Türkiye Kürtleri
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Türkiye Kürtleri, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan Kürtlerdir.
Türkiye'deki Kürtler Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesinde yayılmış halde bulunmaktadır. Osmanlı döneminde Konya, Kastamonu, Ankara, Kırşehir ve Aksaray gibi İç Anadolu'nun köylerine sürülmüş ve Cumhuriyet döneminde İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Mersin, Samsun, Tokat, Amasya, Artvin ve Bursa gibi Türkiye'nin diğer kentlerine göç etmişlerdir.
Türkiye Kürtleri'nin toplam nüfusu 11.445.000 ila 15.000.000 arasında olduğu çeşitli kaynaklarda geçmektedir. Ancak Kürtlere yakın akraba bir halk olan Zazalar'ın Kürt etnisitesine dahil olup olmadığı tartışmalı bir konudur.
Tarihi Süreçte Türkiye Kürtleri
Doğu Anadolu'da Türkmen ve Kürt aşiretleri 10. yüzyıldan beri birlikte yaşamaktadırlar. Bölgedeki Türkmen ve Kürt aşiretleri Selçuklu dönemi, Akkoyunlu ve Karakoyunlu dönemi, Safevi dönemi daha sonra da Osmanlı dönemini beraber geçirmişlerdir. Örneğin; Akkoyunlu devleti'nin başkenti Diyarbakırdır ve, Kürtler hükümdar Uzun Hasan Bey'in sarayında görev almışlar; bürokrasi ile askeri teşkilatta birlikte hareket etmişlerdir.
Güneydoğu ve Doğu Anadolu'nun yerli halkı olan Kürtlerin tarihi ile ilgili yapılan araştırmalarda, Ortadoğu'da kurulan Alamut Ziyar, Hamdanı, Büveyhoğulları, Mervani, Sedadi, Hasanveyh, Alamut, Gor, Mahabad devletlerinin kurucularının Kürdi halklar olduğu düşünülmektedir. Daha da öncelere gidilirse Urartu, Hurri, Mitanni gibi devletlerinin Proto-Kürdi halklar tarafından kurulduğu sonucuna ulaşılabilir.
Bu durum, Osmanlı ile Sünni Kürt beyleri arasında doğal bir ittifakın oluşması anlamına geliyordu. Ancak Çaldıran savaşı, Güneydoğu Anadolu'nun Osmanlı tarafından fethedilmesi anlamına gelmiyordu. Savaştan sonra bölge, aralarında herhangi bir birlik olmayan Kürt beylerinin egemenliği altındaydı. Savaştan iki yıl sonra çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı diğer bölgeler Osmanlı toprağı haline gelmiştir. Bu dönemde Osmanlı devletinin doğu politikasını oluşturan kişi sarayda görevli, Kürt asıllı İdris-i Bitlisî'dir.
1514 yılında, Yavuz Sultan Selim ile 23 Kürt beyliği arasında imzalanan anlaşma, bir bakıma Kürtlere tanınan bir "muhtariyet"in belgesidir:
1516 yılında, Şah İsmail'in Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu yeniden istila etme hazırlığında olduğunu öğrenen bölge halkı, bu tehlike karşısında, bölgedeki Kürt aşiretlerinin beyleri bir araya gelerek Osmanlı'ya katılma kararı aldı. Bu talebi de "Ariza" adlı bir metinde anlattılar. "Ariza"yı Kürt beylerini temsilen Sultan'a götüren kişi İdris-i Bitlisî" olmuştur. İdris, ayrıca, kendisinin Farsça kaleme aldığı İstimaletname"de "Bilad-ı Ekrad" yani "Kürt beldeleri" hakkında bilgiler vermiştir. Yavuz Sultan Selim, kendisine başvuran Kürtlerin isteğini geri çevirmedi ve bu "beldeleri" Safevi tehdidinden kurtarmaya karar vererek Güneydoğu Anadolu'yu egemenliği altına aldı.
