Ziyaretçi
bu evrendeki görevimiz nedir? bu evren bizden başka yasayan canlılar varmı?boyutlar arası geçişler nasıl sağlanıyor? marjınallik kavramı ilk nerde başlıyor?
1.sorunun cevabı=Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayıp, T.C. Kimlik Belgesi bulunan herkes, devlete vatandaşlık bağıyla bağlıdır. Yani, Türk vatandaşıdır.
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan Türk vatandaşlarının devlete karşı bir kısım sorumlulukları vardır. Bunun yanında, bir kısım hakları da vardır.
Vatandaşlık Hak ve Görevleri
1- Kanunlara Uymak
2- Vergi Vermek
3- Askerlik Yapmak
4- Seçimlere Katılmak (Hem hak hem de görevdir.)
Bunlar dışında Yaşama hakkı, kişi dokunulmazlığı hakkı, özel yaşamın gizliliği hakkı, eğitim hakkı, sağlık hakkı, seyahat hakkı, dilekçe hakkı, konut dokunulmazlığı hakkı gibi bir çok hak'a sahiptir.
2.sorunun cevabı=Uzayın inanılmaz büyüklükteki boyutları içinde, yalnız dünyamızda yaşamın olabileceği görüşüne artık kimse katılmıyor. Üstelik, uzaydan gelen misafirlerin ziyaretlerine tanık olduğunu iddia eden yüzlerce kişi var. Yine de, bilimsel olarak henüz kanıtlanmış bir şey yok. Uzay araştırmalarına milyarlarca dolar harcanırken, bilim adamları evrende canlılara ait hiçbir iz bulamadılar mı?
3 Mart 1972 günü Cape Kennedy üssünden uzaya fırlatılan Pioneer 10 ile birlikte 15×23 cm ebadında altın kaplı platinden bir plakada, güneş sistemimizin ötesine ilk yazılı mesaj gönderildi. Engin okyanusta batmış gemiden kurtulan bir denizcinin, şişe içine bir mektup koyup okyanusa fırlatması gibi bir şeydi bu. Ola ki yoldan geçen birisinin dikkatini çeker de bizim burada yaşadığımızı haber alır diye tasarlanmıştı.
Üzerinde yaşadığımız gezegenin evren boyutları içindeki yerini belirlemek için, okyanus ortasındaki bir ada örneği belki çok iyimser bir yaklaşım sayılır. Çünkü, Pioneer 10 uzay aracı Jüpiter gezegenine 21 ayda ulaşacak kadar hızlı gitmesine rağmen, bize en yakın yıldıza ancak 80000 yıl sonra varabilecek. Böylesine büyük bir uzay boşluğu içinde yol alan helikopter kadar bir uzay aracına kimsenin rastlamamış olması olasılığı ise hiç de şaşırtıcı değil.
Dünyada Yaşam Var mı?
Pioneer 10 ve daha sonra uzaya atılan benzeri araçlardaki mesajların hiçbirini görmemiş, ama kazara bizim güneş sistemimize yakın bir yerde yolunu kaybetmiş bir "uzaylı" gemisinin gelmekte olduğunu varsayalım. Her an uzaya gönderdiğimiz radyo sinyallerini alarak hemen dikkatini üzerimize çevireceği şüphesiz. Ama, eğer dünya üzerinde hiçbir insan olmasaydı hangi sinyali alacaktı? Daha yakın bir olasılıkla, eğer iki yüz yıl önce dünyamıza çok uzaklardan baksalardı, ne gibi bir sonuca varırlardı?
Üzeri yoğun bir nitrojen-oksijen karışımı atmosferle kaplı bu parlak mavi planete ilgi duymaları için önce evrendeki yaşam biçimleri hakkında geniş bir bilgi sahibi olmaları gerekmektedir. Biz, karbon elementinin temel taşı olduğu bir beden kimyasına sahip canlılarız ve oksijenin varlığı ile yaşamımızı sürdürüyoruz. Keza, belirli bir sıcaklık sınırı içinde ancak varlığımızı devam ettirebiliriz. Eğer uzaydan bizim dünyamızı inceleyen bu gemideki canlılar başka bir elemente bağlı beden yapısına sahipseler – diyelim ki – silisyum elementi üzerine kurulu bir beden yapıları varsa, dünyamıza inmek için olağanüstü bir korunma giysisine gerek duyacaklardır. Çünkü, bu dünya ancak karbon elementine bağlı ve üstelik belirli bileşimler içinde oluşmuş bedenlerin yaşayabilmesine olanak tanımaktadır.
Yaşam Biçimi Sınırlı mı?
Bilimin, "evrende başka canlılar olabilir mi?" sorusuna vereceği yanıt önce "canlı" kavramında takılıp kalıyor. Kendi planetimizi incelediğimizde, en küçük mikroskopik organizmalardan insana kadar uzanabilen bir canlı türleri zinciri var. Milyonlarca yıl süren bir evrimin sonunda, bugün dünyamızda nezle virüsü ile nezle olan insan iki değişik canlı türüne örnek sayılır. Bitkiler, böcekler, hayvanlar "canlı" varlıklardır. Ama, örneğin bir suyosununun uzay gemisi inşa etmesi veya sivrisineğin uzaya radyo sinyalleri göndermesi mümkün değildir.
