Arama

Ahmet Yasevi'nin Türk düşünce tarihindeki önemi nedir?

Güncelleme: 5 Nisan 2011 Gösterim: 6.703 Cevap: 6
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Kasım 2010       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ahmet Yasevi'nin Türk düşünce tarihindeki önemi nedir?
Sponsorlu Bağlantılar
ener - avatarı
ener
Ziyaretçi
9 Kasım 2010       Mesaj #2
ener - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

Ahmet Yasevi'nin Türk düşünce tarihindeki önemi nedir?

Ahmet Yesevi ve Edip Ahmet bin Mahmut Yükneki’nin Türk eğitim tarihindeki yeri nedir ?

Sponsorlu Bağlantılar
Ahmet Yesevi ilk Türk tarikatını kurmuş ve Divan-ı Hikmet adında eseri vardır.
Edip Ahmet Atabetü-l Hakayık adındaki nasihatnamesi ile İslami esasları öğretmeye çalışmıştır.
kelly kelly - avatarı
kelly kelly
Ziyaretçi
9 Kasım 2010       Mesaj #3
kelly kelly - avatarı
Ziyaretçi
AHMET YESEVÎ

Büyük Türk Mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Kazakistan'ın YESİ şehrinde, yaygın görüşe göre 1093 yılında doğmuş ve 1166 yılında ölmüştür. İlk mürşidi Arslan Baba olmuş, sonra Yusuf-i Hemadanî'ye intisap etmiştir.
Yesevî, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen TÜRKÇE'yi seçmiştir.
Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan, İslâm'ı yeni kabul etmiş insanlara bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmıştır.
HİKMET adını verdiği dörtlüklerinde Yesevî;
Benim hikmetlerim hadîs hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir
Benim hikmetlerim süphanın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı
demektedir.
Büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Türk dünyasının yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden ve Türklüğün sembol isimlerinden biridir.
Ahmet Yesevî'nin Türk tasavvuf geleneğinin kurucusu olması ve kendisinden sonraki büyük mutasavvıflar, Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli ve diğerleri üzerindeki etkisi, böylece Anadolu'nun bir Türk Yurdu haline gelmesindeki manevi rolü, İslamiyet'i dosdoğru anlayan ve anlatan, sade ve temiz üslubu, güzel Türkçe'mizin mimarlarından oluşu, insanlığın ihtiyacı olan yüksek değerleri daha o zamanlar dile getirdiği kardeşliğe, dostluğa, sevgi ve hoşgörüye dayalı düşünceleri bilinmektedir.
Türk'lerin İslâmiyeti anlama ve algılama noktasında YESEVÎ bir ekoldür. Bu açıdan bakıldığında Yesevî, tüm Türk dünyası için çok önemli bir konuma sahiptir. Kendini tanıma umdesi, kültürünü, dilini, tarihini ve dinini tanımak Yesevî düşüncesinin özüdür.
Karahan'lı Hükümdarı Saltuk Buğra Kara Han'ın 950 yılında İslâmiyet'i resmî devlet dini olarak kabul etmesi, TÜRK dünyasının önemli bir dönüm noktasıdır. İslâmiyet'i benimseyen Türk'ler, Türk - İslâm sentezine dayanan yeni bir kültür sahibi olmuşlar, sosyal nizamları ile devlet ve dünya görüşlerine bu kültür ile yeni bir şekil vermişlerdir.
"Pir-i Türkistan" Ahmet Yesevî, Güney Kazakistan'da, Çimkent şehrine 7 km. uzaklıktaki, bugün Türkistan adı ile tanınan YESİ şehrine 157 km. uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur. Doğum yılı bilinmemektedir. Ancak 73 yaşında ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüşe göre 1093 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri olarak YESİ şehri de belirtilmekte ise de anne ve babasının Türbe'lerinin SAYRAM'da olması, O'nun da Sayram'da doğduğunu düşündürmektedir. Babası, Hazret-i Ali soyundan Şeyh İbrahim isimli bir zatdır. Annesi ise Şeyh İbrahim'in halifesi Musa Şeyh'in kızı Ayşe Hatun'dur. Rivayetlere göre önce annesini, sonra babasını kaybeden 7 yaşındaki Ahmet, ablasının himayesinde büyümüştür. Yesi'ye gelen Arslan Baba adlı bir mürşit, O'nun tahsil, terbiyesini üstlenir. Bir süre sonra Arslan Baba ölür, Yesevî de o zamanın önemli kültür ve ilim merkezlerinden olan Buhara'ya gider. Burada Hâce Yusuf-i Hemedani'ye intisap eder ve onun irşadı altına girer.
Yesevî, mürşidi Hemedanî'nin ölümünden sonra bir süre Buhara'da irşad postuna oturursa da, şeyhinin vaktiyle işaret ettiği şekilde YESÎ'ye döner. Ölene kadar da orada aydınlatmaya devam eder.
Menkıbeye göre tekkesinin bahçesinde bir çilehane kazdırır ve ömrünü burada tamamlar. Daha önce de belirttiğim gibi 1166 yılında vefat ettiği sanılmaktadır.
Ahmet Yesevî'nin türbesini Sultan Timur'un yaptırdığı bilinmektedir. Rivayete göre, Hoca, Timur'un rüyasına girip zafer müjdeler. Timur da Türkistan zaferinden sonra Yesi'ye gelir ve Hoca'nın kabrinin üstüne, bir şükran ifadesi olarak, türbe yaptırır. Zamanla harap olan türbe, Şibanî Han tarafından onartılır. Birçok defa tamir gören türbe, Sovyetler Birliği zamanında korumaya alınıp 1978 de ziyarete açılmış, 1989 yılında türbenin bulunduğu bölge "Tarihi Kültür Koruma Mıntıkası" olarak ilân edilmiştir.
Kazakistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, Türkistan şehrindeki bu türbenin restorasyon çalışmaları Türkiye tarafından 1992 yılında başlatılmış ve 2 senede bitirilmesi ön görülmüşse de çalışmalar Temmuz 2000 e kadar sürmüş ve türbenin açılışı Ekim 2000 de Türkistan şehrinin 1500. kuruluş yıldönümünde yapılmıştır.
Ahmet Yesevî, Anadolu'ya hiç gelmemiş olmasına rağmen Anadolu'da tanınmış ve sevilmiştir. Bektaşî'lik, Mevlevi 'lik, Yunus Emre ekolü Yesevi'den çok etkilenmiştir.
Anadolu'ya gitmediği bilinmesine rağmen Pülümür'ün Kangallı Köyü'nde Ahmet Yesevî’ye atfedilen bir türbe vardır. Pülümür'deki bu mezar, Yesevî’nin makamı olarak, halkın muhayyilesinde gelişmiş ve türbe O'na atfedilmiştir.
