Arama

Cüneyt Suavi kimdir, hayatı ve eserleri hakkında bilgi verir misiniz? - Sayfa 3

En İyi Cevap Var Güncelleme: 25 Şubat 2012 Gösterim: 68.070 Cevap: 43
_KleopatrA_ - avatarı
_KleopatrA_
Ziyaretçi
25 Şubat 2010       Mesaj #21
_KleopatrA_ - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

cüney suavinin eserlerini bulunuz


Cüneyd Suavi'nin Kırk Gram Tebessüm, Mucizeler, Bilmeceler ve Çocuklar İçin Peygamberler Tarihi adlı eserleri dışında, .ocuklar için yazdığı İki Çuval Altın, Huzur Ormanı, Gökten İnen Balık, Cennete Davet ve Sevgi Marketi adlarını verdiği beş hikaye kitabı daha bulunmaktadır.
Sponsorlu Bağlantılar

Yazarın , Selim Gündüzalp ve Ali Suad ile birlikte hazırladığı Hazır Cevaplar-1 ve 2 adlı iki kitabı daha vardır.


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Şubat 2010       Mesaj #22
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
yha kültür mirasımızı nasıl koruyabilirz ile ilgili yazı....lütfennn
Sponsorlu Bağlantılar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Şubat 2010       Mesaj #23
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Cüneyd Suavi

Evli ve 3 çocuk babasıdır.1948 yılında doğdu.Çocukluğunu,ilkokulunu ve orta okulunu Adapazarı'nda geçirdi.Sonra Mimar Sinan Üniversitesini ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisini yüksek mimar ünvanıyla bitirdi.En tanınmış eseri Hayatın İçinden adlı hikaye kitabıdır.Bu kitabı İngilizce Almanca Rusça Arapça Arnavutça Tatarca Özbekçe ve Makedonca'ya çevrilmiştir.Bu eserin devamı olan Hayatın İçinden-2 adlı kitap da 2003 yılında basılmıştır.Cüneyt Suavi'nin Hayatın içinden adlı kitabının dışında Kırk Gram Tebessüm,Mucizeler,Bilmeceler ve Çocuklar İçin Peygamberler Tarihi adlı kitapları da vardır.

"http://tr.wikipedia.org/wiki/C%C3%BCneyt_suavi" adresinden alındı.
rohat silvanlı - avatarı
rohat silvanlı
Ziyaretçi
1 Mart 2010       Mesaj #24
rohat silvanlı - avatarı
Ziyaretçi
Görüntülenme: 7135
cüneyd suavi - eli sopalı
quoter
19.06.2007 00:43:23
7,5 (1 oy)

al sana cunyd
"
Okul hayatım 1955 yılında, Adapazarı’ndaki "Sabiha Hanım İlkokulu" adı ile bilinen taş duvarlı, ahşap döşemeli ve küf kokulu bir binada başladı. Rahmetli annem ve babam, beni şefkatli öğretmenlerin ellerine teslim etmenin rahatlığıyla bırakıp gittiklerinde, bir köşeye çekilip sessizce ağlamıştım. Daha sonra ki günlerde, döktüğüm bu gözyaşlarının hiç de boş olmadığını anladım. Çünkü o güne kadar dayak diye bir şey bilmememe rağmen, bunun ne demek olduğunu öğrenecektim.

İlk haftalarda, bazı arkadaşlarımın dayak yediğini görmüş ve tek kelimeyle paniklemiştim. Henüz yedi yaşındaydım ve beş yaşında geçirdiğim bir romantizma nedeniyle, diğer arkadaşlarıma oranla daha ufakça ve güçsüzdüm. Bu yüzden de sık sık nezle olurdum. O yıllarda kağıt mendil diye bir şey bilinmediği için, koca koca bez mendiller kullanılırdı. Bayramlarda para beklerken bu mendilleri hediye eden büyüklerimize kızdığımız için mi, yoksa bu mendiller yüzünden ceplerimize leblebi ye da misket doldurmakta zorlandığımız için midir bilinmez, onları taşımaktan hiç hoşlanmazdım. Bu yüzden de, eğer mecbur kalmamışsam sabreder ve teneffüse çıkınca, bahçedeki çeşmelere koşardım.

