Arama

Türklerin Orta Asya'dan göç sebepleri nelerdir?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 2 Ocak 2015 Gösterim: 24.721 Cevap: 13
3mRé - avatarı
3mRé
Ziyaretçi
6 Ocak 2009       Mesaj #1
3mRé - avatarı
Ziyaretçi
OrTa asYa türk göçLerinin SeBeLeri
EN İYİ CEVABI Keten Prenses verdi
Türkler anavatanları olan Orta Asya'da büyük devletler kurmuşlar, kültürel, sosyal ve siyasal bazı sonuçlara ulaşmışlardır. Özellikle siyasal yapılanma bakımından dünyanın en büyük devletlerini, imparatorluklarını (Büyük Hun İmparatorluğu ve Göktürk Devleti) kurduklarını biliyoruz. Orta Asya’nın “Anayurt” olarak değerlendirilmesi her ne kadar bugün bazı tarihçiler tarafından benimsenmese de, genel ekseriyet bu fikri kabul eder. Zaten tarihi olaylar ve gerçekler de bunun doğru olduğunu teyid eder. Çünkü bugün anadoluda yaşayan boy ve oymakların, aşiret ve grupların tarihsel izlerini aradıklarında karşılarına çıkacak yer “ortaasya”dır.

Sponsorlu Bağlantılar
Orta Asya'da Türklerin yaşadıkları bölge Altay dağlarından Çin seddine; Baykal gölünün kuzeyinden Tibet yaylasına kadar olan yerlerdir. Türkler yüzyıllarca burada yaşamışlar, burada çeşitli devletler ve imparatorluklar kurmuşlar, kültürel çalışmalar yapmışlardır. Bir bakıma Türklerin dünyayı ve evreni ilk yorumlamaya çalıştıkları ve dünyaya ilk baktıkları yerdir Orta Asya.

Orta Asya'da böylesine devletler ve imparatorluklar kurarak başarılar elde etmiş olan Türkler, daha sonra çeşitli siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel sebeplerden dolayı zayıflamışlar, düşmanlarına ve dış güçlere karşı olan üstünlüklerini yitirmeye başlamışlardır. Devlet içinde kardeş kavgaları başlamış, iç bunalımlar gün geçtikçe artmaya yüz tutmuştur. Bütün bunların tabii neticesi olarak da Türkler yekpare yaşama biçimini yavaş yavaş kaybetmeye başlamışlardır. Zaten tarih boyunca ortada bir gerçektir ki, Türkler ne zaman kendi iç kavgalarına başlamışlar işte o zaman bozulmaya, dağılmaya, zayıflamaya yüz tutmuşlardır. Ki bize göre bu alışkanlık hala da devam etmektedir. Ne zaman ki inandıkları değerlere karşı olan mesuliyetleri ve samimiyetleri ikinci planda kalmıştır, işte o zaman ferdi ve nefsi gaye ve değerler ön plana çıkmış ve topluluk olarak gerilemeye, başkalarının egemenliğine girmeye başlamışlardır.

Orta Asya'da birlik ve beraberliklerini yitiren Türkler, iktisadi yönden de pek iyi değillerdi. Orta Asya'nın Bozkır iklimi, coğrafi durumun müsait olmaması, iklimin sıcak ve kurak olması da Türkleri rahatsız eden, onları yeni arayışlara ve hal çareleri bulmaya sevkeden amiller olarak zikredilmektedir.

Nitekim Kafesoğlu'nun da belirttiği gibi tarihi kayıtlarda Türk göçlerinin de iktisadi sıkıntı, yani Türk anayurt topraklarının geçim bakımından yetersiz kalması dolayısıyla olduğu bir gerçektir. Büyük ölçüde kuraklık, nüfus kalabalıklığı ve otlak darlığı Türkleri göçe mecbur etmiştir.

İçinde bulundukları siyasi ve iktisadi durumun bu zorluklarını gözönünde bulunduran Türkler, kendilerine daha iyi ve daha uygun yerler aramak gayesiyle anavatanlarından bir bir ayrılmaya başladılar. Türklerin bır kısmı Hazar denizinin kuzeyinden Avrupa'ya doğru, diğer bir kısmı da Hazar denizinin güneyinden İran ve İran üzerinden de Anadolu'ya doğru göç ettiler.

Oğuz göçleri, hem uzun mesafeler katetmek suretiyle yapılmış hem de çok önemli tarihi sonuçlar vermiştir. Bu göçleri, vatan kurma maksadını güden fütuhat karakterize eder. Türk göçlerini belirli gayelerden yoksun ve sonu birer meçhul birer macera hareketi olmaktan kurtarıp başarılı şekilde hedefine ulaştıran başlıca sebep de hemen bütün göçlerin Türk hükümdar ailesi mensupları tarafından büyük bir disiplin içinde sevk ve idare edilmesidir. Eski Türk hükümranlık anlayışına göre kutsal sayılan hanedan üyelerinin başta bulunması, onlara karşı duyulan saygı ve bağlılık dolayısıyla Türk kütlelerinin umumiyetle birliklerini muhafaza ederek çeşitli iklimlerde tarihi misyonlarını gerçkleştirmelerini mümkün kılmıştır. Ancak yine de bu Türklerin çok uzun süreç bir göçebelik hayat yaşadığı gerçeğini ve modern dönemlere kadar bu özelliğini pek yitirmediğini de göstermektedir. Nitekim bugün modernleştiği ve batılılaştığı söylenen Türkiye toplumunun bile göçebelik ve şehirlilik hususunda nereye konulacağı pek çok bilim adamı ve sosyal bilimci tarafından tartışılmaktadır. Tabir yerindeyse hala modernliğin en önemli sembollerinden biri olan otomobile bile ata biner gibi binen ve onu adeta şahlandıran insanların bilinçaltındaki göçebelik ruhunun devam ettiği tezi hiçte yabana atılır bir tez değildir. Diğer deyimle İstanbul ve benzeri şehirler hala Türkiye’nin en fazla göç alan kesimleri ise ve bu göçler çok hızlı bir şekilde devam ediyorsa, büyük kentlerimizin önemli bir bölümü varoşlardan oluşuyorsa göçebelik-modernlik hususu dikkatli değerlendirilmelidir.

Anadolu'ya doğru olan bu göçlerin, Anadolu içlerine ilk olarak ne zaman başladığı hususunda değişik görüşler mevcuttur. Ama genel olarak X. yüzyılın ilk yarısı olarak kabul edilir.

Kafesoğlu'na göre, Oğuz ve Türkmen boylarının önemli bir kısmı Selçuklular zamanında Anadolu'ya yerleşmeye başlamışlardır. Ona göre X. yüzyılın birinci yarısında Oğuzlar Hazar denizinden Sir (seyhun- İnci) ırmağının orta yatağındaki Farab (XI. yüzyıldaki Türkçe adıyla Karaçuk) ve İsficab yörelerine kadar olan yer ile bu ırmağın kuzeyindeki bozkırlarda yaşıyorlardı.

Faruk Sümer de Kafesoğlu'nu teyit etmektedir. Yine Türklerin Anadolu'ya girişlerinin az ve seyrek de olsa X. yüzyılda olduğunu belirtmektedir. Zaten Türklere Anadolu'nun kapıları 1071 Malazgirt Zaferi ile açılmıştır denilmesi de bunu teyid eder mahiyettedir. Malazgirt Zaferi Türklerin Anadolu'ya girmelerinin bir bakıma resmi başlangıcıdır.

Fakat bu savaştan önce Anadolu'ya Türk akınlarının sürekli şekilde yapıldığını, Tekke ve Tasavvuf şeyhlerinin fetihten önce bu yörelere kadar gelip yerleştiklerini biliyoruz. Bu olaylar fetihten önce olduğuna göre Anadolu'da Malazgirt zaferinden önce yaşayan çok sayıda Türk vardı diyebiliriz. Hatta çoğu tarihçiye göre bunlar bir bakıma Malazgirt zaferinin ve anadolunun fethinin hazırlayıcıları olmuştur.

Osman Turan'a göre ise, fetihten önce Anadolu'ya çok sayıda Türk gelmiş, kimisi içerilere kadar girmiş, kimisi ise karıncalar gibi sınır boyunca yığılmıştı. Nitekim ona göre, Büyük Selçuklular için Anadolu, göçebe Türk kitlelerinin iskanına yarayan ve Bizans imparatorluğuna karşı İslam hudutlarını koruyan bir uç beyliği mevkiinde idi. Hatta bu ülke bazan asi şehzade, boy ve boyların da bir sürgün yurdu sayılıyordu. Fakat Anadolu'da teşekkül eden bu uç beyliği Türk milletinin müstakbel tarihini yapmış; Türk cihan hakimiyetinin doğuşunu ve en yüksek dereceye erişen Osmanlı dünya nizamını yaratan maddi- manevi kuvvetlerin de kaynağı olmuştur.

