Arama

Geleceğimiz ve Çocuklarımız - Sayfa 2

Güncelleme: 11 Mayıs 2010 Gösterim: 56.643 Cevap: 28
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Aralık 2005       Mesaj #11
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
GENÇLİK VE ŞİDDET-1
GENÇLİK BAŞIMDA DUMAN
İnsanlık tarihi boyunca şiddet, insanlığın gündeminden hiç eksik olmamıştır. Kimi zaman problemlerin çözümü için şiddetten bir vasıta olarak yararlanma yoluna gidilirken, kimi zaman da toplumdan şiddeti söküp atmanın çareleri üzerinde durulmuştur. Türk toplumu da, diğer tüm toplumlar gibi kendisini bazı tarihsel durum ve koşulların sonucunda, şiddet problemlerinin içinde bulmuş ve bu problemleri çözebilmek için çareler aramıştır. Örneğin 1970-1980 yılları, toplumumuzun böyle bir şiddet karabasanına gömüldüğü ama bir biçimde bundan sıyrılmasını bildiği yıllar olarak toplumsal hafızamıza kaydedilmiştir.
Sponsorlu Bağlantılar
1970-1980 yılları arasında yaşanan ve kendini daha çok siyasi biçimlerde ifade eden şiddet, toplumun tüm kesimlerinde belirgin bir etki yapmış ama özellikle bir gençlik problemi olarak ortaya çıkmıştı. Bu dönemde bir gençlik problemi olarak siyasi şiddet, ülkemizin çözmek zorunda olduğu problemler içinde, tartışmasız bir biçimde birinci sıraya yerleşmiş; başta yüksek ve orta öğrenim görenler olmak üzere, birçok gencimiz menfur olaylarda yaşamlarını yitirmişler veya çeşitli bedensel, ruhsal, toplumsal sorunlarla başetmek durumunda kalmışlardı. 1970-1980 dönemi, gençliğin şiddetle ilgili problemlerinin, bazı durum ve koşullar bir araya geldiğinde, hangi noktalara varabileceğinin çok tipik bir örneğini göstermektedir. Üstelik bu hal, yalnızca bizim ülkemize mahsus değildir. Hangi ülkenin tarihine bakarsak bakalım, gençliğin şiddetle ilgili problemlerinin bazan çok ileri safhalara vardığını ve hatta 1968'li yıllarda olduğu gibi, dünya çapında bir boyuta ulaştığını gözlemleyebiliriz.
1994-1995 öğrenim yılının özellikle ikinci yarısında, başta İstanbul metropol kentimizin liselerinde olmak üzere, orta öğrenim gençliğimizin şiddetle ilgili yeni tipte bir problemle karşı karşıya olduğuna dair, kamuoyumuzda haklı bir telaş ve kaygı ortaya çıkmıştır. Bu olayların nedenleri tam olarak anlaşılamamış, fatura "kredili sistem"e kesilmiştir. 1996-1997 öğrenim yılının başlangıcından itibaren bu kez genç yaş grubunda yaşanan şiddet olayları, yeniden üniversitelere "siyasi şiddet" kılığında girmiştir. Tüm bunlar olup biterken kamuoyu ve yetkililer hep aynı bildik tavrı almakta, somut ve belirgin veriler sunan bilimsel araştırmalar yapılmaksızın, bir an evvel, aceleyle suçlular aranması yoluna gidilmektedir. Her kişi, her toplumsal ve siyasi kesim, kendi tarz ve anlayışına göre, problemin bir yanına el atmakta, ortada bilimsel araştırma bulguları olmadığından, toplumumuzu çok derinden etkileyen bu sorunun nedenleri ve çözüm yolları hakında bir fikir birliği sağlanamamaktadır. Hatta bazıları, gençliğimizden tümüyle umutlarını kesecek kadar ileri ölçülere varan değerlendirmeler yapmaktan çekinmemektedirler.
Biz ise, çözümünde belki bir ışık olur umuduyla, bu çok önemli toplumsal soruna bilimsel olarak yaklaşmayı deneyeceğiz. Öncelikle şiddet ve saldırganlık üzerinde durmalıyız.
Genel olarak şiddet ve saldırganlık
Tüm soyut kavramlar gibi saldırganlık ve şiddet kavramlarının da tanımlanması, hem zor hem de çok kolaydır. Zorluk ve kolaylık, bu kavramların sınırlarının kolaylıkla genişletilerek, içeriklerinin bulanıklaştırılabilmesinden gelmektedir. Kavramlar konusunda özensiz bir tutum, işimizi zorlaştırmakla kalmayıp bir kavram kargaşasına yol açarak şiddeti, nedenlerini ve sonuçlarını net bir şekilde ele almamıza da engel olabilir. Bu nedenle biz, saldırganlık ve şiddet derken bu kavramların bilinen ve çoğu bilimci tarafından paylaşılan tanımlarını kullanacağız. Buna göre saldırganlık, "başka bir insana zarar vermeye, acı çektirmeye veya yaralamaya yönelik herhangi bir tür davranışa verilen ad"dır. Şiddet de benzer anlamda kullanılan bir kavram olarak "güç kullanmak, baskı uygulamak, başka insanlara zarar vermeye ve yaralamaya dönük hareketler" anlamına gelmektedir.
Şiddet, sadece birey ölçeğinde ele alındığında, bireyin artmış saldırganlık dürtüleri ile içsel kontrol düzenekleri arasındaki denge bozulduğunda gündeme gelir. Bireyin saldırgan eğilimleri ve şiddet fantazileri olabilir, fakat bunlar kişi kontrolünü yitirmedikçe eyleme dönüşmezler; böylelikle bir şiddet problemi ortaya çıkmamış olur. Organik veya sinirsel bozukluklar ile çevresel ortamdan gelen uyaranlar, saldırganlığı ortaya çıkaran dürtüleri şiddetlendirirken, beyindeki kimi kimyasal bozukluklar ve kişinin ruhsal dünyasının kolayca kırılabilme özelliği göstermesi, kontrol sistemini zayıflatır.
Birçok araştırmacı, şiddet eylemlerini biçimleyen güçleri anlamaya ve bu yolla kimin şiddet gösterebileceğini öngörmeye çalışmışlardır. Şiddeti öngörmekte kullanılan ve bu araştırmalarda elde edilen tek tek bireylere ait bulguların en bilinenleri şunlardır:
1) Yüksek düzeyde zarar verme niyeti,
2) Kurbanın varlığı,
3) Sık ve açık tehditlerde bulunma,
4) Somut plan yapma,
5) Şiddet araçlarına kolaylıkla ulaşabilme imkanı,
6) Kontrolü yitirmeye dair önceki yaşamından sağlanan bilgi,
7) Devamlı öfke, düşmanlık veya küskünlük duyguları,
8) Şiddeti seyretmekten hoşlanma,
9) Merhametsizlik,
10) Kendisini kurban olarak görme,
11) Otoriteye küsme,
12) Çocuklukta kötü muamele ve yoksunluk,
13) Evde sıcaklık şefkat ve ilgi azlığı,
14) Erken anababa kaybı,
15) Çocuklukta yangın çıkarma, yatak ıslatma ve hayvanlara zalim davranma,
16) Daha önceden şiddet eylemlerinde bulunmuş olma,
17) Dikkatsiz ve tedbirsiz araba kullanma...
Şiddet davranışının sıklığı ve özellikleri
Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan istatistiklere göre 1992 yılında 1,932,274 adet şiddete yönelik suç işlenmiştir. Bunlardan 109,062'si tecavüz, 23,760'ı cinayettir. Şiddet suçları metropol bölgelerde kırlık kesimlere göre daha fazladır.
Cinayetler en fazla birbirini tanıyan insanlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Cinayetlerin %50 den fazlası ateşli silahlarla yapılmıştır. ABD'nde cinayet, 15-24 yaş arasında en sık ikinci ölüm nedenidir. Zencilerde bu oran iki kat daha fazladır. Cinayet oranı İngiltere, İsveç, Japonya ve Kanada gibi silah taşımanın daha sıkı kurallara bağlı olduğu ülkelerde daha düşüktür. Cinayet, düşük sosyoekonomik grupta daha yaygındır ve daha çok erkekler tarafından gerçekleştirilir. ABD'nde lise öğrencileri arasında yapılan bir araştırmada erkeklerin %28'i , kız öğrencilerin ise %7'si bir önceki ay içinde fiziksel bir kavgaya karıştıklarını belirtmişlerdir. Araştırmaya katılan gençlerin %35' i, yaşamları boyunca en az birkez tıbbi yardım gerektirecek denli yaralandıkları fiziksel bir kavga yaptıklarını belirtmişlerdir.
Zeka gerilikleri, ağır ruhsal bozukluklar (şizofreni, manik atak, paranoid bozukluklar), antisosyal ve sınır (borderline) kişilik bozukluğu gibi kimi ruhsal rahatsızlıklarda ve kişilik bozukluklarında şiddet ve saldırganlık eğilimi bir hastalık belirtisi olarak karşımıza çıkabilmektedir. Herhangi bir ruhsal rahatsızlığı olsun veya olmasın saldırganlık gösteren bireyler, bunu genellikle bildikleri insanlar, çoğu kez de aile üyeleri üzerinde gerçekleştirirler. Bu durum, saldırganlığın belirsiz bir yönelim göstermediğine işaret etmektedir. Ancak bu genellemenin tek ve konumuz açısından önemli istisnası genç erkeklerdir. Gençlik döneminde yeralan erkekler, çoğunlukla tanımadıkları veya rastlantı sonucu karşılaştıkları insanlara karşı da saldırganlık sergileyebilmektedirler.
Saldırganlığın nedenleri
"İnsan neden saldırganlık gösterir?" sorusunun cevabı oldukça zordur ve aslında tüm insan davranışlarının doğasına yönelik bir tartışmayı gerektirir. Hayvanlar için saldırganlığın biyolojik ve davranışsal karşılıklarını, eşlik edenlerini bulmak o kadar zor değildir. Ancak insan söz konusu olduğunda, biyolojik yapıyı aşan birçok faktör işin içine girmektedir. İnsan davranışının doğası, son derece karmaşıktır. "Saldırganlık, insanın doğasında olan birşey midir, yoksa yaradılışında olmayıp öğrenilmiş ya da sonradan içinde bulunulan çevrenin etkisiyle mi ortaya çıkmıştır?" Şu anki bilgilerimize göre en uygun cevap, her ikisi de olacaktır.
Saldırgan davranışı belirleyen biyolojik etkenler
1) Artmış fizyolojik uyarılma: Bazı çalışmalar yarışma etkinlikleri, aşırı alıştırma, provakatif filmler seyretme gibi çeşitli kaynaklardan köken alan artmış uyarılmışlık halinin açık saldırganlığı arttırdığını göstermişlerdir.
2) Cinsiyet ve hormonlar: İnsanda ve hemen tüm hayvan türlerinde türün erkek üyeleri kadınlara göre daha saldırgandır. Saldırganlık ve cinsiyetler arasındaki farklılık konusunda yapılan davranışsal gözlemlerde ve araştırmalarda çocukluk döneminde oynanan oyunlardaki şiddet ögesi açısından erkek çocukların daha çok bu tür oyunları tercih ettikleri bulunmuştur. Yetişkin insanlarda yapılan çalışmalarda şiddet suçları ile ilgili istatistikler göz önüne alındığında erkeklerin kadınlara göre daha saldırgan davranışlar gösterdikleri saptanmıştır. Bu farklılıklardan herhangi bir anda kesin olarak sorumlu tutulabilecek belli bir madde izole edilememiştir. Hayvanlar ve insanlar üzerinde yapılan birçok çalışmada ve gözlemde, androjen (erkeklik hormonları) düzeyi ile saldırganlık arasında bağlantı olduğu ortaya çıkmıştır. Cinsiyet hormonlarının etkisi, özellikle bebek gelişiminin anne karnındaki dönemlerinde daha yoğun olmaktadır. Hayvanlarda bu hormonun daha ana rahmindeyken beynin cinselliğe göre şekillenen alanları üzerine etki ederek saldırgan davranış dağarcığının oluştuğu gösterilmiştir. Diğer yandan kadınlık hormonları örneğin östrojenler, birçok türde kavgacılık davranışını baskılamaktadırlar. Cinsiyet hormonlarının insanlarda saldırganlık davranışı üzerine etkilerini saptamak ise, daha karmaşık ve zordur. Bu konuda hormon uygulayarak deney yapmak ahlaki olmadığından ancak doğal gözlemlere dayanılarak (örneğin anneleri gebelikte yanlışlıkla hormon ilacı kullananlar, veya doğumsal bozukluklar nedeniyle herhangi bir hormona aşırı maruz kalmış bebekler ya da normalde olması gereken kimi hormonların yokluğu nedeniyle o tip hormona hiç maruz kalmamış bebekler gibi) bazı sonuçlar çıkarılabilir. Örneğin insanlarda yapılan çalışmalarda androjene duyarsızlıkla giden kimi hastalık durumlarında saldırganlığın azaldığı; buna karşın adrenogenital sendromlu kız çocuklarında (annedeki androjenlerin yüksek seviyede olup bebeği etkilemesiyle çıkan doğumsal hastalık) saldırganlıkla ilgili oyunların arttığı bulunmuştur. Buna göre, anne karnındayken aşırı dozda erkeklik hormonuna maruz kalmış bebeklerde erkeksi davranışlar, artmış saldırganlık, erkeklerin oynadığı oyunları tercih etme gibi durumlar görülmektedir. Kadınlık hormonlarının etkisi daha tartışmalıdır. Bu hormonlarla da kadınsı davranışlar ve azalmış saldırganlık izlendiğini söyleyen yayınlar mevcuttur. Ancak bu hormonal etkilerin ortaya çıkışı için maruz kalınma dönemi ve miktarı önem taşımaktadır. Aynı cinsiyet içinde de bazı bireylerin diğerlerişne göre daha saldırgan olmasını hormonal etkilerle açıklamaya yönelik çalışmalar vardır. Hayvanlarda birçok türde erkeklik hormonuyla saldırganlık arasında pozitif bir ilişki gösterilmiştir. İnsanlarda yapılan bazı çalışmalarda düşük kan kortizol düzeyi ile alışkanlık haline gelmiş şiddet arasında bağlantı olduğu gösterilmiştir.
3) Cinsel uyarılma: Genellikle cinsellik ve cinsel dürtülerle saldırganlık ayrı ayrı konularmış gibi düşünülse de hayvanlarda ve insanlarda yapılan çalışmalar iki dürtünün birbiriyle ilgili olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu konuda ilk kanıt, yukarıda belirtildiği gibi, hem saldırganlığın hem de cinselliğin en azından erkeklerde erkeklik hormonları (androjenler) tarafından etkilenmesidir.
Hormonal etkiler dışında hangi nedenli olursa olsun cinsel uyarılmayla da saldırganlık arasında bağlantı olabileceğinden söz edilmektedir. Örneğin son yapılan davranışsal araştırmalarda cinsel uyarılmaya yol açan erotik materyalin niteliğine göre bireyin tepkisinin ortaya çıktığını göstermişlerdir. Buna göre kullanılan erotik materyal yumuşak nitelikli ise örneğin çekici çıplak kadın fotoğrafları gibi saldırganlık azalmaktadır. Ama açık cinsellik içeren materyal örneğin cinsel ilişki esnasındaki çiftler gibi, saldırganlığı arttırmaktadır.
4) Ağrı: Fiziksel ağrı, başka insanlara zarar vermeye ve incitmeye güdüleme yoluyla saldırgan dürtüler doğurabilir. Bu dürtü, ağrıya yol açan durumla herhangi bir bağlantısı olmayan herhangi bir hedefte bile ifadesini bulabilir. Bu varsayım kısmen neden saldırganlığa maruz kalan insanların saldırganlık gösterdiklerini de açıklamaktadır.
5) İlaçlar ve diğer maddeler: İlaç, alkol, uyuşturucu ve uyarıcı kullanımıyla saldırganlık arasındaki ilişki ile ilgili şu genel bilgileri verebiliriz: Küçük doz alkol, saldırganlığı azaltırken doz arttıkça saldırganlıkta artar; aerosol ve diğer kimyasal çözücü ve uçucular alkolün etkilerini taklit ederler; kaygıgidericiler (anksiyolitikler) genel olarak saldırganlığı ketlerler, yalnız bazen paradoksik olarak saldırganlık gözlenebilir; opioid bağımlılığına aynen kokain, uyarıcılar ve halüsinojenlere olduğu gibi artmış saldırganlık eşlik eder; esrar değişen dozlarda bazen saldırganlığa yolaçabilir.
6) Nörotransmitterler (sinirler arası iletim maddeleri): Beyindeki sinirsel iletimi sağlayan maddeler olan nörotransmitterlerin saldırganlığında aralarında olduğu birçok davranışa olan etkileri, son yıllarda üzerinde en çok çalışılan konulardandır. Genel olarak yırtıcı saldırganlığın ortaya çıkışında kolinerjik ve katekolaminerjik mekanizmalar işe karışmaktadır; serotonerjik sistemler ve GABA, bu tip davranışı inhibe ediyor görünmektedir. Duygulanımsal saldırganlık, açık bir şekilde katekolaminerjik, dopaminerjik ve serotonerjik sistemler tarafından düzenlenir. Norepinefrin, saldırganlığın ortaya çıkışına ve artmasına yol açmaktadır. Norepinefrinin bir önemli özelliği de duygulanımsal saldırganlığı arttırırken yırtıcı saldırganlığı ketlemektedir. Dopamin, saldırganlığı arttıran bir diğer nörotransmitterdir. Serotonin ise saldırganlığı ketlediği düşünülen bir nörotransmitterdir. Son zamanlarda serotonin saldırganlığa aracılık eden etken olarak epeyce önem kazanmıştır. Azalmış beyin serotonin düzeyi ile kendi kendini yaralama davranışları arasında bir ilişki olduğu da bir diğer araştırma bulgusudur. Şiddet saldırılarında bulunanlarda ve impulsif yangın çıkaranlarda beyin serotonin düzeyinde düşüklük saptanmıştır. Serotoninle ilgili bir diğer varsayım bu maddenin genel saldırganlıkdan çok dürtüsel saldırganlıkla ilgili olduğudur.