Evrende canlıların olup olmaması konusunda bilim "canlı organizma"nın var olabilme sınırlarını incelerken, canlının zekâsı üzerinde durmamaktadır. Örneğin, Mars'ta yaşam var mı diye araştırılırken, orada suyosunu bile bulunsa, bunun bilimsel anlamı Mars'ta yaşamın var olduğunun kanıtıdır. Bu sonuca dayanarak orada yaşayan insan benzeri canlılar olduğunu iddia etmek ise bilim-kurgu sayılır.
Halbuki, biz bir yerde yaşam olup olmadığını düşünürken, ister istemez bize benzer yaratıkların varlığını göz önüne getiririz. Jules Verne'den başlayarak bütün uzayla ilgili fantastik edebiyatta hep böyle düşünülmüştür. Dolayısıyla, evrende canlı konusu bir noktada "zeki canlı" şekline dönüşecektir.
Böcekler, otlar gibi değil de insan benzeri zeki varlıklar arandığında karşımıza biyolojik esaslar çıkar. Canlıda zekâ oranı yükseldikçe buna bağlı olarak yapısındaki karmaşıklık oranı da artmaktadır. Beden yapısı ne denli karmaşık ise, içinde bulunduğu ortamın şartları da o denli sınırlı bir özellik gösterecektir.
Bakterilerin çok sıcak veya çok soğuk ortamlarda, hatta oksijensiz bile yaşayabildikleri, bazı kabuklu böceklerin radyasyondan etkilenmedikleri, suyun bulunmadığı ortamda gelişen organizmaların varlığı bilinmektedir. Fakat bütün bu değişik şartlara uyum gösterebilen canlı türleri hep ilkel yapılara sahiptir. Aynı oranda zekâları da bizim anladığımız biçimde yok sayılacak kadardır.
Evrende Zeki Canlılar
Bir an için şöyle düşünelim: Sadece karbon elementine bağlı bir beden yapısı koşulu olmasın. Çevrenin yaşama olanak tanıyacak sınırlarının da dikkate alınmadığını varsayalım. Böylece, her an her yerde zeki bir canlı olabilir. Bu sefer de karşımıza zaman ve yer konusu çıkacaktır.
Bizim güneş sistemimiz dışında kalan en yakın uzay cismi, yaklaşık 4.5 ışık yılı uzaklıktaki bir yıldız. Kuramsal olarak erişilecek en büyük süratle bile birkaç bin yılda ancak oraya gitmek mümkün. Uzayla ilgili ölçüler çok büyük boyutlarda olduğu için, uzaklıklar ışık hızı ile ölçülür olmuş. Güneş'in ışığı dünyamıza 8 dakika geçtikten sonra ulaşabiliyor. En yakın yıldızın ışığı ise 4.5 yıl geçtikten sonra bize geliyor.
Bir anlamda, gökyüzüne baktığımızda her yıldızı uzaklığına göre değişen bir geçmiş zamanıyla inceliyoruz. Örneğin, göğün en parlak yıldızı olan Siriüs 9 yıl önceki görünümüyle, ikinci parlak yıldız Canopus ise 100 yıl önceki görünümüyle karşımızda durmaktadır.
Yıldızlar ise Güneş gibi hiçbir canlının yaşayamayacağı kadar sıcaklıktaki ateş topları. Bizi asıl ilgilendiren, bu güneşlerin çevresinde dolanan gezegenlerin varlığı. Her yıldızın çevresinde gezegen olamıyor. Güneş sistemi gibi bir sistemin oluşabilmesi ancak belirli sayıda yıldız için geçerli. En iyimser tahminlere göre, 50 ışık yılı uzağımıza kadar yer alan yıldızların içinde planet sistemi olanlardan 500'ünde bizim gönderdiğimiz sinyalleri alabilecek düzeye erişmiş medeniyetlerin bulunduğu zannedilmektedir.
Uzaydan Gelen Sinyaller
Bu olasılığı göz önüne alan Dr. Frank Drake 1960 yılında "Ozma" projesi olarak bilinen bir araştırmayı başlatmış. Belirli bir dalga boyunda uzaydan gelecek yayını yakalayabilmek için gündüz gece demeden haftalarca gökyüzünü taramışlar. Sonuçta hiçbir yayına rastlayamadıkları için vazgeçilmiş. Daha sonra araştırma boyutları öncekine oranla çok geniş yeni bir proje yapılmış. Aynı zamanda Sovyet Rusya'da da Gorki Enstitüsü benzeri bir sinyal dinleme çalışmasını başlatmış.
Aradan geçen oniki yıla rağmen, zekâ ürünü olan herhangi bir sinyal gönderildiğine dair açıklama yapılmadı. Bilim çevreleri bütün dalga boylarında uzayın her yanının taranmasının yıllar süren yorucu bir iş olduğunu ve araştırmaya devam edileceğini söylüyorlar. Uzaydan acele haber bekleyen meraklılar ise gelen sinyallerin çoktan saptandığını ama bilim adamlarının karanlık çevrelerce baskı altında oldukları için açıklayamadıklarını savunuyorlar.