Büyük selçuklular yıkıldıktan ve müthiş bir kasırga ile başlayan Moğol cihan hakimiyeti bir asır sürdükten sonra Türkler sözünü artık Orta Asya'da değil, küçük Asya'da söylemeye başlamıştır. Türkler Malazgirt Zaferine kadar, yarım asır zarfında, Anadolu hudutlarına "karıncalar" gibi yığılıyor, Bizans topraklarına girerek kendilerine yurt arıyorlardı. Onlar Abbasiler zamanında bu devletin askerleri ve Türkistan'dan gelip din uğrunda savaşan gaziler olarak bu ülkeyi daha eski devirlerde de tanımaya başlamışlardı. İslam bizans hudut teşkilatında gaza yapan bir kısım Türkler de buralarda yerleşmişti. Bizanslılar da Balkanlardan getirdikleri gayri müslim türkleri, aynı askeri maksatla, islamlara karşı kendi hudutlarında tutuyorlardı. Bizanslıların islam dünyasına taarruza geçtiği ve şarkta hudutlarını genişlettiği sıralarda, yani XI. asrın birinci yarılarındadır ki Oğuzlar da Anadolu hudutlarına dayanmış ve akınlara başlamışlardı. Türklerin gönüllü gazilerinin verdiği bilgilere dayanan Çağrı Bey 1018 yılında, Karahanlı ve Gaznelilerin baskıları karşısında şarki Anadolu içlerine kadar gelip tekrar Türkistana dönmüş, kendileri için zaruret halinde bu uzak diyarda bir yurt aramış ve dolayısıyla müstakbel Türk vatanının keşfetmiştir. Çağrı bey 3000 suvarisi ile Horasan'a dönünce kardeşi Tuğrul beye "Buralarda bize karşı koyacak bir kimseye rastlamadım" derken hem Bizanslılara karşı üstünlük duygularını belirtiyor ve hem de istikbal için ümidli olduğunu ifade ediyordu. Bundan sonra yurt arayan Türkmenler gittikçe çoğalan kabileler halinde Anadolu hudutlarına yığılmış ve sık sık gazalara girişmişlerdi.

Fakat yine de Türklerin Anadolu'ya girmeleri pek kolay olmuyordu Çeşitli zorluklarla karşılaşacakları muhakkaktı. Yine Osman Turan'ın belirttiğine göre, Türk akınları yarım asır sürdüğü halde Bizans’ın devamlı mukabeleleri ve göçebeler için zaptı güç olan kalelerin çokluğu dolayısıyla boy beyleri idaresinde bulunan Türkmenler Anadolu'da emniyet bulamamış ve yerleşememiştir; tehlike zamanlarında ya Azarbeycan'a dönmüşler veya Anadolu'da sığınak bulmak ümidi ile dolaşmış ve Bizans ordularından kaçmışlardı.

Bu zorluklar ve zor şartlar altındaki mücadeleler Malazgirt zaferine kadar devam etti. Fatihten sonra Anadolunun büyük ve önemli bir kısmı Oğuzlarla ve diğer göçebe Türklerle dolmaya başladı. Nitekim Faruk Sümer'in belirttiği gibi, fethi müteakip ülkenin her tarafı Oğuz kümeleri ile doldu. Bunlar Türkistan ve İran'da yaşayan eldaşları tarafından daima besleniyor ve yeni gelenler ile sayıları da bir göç kanalı meydana gelmişti. Fetihten sonra Anadolu ile Türkistan arasında bir göç kanalı meydana gelmişti. XIII. yüzyılın birinci yarısının ortalarına doğru Türkistan, Horasan ve Azerbaycan'dan Anadolu'ya birbiri arkasından kalabalık Türkmen kümeleri gelmeye başladı.

Anadolu'ya gelen bu Türk boylarının tamamı Oğuzlara ait değildi. Elbette çoğunluğu Oğuzlardı ama yine de Oğuzların dışında çok sayıda Türk soy ve oymakları da vardı. Ahmet Uğur'un belirttiğine göre, Anadoluya hemen hemen bütün Oğuz boyları ve Türk oymaklarından insanlar gelmiştir. Fakat nüfus yönünden çok olan boy Selçukluların bağlı olduğu Kınık boyu idi. Bayındır, Afşar, Kayı, Çepni, Salur, Bayat, Yıva bunlar da sırasıyla gelirler. Oğuz boyları dışında Anadolu'ya göç eden Türk grupları da şunlardır: Karluk, Kalaç, Çığıl, Kanglı, Uygur, Kıpçak. Bunların lehçeleri Oğuz lehçelerinden ayrı ise de Oğuzlar arasında eriyip gitmişlerdir. Yani Anadolu'ya hemen hemen bütün Oğuz boyları ve Türk oymaklarından insanla gelmiştir.

Anadolu'ya Selçuklular samanında gelen Türklerin sayısında da çeşitli görüş ayrılıkları vardır. Bunun yüz bin, ikiyüz bin, üçyüz bin olduğunu söyleyenler vardır. Selçuklunun dörtyüzbin kayıtlı askeri vardır. Gaza ülkesi olan Anadoluya en az yüzelli bini gönderilmiştir. Bu askerlerin boy ve birlikleri, hayvanları, aile ve çocukları, ordunun arkasından gelmekteydi. Aşağı yukarı altıyüzbine yakın nüfus eder. Bunların dışında yaylak, kışlak kurmak, çobanlık, çiftçilik ve ticaret için gelenlerle bu nüfus bir milyonu aşar.

Göçebe Türklerin Anadolu'daki yayılış tarzları da dikkat çekicidir. Anadoluya gelen Türkmenler, geliş kaynağı olarak Bozkır halkıdırlar. Onların hayvanlarının otlağı Asya-Step bozkırıdır. İşte gelenler de daha çok bu gibi yerleri tercih ettiklerinden, bunlar Kızılırmak havzasına, Doğu dan Kütahya’ya kadar yerleşmişlerdir.

Yine Faruk Sümer'in bildirdiğine göre, fetihler ve ondan sonra gelen Oğuz kümeleri umumiyetle Sivas bölgesinden batıdaki Selçuklu ucuna kadar olan geniş bölgede yerleşmişlerdi.

Anadoluya yavaş yavaş yerleşen Türkler, boş durmamışlar, yeni yerleşim merkezleri oluşturmaya çalışmışlar, eski mesleklerinin yanı sıra burada da geçimlerini sağlamak için yeni meslekler ve iş alanları tespit etmişlerdir. Fakat onların hiçbir zaman unutmadıkları en önemli mesele Anadolunun Türkleştirilmesi meselesiydi. Çünkü onlar da biliyordu ki Anadolu Türkleşmediği müddetçe kendileri ne rahat edebilecekler, ne de bir yurda sahip olabileceklerdi. Selçuklular zamanında başlayan bu Türkleştirme ve İslamlaştırma hareketleri hemen hemen Osmanlıların zamanına kadar sürmüştür. Nitektim Osmanlı devletinin kuruluşu sırasında dikkati çeken en önemli vakalardan birini Cengiz Orhonlu, yollar boyunca tekke ve zaviyelerin çokluğu olarak tespit eder.

Tekkeler ve zaviyeler, dervişler ve onların talebeleri bu yerlerde insan sevgisini esas alarak, yabancıların kalbini islama, doğruluğa ve hakka ısındırmak şartıyla faaliyet gösteriyorlar ve bunda da oldukça başarılı oluyorlardı.

Osmanlı Devletinin kuruluş devrinde de Türkleştirme ve İslamlaştırma faaliyetlerinin hızla devam ettiğini biliyoruz. Cengiz Orhonlu'nun da belirttiğine göre, kuruluş devirlerinde aşiretler bir iskan unsuru olarak yeni ele geçen memleketlerin Türkleştirilmesinde kullanılmışlardır. Onlar muhariplik vasıfları ve yerleşik halka nazaran bir teşkilat ve disiplin içinde kabiliyetleri bakımından Osmanlı devleti için askeri bir kıymet de ifade etmekte idiler.

Türklerin Anadoluya girmeleri ve Anadoluyu islamlaştırarak bir yurt edinmeleri için geçen zaman zarfını X. yüzyılla XIV. yüzyıl arası olarak gösterebiliriz. Yani Türklerin Anadolu'ya girip yerleşmeleri ve orasını kendilerine bir yurt ve vatan edinmeleri tam 4 asırlık bir zaman zarfında gerçekleşmiştir.

İşte bu dört asırlık zaman zarfğında Türk boy, kabile, aşiret ve oymakları Anadolu'ya akın akın gelmişler, yerleşmişler ve Anadolu'nun dört bir yanına dağılarak burasını kendilerine yurt ve mekan edinmişlerdir. Araştırma konumuzu teşkil eden Tülekler (tölekler) de bu zaman zarfında Anadoluya gelmişler ve yerleşmişlerdir. Fakat sözkonusu boy veya oymak ilk göçler esnasında mı gelmişlerdir, oğuzlarla beraber mi gelmişlerdir, yoksa Oğuzların Anadoluya yerleşmelerinden sonra mı gelmişlerdir bu hususta yeterince olmamakla birlikte ileride geniş bilgi verilecektir.

Zaten bu husus bir bakıma Tüleklerin bir oğuz boyu veya oymağı olup olmaması meselesiyle ilgilidir. Biz bu hususu Tüleklerin menşeini yani bağlı oldukları kolu anlatırken vermeye çalışacağız.