Bundan başka, Baskil ilçesinin Tabanbükü Köyü'nde Ahmet Yesevî kolundan gelen Hasan Dede'nin mezarının bulunduğu biliniyor. Bu köyün doğusundaki bir mezarın da Ahmet Yesevî'ye ait olduğu rivayet edilmektedir.
Şimdi, Yesevî ve Türk diline etkisinden söz etmek istiyorum.
Selçuklular, tarihimizin çok uzun bir dönemini doldurmuş, büyük bir devlettir. Sınırları, Orta Asya ve Anadolu'nun büyük bölümünü kapsamıştır. Devlete adını veren Selçuk Bey ve beraberindekilerin Türkçe adlar taşımalarına rağmen, son hükümdarların isimleri Keykavus , Keykubat gibi Farsça adlardır. En önemlisi, Devletin resmî dili Türkçe değil Farsça'dır. Selçuklu'nun önemli bir şahsiyeti, Alpaslan'ın veziri, Nizam -ül Mülk bir Fars'dır. Adına kurduğu Nizamiye Medreseleri Farsça vermekte idiler. Bütün bu sebeplerle Selçuklu'da Türkçe avam dili, Farsça ise aydın ve bilgin dili olmuştur. Edebiyat ve yazı dili Türkçe değil Farsça alarak kullanılmıştır.
Bütün bu olumsuzluklar arasında Yesi'de bilinçli bir Türk ortaya çıkmış, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen Türkçe'yi seçmiştir.
Yesevî, İslâm tasavvufunu esas alan, bilim, edebiyat ve san'ata önem veren bir medrese kurdu. Bu medresenin, konuşma dili, yazışma dili, şiir ve edebiyat dili, eğitim ve öğretim dili Türkçe idi. Buradan yetişen binlerce insan Türk Dünyası'nın her tarafına dağıldılar. Bu yetişenler, gittikleri her yerde Yesevî'nin Türkçe şiirlerini, yani HİKMET'lerini tekrar tekrar seslendirdiler. Bu şekilde yeni bir Türk edebiyatı doğdu. Bu arada, Farsça'yı kullananlar, Yesevî'yi, Türkçe yazdığı için eleştirmişlerdir. Yesevî ise bir hikmetinde şöyle demektedir.
Sevmiyorlar bilginler sizin Türkçe dilini
Erenlerden işitsen açar gönül dilini
Ayet - hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar
Anlamına erenler başı eğip uyarlar
Miskin hafız Hoca Ahmet yedi atana rahmet
Fars dilini bilir de sevip söyler Türkçe'yi
Daha sonra, Cengiz'ler, Osmanlı'lar dönemlerinde Türkçe egemen olmuştur. Bu konuda büyük şair Yahya Kemal "Ahmet Yesevî kim? bir araştırın, göreceksiniz, bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız. " demektedir.
Burada, Ahmet Yesevî'nin ilme ve bilgiye verdiği önemi bir, iki Hikmet'i ile dile getirmek istiyorum:
Ey dostlar, cahil ile yakın olup
Bağrım yanıp, candan doyup öldüm ben işte.
Bir başka hikmetinde ise:
Cahil ile geçen ömrüm nar sakar
Cahil olsan cehennem ondan çekinir
Cahil ile cehenneme doğru kılmayın sefer
Cahiller içinde yaprak gibi soldum ben işte
demektedir.
Şimdi de Yesevî'nin din anlayışını irdelemek istiyorum.
Tarih devirlerinde milletimiz bir çok dini kabul etmiştir. Bunların içinde Şamanizm en önemli yeri kaplasa da Budizm, Musevilik ve Hristiyanlık da Türkler arasında yaygınlık kazanmış dinlerdir. Bin yıldan beri ise gittikçe gelişen boyutlarda İslâm dini Türk'lerin inanç birliğini oluşturan din haline gelmiştir.
Şamanizm, sadece Türklerin değil, Asya'nın birçok halklarının ortak inanç sistemidir. Dolayısı ile Şamanizm'i Türklerin ulusal dini olarak kabul etmek yanlıştır.
Göktürk kitabelerinde, Atalarımızın, bir din anlayışı bulunduğu açıklaması vardır. Bu din, yeri, göğü ve insanı yani bütün varlıkları yaratan ve yöneten "Bir Tanrı" anlayışıdır. Belki de çok daha eskilerden, derinlerden gelen Şamanizm inançları "Bir Tanrı" veya "Gök Tanrı" dini ile birlikte yaşamaya devam etmiştir. Oğuz Han'ın "Tanrının Birliği" sözünü temel alan bir anlayışın yayıcısı olduğu görüşü de konuya daha açıklık kazandırır.
Bilinen bir gerçektir ki, bir toplumun kabul ettiği yeni bir din, eski inançları tümüyle ortadan kaldıramaz. Eski inançlar çok defa yeni inancın kisvesi altında yaşamaya devam ederler. Bu manada Şamanizm'in Türklere ait topluluklarda devam ettiğini görebiliyoruz. Meselâ, ataların ruhlarına evliya kudreti, ağaçlara evliya adı verilerek Şamanizm, İslâmî bir kavramla yeniden ifade edilmiştir.
Bugün, büyük çoğunluğu Müslüman olan Dünya Türklüğünün İslâmi anlayışında binlerce yıllık geçmişlerini görmekteyiz. Bu hal, İslâm'ın ana ilkelerinden sapma anlamına gelmemektedir. Söylemeliyiz ki, milletimiz, küçük bir kesim hariç, İslâm'ı doğru anlamış ve doğru uygulamıştır. Bugün, Müslüman milletler içinde en samimi dinî hayatın milletimizce yaşandığı bir gerçektir.
Ahmet Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan ve dolayısı ile kitaplı dinin, yani İslâmın emirlerini tam yerine getiremeyen yeni Müslüman olmuş insanlara, İslâmın sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve Tanrı sevgisine dayalı, gerçek yüzünü tanıttı.
Ahmet Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun, bozkırlarda at koşturan yarı göçebe insanlar olduklarını, kadın - erkek, genç - ihtiyar, hareketli, kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadele ile geçen bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu. Yesevî, bu insanlara fıkıh kuralları içinde, Arap - Acem kültür etkileri ile boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimi ve sarsılmaz bir iman anlayışını telkin eden dinî ve ahlâki kuralları, kendisi Arapça ve Farsça'yı çok iyi bildiği halde, kendi dilleri ile ve daha da önemlisi, onların seviyesinde bir söylem tarzı ile sunmanın, başarının temeli olacağını, görmüş ve uygulamıştır. Onun için de Türk Boyları'nın halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı öğretmiştir.