Bu tarihten itibaren, Diyarbakır ve Mardin Osmanlı topraklarına dahil edildiği gibi, İdris'in Yavuz Selim adına bölgenin Kürt-Türkmen beyleriyle anlaşması sayesinde Bitlis, Urmiye, İtak, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizran, Garzan, Palu, Siirt, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf), Meyyafarikin ve Cezire-i İbn Ömer gibi toplam 25 mıntıka barışçıl yollarla Osmanlı idaresine bağlanmıştır. Bu üstün başarılarından dolayı Yavuz Selim, İdris-i Bitlisî"yi ödüllendirmiştir. Kendisine bir ferman göndererek Diyarbakır bölgesini ona "temlik" olarak vermiştir. Ayrıca merkezi Diyarbakır olan ve Yavuz Selim'in 1516 yılında yeni kurduğu "Arab Kazaskerliği" kendisine bahşedilmiştir. Böylece İdris-i Bitlisi Osmanlıların en büyük siyasi rütbelerinden biri olan kazaskerlik rütbesine yükseltilmiştir.
Güneydoğu Anadolu (Kürdistan bölgesi) Osmanlı'ya bağlandıktan sonra Kürt aşiret ve beyliklerine özerklik tanınmıştır. Kurulan "Diyarbekir Vilayeti" bünyesinde 11 sancak Türk idarecilerine, 8 sancak yerli Kürt beylerine verilmiştir. Osmanlının idari sisteminde en büyük birim "vilayet" olduğundan; tek bir Diyarbekir vilayeti tüm Güneydoğu Anadoluyu içine alıyordu. Vilayetin altında livalar, onun da altında sancaklar vardı. 1520 yılındaki bir Osmanlı belgesinde, "Vilayet-i Diyarbekir" başlığı altında 9 liva, bunların da altında 28 "Ekrad sancağı" (Kürt sancağı) sayılıyordu. 1526 yılına ait bir belgede ise, "Diyarbekir Vilayeti Livaları" başlığı altında önce 10 Osmanlı sancağı, sonra da "Vilayet-i Kürdistan" başlığı altında "Ekrad sancakları" denilen 17 sancak sayılmıştır.
"Diyarbekir vilayeti" içindeki sancakların 35'i geçtiğini; bunların 16'sının tımar düzenine tâbi klasik Osmanlı sancakları olduğunu; kalanların ise "yurtluk-ocaklık" ve "hükümet" diye de tasnif edilen "Kürdistan vilayeti livaları" olduğunu ortaya çıkarılmıştır. Bunun anlamı, söz konusu Kürt bölgelerinin belirli bir otonomiye sahip olduklarıdır. Bu düzende Kürtler kendi hayatlarını sürdürmüştür. Bu durum onlara kimliklerini koruma imkanı verdiği gibi, feodal düzenin sürmesini kolaylaştıran bir hukuki düzen de getirmiştir.
Osmanlı döneminde, Türkmenler ile Kürtler arasında kültürel alışveriş yaşandı. Kürtlerin tarihi konusundaki uzmanlardan biri olan David McDowall, "The Kurds" adlı kitabında bu hususu şöyle belirtiyor:
Kürtler için Osmanlı ordusunun ilgi çekici olduğunu dile getiren David McDowall, Kürtlerin sabit ordunun süvarileri arasında Türklerin yanında yer aldığını söylüyor. Kürtlerin en önemli katkısının, özellikle merkezden uzaktaki birliklerde olduğunu hatırlatan McDowall, 1630'ların
ortalarında İran'a yapılan bir Osmanlı seferinde Hakkari ve Mahmudi Kürtlerinin ana ordunun önünde yer aldığını, Bitlisten gelen piyadelerin ise arka birlikleri oluşturduğunu belirtiyor.
Tanzimat süreci ile Osmanlı idarecileri, merkezi yönetimi güçlendirmek, etkili biçimde vergi toplamak ve kuvvetli ordular kurmak niyetindeydi. O dönemde pek çok eyalette vergi Osmanlı memurları tarafından değil, yerel yöneticiler tarafından toplanıyor, bunlar da topladıkları verginin ancak bir kısmını merkeze aktarıyordu. Merkezin güçlenmesi için etkili bir bürokratik yapının kurulması ve bu yolla eyaletlerin kontrol altına alınması gerekiyordu. Bu işi en iyi başaran kişi, devleti 1876-1909 yılları arasında yöneten Sultan II. Abdülhamid oldu.
II. Abdülhamid, devletin Müslüman halklarını bir arada tutmaya büyük önem verdi. Doğudaki fanatik Ermeniler arasında milliyetçi çeteler, Abdülhamid'in bu bölgeye özel bir şekilde eğilmesine vesile oldu. Abdülhamidin getirdiği çözümün çatısını da "Hamidiye Alayları" oluşturmuştur. Abdülhamid"in ismine kurulan bu alaylar, Güneydoğudaki Kürt aşiretlerinden adam devşirilerek bölgeyi Osmanlı devleti adına korumak amacıyla kurulan yarı askeri birliklerdir. Giderek büyüyen Rus tehdidine ve Ermeniler arasındaki milliyetçi örgütlenmeye karşı güvenlik unsuru olan Hamidiye Alayları, aynı zamanda Kürtlerin devlete olan sadakatlerini pekiştirmek gibi bir amaç da taşıdığı iddia edilir.