Burada şunu belirtmekte fayda vardır ki, Tüleklerin Anadolunun çeşitli yörelerinde gruplar ve kitleler halinde önemli ölçüde fazla miktarda olması; kendilerinin daha çok Orta Anadolu Türk kültürü izlerini taşıması onların Arta Asya Menşeili bir Türk boyu olduğunu ortaya koymaktadır. kanaatimizce Tülekler fetihten sonra Anadoluya gelmişler ve onlar da diğer Müslüman Türk boy, kabile ve aşiretleri gibi islamlaştırma ve Türkleştirme faaliyetlerine katılışlardır.

fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
6 Ocak 2009       Mesaj #2
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
TÜRKLERİN ORTA ASYA'DAN ÇIKIŞI VE GÖÇLER

Sponsorlu Bağlantılar


Türklerin tarih içerisinde çok geniş bir coğrafyaya yayıldıkları ve göç ettikleri bölgede güçlü devletler kurduklarını biliyoruz. Bu Türk göçleri, atalarımızın ilkel göçebe bir toplum yapısına sahip oldukları gibi, yanlış ve haksız bir iddianın da mesnedi olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Halbuki bu göçlerin sebep ve sonuçları göz önüne alındığında, Türklerin ilkel göçebe bir anlayışla değil, aksine, kendine has yüksek bir kültür ve medeniyetin sahibi ve yayıcısı olarak göç ettikleri görülür. Dünya üzerinde atı ilk kez ehlileştiren ve onu binek hayvanı olarak kullanan Türkler, atın sağladığı hız ile yüksek devlet ve toplum telâkkilerini geniş coğrafyalar üzerinde hâkim kılmıştır. Konar göçer, atlı yaşantının temelinde büyük oranda hayvancılık ve kendine yeterli bir ziraat kültürü yer alır. Dolayısıyla, Türk göçleri bu yaşantıya uygun olan sahalara doğru olmuştur. Hem Türk tarihi hem de Dünya tarihi üzerinde çok büyük tesirleri olan bu göçlerin birçok sebepleri vardır. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz:

1-GÖÇLERİN SEBEPLERİ
İktisadî ve Sosyal Sebepler: Daha çok hayvancılıkla geçimlerini sağlayan Türkler, kuraklık, salgın gibi tabiî olayların etkisiyle göç etmek zorunda kalmışlardır. Otlakların yetersiz kalması veya nüfusun artması, Türkleri, iklimi ve coğrafyası müsait yeni bölgelere sevk etmiştir. M.S.IV. yüzyıldaki Hun göçlerinde, Orta Asya'da hüküm süren "kuraklık"ın etkili olduğunu biliyoruz.
Toprağın artan nüfusu besleyemez hâle gelmesi veya hayvanlar için yeterli otlakların kalmaması, iktisadî düzeni sarstığı zaman, Türkler, kendi yaşantılarına uygun, tabiatın zengin ve nispeten nüfusun az olduğu bölgelere yönelmişlerdir. Selçuk Bey ve Arslan Yabgu'ya bağlı Türkmenlerin Horasan ve Harezm'e göçmeleri veya XI.-XII. yüzyıllarda, Anadolu'nun Selçuklular tarafından fethinde bu durumu görebiliriz. Siyasî Sebepler: Yabancı kavimlerin baskısı veya kendi aralarındaki hâkimiyet mücadelesi göçlerin diğer bir sebebidir. Meselâ XI. yüzyıldaki Kitanlar'ın hücumu Türklerin batıya göçlerini beraberinde getirmiştir. Orhun-Yenisey'deki Uygur Devleti'nin 840 yılında yine bir Türk kavmi olan Kırgızlar tarafından ortadan kaldırılması, Kutlu yurt Ötügen'in elden çıkmasıyla neticelenmiş ve Uygurlar, Turfan, Kansu, Tarım Havzası gibi daha güneydeki bölgelere göç etmek zorunda kalmışlardır. Belki de Uygurların meşhur "Göç" destanı bu olayın hatırasını taşımaktadır.
Destanda vatanı sembol eden "Kutlu Dağ"ın Çinlilere verilmesi ve Çinliler tarafından dağın parçalanarak Çin'e götürülmesi, ülkede felâket ve kuraklığa sebep olur ve bütün canlı cansız mahlûkat "göç, göç" diye inler. Bu ilâhî emre uyan Uygurlar, Beşbalıg'ın olduğu yere gelerek beş ayrı şehir kurarlar. İlkel göçebelerde görülmeyen bu mukaddes vatan anlayışı, istiklâl ile perçinlenmektedir. Türkler, istiklâlini kaybetmektense göç etmeyi yeğlemişler ve kendilerine yeni vatan aramışlardır. Türklerdeki bu güçlü vatan oluşturma ve devlet kurma geleneği, atalarımızı yeni fetihlere sürükleyen diğer önemli bir sebeptir. Zaman içerisinde, dünyayı huzur ve sükûna kavuşturmayı, insanları adalet ve eşitlik içinde yönetmeyi töresinin bir hususiyeti olarak hedefleyen bu fütuhat anlayışı, Türklerde, "Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi"nin doğmasını sağlamıştır.
Dolayısıyla Türk göçleri ilkel göçebe anlayışından farklıdır. Göçebeler vatan kavramını tanımayan, nerede duracağı belli olmayan ilkel topluluklardır. Türkler ise vatan kabul ettikleri ülkede, belirli yaylak ve kışlaklar arasında yaşayan "töreli" bir millettir. Bu sebeple eski Türkler konar göçer bir hayat yaşamaktaydılar.
2-TÜRKLERİN YAYILDIKLARI BÖLGELER
Milâttan Önce Türklerin Yayıldıkları Sahalar: Altay-Sayan dağlarının kuzey-batı kesimlerinde yaşayan Andronovo kültürü insanı, M.Ö.1700'lü yıllarda Altay, Tanrı dağları ve Maverâünnehir' e kadar olan bölgelere uzanmaktaydı. M.Ö. 1100 yıllarında aynı kültür Çin'in kuzeyindeki Ordos ve Kansu bölgesinde görülmekteydi. M.Ö. IV. yüzyıldan itibaren Hazar ve güney Rusya da Türklerin yaşadıkları bölgeler arasına girmiştir. Bu duruma en iyi örnek mühim bir kısmını Türk kabilelerinin oluşturduğu, konar göçer, atlı kültüre sahip bir kavimler topluluğu olan İskitler (Sakalar)dir. İskitler, M.Ö . VIII. yüzyılda, Orta Asya'nın Tanrı dağları ile Hazar denizi arasında kalan geniş bozkırlarında yaşarlarken, daha sonra göç ederek, Karadeniz'in kuzeyinde, İtil ve Tuna nehirleri arasındaki düzlüklere yayılmışlardır. M.Ö. VI.-IV. yüzyıllarda Dnyeper ve Dnyester sahasındaki bazı Slâv zümrelerini hâkimiyetleri altına alan İskitler, Karadeniz'in kuzeyinde varlıklarını M.Ö.II. yüzyıla kadar devam ettirmişlerdir. Aynı sahada bulunan ve M.S. II. yüzyıla kadar Don ve Tuna boylarına kadar uzandıkları bilinen Sarmatlar ile onların içinden çıkan Roksalan ve Yazığların da en azından yönetici sınıflarının Türk olduğu da iddia edilir. Bu
kavimler Slâv ve Cermen zümreleri üzerinde derin tesirler bırakmıştır.
Bozkır medeniyeti diye adlandırılan atlı-nomad yaşayışın öncüleri İskitler olmuşlardır. Hun sanatıyla büyük benzerlik gösteren, geometrik şekiller ve hayvan figürlerinin dikkat çektiği İskit sanatı, M.IV. ve III. yüzyıllarda doruk noktasına ulaşmıştır. Milâttan sonra Türklerin yayıldıkları sahalar: Türk göçleri bu dönemde batı yönünde gelişmeye başlamıştır. Hunlar Orta Asya'dan, Hindistan'ın kuzeyine ve güney Rusya'ya kadar genişlediler. Bir kısmı Orta Avrupa'ya kadar ilerledi. Sabar, Avar, Bulgar, Peçenek, Uz ve Kuman boyları Hazar ve Karadeniz'in kuzeyi ile Orta Avrupa ve Balkanlara kadar uzandılar. Kalabalık Oğuz boyları X .-XI. yüzyıllarda Maverâünnehir üzerinden İran, Irak, Azerbaycan ve nihayet Anadolu'ya hâkim oldular.
Türk Göçleri, tarih boyunca doğudan batıya doğru gerçekleşmiştir. Bu istikamet içerisinde bazı Türk kavimleri Hazar'ın kuzeyinden Avrupa'nın içlerine kadar yönelirken-Bulgar-Kuman-Kıpçak ve Çağatay dil grubu-, bir kısmı da İran üzerinden Anadolu ve Orta Doğu'ya göç etmişlerdir- daha çok batı Türkleri'nden Oğuz boyları-. Bu iki göç yolu üzerinde değişik dil, din ve medeniyetten topluluklarla temasa geçen Türk kavimleri yüzyıllar boyu bu coğrafyalarda varlığını sürdürmüştür. Türk bünyesine uymayan inanç sistemlerinin, hayat tarzlarının benimsendiği ya da zaman içerisinde nüfus bakımından beslenemediği yerlerde bulunan bazı Türk kavim ve boyları tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Çin'deki Tabgaç'lar, Orta Avrupa'daki Hunlar ve Balkanlardaki Bulgarlar buna örnektir. Ancak bu olumsuzluklardan etkilenmeyen Türk toplulukları büyük bir coğrafyada varlıklarını devam ettirmektedirler.