7) Beyin anatomisi, nörotransmitterler ve hormonların ilişkisi: Hayvan çalışmalarında saldırganlıkla ilgili psikobiyolojik süreçlerin düzenlenmesinin beyinde yeralan bir bölge olan limbik sistemin rol oynadığı bulunmuştur. Saldırganlığı düzenlemekte limbik sistemin en fazla önem taşıyan bölgelerinin ise hipotalamus, septal alan ve amigdala olduğu düşünülmektedir. Bu alanların uyarılması saldırganlık davranışını arttırırken çıkarılması azaltmaktadır. İnsanlarda yapılan çalışmalarda da benzer bulgular elde edilmiştir. Henüz limbik sistem, nörotransmitterler ve hormonların nasıl bir karşılıklı etkileşim içinde saldırgan davranışı düzenlemekte oldukları, tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Tüm bunların ötesinde bireyin çevresi, kişisel geçmişi ve yaşadığı olaylarla bu biyolojik süreçler arasında karşılıklı ve dinamik bir etkileşim olduğu unutulmamalıdır.
Saldırgan davranışı belirleyen psikolojik etkenler
1) Engellenme: İnsanları şiddete teşvik eden en güçlü şey engellenmedir. John Dollard'ın engellenme-saldırganlık varsayımı, bu ilişkiye dayanır. Bu varsayımın özgün şekline göre, engellenme, daima bir biçimde saldırganlığa yol açar ve aynı şekilde saldırganlık, daima engellenmeden köken alır.
Bununla birlikte engellenmiş insan, her zaman saldırganlığa başvurmaz; küskünlükten, ruhsal çökkünlüğe engellenmeye yol açan durumu ortadan kaldırmaya yönelik davranışlara dek, bir dizi tepki gösterebilir. Her engellenme saldırganlığa yol açmadığı gibi saldırganlığın tamamı da engellenmeden doğmaz. Kimi insanlar örneğin boksörler, futbolcular, birçok nedene ve uyarana bağlı olarak saldırgan davranışlar gösterebilirler. Engellenmenin hangi durumlarda saldırganlığa yol açtığıyla ilgili çalışmalarda engellenmeyi yaratan etkenin bunu belirlediği saptanmıştır. Engellenme yaratan etken, sadece yoğun olduğu zaman saldırganlığa yol açmaktadır. Engellenme hafif veya orta derecede olduğunda ise, saldırganlığı arttırmayabilir. Ayrıca engellenme, hakedilmiş ve doğal olarak görüldüğünde değil de, keyfi veya haksız olarak görüldüğünde saldırganlığı arttırmaktadır.
2) Doğrudan provake edilme: Araştırmalarda elde edilen bulgulara göre, fiziksel kötüye-kullanım ve alay, insanlarda saldırgan davranışları arttırmaktadır. Birkez saldırganlık ortaya çıktı mı bu öngörülemez bir şekilde artarak sürebilmektedir. Bunun sonucundan hafif sözel dalga geçmeler veya bakışlar bile süreci başlatarak daha şiddetli provake edici davranışlara ve artan şiddet tepkilerine yol açabilmektedirler.
3) Saldırganlık gösteren örneklere maruz kalma: Filmlerde ve televizyon programlarında, radyo, gazete, fotoğraf gibi kitle iletişim araçlarında yeralan şiddet ögelerinin etkileri, toplumun saldırganlık konusunda en fazla duyarlı olduğu alanlardan birisidir. Bu konuda çok çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Televizyondaki şiddetle saldırganlık arasında bağlantı, artık bilinen ve kabul edilen bir saptamadır. Çocukların televizyonda izledikleri şiddet içeren filmler arttıkça akranlarına karşı daha saldırgan oldukları bulunmuştur. İlişkinin şiddeti, izleme zamanı ile orantılı olarak artmaktadır. Görsel olarak şiddete maruz kalmanın en önemli etkisi, çocuklar üzerinedir. Küçük çocuklar şiddet uyguladıklarında kurbanın acı çekmesine aldırmadan yaptıkları şeyi sürdürebilirler diğer yandan büyük çocuklar ve yetişkinler kurbanın çektiği acıdan etkilenerek durabilirler. Yine çeşitli yaşlardaki çocuklarla yapılan bir deneyde şiddet ögesi içeren bir filmin başı gösterildikten sonra çocuklara film için bir final seçmeleri söylendiğinde küçük çocukların saldırgan sonlar, büyük çocukların ise şiddet içermeyen sonlar seçtikleri görülmüştür. Bu da şiddeti algılayış ve değerlendirişin duygusal ve bilişsel olgunlukla ilgili olduğunu düşündürmektedir.
Filmlerdeki ve televizyondaki şiddetin çocukları etkileme şekli ve süreci ile ilgili üç tür mekanizma ve etkiden söz edilmektedir: a) Gözlemsel öğrenme: Bireyler medyada gördükleri şiddet olayları ile daha önce davranış dağarcıklarında olmayan insanlara zarar vermenin ve şiddetin yeni yeni usullerini öğrenerek davranış dağarcıklarına katmaktadırlar. b) Kontrolün kaybolması: Saldırgan davranış ve eylemleri izleyenlerin saldırganlık ve siddete karşı olan engelleyici kontrol mekanizmaları gevşemektedir. c) Duyarsızlaşma: İzleyicilerin saldırgan davranışlar ve onun kurbanlarda yarattığı sonuçlarına karşı olan duygusal tepkileri azalmaktadır. Çünkü şiddet görüntüleri olağanlaşarak ve kanıksanarak, sanki gerçek değillermiş gibi algılanmakta ve zaten görüntüler asla gerçeğin yerini tutmamakta, şiddet medyaya olanca çıplaklığıyla yansıyamamakta, adeta tül bir perde altına alınmaktadır. Sonuç olarak kişi artık bu olaylara duygusal bir tepki gösterse bile bu çok az olmaktadır.
Saldırgan davranışın toplumsal belirleyicileri
Şiddetin ve saldırganlığın, tekil bireysel özelliklerin ötesinde, toplumsal ve siyasi birtakım belirleyicileri olduğu da ileri sürülmketedir. Bu konularda kimi zaman birbirleriyle çelişen birçok teori ortaya atılmakta ve açıklamalar yapılmaktadır. Bunlardan en belli başlı olanlarına kısaca temas edecek olursak, şunları söyleyebiliriz:
Değişik toplumlarda ve toplumların değişik katmanlarında saldırgan davranışların ve şiddet olaylarının değişen sıklıkta olması toplumsal etkenlerin saldırganlığı etkilediğini düşündürmektedir. Bunu açıklayabilmek çok çeşitli varsayımlar üretilmiştir ancak sorunun tek ve tatmin edici bir cevabı olmadığı açıktır. Toplumsal şiddetin bugüne kadar üzerinde en çok durulan belirleyeni, ekonomik yoksunluk ve toplumsal huzursuluğa verilen tepkilerdir. Araştırmacılar, ilk başta insanlara uygulanan baskı ile toplumun ona verdiği tepkinin belirli oranlarda arttığını, ancak baskı belirli bir yüksek düzeye eriştikten itibaren şiddet tepkisinin azalmaya, ama baskı dayanılmaz bir hale geldiğinde ise, bu kez tam tersine şiddet tepkisinin de baskıyla birlikte artmaya başladığını saptamışlardır. Siyasi şiddet üzerine çalışan bazı araştırmacılar, toplumdaki ayaklanma ve kargaşaya yol açan siyasi şiddeti, daha çok toplumsal ve siyasi alanlarda uzun süreli bir gelişmenin ve ilerlemenin ardından yaşanan kısa bunalım dönemlerine ve bu dönemlerde ihtiyaçların tatmin edilememesine bağlama eğiliminde olmuşlardır.
Landau tarafında ortaya atılan bir varsayıma göre, saldırganlık, toplumsal destek sistemlerinin yetersiz olduğu veya tamamıyla çöktüğü toplumlarda artar. Enflasyon hızı ve evlenme ve boşanma hızları arasındaki oranları toplumsal ve ailevi stresin bir ölçüsü olarak kullanan Landau 1960 ve 1970'li yıllarda çalıştığı 12 ülkeden 11'inde bu toplumsal ve ailevi bozukluk göstergeleriyle şiddet suçu oranları arasında anlamlı bir bağlantı bulmuştur. Bu araştırmada aradaki bağlantının gösterilemediği tek istisnai ülke Japonya olmuştur. Landau, bunu Japonya'da aile dışındada çok güçlü davranışsal kontrol sistemlerinin (örneğin okul, işyeri gibi) olmasıyla açıklamıştır. Japon kültürünün toplumsal normların çiğnenmesinin çok güçlü utanç duyguları doğurmasını da ek bir etken olarak belirlemiştir. Bu nedenle Japonya'da toplumsal ve ailevi işlev bozukluğu ile intiharların bağlantılı olarak yükselmesini de buna bağlamıştır.
Bir grup sosyolog, sanılanın aksine, kimi zaman saldırganlık da içeren çatışmaların, önceden iletişimi olmayan grupların, bir biçimde birbirleriyle iletişim kurmalarına ve sosyalleşmelerine imkan sağlaması üzerinde durmuşlar; çatışmaların grubun bütünleşmesi, yeni değerlerin oluşması, gerilimlerin azaltılması, yeni dengelerin kurulması, toplum içinde sağlam emniyet subaplarının meydana getirilmesi açılarından da ele alınmasını önermişlerdir. Bu sosyologlara göre, şiddetten ziyade, toplum yapısının katılığı, düşmanlıkları biriktirmesi ve çatışma başladığında tek bir bölünme çizgisinde yoğunlaşmasına neden olması yüzünden yapının dengesini daha çok tehdit etmektedir. Daha çok sistem üzerinde duran bazı sosyologlar ise, bir sosyal sistem içinde kişilerin gelir, eğitim, etki, iktidar ve mesleki itibar gibi değişik konumlarda tutarsız ve uyumsuz olmaları halinde, daha fazla şiddete başvuracaklarını, sosyal yaşamın sınırlı ve konum farklılıklarının az olduğu toplumların bu yüzden daha istikrarlı kaldıklarını söylemektedirler.
Bugüne dek yapılan çalışmaların çoğunda şiddet ve saldırganlıkla ilgili eylemleri ve suçları daha çok 15-30 yaş arasında, erkek, fakir, şehirli nüfustan, ülkede etnik veya toplumsal olarak düşük bir gruba mensup bireylerin gerçekleştirdiği bulunmuştur. Bunun toplumlar arasında pek değişmeyen bir bulgu olması, kültürel ve alt-kültürel değerlerin şiddet üzerinde etkili olduğunu göstermektedir. Bu etkenler bireysel özelliklerle birarada işleyerek etkili olabilmektedir.
Saldırganlıkla ilgili bir diğer önemli toplumsal bulgu, göreceli olarak şiddetten uzak gençlerin kalabalık içinde veya gençlik çetelerinde saldırgan davranışlar sergileyebilmeleridir. İnsanlar ait oldukları topluluktan farklı görünmekten hoşlanmazlar. Daha da ötesi, insan bir gruba katıldığında bireysel özelliklerinden bir miktar uzaklaşmış ve daha insani özelliklerini yitirmiş bir hale gelip davranışları stereotipleşip tanınmaz hale gelebilir. İnsanın kendisinden farklı insanlardan hoşlanmaması ve onlara şüpheyle bakması eğilimi grup şiddetini arttıran önemli bir nedendir. Bu durum, Japonya gibi homojen toplumlarda Amerika gibi hetorojen toplumlara göre şiddetin neden daha az olduğunu açıklar. Yine kalabalık içinde kişi bireyselliğini yitirir, davranışlarından daha az sorumlu hale gelir. Anonimlik yalnız halimize göre saldırganlığımızı daha rahat göstermemizi sağlar.
Saldırganlık davranışında çevresel belirleyiciler
1) Hava kirliliği: Kimyasal ve endüstriyel ürünler tarafından üretilen kötü kokulara maruz kalma, bireylerin uyarılabilirliliklerini arttırarak saldırganlığın ortaya çıkmasına yol açabilir. Ancak bu etkinin bir noktaya kadar geçerli olabileceği kabul edilmelidir. Eğer ortaya çıkan koku gerçekten çok berbatsa, muhtemelen o ortamdan uzaklaşmak birincil mesele haline geldiği için saldırganlığı azaltan bir etki bile gösterebilir.
2) Gürültü: Birkaç çalışmada yüksek ve rahatsız edici derecede gürültüye ve sese maruz kalmış insanların böyle bir durum yaşamayan insanlara göre daha fazla saldırganlık gösterdikleri bulunmuştur.
3) Kalabalık: Bazı çalışmalar, aşırı kalabalığın saldırganlık düzeyini yükseltebileceğini göstermiştir. Kalabalık diğer ortam belirleyenlerinin olumsuz olduğu durumlarda (örneğin engellenme, uyarılma ve sıkıntı hallerinde) saldırganlık patlamaları çıkmasını kolaylaştırmaktadır.
Sonuç
Şiddet ve saldırganlık konusunda buraya kadar anlatılanları toparlayacak olursak, özetle şunları söyleyebiliriz: Şiddet ve saldırganlığın her tarihi dönemde, herkes tarafından kabul edilen bir tanımını yapmak mümkün değildir. Böyle bir tanımlama, ancak üzerinde konuşulan toplumun önem verdiği değerler esas alınarak yapılabilir. Şiddet ve saldırganlık konusunda söylenmiş evrensel bir söz, belirlenmiş evrensel bir bilgi yoktur. Her toplumun kendine özgü şiddet sorunları vardır ve bu sorunlar, o toplumlara özgü normlar tarafından belirlenmektedirler. Bu tanım belirsizliğinin yanısıra, dikkat edilmesi gereken bir nokta da, şiddetin nedenleri ve belirleyicilerinin çok sayıda olmasının yaratmış olduğu sorunlardır. Şiddetin genel olarak birçok nedeni ve belirleyeni olduğu gibi, tek bir kişide, belirli bir zamanda görülen şiddetin bile birçok nedeni ve belirleyeni bulunabilmektedir. Bu durumda yapılması gereken, belli önyargılara saplanıp kalmak, belli çözüm yollarında körü körüne ısrar etmekten ziyade, bu konuda ileri sürülen birçok bilimsel görüşü ve farklı bakışı içerebilecek bir çok yönlülük ile soruna değişik biçimlerde yaklaşabilme esnekliğini gösterebilmektir
Saldırganlık teorileri
İçgüdüsel bir davranış olarak saldırganlık
Freud, teorisinin erken dönemlerinde tüm insan davranışlarının kökeninde Eros veya libidonun yani yaşam enerjisinin olduğunu öne sürmüştü. Ona göre saldırganlık da libidinal dürtülerin doyurulmasının engellenmesinden doğan ikincil bir tepkiydi. Sadece belli durumlarda uygun koşullarda ortaya çıkabilirdi, bu nedenle yaşamın kaçınılmaz bir parçası değildi. Ancak Birinci Dünya Savaşı'nın trajik günlerini takiben Freud, bu görüşü terkederek insan saldırganlığının Thanatos adını verdiği libidodadan farklı bir içgüdüden kaynaklandığını öne sürdü. Thanatos -ölüm içgüdüsü- yaşamın tahrib edilmesine ve sona erdirilmesine yönelik olarak insanın içinde bulunan bir enerjidir. Freud'a göre, saldırganlık da dahil olmak üzere, tüm insan davranışları Eros ve Thanatos arasındaki karmaşık ilişkiden ve gerilimden doğmaktadır. Ölüm içgüdüsü eğer kısıtlanamazsa kişinin kendini tahrip etmesiyle sonuçlanır. Bu nedenle ölüm içgüdüsünü kısıtlayabilmek amacıyla insanlar değişik savunma mekanizmalarına başvurular; bu savunma mekanizmalarıyla örneğin "yer değiştirme" savunmasıyla bu enerji dışarıya aktarılır ve böylece saldırganlık ortaya çıkar. Freud'un bakış açısına göre, saldırganlık birincil olarak kişinin kendisini tahrip etmeye yönelik ölüm içgüdüsünün diğer insanlara yönlendirilmesinden kaynaklanmaktadır.
Saldırganlığın içgüdüsel olarak doğuştan insanda bulunduğunu savunan ünlü etholog Konrad Lorenz'e göre ise saldırganlık, tüm diğer organizmalarda da bulunan kavga etme içgüdüsünden kaynaklanır. Bu içgüdüyle ilgili enerji, değişen oranlarda her insanda üretilmektedir. Saldırganlığın ortaya çıkması, biriken bu enerjiye ve saldırganlık doğurucu uyaranın varlığına ve gücüne bağlıdır. Saldırganlık kaçınılmaz birşeydir ve zaman zaman kendiliğinden boşalabilir.
Erken dönemde kazanılmış bir davranış olarak saldırganlık
İnsanoğlu dünyaya geldiğinde belli bir verili kapasiteye sahiptir. Erken dönemlerden başlayarak bu kapasite yaşantılarla şekillenir. Hayvanlarda erken dönemde içinde bulunan ortamın, çevrenin saldırgan davranışlar kazanılmasında rolü olduğu çeşitli deneylerle gösterilmiştir. İnsanlarda çocuklukta ve bebeklikte kötü muameleye maruz kalmış ve istismar edilmişlerin yetişkin yaşamlarında kendilerinin de benzer davranışlar gösterdikleri bilinmektedir. Gördüğü her tür kötü muamelenin çocuklarda saldırgan davranışları arttırdığı, bunun da dış dünyaya olumsuz bakma ve yaklaşma nedeniyle olduğu sanılmaktadır. Çocuk, dış dünyadan sürekli tehdit beklentisi içinde olmakta, bu da aşırı uyarılabilir bir duruma yol açmaktadır. Bir kez belli bir davranış örüntüsü ve fizyolojik cevap yerleştikten sonra onun artık değişmesi de zorlaşmaktadır.
Özetle erken dönemde karşılaşılan saldırgan davranışların ve kötü muamelenin şu mekanizmalarla bireyi etkileyerek ilerde saldırganlığa eğilimli hale getirdiği düşünülmektedir:
1. Çevre, şiddet gösterek kötü model olmaktadır.
2. Pekiştirme yoluyla saldırgan davranış kazanılmaktadır.
3. Beyinde dürtüselliğe yol açabilecek nöroanatomik hasarlar gelişebilmektedir.
4. Çevrenin tehlikeli olduğuna dair bir inanç doğurarak çocuğun gerçekliği bozuk algılamasına yol açmaktadır.
5. Duyguları sözlerle değil eylemlerle ifade etme alışkanlığı kazanılmaktadır.
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
21 Aralık 2005       Mesaj #12
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
OKUL KORKUSU
Korkmak da tıpkı diğer duygular gibi çocukların yaşamının bir parçasıdır. Korkularını ifade edebilmeleri olumlu ve sağlıklı büyümelerini sağlar.