Nitekim, Yesevî
Benim hikmetlerim hadis hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir
Benim hikmetlerim Süphan'ın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı
demektedir.
Hoca da öteki mutasavvuflar gibi, âlemi ve âlemde var olan herşeyi ilâhi aşkın eseri olarak gördüğü içindir ki, her şeyi gönülden sevmektedir. Ancak bu sevgi ile Allah'a ulaşılabileceğini söylemektedir. O'na göre Aşk'sız, Mevlâyı anlamak mümkün değildir.
Üstelik Aşk'sız kişi gerçek insan değildir.
Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın
Aşk'sız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin
Gönlünüzde Aşk olursa, bana ağlayın
Ağlayanlara gerçek Aşk'ımı hediye eğledim.
Aşk'sızların hem canı yok, hem imânı,
Resûlullah sözün dedim mânâ hani.
Diyen Yesevî 140 numaralı hikmetinde, ilâhi aşk hakkındaki görüşlerini,
insanın samimi inancı ile bağlantılıyarak anlatır.
Aşk davasını bana kılma, sahte aşık,
Aşık olsan, bağrın içinde göz kanı yok,
Muhabbetin şevki ile can vermese,
Boşa geçer ömrü onun, yalanı yok.
Aşk bağı sıkıntı çekip yeşertmesen,
Hor görülse nefsini öldürmesen,
"Allah" diyerek içe nuru doldurmasan,
Vallah, billah sende aşkın eseri yok.
Hak zikrini can içinden çıkarmasan,
Üçyüz altmış damarlarını kımıldatmasan,
Dörtyüzkırkdört kemiklerini kul eylemesen,
Yalancıdır Hakk'a aşık olduğu yok.
Rahatı bırakıp can sıkıntısını hoşlayanlar
Seherlerde canını incitip çalışanlar,
Hay-u heves, ben-benliği terk edenler,
Gerçek aşıktır, asla onun yalanı yok.
Kul Hoca Ahmet, candan geçip yola gir,
Ondan sonra erenlerin yolunu sor,
Allah diyerek, Hakk'ın yolunda canını ver,
Bu yollarda can vermesen, imkânı yok.
"İlâhi Aşk" Allah'dır ve bu Aşk'a düşen kişi, bencillik, gösteriş, iki yüzlülük, kişisel çıkar gibi küçük hesapları düşünmemek gerekir. " diyen Yesevî, bir hikmetinde:
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol,
Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol,
Mahşer günü dergâhına yakın ol,
Ben - benlik güden kişilerden kaçtım ben işte.
Demektedir. Bütün hikmetlerinde yer alan bir gerçek vardır ki o da insana verilen büyük değerdir. İslâm tasavvufunda insan, kâinatın özü alarak kabul edilir. Herşey insan içindir. O halde insana düşen, "Kamil İnsan" olmaya çalışmaktır. Ahlakın kemaline ulaşmıya gayret etmektir. Bunun da bir yolu yaratılmışları sevmek, incitmemek ve incinmemektir. Alçak gönüllü olan insanlar, her hususta samimi olan kişilerdir.
Yesevî, asıl kavgasını, sahte şeyhler ve mollalara karşı yapar. Bunlara karşı da
"Talibim" deyip söylerler vallah, billah insafsız
Namahreme bakarlar, gözlerinde yok insaf;
Kişi malını yiyerler, çünkü gönülleri değil saf
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.
Zâkirim deyip ağlar, Çıkmaz gözünden yaşı;
Gönüllerinde gamı yok, her an ağrıya başı;
Oyun-hile kılarlar, malûm Hüda'ya işi,
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.
Gibi bir çok Hikmet söylemiştir.
Yesevî, ilim üzerinde çok durmuş, inananların aydın kişiler olduğunu, bunların bilgisizlikten ve bilgisizlerden kısaca cahillikten uzak durduklarını anlatmıştır. Ayrıca bir başka Hikmet'inde: " Bilgisizlik her kötülüğün kaynağıdır. " demiştir. Bir başka Hikmet'inde ise
İlim, iki inci, beden ve cana rehberdir
Can âlimi Hazret'ine yakındır
Muhabbetin şarabından içer
Öyle âlim, gerçek âlim olur dostlarım,
demiştir.
Özetle, Yesevî okulunun ana ilkelerini:
  • <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l2 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Allahın varlığına ve tekliğine inanmak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l2 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Kur'ana uymak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l2 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>İslâm'a dayalı yolda yürümek,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l2 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>İnsanın kendisini disipline etmesi,
  • Belli zamanlarda benlik muhasebesi yapmak
olarak özetliyebiliriz.
Ayrıca, Yesevî'liği kabul eden kişinin de :
  • <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Hakk'ı bilmek,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Kalbinde Allah ve İnsan sevgisi taşımak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Cömert olmak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Gerçekleri kabul etmek,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Geçer ve doğru bilgili olmak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Kanaatkar olmak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Nefsine hakim olmak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Kendini bilmek,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Gönül gözü ile görmek,
  • Felsefeye yatkın olmak gibi hasletleri kendisinde toplaması gerekiyordu.
Dikkat edilirse, 1000 yıl önce yaşamış bir Türk düşünür, kendini bilmeyi, hurafelerden uzak durmayı, Tanrı'ya inanmayı, kendini geliştirmeye çalışmayı, özellikle hoşgörülü olmayı büyük bir açıklıkla ifade etmiştir.
Yazımı Ahmet Yesevî'nin büyük takipçisi YUNUS EMRE'nin Pirinden öğrendiğini veciz bir şekilde anlattığı dörtlükle bitirmek istiyorum.
Çalış, kazan, ye, yedir,
Bir gönül ele getir
Bin kâbe'den iyrektir,
Bir gönül ziyareti.
Erol Alpay
abidins - avatarı
abidins
Ziyaretçi
9 Kasım 2010       Mesaj #4
abidins - avatarı
Ziyaretçi
AHMET YESEVÎ