TÜRK BOYLARININ YAŞADIKLARI YERLER
Aynı zamanda son durum için 27.konuda Türk Toplulukları maddesini inceleyebilirsiniz Günümüzde varlıklarını devam ettiren Türk boyları, ana kütlesini Anadolu, Azerbaycan ve İran ile Büyük Türkistan'ın oluşturduğu çok geniş bir coğrafyaya yayılmışlardır. Bu ana kütleden zaman zaman taşan Türkler, daha nispî de olsa, bugün başka devletlerin elinde bulunan topraklarda da yaşamaktadır. Dolayısıyla 170 milyonu aşan bu büyük Türk Dünyası içerisinde bağımsız yaşayanlar olduğu gibi, daha az da olsa, başka devletlerin hâkimiyetinde bulunanlar da mevcuttur. Osmanlı devletini oluşturan Türkiye Türklerinin devamı ve bakiyesi durumundaki bir kısım Türk nüfusu, bugün, eski Yugoslavya'da; Makedonya ve Üsküp'te, Bulgaristan'da; Mestanlı, Deliorman, Plevne, Varna, Filibe, Kızanlık'ta, Yunanistan'da; Batı Trakya ve Ege Adaları'nda, Polonya ve Romanya'da; Dobruca ve Baserabya'da, Irak'ta; Musul-Kerkük'te, Suriye'de; Münbiç, Azez ve Lazkiye'de yaşamaktadır. Bu bölgelerdeki toplam Türk nüfusu yaklaşık 7 milyondur.
1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte, komünizmin boyunduruğundan kurtulan Türk boyları büyük oranda bağımsızlıklarını ilân etmişlerdir. Bu tarihî olay neticesinde Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan Türk Cumhuriyetleri ortaya çıkmış ve böylece 40 milyona yaklaşan toplam nüfusuyla, Türkistan'ın bir bölümü (Batı) yeniden istiklâline kavuşmuştur. Ancak bazı Türk toplulukları Sovyetler Birliği'nin yerine oluşturulan Rusya Federasyonu'nun sınırları
içerisinde, İdil (Volga)- Ural bölgesinde, muhtar cumhuriyetler olarak kalmıştır; Tataristan, Başkurdistan ve Çuvaşistan. Sibirya'da ise Yakut, Tuva ve Altay özerk bölgeleri oluşturulmuştur. Buradaki Yakut (Saha),Tatar,Hakas, Tuva, Dolgan gibi Türk boylarının nüfusu bir milyonu geçmektedir.
Kafkasların haritası da Sovyetler Birliği'nin dağılması neticesinde değişmiş ve Azerbaycan Cumhuriyeti ortaya çıkmıştır. 7 milyonu aşan nüfusları ile Azerî Türkleri, Orta Asya ile Anadolu Türklüğü arasında önemli bir köprü vazifesini görmektedir. Rusya Federasyonuna dahil olan Kuzey Kafkaslar, pek çok etnik grubun yaşadığı bir bölgedir. Ancak Ermeni ve Gürcülerin dışında kalan toplulukların çoğu ortak yaşayış, kültür ve inançlara sahiptir. Bu bölgenin toplulukları için İslâmiyet belirleyici bir unsurdur. Dağıstan, Çeçenistan, Osetya, Karaçay gibi muhtar cumhuriyetler ile Oblastlarda yaklaşık 6 milyon Kafkas akraba topluluğu yaşamaktadır. Bunların bir milyondan fazlasını ise Kumuk, Karaçay, Balkar, Nogay ve Kundurlar gibi Türk boyları oluşturmaktadır. Kuzey Kafkaslardan, Moldova'ya kadar uzanan bölgelerde ise II. Dünya Savaşı sonrasında yurtlarından sürülen Kırım ve Ahıska Türkleri ile Hristiyan Gagavuz ve Musevî Karaim ve Kırımçakla bulunmaktadır. Bu toplulukların toplam nüfusunun bir milyona ulaştığı tahmin edilmektedir.
Doğu Türkistan'da yaşayan Türkler, Batı Türkistan'daki soydaşları kadar şanslı değillerdir. Sovyetler ile birlikte Türkistan'ı bölen Çinliler, Doğu Türkistan'ı, Sincang (sonradan kazanılmış topraklar) adıyla işgal ederek, büyük çoğunluğunu Uygurların oluşturduğu Türkleri tam bir baskı ve zulme tâbi tutmuşlar ve tutmaya devam etmektedirler. Doğu Türkistan'da, Sincang-Uygur muhtar bölgesinde, Uygur, Kazak, Kırgız, Özbek ve Tatar asıllı yaklaşık 20 milyon Türk yaşamaktadır. Çin'in Kansu bölgesinde de yüz bin dolayında Salar Türkü bulunmaktadır.
Afganistan'ın kuzeyi ve Tacikistan'da önemli oranda Türk nüfusu yaşamaktadır. Herat, Tükurgan ve Mezarışerif ile Maymana, Maruçak, Andhoy ve Vahan civarında iki milyonu aşkın Özbek, Teke, Yamut, Sarık ve Salur boylarına mensup beş yüz bini aşan Türkmen ve Yüz elli bini bulan Kırgız, Kazak ve Karakalpak bölgenin asli unsurlarını oluşturur. Günümüzde Kuzey Afganistan Türkleri, Afganistan yönetimini ele geçirmiş olan Talebanlara karşı mücadele vermektedir. Yoğun Türk nüfusunun bulunduğu diğer bir bölge de İran'dır. İran nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan yaklaşık 20-25 milyon Türk asıllı kavim ve topluluk bu büyük coğrafyada yaşamaktadır. İran'daki en büyük Türk grubunu yaklaşık 20 milyona varan nüfuslarıyla, Güney Azerbaycan'da yaşayan Azerî Türkleri oluşturur. XIX. yüzyıl başlarında Gülistan ve Türkmençay anlaşmalarıyla İran ve Rusya, Azerbaycan'ı bölmüş ve Aras'ın kuzeyi Rusya'da kalırken, Güney Azerbaycan İran'ın elinde kalmıştır. Tebriz, Erdebil, Urmiye, Hoy, Maku, Culha vb. gibi bölgeleri içine alan, yüz bin km2'yi aşan yüz ölçümüyle Güney Azerbaycan Fars milliyetçiliğinin tehdidi altında bulunmaktadır. İran'ın güneyindeki Fars eyaletinde konargöçer yaşayan Kaşgay'lar 500 bini aşan nüfuslarıyla İran'daki diğer önemli bir Türk unsurudur. Türkmenistan sınırına yakın bölgelerde ise Yamut, Göklen, Sarık ve Salur boyuna mensup Türkmenler yaşamaktadır (500 bin). Ayrıca bir milyonu bulan Afşar, Kaçar, Karapapak, Hamse, Şahseven gibi değişik adlara sahip topluluklar, İran'daki güçlü Türk dünyası içerisinde yerlerini almışlardır
kaynak
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
6 Ocak 2009       Mesaj #3
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Türkler anavatanları olan Orta Asya'da büyük devletler kurmuşlar, kültürel, sosyal ve siyasal bazı sonuçlara ulaşmışlardır. Özellikle siyasal yapılanma bakımından dünyanın en büyük devletlerini, imparatorluklarını (Büyük Hun İmparatorluğu ve Göktürk Devleti) kurduklarını biliyoruz. Orta Asya’nın “Anayurt” olarak değerlendirilmesi her ne kadar bugün bazı tarihçiler tarafından benimsenmese de, genel ekseriyet bu fikri kabul eder. Zaten tarihi olaylar ve gerçekler de bunun doğru olduğunu teyid eder. Çünkü bugün anadoluda yaşayan boy ve oymakların, aşiret ve grupların tarihsel izlerini aradıklarında karşılarına çıkacak yer “ortaasya”dır.

Orta Asya'da Türklerin yaşadıkları bölge Altay dağlarından Çin seddine; Baykal gölünün kuzeyinden Tibet yaylasına kadar olan yerlerdir. Türkler yüzyıllarca burada yaşamışlar, burada çeşitli devletler ve imparatorluklar kurmuşlar, kültürel çalışmalar yapmışlardır. Bir bakıma Türklerin dünyayı ve evreni ilk yorumlamaya çalıştıkları ve dünyaya ilk baktıkları yerdir Orta Asya.

Orta Asya'da böylesine devletler ve imparatorluklar kurarak başarılar elde etmiş olan Türkler, daha sonra çeşitli siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel sebeplerden dolayı zayıflamışlar, düşmanlarına ve dış güçlere karşı olan üstünlüklerini yitirmeye başlamışlardır. Devlet içinde kardeş kavgaları başlamış, iç bunalımlar gün geçtikçe artmaya yüz tutmuştur. Bütün bunların tabii neticesi olarak da Türkler yekpare yaşama biçimini yavaş yavaş kaybetmeye başlamışlardır. Zaten tarih boyunca ortada bir gerçektir ki, Türkler ne zaman kendi iç kavgalarına başlamışlar işte o zaman bozulmaya, dağılmaya, zayıflamaya yüz tutmuşlardır. Ki bize göre bu alışkanlık hala da devam etmektedir. Ne zaman ki inandıkları değerlere karşı olan mesuliyetleri ve samimiyetleri ikinci planda kalmıştır, işte o zaman ferdi ve nefsi gaye ve değerler ön plana çıkmış ve topluluk olarak gerilemeye, başkalarının egemenliğine girmeye başlamışlardır.

Orta Asya'da birlik ve beraberliklerini yitiren Türkler, iktisadi yönden de pek iyi değillerdi. Orta Asya'nın Bozkır iklimi, coğrafi durumun müsait olmaması, iklimin sıcak ve kurak olması da Türkleri rahatsız eden, onları yeni arayışlara ve hal çareleri bulmaya sevkeden amiller olarak zikredilmektedir.

Nitekim Kafesoğlu'nun da belirttiği gibi tarihi kayıtlarda Türk göçlerinin de iktisadi sıkıntı, yani Türk anayurt topraklarının geçim bakımından yetersiz kalması dolayısıyla olduğu bir gerçektir. Büyük ölçüde kuraklık, nüfus kalabalıklığı ve otlak darlığı Türkleri göçe mecbur etmiştir.

İçinde bulundukları siyasi ve iktisadi durumun bu zorluklarını gözönünde bulunduran Türkler, kendilerine daha iyi ve daha uygun yerler aramak gayesiyle anavatanlarından bir bir ayrılmaya başladılar. Türklerin bır kısmı Hazar denizinin kuzeyinden Avrupa'ya doğru, diğer bir kısmı da Hazar denizinin güneyinden İran ve İran üzerinden de Anadolu'ya doğru göç ettiler.