Aslında alaylar, Sultan Abdülhamidin Kürtleri devlete daha da ısındırmak ve bağlılıklarını artırmak için yürüttüğü kapsamlı projenin parçasıydı. Projede Kürt önde gelenlerinin çocuklarının İstanbulda eğitilmesi, bölgeye gönderilen din adamları yoluyla "Osmanlı" bilincinin güçlendirilmesi gibi unsurlar da vardır. İstanbul"da "aşiret mektepleri"nin açılması, bölgedeki medreselere maddi destek verilmesi bu projenin ayaklarını oluşturmuştur. Abdülhamid, ayrıca, yöreye gezici öğretmenler ve vaizler göndererek halkın eğitimine de önem vermiştir.
Burada, Kürt aşiret reislerinin çocuklarının askeri okullarda okutulması ve bunlardan Harbiye mektebinden mezun olanlarının nizamiye ordusuna tayin edilmesinin önemine işaret edilebilir ve Kürtlerin esasen devletle bütünleşmesinin Abdülhamid döneminde olduğu belirtilir. Askeri bir misyonu da yerine getiren alaylar, doğudaki Rus destekli Ermeni çetelerine karşı koymuşlar, gerilla tipi savaş vermişlerdir.
19. yüzyıl sonlarında Osmanlı devletinin tebaası, kendini daha çok dini temelde tanımlamakta Kürtler, kendilerini "Kürt"ten ziyade "Müslüman" olarak görmekteydi.
Jön Türk hareketiyle birlikte Kürt entelektüeller tarafından başlatılan milli bilinç oluşturma çabaları geniş Kürt kitleleri üzerinde başlangıçta etkili olmadı. The Kurds adlı kitabın yazarı Derk Kinane"ye göre Kürt ağaları, hanları, şeyhleri bu modern Kürtlerin milliyetçi çabalarından hiç etkilenmedi. Çünkü, onları "dinsiz ve devrimci fikirlerin taşıyıcısı" olarak gördü ve kuşkuyla değerlendirdi. Kuşkuyla bakılanlar arasında elbette Türk milliyetçileri de vardı. 1909 yılında Sultan Abdülhamide karşı düzenlenen Jön Türk darbesinden ve bunun ardından iktidarı ele geçiren milliyetçi kadrodan rahatsız oldular. Yine de bu huzursuzluklar isyana dönüşmedi ve Kürtlerin Osmanlı devletine olan bağlılığı sürmüştür.
Kürtlerin merkezi devlete bağlığının bir başka göstergesi, 1912'den 1918ye kadar aralıksız devam eden savaş yılları olmuştur. Trablusgarp, Yemen ve Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşında pek çok Kürt, Osmanlı ordusunda görev almıştır. David McDowall, düzenli orduda görev yapmaya karşı evrensel bir gönülsüzlük olmasına rağmen binlerce Kürt'ün silah altına girdiğini belirtmektedir. Kürtler tüm bu savaşlarda, resmi dili Türkçe olan Osmanlı devleti adına savaşmıştır. Burada McDowall"a göre, en önemli faktör Müslüman kimliğiydi.
23 Temmuz 1919'da Erzurum Kongresi'nde özellikle Doğu Anadolu Kürtleri'nin Milli Mücadale sırasında Türkiye ile birlikte hareket ettiklerini gösteren bir kongredir. Doğu İllerinin Haklarını Koruma adı ile kurulmuş Cemiyet temelinde organize edilen Erzurum Kongresine Erzurum, Van, Bitlis gibi Doğu Anadolu bölgesi delegeleri katılmıştır. Bunun yanında Sivasve Trabzon delegeleri de vardı. Gelmesi gereken diğer il temsilcileri çeşitli engellemeler yüzünden kongreye katılamamışlardır. Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu’nun kaderini görüşmek üzere toplanmış olsa da memleketin bütününü ilgilendiren meseleler hakkında karar almıştır. Bu kongre, ulusallık eğilimlerini açıkça taşımış olmasına karşın özellikle temsili niteliği açısından bölgeseldir, sadece Doğu ve Kuzeydoğu illerini kapsamaktadır. Doğu Anadolu delegelerin katılmasıyla kongrede vatan sınırları belirtilerek, vatanın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağı ilan edilmekle, emperyalistlere de Anadolu’nun, öz yurdun işgal edilemeyeceği anlatılmak istenmiştir. Erzurum Kongresi Tüzüğü'nün metni görüşülmüş ve Doğu illeri için hüküm ve şartlar kabul edilmiştir.