Büyük Türk Mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Kazakistan'ın YESİ şehrinde, yaygın görüşe göre 1093 yılında doğmuş ve 1166 yılında ölmüştür. İlk mürşidi Arslan Baba olmuş, sonra Yusuf-i Hemadanî'ye intisap etmiştir.
Yesevî, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen TÜRKÇE'yi seçmiştir.
Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan, İslâm'ı yeni kabul etmiş insanlara bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmıştır.
HİKMET adını verdiği dörtlüklerinde Yesevî;
Benim hikmetlerim hadîs hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir
Benim hikmetlerim süphanın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı
demektedir.
Büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Türk dünyasının yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden ve Türklüğün sembol isimlerinden biridir.
Ahmet Yesevî'nin Türk tasavvuf geleneğinin kurucusu olması ve kendisinden sonraki büyük mutasavvıflar, Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli ve diğerleri üzerindeki etkisi, böylece Anadolu'nun bir Türk Yurdu haline gelmesindeki manevi rolü, İslamiyet'i dosdoğru anlayan ve anlatan, sade ve temiz üslubu, güzel Türkçe'mizin mimarlarından oluşu, insanlığın ihtiyacı olan yüksek değerleri daha o zamanlar dile getirdiği kardeşliğe, dostluğa, sevgi ve hoşgörüye dayalı düşünceleri bilinmektedir.
Türk'lerin İslâmiyeti anlama ve algılama noktasında YESEVÎ bir ekoldür. Bu açıdan bakıldığında Yesevî, tüm Türk dünyası için çok önemli bir konuma sahiptir. Kendini tanıma umdesi, kültürünü, dilini, tarihini ve dinini tanımak Yesevî düşüncesinin özüdür.
Karahan'lı Hükümdarı Saltuk Buğra Kara Han'ın 950 yılında İslâmiyet'i resmî devlet dini olarak kabul etmesi, TÜRK dünyasının önemli bir dönüm noktasıdır. İslâmiyet'i benimseyen Türk'ler, Türk - İslâm sentezine dayanan yeni bir kültür sahibi olmuşlar, sosyal nizamları ile devlet ve dünya görüşlerine bu kültür ile yeni bir şekil vermişlerdir.
"Pir-i Türkistan" Ahmet Yesevî, Güney Kazakistan'da, Çimkent şehrine 7 km. uzaklıktaki, bugün Türkistan adı ile tanınan YESİ şehrine 157 km. uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur. Doğum yılı bilinmemektedir. Ancak 73 yaşında ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüşe göre 1093 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri olarak YESİ şehri de belirtilmekte ise de anne ve babasının Türbe'lerinin SAYRAM'da olması, O'nun da Sayram'da doğduğunu düşündürmektedir. Babası, Hazret-i Ali soyundan Şeyh İbrahim isimli bir zatdır. Annesi ise Şeyh İbrahim'in halifesi Musa Şeyh'in kızı Ayşe Hatun'dur. Rivayetlere göre önce annesini, sonra babasını kaybeden 7 yaşındaki Ahmet, ablasının himayesinde büyümüştür. Yesi'ye gelen Arslan Baba adlı bir mürşit, O'nun tahsil, terbiyesini üstlenir. Bir süre sonra Arslan Baba ölür, Yesevî de o zamanın önemli kültür ve ilim merkezlerinden olan Buhara'ya gider. Burada Hâce Yusuf-i Hemedani'ye intisap eder ve onun irşadı altına girer.
Yesevî, mürşidi Hemedanî'nin ölümünden sonra bir süre Buhara'da irşad postuna oturursa da, şeyhinin vaktiyle işaret ettiği şekilde YESÎ'ye döner. Ölene kadar da orada aydınlatmaya devam eder.
Menkıbeye göre tekkesinin bahçesinde bir çilehane kazdırır ve ömrünü burada tamamlar. Daha önce de belirttiğim gibi 1166 yılında vefat ettiği sanılmaktadır.
Ahmet Yesevî'nin türbesini Sultan Timur'un yaptırdığı bilinmektedir. Rivayete göre, Hoca, Timur'un rüyasına girip zafer müjdeler. Timur da Türkistan zaferinden sonra Yesi'ye gelir ve Hoca'nın kabrinin üstüne, bir şükran ifadesi olarak, türbe yaptırır. Zamanla harap olan türbe, Şibanî Han tarafından onartılır. Birçok defa tamir gören türbe, Sovyetler Birliği zamanında korumaya alınıp 1978 de ziyarete açılmış, 1989 yılında türbenin bulunduğu bölge "Tarihi Kültür Koruma Mıntıkası" olarak ilân edilmiştir.
Kazakistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, Türkistan şehrindeki bu türbenin restorasyon çalışmaları Türkiye tarafından 1992 yılında başlatılmış ve 2 senede bitirilmesi ön görülmüşse de çalışmalar Temmuz 2000 e kadar sürmüş ve türbenin açılışı Ekim 2000 de Türkistan şehrinin 1500. kuruluş yıldönümünde yapılmıştır.
Ahmet Yesevî, Anadolu'ya hiç gelmemiş olmasına rağmen Anadolu'da tanınmış ve sevilmiştir. Bektaşî'lik, Mevlevi 'lik, Yunus Emre ekolü Yesevi'den çok etkilenmiştir.
Anadolu'ya gitmediği bilinmesine rağmen Pülümür'ün Kangallı Köyü'nde Ahmet Yesevî’ye atfedilen bir türbe vardır. Pülümür'deki bu mezar, Yesevî’nin makamı olarak, halkın muhayyilesinde gelişmiş ve türbe O'na atfedilmiştir.
Bundan başka, Baskil ilçesinin Tabanbükü Köyü'nde Ahmet Yesevî kolundan gelen Hasan Dede'nin mezarının bulunduğu biliniyor. Bu köyün doğusundaki bir mezarın da Ahmet Yesevî'ye ait olduğu rivayet edilmektedir.
Şimdi, Yesevî ve Türk diline etkisinden söz etmek istiyorum.
Selçuklular, tarihimizin çok uzun bir dönemini doldurmuş, büyük bir devlettir. Sınırları, Orta Asya ve Anadolu'nun büyük bölümünü kapsamıştır. Devlete adını veren Selçuk Bey ve beraberindekilerin Türkçe adlar taşımalarına rağmen, son hükümdarların isimleri Keykavus , Keykubat gibi Farsça adlardır. En önemlisi, Devletin resmî dili Türkçe değil Farsça'dır. Selçuklu'nun önemli bir şahsiyeti, Alpaslan'ın veziri, Nizam -ül Mülk bir Fars'dır. Adına kurduğu Nizamiye Medreseleri Farsça vermekte idiler. Bütün bu sebeplerle Selçuklu'da Türkçe avam dili, Farsça ise aydın ve bilgin dili olmuştur. Edebiyat ve yazı dili Türkçe değil Farsça alarak kullanılmıştır.
Bütün bu olumsuzluklar arasında Yesi'de bilinçli bir Türk ortaya çıkmış, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen Türkçe'yi seçmiştir.
Yesevî, İslâm tasavvufunu esas alan, bilim, edebiyat ve san'ata önem veren bir medrese kurdu. Bu medresenin, konuşma dili, yazışma dili, şiir ve edebiyat dili, eğitim ve öğretim dili Türkçe idi. Buradan yetişen binlerce insan Türk Dünyası'nın her tarafına dağıldılar. Bu yetişenler, gittikleri her yerde Yesevî'nin Türkçe şiirlerini, yani HİKMET'lerini tekrar tekrar seslendirdiler. Bu şekilde yeni bir Türk edebiyatı doğdu. Bu arada, Farsça'yı kullananlar, Yesevî'yi, Türkçe yazdığı için eleştirmişlerdir. Yesevî ise bir hikmetinde şöyle demektedir.
Sevmiyorlar bilginler sizin Türkçe dilini
Erenlerden işitsen açar gönül dilini
Ayet - hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar
Anlamına erenler başı eğip uyarlar
Miskin hafız Hoca Ahmet yedi atana rahmet
Fars dilini bilir de sevip söyler Türkçe'yi
Daha sonra, Cengiz'ler, Osmanlı'lar dönemlerinde Türkçe egemen olmuştur. Bu konuda büyük şair Yahya Kemal "Ahmet Yesevî kim? bir araştırın, göreceksiniz, bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız. " demektedir.
Burada, Ahmet Yesevî'nin ilme ve bilgiye verdiği önemi bir, iki Hikmet'i ile dile getirmek istiyorum:
Ey dostlar, cahil ile yakın olup
Bağrım yanıp, candan doyup öldüm ben işte.
Bir başka hikmetinde ise:
Cahil ile geçen ömrüm nar sakar
Cahil olsan cehennem ondan çekinir
Cahil ile cehenneme doğru kılmayın sefer
Cahiller içinde yaprak gibi soldum ben işte
demektedir.
Şimdi de Yesevî'nin din anlayışını irdelemek istiyorum.
Tarih devirlerinde milletimiz bir çok dini kabul etmiştir. Bunların içinde Şamanizm en önemli yeri kaplasa da Budizm, Musevilik ve Hristiyanlık da Türkler arasında yaygınlık kazanmış dinlerdir. Bin yıldan beri ise gittikçe gelişen boyutlarda İslâm dini Türk'lerin inanç birliğini oluşturan din haline gelmiştir.
Şamanizm, sadece Türklerin değil, Asya'nın birçok halklarının ortak inanç sistemidir. Dolayısı ile Şamanizm'i Türklerin ulusal dini olarak kabul etmek yanlıştır.