Oğuz göçleri, hem uzun mesafeler katetmek suretiyle yapılmış hem de çok önemli tarihi sonuçlar vermiştir. Bu göçleri, vatan kurma maksadını güden fütuhat karakterize eder. Türk göçlerini belirli gayelerden yoksun ve sonu birer meçhul birer macera hareketi olmaktan kurtarıp başarılı şekilde hedefine ulaştıran başlıca sebep de hemen bütün göçlerin Türk hükümdar ailesi mensupları tarafından büyük bir disiplin içinde sevk ve idare edilmesidir. Eski Türk hükümranlık anlayışına göre kutsal sayılan hanedan üyelerinin başta bulunması, onlara karşı duyulan saygı ve bağlılık dolayısıyla Türk kütlelerinin umumiyetle birliklerini muhafaza ederek çeşitli iklimlerde tarihi misyonlarını gerçkleştirmelerini mümkün kılmıştır. Ancak yine de bu Türklerin çok uzun süreç bir göçebelik hayat yaşadığı gerçeğini ve modern dönemlere kadar bu özelliğini pek yitirmediğini de göstermektedir. Nitekim bugün modernleştiği ve batılılaştığı söylenen Türkiye toplumunun bile göçebelik ve şehirlilik hususunda nereye konulacağı pek çok bilim adamı ve sosyal bilimci tarafından tartışılmaktadır. Tabir yerindeyse hala modernliğin en önemli sembollerinden biri olan otomobile bile ata biner gibi binen ve onu adeta şahlandıran insanların bilinçaltındaki göçebelik ruhunun devam ettiği tezi hiçte yabana atılır bir tez değildir. Diğer deyimle İstanbul ve benzeri şehirler hala Türkiye’nin en fazla göç alan kesimleri ise ve bu göçler çok hızlı bir şekilde devam ediyorsa, büyük kentlerimizin önemli bir bölümü varoşlardan oluşuyorsa göçebelik-modernlik hususu dikkatli değerlendirilmelidir.

Anadolu'ya doğru olan bu göçlerin, Anadolu içlerine ilk olarak ne zaman başladığı hususunda değişik görüşler mevcuttur. Ama genel olarak X. yüzyılın ilk yarısı olarak kabul edilir.

Kafesoğlu'na göre, Oğuz ve Türkmen boylarının önemli bir kısmı Selçuklular zamanında Anadolu'ya yerleşmeye başlamışlardır. Ona göre X. yüzyılın birinci yarısında Oğuzlar Hazar denizinden Sir (seyhun- İnci) ırmağının orta yatağındaki Farab (XI. yüzyıldaki Türkçe adıyla Karaçuk) ve İsficab yörelerine kadar olan yer ile bu ırmağın kuzeyindeki bozkırlarda yaşıyorlardı.

Faruk Sümer de Kafesoğlu'nu teyit etmektedir. Yine Türklerin Anadolu'ya girişlerinin az ve seyrek de olsa X. yüzyılda olduğunu belirtmektedir. Zaten Türklere Anadolu'nun kapıları 1071 Malazgirt Zaferi ile açılmıştır denilmesi de bunu teyid eder mahiyettedir. Malazgirt Zaferi Türklerin Anadolu'ya girmelerinin bir bakıma resmi başlangıcıdır.

Fakat bu savaştan önce Anadolu'ya Türk akınlarının sürekli şekilde yapıldığını, Tekke ve Tasavvuf şeyhlerinin fetihten önce bu yörelere kadar gelip yerleştiklerini biliyoruz. Bu olaylar fetihten önce olduğuna göre Anadolu'da Malazgirt zaferinden önce yaşayan çok sayıda Türk vardı diyebiliriz. Hatta çoğu tarihçiye göre bunlar bir bakıma Malazgirt zaferinin ve anadolunun fethinin hazırlayıcıları olmuştur.

Osman Turan'a göre ise, fetihten önce Anadolu'ya çok sayıda Türk gelmiş, kimisi içerilere kadar girmiş, kimisi ise karıncalar gibi sınır boyunca yığılmıştı. Nitekim ona göre, Büyük Selçuklular için Anadolu, göçebe Türk kitlelerinin iskanına yarayan ve Bizans imparatorluğuna karşı İslam hudutlarını koruyan bir uç beyliği mevkiinde idi. Hatta bu ülke bazan asi şehzade, boy ve boyların da bir sürgün yurdu sayılıyordu. Fakat Anadolu'da teşekkül eden bu uç beyliği Türk milletinin müstakbel tarihini yapmış; Türk cihan hakimiyetinin doğuşunu ve en yüksek dereceye erişen Osmanlı dünya nizamını yaratan maddi- manevi kuvvetlerin de kaynağı olmuştur.

Büyük selçuklular yıkıldıktan ve müthiş bir kasırga ile başlayan Moğol cihan hakimiyeti bir asır sürdükten sonra Türkler sözünü artık Orta Asya'da değil, küçük Asya'da söylemeye başlamıştır. Türkler Malazgirt Zaferine kadar, yarım asır zarfında, Anadolu hudutlarına "karıncalar" gibi yığılıyor, Bizans topraklarına girerek kendilerine yurt arıyorlardı. Onlar Abbasiler zamanında bu devletin askerleri ve Türkistan'dan gelip din uğrunda savaşan gaziler olarak bu ülkeyi daha eski devirlerde de tanımaya başlamışlardı. İslam bizans hudut teşkilatında gaza yapan bir kısım Türkler de buralarda yerleşmişti. Bizanslılar da Balkanlardan getirdikleri gayri müslim türkleri, aynı askeri maksatla, islamlara karşı kendi hudutlarında tutuyorlardı. Bizanslıların islam dünyasına taarruza geçtiği ve şarkta hudutlarını genişlettiği sıralarda, yani XI. asrın birinci yarılarındadır ki Oğuzlar da Anadolu hudutlarına dayanmış ve akınlara başlamışlardı. Türklerin gönüllü gazilerinin verdiği bilgilere dayanan Çağrı Bey 1018 yılında, Karahanlı ve Gaznelilerin baskıları karşısında şarki Anadolu içlerine kadar gelip tekrar Türkistana dönmüş, kendileri için zaruret halinde bu uzak diyarda bir yurt aramış ve dolayısıyla müstakbel Türk vatanının keşfetmiştir. Çağrı bey 3000 suvarisi ile Horasan'a dönünce kardeşi Tuğrul beye "Buralarda bize karşı koyacak bir kimseye rastlamadım" derken hem Bizanslılara karşı üstünlük duygularını belirtiyor ve hem de istikbal için ümidli olduğunu ifade ediyordu. Bundan sonra yurt arayan Türkmenler gittikçe çoğalan kabileler halinde Anadolu hudutlarına yığılmış ve sık sık gazalara girişmişlerdi.

Fakat yine de Türklerin Anadolu'ya girmeleri pek kolay olmuyordu Çeşitli zorluklarla karşılaşacakları muhakkaktı. Yine Osman Turan'ın belirttiğine göre, Türk akınları yarım asır sürdüğü halde Bizans’ın devamlı mukabeleleri ve göçebeler için zaptı güç olan kalelerin çokluğu dolayısıyla boy beyleri idaresinde bulunan Türkmenler Anadolu'da emniyet bulamamış ve yerleşememiştir; tehlike zamanlarında ya Azarbeycan'a dönmüşler veya Anadolu'da sığınak bulmak ümidi ile dolaşmış ve Bizans ordularından kaçmışlardı.

Bu zorluklar ve zor şartlar altındaki mücadeleler Malazgirt zaferine kadar devam etti. Fatihten sonra Anadolunun büyük ve önemli bir kısmı Oğuzlarla ve diğer göçebe Türklerle dolmaya başladı. Nitekim Faruk Sümer'in belirttiği gibi, fethi müteakip ülkenin her tarafı Oğuz kümeleri ile doldu. Bunlar Türkistan ve İran'da yaşayan eldaşları tarafından daima besleniyor ve yeni gelenler ile sayıları da bir göç kanalı meydana gelmişti. Fetihten sonra Anadolu ile Türkistan arasında bir göç kanalı meydana gelmişti. XIII. yüzyılın birinci yarısının ortalarına doğru Türkistan, Horasan ve Azerbaycan'dan Anadolu'ya birbiri arkasından kalabalık Türkmen kümeleri gelmeye başladı.

Anadolu'ya gelen bu Türk boylarının tamamı Oğuzlara ait değildi. Elbette çoğunluğu Oğuzlardı ama yine de Oğuzların dışında çok sayıda Türk soy ve oymakları da vardı. Ahmet Uğur'un belirttiğine göre, Anadoluya hemen hemen bütün Oğuz boyları ve Türk oymaklarından insanlar gelmiştir. Fakat nüfus yönünden çok olan boy Selçukluların bağlı olduğu Kınık boyu idi. Bayındır, Afşar, Kayı, Çepni, Salur, Bayat, Yıva bunlar da sırasıyla gelirler. Oğuz boyları dışında Anadolu'ya göç eden Türk grupları da şunlardır: Karluk, Kalaç, Çığıl, Kanglı, Uygur, Kıpçak. Bunların lehçeleri Oğuz lehçelerinden ayrı ise de Oğuzlar arasında eriyip gitmişlerdir. Yani Anadolu'ya hemen hemen bütün Oğuz boyları ve Türk oymaklarından insanla gelmiştir.

Anadolu'ya Selçuklular samanında gelen Türklerin sayısında da çeşitli görüş ayrılıkları vardır. Bunun yüz bin, ikiyüz bin, üçyüz bin olduğunu söyleyenler vardır. Selçuklunun dörtyüzbin kayıtlı askeri vardır. Gaza ülkesi olan Anadoluya en az yüzelli bini gönderilmiştir. Bu askerlerin boy ve birlikleri, hayvanları, aile ve çocukları, ordunun arkasından gelmekteydi. Aşağı yukarı altıyüzbine yakın nüfus eder. Bunların dışında yaylak, kışlak kurmak, çobanlık, çiftçilik ve ticaret için gelenlerle bu nüfus bir milyonu aşar.