4 Eylül 1919 günü toplanan Sivas Kongresi'nde ise Erzurum Kongresi'nin yapılması nedeniyle daha çok batı illerinin katılımıyla olmuştur. Erzurum, Erzincan ve Diyarbakır'dan delegeler katılmıştır. Doğu illerinin delegelerinin ortaya koymuş olduğu Erzurum Kongresi Tüzüğü, tüm ülke için genişletilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, telgraflarında kullandığı "anasır-ı İslam" yani "İslam unsurları" kavramına Milli Mücadele boyunca büyük vurgu yapmıştır. 1 Mayıs 1920 tarihli Meclis konuşmasında,
Osmanlı mirası üzerinde paylaşım kavgasının verildiği Sevr Konferansına, milliyetçi entelektüellerden oluşan bir grup Kürt temsilci de katılmıştır. Başlarında Osmanlı ordusunda görev yapmış bir Kürt olan Şerif Paşa vardır. Amaçları Ermenilerle anlaşarak bir "Kürt Devleti" kurmak için Avrupalı devletlerden onay almaktır. Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Antlaşmasının 62. maddesi, "Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel özerklik" verilmesini öngörüyordu. 64. madde ise "Kürt halkının Türkiye'den bağımsızlık elde etmelerinin yolunu açıyordu.
Ne var ki "Jön" Kürtler, Avrupalı diplomatlardan aldıkları desteğin bir benzerini Güneydoğu Anadolu"da bulamamıştır. Kürtler arasında bu habere duyulan şiddetli tepki, Parise bir seri telgrafın yollanmasına sebep olmuştur. Bu telgraflarda Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediği, iki halkın soy ve din itibarıyla kardeş olduğu savunuluyordu. Erzincandan 10 ayrı Kürt aşiret lideri, Fransız Yüksek Komiserliğine, Şerif Paşa'nın hareketlerini protesto eden bir telgraf yollamıştır. Benzer telgraflar Ocak 1920'de, Misaki Milli kabulünden iki gün önce, Osmanlı Parlamentosuna da yollanmıştır. Mart 1920de İslami dayanışmayı vurgulayan ve Kürtlerle Türkleri ayırma çabalarına karşı çıkan bir deklarasyon, 22 Kürt aşiretinin lideri tarafından imzalanmıştır.
Dönemin Vakit gazetesinde Kürtler adına yayınlanan ortak yazıda, Türklerin ve Kürtlerin birlikte maruz kaldıkları Rus ve Ermeni terörüne atıfta bulunarak, Şerif Paşa'yı şiddetle kınanmıştır. Kısacası Sevr Antlaşmasını protesto edenler arasında Kürtler ön safta yer almıştır. Kürtlerin Milli Mücadeleye verdiği destek sonuna kadar sürmüştür. Urfa ve Maraşın düşman işgalinden kurtarılmasında önemli roller üstlenmişlerdir.
23 Nisan 1921'de açılan ilk mecliste Ağrı (5 temsilci), Bitlis (8 temsilci), Diyarbakır (7 temsilci), Elazığ (7 temsilci), Ergani (11 temsilci), Erzincan (5 temsilci), Erzurum (10 temsilci), Bingöl (6 temsilci), Hakkari (5 temsilci), Kars (3 temsilci), Mardin (6 temsilci), Muş( 8 temsilci), Oltu (2 temsilci), Siirt (6 temsilci), Siverek (6 temsilci), Urfa (5 temsilci), Tunceli (6 temsilci) ve Van (4 temsilci) delegeleri yerini almıştır.
Benzer işbirliği Lozan görüşmeleri sırasında da yaşandı. Lozan'da Avrupalı devletler Kürtlerin "azınlık" olduğunda ısrar edince, İsmet Paşa,
Acaba Şeyh Said isyanı sonrasında Kazım Karabekir Paşa, daha farklı bir "doğu politikası" farklı bir politika geliştirmiş ve önermiştir. İsmet İnönü hükümetinin "Takrir-i Sükun" politikalarındaki sertliği eleştiren Karabekir, temeli eğitim ve ekonomik entegrasyona dayalı alternatif bir proje sunmuştur.