Gezegenlerde Yaşayan Var mı?
Bugüne kadar güneş sistemimizin dışında canlıların olduğuna dair bir kanıt bulunamadı. Ama, bilimsel açıdan evrende başka canlıların olması mümkün. İşte bu olasılık yüzünden, binlerce bilim adamı dünyanın değişik yerlerindeki gözlemevlerinde uzaya sinyal göndererek ve gelmesi beklenen sinyalleri araştırarak çalışmaları sürdürüyorlar.
Aslında, bize diğer yıldızlara göre çok daha yakın olan Ay ve diğer sekiz gezegen ile bunların uyduları niye araştırılmıyor diye bir soru akla gelebilir.
Güneş sistemimizdeki gezegenler modern astronominin olanakları ölçüsünde bu açıdan yeterince incelenmiş. En uzak gezegen olan Plüton'dan bile bir sinyal gönderilecek olsa, dünyadan normal bir radyo istasyonunun duyabileceği netlikte hassas aletlerle hemen bunu saptayabilecekler. Ama yayın yapan kimse yok.
Belki de henüz bizim uygarlığımız düzeyine gelmemiş olabilirler. Bu konuda da gezegenlere gönderilen uzay sondaları orada yaşam izleri bulmaya çalışıyor. Bilimsel verilere göre şimdiye kadar gelen bilgiler pek de iç açıcı değil.
Güneş'e en yakın olan Merkür'de geceleri -200°C olan sıcaklık gündüzün +400°C'ı bile aşacak kadar artıyor. Atmosfer ise pratik olarak yok. Bu koşullar altında Merkür'e ayak basmak bile imkânsız.
1972'de Venüs'e inen uzay sondası sıcaklığın 470°C ve atmosfer basıncının dünyadakinin 90 katı olduğunu bildirmişti. Venüs'ün yüzeyini kaplayan yoğun bulut tabakasının da saf sülfürik asitten meydana geldiği anlaşıldı. Araştırmacı Carl Sagan'ın deyimiyle, "Venüs kaynar asit içinde insanı parçalayan bir cehennem" gibi.
Volkanik patlamaların dayanılmaz hale getirdiği bu iki kızgın gezegenden sonra, dünyayı geçince karşımıza bilim-kurgu romanlarının klasik uzay üssü Mars geliyor. Aslında bir Mars gününün uzunluğu dünyadakinden ancak yarım saat kadar daha fazla. Mevsimleri oluşturan eğimi de dünyanınkinden yalnızca iki derece eksik. Fakat, Mars yılı 687 gün sürüyor. Yörüngesi de daireden çok elips biçiminde olduğu için mevsimler arasında büyük farklar var.
Mars'ın farklı bir yanı da yerçekiminin çok düşük olması. 100 kilo gelen şişman bir adam bile orada 40 kiloluk tüy sıklet gibi zıplayarak yürüyebilir. Mariner 9 uzay sondasının 1971/72 kışında gönderdiği 7300 resimden, çok eskiden bu gezegende denizlerin olabileceği anlaşılmıştı.
Mars'ta Yaşam Nasıl?
1877 yılında, bugünün ölçülerine göre ilkel bir teleskopun başına oturup Mars'ı inceleyen Schiaparelli, "canali" adını verdiği bazı nehir yatakları gördüğünü belirtmişti. Bundan esinlenen Percival Lowell, Arizona'da kendi kendine bir gözlemevi kurup Mars'taki bu ilginç görüntüyü araştırma yoluna gitmiş. Sonunda, Mars'ta yaşayanların zamanla susuz kalıp bu kanalları inşa ettikleri fikrine kapılmış. Gayeleri de, Lowell'e göre Mars'ın kutuplarında donmuş bir halde bulunan suyu gezegenin diğer yanlarına taşımakmış.
Fakat, bu fantastik hipotezin ömrü uzun sürmedi. Çünkü, Mars'ın kutuplarında donmuş bile olsa suyun zerresi dahi yoktu. Onun yerine bol miktarda donmuş karbondioksit bulunuyordu. Gözlemlerin sonucuna göre, yaklaşık 12000 sene öncesine kadar bu gezegende akarsu olabileceği ve kanalların da şimdi kurumuş olan bu nehir yataklarına ait olduğu görüşü önem kazandı.
Mars'ın atmosferi incelendiğinde, çoğunlukla karbon dioksit bulundu. Ama, az da olsa içinde bir miktar su olması mümkündü. 1976'da gezegene inen Viking I ve II uzay sondalarının asıl gayesi Mars'ta yaşam biçimini saptamaktı.