Göçebe Türklerin Anadolu'daki yayılış tarzları da dikkat çekicidir. Anadoluya gelen Türkmenler, geliş kaynağı olarak Bozkır halkıdırlar. Onların hayvanlarının otlağı Asya-Step bozkırıdır. İşte gelenler de daha çok bu gibi yerleri tercih ettiklerinden, bunlar Kızılırmak havzasına, Doğu dan Kütahya’ya kadar yerleşmişlerdir.

Yine Faruk Sümer'in bildirdiğine göre, fetihler ve ondan sonra gelen Oğuz kümeleri umumiyetle Sivas bölgesinden batıdaki Selçuklu ucuna kadar olan geniş bölgede yerleşmişlerdi.

Anadoluya yavaş yavaş yerleşen Türkler, boş durmamışlar, yeni yerleşim merkezleri oluşturmaya çalışmışlar, eski mesleklerinin yanı sıra burada da geçimlerini sağlamak için yeni meslekler ve iş alanları tespit etmişlerdir. Fakat onların hiçbir zaman unutmadıkları en önemli mesele Anadolunun Türkleştirilmesi meselesiydi. Çünkü onlar da biliyordu ki Anadolu Türkleşmediği müddetçe kendileri ne rahat edebilecekler, ne de bir yurda sahip olabileceklerdi. Selçuklular zamanında başlayan bu Türkleştirme ve İslamlaştırma hareketleri hemen hemen Osmanlıların zamanına kadar sürmüştür. Nitektim Osmanlı devletinin kuruluşu sırasında dikkati çeken en önemli vakalardan birini Cengiz Orhonlu, yollar boyunca tekke ve zaviyelerin çokluğu olarak tespit eder.

Tekkeler ve zaviyeler, dervişler ve onların talebeleri bu yerlerde insan sevgisini esas alarak, yabancıların kalbini islama, doğruluğa ve hakka ısındırmak şartıyla faaliyet gösteriyorlar ve bunda da oldukça başarılı oluyorlardı.

Osmanlı Devletinin kuruluş devrinde de Türkleştirme ve İslamlaştırma faaliyetlerinin hızla devam ettiğini biliyoruz. Cengiz Orhonlu'nun da belirttiğine göre, kuruluş devirlerinde aşiretler bir iskan unsuru olarak yeni ele geçen memleketlerin Türkleştirilmesinde kullanılmışlardır. Onlar muhariplik vasıfları ve yerleşik halka nazaran bir teşkilat ve disiplin içinde kabiliyetleri bakımından Osmanlı devleti için askeri bir kıymet de ifade etmekte idiler.

Türklerin Anadoluya girmeleri ve Anadoluyu islamlaştırarak bir yurt edinmeleri için geçen zaman zarfını X. yüzyılla XIV. yüzyıl arası olarak gösterebiliriz. Yani Türklerin Anadolu'ya girip yerleşmeleri ve orasını kendilerine bir yurt ve vatan edinmeleri tam 4 asırlık bir zaman zarfında gerçekleşmiştir.

İşte bu dört asırlık zaman zarfğında Türk boy, kabile, aşiret ve oymakları Anadolu'ya akın akın gelmişler, yerleşmişler ve Anadolu'nun dört bir yanına dağılarak burasını kendilerine yurt ve mekan edinmişlerdir. Araştırma konumuzu teşkil eden Tülekler (tölekler) de bu zaman zarfında Anadoluya gelmişler ve yerleşmişlerdir. Fakat sözkonusu boy veya oymak ilk göçler esnasında mı gelmişlerdir, oğuzlarla beraber mi gelmişlerdir, yoksa Oğuzların Anadoluya yerleşmelerinden sonra mı gelmişlerdir bu hususta yeterince olmamakla birlikte ileride geniş bilgi verilecektir.

Zaten bu husus bir bakıma Tüleklerin bir oğuz boyu veya oymağı olup olmaması meselesiyle ilgilidir. Biz bu hususu Tüleklerin menşeini yani bağlı oldukları kolu anlatırken vermeye çalışacağız.

Burada şunu belirtmekte fayda vardır ki, Tüleklerin Anadolunun çeşitli yörelerinde gruplar ve kitleler halinde önemli ölçüde fazla miktarda olması; kendilerinin daha çok Orta Anadolu Türk kültürü izlerini taşıması onların Arta Asya Menşeili bir Türk boyu olduğunu ortaya koymaktadır. kanaatimizce Tülekler fetihten sonra Anadoluya gelmişler ve onlar da diğer Müslüman Türk boy, kabile ve aşiretleri gibi islamlaştırma ve Türkleştirme faaliyetlerine katılışlardır.
Quo vadis?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Ocak 2010       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
türklerin orta asyadan göçme nedenleri
_KleopatrA_ - avatarı
_KleopatrA_
Ziyaretçi
9 Ocak 2010       Mesaj #5
_KleopatrA_ - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

türklerin orta asyadan göçme nedenleri

Türkler anavatanları olan Orta Asya'da büyük devletler kurmuşlar, kültürel, sosyal ve siyasal bazı sonuçlara ulaşmışlardır. Özellikle siyasal yapılanma bakımından dünyanın en büyük devletlerini, imparatorluklarını (Büyük Hun İmparatorluğu ve Göktürk Devleti) kurduklarını biliyoruz. Orta Asya’nın “Anayurt” olarak değerlendirilmesi her ne kadar bugün bazı tarihçiler tarafından benimsenmese de, genel ekseriyet bu fikri kabul eder. Zaten tarihi olaylar ve gerçekler de bunun doğru olduğunu teyid eder. Çünkü bugün anadoluda yaşayan boy ve oymakların, aşiret ve grupların tarihsel izlerini aradıklarında karşılarına çıkacak yer “ortaasya”dır.

Orta Asya'da Türklerin yaşadıkları bölge Altay dağlarından Çin seddine; Baykal gölünün kuzeyinden Tibet yaylasına kadar olan yerlerdir. Türkler yüzyıllarca burada yaşamışlar, burada çeşitli devletler ve imparatorluklar kurmuşlar, kültürel çalışmalar yapmışlardır. Bir bakıma Türklerin dünyayı ve evreni ilk yorumlamaya çalıştıkları ve dünyaya ilk baktıkları yerdir Orta Asya.

Orta Asya'da böylesine devletler ve imparatorluklar kurarak başarılar elde etmiş olan Türkler, daha sonra çeşitli siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel sebeplerden dolayı zayıflamışlar, düşmanlarına ve dış güçlere karşı olan üstünlüklerini yitirmeye başlamışlardır. Devlet içinde kardeş kavgaları başlamış, iç bunalımlar gün geçtikçe artmaya yüz tutmuştur. Bütün bunların tabii neticesi olarak da Türkler yekpare yaşama biçimini yavaş yavaş kaybetmeye başlamışlardır. Zaten tarih boyunca ortada bir gerçektir ki, Türkler ne zaman kendi iç kavgalarına başlamışlar işte o zaman bozulmaya, dağılmaya, zayıflamaya yüz tutmuşlardır. Ki bize göre bu alışkanlık hala da devam etmektedir. Ne zaman ki inandıkları değerlere karşı olan mesuliyetleri ve samimiyetleri ikinci planda kalmıştır, işte o zaman ferdi ve nefsi gaye ve değerler ön plana çıkmış ve topluluk olarak gerilemeye, başkalarının egemenliğine girmeye başlamışlardır.

Orta Asya'da birlik ve beraberliklerini yitiren Türkler, iktisadi yönden de pek iyi değillerdi. Orta Asya'nın Bozkır iklimi, coğrafi durumun müsait olmaması, iklimin sıcak ve kurak olması da Türkleri rahatsız eden, onları yeni arayışlara ve hal çareleri bulmaya sevkeden amiller olarak zikredilmektedir.

Nitekim Kafesoğlu'nun da belirttiği gibi tarihi kayıtlarda Türk göçlerinin de iktisadi sıkıntı, yani Türk anayurt topraklarının geçim bakımından yetersiz kalması dolayısıyla olduğu bir gerçektir. Büyük ölçüde kuraklık, nüfus kalabalıklığı ve otlak darlığı Türkleri göçe mecbur etmiştir.

İçinde bulundukları siyasi ve iktisadi durumun bu zorluklarını gözönünde bulunduran Türkler, kendilerine daha iyi ve daha uygun yerler aramak gayesiyle anavatanlarından bir bir ayrılmaya başladılar. Türklerin bır kısmı Hazar denizinin kuzeyinden Avrupa'ya doğru, diğer bir kısmı da Hazar denizinin güneyinden İran ve İran üzerinden de Anadolu'ya doğru göç ettiler.

Oğuz göçleri, hem uzun mesafeler katetmek suretiyle yapılmış hem de çok önemli tarihi sonuçlar vermiştir. Bu göçleri, vatan kurma maksadını güden fütuhat karakterize eder. Türk göçlerini belirli gayelerden yoksun ve sonu birer meçhul birer macera hareketi olmaktan kurtarıp başarılı şekilde hedefine ulaştıran başlıca sebep de hemen bütün göçlerin Türk hükümdar ailesi mensupları tarafından büyük bir disiplin içinde sevk ve idare edilmesidir. Eski Türk hükümranlık anlayışına göre kutsal sayılan hanedan üyelerinin başta bulunması, onlara karşı duyulan saygı ve bağlılık dolayısıyla Türk kütlelerinin umumiyetle birliklerini muhafaza ederek çeşitli iklimlerde tarihi misyonlarını gerçkleştirmelerini mümkün kılmıştır. Ancak yine de bu Türklerin çok uzun süreç bir göçebelik hayat yaşadığı gerçeğini ve modern dönemlere kadar bu özelliğini pek yitirmediğini de göstermektedir. Nitekim bugün modernleştiği ve batılılaştığı söylenen Türkiye toplumunun bile göçebelik ve şehirlilik hususunda nereye konulacağı pek çok bilim adamı ve sosyal bilimci tarafından tartışılmaktadır. Tabir yerindeyse hala modernliğin en önemli sembollerinden biri olan otomobile bile ata biner gibi binen ve onu adeta şahlandıran insanların bilinçaltındaki göçebelik ruhunun devam ettiği tezi hiçte yabana atılır bir tez değildir. Diğer deyimle İstanbul ve benzeri şehirler hala Türkiye’nin en fazla göç alan kesimleri ise ve bu göçler çok hızlı bir şekilde devam ediyorsa, büyük kentlerimizin önemli bir bölümü varoşlardan oluşuyorsa göçebelik-modernlik hususu dikkatli değerlendirilmelidir.