İlk dayağımı da, işte bu yüzden yedim. Ve bir ders arasında çeşmeye gittim. Fakat hemen yanımdaki kişinin, okulun en sert hocası olma şerefini hiç kimseye kaptırmayan İsmet Hanım olduğunu fark etmemiştim. İsmet Hanım, burnuma olanca gücümle verdiğim nefes sonucunda çıkan sesi beğenmemiş olacak ki bana ıslak eleriyle müthiş bir tokat attı. Bir anda yıldırım düştü zannettim. Yanağım, kulağımla birlikte cayır cayır yanıyor ve gözlerim kararıyordu. İsmet Hanım, hiç bir şey olmamış gibi ayrılıp gitti. Ben ise çeşme başında kalakalmış, o şaşkınlıkla ağlamayı bile becerememiştim.

İsmet Hanım, isminden de aldığı enerjiyle, tek kelimeyle "erkek kadın”dı. Saçlarını her zaman kısa keser ve parlakça bir sarı renge boyardı. Sesi de bir erkek sesi gibiydi. Kemikli parmaklarının arasından sigarası düşmezdi. Ve bu özellikleriyle, vahşi batının Kalamiti Ceyn'i gibiydi. Okulun en hızlı tokat çeken hocası olduğu ve hızından ötürü pek görülmemesine rağmen, elinin tersini kullandığı söylenirdi. Benim gibi çaylakların dışındaki bütün öğrenciler, onu görünce yolunu değiştirir ve beş metreden fazla yanaşmazlardı.

Sınıf öğretmenimiz olan Avni Bey ise, son derece yumuşak bir insandı. Öğrenciye asla tokat atmazdı. Bu yüzden de teknik bir metot seçmiş ve favorileri oluşturan saçları çekmeyi benimsemişti. Bu saçlar çekilince müthiş bir acı verir ve insanın gözlerinden yaşlar akardı.

Okula başladığım ilk aylar içinde yaşayıp gördüklerim, benim için kabusa dönüşmüştü. Annem ve babam, hissettiğim korkuyu anladıkları için, birinci sınıfın sonunda beni o okuldan alarak, öğrencilere daha iyi davranıldığı söylenen Kemal Paşa Okulu'na verdiler. Bu okul, gerçekten de biraz farklıydı ve bana, acılı bir çiğ köfte üzerine yenen Kemal Paşa Tatlısı gibi gelmişti.

O okulda da bir yıl okuduktan sonra, her nedense başka bir ilkokula, daha sonra da tekrar Sabiha Hanım’a verildim. Ve ilk okulu güç bela tamamladıktan sonra, bu okulun hemen karşısındaki Atatürk Ortaokuluna başladım.

Artık ortaokullu olduğumuz için, dayak belasından kurtulacaktım. Ne yazık ki bunda da yanılmıştım.

Ortaokulda gördüğümüz hocalar, açık söylemek gerekirse, şahsiyet sahibi insanlardı. Bu yüzden de taklitçilikten nefret eder ve birbirine hiç benzemeyen dövüş teknikleri denerlerdi. Coğrafyacı Hasan Bey, tek kişilik bir menüden hoşlanmaz ve ikişer ikişer dövdüğü öğrencilerin kafalarını birbirine tokuştururdu. Eğer çok mecbur kalır da bir öğrenci bulursa, tokuşturma işinde duvarı kullanırdı.

Daha ileriki yıllarda karşılaştığımız Şahin Bey, (beden değil) jimnastik hocasıydı. Üçgen vücudundaki kasları göstermek için yaz kış fanila ile dolaşan bu hocamız, kollarını daha da güçlendirmek amacıyla sağlı sollu iki tokat kullanır ve öğrenciyi nakavt etmese bile kesinlikle grogi durumuna sokardı.

Abide Hanim ise, esasında iyi bir öğretmen olmasına rağmen, bu dönemin havasına uymuştu. Gerçekten de güler yüzlü bir öğretmendi... Kızdığı öğrencinin yanına bile gülerek gider ve bir çocuk kulağının en fazla ne kadar uzayabileceğini konusunda deney yapardı.