Sonunda bazı izler bulundu. Sıfır altı 138°C ile sıfır üstü 12°C sıcaklıkta değişen atmosfer koşulları, bol karbon dioksit ve az da olsa su izi bazı bitki ve hayvan türlerinin yaşamasına elverişli görünüyordu. Ancak, bu yaşam izlerinin ilkel organizmalar için geçerli olduğunu da belirtelim. Viking uzay sondaları Mars toprağını analiz ettiklerinde bu tür bir yaşam bulamadılar. Ama, analizler ilkel organizmaların yaşaması için elverişli bir ortam olduğu sonucunu verdi. Yine de, ilkel de olsa hayvan türlerinin olabileceği görüşü kesinlik kazanmadı.
Mars'ın Ötesinde
1979 yılında Jüpiter'in çok yakınından geçen Voyager I ve II, gezegenin helyum ve hidrojenle dolu atmosferinde sıfır altı 130°C sıcaklığın hüküm sürdüğünü bildirdiler. Yoğun, manyetik fırtınalar ve gezegen içindeki yüksek sıcaklık burada yaşamın en basit biçimine bile elvermeyecek durumda gözüküyor. Ama, kimbilir belki bu dev gezegenin 16 uydusundan birinde, örneğin İo'daki volkanik patlamalar ile Jüpiter'in atmosferindeki elektrik yüklü fırtınalar arasında organik bileşikler yeni bir yaşamın başlangıcı olabilir.
Voyager I ve II, 1980-1981 yıllarında Satürn'ün muhteşem halkaları arasından geçecek kadar gezegene yaklaştılar. 17 uydusu olan Satürn'de ısı sıfır altı 185°C. Atmosferi de Jüpiter gibi hidrojen ve helyum ile dolu. Her iki planet bilim adamlarına göre içi son derece sıcak ve dışı buzdan da soğuk birer gaz topu. Üstelik, bu ısı farkı yüzünden inanılmaz büyüklükte fırtınalar kaplamış bu gaz toplarının yüzeyini. Sözün kısası, Satürn'den ümidi kesmişler.
Uyduların içinde atmosferi olan tek örnek olması bakımından Titan, eskiden beri yaşamın başlayabileceği bir yer olarak düşünülmüştü. Dünyadakinden bile daha yoğun olan atmosferi nitrojen ve hidrojen siyanür ile dolu olduğu için organik yapının oluşmasına olanak tanıyabilir sanılıyordu. Fakat, sıfır altı 180°C'lık bir sıcaklıkta kimyasal reaksiyon olamayacağı anlaşılınca, bu hipotez de suya düştü.
Geriye bütün ümit Uranüs, Neptün ve Plüton'da yaşam izleri bulunmasına kalıyor. 1986'da Uranüs'ün, 1989'da Neptün'ün yakınından geçecek olan Voyager II bakalım bize ne bilgiler yollayacak? Bugün bu gezegenler hakkında bildiklerimiz yüzey ısılarının sıfır altı 200°C ile 230°C arasında değiştiği. Bu öyle düşük bir ısı ki, gezegenleri oluşturan gazlar bile donmuş bir halde hareketsiz duruyorlar. Uzayın sessizliğinde katılıp kalmış gaz yığınları arasında yaşamın olabileceği akıl dışı gibi gözüküyor.
Güneş Sisteminde Tek Canlı Biz miyiz?
Elbette hayır! Mars'ta bugün rotifera benzeri mikroskopik su yaratıklarına ait fosillerin bulunması an meselesi. Belki Jüpiter'de yakın bir gelecekte bataklıkta yetişen organizmalara benzer yaratıkların varlığı saptanabilir. Keza, Satürn'ün uydusu Titan'da, belki o korkunç soğuğa rağmen üreyebilen bakteriler de olabilir.
Bilimsel veriler ancak bu kadar iyimser olabilmeye izin veriyor. Yine de, bilimin her dediği doğru çıkmayabilir. Belki örneğin Venüs'te sanıldığı gibi cehennemi bir sıcaklık ve korkunç bir atmosfer basıncı yoktur. Havası da sülfürük asit buharları yerine ıtır çiçeği kokusunda meltem esintisi gibi olabilir. Venüs'e inen uzay sondasını belki de Venüslüler muziplik olsun diye kaynar bir asit kazanı içine atmışlardır!
En Yakın Komşumuz Ay
Jules Verne'in Ay'a yolculuk düşleri gerçekleştiğinden beri yakın komşumuzda böcek bile yaşayamayacağı anlaşıldı. Yine de Mars'tan veya Venüs'ten Ay'ı ziyarete gelip geçici üsler kuranlar olduğu söyleniyor. Nitekim, dünyamıza inen uzay gemilerinin durak yeri olarak Ay'ı kullandıkları belirtildi.
Günümüzde uçan daire görmeyen hemen hemen yok sayılır. Fakat, bilim adamları bu görgü tanıklarına nedense hiç önem vermiyorlar. Kimbilir, belki de uzayda yaşamın var olduğuna dair yüzlerce canlı örnek aramızda dolaşıyor. Üstelik hepsinin de insan benzeri olduğu söyleniyor.
Uzaydan sinyal beklemek, gezegenlere yapay uydular göndermek gibi milyarlık projeleri bırakıp, bütün bilim adamlarının uçan daire peşinde koşacağı günleri boş yere beklemeyelim. Çünkü, pek çok "gönüllü araştırmacı"nın belirttiği gibi, bilim adamları aslında uzayın tek hakiminin biz olduğunu kanıtlama inadından vazgeçmeyeceklermiş.
