye sunduğu raporda, eski bir tezi canlandırarak, neolitik devrimi yapan en eski bir ırkla Anadolu halkı arasında bir ilişki kuruyor ve Anadolu'yu tüm uygarlıkların kökeni olan «kutsal bir toprak» ilân ediyordu. Ancak, Pittard'ın tüm çalışmaları değerlendirilirse, aslında Türk Tarih Tezi'nden farklı bir şey söylediği görülür. İsviçreli antropolog, varsayım olarak, Küçük Asya'da en eski bir uygarlığı yaratan bir ırkın mevcudiyetine dikkati çekiyor ve bölge halkı için bir sentez ve devamlılıktan söz ediyordu. Yani Pittard Sümerlerin ve Hititlerin Türk olduklarından ziyade, bugün Anadolu'da yaşayan Türklerin, kökeni Sümerlere ve Hititlere kadar giden, bir sentezin ürünü olduğunu söylüyordu. Bölgede brakisefal kafa biçiminin ağır basması, eski ve yeni halklar arasında ırk farkı olmadığını ortaya kokuyordu. Pittard'ın kafatası çalışmaları, bu tezi ikna edici bir biçimde kanıtlayacak verilere ulaşamadı. Ancak Pittard'da varsayım niteliğini aşmayan görüşler, Türk Tarih Tezinde mutlak gerçek statüsüne kavuşturuldu.
Prof. A. İnan, Pittard'ın tezini, şu şekilde Türk tarihine uyguluyordu : «Anadolu birçoklarının zannettiği gibi XI. asırdan itibaren Türkleşmeye başlamış değildir. Anadolu aynı etnik mevcudiyetine yeni elemanlarını, aynı kökten kopan dalgalarla XI. asırda tazelemiştir. 1071 tarihi İslâm olan Türklerin Anadolu kardeşlerine kavuşmalarını gösterir». Bu haliyle, Türk Tarih Tezi, birtakım ciddi antropologların desteğini kazanan ve Anadolu halkının etnik devamlılığını ve sentezini savunan ilginç bir görüşe, İttihatçı Türklüğü kılıfı giydirmiş ve tüm evrensel uygarlığın başlangıçta Türkler tarafından kurulduğunu iddia etmiştir. Ne Batı ve ne de —bir heyecan dalgasından sonra— Türkiye'de fazla benimsenmeyen ve kısa bir süre sonra zaten unutulan Tarih Tezini ve Güneş - Dil teorisini ayrıntılı bir şekilde anlatmayacağım. Fakat 1930'larda yönetici kadroları bu gibi arayışlara sürükleyen etkenler hakkında biraz düşünmemiz gerekmez mi? R. Eşref Ünaydın, Dil ve Tarih Kurumları ile ilgili anılarında, geçmişimizde üç tarih nazariyesi olduğunu söylüyor ve bunları şöyle anlatıyordu: Önce, İmparatorluk devrinde, Oğuz Han nesline dayanan ve Namık Kemal'in «cihangirane bir Devlet çıkardık bir aşiretten» diye övdüğü bir anlayış vardı. Ziya Gökalp, pergeli biraz daha açarak, «daireyi Turan süsleri ile Börteçene, Alagonya efsanelerine değdirecek kadar genişletici bir Türkçülük nazariyesi» geliştirdi. Üçüncü ve son aşamada ise, Atatürk pergeli sona kadar açarak, Türklerin Avrupa'da bir sığıntı değil, en eski uygarlıkları yaratan kavim olduğunu, «en yeni ve ilmi Batı araştırmalarına, Batı bulgularına ve kazılara dayanan modern kavramlarla» göstermek istedi. Kanımca R. E. Ünaydın, tarihi anlayışımızdaki gelişimi doğru koymamıştır. Osmanlı'da tarih anlayışı, Osmanlı İmparatorluğunu aşan bir evrensel ve kutsal tarih anlayışı idi. Bu görüş Musevi - Hıristiyan kutsal tarih anlayışına bağlanıyor ve onu ileriye doğru devam