Göktürk kitabelerinde, Atalarımızın, bir din anlayışı bulunduğu açıklaması vardır. Bu din, yeri, göğü ve insanı yani bütün varlıkları yaratan ve yöneten "Bir Tanrı" anlayışıdır. Belki de çok daha eskilerden, derinlerden gelen Şamanizm inançları "Bir Tanrı" veya "Gök Tanrı" dini ile birlikte yaşamaya devam etmiştir. Oğuz Han'ın "Tanrının Birliği" sözünü temel alan bir anlayışın yayıcısı olduğu görüşü de konuya daha açıklık kazandırır.
Bilinen bir gerçektir ki, bir toplumun kabul ettiği yeni bir din, eski inançları tümüyle ortadan kaldıramaz. Eski inançlar çok defa yeni inancın kisvesi altında yaşamaya devam ederler. Bu manada Şamanizm'in Türklere ait topluluklarda devam ettiğini görebiliyoruz. Meselâ, ataların ruhlarına evliya kudreti, ağaçlara evliya adı verilerek Şamanizm, İslâmî bir kavramla yeniden ifade edilmiştir.
Bugün, büyük çoğunluğu Müslüman olan Dünya Türklüğünün İslâmi anlayışında binlerce yıllık geçmişlerini görmekteyiz. Bu hal, İslâm'ın ana ilkelerinden sapma anlamına gelmemektedir. Söylemeliyiz ki, milletimiz, küçük bir kesim hariç, İslâm'ı doğru anlamış ve doğru uygulamıştır. Bugün, Müslüman milletler içinde en samimi dinî hayatın milletimizce yaşandığı bir gerçektir.
Ahmet Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan ve dolayısı ile kitaplı dinin, yani İslâmın emirlerini tam yerine getiremeyen yeni Müslüman olmuş insanlara, İslâmın sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve Tanrı sevgisine dayalı, gerçek yüzünü tanıttı.
Ahmet Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun, bozkırlarda at koşturan yarı göçebe insanlar olduklarını, kadın - erkek, genç - ihtiyar, hareketli, kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadele ile geçen bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu. Yesevî, bu insanlara fıkıh kuralları içinde, Arap - Acem kültür etkileri ile boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimi ve sarsılmaz bir iman anlayışını telkin eden dinî ve ahlâki kuralları, kendisi Arapça ve Farsça'yı çok iyi bildiği halde, kendi dilleri ile ve daha da önemlisi, onların seviyesinde bir söylem tarzı ile sunmanın, başarının temeli olacağını, görmüş ve uygulamıştır. Onun için de Türk Boyları'nın halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı öğretmiştir.
Nitekim, Yesevî
Benim hikmetlerim hadis hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir
Benim hikmetlerim Süphan'ın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı
demektedir.
Hoca da öteki mutasavvuflar gibi, âlemi ve âlemde var olan herşeyi ilâhi aşkın eseri olarak gördüğü içindir ki, her şeyi gönülden sevmektedir. Ancak bu sevgi ile Allah'a ulaşılabileceğini söylemektedir. O'na göre Aşk'sız, Mevlâyı anlamak mümkün değildir.
Üstelik Aşk'sız kişi gerçek insan değildir.
Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın
Aşk'sız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin
Gönlünüzde Aşk olursa, bana ağlayın
Ağlayanlara gerçek Aşk'ımı hediye eğledim.
Aşk'sızların hem canı yok, hem imânı,
Resûlullah sözün dedim mânâ hani.
Diyen Yesevî 140 numaralı hikmetinde, ilâhi aşk hakkındaki görüşlerini,
insanın samimi inancı ile bağlantılıyarak anlatır.
Aşk davasını bana kılma, sahte aşık,
Aşık olsan, bağrın içinde göz kanı yok,
Muhabbetin şevki ile can vermese,
Boşa geçer ömrü onun, yalanı yok.
Aşk bağı sıkıntı çekip yeşertmesen,
Hor görülse nefsini öldürmesen,
"Allah" diyerek içe nuru doldurmasan,
Vallah, billah sende aşkın eseri yok.
Hak zikrini can içinden çıkarmasan,
Üçyüz altmış damarlarını kımıldatmasan,
Dörtyüzkırkdört kemiklerini kul eylemesen,
Yalancıdır Hakk'a aşık olduğu yok.
Rahatı bırakıp can sıkıntısını hoşlayanlar
Seherlerde canını incitip çalışanlar,
Hay-u heves, ben-benliği terk edenler,
Gerçek aşıktır, asla onun yalanı yok.
Kul Hoca Ahmet, candan geçip yola gir,
Ondan sonra erenlerin yolunu sor,
Allah diyerek, Hakk'ın yolunda canını ver,
Bu yollarda can vermesen, imkânı yok.
"İlâhi Aşk" Allah'dır ve bu Aşk'a düşen kişi, bencillik, gösteriş, iki yüzlülük, kişisel çıkar gibi küçük hesapları düşünmemek gerekir. " diyen Yesevî, bir hikmetinde:
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol,
Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol,
Mahşer günü dergâhına yakın ol,
Ben - benlik güden kişilerden kaçtım ben işte.
Demektedir. Bütün hikmetlerinde yer alan bir gerçek vardır ki o da insana verilen büyük değerdir. İslâm tasavvufunda insan, kâinatın özü alarak kabul edilir. Herşey insan içindir. O halde insana düşen, "Kamil İnsan" olmaya çalışmaktır. Ahlakın kemaline ulaşmıya gayret etmektir. Bunun da bir yolu yaratılmışları sevmek, incitmemek ve incinmemektir. Alçak gönüllü olan insanlar, her hususta samimi olan kişilerdir.
Yesevî, asıl kavgasını, sahte şeyhler ve mollalara karşı yapar. Bunlara karşı da
"Talibim" deyip söylerler vallah, billah insafsız
Namahreme bakarlar, gözlerinde yok insaf;
Kişi malını yiyerler, çünkü gönülleri değil saf
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.
Zâkirim deyip ağlar, Çıkmaz gözünden yaşı;
Gönüllerinde gamı yok, her an ağrıya başı;
Oyun-hile kılarlar, malûm Hüda'ya işi,
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.
Gibi bir çok Hikmet söylemiştir.
Yesevî, ilim üzerinde çok durmuş, inananların aydın kişiler olduğunu, bunların bilgisizlikten ve bilgisizlerden kısaca cahillikten uzak durduklarını anlatmıştır. Ayrıca bir başka Hikmet'inde: " Bilgisizlik her kötülüğün kaynağıdır. " demiştir. Bir başka Hikmet'inde ise
İlim, iki inci, beden ve cana rehberdir
Can âlimi Hazret'ine yakındır
Muhabbetin şarabından içer
Öyle âlim, gerçek âlim olur dostlarım,
demiştir.
Özetle, Yesevî okulunun ana ilkelerini:
  • <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l2 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Allahın varlığına ve tekliğine inanmak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l2 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Kur'ana uymak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l2 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>İslâm'a dayalı yolda yürümek,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l2 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>İnsanın kendisini disipline etmesi,
  • Belli zamanlarda benlik muhasebesi yapmak
olarak özetliyebiliriz.
Ayrıca, Yesevî'liği kabul eden kişinin de :
  • <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Hakk'ı bilmek,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Kalbinde Allah ve İnsan sevgisi taşımak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Cömert olmak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Gerçekleri kabul etmek,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Geçer ve doğru bilgili olmak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Kanaatkar olmak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Nefsine hakim olmak,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Kendini bilmek,
    <LI style="TEXT-ALIGN: justify; mso-list: l0 level1 lfo3; tab-stops: list 36.0pt" class=MsoNormal>Gönül gözü ile görmek,
  • Felsefeye yatkın olmak gibi hasletleri kendisinde toplaması gerekiyordu.
Dikkat edilirse, 1000 yıl önce yaşamış bir Türk düşünür, kendini bilmeyi, hurafelerden uzak durmayı, Tanrı'ya inanmayı, kendini geliştirmeye çalışmayı, özellikle hoşgörülü olmayı büyük bir açıklıkla ifade etmiştir.
Yazımı Ahmet Yesevî'nin büyük takipçisi YUNUS EMRE'nin Pirinden öğrendiğini veciz bir şekilde anlattığı dörtlükle bitirmek istiyorum.
Çalış, kazan, ye, yedir,
Bir gönül ele getir
Bin kâbe'den iyrektir,
Bir gönül ziyareti.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Nisan 2011       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ahmet yesevinin hayatı