Belki de yüzyılın en büyük bilinmeyen konusu bu: Bilim adamları bizi aldatıyorlar mı?
Sponsorlu Bağlantılar
Vatandaşlık Hak ve Görevleri
1- Kanunlara Uymak
2- Vergi Vermek
3- Askerlik Yapmak
4- Seçimlere Katılmak (Hem hak hem de görevdir.)
Bunlar dışında Yaşama hakkı, kişi dokunulmazlığı hakkı, özel yaşamın gizliliği hakkı, eğitim hakkı, sağlık hakkı, seyahat hakkı, dilekçe hakkı, konut dokunulmazlığı hakkı gibi bir çok hak'a sahiptir.
2.sorunun cevabı=Uzayın inanılmaz büyüklükteki boyutları içinde, yalnız dünyamızda yaşamın olabileceği görüşüne artık kimse katılmıyor. Üstelik, uzaydan gelen misafirlerin ziyaretlerine tanık olduğunu iddia eden yüzlerce kişi var. Yine de, bilimsel olarak henüz kanıtlanmış bir şey yok. Uzay araştırmalarına milyarlarca dolar harcanırken, bilim adamları evrende canlılara ait hiçbir iz bulamadılar mı?
3 Mart 1972 günü Cape Kennedy üssünden uzaya fırlatılan Pioneer 10 ile birlikte 15×23 cm ebadında altın kaplı platinden bir plakada, güneş sistemimizin ötesine ilk yazılı mesaj gönderildi. Engin okyanusta batmış gemiden kurtulan bir denizcinin, şişe içine bir mektup koyup okyanusa fırlatması gibi bir şeydi bu. Ola ki yoldan geçen birisinin dikkatini çeker de bizim burada yaşadığımızı haber alır diye tasarlanmıştı.
Üzerinde yaşadığımız gezegenin evren boyutları içindeki yerini belirlemek için, okyanus ortasındaki bir ada örneği belki çok iyimser bir yaklaşım sayılır. Çünkü, Pioneer 10 uzay aracı Jüpiter gezegenine 21 ayda ulaşacak kadar hızlı gitmesine rağmen, bize en yakın yıldıza ancak 80000 yıl sonra varabilecek. Böylesine büyük bir uzay boşluğu içinde yol alan helikopter kadar bir uzay aracına kimsenin rastlamamış olması olasılığı ise hiç de şaşırtıcı değil.
Dünyada Yaşam Var mı?
Pioneer 10 ve daha sonra uzaya atılan benzeri araçlardaki mesajların hiçbirini görmemiş, ama kazara bizim güneş sistemimize yakın bir yerde yolunu kaybetmiş bir "uzaylı" gemisinin gelmekte olduğunu varsayalım. Her an uzaya gönderdiğimiz radyo sinyallerini alarak hemen dikkatini üzerimize çevireceği şüphesiz. Ama, eğer dünya üzerinde hiçbir insan olmasaydı hangi sinyali alacaktı? Daha yakın bir olasılıkla, eğer iki yüz yıl önce dünyamıza çok uzaklardan baksalardı, ne gibi bir sonuca varırlardı?
Üzeri yoğun bir nitrojen-oksijen karışımı atmosferle kaplı bu parlak mavi planete ilgi duymaları için önce evrendeki yaşam biçimleri hakkında geniş bir bilgi sahibi olmaları gerekmektedir. Biz, karbon elementinin temel taşı olduğu bir beden kimyasına sahip canlılarız ve oksijenin varlığı ile yaşamımızı sürdürüyoruz. Keza, belirli bir sıcaklık sınırı içinde ancak varlığımızı devam ettirebiliriz. Eğer uzaydan bizim dünyamızı inceleyen bu gemideki canlılar başka bir elemente bağlı beden yapısına sahipseler – diyelim ki – silisyum elementi üzerine kurulu bir beden yapıları varsa, dünyamıza inmek için olağanüstü bir korunma giysisine gerek duyacaklardır. Çünkü, bu dünya ancak karbon elementine bağlı ve üstelik belirli bileşimler içinde oluşmuş bedenlerin yaşayabilmesine olanak tanımaktadır.
Yaşam Biçimi Sınırlı mı?
Bilimin, "evrende başka canlılar olabilir mi?" sorusuna vereceği yanıt önce "canlı" kavramında takılıp kalıyor. Kendi planetimizi incelediğimizde, en küçük mikroskopik organizmalardan insana kadar uzanabilen bir canlı türleri zinciri var. Milyonlarca yıl süren bir evrimin sonunda, bugün dünyamızda nezle virüsü ile nezle olan insan iki değişik canlı türüne örnek sayılır. Bitkiler, böcekler, hayvanlar "canlı" varlıklardır. Ama, örneğin bir suyosununun uzay gemisi inşa etmesi veya sivrisineğin uzaya radyo sinyalleri göndermesi mümkün değildir.
