TAM ÜYELİK BAŞVURUSU ve GÜMRÜK BİRLİĞİ
13 Aralık 1983’te kurulan Özal başkanlığındaki ANAP hükümetinin
programında “AET ile münasebetlerimizde esas hedefimiz tam üyelik olmakla
beraber, bütün safhalarda münasebetlerimizin dengelenmesini esas alan bir
anlayış içinde olacağız” ifadesi yer almaktadır. Bu dönemde özellikle demokrasi
ve insan hakları konularında yaşanan gerginliklere rağmen hükümet 14 Nisan
Page 7
Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin Tarihsel Süreci ve Son Gelişmeler
146
1987’de Topluluğa tam üyelik başvurusunda bulunmuş ve özellikle 1987’den
sonra Topluluğa uyum konusunda oldukça önemli gümrük indirimlerine
gidilmiştir (Bozkurt, 1992:38-39). Burada belirtilmesi gereken nokta tam üyelik
başvurusunun, Roma Antlaşması’nın “Topluluğun üçüncü bir devletle ortaklık
oluşturan anlaşmalar imzalamasına” dair 238. maddesi kapsamındaki Ankara
Anlaşması ve Katma Protokol ekseninde değil, Antlaşma’nın “Her Avrupa
Devleti Topluluğa üye olmayı talep edebilir” şeklinde başlayan 237. maddesi
çerçevesinde yapıldığıdır (Roma Antlaşması için bkz. Nomer ve Eskiyurt,
1975:503-616).
KPK’nın yeniden toplanmasını sağlayan AP kararının alındığı 15 Eylül
1988 tarihine kadar Parlamento, azınlık hakları ve Kıbrıs konularında
eleştirilerine devam etmiş, Türkiye’nin başvurusunu değerlendiren 17 Aralık
1989 tarihli Komisyon raporunda da, bu konular başvurunun reddinin siyasal
dayanakları olarak yer almıştır (Çayhan ve Ateşoğlu Güney, 1996:104). Öte
yandan, yüksek enflasyon ve işsizlik gibi çözülmesi gereken ekonomik sorunların
yanı sıra siyasi çoğulculuğun genişletilmesi, demokratikleşme ve insan haklarında
düzelme konularının da Türkiye için uyum zorunlulukları olarak sıralandığını
yazan Eralp (1996:53-54)’e göre, AT’nin o dönemde genişlemeden çok, karar
alma sürecinin hızlandırılması ve Avrupa Tek Pazarı’nın kurulması gibi yapısal
hedeflere yönelmesi de raporun olumsuz bir içerik taşımasına neden olmuştur.
Sonuç olarak, Komisyon’un raporu 5 Şubat 1990’da toplanan Bakanlar Konseyi
tarafından aynen kabul edilmiştir.
Bu gelişmelerin ardından, Türkiye’nin Topluluktan tamamen uzaklaşmasını
önlemek için Komisyon’a ortaklık ilişkilerinin geliştirilmesini amaçlayan bir
işbirliği paketi hazırlama görevi verildi. Bu kapsamda, Ankara Anlaşması ile
hedeflenen sınai mallarda Gümrük Birliği’nin 1995’e kadar gerçekleştirilmesi için
Türkiye’nin o güne kadar 12 yıllık ürünlerde %50, 22 yıllık listede ise %40
oranında sağladığı indirimi sonuçlandırarak gümrük vergisi tarifelerini kaldırması
gerektiği belirtiliyordu. Öngörülenler arasında, Türkiye’nin tarım ürünleri ve
tekstil ihracatının kademeli olarak serbestleştirilmesi için görüşmeler yapılması;
mali hizmetler, ulaştırma, enerji, çevre, bilim ve teknoloji gibi alanlarda da
işbirliğine gidilmesi; 4. Mali Protokolün yürürlüğe girmesiyle mali işbirliğinin
yeniden başlatılması ve siyasal diyaloğun güçlendirilmesi de vardı (Çayhan ve
Ateşoğlu Güney, 1996:132; Eralp, 1996:55).
6 Mart 1995’te yapılan 36. Ortaklık Konseyi toplantısında alınan Gümrük
Birliği kararı 1 Ocak 1996’dan itibaren yürürlüğe girmiş olup Ankara
Anlaşması’nın son dönemini başlatmıştır. Yani 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi
Kararı, taraflar arasında imzalanan bir anlaşma değil, Ankara Anlaşması’nda
üzerinde anlaşılan Gümrük Birliği’nin işleyişiyle ilgili hükümlerin belirtildiği bir
belgedir. Buna göre, “Malların Serbest Dolaşımı ve Ticaret Politikası” başlıklı I.