Sponsorlu Bağlantılar
Ancak çocuğun çevresine uyum sağlamasını engelleyen korkular da vardır ki, bunlardan biri de okul korkusudur. Okul korkusuna her çocukta rastlanmaz. Fakat ortaya çıkması halinde çocuğun akademik yaşantısını altüst edebilir ve ana babayı çaresiz bırakabilir.

Genel Özellikleri
Okul korkusu olan çocuk eğer korkusunu yenip okula gitmeyi ve okulu sevmeyi başarırsa çok iyi bir öğrenci olabilir.
Bu çocuklar genellikle utangaçtırlar ve aile bireyleri dışında yabancı kişilerle ilişki kurmakta güçlük çekerler.
Kendilerinde okul korkusu oluşan çocuklar genellikle başarı kaygısı olan, uslu, uyumlu, aşırı onay bekleyen ve ailesine bağımlı çocuklardır.
Okula giden çocukların yaklaşık yüzde ikisinde okul korkusu mevcuttur.
Yanlarında anne ya da babası olmadan sınıfa girmek istemezler.
Evde kaldıkları sürece mutludurlar.
Arkadaş ilişkilerinde ve sosyal faliyetlerde etkindirler.
Liseye giden daha büyük çocuklarda bile bu sorun görülerbilir ancak belirtiler ilkokula başlayan çocuklardaki kadar belirgin değildir.


Nasıl Anlaşılır?

Heves ve enerji kaybı oluşmaya başlamışsa,
Alıngan ve sinirli olma halinde artış görülüyorsa,
İştahsızlık ve uykuda huzursuzluk varsa,
Okul etkinliklerine karşı pasif, içe kapanık ve utangaç davranıyorsa,
Nedensiz ağlamaya, kavga etmeye ve dikkat çekmeye çalışmaya başladıysa,
Hasta olmadığı halde sık sık baş ve karın ağrısından şikayet ediyorsa,
Okula giderken ağlama, hastalanma veya okula gitmeyi istememe davranışları geliştiriyor ve evde kalmasına izin verilince bunlar birdenbire kayboluyorsa,
Günlerce okula gitmediği oluyor ve okula gitmediği için suçluluk duymuyorsa,
Okula devam ettiği durumlardaysa iyi bir öğrenci olabiliyorsa okul korkusundan şüphe edilebilir.

Ne yapmalıyım?
İlk yapılması gereken okula gitme konusunda ödün verilmemesidir. Mutlaka okula gitmesi sağlanmalıdır. Çözümün yarısı budur. Daha sonra ise bir uzmandan yardım alınarak çocuk dikkatlice değerlendirilmelidir.


Sevgiyle kalın.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
pazuzu - avatarı
pazuzu
Ziyaretçi
21 Aralık 2005       Mesaj #13
pazuzu - avatarı
Ziyaretçi
Bunlari Biliyormuydunuz?

Zeka gelişiminin % 60'ının 0-6 yaş arasında tamamlandığını,
Kişiliğin temelinin atıldığı kritik bir dönem olarak adlandırılan
okul öncesi yıllarda verilen eğitimin, tüm eğitim kademelerini,
hatta tüm yaşamı etkilediğini, kendine güveninin arttığını,
İlköğretim 1. sınıfına, okul öncesi eğitimden yararlanmış olarak
gelen çocuğun, bu eğitimi almadan gelen çocuktan çok daha başarılı
olduğunu, okuma-yazmaya diğer çocuklardan daha erken başladığını ve
dil gelişimlerinin olumlu yönde ilerlediğini, problem çözme,
iletişim kurma ve grup içinde olma becerilerinin çok daha iyi
geliştiğini,
Okul öncesi eğitimin çocuğunuzun anlama ve anlatma becerisini
geliştirdiğini,
Okul öncesi eğitimi alan çocuğun duygu ve düşüncelerini daha rahat
ifade ettiğini, sosyal yaşama daha rahat uyum sağladığını,
Çocuğunuzun yaratıcılığının geliştirilmesinde, okul öncesi eğitimin
rolünün çok önemli olduğunu,
Vücudu temiz tutma, diş sağlığı ve diğer tüm öz bakım becerilerinin
okul öncesi eğitimle çocuklarınıza kazandırıldığını,
Sağlıklı beslenme bilincinin okul öncesi eğitimle daha kolay
verilebildiğini,
Çoklu Zeka Kuramını biliyor musunuz ve çocuğunuzun hangi
zekaya/zekalara sahip olduğunu okul öncesi eğitim kurumlarında
ortaya çıkarıldığını biliyormuydunuz?
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
22 Aralık 2005       Mesaj #14
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Çocuklarımıza Nasıl Eğitim Vermeliyiz

Çocukların gayeli, enerjik ve hayata sıcak bakan bir fert yapmak için;

Onlara ders yönünden fazla baskı yapmayın, bunun yerine dersin öneminden bahsedin oyun oynamak istiyorlarsa onlara gerektiği kadar izin vermeyin. Onun hoşlandığı ve yeteneği olduğu mesleğe yönlendirin. Çocuğu sosyal faaliyetlere katın. (spor faaliyetleri, folklor, satranç, resim vb.)