Evrende canlıların olup olmaması konusunda bilim "canlı organizma"nın var olabilme sınırlarını incelerken, canlının zekâsı üzerinde durmamaktadır. Örneğin, Mars'ta yaşam var mı diye araştırılırken, orada suyosunu bile bulunsa, bunun bilimsel anlamı Mars'ta yaşamın var olduğunun kanıtıdır. Bu sonuca dayanarak orada yaşayan insan benzeri canlılar olduğunu iddia etmek ise bilim-kurgu sayılır.
Halbuki, biz bir yerde yaşam olup olmadığını düşünürken, ister istemez bize benzer yaratıkların varlığını göz önüne getiririz. Jules Verne'den başlayarak bütün uzayla ilgili fantastik edebiyatta hep böyle düşünülmüştür. Dolayısıyla, evrende canlı konusu bir noktada "zeki canlı" şekline dönüşecektir.
Böcekler, otlar gibi değil de insan benzeri zeki varlıklar arandığında karşımıza biyolojik esaslar çıkar. Canlıda zekâ oranı yükseldikçe buna bağlı olarak yapısındaki karmaşıklık oranı da artmaktadır. Beden yapısı ne denli karmaşık ise, içinde bulunduğu ortamın şartları da o denli sınırlı bir özellik gösterecektir.
Bakterilerin çok sıcak veya çok soğuk ortamlarda, hatta oksijensiz bile yaşayabildikleri, bazı kabuklu böceklerin radyasyondan etkilenmedikleri, suyun bulunmadığı ortamda gelişen organizmaların varlığı bilinmektedir. Fakat bütün bu değişik şartlara uyum gösterebilen canlı türleri hep ilkel yapılara sahiptir. Aynı oranda zekâları da bizim anladığımız biçimde yok sayılacak kadardır.
Evrende Zeki Canlılar
Bir an için şöyle düşünelim: Sadece karbon elementine bağlı bir beden yapısı koşulu olmasın. Çevrenin yaşama olanak tanıyacak sınırlarının da dikkate alınmadığını varsayalım. Böylece, her an her yerde zeki bir canlı olabilir. Bu sefer de karşımıza zaman ve yer konusu çıkacaktır.
Bizim güneş sistemimiz dışında kalan en yakın uzay cismi, yaklaşık 4.5 ışık yılı uzaklıktaki bir yıldız. Kuramsal olarak erişilecek en büyük süratle bile birkaç bin yılda ancak oraya gitmek mümkün. Uzayla ilgili ölçüler çok büyük boyutlarda olduğu için, uzaklıklar ışık hızı ile ölçülür olmuş. Güneş'in ışığı dünyamıza 8 dakika geçtikten sonra ulaşabiliyor. En yakın yıldızın ışığı ise 4.5 yıl geçtikten sonra bize geliyor.
Bir anlamda, gökyüzüne baktığımızda her yıldızı uzaklığına göre değişen bir geçmiş zamanıyla inceliyoruz. Örneğin, göğün en parlak yıldızı olan Siriüs 9 yıl önceki görünümüyle, ikinci parlak yıldız Canopus ise 100 yıl önceki görünümüyle karşımızda durmaktadır.
Yıldızlar ise Güneş gibi hiçbir canlının yaşayamayacağı kadar sıcaklıktaki ateş topları. Bizi asıl ilgilendiren, bu güneşlerin çevresinde dolanan gezegenlerin varlığı. Her yıldızın çevresinde gezegen olamıyor. Güneş sistemi gibi bir sistemin oluşabilmesi ancak belirli sayıda yıldız için geçerli. En iyimser tahminlere göre, 50 ışık yılı uzağımıza kadar yer alan yıldızların içinde planet sistemi olanlardan 500'ünde bizim gönderdiğimiz sinyalleri alabilecek düzeye erişmiş medeniyetlerin bulunduğu zannedilmektedir.
Uzaydan Gelen Sinyaller
Bu olasılığı göz önüne alan Dr. Frank Drake 1960 yılında "Ozma" projesi olarak bilinen bir araştırmayı başlatmış. Belirli bir dalga boyunda uzaydan gelecek yayını yakalayabilmek için gündüz gece demeden haftalarca gökyüzünü taramışlar. Sonuçta hiçbir yayına rastlayamadıkları için vazgeçilmiş. Daha sonra araştırma boyutları öncekine oranla çok geniş yeni bir proje yapılmış. Aynı zamanda Sovyet Rusya'da da Gorki Enstitüsü benzeri bir sinyal dinleme çalışmasını başlatmış.
Aradan geçen oniki yıla rağmen, zekâ ürünü olan herhangi bir sinyal gönderildiğine dair açıklama yapılmadı. Bilim çevreleri bütün dalga boylarında uzayın her yanının taranmasının yıllar süren yorucu bir iş olduğunu ve araştırmaya devam edileceğini söylüyorlar. Uzaydan acele haber bekleyen meraklılar ise gelen sinyallerin çoktan saptandığını ama bilim adamlarının karanlık çevrelerce baskı altında oldukları için açıklayamadıklarını savunuyorlar.
Gezegenlerde Yaşayan Var mı?