Kısımda gümrük vergileri ve eş etkili vergi ve resimlerin kaldırılması; miktar
kısıtlamaları ve eş etkili önlemlerin kaldırılması; ticaret politikaları; ortak gümrük
tarifesi ve tercihli tarife politikaları; listesi Gümrük Birliği Kararı’na ek olarak
verilen bazı işlenmiş tarım ürünleriyle ilgili hükümler yer almaktadır (md.2-23).
Page 8
Ceren Uysal
147
II. Kısım “Tarım Ürünleri” (md.24-27), III. Kısım ise “Gümrük Hükümleri”
(md.28-30) başlığını taşımaktadır. IV. Kısımda “Yasaların Yakınlaştırılması”
başlığı altında fikri, sınai ve ticari mülkiyetin korunması; rekabet; ticari korunma
araçları; dolaylı ve dolaysız vergiler; kamu alımları gibi yasaların ve mevzuatın
Topluluk ile uyumlaştırılması gereken alanlar belirtilmiştir (md.31-51).
Manisalı (1998:43)’nın da belirttiği üzere, tek yanlı olarak tam üyelerinkine
yakın yükümlülükler üstlenen Türkiye, tam üye olmadan Gümrük Birliği’ne
giren ilk ve tek ülkedir. Tam üyelerin kendi çıkarları doğrultusunda belirledikleri
dış ticaret politikalarının (gümrük mevzuatı, üçüncü ülkelerle tercihli ticaret
anlaşmaları, diğer anlaşma, karar ve ambargolar) oluşturulma sürecinde yer
almasa da, bu politikalar sonucu AB tarafından alınan kararlara uymak
zorundadır (Manisalı, 1998:44; Dura ve Atik, 2000:227). Bu durumun
doğurduğu sonuçlar ve Gümrük Birliği’nin Türkiye üzerindeki olumlu ve
olumsuz etkilerinin ayrıntılı incelenmesi başka bir çalışmaya bırakılmıştır.
GÜNDEM
2000 ve
LÜKSEMBURG’DAN
FEIRA’YA
SON
GELİŞMELER
Türkiye’nin Gümrük Birliği ile ilgili yükümlülüklerini yerine getirme
çalışmaları sürerken AB’nin gündeminde genişleme ve derinleşme tartışmaları
yer alıyordu. Bu dönemde yaşanan en önemli gelişme, serbest piyasa
ekonomisine geçişin ardından 10 Merkez ve Doğu Avrupa ülkesinin, 1994-1996
yılları arasında Birliğe üye olmak için başvurularını gerçekleştirmeleridir.
Komisyon tarafından hazırlanan ve 16 Temmuz 1997’de o dönemki Komisyon
Başkanı Jacques Santer tarafından Avrupa Parlamentosu’na sunulan Gündem
2000’de ele alınan 3 temel konu, Birliğin yeni yüzyılda izleyeceği politikalar ve
yapılması gereken reformlar; genişleme; ve 2000-2006 döneminde uygulanacak
olan mali çerçevedir. Bu rapor kapsamında Birliğin bundan sonraki genişleme
stratejisinin unsurları ve başvuran ülkelere ilişkin durum değerlendirmelerinin
hangi kriterlere göre yapılacağı ana hatlarıyla belirtilmiştir (DTM, 1999:246).
Böylece Birliğin bundan sonraki dönemde genişleme ile ilgili tüm referanslarını
yapacağı Kopenhag kriterlerine uyum, tüm aday ülkelere üyeliğin temel koşulu
olarak sunuluyor ve Gündem 2000 genişlemenin temel metinlerinden bir haline
dönüşüyordu.