İnanması güç ama, yediğimiz dayaklar, üniversite sınavlarına gireceğimiz yıla kadar devam etti. Yine bir coğrafyacı olan Seyfi Bey (bizim deyişimizle Seyfi Baba), öğrencilerin artık çocukluktan kurtulduğunu müjdeleyen bir metot takip eder ve onları hayatta karşılaşacakları darbelere hazırlamak için, yukarıdan paldır küldür yumruklar indirirdi. Seyfi Baba, kadın-erkek eşitliğine gönülden inandığı için, erkek öğrencilere attığı yumrukları kızlardan da esirgemezdi.

Bazı tariflerde, insanlarla diğer canlılar arasındaki en önemli farkın, insanların alet kullanması olduğu belirtilir. Bu açıdan bakıldığında, matematikçi Mefaret Hanım ile Rüştü Bey, en insan hocalarımızdı. Çünkü her ikisi de, dövbe işlemi sırasında bir alet kullanırdı. Mefaret Hanım’ın kullandığı alet, tahtada çizim yaptığı elli santimlik ahşap cetveldi. Böyle kaliteli bir cetvelle de, bir kişinin dövülmesi israf olurdu. Mefharet Hanım, bu yüzden sıra dayağını tercih eder ve bütün sınıfı aynı anda cezalandırırdı. Fakat bu operasyon sırasında son derece adaletli olurdu. Eğer öğrencinin suçu azsa, ya da hiç yoksa, cetvel biraz yumuşakça inerdi. En yaramaz öğrencilerin avuçları ise, diklemesine (ya da kılıçlamasına) inen cetvelin kenarıyla kabartılırdı.

Rüştü Bey ise, bir tabiat aşığı olduğu için, düz ve cilalı aletler yerine, doğal formda sopalar kullanırdı. Sopasının kızılcıktan olduğu ve her ihtimale karşı, iç cebinde yedeğini taşıdığı söylenirdi. Son derece sağlam ve esnek olan bu alet, yapısının gereği boğum boğumdu. Ve bu boğumların sopa üzerine kaç santim arayla sıralandığı, dayak yiyen öğrencinin kafasına bakılarak anlaşılabilirdi.

1960 ihtilalinden sonra, bütün ortaokul öğrencilerinin şapka takması zorunlu kılınmış ve askeri bir düzene geçilmişti. Gemi kaptanlarının taktığına benzeyen bu lacivert şapkaların içinde, onları kullanan öğrencilere ait bilgiler vardı. Bir öğretmene okul dışında rastladığınızda, onun asker selamıyla selamlanması şarttı. Bunun için de, sağ elin parmakları birleştirilip şapka kenarına oturulurdu. Şapkası olmayan bir öğrencinin okula alınması mümkün değildi. Ve başımızdaki şapkaların, sınıfa girene kadar çıkartılması yasaktı.

Şapka kontrol işi, bizim "eli sopalı" adını taktığımız Rüştü Bey'e aitti. Şapkasını evde unutan, ya da okulun ana kapısından girerken çıkartanlar, bu kapının hemen iç tarafında pusuya yatan Rüştü Bey'in sopasıyla tanışır ve bir kızılcık sopasının ne kadar sert, budaklı ve kaliteli olduğu konusunda bilgi edinirlerdi.

Hayatımın en güzel hatıralarından biri de, Rüştü Beyle ilgili oldu. O yıllarda, "orta üç" denilen sekizinci sınıfta okuyordum. Ve sınıf başkanı olan Şemsettin Uzun adlı arkadaşımın yardımcısıydım. Şemsettin, bir çoğumuzdan daha iriydi ve belki de bu yüzden mümessil seçilmişti. Aramızdan bir damla su sızmazdı. İkide bir de onunla şakalaşır ve bazen ipin ucunu kaçırırdım. Özellikle, sıraların üzerine çıkıp onun sırtına atlamaktan, çok keyif alıyordum.