Bugüne kadar güneş sistemimizin dışında canlıların olduğuna dair bir kanıt bulunamadı. Ama, bilimsel açıdan evrende başka canlıların olması mümkün. İşte bu olasılık yüzünden, binlerce bilim adamı dünyanın değişik yerlerindeki gözlemevlerinde uzaya sinyal göndererek ve gelmesi beklenen sinyalleri araştırarak çalışmaları sürdürüyorlar.
Aslında, bize diğer yıldızlara göre çok daha yakın olan Ay ve diğer sekiz gezegen ile bunların uyduları niye araştırılmıyor diye bir soru akla gelebilir.
Güneş sistemimizdeki gezegenler modern astronominin olanakları ölçüsünde bu açıdan yeterince incelenmiş. En uzak gezegen olan Plüton'dan bile bir sinyal gönderilecek olsa, dünyadan normal bir radyo istasyonunun duyabileceği netlikte hassas aletlerle hemen bunu saptayabilecekler. Ama yayın yapan kimse yok.
Belki de henüz bizim uygarlığımız düzeyine gelmemiş olabilirler. Bu konuda da gezegenlere gönderilen uzay sondaları orada yaşam izleri bulmaya çalışıyor. Bilimsel verilere göre şimdiye kadar gelen bilgiler pek de iç açıcı değil.
Güneş'e en yakın olan Merkür'de geceleri -200°C olan sıcaklık gündüzün +400°C'ı bile aşacak kadar artıyor. Atmosfer ise pratik olarak yok. Bu koşullar altında Merkür'e ayak basmak bile imkânsız.
1972'de Venüs'e inen uzay sondası sıcaklığın 470°C ve atmosfer basıncının dünyadakinin 90 katı olduğunu bildirmişti. Venüs'ün yüzeyini kaplayan yoğun bulut tabakasının da saf sülfürik asitten meydana geldiği anlaşıldı. Araştırmacı Carl Sagan'ın deyimiyle, "Venüs kaynar asit içinde insanı parçalayan bir cehennem" gibi.
Volkanik patlamaların dayanılmaz hale getirdiği bu iki kızgın gezegenden sonra, dünyayı geçince karşımıza bilim-kurgu romanlarının klasik uzay üssü Mars geliyor. Aslında bir Mars gününün uzunluğu dünyadakinden ancak yarım saat kadar daha fazla. Mevsimleri oluşturan eğimi de dünyanınkinden yalnızca iki derece eksik. Fakat, Mars yılı 687 gün sürüyor. Yörüngesi de daireden çok elips biçiminde olduğu için mevsimler arasında büyük farklar var.
Mars'ın farklı bir yanı da yerçekiminin çok düşük olması. 100 kilo gelen şişman bir adam bile orada 40 kiloluk tüy sıklet gibi zıplayarak yürüyebilir. Mariner 9 uzay sondasının 1971/72 kışında gönderdiği 7300 resimden, çok eskiden bu gezegende denizlerin olabileceği anlaşılmıştı.
Mars'ta Yaşam Nasıl?
1877 yılında, bugünün ölçülerine göre ilkel bir teleskopun başına oturup Mars'ı inceleyen Schiaparelli, "canali" adını verdiği bazı nehir yatakları gördüğünü belirtmişti. Bundan esinlenen Percival Lowell, Arizona'da kendi kendine bir gözlemevi kurup Mars'taki bu ilginç görüntüyü araştırma yoluna gitmiş. Sonunda, Mars'ta yaşayanların zamanla susuz kalıp bu kanalları inşa ettikleri fikrine kapılmış. Gayeleri de, Lowell'e göre Mars'ın kutuplarında donmuş bir halde bulunan suyu gezegenin diğer yanlarına taşımakmış.
Fakat, bu fantastik hipotezin ömrü uzun sürmedi. Çünkü, Mars'ın kutuplarında donmuş bile olsa suyun zerresi dahi yoktu. Onun yerine bol miktarda donmuş karbondioksit bulunuyordu. Gözlemlerin sonucuna göre, yaklaşık 12000 sene öncesine kadar bu gezegende akarsu olabileceği ve kanalların da şimdi kurumuş olan bu nehir yataklarına ait olduğu görüşü önem kazandı.
Mars'ın atmosferi incelendiğinde, çoğunlukla karbon dioksit bulundu. Ama, az da olsa içinde bir miktar su olması mümkündü. 1976'da gezegene inen Viking I ve II uzay sondalarının asıl gayesi Mars'ta yaşam biçimini saptamaktı.
Sonunda bazı izler bulundu. Sıfır altı 138°C ile sıfır üstü 12°C sıcaklıkta değişen atmosfer koşulları, bol karbon dioksit ve az da olsa su izi bazı bitki ve hayvan türlerinin yaşamasına elverişli görünüyordu. Ancak, bu yaşam izlerinin ilkel organizmalar için geçerli olduğunu da belirtelim. Viking uzay sondaları Mars toprağını analiz ettiklerinde bu tür bir yaşam bulamadılar. Ama, analizler ilkel organizmaların yaşaması için elverişli bir ortam olduğu sonucunu verdi. Yine de, ilkel de olsa hayvan türlerinin olabileceği görüşü kesinlik kazanmadı.