12 – 13 Aralık 1997’deki Lüksemburg Zirvesi’nde Avrupa Birliği genişleme
ile ilgili kararında, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Polonya, Slovenya ve
Kıbrıs Rum Kesimi’nden oluşan birinci grupla üyelik görüşmelerinin Nisan
1998’de başlayacağını, Bulgaristan, Romanya, Letonya, Litvanya ve Slovakya’dan
oluşan ikinci grupla ise katılım ortaklıkları çerçevesinde daha sıkı ekonomik
ilişkiler kurulacağını ve bu ülkelerin üyelik görüşmeleri için bir süre daha
beklemesi gerektiğini ifade etmiştir (Barchard, 1998:1). Başkanlık Bildirgesi’nin
Türkiye’ye ayrılan 31-36. paragraflarında, Türkiye’nin tam üyelik için ehil olduğu
ve diğer adaylarla aynı kriterlere göre değerlendirileceği vurgulanıyor ve Türkiye
için bir Avrupa stratejisinin hazırlanacağı, bu stratejinin hangi alanlarda
Page 9
Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin Tarihsel Süreci ve Son Gelişmeler
148
geliştirileceği belirtiliyordu. Bunun yanı sıra, Baydarol (--:23)’un da belirttiği
üzere, ilk kez Zirve düzeyinde Ankara Anlaşması’nın “Anlaşmanın işleyişi,
Topluluğu kuran Antlaşmadan doğan yükümlülüklerin tümünün Türkiye
tarafından üstlenebileceğini gösterdiğinde, Akit Taraflar, Türkiye’nin Topluluğa
katılması olanağını incelerler” ifadesini içeren 28. maddesine gönderme
yapılıyordu. Ayrıca Türkiye diğer adaylarla birlikte Avrupa Konferansına
çağırılıyordu. Ancak bununla birlikte, AB’nin uzun bir beklentiler listesi de vardı.
AB düzeyinde insan hakları standartları, azınlıklara saygı ve azınlıkların
korunması, Yunanistan’la olan sorunların Uluslararası Adalet Divanı seçeneği de
dahil olmak üzere çözülmesi, Kıbrıs’ta Birleşmiş Milletler kararları
doğrultusunda bir siyasi çözüme ulaşılması istekleri, Türkiye tarafından kabul
edilmedi ve Anasol-D hükümeti AB ile siyasi diyaloğu askıya aldığını açıkladı.
Baydarol (--:23) AB’nin bu tutumunun hükümet tarafından, hem
Türkiye’nin tam üyelik sürecinden dışlanması, hem de Yunan tezlerinin
hakkaniyete aykırı bir biçimde ön koşul olarak Türkiye’ye dayatılması şeklinde
değerlendirildiğini yazar. Ancak Baydarol’a göre Lüksemburg Zirvesi Türkiye’yi
tam üyelik sürecinden dışlamış değildir. Aksine Ankara Anlaşması’nın 28.
maddesine değinilmiş olması ilişkilerin hangi platformda gelişeceğinin
saptanması açısından önemlidir. Bu durumda ilişkilerin ekseni 1987’de yapılan
tam üyelik başvurusu değil, 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Anlaşması
olacaktır. Bununla birlikte, AB’nin tavrını ayırımcılık olarak yorumlayan Türkiye,
Avrupa Konferanslarına da katılmayı reddetti ve AB ile ilişkilerde yine kritik bir
döneme girildi.
Lüksemburg’da alınan karar sonucunda Komisyon tarafından hazırlanan ve
Mart 1998’de açıklanan Türkiye için Avrupa Stratejisi, taraflar arasında ilişkilerin
geliştirilmesi ve Gümrük Birliği’nin güçlendirilmesi amacını taşır. Bunların yanı
sıra, insan hakları, çevre, tüketici politikası ve tüketici sağlığının korunması, bilim
ve teknolojik araştırma, endüstri ve yatırım, adalet ve içişleri konularında
işbirliğine gidilmesi; tarım, hizmetler, telekomünikasyon alanlarında müzakereler
yapılması da teklifler arasında yer alırken, Komisyon bu stratejinin
uygulanabilmesi için mali işbirliği düzenlemelerini içeren yönetmeliğin
hazırlanmasının önemini vurgulamıştır.
15 – 16 Haziran 1998 Cardiff Zirvesi’nde, diğer adaylarla birlikte, Türkiye
için de düzenli izleme raporu hazırlanmasından duyulan memnuniyet
vurgulanmış ve Başkanlık Bildirgesi’nin 68. paragrafında Türkiye için Avrupa
Stratejisi’nin geliştirilmesi ve Türkiye’nin Topluluk müktesebatına uyum
çalışmalarına devam etmesi çağrısı yer almıştır. AB Konseyi Düzenli Raporun,
Türkiye’nin adaylık açısından içinde bulunduğu durumu Ankara Anlaşması’nın
28. maddesi ve Lüksemburg Zirvesi sonuçlarına dayanarak değerlendireceğini
belirtilmiştir.