Projesi 4 temele dayanıyordu:
İsmet İnönü hükümetlerinin uyguladığı politikalar ise, "radikal devrimcilik" vizyonuna göre şekillenmiştir. Bu vizyonda ekonomiye ve yerleşik kültürel değerlere fazla önem verilmemekte, sorunun Kürtlere Türk kimliğini kabul ettirmek ve tepkileri bastırmakla çözümleneceği sanılmıştır.
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Sponsorlu Bağlantılar
Türkiye Kürtleri, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan Kürtlerdir.
Türkiye'deki Kürtler Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesinde yayılmış halde bulunmaktadır. Osmanlı döneminde Konya, Kastamonu, Ankara, Kırşehir ve Aksaray gibi İç Anadolu'nun köylerine sürülmüş ve Cumhuriyet döneminde İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Mersin, Samsun, Tokat, Amasya, Artvin ve Bursa gibi Türkiye'nin diğer kentlerine göç etmişlerdir.
Türkiye Kürtleri'nin toplam nüfusu 11.445.000 ila 15.000.000 arasında olduğu çeşitli kaynaklarda geçmektedir. Ancak Kürtlere yakın akraba bir halk olan Zazalar'ın Kürt etnisitesine dahil olup olmadığı tartışmalı bir konudur.
Tarihi Süreçte Türkiye Kürtleri
Doğu Anadolu'da Türkmen ve Kürt aşiretleri 10. yüzyıldan beri birlikte yaşamaktadırlar. Bölgedeki Türkmen ve Kürt aşiretleri Selçuklu dönemi, Akkoyunlu ve Karakoyunlu dönemi, Safevi dönemi daha sonra da Osmanlı dönemini beraber geçirmişlerdir. Örneğin; Akkoyunlu devleti'nin başkenti Diyarbakırdır ve, Kürtler hükümdar Uzun Hasan Bey'in sarayında görev almışlar; bürokrasi ile askeri teşkilatta birlikte hareket etmişlerdir.
Güneydoğu ve Doğu Anadolu'nun yerli halkı olan Kürtlerin tarihi ile ilgili yapılan araştırmalarda, Ortadoğu'da kurulan Alamut Ziyar, Hamdanı, Büveyhoğulları, Mervani, Sedadi, Hasanveyh, Alamut, Gor, Mahabad devletlerinin kurucularının Kürdi halklar olduğu düşünülmektedir. Daha da öncelere gidilirse Urartu, Hurri, Mitanni gibi devletlerinin Proto-Kürdi halklar tarafından kurulduğu sonucuna ulaşılabilir.
16. yüzyılBinlerce yıldır Ortadoğu'da yaşayan bir halk olan Kürtler'in, Türklerle olan esas ortak tarihi 16. yüzyılın başlarında, Yavuz Sultan Selim döneminde başlamaktadır. Osmanlı devleti'nin sınırlarını doğuya doğru genişleterek Ortadoğu'nun büyük bir bölümüne hakim olan Yavuz, 1514 Çaldıran Savaşı ile Safevi tehlikesini ortadan kaldırarak Doğu Anadolu bölgesini topraklarına kattı. Bu bölgede yaşayan Kürt ve Türkmen aşiretleri Osmanlı egemenliği altına girdiler. Hatta Sünni Kürt ve Türkmen aşiretleri bu savaşta Osmanlı ordusuna büyük destek vermiştir.
Bu durum, Osmanlı ile Sünni Kürt beyleri arasında doğal bir ittifakın oluşması anlamına geliyordu. Ancak Çaldıran savaşı, Güneydoğu Anadolu'nun Osmanlı tarafından fethedilmesi anlamına gelmiyordu. Savaştan sonra bölge, aralarında herhangi bir birlik olmayan Kürt beylerinin egemenliği altındaydı. Savaştan iki yıl sonra çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı diğer bölgeler Osmanlı toprağı haline gelmiştir. Bu dönemde Osmanlı devletinin doğu politikasını oluşturan kişi sarayda görevli, Kürt asıllı İdris-i Bitlisî'dir.
1514 yılında, Yavuz Sultan Selim ile 23 Kürt beyliği arasında imzalanan anlaşma, bir bakıma Kürtlere tanınan bir "muhtariyet"in belgesidir:
- Osmanlı yönetimine bağlı olarak Kürt Emirlikleri'nin özerkliklerini korumak.