Bir gün yine teneffüse çıkmıştık. Canım yine güreşmek istemiş olmalı ki, sınıfa şöyle bir bakıp Şemsettin'i aradım. Öğretmenler odasına gittiğini söylediler. Hemen koridora fırladım. Okulun göz alabildiğine uzanana koridorları, yüzlerce öğrenci ile doluydu. Ama benim keskin gözlerim, Şemsettin’i görmekte gecikmedi. Şemsettin, alt kata inen merdivenlere doğru ilerliyordu. Koşa koşa giderek ona yetiştim ve tam merdivenlerden inmeye başladığında, balıklama olarak sırtına atladım. Bu arada, beni üzerinden atmaması için ayaklarımı beline, kollarımı da boynuna dolamıştım. Şemsettin, boş bulunduğu için önce biraz sendelemiş ve sırtına bir an da yüklenen ağırlığın etkisiyle düşmemek için, basamakları ikişer üçer inmeye başlamıştı. Yüz ifadesini görmek için başımı uzatıp ona baktığımda, ölecek gibi oldum. Sırtına atladıktan sonra büyük bir şefkatle sarıp sarmaladığım kişi, Eli Sopalı'dan başka biri değildi. Sanki beni bir anda elektrik çarpmış, ona dolanan kol ve bacaklarım korkudan çözülmüştü. Can havliyle kaçarak aşağıya indiğim merdivenler, bir türlü bitmiyordu. Bu sırada Rüştü Bey, elindeki sopasını, hücuma kalkan bir süvarinin kılıcı gibi sallayıp, "Allah!. Allah!.." naralarıyla peşime düşmüştü. (Bana öyle geldiği için, bu narayı ben uydurdum tabi ki.)

Rüştü Bey'i bilmiyorum ama benim korkudan bağırdığım kesindi. Çünkü beni resmen kovalıyordu. Zemin kata indiğimde, hemen merdiven başındaki tuvaletlere girmeyi ve bir tanesine girip kapıyı arkadan kilitlemeyi düşündüm. (İyi ki girmemişim, çünkü daha sonraki günlerde, o tuvaletlerin hiç birinde kilit olmadığını öğrendim.) Fakat lavabo bölümüne girdiğimde, yerden bir buçuk iki metre kadar yüksek olan pencerelerin açık olduğunu görerek aşağı atladım. Hani kovboy filmlerinde, filmin kahramanı olan yakışıklı genç, kendisini bir uçurum kenarına sıkıştıran kızıl derililerden, o uçuruma atıyla birlikte atlayıp kurtulur ya, bende öyle kurtulmuştum. Rüştü Bey, pencerelerin önünde kalakalmış, ben ise, dünyaya yeniden gelmiş gibi bayram yapmıştım.

O günden sonra, Rüştü Bey'i nerede görsem, sanki beni tanıyacakmış gibi kaçmış ve o kabusu bir süre yasamıştım.

"Dayak Cennetten çıkmadır" demişler. Bunun anlamı, "Cennetten çıkarılmış" yani "oradan kovulup cehenneme atılmış" demektir inşaAllah. Böyle olmasa bile, bizim nesil o dayakları yiye yiye bitirmiş ve şimdiki öğrencilere bir şey bırakmamıştır.

Ülkemizin son yıllardaki en büyük kazançlarından biri, bu dayak belasının büyük ölçüde terk edilmiş olmasıdır. Artık öğretmenlerimiz, öğrencileri için aynı zamanda bir baba ya da ağabey, bir anne ye da bir abla durumundadır. Bu yüzden genç kardeşlerimiz, sahip oldukları diğer imkanları da hesaba katarak, eski nesle oranla çok daha başarılı olmak zorundadır. Aksi taktirde, cennetten çıktığı söylenen şeylerin şu anda nerelerde olduğu ve ne işler becerdiği merak edilebilir.

Her güçlüğe rağmen, bizleri yine de iyi yetiştirdiklerine inandığımız öğretmenlerimizi hiç unutmadık. Ve bu gün bir çoğu vefat etmiş olan o insanları elbette ki affettik. İnşaAllah onlar da, bizim yaptığımız hataları affetmişlerdir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mart 2010       Mesaj #25
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ya bu hikayeler gerçekten cüneyd suavinin mi
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Mart 2010       Mesaj #26
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
yha şu cüneyd suavi kimdir ya of
_KleopatrA_ - avatarı
_KleopatrA_
Ziyaretçi
2 Mart 2010       Mesaj #27
_KleopatrA_ - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

yha şu cüneyd suavi kimdir ya of

Cüneyd Suavi

1948 Yılında Adapazarı'nda doğdu. İlk ve orta öğrenimini bu şehirde tamamladı. Daha sonra, günümüzde Mimar Sinan Üniversitesi olarak bilinen Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'ni yüksek mimar ünvanıyla bitirip Sakarya Üniversitesi'nde asistanlığa başladı. İleriki yıllarda profesörlüğe kadar yükselen Cüneyd Suavi, evli ve üç çocuk babasıdır.