22 Temmuz 1998 tarihinde “Türkiye ile AB Arasındaki İlişkilerin
Geliştirilmesi için Strateji” başlıklı bir belgeyi Komisyon’a sunan Türkiye,
Lüksemburg Zirvesi’nden sonra, en azından ticari ve ekonomik işbirliğini
amaçlayarak bu ilişkilerin siyasi alanda yaşanan sıkıntılardan etkilenmesini
Page 10
Ceren Uysal
149
önlemeye çalışmıştır (Kabaalioğlu, 1999:142).
4 Kasım 1998’de Komisyon’un 12 aday ülke için hazırladığı ilk Düzenli
Rapor serisinde Türkiye’nin de yer alması, Türkiye’nin adaylığının bir anlamda
onaylanması olarak nitelendirildi. Komisyon, bu ilk Düzenli Raporu, Türkiye
için hazırlanan Avrupa Stratejisi’nin, Ankara Anlaşması 28. madde ve Kopenhag
kriterleri çerçevesinde gözden geçirileceğine değinen Lüksemburg AB
Konseyi’nin talebine bir yanıt olarak sunmuştur. Bu nedenle rapor Kopenhag
kriterlerini temel alan bir değerlendirme yapmaktadır. Buna göre, “Demokrasiyi,
hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, azınlıklara saygıyı ve azınlıkların
korunmasını teminat altına alan kurumların istikrarını sağlamak” şeklindeki siyasi
kritere göre Türkiye henüz yolun başındadır. Kamu otoritelerinin işleyişindeki
aksaklıklar, insan hakları ihlalleri, ordu üzerinde sivil denetim olmayışı,
Güneydoğu sorununa sivil bir çözüm bulunamaması bu madde altında sıralanan
konulardan bazılarıdır. “İşleyen bir pazar ekonomisine sahip olunmasının yanı
sıra, AB içindeki rekabet baskısı ile piyasa güçleri karşısında durabilme
yeteneği”ni değerlendiren ekonomik kriterde ise Türkiye nispeten daha
başarılıdır. Piyasa ekonomisinin temel özelliklerinin çoğuna, dinamik bir özel
sektöre ve liberal ticaret kurallarına sahip olan ülkede kalıcı bir makroekonomik
istikrar sağlanmalı ve bölgesel kalkınma farkları kapatılmalıdır. Üçüncü ve son
kriter olan “Siyasi, ekonomik ve parasal birlik de dahil olmak üzere tam
üyelikten kaynaklanan yükümlülüklere uyum yeteneği” konusunda ise
Türkiye’nin Gümrük Birliği kararında öngörülen mevzuatın büyük kısmını
uyguladığı, Avrupa Stratejisi kapsamındaki alanlarda da Topluluk yasalarına
uyum sürecini başlattığı belirtilirken, bunların dışında kalan sektörlerde
katedilmesi gereken uzun bir yol olduğu vurgulanmıştır.
Raporun açıklanmasının ardından 11-12 Aralık 1998 tarihlerinde yapılan
Viyana Zirvesi’nde Türkiye’nin tam üyeliğe hazırlanması için Avrupa
Stratejisi’nin ilerletilmesi, bunun da Lüksemburg ve Cardiff sonuçları ile aynı
çizgide uygulanmasının önemi vurgulanmıştır. Bu durum Türkiye’nin
beklentilerini karşılamadığı için taraflar arasındaki ilişkilerin mevcut halini
korumasına yol açmıştır.
3-4 Haziran 1999 tarihlerinde yapılan Köln Zirvesi’nin Başkanlık
Bildirgesi’nde Türkiye ile ilgili hiçbir ifadeye yer verilmemesi ile ilgili olarak 5
Haziran tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan haberde, Türkiye'nin adaylığının
önünü açacak olan 61. ve 62. paragrafların Yunanistan'ın başını çektiği
Lüksemburg ve İsveç grubu tarafından insan hakları ihlalleri gerekçesiyle
bildirgeden çıkarıldığı yer almaktadır. Aynı gazetenin 6 Haziran tarihli haberinde
bildirgeden çıkarılan metnin “AB Konseyi, Türk hükümetinin, Kopenhag
kriterlerinin karşılanması için gerekli tüm ekonomik ve siyasi reformların ileri
götürülmesi yönündeki kararlılığının memnuniyetle karşılar. AB Konseyi,
bilhassa, Türk hükümetinin demokratik ve sosyal reformlar için çabalarını
güçlendirmek ve ülkenin güneydoğusundaki sorunlara yapıcı bir çözüm getirmek
yönündeki karalılığını memnuniyetle karşılar. AB Konseyi, bu itibarla Türkiye’yi
Avrupa Stratejisi temelinde katılma adayı olarak katılma sürecine dahil etmeyi ve
Page 11
Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin Tarihsel Süreci ve Son Gelişmeler
150
diğer katılma adayları ile yapılacak toplantılara çağırmayı uygun görmüştür. AB
Konseyi, Türkiye’yi katılıma hazırlamak amacıyla Avrupa Stratejisi’ni enerjik
biçimde geliştirmeyi sürdürmesini ve Helsinki’de yapılacak AB Konseyi
Zirvesi’ne kadar, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini ve AB Anlaşması’nın 6.