Türk tasavvuf geleneğinin hareket noktası "Pîr-i Türkistan" Hoca Ahmed Yesevî, Güney Kazakistan'da Çimkent şehrine 7 km., bugün Türkistan adıyla tanınan Yesi şehrine 157 km. uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur. Doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. 73 yıl yaşadığı ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüş ışığında, 1093 yılında doğduğu ortaya çıkar.

Babası Sayram'ın ünlü bilginlerinden İbrahim Şeyh, annesi ise Kara Saç Ana'dır. Halkın inanışı, İbrahim Şeyh'in soyunu Hz. Ali'nin oğullarından Muhammed el-Hanefî'ye çıkarır.

Ahmed Yesevî, ilk öğrenimini yedi yaşında iken kaybettiği babası İbrahim Şeyh'ten alır. Babasının vefatından sonra ise, onun eğitimini menkıbelerin Hz. Peygamber'in talimatıyla bu iş için görevlendirildiğini söyledikleri Şeyh Arslan Baba üstlenir ve Ahmed Yesevî'nin manevî babası olur. Arslan Baba'dan tasavvufla ilgili ilk bilgileri alan Ahmed Yesevî, onun vefatından sonra yine onun önceden verdiği işarete uyarak dönemin ilim ve irfan merkezi olan Buhâra'ya gider.

Ahmed Yesevî, muhtemelen 27 yaşlarında iken, Buhâra'da, devrin önde gelen mutasavvıf ve bilginlerinden olan Şeyh Yûsuf Hemedânî'nin öğrencisi ve müridi olur. Yûsuf Hemedânî, eğer deyim yerinde ise, "gezginci bir şeyh"tir. O, çoğunlukla Buhâra'da ikamet etmekle beraber Mevr, Semerkanî, Herat gibi önemli merkezleri dolaşarak halkı Allah yolunda hizmete çağırır, dinî açıdan aydınlatır ve özellikle dînin özünün ve temel amacının, insanın ahlâkî açıdan olgunlaşması olduğunu söylerdi .

İşte Ahmed Yesevî de hocası Yûsuf Hemedânî'den dinî ve tasavvufî bilgileri onunla birlikte gezerek, görerek ve yaşayarak öğrenmiş ve öğrendiklerini de yalnız Türkistan'a değil, bütün Türk dünyasına güzel, sâde ve saf Türkçesiyle vermiş ve öğretmiştir. Nitekim o, şeyhi Yûsuf Hemedânî'nin vefatından sonra onun dergâhında halîfelik postuna oturmuş ve bir süre Buhâra'da Şeyhinin görevlerini üstlenmiştir. Daha sonra Yesî'ye dönen Ahmed Yesevî, vefat tarihi olan 1166 yılına kadar burayı merkez edinmiştir.

Yesî, artık Hoca Ahmed Yesevî'nin görüşleri ve eğitimiyle aydınlanan hareketli bir kent haline gelmiştir. Çünkü Türkistan'ın hemen hemen her yerinden öğrenci gelmiş ve Hoca Ahmed Yesevî'nin irşad halkasına girmişlerdir. Yesevî ocağında öğrenimlerini tamamlayan genç-yaşlı Yesevi müritleri, Türkistan'dan Balkanlara kadar uzanan bütün Türk yurtlarında Hoca Ahmed Yesevî'nin saf ve sâde Türkçe ile söylenmiş "hikmet"lerini terennüm ettiler ve eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyetle uzlaştırmaya çalışan ve dolayısıyla kitabî dinin emirlerini tam olarak yerime getiremeyen henüz müslüman olmuş insanlara İslâm'ın sıcak, samimî, hoşgörü, tanrı ve insan sevgisine dayalı gerçek güzel yüzünü tanıttılar. Böylece Hoca Ahmed Yesevî'nin dînin özünü tam olarak yakalamış aydınlık görüşleri, çok kısa sürede , bütün Türk illerine yayıldı.

Hoca Ahmed Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun bozkırlarda at koşturan yan göçebe insanlar olduklarını; kadın-erkek, yaşlı genç hareketli ve kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadeleli bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu. Bu insanlara o, kılı kırk yaran fıkıh kuralları içinde ve Arap -Acem kültür çevresinin etkileriyle boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimî ve sarsılmaz bir îman anlayışım telkîn eden dinî ve ahlakî kuralları Arapça ve Farsça'yı çok iyi bildiği halde; kendi dilleriyle ve onların seviyelerine uygun bir üslûpla sunmanın başarısının temeli olacağımı görmüştür. Onun için de Türk boylarının halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında, dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı, yine Kur'an'dan aldığı ilhamla öğretti.
alitezcan38 - avatarı
alitezcan38
Ziyaretçi
5 Nisan 2011       Mesaj #6
alitezcan38 - avatarı
Ziyaretçi
AHMET YESEVÎ



Büyük Türk Mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Kazakistan'ın YESİ şehrinde, yaygın görüşe göre 1093 yılında doğmuş ve 1166 yılında ölmüştür. İlk mürşidi Arslan Baba olmuş, sonra Yusuf-i Hemadanî'ye intisap etmiştir.

Yesevî, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen TÜRKÇE'yi seçmiştir.

Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan, İslâm'ı yeni kabul etmiş insanlara bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmıştır.

HİKMET adını verdiği dörtlüklerinde Yesevî;

Benim hikmetlerim hadîs hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir
Benim hikmetlerim süphanın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı

demektedir.

Büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Türk dünyasının yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden ve Türklüğün sembol isimlerinden biridir.

Ahmet Yesevî'nin Türk tasavvuf geleneğinin kurucusu olması ve kendisinden sonraki büyük mutasavvıflar, Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli ve diğerleri üzerindeki etkisi, böylece Anadolu'nun bir Türk Yurdu haline gelmesindeki manevi rolü, İslamiyet'i dosdoğru anlayan ve anlatan, sade ve temiz üslubu, güzel Türkçe'mizin mimarlarından oluşu, insanlığın ihtiyacı olan yüksek değerleri daha o zamanlar dile getirdiği kardeşliğe, dostluğa, sevgi ve hoşgörüye dayalı düşünceleri bilinmektedir.

Türk'lerin İslâmiyeti anlama ve algılama noktasında YESEVÎ bir ekoldür. Bu açıdan bakıldığında Yesevî, tüm Türk dünyası için çok önemli bir konuma sahiptir. Kendini tanıma umdesi, kültürünü, dilini, tarihini ve dinini tanımak Yesevî düşüncesinin özüdür.

Karahan'lı Hükümdarı Saltuk Buğra Kara Han'ın 950 yılında İslâmiyet'i resmî devlet dini olarak kabul etmesi, TÜRK dünyasının önemli bir dönüm noktasıdır. İslâmiyet'i benimseyen Türk'ler, Türk - İslâm sentezine dayanan yeni bir kültür sahibi olmuşlar, sosyal nizamları ile devlet ve dünya görüşlerine bu kültür ile yeni bir şekil vermişlerdir.

"Pir-i Türkistan" Ahmet Yesevî, Güney Kazakistan'da, Çimkent şehrine 7 km. uzaklıktaki, bugün Türkistan adı ile tanınan YESİ şehrine 157 km. uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur. Doğum yılı bilinmemektedir. Ancak 73 yaşında ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüşe göre 1093 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri olarak YESİ şehri de belirtilmekte ise de anne ve babasının Türbe'lerinin SAYRAM'da olması, O'nun da Sayram'da doğduğunu düşündürmektedir. Babası, Hazret-i Ali soyundan Şeyh İbrahim isimli bir zatdır. Annesi ise Şeyh İbrahim'in halifesi Musa Şeyh'in kızı Ayşe Hatun'dur. Rivayetlere göre önce annesini, sonra babasını kaybeden 7 yaşındaki Ahmet, ablasının himayesinde büyümüştür. Yesi'ye gelen Arslan Baba adlı bir mürşit, O'nun tahsil, terbiyesini üstlenir. Bir süre sonra Arslan Baba ölür, Yesevî de o zamanın önemli kültür ve ilim merkezlerinden olan Buhara'ya gider. Burada Hâce Yusuf-i Hemedani'ye intisap eder ve onun irşadı altına girer.

Yesevî, mürşidi Hemedanî'nin ölümünden sonra bir süre Buhara'da irşad postuna oturursa da, şeyhinin vaktiyle işaret ettiği şekilde YESÎ'ye döner. Ölene kadar da orada aydınlatmaya devam eder.

Menkıbeye göre tekkesinin bahçesinde bir çilehane kazdırır ve ömrünü burada tamamlar. Daha önce de belirttiğim gibi 1166 yılında vefat ettiği sanılmaktadır.