Çocuğun yalancı olmaması için;

Yalan söylemeyin. Ona sürekli yalanın kötülüğünden bahsedin daha küçüktür diye yalanlarını hoş görmeyin. Eğer çocuk suçunu itiraf ediyorsa onu cezalandırmayın. Çünkü bazı durumlarda çocuk sırf cezadan kurtulmak için yalan söyler.


Çocuklarınızın sözünüzü dinlemeleri için;

Emir verirken yerine getirip getirmediklerine bakın onlardan yerine getirebilecekleri şeyler isteyin, kuru tehdit savurmayın.

Çocukları kardeşlerini sevmeleri için birini cezalandırırken, öbürünün mükafatlandırmayın bu düşmanlığa yol acar. Birini severken ve takdir ederken aynı şeyleri diğerlerine de yapın. Birbirlerine hakaret ettikleri zaman hemen araya girin ceza verirken suçun kimde olduğuna bakın.

Çocuklara insanları sevdirmek için;

Onlara daima iyi insanlardan bahsedin dünyadaki yardımlaşmadan ve iyiliklerden bahsedin.


Çocukların hayal ve kabus görmemeleri için;

Onlara sihirden, büyüden, peri masallarından, Kaf dağının ardındaki devden, kötü kalpli cadıdan vs. bahsetmeyin, ve bu tür film ve dizilerden uzak tutun.

Çocuklarınızın inatçı olmamaları için;

Onların her istediğini yerine getirmeyin. Çünkü böyle bir durumda istediği şeyi alamayan çocuk inatlaşabilir. Yalnızca onların haklı isteklerini yerine getirin. Eğer çocuk ‘illa da istiyorum’ diye tepinmeye başlar ve sizde bundan sonra istediğini yerine getirirseniz çocuk haklı haksız her istediğini elde etmek için tepinir.
Son düzenleyen ahmetseydi; 22 Aralık 2005 08:19
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Aralık 2005       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Uluslararası Sözleşmeler
Son düzenleyen Blue Blood; 31 Aralık 2005 13:38
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
16 Ocak 2006       Mesaj #16
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
ÇOCUKLUK ÇAĞINDA BESLENME
Sevgili Anne ve Baba,
Çocuklarda normal büyüme ve gelişmenin izlenmesi, normalden sapmaların tespiti yoluyla hastalıkların belirlenmesi ve önlenmesi için gereklidir. Sağlıklı çocuk takibinde düzenli olarak boy, ağırlık ve baş çevresi ölçümleri yapılmalıdır.
Her şeyden çok sevdiğiniz bebeğinizin büyümesi, gelişmesi ve sağlıklı bir yaşam sürmesi şüphesiz ona sağlayacağınız imkanlarla mümkündür. Düzenli olarak doktora götürmek, kilosunu ve boyunu ölçtürmek, aşılatmak ve uygun besinlerle beslemek suretiyle iyi gelişmesini ve sağlıklı kalmasını sağlayabilirsiniz. Belirli bir çocukta saptanan değerler normal sınırlar içinde olsa bile, zaman içinde çocuğun kendine özgü büyüme grafiğinden sapmalar olabilir.
"Çocukluk Çağında Beslenme" adını verdiğim bu kılavuzda, doğduğu andan itibaren 5 yaşına gelinceye dek çocuğunuzun büyüme gelişmesindeki önemli aşamaları esas alarak, beslenme konusunda yol göstermeyi amaçladım. Her şey çocuklarımızın sağlığı için ..

Dr. Çağatay Nuhoğlu


ÇOCUKLUK DÖNEMLERİNE GÖRE BESLENME

0 - 4 AYLIK BEBEĞİN BESLENMESİ:

Anne sütü mükemmel besin içeriği ile kolay hazmedilir, etkili bir biçimde kullanılır. Bebeğinizi hastalıklardan korur, mamalarla beslenmeden daha ucuza mal olur. Bunun ötesinde emzirmek suretiyle, anne bebek bağının kurulması kolaylaşır, yeni bir gebeliğin gecikmesi ve annenin sağlıklı kalması mümkün olur.
Doğumdan sonraki ilk 4 ayda yalnızca anne sütüyle beslenen bebekler ishal ve zatürree gibi bulaşıcı hastalıklara, alerjik rahatsızlıklara daha az yakalanırlar, daha sağlıklı büyürler. Bu nedenle;
İlk 4 ay bebeğinizi tek başına anne sütüyle besleyiniz. Bu aylarda anne sütüyle birlikte verilen ek besinler bebeğin anne sütünden yeterince yararlanmasını engeller.
Bebeğinizin yalnızca anne sütüyle beslendiği bu dönemde, su kaybına yol açan hastalık halleri dışında ilave su gereksinimi yoktur! Eğer ishal gibi mutlaka su verilmesi gereken bir durum söz konusuysa kaynatılmış su veriniz.
İlk günlerde gelen anne sütü çok besleyicidir. Bebeğinizi istedikçe ve sık sık emzirerek bu sütten yararlanmasını sağlayınız. Anne sütünün artmasını sağlamak için sık emzirme birinci koşuldur. Bebeğinizin emmediği durumlarda, göğsünüzde süt birikimi söz konusu olduğunda tırle adı verilen pompalarla boşaltma işlemi yapabilirsiniz. Bu pompalar hemen her eczaneden kolaylıkla temin edilebilmektedir.
Tüm annelerin sütü yararlıdır. Başlangıçta oldukça koyu olan sütünüz zamanla sulu bir hal alır; bu, anne sütünün genel özelliğidir ve tamamen doğal bir durumdur. Benim sütüm bebeğime yaramıyor gibi sözlerin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü her annenin sütü kendi bebeği için özeldir.
Bebeğiniz her beslenmeden sonra az miktarda kaka yapabilir, bu durum bazen yanlışlıkla ishal olarak değerlendirilir. Oysaki altın sarısı renkte, kötü kokmayan, sulu, günde 7 - 8 kereye kadar olabilen bu dışkı tamamen normaldir. Yine aynı özellikleri taşıyan ama 3 günde bir bol miktarda yapılan kaka da normal kabul edilir. Ancak dışkı çok sert ise nedeni araştırılmalıdır.
Göğüs uçlarında meydana gelen çatlaklar genel kanının aksine, temizlikteki yetersizlikten değil, uygun emzirme pozisyonunun ve tekniğinin sağlanamamasından ileri gelir. Bebek, memenin sadece ucunu değil renkli kısmın önemli bir bölümünü bir ağız dolusu almalı, çene ucu meme cildine temas eder vaziyette ve alt dudak dışa kıvrılmış olmalıdır. Bu şekilde bebeğin yanaklarında şişlik oluşur ve yutkunarak annesinin sütünü aldığı kolayca fark edilir. Eğer çatlak meydana gelmişse doğru pozisyonda ve uygun emzirme tekniğiyle sorun kısa sürede halledilir. Beslenme sonrası bir miktar anne sütünün çatlak bölgelere sürülerek kurutulmasının yararlı olduğu düşünülmektedir.
Emziren anneler her zaman bol ve pamukludan yapılma sutyen giymelidirler.
Anne sütünün yetmediği inancıyla doktora danışmadan yeni bir gıdaya başlanmamalıdır. Düzenli kilo alan, günde ortalama 6 kez beslenebilen, bezini günde 6 defa ıslatan bir bebek anne sütünü yeterince alıyor demektir. Kaka sayısı beslenmenin değerlendirilmesinde güvenilir bir işaret değildir.
Anne sütünün yeterliliği en iyi çocuğun gereken tartıyı almasıyla anlaşılır. Bu nedenle bebeğinizi düzenli aralıklarla sağlık kontrollerine getiriniz.
Çalışan anneler sütlerini sağdıktan sonra, kaynatılarak steril edilmiş şişelerde oda sıcaklığında 8 saat, buzdolabında 24 saat ve buzlukta dondurarak 6 ay saklayabilirler. Bu amaçla saklanan anne sütü hiçbir zaman kaynatılmamalıdır.
Bebeklere ilk yaşın sonuna kadar kaynatılmamış su verilmemesi tavsiye edilir.
Bebeklerini emziren annelerin iyi beslenmesi anne bebek sağlığı açısından çok önemlidir. Bu nedenle annelerin; günde 2 litre (10 su bardağı) kadar sulu gıdalar (su, süt, az şekerli limonata, komposto çorbalar, vb.) almaları önerilir.

Günlük beslenmede en az 2 su bardağı süt veya yoğurt, 1 köfte kadar et ve bir adet yumurta, 3 ince dilim ekmek veya 3 porsiyon unlu yiyecek 2 adet meyve bulunmalıdır. Anne sütü verirken sigara içmemeli, çay ve kahve gibi besleyici değeri olmayan içecekleri tüketmemelidir.



4 - 9 AYLIK BEBEK BESLENMESİ

Yalnız anne sütüyle beslenen bebeklerde ek gıdalara dördüncü aydan sonra başlanır. 4-6 ay arasında anne sütüyle yeterli büyüme gelişme sağlanıyorsa sadece anne sütüyle beslemeye devam edilir, bu durumda ek gıdalara altıncı aydan sonra başlanır.
Bu dönemde çocuğunuza verdiğiniz ek gıdalar anne sütünün tamamlayıcısıdır.

Ek Gıdalar:
Çocuğun ayına uygun büyüme ve gelişme sürecini destekleyen, değişik tatlarla tanışmak suretiyle sonraki aylarda kolay yeme alışkanlığı kazandıran, besleyici değeri yüksek ama allerji yapma niteliği az olan besinlerdir. Meyve suyu veya meyve püresi, sebze çorbası veya sebze püresi, muhallebi, yoğurt, peynir, reçel, bisküvi, ekmek, yumurta bebek beslenmesinde önde gelen ek gıdalardır.
Ek gıdaları kaşık ya da bardakla veriniz.
Yeni deneyeceğiniz yiyecekleri çocuk açken alışık olduğu yiyeceklerden önce veriniz. Miktarı daima azdan başlayarak arttırınız.
Yeni gıdaların allerji yapıp yapmadığına dikkat ediniz. Bu nedenle aynı gün içinde birden fazla yeni besin denemeyiniz. Şüpheli bir gıdayı kestiğinizde belirtilerin geçip geçmediğini kontrol ediniz. Bir iki gün sonra yeniden deneyiniz.
Bebeğinizin hoşlanmadığı önemli yiyecekleri zaman zaman yeniden deneyiniz.
Meyve Suyu:
Elma ve şeftali gibi meyvelerin suları taze olarak 1-2 tatlı kaşığı miktarından başlanarak verilir ve yavaş yavaş arttırılır. Portakal ve mandalina suyunun daha ileri aylarda verilmesi uygun olur.
Meyveler iyice yıkanır, kabukları soyulur ve cam rendede rendelenir. Temiz bir tel süzgeç veya tülbentle süzülerek suyu elde edilir. Meyve suyuna başlandıktan bir iki hafta sonra püre halinde verilebilir. Meyve sularına şeker eklenmemelidir!
Sebze Çorbası:
Meyve suyuna başlandıktan iki hafta kadar sonra öğle öğününde verilmek üzere patates, havuç, pirinç ve taze sebzelerden günlük olarak hazırlanır. Bir iki tatlı kaşığından başlanarak yavaş yavaş arttırılır. Dört haftalık bir süre içinde tam sebze püresine geçilir.
1. Hafta (sebze çorbası): 3-4 su bardağı su, 2 orta boy havuç, 1 orta boy patates 45 dakika kapaklı kapta pişirilir. Tel süzgeçle hiç ezmeden suyu bir başka kaba alınır. Bir çay kaşığı irmik ilavesiyle tekrar 5-10 dakika pişirilir. Sıvı miktarı 200 gram olacak şekilde ayarlanır.
2. Hafta (basit sebze püresi): Aynı şekilde pişirilir. Havuç ve patatesler tel süzgeçten tamamen ezilerek püre olarak geçirilir. Bu pürenin içine yine irmik katılarak mamanın hazırlanması tamamlanır.
3. Hafta (karışık sebze püresi): Havuç ve patatesin yanına 1 çay kaşığı pirinç ve her gün bir yenisi ilave edilmek üzere mevsimlik sebzeler eklenir. Örneğin ilk gün 3-4 yaprak maydanoz, ertesi gün maydanoz ve bir kaç yaprak ıspanak, sonraki gün ilaveten dörtte bir enginar, daha sonra dörtte bir domates gibi .. Tel süzgeçten ya da blenderden geçirilerek elde edilen püreye yine bir çay kaşığı irmik eklenerek 5 dakika daha pişirilir.
4. Hafta (tam sebze püresi): Ayrıntılarıyla anlattığım şekilde hazırlanan püreye 1 çay kaşığı zeytin yağı veya pastörize tereyağı katılır.
Altıncı aydan itibaren sebze çorbası ya da püresine 1 yemek kaşığı kıyma (3 kez çekilmiş yağsız sinirsiz dana) eklenmelidir.
Muhallebi:
Sebze püresinden 1-2 hafta kadar sonra genellikle 5. aydan itibaren akşam (gece değil) öğünü olarak verilir. 1 su bardağı süt, bir tatlı kaşığı pirinç unu, 1 tatlı kaşığı toz şekerle yapılır. Soğuk sütün bir kısmıyla pirinç unu iyice ezilir, kalan süt eklenir karıştırılarak pişirilir. Ateşten indirmeye yakın şeker eklenir. İlk günlerde süt sulandırılabilir.
Muhallebi, kutu mamalarla da hazırlanabilir. Özellikle inek sütü proteinlerine duyarlı olan bebeklerde bu durum tercih edilir. Bir su bardağı su 1 tatlı kaşığı pirinç unu karıştırılarak pişirilir. Ateşten indirildikten sonra içine 5-6 ölçek hazır mama toz halinde katılır. Topaklanma durumunda tel süzgeçten geçirilir. Son yıllarda süt çocukluğu döneminde inek sütünün hiç kullanılmaması yönünde olan görüşler giderek ağırlık kazanmaktadır.