maddesindeki hükümleri karşılaması amacıyla gerekli reformlar için bir yol
haritası hazırlamasını, konsey ve komisyondan rica eder” şeklinde olduğu ifade
ediliyor.
13 Ekim 1999’da açıklanan 2. Düzenli Rapor’da Türkiye’deki son
gelişmeler yine Kopenhag kriterleri çerçevesinde değerlendirilmiştir. Siyasi
kritere uyum konusunda en önemli engeller olarak insan hakları ve azınlıkların
korunması konularındaki eksikler, işkencenin hâlâ yaygın oluşu ve ifade
özgürlüğünün yetkili makamlarca devamlı olarak kısıtlanması görülmektedir.
Abdullah Öcalan'a verilen ölüm cezası ise Türkiye’nin bu kriter bağlamındaki
sorunlarına diğer bir örnektir. Ekonomik kriter ise yine önceki raporda olduğu
gibi Türkiye’nin daha avantajlı olduğu alanlardan biridir. Buna göre raporda,
Türkiye’nin bir piyasa ekonomisinin özelliklerinin pek çoğuna sahip olduğu,
makroekonomik istikrarın sağlanması; hukuki ve yapısal reform programlarının
uygulaması koşuluyla, ülkenin Birlik içindeki rekabet baskılarıyla ve piyasa
güçleriyle başa çıkabileceği belirtilmektedir. Son olarak, tam üyelikten
kaynaklanan yükümlülüklere uyum konusunda, Gümrük Birliği kapsamındaki
alanlarda yaşanan gelişmelerden örnekler verilmiş, bunlara ek olarak yapılması
gereken düzenlemelerden bahsedilmiştir.
Komisyon Düzenli Raporlarının açıklanmasının ardından 10-11 Aralık
1999 tarihli Helsinki Zirvesi Başkanlık Bildirgesi’nin 12. paragrafında,
Türkiye’nin diğer aday devletlerle aynı kriterler temelinde Birliğe katılmaya
yönelmiş bir aday devlet olduğunun teyidinin yanı sıra, reformları teşvik ve
destek amaçlı bir katılım öncesi stratejiden yararlanacağı vurgulanmakla beraber,
insan hakları konusu ve 4 ile 9(a) sayılı paragraflarda belirtilen sınır
anlaşmazlıklarının gerekirse Uluslararası Adalet Divanı nezdinde çözümü önerisi
ve Kıbrıs sorunu, üyelik için Türkiye’ye sunulan siyasi kriterin temeli olmaya
devam etmektedir. Bununla birlikte, 12. paragrafın devamında Topluluk
müktesebatının benimsenmesi için ulusal bir programın yanı sıra, Kopenhag
kriterleri ışığında üyelik hazırlıklarının yoğunlaşması gereken öncelikleri içeren
bir katılım ortaklığının oluşturulacağı ifade edilmiş ve Konsey, Komisyon'dan
katılım öncesi tüm AB mali yardım kaynaklarının koordinasyonu için tek bir
çerçeve sunmasını istemiştir.
19-20 Haziran 2000 tarihlerinde gerçekleşen Feira Zirvesi’nde açıklanan
Başkanlık Bildirgesi’nin 17. paragrafında, Türkiye’nin katılım kriterlerine uyum
sağlama yolundaki girişimlerinin izlendiğini ifade eden AB Konseyi, Helsinki’ye
atıfta bulunup insan hakları, hukukun üstünlüğü ve yargı konularında somut
gelişmeler beklediğini vurgulamıştır. Ayrıca Helsinki’de Komisyon’dan istenen
müktesebatın Türkiye tarafından benimsenmesi için yapılacak çalışmalar, katılım
ortaklığı ve mali yardım çerçevesi konuları da yinelenmiştir.