Ahmet Yesevî'nin türbesini Sultan Timur'un yaptırdığı bilinmektedir. Rivayete göre, Hoca, Timur'un rüyasına girip zafer müjdeler. Timur da Türkistan zaferinden sonra Yesi'ye gelir ve Hoca'nın kabrinin üstüne, bir şükran ifadesi olarak, türbe yaptırır. Zamanla harap olan türbe, Şibanî Han tarafından onartılır. Birçok defa tamir gören türbe, Sovyetler Birliği zamanında korumaya alınıp 1978 de ziyarete açılmış, 1989 yılında türbenin bulunduğu bölge "Tarihi Kültür Koruma Mıntıkası" olarak ilân edilmiştir.

Kazakistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, Türkistan şehrindeki bu türbenin restorasyon çalışmaları Türkiye tarafından 1992 yılında başlatılmış ve 2 senede bitirilmesi ön görülmüşse de çalışmalar Temmuz 2000 e kadar sürmüş ve türbenin açılışı Ekim 2000 de Türkistan şehrinin 1500. kuruluş yıldönümünde yapılmıştır.

Ahmet Yesevî, Anadolu'ya hiç gelmemiş olmasına rağmen Anadolu'da tanınmış ve sevilmiştir. Bektaşî'lik, Mevlevi 'lik, Yunus Emre ekolü Yesevi'den çok etkilenmiştir.

Anadolu'ya gitmediği bilinmesine rağmen Pülümür'ün Kangallı Köyü'nde Ahmet Yesevî’ye atfedilen bir türbe vardır. Pülümür'deki bu mezar, Yesevî’nin makamı olarak, halkın muhayyilesinde gelişmiş ve türbe O'na atfedilmiştir.

Bundan başka, Baskil ilçesinin Tabanbükü Köyü'nde Ahmet Yesevî kolundan gelen Hasan Dede'nin mezarının bulunduğu biliniyor. Bu köyün doğusundaki bir mezarın da Ahmet Yesevî'ye ait olduğu rivayet edilmektedir.

Şimdi, Yesevî ve Türk diline etkisinden söz etmek istiyorum.

Selçuklular, tarihimizin çok uzun bir dönemini doldurmuş, büyük bir devlettir. Sınırları, Orta Asya ve Anadolu'nun büyük bölümünü kapsamıştır. Devlete adını veren Selçuk Bey ve beraberindekilerin Türkçe adlar taşımalarına rağmen, son hükümdarların isimleri Keykavus , Keykubat gibi Farsça adlardır. En önemlisi, Devletin resmî dili Türkçe değil Farsça'dır. Selçuklu'nun önemli bir şahsiyeti, Alpaslan'ın veziri, Nizam -ül Mülk bir Fars'dır. Adına kurduğu Nizamiye Medreseleri Farsça vermekte idiler. Bütün bu sebeplerle Selçuklu'da Türkçe avam dili, Farsça ise aydın ve bilgin dili olmuştur. Edebiyat ve yazı dili Türkçe değil Farsça alarak kullanılmıştır.

Bütün bu olumsuzluklar arasında Yesi'de bilinçli bir Türk ortaya çıkmış, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen Türkçe'yi seçmiştir.

Yesevî, İslâm tasavvufunu esas alan, bilim, edebiyat ve san'ata önem veren bir medrese kurdu. Bu medresenin, konuşma dili, yazışma dili, şiir ve edebiyat dili, eğitim ve öğretim dili Türkçe idi. Buradan yetişen binlerce insan Türk Dünyası'nın her tarafına dağıldılar. Bu yetişenler, gittikleri her yerde Yesevî'nin Türkçe şiirlerini, yani HİKMET'lerini tekrar tekrar seslendirdiler. Bu şekilde yeni bir Türk edebiyatı doğdu. Bu arada, Farsça'yı kullananlar, Yesevî'yi, Türkçe yazdığı için eleştirmişlerdir. Yesevî ise bir hikmetinde şöyle demektedir.

Sevmiyorlar bilginler sizin Türkçe dilini
Erenlerden işitsen açar gönül dilini
Ayet - hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar
Anlamına erenler başı eğip uyarlar
Miskin hafız Hoca Ahmet yedi atana rahmet
Fars dilini bilir de sevip söyler Türkçe'yi

Daha sonra, Cengiz'ler, Osmanlı'lar dönemlerinde Türkçe egemen olmuştur. Bu konuda büyük şair Yahya Kemal "Ahmet Yesevî kim? bir araştırın, göreceksiniz, bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız. " demektedir.

Burada, Ahmet Yesevî'nin ilme ve bilgiye verdiği önemi bir, iki Hikmet'i ile dile getirmek istiyorum:

Ey dostlar, cahil ile yakın olup
Bağrım yanıp, candan doyup öldüm ben işte.

Bir başka hikmetinde ise:

Cahil ile geçen ömrüm nar sakar
Cahil olsan cehennem ondan çekinir
Cahil ile cehenneme doğru kılmayın sefer
Cahiller içinde yaprak gibi soldum ben işte

demektedir.

Şimdi de Yesevî'nin din anlayışını irdelemek istiyorum.

Tarih devirlerinde milletimiz bir çok dini kabul etmiştir. Bunların içinde Şamanizm en önemli yeri kaplasa da Budizm, Musevilik ve Hristiyanlık da Türkler arasında yaygınlık kazanmış dinlerdir. Bin yıldan beri ise gittikçe gelişen boyutlarda İslâm dini Türk'lerin inanç birliğini oluşturan din haline gelmiştir.

Şamanizm, sadece Türklerin değil, Asya'nın birçok halklarının ortak inanç sistemidir. Dolayısı ile Şamanizm'i Türklerin ulusal dini olarak kabul etmek yanlıştır.

Göktürk kitabelerinde, Atalarımızın, bir din anlayışı bulunduğu açıklaması vardır. Bu din, yeri, göğü ve insanı yani bütün varlıkları yaratan ve yöneten "Bir Tanrı" anlayışıdır. Belki de çok daha eskilerden, derinlerden gelen Şamanizm inançları "Bir Tanrı" veya "Gök Tanrı" dini ile birlikte yaşamaya devam etmiştir. Oğuz Han'ın "Tanrının Birliği" sözünü temel alan bir anlayışın yayıcısı olduğu görüşü de konuya daha açıklık kazandırır.

Bilinen bir gerçektir ki, bir toplumun kabul ettiği yeni bir din, eski inançları tümüyle ortadan kaldıramaz. Eski inançlar çok defa yeni inancın kisvesi altında yaşamaya devam ederler. Bu manada Şamanizm'in Türklere ait topluluklarda devam ettiğini görebiliyoruz. Meselâ, ataların ruhlarına evliya kudreti, ağaçlara evliya adı verilerek Şamanizm, İslâmî bir kavramla yeniden ifade edilmiştir.

Bugün, büyük çoğunluğu Müslüman olan Dünya Türklüğünün İslâmi anlayışında binlerce yıllık geçmişlerini görmekteyiz. Bu hal, İslâm'ın ana ilkelerinden sapma anlamına gelmemektedir. Söylemeliyiz ki, milletimiz, küçük bir kesim hariç, İslâm'ı doğru anlamış ve doğru uygulamıştır. Bugün, Müslüman milletler içinde en samimi dinî hayatın milletimizce yaşandığı bir gerçektir.

Ahmet Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan ve dolayısı ile kitaplı dinin, yani İslâmın emirlerini tam yerine getiremeyen yeni Müslüman olmuş insanlara, İslâmın sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve Tanrı sevgisine dayalı, gerçek yüzünü tanıttı.