Yoğurt:
Süt kaynatılır, elin dayanabileceği sıcaklığa kadar soğutulur. 1 litre süt içine bir çorba kaşığı yoğurt 1-2 kaşık sütle sulandırılarak eklenir, yavaşça karıştırılır. Hareket ettirmeksizin sıcaklığını koruyabilecek şekilde 3-4 saat bekletilir. Bir kase kadar ikindi öğünü olarak verilir.
Kahvaltı:
Çocuk altı ya da yedi ayını bitirdikten, sebze püresi, muhallebi, yoğurt gibi gıdalara iyice alıştıktan sonra kahvaltılara başlanır. Süt, beyaz peynir, reçel, pekmez, ekmek veya bebe bisküvisi başlıca malzemelerdir. Tuzu alınmış bir parça beyaz peynir ve reçel sütle ezilir. Karışıma ekmek içi katılır. Bu amaçla 3-4 bebe bisküvisi kullanılabilir. Kahvaltıya önce 1-2 tatlı kaşığı olarak başlanır, miktarı giderek arttırılır. Bal allerji yapma olasılığı nedeniyle bir yaşından önce tercih edilmez. İstenirse 1 çay kaşığı yağ eklenebilir. Bir süre sonra peynir, reçel, yağ ve ekmek sütten ayrı olarak verilebilir.
Yumurta:
Katı olarak pişirilmiş yumurtanın sarısı 1 çay kaşığı miktarından başlanıp giderek arttırılmak suretiyle kahvaltıya ilave olarak verilir. Bir haftanın sonunda bebeğiniz bir tam yumurta sarısı yiyebilir. İyice alışmış olan çocuklara yumurta kayısı kıvamında verilebilir. Yumurtanın beyazının bir yaşında önce verilmesi genellikle tercih edilmez.
Tahıllı Çorbalar:
Mercimek, yoğurtlu yayla, acısız tarhana çorbası gibi gıdalar, taze sebze çorbalarına alıştırılmış olan bebeklere 7. aydan sonra değişik tatları öğretmek amacıyla verilebilir.
Köfte:
Sebze çorbasıyla birlikte, yağsız sinirsiz üç kez çekilmiş dana kıymasından baharatsız olarak hazırlanmış 1-2 köfte 6. Aydan itibaren verilebilir.
Balık ve Tavuk:
Bebeğiniz yedi sekiz aylık olduğunda kıymaya alternatif olarak püre halinde öğle öğününde tavuk ve kılçıksız balık eti verebilirsiniz.
Karaciğer:
Kuzu ciğeri tercih edilir. Az tuzlu suda haşlanır, zarı çıkarılır, rendelenerek balık ve tavuk etleriyle dönüşümlü olarak sebze çorbalarıyla birlikte verilir.
Çay:
Çayın besleyici hiç bir değeri yoktur. Aksine diğer gıdaların besleyici değerini düşürür, barsaklardan demir emilimini bozarak kansızlığa yol açabilir. Bu bakımdan süt çocuğu beslenmesinde yeri yoktur.

6-8 AYLIK BEBEKTE BESLENME ŞEMASI:
_____________________________________
1. Öğün (saat 06.00-07.00)
Kahvaltı + Anne Sütü
Ara Öğün (saat 09.00-09.30)
Meyve Suyu
2. Öğün (saat 11.30-12.30)
Et + Sebze Maması + Anne Sütü
Ara Öğün (saat 15.30-16.00)
Yoğurt + Meyve Püresi + Ekmek
3. Öğün (saat 18.30-19.30)
Sütlü Muhallebi + Anne Sütü
Gece Öğünü
Anne Sütü (1-2 kez)
_____________________________________

Anne sütü verilmeyen bebeklerde bunun yerine uygun şekilde hazırlanmış hazır mama verilebilir. Ancak unutulmamalıdır ki hiç bir mama anne sütünün tam olarak yerini tutamaz. Bu nedenle bebeğinizi kendi sütünüzle beslemek için olabildiğince gayret gösteriniz.
Et olarak 1 köfte, 5 tatlı kaşığı karaciğer veya tavuk ezmesi dönüşümlü olarak verilebilir. Sütlü muhallebi yerine mamalardan hazırlanmış muhallebiler ya da hazır unlu sütlü mamalar verilebilir. Sebze maması ve muhallebi öğünleri önceleri az miktarda başlanır, daha sonra 200-250 gram (bir kase dolusu) olarak hazırlanır.


9-12 AY ARASI BEBEĞİN BESLENMESİ:
Çocuğunuz için bu dönemde özel yiyecekler hazırlamanıza gerek yoktur. Yetişkinler için pişirilen tüm ev yemekleri az yağlı püreler halinde bebeğe verilebilir.
Örnek Mönü:

Sabah:
Kahvaltı
1 Bardak şekersiz süt
1 Yumurta sarısı
1 Tatlı kaşığı reçel ya da pekmez
1 Çay kaşığı yağ
1 İnce dilim ekmek veya 3-4 adet bisküvi

Ara: Meyve püresi

Öğle: Kıymalı sebze püreleri
Dolma içleri, sebzeli köfteler
Kuru baklagil püreleri
Bir dilim ekmek içi (sebzelerle)

Akşam: Muhallebi (veya öğle öğünün aynısı)

Sebze olarak bakla ve patlıcan bebek beslenmesinde tercih edilmez. Bir yaşına basan bebekler aile sofrasına oturtulur, kendi kendine yemesi için teşvik edilir. Diğer sütlü besinlerin yanı sıra günde bir bardak süt içmesine özen gösterilir.


1-5 YAŞ ÇOCUK BESLENMESİ:

Dokuz aydan sonra çocuğun temel gıdası olmaktan çıkan anne sütü 2 yaşına dek anne için uygun olan bir zamanda kesilebilir.
Bir yaşından sonra 13-14 aylık olan çocuğa, çatal kaşık kullanma alıştırmaları yapılabilir. Ailenin diğer fertleriyle birlikte sofrada oturan çocuğun ayrı tabağı olmalı, neyi ne kadar tükettiğine dikkat edilmelidir.
Bu dönemde de çocuklar günde dört öğün beslenmeli, temel besin gruplarından (süt ve sütlü gıdalar .. etler, yumurta ve baklagiller .. sebze ve meyveler .. unlu ve nişastalı besinler) yeterli ve dengeli tüketmelidirler.
Ülkemizde en sık yapılan hatalardan biri çocuğu yemek suyuyla beslemektir. Hiç bir besleyici değeri olmayan bu beslenme biçimi uygulanmamalıdır.

Her gün yarım litre süt çocuklara verilmelidir. Süt her şekilde verilebilir. Sütün içerdiği kalsiyum çocukların gelişimi için çok önemlidir. 25 gram peynirde de 200 gram sütteki kadar kalsiyum vardır.
Her gün et ve baklagillerden bir ikisi beslenme listesinde bulunmalıdır.
Her gün bir yumurta yedirilmelidir. Düzenli et verilen çocuklara gün aşırı olabilir.
Günde bir ya da iki kez sebze verilmelidir.
Günde bir iki kez meyve yenmelidir. Fazladan bir öğün meyve vermek sebzenin yerini tutabilir. Meyve suları da meyvenin yerine geçebilir.
Günde bir iki kez nişastalı besinler ve üç dilim ekmek beslenme listesinde bulunmalıdır.
Çocuklara olabildiğince erken dönemde kendi kendilerine çatal kaşık kullanarak yemeleri öğretilmelidir.
Her çeşit şekerleme, pasta, kek, dondurma sık sık verilmemesi gereken yiyeceklerdir. Öğünler arasında çocuğa şekerleme vermek iştahı azaltarak yetersiz beslenmeye yol açtığı gibi diş çürüklerinin de önde gelen nedenidir.
Çay ve kahve verilmesi içerdikleri uyarıcı maddeler nedeniyle sinirliliğe yol açtığından bu içecekleri çocuklara hiç tattırmamak en iyisidir.
Bu dönemde çocuklar ağız ve diş sağlığı konusunda eğitilmelidirler. 1,5 - 2 yaşına gelen çocuğun bir diş fırçası olmalı, macunsuz olarak fırçalama eğitimi verilmelidir. Üç yaştan itibaren diş macunu kullanmaya başlanabilir.

Sevgili Anne ve Baba,
Hazırlamış olduğum bu kısa ve özlü beslenme kılavuzunun, bebeğinizin yeterli ve dengeli beslenmesi için gösterdiğiniz çabada size yol göstererek yararlı olacağını umut ediyorum. Bebek beslenmesi ile ilgili kapsamlı ve kaliteli çok sayıda kaynak eseri kitapçılarda bulabilir, merak ettiğiniz ayrıntıları doktorunuzla konuşarak bilgilerinizi pekiştirebilirsiniz.
Sağlıklı ve başarılı nesiller yetiştirmeniz dileğiyle ..

Dr. Çağatay Nuhoğlu
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Şubat 2006       Mesaj #17
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÇOCUK GELİŞİMİ VE ALLAH İNANCI

ANA RAHMİNİ terk eden yeni doğmuş bir bebek bir süre için ‘anneden ayrılma anksiyetesi’ dediğimiz yeni hayata adapte olamama sıkıntısı yaşar. Sıkıntının süresi annenin bebeğine karşı gösterdiği ‘annelik tutumu’ ile yakından ilgilidir. Bebek için ana rahmindeki o zahmetsiz lüks hayat bitmiş; yeni ve alışık olmadığı zor bir hayat başlamıştır. Acıkmakta, altı kirlenmekte, yüksek sesten, ışıktan, karanlıktan, soğuktan ve sıcaktan rahatsız olmaktadır. Sıkıntısını ağlayarak ifade etmenin dışında elinden bir şey gelmez.

Ancak ne zaman ağlasa ve korku ile titrese kendisini saran şefkatli kollar, yanağına öpücük konduran sevgi dolu dudaklar olduğunu hissetmeye başlar. Acıktığında süt veren, altı kirlendiğinde temizleyen eller vardır. Bu yabancısı olduğu yeni dünyada yalnız ve sahipsiz değildir. Onu koruyan, ihtiyaçlarını yerine getiren, seven, değer veren biri vardır. Onun adı annedir. Annenin varlığını hissettikçe korkunun yerini güven duygusu almaya başlar. Onun şefkatli kollarında kendisini güvende hisseder; gülücükler dağıtarak ve kuş dilişle cıvıldayarak mutluluğunu dile getirir.
Araştırmalar, doğumdan sonra çeşitli sebeplerle anneden ayrı kalan çocuklarda güven duygusunun gelişmediğini; annenin yerini alacak bir kadın bulunamadığı zaman çocukta ruhsal çöküntü başladığını göstermektedir. Çocuk esirgeme kurumunda çok iyi bakılıp beslense dahi duygusal ve sosyal gelişimi yaşıtlarına göre geri kalmaktadır. Bu sebeple ilk üç yıl anne-çocuk beraberliği çok önemlidir. İlk üç yılını anne sevgisinden ve şefkatinden yoksun geçiren bir çocuk kendisine gösterilen sevgiye karşılık veremez. Anne şefkatinden mahrum kalan bir çocuğa “Allah çocuklara karşı annelerinden daha şefkatlidir,” demeniz bir anlam ifade etmez. Çünkü daha önce sevgi ve şefkat görmediği için bu alanda duyguları kapalıdır.
Güven duygusunun gelişmesinde babanın rolü de çok önemlidir. Güçlü biri tarafından korunduğunu bilmesi çocuğun korkularını azaltır. “Benim babam senin babanı döver,” diyen çocuk, bir bakıma “Beni her türlü tehlikeye karşı koruyan güçlü bir babam var,” demektedir. Her çocukta babanın gücünü abartma eğilimi vardır. Bu güce sığınarak kendini güvende hisseder. Okul öncesi dönemde babanın gücüne sığınarak kendini güvende hisseden bir çocuk okul çağına geldiğinde, babanın her şeyi bilmediğini, dünyanın en güçlü adamı olmadığını kavramaya başlar. Soyut zekânın da gelişmeye başlaması ile birlikte, babanın gücüne sığınma ihtiyacını Allah’ın gücüne sığınarak telafi eder.
Baba sevgisinden ve korumasından mahrum büyümüş bir çocuğa, “Allah çocukları sever ve onları her türlü tehlikelerden korur,” demeniz fazla bir anlam taşımaz. Çocukluğunda baba şefkati ve koruması yaşamadığı için, ileri yaşlarda dara düştüğünde, ona Allah’a sığınmayı ve Allah’tan yardım istemeyi öğretmeniz çok zordur.
Çocuk yürümeye ve ihtiyacını anlatabilecek dil becerisini kazanıp konuşmaya başladıktan sonra yavaş yavaş annenin yardımınıza gerek duymadan yeme, içme, elini yüzünü yıkama, tuvalet ihtiyacını giderme, giyinme, oyuncaklarını toplama gibi kendi ihtiyaçlarını yerine getirecek şekilde eğitilmelidir. İki yaşına kadar hazıra alışmış olan çocuk bu becerileri kazanmada acemilikler yaşayabilir, tembellik yapabilir. Yemek yerken, su içerken üzerine dökebilir, elini yıkarken üstünü ıslatabilir, tuvalet ihtiyacını giderirken tuvalet taşını kirletebilir, ayakkabılarını ters giyebilir, bağcıklarını bağlarken zorlanabilir, elbisesinin, düğmelerini iliklerken sırayı şaşırabilir. Bütün bu acemiliklerini anlayışla karşılamalı, ona zaman tanımalı, deneme-yanılma girişimleri desteklenmeli ve cesaret verilmelidir.
Yürüme ve konuşma yaşına gelip kendi ihtiyaçlarını yerine getirebilecek fiziksel ve zihinsel olgunluğa ulaştığı halde anne baba, özellikle anne, yardım etmeye devam ederse. “Dur sen yiyemezsin ben yedireyim, dur sen içemezsin ben içireyim, dur sen giyemezsin ben giydireyim, dur sen tuvaletini yapamazsın ben yaptırayım...” derse. Çocuk aileye bağımlı hâle gelecek, kendi ayakları üzerinde dikilmeyi öğrenemeyecek, karşılaştığı bir problemi anne babanın yardımı olmadan çözemeyecek, “öğretilmiş acizlik” dediğimiz beceriksiz bir kişilik kazanacaktır.
Aileye bağımlı hâle getirilen çocuklarda Allah inancı da buna uygun gelişecektir. Bir güçlükle karşılaştığında, işi ters gittiğinde, güçlüğü kendi aklı ve yeteneği ile aşmaya çalışmak yerine Allah’tan yardım bekleyecek; “Neden bu terslikler hep beni buluyor! Allah neden bana yardım etmiyor!” diye yakınacaktır.