Anadolu'ya doğru olan bu göçlerin, Anadolu içlerine ilk olarak ne zaman başladığı hususunda değişik görüşler mevcuttur. Ama genel olarak X. yüzyılın ilk yarısı olarak kabul edilir.

Kafesoğlu'na göre, Oğuz ve Türkmen boylarının önemli bir kısmı Selçuklular zamanında Anadolu'ya yerleşmeye başlamışlardır. Ona göre X. yüzyılın birinci yarısında Oğuzlar Hazar denizinden Sir (seyhun- İnci) ırmağının orta yatağındaki Farab (XI. yüzyıldaki Türkçe adıyla Karaçuk) ve İsficab yörelerine kadar olan yer ile bu ırmağın kuzeyindeki bozkırlarda yaşıyorlardı.

Faruk Sümer de Kafesoğlu'nu teyit etmektedir. Yine Türklerin Anadolu'ya girişlerinin az ve seyrek de olsa X. yüzyılda olduğunu belirtmektedir. Zaten Türklere Anadolu'nun kapıları 1071 Malazgirt Zaferi ile açılmıştır denilmesi de bunu teyid eder mahiyettedir. Malazgirt Zaferi Türklerin Anadolu'ya girmelerinin bir bakıma resmi başlangıcıdır.

Fakat bu savaştan önce Anadolu'ya Türk akınlarının sürekli şekilde yapıldığını, Tekke ve Tasavvuf şeyhlerinin fetihten önce bu yörelere kadar gelip yerleştiklerini biliyoruz. Bu olaylar fetihten önce olduğuna göre Anadolu'da Malazgirt zaferinden önce yaşayan çok sayıda Türk vardı diyebiliriz. Hatta çoğu tarihçiye göre bunlar bir bakıma Malazgirt zaferinin ve anadolunun fethinin hazırlayıcıları olmuştur.

Osman Turan'a göre ise, fetihten önce Anadolu'ya çok sayıda Türk gelmiş, kimisi içerilere kadar girmiş, kimisi ise karıncalar gibi sınır boyunca yığılmıştı. Nitekim ona göre, Büyük Selçuklular için Anadolu, göçebe Türk kitlelerinin iskanına yarayan ve Bizans imparatorluğuna karşı İslam hudutlarını koruyan bir uç beyliği mevkiinde idi. Hatta bu ülke bazan asi şehzade, boy ve boyların da bir sürgün yurdu sayılıyordu. Fakat Anadolu'da teşekkül eden bu uç beyliği Türk milletinin müstakbel tarihini yapmış; Türk cihan hakimiyetinin doğuşunu ve en yüksek dereceye erişen Osmanlı dünya nizamını yaratan maddi- manevi kuvvetlerin de kaynağı olmuştur.

Büyük selçuklular yıkıldıktan ve müthiş bir kasırga ile başlayan Moğol cihan hakimiyeti bir asır sürdükten sonra Türkler sözünü artık Orta Asya'da değil, küçük Asya'da söylemeye başlamıştır. Türkler Malazgirt Zaferine kadar, yarım asır zarfında, Anadolu hudutlarına "karıncalar" gibi yığılıyor, Bizans topraklarına girerek kendilerine yurt arıyorlardı. Onlar Abbasiler zamanında bu devletin askerleri ve Türkistan'dan gelip din uğrunda savaşan gaziler olarak bu ülkeyi daha eski devirlerde de tanımaya başlamışlardı. İslam bizans hudut teşkilatında gaza yapan bir kısım Türkler de buralarda yerleşmişti. Bizanslılar da Balkanlardan getirdikleri gayri müslim türkleri, aynı askeri maksatla, islamlara karşı kendi hudutlarında tutuyorlardı. Bizanslıların islam dünyasına taarruza geçtiği ve şarkta hudutlarını genişlettiği sıralarda, yani XI. asrın birinci yarılarındadır ki Oğuzlar da Anadolu hudutlarına dayanmış ve akınlara başlamışlardı. Türklerin gönüllü gazilerinin verdiği bilgilere dayanan Çağrı Bey 1018 yılında, Karahanlı ve Gaznelilerin baskıları karşısında şarki Anadolu içlerine kadar gelip tekrar Türkistana dönmüş, kendileri için zaruret halinde bu uzak diyarda bir yurt aramış ve dolayısıyla müstakbel Türk vatanının keşfetmiştir. Çağrı bey 3000 suvarisi ile Horasan'a dönünce kardeşi Tuğrul beye "Buralarda bize karşı koyacak bir kimseye rastlamadım" derken hem Bizanslılara karşı üstünlük duygularını belirtiyor ve hem de istikbal için ümidli olduğunu ifade ediyordu. Bundan sonra yurt arayan Türkmenler gittikçe çoğalan kabileler halinde Anadolu hudutlarına yığılmış ve sık sık gazalara girişmişlerdi.

Fakat yine de Türklerin Anadolu'ya girmeleri pek kolay olmuyordu Çeşitli zorluklarla karşılaşacakları muhakkaktı. Yine Osman Turan'ın belirttiğine göre, Türk akınları yarım asır sürdüğü halde Bizans’ın devamlı mukabeleleri ve göçebeler için zaptı güç olan kalelerin çokluğu dolayısıyla boy beyleri idaresinde bulunan Türkmenler Anadolu'da emniyet bulamamış ve yerleşememiştir; tehlike zamanlarında ya Azarbeycan'a dönmüşler veya Anadolu'da sığınak bulmak ümidi ile dolaşmış ve Bizans ordularından kaçmışlardı.

Bu zorluklar ve zor şartlar altındaki mücadeleler Malazgirt zaferine kadar devam etti. Fatihten sonra Anadolunun büyük ve önemli bir kısmı Oğuzlarla ve diğer göçebe Türklerle dolmaya başladı. Nitekim Faruk Sümer'in belirttiği gibi, fethi müteakip ülkenin her tarafı Oğuz kümeleri ile doldu. Bunlar Türkistan ve İran'da yaşayan eldaşları tarafından daima besleniyor ve yeni gelenler ile sayıları da bir göç kanalı meydana gelmişti. Fetihten sonra Anadolu ile Türkistan arasında bir göç kanalı meydana gelmişti. XIII. yüzyılın birinci yarısının ortalarına doğru Türkistan, Horasan ve Azerbaycan'dan Anadolu'ya birbiri arkasından kalabalık Türkmen kümeleri gelmeye başladı.

Anadolu'ya gelen bu Türk boylarının tamamı Oğuzlara ait değildi. Elbette çoğunluğu Oğuzlardı ama yine de Oğuzların dışında çok sayıda Türk soy ve oymakları da vardı. Ahmet Uğur'un belirttiğine göre, Anadoluya hemen hemen bütün Oğuz boyları ve Türk oymaklarından insanlar gelmiştir. Fakat nüfus yönünden çok olan boy Selçukluların bağlı olduğu Kınık boyu idi. Bayındır, Afşar, Kayı, Çepni, Salur, Bayat, Yıva bunlar da sırasıyla gelirler. Oğuz boyları dışında Anadolu'ya göç eden Türk grupları da şunlardır: Karluk, Kalaç, Çığıl, Kanglı, Uygur, Kıpçak. Bunların lehçeleri Oğuz lehçelerinden ayrı ise de Oğuzlar arasında eriyip gitmişlerdir. Yani Anadolu'ya hemen hemen bütün Oğuz boyları ve Türk oymaklarından insanla gelmiştir.

Anadolu'ya Selçuklular samanında gelen Türklerin sayısında da çeşitli görüş ayrılıkları vardır. Bunun yüz bin, ikiyüz bin, üçyüz bin olduğunu söyleyenler vardır. Selçuklunun dörtyüzbin kayıtlı askeri vardır. Gaza ülkesi olan Anadoluya en az yüzelli bini gönderilmiştir. Bu askerlerin boy ve birlikleri, hayvanları, aile ve çocukları, ordunun arkasından gelmekteydi. Aşağı yukarı altıyüzbine yakın nüfus eder. Bunların dışında yaylak, kışlak kurmak, çobanlık, çiftçilik ve ticaret için gelenlerle bu nüfus bir milyonu aşar.

Göçebe Türklerin Anadolu'daki yayılış tarzları da dikkat çekicidir. Anadoluya gelen Türkmenler, geliş kaynağı olarak Bozkır halkıdırlar. Onların hayvanlarının otlağı Asya-Step bozkırıdır. İşte gelenler de daha çok bu gibi yerleri tercih ettiklerinden, bunlar Kızılırmak havzasına, Doğu dan Kütahya’ya kadar yerleşmişlerdir.

Yine Faruk Sümer'in bildirdiğine göre, fetihler ve ondan sonra gelen Oğuz kümeleri umumiyetle Sivas bölgesinden batıdaki Selçuklu ucuna kadar olan geniş bölgede yerleşmişlerdi.