Mars'ın Ötesinde
1979 yılında Jüpiter'in çok yakınından geçen Voyager I ve II, gezegenin helyum ve hidrojenle dolu atmosferinde sıfır altı 130°C sıcaklığın hüküm sürdüğünü bildirdiler. Yoğun, manyetik fırtınalar ve gezegen içindeki yüksek sıcaklık burada yaşamın en basit biçimine bile elvermeyecek durumda gözüküyor. Ama, kimbilir belki bu dev gezegenin 16 uydusundan birinde, örneğin İo'daki volkanik patlamalar ile Jüpiter'in atmosferindeki elektrik yüklü fırtınalar arasında organik bileşikler yeni bir yaşamın başlangıcı olabilir.
Voyager I ve II, 1980-1981 yıllarında Satürn'ün muhteşem halkaları arasından geçecek kadar gezegene yaklaştılar. 17 uydusu olan Satürn'de ısı sıfır altı 185°C. Atmosferi de Jüpiter gibi hidrojen ve helyum ile dolu. Her iki planet bilim adamlarına göre içi son derece sıcak ve dışı buzdan da soğuk birer gaz topu. Üstelik, bu ısı farkı yüzünden inanılmaz büyüklükte fırtınalar kaplamış bu gaz toplarının yüzeyini. Sözün kısası, Satürn'den ümidi kesmişler.
Uyduların içinde atmosferi olan tek örnek olması bakımından Titan, eskiden beri yaşamın başlayabileceği bir yer olarak düşünülmüştü. Dünyadakinden bile daha yoğun olan atmosferi nitrojen ve hidrojen siyanür ile dolu olduğu için organik yapının oluşmasına olanak tanıyabilir sanılıyordu. Fakat, sıfır altı 180°C'lık bir sıcaklıkta kimyasal reaksiyon olamayacağı anlaşılınca, bu hipotez de suya düştü.
Geriye bütün ümit Uranüs, Neptün ve Plüton'da yaşam izleri bulunmasına kalıyor. 1986'da Uranüs'ün, 1989'da Neptün'ün yakınından geçecek olan Voyager II bakalım bize ne bilgiler yollayacak? Bugün bu gezegenler hakkında bildiklerimiz yüzey ısılarının sıfır altı 200°C ile 230°C arasında değiştiği. Bu öyle düşük bir ısı ki, gezegenleri oluşturan gazlar bile donmuş bir halde hareketsiz duruyorlar. Uzayın sessizliğinde katılıp kalmış gaz yığınları arasında yaşamın olabileceği akıl dışı gibi gözüküyor.
Güneş Sisteminde Tek Canlı Biz miyiz?
Elbette hayır! Mars'ta bugün rotifera benzeri mikroskopik su yaratıklarına ait fosillerin bulunması an meselesi. Belki Jüpiter'de yakın bir gelecekte bataklıkta yetişen organizmalara benzer yaratıkların varlığı saptanabilir. Keza, Satürn'ün uydusu Titan'da, belki o korkunç soğuğa rağmen üreyebilen bakteriler de olabilir.
Bilimsel veriler ancak bu kadar iyimser olabilmeye izin veriyor. Yine de, bilimin her dediği doğru çıkmayabilir. Belki örneğin Venüs'te sanıldığı gibi cehennemi bir sıcaklık ve korkunç bir atmosfer basıncı yoktur. Havası da sülfürük asit buharları yerine ıtır çiçeği kokusunda meltem esintisi gibi olabilir. Venüs'e inen uzay sondasını belki de Venüslüler muziplik olsun diye kaynar bir asit kazanı içine atmışlardır!
En Yakın Komşumuz Ay
Jules Verne'in Ay'a yolculuk düşleri gerçekleştiğinden beri yakın komşumuzda böcek bile yaşayamayacağı anlaşıldı. Yine de Mars'tan veya Venüs'ten Ay'ı ziyarete gelip geçici üsler kuranlar olduğu söyleniyor. Nitekim, dünyamıza inen uzay gemilerinin durak yeri olarak Ay'ı kullandıkları belirtildi.
Günümüzde uçan daire görmeyen hemen hemen yok sayılır. Fakat, bilim adamları bu görgü tanıklarına nedense hiç önem vermiyorlar. Kimbilir, belki de uzayda yaşamın var olduğuna dair yüzlerce canlı örnek aramızda dolaşıyor. Üstelik hepsinin de insan benzeri olduğu söyleniyor.
Uzaydan sinyal beklemek, gezegenlere yapay uydular göndermek gibi milyarlık projeleri bırakıp, bütün bilim adamlarının uçan daire peşinde koşacağı günleri boş yere beklemeyelim. Çünkü, pek çok "gönüllü araştırmacı"nın belirttiği gibi, bilim adamları aslında uzayın tek hakiminin biz olduğunu kanıtlama inadından vazgeçmeyeceklermiş.
Belki de yüzyılın en büyük bilinmeyen konusu bu: Bilim adamları bizi aldatıyorlar mı?