3-6 Yaş Gelişim Özellikleri
Aile, anne, baba, çocuklar ve aile büyüklerinin birlikte yaşadığı sosyal bir kurumdur. Her kurum gibi ailenin de uyulması gereken kuralları ve bu kurallar tarafından belirlenmiş bir hiyerarşi ve iş bölümü vardır. Aile hayatının dirlik ve düzenlik içinde devam etmesi için her aile üyesi kurallara uymalı, üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeli, diğer aile üyelerine güçlük çıkarmamalıdır.
Altı yaşına kadar çocuğun kişiliği üç aşamadan geçerek büyük çapta tamamlanmış olur: Güvenli veya güvensiz kişilik, bağımlı veya bağımsız kişilik, sorumlu veya sorumsuz kişilik. Çocuğa üç yaşından sonra kendi ihtiyaçlarını yerine getirecek beceriler kazandırılırken; olumsuz davranışlarına, yersiz ve zamansız isteklerine sınır konmalı, her istek ve davranışının kabul görmeyeceği öğretilmelidir. Ancak bunu yaparken anne baba zor ve baskı kullanmamalı, niçin sınır koyduğunu anlayacağı bir dil kullanarak açıklamalı, hoşgörü ve anlayışla yaklaşmalı, çocuğa zaman tanımalıdır. Sevgi eğitimin sihirli anahtarıdır. Sevildiğini bilen bir çocuk, anne ve babanın bu sevgisini kaybetmemek için, olumsuz istek ve davranışlarında ısrar etmez, bilerek kuralları çiğnemez.
Çocuğun kendisini değerli hissetmesi ve özgüven kazanması için aile meclisinde söz verilmeli, fikri alınmalı, adam yerine konmalı, ailenin sevilen bir üyesi olduğu hissettirilmelidir.. Ayrıca bakkaldan ekmek almak, çöp dökmek, sofra kurmada ve kaldırmada yardımcı olmak, yatağını yapmak, oyuncaklarını ve odasını toplamak gibi küçük işler verilerek sorumluluk duygusu kazandırılmalıdır.
Bazı anne babalar: “Ben sıkıntı çektim, çocuğum sıkıntı çekmesin, rahat büyüsün” diyerek, gerekli olup olmadığına bakmaksızın, çocuğun her isteğini yerine getirir, davranışlarına sınır koymazlar. Aslında her isteği yerine getirilen, davranışlarına sınır konmayan, kafasına estiğini yapan, devamlı yardım gören bir çocuk doyumsuz olur. Anne babaya karşı da saygısızdır. Sahip olduğu şeylerin kıymetini bilmez. Kendi başına bir iş beceremediği için özgüveni zayıftır. Karşılaştığı güçlükleri anne ve babanın yardımı olmadan aşamaz. Kendisine bir iş verildiği zaman yapmaz, sorumluluk almak istemez. Büyüdüğü zaman, alışık olduğu üzere, yine başkalarından yardım ve anlayış bekler, kendisi gayret göstermez.
Sorumsuz kişilik sahibi insanların Allah inancı da tutarsızdır. Her istekleri yerine getirildiği ve davranışlarına sınır konmadığı için, bir taraftan Allah’tan her işinin yerine gelmesi için yardım beklerken diğer taraftan Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız davranırlar. “Allah’ın benim ibadetime ne ihtiyacı var?” derler.

Ali Çankırılı

Çocuklarda Sorumluluk Duygusu ve Kişilik Gelişimi
cocuk


PEDAGOJİ

ÇOCUKLARDA SORUMLULUK DUYGUSU VE KİŞİLİK GELİŞİMİ






"O DAHA ÇOCUK, KENDİ BAŞINA KARAR VEREMEZ"

Sorumluluk’ kelimesi bize ne anlam ifade ediyor? Bir başka deyişle, sorumluluğunu bilen bir çocuktan neler bekleriz?
İlköğretim dördüncü sınıfa giden bir öğrencinin annesi çocuğuyla övünürken şöyle diyordu: "Benim oğlum sınıfının birincisidir. Derslerini bitirmeden içi rahat etmez. Sözümüzden dışarı çıkmaz. Nazik ve saygılıdır. Odası ve eşyaları daima temiz ve düzenlidir. Boş zamanlarında müzik dersleri aldırıyoruz, çok iyi piyano çalar. Elimizden geldiğince ona herşeyin en iyisini vermeye çalışıyoruz. Kısacası, beyefendi, benim oğlum sorumluluklarını bilen bir çocuktur."
Anneyi dinledikten sonra, "Hanımefendi," dedim, "bu saydığınız özellikler bizim pedagojik anlamda ifade ettiğimiz sorumluluk kavramına girmez. Biz, sorumluluk derken daha başka şeyler kastederiz. Pedagojide çocuğunuzun müzik dersleri alması fazla önemli değildir. Önemli olan, müzik dersleri almaya kendisinin karar verip vermediği, yani buna istekli olup olmadığıdır."
Anne bu açıklamamı anlamsız bulmuş olacak ki, itiraz etti: "O daha çocuk efendim, kendisi nasıl karar verecek?" (Evet, anne babaların çocuk adına karar verirken sığındıkları savunma budur: "O daha çocuk, kendi başına nasıl karar verecek?")
Anneye sordum: "Çocuğunuzun derslerine yardım eder misiniz?"
Hanımefendi gururla cevap verdi: "Elbette, dersleri o kadar ağır ve ödevleri o kadar çok ki, bizim yardımımız olmadan bitiremez." (Evet, çoğu anne babalar da böyle yapıyor, çocuklarının ödevi bitmeden içleri rahat etmez.)
Sormaya devam ettim: "Çocuğunuz yazılı veya sözlü bir sınavdan düşük not aldığını söylese ne yaparsınız?"
Anne böyle bir soru beklememiş olacak ki, şaşırdı. Sesini yükselterek, "Benim çocuğum zayıf not almaz" dedi, "çünkü o çok çalışıyor." (Evet, çoğu ailelerde çocuğun zayıf not alma özgürlüğü yoktur. Zayıf alan çocuk sorumluluğunu yerine getirmemiş sayılır, bu yüzden cezayı veya en azından azarlanmayı hak etmiştir.)
Sorumluluk ile kişilik birbirini tamamlayan iki özelliktir. Kişilik sahibi olunmadan sorumluluk kazanılamaz. Peki, nedir kişilik? Söz sahibi olmak, kendi başına karar verebilmek, istemediği bir teklifle karşılaştığında ‘hayır’ diyebilmek, adam yerine konmak, kendisine saygısı ve özgüveni olmak, sevildiğini ve önemsendiğini bilmek... Bir öğrenci çok çalışıyor, iyi notlar alıyor, anne babasına ve öğretmenlerine karşı saygılı davranıyor olabilir; bu onun sorumluluk sahibi biri olduğu anlamına gelmez.
Sorumluluk duygusu ana rahminde başlar dersem, fazla abartmış olmam. Son araştırmalar, ana rahmindeki embriyonun annenin duygularını hissettiğini ve paylaştığını gösteriyor. Buna göre, irade dışı ana rahmine düşmüş bir embriyo annenin hamileliği arzu etmediğini hissedecek, doğumdan sonra anneye karşı evlatlık sorumluluğu duymayacaktır.

"ONUN İÇİN
DOĞRU OLANI YAPIYORUZ"

İstenen ve arzu edilen bir çocukta neden sorumluluk duygusu gelişmez? Çünkü, anne baba, "Çocuktur, anlamaz; biz onun adına doğru olanını yapıyoruz" diyerek çocuğun bütün sorumluluklarını üzerlerine alırlar. Yemeğinden giyimine, ev ödevlerine, hobi ve arkadaş seçimine kadar, çocuk adına herşeye anne baba karar verir. Bu kararlara uyan çocuk sevilir, uymayan çocuk sevilmez. Eğer anne "Tabağındakini bitirmeden sofradan kalkmayacaksın!" diyorsa, yemeği sevmediği veya tok olduğu halde tabaktakini bitiren çocuk, söz dinleyen, sevilen, uysal, sorumlu bir çocuktur. "Hayır, ben bu yemeği sevmiyorum; sevmediğim bir yemeği bitirmek zorunda değilim!" diyen çocuk da sevilmeyen, dikbaşlı, sorumsuz bir çocuktur. Bir gün erkek kardeşimin evinde iken, gelin hanımın elinde yemek dolu kaşıkla çocuğu kovaladığını gördüm. Sizin anlayacağınız, zorla yemek yedirmeye çalışıyordu. Gülerek çocuğa seslendim: "Koş aslanım, yakalanma; acıkma özgürlüğü adına koş!"
Konferanslarımda hanım dinleyicilerime (kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla kabilinden) diyorum ki: "Eğer yemek seçen, her yemeği beğenmeyen mızmız bir kocanız varsa, bunun sorumlusu kaynanalarınızdır. Adamcağıza çocukluğunda acıkma özgürlüğü tanımamış, zorla ağzına mama ve yemek tıkıştırmışlardır."
Anne baba ile çocuklar arasında, kişilik ve sorumluluktan kaynaklanan problemler çoğunlukla ilkokuldan sonra başlıyor. İlkokul sıralarında bize gelip de çocuklarının ders çalışmamasından ve söz dinlememesinden yakınan veliler çok azdır. Anne baba ile çocuk arasındaki çatışmalar neden daha önce değil de ortaokul ve lise sıralarında ortaya çıkar acaba?
Millî Eğitim Bakanlığı müfettişleri ilkokul ve ortaokul kelimelerini telaffuz etmemize kızıyorlar, "İlkokul ve ortaokul yok; ilköğretim var!" diyorlar. Kendi açılarından haklı olabilirler, ancak çocuk davranış bilimleri açısından bir yıl bile uzun bir zamandır. Öyle ki, çocuk gelişimini anlatırken bazen aylara inmek zorunda kalırız. Sekiz yıl gibi uzun bir zamanı ‘ilköğretim’ adı altında nasıl tek peryotta ele alabiliriz? İlkokul ile ortaokulu ayırmadığımız zaman ‘ön-ergenlik’ çağını anlatamayız.
Çocukların ders çalışmamaları ve söz dinlememeleri, bir başka deyişle anne baba ile çatışmaya girmeleri, ön ergenliğe geçişte (12-14 yaşlarda) başlıyor. Bu da, tahmin edeceğiniz gibi, ortaokul sıralarına rastlıyor. Peki, ergenliğe geçişte bütün çocuklar anne baba ile çatışma yaşar mı? Hayır, hepsi yaşamaz. Kişiliği gelişmiş, kendine güveni olan, ailede kendisine değer verildiğini ve sevildiğini bilen, sorumluluk duygusu kazanmış çocuklar ergenliğe geçişi kolay atlatırlar. Bu çocuklara ders çalışmalarını hatırlatmaya, tepelerine dikilip ödevlerini yaptırmaya gerek kalmaz.
Çocukta kişilik gelişimi doğumdan itibaren başlar ve altı yaşlarında büyük çapta tamamlanmış olur. Buna göre bir çocuk okula ya silik, bağımlı, gölge bir kişilik ya da kendine özgüveni olan, sorumluluk sahibi, bağımsız bir kişilik kazanmış olarak başlar.
Gölge kişilikli çocuk anne baba yardımı olmadan ödevlerini yapamaz. Devamlı anne baba kontrolünde ders çalışır. Okulda öğretmeninden ‘aferin’ veya ‘yıldız’ aldığı zaman eve gelir gelmez anne ve babasına aldığı ‘aferin’i ve ‘yıldız’ı haber verir, onları sevindirir. Çünkü bu aferin veya yıldız kendisine ait değil, anne babaya aittir. Güdümlü bir kişiliğe sahip çocuklar ders çalışma alışkanlığı kazanamadıkları gibi, aldıkları başarılardan da zevk duymazlar. Başarı gibi görünen bütün çabaları anne babalarını memnun etmek ve onların sevgisini kazanmak içindir. Sınavda zayıf aldıkları zaman, zayıf aldıkları için değil, anne babanın sevgisini ve desteğini kaybetmekten korktukları için üzülürler.