Anadoluya yavaş yavaş yerleşen Türkler, boş durmamışlar, yeni yerleşim merkezleri oluşturmaya çalışmışlar, eski mesleklerinin yanı sıra burada da geçimlerini sağlamak için yeni meslekler ve iş alanları tespit etmişlerdir. Fakat onların hiçbir zaman unutmadıkları en önemli mesele Anadolunun Türkleştirilmesi meselesiydi. Çünkü onlar da biliyordu ki Anadolu Türkleşmediği müddetçe kendileri ne rahat edebilecekler, ne de bir yurda sahip olabileceklerdi. Selçuklular zamanında başlayan bu Türkleştirme ve İslamlaştırma hareketleri hemen hemen Osmanlıların zamanına kadar sürmüştür. Nitektim Osmanlı devletinin kuruluşu sırasında dikkati çeken en önemli vakalardan birini Cengiz Orhonlu, yollar boyunca tekke ve zaviyelerin çokluğu olarak tespit eder.

Tekkeler ve zaviyeler, dervişler ve onların talebeleri bu yerlerde insan sevgisini esas alarak, yabancıların kalbini islama, doğruluğa ve hakka ısındırmak şartıyla faaliyet gösteriyorlar ve bunda da oldukça başarılı oluyorlardı.

Osmanlı Devletinin kuruluş devrinde de Türkleştirme ve İslamlaştırma faaliyetlerinin hızla devam ettiğini biliyoruz. Cengiz Orhonlu'nun da belirttiğine göre, kuruluş devirlerinde aşiretler bir iskan unsuru olarak yeni ele geçen memleketlerin Türkleştirilmesinde kullanılmışlardır. Onlar muhariplik vasıfları ve yerleşik halka nazaran bir teşkilat ve disiplin içinde kabiliyetleri bakımından Osmanlı devleti için askeri bir kıymet de ifade etmekte idiler.

Türklerin Anadoluya girmeleri ve Anadoluyu islamlaştırarak bir yurt edinmeleri için geçen zaman zarfını X. yüzyılla XIV. yüzyıl arası olarak gösterebiliriz. Yani Türklerin Anadolu'ya girip yerleşmeleri ve orasını kendilerine bir yurt ve vatan edinmeleri tam 4 asırlık bir zaman zarfında gerçekleşmiştir.

İşte bu dört asırlık zaman zarfğında Türk boy, kabile, aşiret ve oymakları Anadolu'ya akın akın gelmişler, yerleşmişler ve Anadolu'nun dört bir yanına dağılarak burasını kendilerine yurt ve mekan edinmişlerdir. Araştırma konumuzu teşkil eden Tülekler (tölekler) de bu zaman zarfında Anadoluya gelmişler ve yerleşmişlerdir. Fakat sözkonusu boy veya oymak ilk göçler esnasında mı gelmişlerdir, oğuzlarla beraber mi gelmişlerdir, yoksa Oğuzların Anadoluya yerleşmelerinden sonra mı gelmişlerdir bu hususta yeterince olmamakla birlikte ileride geniş bilgi verilecektir.

Zaten bu husus bir bakıma Tüleklerin bir oğuz boyu veya oymağı olup olmaması meselesiyle ilgilidir. Biz bu hususu Tüleklerin menşeini yani bağlı oldukları kolu anlatırken vermeye çalışacağız.

Burada şunu belirtmekte fayda vardır ki, Tüleklerin Anadolunun çeşitli yörelerinde gruplar ve kitleler halinde önemli ölçüde fazla miktarda olması; kendilerinin daha çok Orta Anadolu Türk kültürü izlerini taşıması onların Arta Asya Menşeili bir Türk boyu olduğunu ortaya koymaktadır. kanaatimizce Tülekler fetihten sonra Anadoluya gelmişler ve onlar da diğer Müslüman Türk boy, kabile ve aşiretleri gibi islamlaştırma ve Türkleştirme faaliyetlerine katılışlardır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Kasım 2010       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
TÜRKLERİN ORTA ASYA'DAN ÇIKIŞI VE GÖÇLER



Türklerin tarih içerisinde çok geniş bir coğrafyaya yayıldıkları ve göç ettikleri bölgede güçlü devletler kurduklarını biliyoruz. Bu Türk göçleri, atalarımızın ilkel göçebe bir toplum yapısına sahip oldukları gibi, yanlış ve haksız bir iddianın da mesnedi olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Halbuki bu göçlerin sebep ve sonuçları göz önüne alındığında, Türklerin ilkel göçebe bir anlayışla değil, aksine, kendine has yüksek bir kültür ve medeniyetin sahibi ve yayıcısı olarak göç ettikleri görülür. Dünya üzerinde atı ilk kez ehlileştiren ve onu binek hayvanı olarak kullanan Türkler, atın sağladığı hız ile yüksek devlet ve toplum telâkkilerini geniş coğrafyalar üzerinde hâkim kılmıştır. Konar göçer, atlı yaşantının temelinde büyük oranda hayvancılık ve kendine yeterli bir ziraat kültürü yer alır. Dolayısıyla, Türk göçleri bu yaşantıya uygun olan sahalara doğru olmuştur. Hem Türk tarihi hem de Dünya tarihi üzerinde çok büyük tesirleri olan bu göçlerin birçok sebepleri vardır. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz:

1-GÖÇLERİN SEBEPLERİ
İktisadî ve Sosyal Sebepler: Daha çok hayvancılıkla geçimlerini sağlayan Türkler, kuraklık, salgın gibi tabiî olayların etkisiyle göç etmek zorunda kalmışlardır. Otlakların yetersiz kalması veya nüfusun artması, Türkleri, iklimi ve coğrafyası müsait yeni bölgelere sevk etmiştir. M.S.IV. yüzyıldaki Hun göçlerinde, Orta Asya'da hüküm süren "kuraklık"ın etkili olduğunu biliyoruz.
Toprağın artan nüfusu besleyemez hâle gelmesi veya hayvanlar için yeterli otlakların kalmaması, iktisadî düzeni sarstığı zaman, Türkler, kendi yaşantılarına uygun, tabiatın zengin ve nispeten nüfusun az olduğu bölgelere yönelmişlerdir. Selçuk Bey ve Arslan Yabgu'ya bağlı Türkmenlerin Horasan ve Harezm'e göçmeleri veya XI.-XII. yüzyıllarda, Anadolu'nun Selçuklular tarafından fethinde bu durumu görebiliriz. Siyasî Sebepler: Yabancı kavimlerin baskısı veya kendi aralarındaki hâkimiyet mücadelesi göçlerin diğer bir sebebidir. Meselâ XI. yüzyıldaki Kitanlar'ın hücumu Türklerin batıya göçlerini beraberinde getirmiştir. Orhun-Yenisey'deki Uygur Devleti'nin 840 yılında yine bir Türk kavmi olan Kırgızlar tarafından ortadan kaldırılması, Kutlu yurt Ötügen'in elden çıkmasıyla neticelenmiş ve Uygurlar, Turfan, Kansu, Tarım Havzası gibi daha güneydeki bölgelere göç etmek zorunda kalmışlardır. Belki de Uygurların meşhur "Göç" destanı bu olayın hatırasını taşımaktadır.
Destanda vatanı sembol eden "Kutlu Dağ"ın Çinlilere verilmesi ve Çinliler tarafından dağın parçalanarak Çin'e götürülmesi, ülkede felâket ve kuraklığa sebep olur ve bütün canlı cansız mahlûkat "göç, göç" diye inler. Bu ilâhî emre uyan Uygurlar, Beşbalıg'ın olduğu yere gelerek beş ayrı şehir kurarlar. İlkel göçebelerde görülmeyen bu mukaddes vatan anlayışı, istiklâl ile perçinlenmektedir. Türkler, istiklâlini kaybetmektense göç etmeyi yeğlemişler ve kendilerine yeni vatan aramışlardır. Türklerdeki bu güçlü vatan oluşturma ve devlet kurma geleneği, atalarımızı yeni fetihlere sürükleyen diğer önemli bir sebeptir. Zaman içerisinde, dünyayı huzur ve sükûna kavuşturmayı, insanları adalet ve eşitlik içinde yönetmeyi töresinin bir hususiyeti olarak hedefleyen bu fütuhat anlayışı, Türklerde, "Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi"nin doğmasını sağlamıştır.
Dolayısıyla Türk göçleri ilkel göçebe anlayışından farklıdır. Göçebeler vatan kavramını tanımayan, nerede duracağı belli olmayan ilkel topluluklardır. Türkler ise vatan kabul ettikleri ülkede, belirli yaylak ve kışlaklar arasında yaşayan "töreli" bir millettir. Bu sebeple eski Türkler konar göçer bir hayat yaşamaktaydılar.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mart 2011       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türklerde göçebe yaşanmasının sonuçları
hemera - avatarı
hemera
Ziyaretçi
18 Aralık 2011       Mesaj #8
hemera - avatarı
Ziyaretçi
Orta Asya'da birlik ve beraberliklerini yitiren Türkler, iktisadi yönden de pek iyi değillerdi. Orta Asya'nın Bozkır iklimi, coğrafi durumun müsait olmaması, iklimin sıcak ve kurak olması da Türkleri rahatsız eden sebeplerdir.bu nedenle kavimler göçü vb başlamıştır
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Aralık 2011       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
türklerin orta asya'dan göç etme nedenlerini yazınız.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Aralık 2011       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
benim aradığım madde madde ama o buradayok

Benzer Konular

18 Ocak 2015 / Ziyaretçi Soru-Cevap
21 Ekim 2011 / welat Soru-Cevap
5 Ocak 2011 / Misafir Soru-Cevap
16 Ocak 2015 / gökçe Cevaplanmış