- Kürt Emirlikleri'nde de yönetim babadan oğula geçerek sürecek, eskiden beri yürümekte olan yönetim yürürlükte kalacak ve bu konuda ferman padişahtan çıkacak.
- Kürtler, Türklere bütün savaşlarda yardım edecekler.
- Türkler de Kürtleri bütün dış saldırılardan koruyacaklar.
- Kürtler, devlete verilmesi gereken her türlü vergiyi ödeyecekler.
- Bu anlaşma Sultan Selim ile ona boyun eğen Kürt Emirlikleri arasında yapılmıştır.
(M. Emin Zeki, Kürdistan Tarihi, Syf. 83)
Bu tarihten itibaren, Diyarbakır ve Mardin Osmanlı topraklarına dahil edildiği gibi, İdris'in Yavuz Selim adına bölgenin Kürt-Türkmen beyleriyle anlaşması sayesinde Bitlis, Urmiye, İtak, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizran, Garzan, Palu, Siirt, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf), Meyyafarikin ve Cezire-i İbn Ömer gibi toplam 25 mıntıka barışçıl yollarla Osmanlı idaresine bağlanmıştır. Bu üstün başarılarından dolayı Yavuz Selim, İdris-i Bitlisî"yi ödüllendirmiştir. Kendisine bir ferman göndererek Diyarbakır bölgesini ona "temlik" olarak vermiştir. Ayrıca merkezi Diyarbakır olan ve Yavuz Selim'in 1516 yılında yeni kurduğu "Arab Kazaskerliği" kendisine bahşedilmiştir. Böylece İdris-i Bitlisi Osmanlıların en büyük siyasi rütbelerinden biri olan kazaskerlik rütbesine yükseltilmiştir.
Güneydoğu Anadolu (Kürdistan bölgesi) Osmanlı'ya bağlandıktan sonra Kürt aşiret ve beyliklerine özerklik tanınmıştır. Kurulan "Diyarbekir Vilayeti" bünyesinde 11 sancak Türk idarecilerine, 8 sancak yerli Kürt beylerine verilmiştir. Osmanlının idari sisteminde en büyük birim "vilayet" olduğundan; tek bir Diyarbekir vilayeti tüm Güneydoğu Anadoluyu içine alıyordu. Vilayetin altında livalar, onun da altında sancaklar vardı. 1520 yılındaki bir Osmanlı belgesinde, "Vilayet-i Diyarbekir" başlığı altında 9 liva, bunların da altında 28 "Ekrad sancağı" (Kürt sancağı) sayılıyordu. 1526 yılına ait bir belgede ise, "Diyarbekir Vilayeti Livaları" başlığı altında önce 10 Osmanlı sancağı, sonra da "Vilayet-i Kürdistan" başlığı altında "Ekrad sancakları" denilen 17 sancak sayılmıştır.
"Diyarbekir vilayeti" içindeki sancakların 35'i geçtiğini; bunların 16'sının tımar düzenine tâbi klasik Osmanlı sancakları olduğunu; kalanların ise "yurtluk-ocaklık" ve "hükümet" diye de tasnif edilen "Kürdistan vilayeti livaları" olduğunu ortaya çıkarılmıştır. Bunun anlamı, söz konusu Kürt bölgelerinin belirli bir otonomiye sahip olduklarıdır. Bu düzende Kürtler kendi hayatlarını sürdürmüştür. Bu durum onlara kimliklerini koruma imkanı verdiği gibi, feodal düzenin sürmesini kolaylaştıran bir hukuki düzen de getirmiştir.
Osmanlı döneminde, Türkmenler ile Kürtler arasında kültürel alışveriş yaşandı. Kürtlerin tarihi konusundaki uzmanlardan biri olan David McDowall, "The Kurds" adlı kitabında bu hususu şöyle belirtiyor:
"Kuşku yok ki, geç dönemde, bazı Arap ve Türkmen aşiretleri kültürel anlamda Kürtleştiler. Kürt ve Türkmen kabileleri bir arada yaşadı, bazı durumlarda birbirleri ile karıştı, bazı Türk liderler Kürtleri cezbetti veya bunun tam tersi oldu."David McDowall'a göre, aynı şekilde çok sayıda Kürt, özellikle Müslüman ordularında profesyonel asker olanlarla, Türk veya Arapların yoğun yaşadığı bölgelere göçen köylüler ve aşiretler, Kürt kimliklerini kaybetti.