"HAYIR, ÖYLE DEMEK
İSTEMİYORSUN"

Anne baba olarak çocukların duygularını rahatça ifade etmelerine izin vermediğimiz zaman ilk hatamızı işlemiş oluyoruz. Dört yaşlarında bir kız çocuğu, yeni doğan kardeşini kıskandığını şu sözlerle açığa vuruyordu: "Anneciğim bu çirkin bebeğin ağlamaları beni sinir ediyor, götürüp hastaneye geri verelim." Anne, gülerek, "Aslında bunu yapmamızı istemiyorsun, değil mi? Daha bu sabah kardeşini sevdiğini söylemiştin, unuttun mu?" diyerek çocuğun duygularını bastırıyordu. Anne burada gerçek dışı davranmış, çocuğun duygularını inkâr etmişti. Bu yaklaşımla çocuğun kıskançlık duygusunu yok edeceğini zannediyordu. Anne, çocuğun duygularını inkâr etmek yerine şöyle diyebilirdi: "Neden onu hastaneye geri götürmemizi istiyorsun? Yoksa onu senden daha çok sevdiğimizi mi sanıyorsun?"
Bir öğretmen arkadaş anlatıyor:
"Okumuş insanlar olarak biz bile çocuk eğitiminde hata yapıyoruz. Dün akşam, ilkokul üçüncü sınıfa giden kızımla eşim arasında geçen bir çatışmaya şahit oldum. Kızım yatmaya giderken annesi bağırdı: ‘Ödevini yaptın mı?’ Çocuk kızgın bir ses tonuyla ‘Evet yaptım!’ diye karşılık verdi. Annesi, ‘Ama ben görmedim’ dedi. Çocuk sesini iyice yükselterek, ‘Yaptım diyorum ya!’ diye bağırdı. Kızım tepki göstermekte haklıydı, annesi kendisine güvenmediği için onuru incinmişti. Ancak eşim mantıklı düşünmek yerine otoritesini kullanmaya yöneldi: ‘Bacak kadar boyunla annene nasıl cevap veriyorsun, gelirsem yanına o bağıran ağzını yırtarım!’ Çocuğun yanında eşimi eleştirmek istemediğim için yumuşak bir sesle, "Hanım, kızımız yalan söylemez, yaptım diyorsa yapmıştır, birbirinizi üzmeyin" dedim. Eşim aynı kızgınlıkla bana döndü. ‘Bu çocuğu sen şımartıyorsun! Senden yüz bulduğu için bana böyle cevap veriyor,’ dedi. Bu şartlar altında problemi çözmek mümkün değildi. Ne yapacağımı bilemedim. Üçümüz de gergin bir gece geçirdik."
Çoğu anne babalar çocuğa nasıl yaklaşacaklarını bilemiyorlar. Kaş yapayım derken göz çıkardıklarının farkında değiller.

"O ZAYIF ALIYOR,
BEN ÜZÜLÜYORUM"

Çocuk ilkokula başladığı günden itibaren, sanki okula başlayan kendileriymiş gibi, bütün sorumluluğu anne baba üstlenir. Ödevini yapmadığı zaman anne baba huzursuz olur. Çocuğun tepesine dikilip ödevini yaptırmadıkça içleri rahat etmez. Aslında çocuk adına sorumluluğu üstlenme tâ bebeklikten itibaren başlar. Anne yedirir, anne giydirir, anne tuvalete götürür. Çocuk adına herşeye anne baba karar verir. Çocuğa seçme hakkı verilmez. Tok olduğu halde anne elinde kaşık çocuğun ağzına zorla mama tıkıştırır. Üşümediği halde üstüste kazak giydirerek çocuğu terletir. Çocuğa hediye verildiğinde, çocuktan önce anne baba atılır: "Amcaya teşekkür et."
Her ihtiyacı anne baba tarafından karşılanan, devamlı neyi nerede ve nasıl yapacağı kendisine hatırlatılan, yanlış yaptığında azarlanan ve kınanan çocuklar gölge bir kişiliğe sahiptir. Anne babaya sormadan bir iş yapamazlar, kendilerine güvenleri yoktur. Karşılaştıkları bir problemi çözmekte güçlük çekerler. Böyle çocuklarda okul korkusu çok yaygındır, okula uyum sağlamakta zorluk çekerler.
Sorumluluk duygusu kişilik gelişimiyle doğrudan orantılıdır. Duygularını, tepkilerini rahatça ifade etmesine, gerektiğinde ‘hayır’ demesine izin verilmeyen çocuklarda bağımsız bir kişilik gelişmediği için sorumluluk duygusu da kazanamazlar. Aşırı korumacı ve müdaheleci anne babalar çocuklarında köle bir kişilik geliştirdiklerinin farkında değildir. Kendi anne babalarından böyle gördükleri için çocuk yetiştirmenin doğru yolu bu zannederler. Baskı ve yönlendirme ile büyüdükleri için kendi duygularıyla bile nasıl başa çıkacaklarını bilemezler. Yeni evlenen okuyucularıma derim ki, bari anne ve babalarınızın düştüğü hatalara siz düşmeyin. Çocuk eğitiminde yapılan hataları sonradan telafi etmek mümkün değildir, çünkü çocuğun kişiliğine işlemiş bulunmaktadır. Aşırı koruma ve müdahele ile çocuklarınızın kişiliğini öldürmeyin. Ölü kişilikli, köle ruhlu insanların ne kendisine, ne insanlığa bir faydası olur. Köle zihinli insanlar, emir almaya ve aldıkları emri yerine getirmeye alıştıkları için ancak dikta rejimlerinin işine yarar.
Son düzenleyen Blue Blood; 5 Şubat 2006 14:56 Sebep: flood
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Şubat 2006       Mesaj #18
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Televizyon ve zihin tembelliği


ÖZELLİKLE yaşlı insanlardan şu sözleri çok sık duyarsınız: “Televizyon çıkalı eski muhabbetler kalmadı.” Biz bu haklı sözleri değiştirerek şöyle diyoruz: “Televizyon çıkalı anne babalar çocuklarına eskisi kadar zaman ayıramaz oldu.” Anne gündüz televizyon izlerken eteğine yapışan çocuğu başından savmak için “git oyuncaklarınla oyna, görmüyor musun televizyon izliyorum” der. Baba işten dönüp akşam yemeğini yedikten sonra koltuğuna oturur, eline kumandayı alır, saatlerce şu kanal senin bu kanal benim dolaşır durur. Baba özlemi çeken çocuğuna yarım saatini ayırmaz.
Geliri yerinde, okumuş ailelerin çoğu çocuk odasına da televizyon almaktadır. Alırken çocukla bir anlaşma yapar ve söz vermesini isterler: “Ancak ödevini yapıp dersini çalıştıktan sonra televizyon izleyeceksin.” Çocuk hiç düşünmeden söz verir. Aslında bu anlaşmada iki taraf da birbirini aldatmaktadır. Anne babanın amacı çocuktan kurtulmak, çocuğun da amacı televizyon sahibi olmaktır. Araştırmalar, odasına televizyon alınan çocukların, beklenenin aksine okul başarısında düşme olduğunu göstermektedir. Çocuk, televizyon izleyebilmek için ödevlerini çala kalem yapmakta, derslerine yeterince çalışmamakta ve sınavlara iyi hazırlanamamaktadır.

Çocuklarda televizyon seyretme alışkanlığı sadece okul başarısını etkilemekle kalmıyor; fiziksel, sosyal, zihinsel ve duygusal gelişimlerini de yavaşlatıyor. Çocuk, televizyon başında yeterince hareket etmediği ve biriken enerjisini harcayamadığı için devamlı kilo almaktadır. Sokakta arkadaşlarıyla oyun oynayan ve koşan bir çocuk birikmiş vücut enerjisini boşalttığı için rahatlamakta; eve sakinleşmiş olarak dönmektedir. Halbuki televizyonun karşısında saatlerce oturan bir çocuk enerjisini boşaltmak şöyle dursun, aksine bu cihazlardan yayılan elektronlara maruz kalmakta ve vücudundaki statik elektrik yükü artmaktadır. Bu sebeple, televizyon bağımlısı çocuklar daha sinirli ve daha saldırgandır. Yaşlarına uygun olmayan programları izlemeleri halinde kafaları karışır, ruh sağlıkları bozulur.

Televizyona düşkün çocuklarda sosyal beceriler zayıflamaya ve içe dönük bir kişilik gelişmeye başlar. Ailesiyle, arkadaşlarıyla ve diğer insanlarla sosyal ilişki kurmada isteksiz davranırlar. Televizyon izleyen bir çocuk, kendisi birşey üretmemekte, sadece başkaları tarafından üretilen şeyleri izlemekte veya oynamaktadır. Hazırı kullanmaya alışmış bu çocuklarda el becerileri ve motor hareketler gelişmez, büyüklerin yardımı olmadan kendi başlarına bir iş beceremezler. Zihinsel ve duygusal gelişimleri de normal değildir. Olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi kuramaz, bilgiyi yorumlayamazlar. Kitap okumak ve ders çalışmak gibi zihinsel çaba gerektiren işlerden hoşlanmazlar. Televizyon karşısında daima alıcı durumunda oldukları için konuşmaya ihtiyaç duymamakta, dolayısıyla dil becerileri gelişmemektedir. Dil becerileri zayıf olduğu için başkalarıyla diyalog kuramaz, duygularını ve düşüncelerini doğru ifade edemezler.

Küçük yaştan itibaren televizyon izlemeye alışan çocuklarda gelişim bozuklukları daha belirgin ve daha ciddidir. Bu çocuklar akranlarına nazaran daha geç yürür ve daha geç konuşurlar. Konuşulanları ve kendilerine verilen direktifleri anlamakta güçlük çekerler. Dil becerileri gelişmediği için isteklerini büyüklerin elinden tutarak veya işaret ederek anlatmaya çalışırlar. Anneye aşırı bağımlıdırlar. Yabancılarla duygusal ilişkiye giremezler. Öpülmekten ve kucaklanmaktan hoşlanmazlar. İsimleriyle çağırıldıkları zaman tepki vermezler. Yaşıtlarıyla oyun oynamayı ve oyun kurmayı beceremezler. Ellerini ve parmaklarını iyi kullanamazlar. Çarşı, pazar, toplu taşıma araçları gibi kalabalık yerlerde bulunmaktan hoşlanmaz, huysuzluk gösterirler. Doğuştan zihin geriliği olan ve fazla televizyon izleyen çocuklarda otizm belirtileri artmakta, bu çocukları eğitmek daha da zorlaşmaktadır.


Çocuklarınıza Zaman Ayırın


Çocukları televizyon bağımlılığından kurtarmanın tek çaresi onlara zaman ayırmaktır. Anne baba olarak öncelikli görevimiz çocuklarımıza iyi bir eğitim kazandırmaktır. Hiçbir işimiz çocuk eğitiminden daha önemli değildir. Eğer çocukların yapmaktan zevk alacakları müzik, resim, spor, kitap okumak gibi faydalı bir becerileri yoksa; anne babaların televizyonu yasaklamaları problemi çözmeyecek, daha da ağırlaştıracaktır.

Çocuğunun inatçılığından, söz dinlememesinden, aşırı televizyon izlemesinden ve okuldaki başarısızlığından yakınan bir babaya “çocuğunuza zaman ayırın” tavsiyesinde bulunduğumuzda, “her akşam en az bir saat beraber ders çalışıyoruz, ödevlerine yardım ediyorum, ama değişen bir şey yok” demişti. Gülerek: “Hayır, dedim, bizim kastettiğimiz beraberlik bu değil. Çocuk bu beraberlikten zevk almaz, aksine bir an önce bitmesini ister. Siz çocuğunuza zaman ayırmıyorsunuz, ona ders çalıştırıyorsunuz.”

Çocuğunuza ayırdığınız zamanın süresi değil, kalitesi önemlidir. Eğer bu beraberlikten iki taraf da zevk alıyorsa, kaliteli bir beraberlik var demektir. Birlikte yürüyüşe çıkmak, çocuk parkına gitmek, piknik yapmak, akşam yemeğinden sonra ailece çaylı-pastalı sohbet etmek, birlikte televizyonda kaliteli bir film veya program izlemek, uyku saatinde çocuğunuza masal veya kısa bir hikaye okumak ilk anda aklımıza gelebilen kaliteli beraberliklerdir.

Çocuğunuzla birlikte iken iyi bir dinleyici olmalısınız. Çocuk duygularını, hayallerini, düşüncelerini, endişelerini, korkularını çekinmeden dile getirmeli ve sizinle paylaşmalıdır.

Çocuklarını dinlemeyen anne babalar onları tanımakta güçlük çekerler. Çocuğunuzu ne kadar çok tanırsanız, yetenekleri konusunda beklentileriniz o kadar gerçekçi olur.


Ali Çankırılı
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Şubat 2006       Mesaj #19
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çocuk Yalana Nasıl Alışır


Genç kadın, yeni aldığı kıyafeti komşusuna öyle bir anlatıyordu ki, komşusu meraktan renkten renge girmişti.

“Ya yeter artık anlattığın, getir de bir görelim.”

Kadın koşar adım gidip elbiseyi getirdi ve nispet edercesine gösterdi. Komşu hanım, “Eee, vallahi, hani anlattığın kadar var yani...” dedi.