Page 12
Ceren Uysal
151
SONUÇ
Avrupa Birliği ile Türkiye ilişkilerinin temel metni olan Ankara
Anlaşması’nın imzalanıp yürürlüğe girmesinin üzerinden 35 yıldan fazla bir
zaman geçmiş. Bu sürede kimi zaman iyi olan, kimi zaman ise kopma noktasına
gelen ilişkilerin her iki taraf için de vazgeçilmesi zor bir nitelik taşıdığı açıktır.
Anlaşmanın imzalandığı 1963’ten bu yana dünya siyasi ve ekonomik
konjonktüründe meydana gelen değişmeler, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve
eski Doğu Bloku ülkelerinin serbest piyasa ekonomisine geçişini takiben 10
Merkez ve Doğu Avrupa ülkesinin AB’ye tam üyelik için başvurması gibi
beklenmedik gelişmeler, ilişkileri ayrıca ilginç kılan bir durum yaratmaktadır.
Bu çalışmada kısaca değinilmeye çalışılan Türkiye ile AB ilişkilerinin
tarihsel gelişim sürecinde yaşanan dönemsel iniş çıkışların incelenmesi
sonucunda yapılabilecek en temel yorum, tarafların birbirlerinden
kopamadıklarıdır. Bunun nedenlerini inceleyen Berksoy (1998:32), gerilimin en
yoğun olduğu dönemlerde bile temel bir kopmadan kaçınıldığını, ancak bu
tutumun, her tıkanmadan sonra bırakılan noktadan ilişkilere devam edildiği
anlamına gelmediğini yazar. Aksine, yaşanan her gerilimin ardından yeniden
başlatılan müzakere süreci farklı bir gündem oluşturmuş, bu da ilişkilerin
gerilimini artıran bir unsur olarak ortaya çıkmıştır. Berksoy’a göre gündem
değişkenliğinin temelinde tarafların hedeflerini değiştirmelerinden çok kendi
nesnel koşullarının ve geleceğe dönük tercihlerinin farklılaşması yatar.
Bu çalışmanın tamamlanmasından kısa bir süre sonra açıklanacak olan
Türkiye Katılım Ortaklığı belgesi ve Komisyon’un 3. Düzenli Raporu, bir
anlamda ilişkilerin bundan sonra nasıl gelişeceğinin işaretlerini taşıyacak. Fazla
iyimser olup kısa vadede büyük beklentiler içine girmek yanlış bir tutum
olacaktır. AB’nin özellikle siyasi kritere uyum ve ekonomik istikrar
konularındaki beklentilerinin bu iki belgenin de temelini oluşturacağını
düşünmek gerçekçi bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Türkiye için AB’ye
tam üyelik olasılığı henüz uzaktır. Ancak bunda Türkiye’nin eksiklikleri kadar,
AB’nin genişleme konusundaki sıkıntıları da büyük rol oynamaktadır. Türkiye
dahil tüm aday ülkelerin Birliğe katılımının üye sayısını 15’ten 28 çıkartacağı
düşünüldüğünde, bunun kısa vadede gerçekleşmesi neredeyse olanaksız bir tablo
olduğu kabul edilmelidir. Bu yüzden genişlemenin Birliğe getireceği yüksek
maliyetin yanı sıra, başta karar alma prosedürleri olmak üzere, Komisyon,
Bakanlar Konseyi ve Parlamento’nun kompozisyonlarındaki değişiklikler gibi
yapılması gereken kurumsal reformlar da Avrupa Birliği için aşılması gereken
problemler yaratmaktadır.
Sonuç olarak, Türkiye’nin önünde, üzerine düşen sorumlulukları yerine
getirmesini gerektiren bir tam üyelik süreci yer alacaktır. Gerek Gümrük
Birliği’nden doğan yükümlülükler, gerekse Kopenhag kriterlerine uyum
çalışmaları bir dizi siyasi, ekonomik ve idari reformu zorunlu kılacak ve bu
konularda atılacak her adım Türkiye’yi Birliğe daha çok yaklaştıracaktır. Türkiye
gelecekteki Avrupa Birliği haritasının dışında kalmak istemiyorsa,
gerçekleştirilmesi şu an için zor gibi görünen tüm değişiklikler için bir an önce harekete geçilmesi verilecek en doğru karar olacaktır