Zafer Dergisi'nde 1982 yılından beri hikayeleri yayınlanan yazarın en tanınmış eseri, Hayatın İçinden adlı hikaye kitabıdır. Türk insanı tarafından büyük bir rağbet gören bu eserin tamamı Korece'ye; bir bölümü de İngilizce, Almanca, Rusça, Arapça, Arnavutça, Tatarca, Özbekçe ve Makedonca'ya çevrilerek dünyanın dört bir yanına ulaşmıştır. Bu eserin devamı olan Hayatın İçinden-2 adlı kitap da, 2003 yılında basılmıştır.

Cüneyd Suavi'nin Kırk Gram Tebessüm, Mucizeler, Bilmeceler ve Çocuklar İçin Peygamberler Tarihi adlı eserleri dışında, .ocuklar için yazdığı İki Çuval Altın, Huzur Ormanı, Gökten İnen Balık, Cennete Davet ve Sevgi Marketi adlarını verdiği beş hikaye kitabı daha bulunmaktadır.

Yazarın , Selim Gündüzalp ve Ali Suad ile birlikte hazırladığı Hazır Cevaplar-1 ve 2 adlı iki kitabı daha vardır.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Mart 2010       Mesaj #28
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
yazın lütfün cüneyd suavinin hayatınıMsn SadMsn SadMsn SadMsn SadMsn SadMsn Sad
_KleopatrA_ - avatarı
_KleopatrA_
Ziyaretçi
8 Mart 2010       Mesaj #29
_KleopatrA_ - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

yazın lütfün cüneyd suavinin hayatınıMsn SadMsn SadMsn SadMsn SadMsn SadMsn Sad

Cüneyd Suavi

1948 Yılında Adapazarı'nda doğdu. İlk ve orta öğrenimini bu şehirde tamamladı. Daha sonra, günümüzde Mimar Sinan Üniversitesi olarak bilinen Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'ni yüksek mimar ünvanıyla bitirip Sakarya Üniversitesi'nde asistanlığa başladı. İleriki yıllarda profesörlüğe kadar yükselen Cüneyd Suavi, evli ve üç çocuk babasıdır.

Zafer Dergisi'nde 1982 yılından beri hikayeleri yayınlanan yazarın en tanınmış eseri, Hayatın İçinden adlı hikaye kitabıdır. Türk insanı tarafından büyük bir rağbet gören bu eserin tamamı Korece'ye; bir bölümü de İngilizce, Almanca, Rusça, Arapça, Arnavutça, Tatarca, Özbekçe ve Makedonca'ya çevrilerek dünyanın dört bir yanına ulaşmıştır. Bu eserin devamı olan Hayatın İçinden-2 adlı kitap da, 2003 yılında basılmıştır.

Cüneyd Suavi'nin Kırk Gram Tebessüm, Mucizeler, Bilmeceler ve Çocuklar İçin Peygamberler Tarihi adlı eserleri dışında, .ocuklar için yazdığı İki Çuval Altın, Huzur Ormanı, Gökten İnen Balık, Cennete Davet ve Sevgi Marketi adlarını verdiği beş hikaye kitabı daha bulunmaktadır.

Yazarın , Selim Gündüzalp ve Ali Suad ile birlikte hazırladığı Hazır Cevaplar-1 ve 2 adlı iki kitabı daha vardır.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Mart 2010       Mesaj #30
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ya cüneyt süavi'nin hayatını araştırdım iki tane çıktı her iiksinde de değişik bilgiler veridi.Mesela 1. 1950 yılında Kırıkkale'de doğdu yazıyor.2. ise 1948 yılında Adapazarı'nda doğdu yazıyor.bu ne iş abicim yaa!.....

Benzer Konular

9 Nisan 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
22 Aralık 2010 / S0N DARBE.D Cevaplanmış
26 Kasım 2008 / Ziyaretçi Cevaplanmış
11 Mart 2014 / Misafir Cevaplanmış