Kim bilir kaçıncı baskıydı. Eve her gelene yeni elbise bir anlatılıyordu ki, görme gitsin! Fiyatı komşulara iki misli söyleniyordu.

“Aman çocuklar, babanız sorarsa sakın ha bu elbiseyi kaça aldığımı söylemeyin. Ona yarısını söyleriz, olur biter” diyordu; çocukları en kötü alışkanlık olan yalana bir anne olarak ittiğinden habersizcesine...

Küçük Ali zaman zaman düşünüyor, öğretmeni “Çocuklar, sakın ola ki yalan söylemeyin. Yalan çok çirkindir. Yalan söyleyeni hiç kimse sevmez. Siz yalan diyebilir, beni aldatabilirsiniz; ama Allah’ı asla aldatamazsınız; Onun melekleri sizi her zaman görmekte, her söylediğinizi yazmakta, her yaptığınızın resmini çekmekte” diyordu.

Peki, annesi bunları bilmiyor muydu?

Ali’nin gözünde annesi yanlış yapmazdı, o halde annesi haklıydı! Çünkü geçen gün de aynı şey olmuştu. Annesi, “Babanıza sakın demeyin” demiş ve kendisi de doğruyu söylememişti.

Ali, aslında çalışkan ve terbiyeli bir çocuktu. Fakat son zamanlarda yaşadıkları onu biraz düşündürüyor, ara sıra da olsa küçük kaçamaklar yapıyordu. Bilhassa başarılı olmadığı derslerini söylemiyor, kırık aldığı zaman ya “İyi aldım” veya “Daha bilmiyorum” diyordu.

Bir gün veli toplantısına Ali’nin annesi de çağrıldı. Ali’nin notlarını düşürdüğü, eskisi kadar derslerinde ciddî olmadığı söylendi. Annesi çok şaşırmıştı ve Ali’nin neden böyle bir davranış içerisine girdiğine bir anlam verememişti. Akşam olunca, aile her zamanki gibi akşam yemeğinde bir araya geldi.

“Ali, biliyorsun, bugün veli toplantısına gittim.” dedi.

“Ne var? Gayet normal...”

Annesi, “Evet,” dedi, “buraya kadar normal de, senin bize söylediklerinle öğretmenin söyledikleri çelişiyor da... Utanmıyor musun bize yalan söylemeye? Ben seni yalan söylemen için mi okutup emek veriyorum? Okulda size yalan mı öğretiyorlar? Sonra, bu yalanın çıkmayacak mı zannettin? Çekirge bir zıplar, iki zıplar, üçüncüde yakalanır. Bak sen de nasıl yakalandın!”

“Bitti mi?”

“Evet, bitti. Yine bir yalanla mı kendini savunacaksın?”

“Hayır, anne! Ben, yalan söylemeyi, okuldan, arkadaşlarımdan ya da öğretmenimden öğrenmedim; ilk senden öğrendim!”

Bu sözleri duyan genç kadın, ağzındaki lokmayı yutamaz oldu. Deminden beri bütün konuşmaları sessizce dinleyen baba ise, bu konuşmalara bir anlam veremeden gayriihtiyarî hanımına bakakalmıştı.

Ali cesaretini topladı:

“Evet, anne!” dedi. “Yanlış duymadın. Bana yalanı sen öğrettin! Sen değil miydin, bir şey olduğu zaman ‘Babanıza söylemeyin’ diyen ve olayı farklı anlatan, ‘Şunu yaparsanız size şunu alırım’ deyip biz yaptığımız zaman boşveren, sözünde hiç durmayıp bizi hep aldatan?.. Ben aslında yalanın çok kötü olduğunu biliyorum. Öğretmenimiz bunu bize uzun uzun anlattı. Ama günlerce düşündüm; ‘Kötü bir şey olsa her şeyi en güzel yapan anneler yapmaz’ dedim ve senin yaptıkların öğretmenimin anlattıklarından üstün çıktı. Kırık not aldığım zaman sizlere iyi imiş gibi anlattım.”

Etrafı büyük bir suskunluk kaplamıştı.

Herkesin ruh dünyasında kasırgalar esmekteydi. En çok da, düşünmeden yaptığı hareket karşısında çocuğuna kötü örnek olan annenin yüreğinde...

Ne yapmıştı, Ali gibi çalışkan ve sorumlu bir çocuğu ta uçuruma kadar nasıl getirmişti?

Anne, neden sonra söze başladı:

“Ali, senden özür diliyorum. Demek ki hiç yanlış yapmaması gereken, yaptığı zaman ise büyük tahripler yapan anneler de hata yaparmış! Düşünmeden yaptıklarım ve söylediklerimle bana güzel bir ders verdin. Bana model olduğumu hatırlattın. Seni tebrik ediyorum.”

Esra Nuray Sezer
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Şubat 2006       Mesaj #20
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çocuklarımızın Yeteneklerinden Haberdar mıyız? Minik kızlarımız ve oğullarımız hızla büyüyüp; birinden çıkıp, daha soluklanmadan yeni bir gelişim sürecine dalıyorlar. Aslında onlarınki öyle zorlu bir mücade ki, o minik canlıları taktir etmemek mümkün değil. Durmaksızın öğrenip, yeni keşiflerin tadını doya doya çıkarıyorlar. Öğrenmeye son derece aç ve hazırlıklı olan beyinlerini, her dem taze tutmak ve doyurmak onlar içinde yorucu olsa gerek. Bütün bu sürecin içerisinde bize düşen bir yığın görev var. Bu, ebeveyn olma görevinin ötesinde iyi bir de gözlemci olmamızı gerekli kılıyor. Her çocukta yetenek vardır, ancak onların ortaya çıkartılması ve işlenmesi her zaman mümkün olmayabilir. İşte bu zorlu görevde bizlere düşmekte. Onları büyütmeye, yetiştirip hayata hazırlamaya çalışırken, onların sahip oldukları yetenekleri keşfetmek içinde gözümüzü de dört açmalıyız.
Müziğe, dansa, resme,okumaya, spora, el yeteneklerine vs, vs daha fazla ilgi gösteren çocuklarımızı da bu çerçevede eğitmeli ve yönlendirmeliyiz. Geçen aylarda kızım Doğa'nın dansa ilgisi olduğunu fark ettim. Eurosport'ta yayınlanan buz patenini, dans yarışmalarını, ritmik jimnastiği ve diğer bir kanalda yayınlanan baleyi seyrederken hiç bir şeyi duymadığını ve görmediğini anladım. Öyle bir zevkle seyrediyordu ki, hiç bir saniyeyi kaçırmak istemiyor, gözünü bir an bile ekrandan ayırmıyor, hatta gözünü dahi kırpmıyordu. Evde gürültü olmasına veya TV'nin önünden geçilmesine inanılmaz sinirli tepkiler veriyordu. Ve gördüklerini kendi çapında tekrarlayıp, zevk almasına, sonra "anne bak bale yapıyorum" demesini hayret ve sevinçle gözlemliyorum. Ben inanıyorum ki -ve ümit ederim ki- benim kızımın dansa, muhtemelen baleye müthiş bir ilgisi var. Yeteneği var mı? onu bilemem. Ancak başarıya giden yol yeteneğin yanısıra ilgi de gerektirir diye düşünüyorum. Eminimki ilerde hobi olarak veya meslek olarak baleyi seçecek. Yani bale veya dansın herhangi bir stili onun hayatında hep olacak. Barbie bebek alırken bile balerin olanları sectiğini de şu anda, bu yazıyı yazarken hatırlıyorum. Eşimle bunu konuşurken o kadar heyecanlandım ki, gözlerimi kapadığım anda Doğa'yı yüzlerce kişinin önünde dans ederken hayal bile ettim. Ayarlayabildiğimiz en kısa sürede konservatuara gidip bir görüşme yapacağız. Bizi doğru yönlendireceklerine emin olmanın verdiği rahatlıkla onun yeni yeteneklerinin tadını çıkaracağım.
Dikkat edin, sevgili minik yavrunuza, eğer çalan şarkıya ayağıyla, veya ıslığıyla eşlik ediyorsa, müzikten zevk alıyor demektir. Müzik çaldığı halde duymayı beceremeyen o kadar çok insan var ki, bu küçük ayrıntı bile onları ayrıcalıklı kılar. Eline aldığı beyaz kağıdı, onlarca rengin eşliğinde süslemeyi beceriyorsa ve bu eylemi yaparken çocuğunuzda bir huzur ve mutluluk hissediyorsanız bilin ki resim yapmak onu deşarj ediyordur. Bu örnekler çoğaltılabilir elbette. Yeter ki siz iyi gözlemleyin. Dikkat isteyen gözlemleriniz ve sabır isteyen denemeleriniz, size çocuğunuzda var olan yeni yeteneklerin tohumlarını gösterecektir. Bunları gün ışığına çıkarıp büyümesini sağlamaktaki en büyük görev siz ebeveynlerin olacaktır. Bunları meslek olarak seçmeseler bile bir hobi olarak hayatlarına katmaları, onları her zaman sosyal yaşam içinde mutlu, huzurlu ve zevk alınan insanlar olarak, toplumda yer almalarına katkı sağlayacaktır. Çocuğunuzun ilgilendiği konulara sizde onunla ortak olun. Toplu etkinliklere katılın. Yanlışlar yapmasına müsaade edin ve yaptıklarını eleştirmeyin. Sürekli eleştirilen çocuklar yeteneklerini ortaya koymaktan çekinebilirler. Bence en önemli şey de, ailece alışkanlıklar edinin; beraber kitap okumak, müze gezmek, müzik dinlemek gibi. Yaratıcılığını ortaya çıkarılabilmesi için ortam sağlayın. Evinizdeki bir köşeyi ona ayırın. Bırakın kırıp döksün, boyasın çizsin, söksün taksın. Verdiğiniz görevi yerine getirdiğinde onları yüceltin. Duygularını mutlaka paylaşın. Hassas oldukları konularda azami dikkat gösterin, başkaları tarafından incinmesine müsaade etmeyin. Duygularının paylaşılmadığını düşünen çocuklar daha içine kapanık olurlar. Bu da onların yeteneklerini ortaya dökmelerine asla izin vermez. Birde benim her zaman reddettiğim bir genelleme vardır; "kızlar kız oyuncağı, erkekler de erkek oyuncakları ile oynar". Bu hiç doğru değil. Bu onların erkek ya da kız olmaları ile değil, yetenekleri ile değerlendirilmelidir. Maalesef baskın olarak ataerkil bir ulus olduğumuz için, erkek çocuklarımızın eline mutlaka bir silah tutuştururuz. Çünkü o babasının "aslan oğlu"dur. Benim kızım sahip olduğu DNA ların etkisi ile elbette bebeklere daha fazla ilgi gösteriyor ve feminen duyguları ile daha kollayıcı, koruyucu roller üstlense de bu onun daha sert oyunlar ya da daha erkeksi oyunlar oynamasına mani değildir. (bu da ne demekse?? oyun oyundur, erkeksi ya kız oyunları diye bir ayrım olmamalıdır). Doğa'nın en zevk aldığı şeylerden biri, aldığımız oyuncağı mutlaka söker, onu incelemek ister. Çivileri çakmak, vidaları yerinden çıkarmak, elinde küçük bir çekiçle babasına yardım etmek, onda müthiş bir iş beceriyor olmanın rahatlığını ve keyfini yansıtır. Onun için özel olarak aldığımız -hani şu kendiliğinden içine sarılan- metreyle durmaksızın bir şeyler ölçer.
Onların bizim için yaptıkları resimleri, hazırladıkları hediyeleri sergileyin, bu ona gurur verecektir. Yeni yaratacağı şeyler için yüreklendirecektir. Düşlerini ve hayallerini paylaşın. Size anlattıkları ile dalga geçmeyin. Sonra size güvenmeyecektir. Benden geçen bir genle kızımda müthiş, akla hayale sığmayan bir hayal gücü vardır. Rüyasında zebralarla kovalamaca oynar, o sırada bir aslan gelir. Aslanın o kadar çok saçı vardır ki, hepsi havada uçuyordur ve yeşildir. O sırada bir yılan gelir sürüklenerek (sürünerek veya kıvrıla kıvrıla değil!). Sonra pinokyo'nun peri annesi gelir (oda bana çok benziyordur!!) ve çok güzel pastalar yapar. Deniz kızı Marina, kötü Hedrik'in eline düşer. Kızım ve Büyücü Hansel onu gidip kurtarırlar. Sonra şato daki davete giderler. Daha sonra Boby'nin Dünyasında bir doğumgününe katılır. Denize girerler ve yunusların üstüne binerler. vs, vs, vs Bitip tükenmek bilmeyen, hayal sınırlarını zorlayan öyküler anlatır bana. Onun istediği tepkileri verir, anlatırken aynı korkuları yaşayıp, aynı anda seviniriz. Her akşam eve gittiğimde, onun anlatımına ve tepkilerine benzer bir şekilde bende yaptıklarımı anlatırım. Benim onu her zaman önemsediğimi ve bir yetişkin gibi dikkate aldığımın farkındadır. Ve bu da bizim aramızdaki özel bağın en ışıltılı ve en güçlü kısmıdır.
Bir gün, o minik kızımın zarif hareketlerle, kuğu gibi uçuşan tüller eşliğinde piyano tuşlarından çıkan notaların kollarında dans ederken, çınlayan alkışlarla kulaklarımın sızlayacağını ve herkesten saklayacağım gurur gözyaşlarımı çaktırmadan sileceğimi biliyorum.
Hadi sizde oğlunuzun ilk kişisel sergisinin açılışındaki kalabalığın ve onun annesi olmanın keyfini çıkarın.
Demet Eşrefoğlu Vardar
Son düzenleyen Blue Blood; 8 Şubat 2006 18:03

Benzer Konular

13 Nisan 2011 / kompetankedi Genel Mesajlar