ettiriyordu. Osmanlı devleti «Cihan Devleti», Osmanlı sultanı «padişah-ı alem» idi. XIX. yüzyılda, geri kalma ve yenilgilerle beraber, bu tarih anlayışının yerini, Osmanlı - İslam tarih anlayışı aldı. Kutsal tarih giderek anlamını büyük ölçüde kaybetti ve Osmanlı sultanı da «İslam halifesi» haline geldi. XIX. yüzyıl sonları ve XX, yüzyıl başlarında ise, Hilafet tarihinin yerini Türk tarihi aldı ve gözler Orta Asya'ya çevrildi. Yani R. E. Ünaydın'ın iddiasının aksine, 1930'lara kadar pergel devamlı olarak küçüldü. Oysa, Türk Tarih Tezi ile, pergel yeniden sonuna kadar açılıyor, tüm evrensel uygarlık Türklerin eseri olarak görülüyordu. Bu radikal değişimi nasıl açıklayabiliriz? Öyle sanıyorum ki, 1930'larda yeni tarih arayışlarını hazırlayan psikolojik ortam, Atatürk ve yakın çevresinin uygarlık anlayışından kaynaklanıyordu. Ziya Gökalp'in aksine, Atatürk «hars» ve «medeniyet» ayrımı yapmıyor, Batı uygarlığını iyi ve kötü taraflarıyla bir bütün olarak görüyordu.
Osmanlı Devletinden tamamen ayrı temellere dayanması istenen Yeni Türkiye, tüm Batılı kurumları benimseyecekti, Gerçekten 1930'lara gelene kadar gerçekleştirilen reformlarla, devlet aygıtı Batılı bir görünüm kazanmıştı. Ancak bu yeni durum, tutarlı bir tarih anlayışından yoksundu. Tam aksine, meşrutiyetçi Türkçülük, Batı modelini benimseyen Yeni Türkiye'ye uymuyordu. Orta Asya efsaneleri ile Moğollarla ve Tatarlarla ırk bağları kurarak Avrupa'ya yaklaşamazdık. Oysa Batı antropolojisinde ve filolojisinde, Türkleri evrensel uygarlığa sokacak bazı tezler vardı. Zaten Avrupa'nın ürünü olan bu tezleri benimsemek ve bütün dünyaya ilan etmek yeterdi. Oysa, yapılan şey bunları çok aştı. Tüm ırk ve ulusların kökenini Türk sayan yeni yaklaşım, yeni Cumhuriyeti yakın tarihinden de koparıyor ve Osmanlı devletine realist bir yöntemle eğilmeye olanak vermiyordu. Atatürk'ün desteklediği, fakat imzalamadığı bu görüş, İkinci Dünya Savaşından sonra terkedildi. 1946'da çok partili hayata geçiş ve Batı'ya dönük reformların son halkasının tamamlanmasıyla yeni bir dönem açılıyor ve ulusal kimlik sorununa yeni bir çözüm olanağı beliriyordu. Artık Türk insanı Batılı kurumlarda kimliğini bulmuştu. Avrupa da Türkiye'yi kendi örgütlerine kabul etmiş, kendi arasına almıştı. Bu dönüşüm, tarihi bir sürecin, «Batılılaşma» sürecinin sonucuydu. Şarkiyatçıların da büyük katkısıyla, Kemalizmi ve demokrasiyi hazırlayan «Batılılaşma hareketleri»ne öncelik ve ağırlık veren yeni bir tarih yazıldı. Öte yandan meşrutiyet Türkçülüğünün ürünü olan «yönetici ulus», «asker ulus» iddiası da, «Batılı ulus» savıyla birarada yaşamaya devam etti. Yeni dönem ve yeni tez, kimlik sorunumuzu çözdü mü? Bunu herhalde kimse iddia edemez. Fakat bu başka bir konudur ve ayrı bir incelemede ele alınmalıdır. Diyelim ki, Türk insanı tarihteki yerini, herhalde kendi tarihini realist ve tutarlı bir biçimde değerlendirerek alacaktır.
-Alıntı (genbilim.com)-
Son düzenleyen Blue Blood; 26 Ocak 2007 22:45