Kürtler için Osmanlı ordusunun ilgi çekici olduğunu dile getiren David McDowall, Kürtlerin sabit ordunun süvarileri arasında Türklerin yanında yer aldığını söylüyor. Kürtlerin en önemli katkısının, özellikle merkezden uzaktaki birliklerde olduğunu hatırlatan McDowall, 1630'ların
ortalarında İran'a yapılan bir Osmanlı seferinde Hakkari ve Mahmudi Kürtlerinin ana ordunun önünde yer aldığını, Bitlisten gelen piyadelerin ise arka birlikleri oluşturduğunu belirtiyor.
19. yüzyılKürtler arasında, 1840'lardan itibaren bazı isyanlar meydana gelmeye başlamıştır. Kürt tarihinde önemli bir yere sahip olan Bedirhan ailesine, bu isyanlardaki öncü rolü sebebiyle önem verilir. Halbuki, ne Bedirhan ailesinin isyanlarında ne de o dönemdeki diğer Kürt kalkışmalarının herhangi birinde milliyetçi motifin olmadığı belirtilir. Bu tip ayaklanmalar, 1839 yılındaki "Gülhane Hatt-ı Hümayunu" ile başlayan Tanzimat dönemine tepki olarak gelişmiş hareketlerdir. Osmanlı, Tanzimatla birlikte, daha önce geniş bir özerklik verdiği bölgeleri merkeze sıkı biçimde bağlamaya çalışıyordu. Buna tepki gösteren yerel liderler de ayaklanıyordu. Bunların kimisi Kürt, kimisi de Türkmendi.
Tanzimat süreci ile Osmanlı idarecileri, merkezi yönetimi güçlendirmek, etkili biçimde vergi toplamak ve kuvvetli ordular kurmak niyetindeydi. O dönemde pek çok eyalette vergi Osmanlı memurları tarafından değil, yerel yöneticiler tarafından toplanıyor, bunlar da topladıkları verginin ancak bir kısmını merkeze aktarıyordu. Merkezin güçlenmesi için etkili bir bürokratik yapının kurulması ve bu yolla eyaletlerin kontrol altına alınması gerekiyordu. Bu işi en iyi başaran kişi, devleti 1876-1909 yılları arasında yöneten Sultan II. Abdülhamid oldu.
II. Abdülhamid, devletin Müslüman halklarını bir arada tutmaya büyük önem verdi. Doğudaki fanatik Ermeniler arasında milliyetçi çeteler, Abdülhamid'in bu bölgeye özel bir şekilde eğilmesine vesile oldu. Abdülhamidin getirdiği çözümün çatısını da "Hamidiye Alayları" oluşturmuştur. Abdülhamid"in ismine kurulan bu alaylar, Güneydoğudaki Kürt aşiretlerinden adam devşirilerek bölgeyi Osmanlı devleti adına korumak amacıyla kurulan yarı askeri birliklerdir. Giderek büyüyen Rus tehdidine ve Ermeniler arasındaki milliyetçi örgütlenmeye karşı güvenlik unsuru olan Hamidiye Alayları, aynı zamanda Kürtlerin devlete olan sadakatlerini pekiştirmek gibi bir amaç da taşıdığı iddia edilir.
Aslında alaylar, Sultan Abdülhamidin Kürtleri devlete daha da ısındırmak ve bağlılıklarını artırmak için yürüttüğü kapsamlı projenin parçasıydı. Projede Kürt önde gelenlerinin çocuklarının İstanbulda eğitilmesi, bölgeye gönderilen din adamları yoluyla "Osmanlı" bilincinin güçlendirilmesi gibi unsurlar da vardır. İstanbul"da "aşiret mektepleri"nin açılması, bölgedeki medreselere maddi destek verilmesi bu projenin ayaklarını oluşturmuştur. Abdülhamid, ayrıca, yöreye gezici öğretmenler ve vaizler göndererek halkın eğitimine de önem vermiştir.
Burada, Kürt aşiret reislerinin çocuklarının askeri okullarda okutulması ve bunlardan Harbiye mektebinden mezun olanlarının nizamiye ordusuna tayin edilmesinin önemine işaret edilebilir ve Kürtlerin esasen devletle bütünleşmesinin Abdülhamid döneminde olduğu belirtilir. Askeri bir misyonu da yerine getiren alaylar, doğudaki Rus destekli Ermeni çetelerine karşı koymuşlar, gerilla tipi savaş vermişlerdir.