Ahmet Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun, bozkırlarda at koşturan yarı göçebe insanlar olduklarını, kadın - erkek, genç - ihtiyar, hareketli, kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadele ile geçen bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu. Yesevî, bu insanlara fıkıh kuralları içinde, Arap - Acem kültür etkileri ile boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimi ve sarsılmaz bir iman anlayışını telkin eden dinî ve ahlâki kuralları, kendisi Arapça ve Farsça'yı çok iyi bildiği halde, kendi dilleri ile ve daha da önemlisi, onların seviyesinde bir söylem tarzı ile sunmanın, başarının temeli olacağını, görmüş ve uygulamıştır. Onun için de Türk Boyları'nın halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı öğretmiştir.

Nitekim, Yesevî

Benim hikmetlerim hadis hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir
Benim hikmetlerim Süphan'ın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı

demektedir.

Hoca da öteki mutasavvuflar gibi, âlemi ve âlemde var olan herşeyi ilâhi aşkın eseri olarak gördüğü içindir ki, her şeyi gönülden sevmektedir. Ancak bu sevgi ile Allah'a ulaşılabileceğini söylemektedir. O'na göre Aşk'sız, Mevlâyı anlamak mümkün değildir.

Üstelik Aşk'sız kişi gerçek insan değildir.

Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın
Aşk'sız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin
Gönlünüzde Aşk olursa, bana ağlayın
Ağlayanlara gerçek Aşk'ımı hediye eğledim.
Aşk'sızların hem canı yok, hem imânı,
Resûlullah sözün dedim mânâ hani.

Diyen Yesevî 140 numaralı hikmetinde, ilâhi aşk hakkındaki görüşlerini,

insanın samimi inancı ile bağlantılıyarak anlatır.

Aşk davasını bana kılma, sahte aşık,
Aşık olsan, bağrın içinde göz kanı yok,
Muhabbetin şevki ile can vermese,
Boşa geçer ömrü onun, yalanı yok.

Aşk bağı sıkıntı çekip yeşertmesen,
Hor görülse nefsini öldürmesen,
"Allah" diyerek içe nuru doldurmasan,
Vallah, billah sende aşkın eseri yok.

Hak zikrini can içinden çıkarmasan,
Üçyüz altmış damarlarını kımıldatmasan,
Dörtyüzkırkdört kemiklerini kul eylemesen,
Yalancıdır Hakk'a aşık olduğu yok.

Rahatı bırakıp can sıkıntısını hoşlayanlar
Seherlerde canını incitip çalışanlar,
Hay-u heves, ben-benliği terk edenler,
Gerçek aşıktır, asla onun yalanı yok.

Kul Hoca Ahmet, candan geçip yola gir,
Ondan sonra erenlerin yolunu sor,
Allah diyerek, Hakk'ın yolunda canını ver,
Bu yollarda can vermesen, imkânı yok.

"İlâhi Aşk" Allah'dır ve bu Aşk'a düşen kişi, bencillik, gösteriş, iki yüzlülük, kişisel çıkar gibi küçük hesapları düşünmemek gerekir. " diyen Yesevî, bir hikmetinde:

Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol,
Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol,
Mahşer günü dergâhına yakın ol,
Ben - benlik güden kişilerden kaçtım ben işte.

Demektedir. Bütün hikmetlerinde yer alan bir gerçek vardır ki o da insana verilen büyük değerdir. İslâm tasavvufunda insan, kâinatın özü alarak kabul edilir. Herşey insan içindir. O halde insana düşen, "Kamil İnsan" olmaya çalışmaktır. Ahlakın kemaline ulaşmıya gayret etmektir. Bunun da bir yolu yaratılmışları sevmek, incitmemek ve incinmemektir. Alçak gönüllü olan insanlar, her hususta samimi olan kişilerdir.

Yesevî, asıl kavgasını, sahte şeyhler ve mollalara karşı yapar. Bunlara karşı da

"Talibim" deyip söylerler vallah, billah insafsız
Namahreme bakarlar, gözlerinde yok insaf;
Kişi malını yiyerler, çünkü gönülleri değil saf
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.

Zâkirim deyip ağlar, Çıkmaz gözünden yaşı;
Gönüllerinde gamı yok, her an ağrıya başı;
Oyun-hile kılarlar, malûm Hüda'ya işi,
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.

Gibi bir çok Hikmet söylemiştir.

Yesevî, ilim üzerinde çok durmuş, inananların aydın kişiler olduğunu, bunların bilgisizlikten ve bilgisizlerden kısaca cahillikten uzak durduklarını anlatmıştır. Ayrıca bir başka Hikmet'inde: " Bilgisizlik her kötülüğün kaynağıdır. " demiştir. Bir başka Hikmet'inde ise

İlim, iki inci, beden ve cana rehberdir
Can âlimi Hazret'ine yakındır
Muhabbetin şarabından içer
Öyle âlim, gerçek âlim olur dostlarım,

demiştir.

Özetle, Yesevî okulunun ana ilkelerini:

Allahın varlığına ve tekliğine inanmak,

Kur'ana uymak,

İslâm'a dayalı yolda yürümek,

İnsanın kendisini disipline etmesi,

Belli zamanlarda benlik muhasebesi yapmak

olarak özetliyebiliriz.

Ayrıca, Yesevî'liği kabul eden kişinin de :

Hakk'ı bilmek,

Kalbinde Allah ve İnsan sevgisi taşımak,

Cömert olmak,

Gerçekleri kabul etmek,

Geçer ve doğru bilgili olmak,

Kanaatkar olmak,

Nefsine hakim olmak,

Kendini bilmek,

Gönül gözü ile görmek,

Felsefeye yatkın olmak gibi hasletleri kendisinde toplaması gerekiyordu.

Dikkat edilirse, 1000 yıl önce yaşamış bir Türk düşünür, kendini bilmeyi, hurafelerden uzak durmayı, Tanrı'ya inanmayı, kendini geliştirmeye çalışmayı, özellikle hoşgörülü olmayı büyük bir açıklıkla ifade etmiştir.

Yazımı Ahmet Yesevî'nin büyük takipçisi YUNUS EMRE'nin Pirinden öğrendiğini veciz bir şekilde anlattığı dörtlükle bitirmek istiyorum.

Çalış, kazan, ye, yedir,
Bir gönül ele getir
Bin kâbe'den iyrektir,
Bir gönül ziyareti.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Nisan 2011       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet adıyla yüzyıllar sonra derlenecek olan Hikmetleri aracılığıyla Türklere İslam'ı kolaylaştırarak benimsetmiştir. Bunun için İslam inancını, Türk gelenek, inanç ve yaşam tarzı ile uygun biçimde sentezleme yolunu seçmiştir. Üstelik bu yolu seçen kimi din alimleri sapkınlıkla ve dinden çıkmakla suçlanmasına rağmen Yesevi başarıyla yolunu (tarikatını) kurmuş ve geliştirebilmiştir. Eski Türk inanışlarından, adetlerinden bir kısmını İslam dininin içine dahil ederek, dinlerini yeni değiştirmiş olan Türk topluluklarına dinin özünü yani felsefi yönünü tanıtmıştır.
Yesevi, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen eserlerini ısrarla Türkçe'de vermiştir.

Edebiyatçı Yahya Kemal Beyatlı'nın Ahmet Yesevi hakkındaki yorumu şöyledir

Benzer Konular

24 Kasım 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
20 Eylül 2006 / GusinapsE Türk ve İslam Dünyası
10 Aralık 2012 / Misafir Cevaplanmış
25 Nisan 2012 / Misafir Soru-Cevap
16 Şubat 2014 / meyra Cevaplanmış