19. yüzyıl sonlarında Osmanlı devletinin tebaası, kendini daha çok dini temelde tanımlamakta Kürtler, kendilerini "Kürt"ten ziyade "Müslüman" olarak görmekteydi.
Jön Türk hareketiyle birlikte Kürt entelektüeller tarafından başlatılan milli bilinç oluşturma çabaları geniş Kürt kitleleri üzerinde başlangıçta etkili olmadı. The Kurds adlı kitabın yazarı Derk Kinane"ye göre Kürt ağaları, hanları, şeyhleri bu modern Kürtlerin milliyetçi çabalarından hiç etkilenmedi. Çünkü, onları "dinsiz ve devrimci fikirlerin taşıyıcısı" olarak gördü ve kuşkuyla değerlendirdi. Kuşkuyla bakılanlar arasında elbette Türk milliyetçileri de vardı. 1909 yılında Sultan Abdülhamide karşı düzenlenen Jön Türk darbesinden ve bunun ardından iktidarı ele geçiren milliyetçi kadrodan rahatsız oldular. Yine de bu huzursuzluklar isyana dönüşmedi ve Kürtlerin Osmanlı devletine olan bağlılığı sürmüştür.
Kürtlerin merkezi devlete bağlığının bir başka göstergesi, 1912'den 1918ye kadar aralıksız devam eden savaş yılları olmuştur. Trablusgarp, Yemen ve Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşında pek çok Kürt, Osmanlı ordusunda görev almıştır. David McDowall, düzenli orduda görev yapmaya karşı evrensel bir gönülsüzlük olmasına rağmen binlerce Kürt'ün silah altına girdiğini belirtmektedir. Kürtler tüm bu savaşlarda, resmi dili Türkçe olan Osmanlı devleti adına savaşmıştır. Burada McDowall"a göre, en önemli faktör Müslüman kimliğiydi.
20. yüzyılMustafa Kemal Paşa'nın Kurtuluş Savaşı'nda gösterdiği en büyük başarılarından biri, Anadolu'daki farklı etnik unsurları ortak bir dava için birleştirmesi olmuştur. Bunu da, tıpkı Sultan Abdülhamid gibi, söz konusu unsurların ortak kimliğine vurgu yaparak gerçekleştirmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 1916 yılında Diyarbakır'da 16. Ordu"da görev yapmış, bu sırada pek çok önemli Kürt aşiret lideri ile yakınlık kurmuştur. Nitekim Samsun'a çıktıktan sonra "doğu vilayetleri"nden aldığı sinyallere güvenerek, Kürt vilayetlerindeki bazı önde gelen isimlere, örneğin Cemil Paşazade Kasım Bey'e, Milli Mücadele konusunda bilgilendiren ve yardımlarını talep eden telgraflar göndermiştir. Zaten Kürt aşiretleri de, "din ve vatan uğrunda açılacak mücadeleye katılmaya hazır olduklarını" Kazım Karabekir Paşa"ya bildirmişlerdir.
23 Temmuz 1919'da Erzurum Kongresi'nde özellikle Doğu Anadolu Kürtleri'nin Milli Mücadale sırasında Türkiye ile birlikte hareket ettiklerini gösteren bir kongredir. Doğu İllerinin Haklarını Koruma adı ile kurulmuş Cemiyet temelinde organize edilen Erzurum Kongresine Erzurum, Van, Bitlis gibi Doğu Anadolu bölgesi delegeleri katılmıştır. Bunun yanında Sivasve Trabzon delegeleri de vardı. Gelmesi gereken diğer il temsilcileri çeşitli engellemeler yüzünden kongreye katılamamışlardır. Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu’nun kaderini görüşmek üzere toplanmış olsa da memleketin bütününü ilgilendiren meseleler hakkında karar almıştır. Bu kongre, ulusallık eğilimlerini açıkça taşımış olmasına karşın özellikle temsili niteliği açısından bölgeseldir, sadece Doğu ve Kuzeydoğu illerini kapsamaktadır. Doğu Anadolu delegelerin katılmasıyla kongrede vatan sınırları belirtilerek, vatanın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağı ilan edilmekle, emperyalistlere de Anadolu’nun, öz yurdun işgal edilemeyeceği anlatılmak istenmiştir. Erzurum Kongresi Tüzüğü'nün metni görüşülmüş ve Doğu illeri için hüküm ve şartlar kabul edilmiştir.
4 Eylül 1919 günü toplanan Sivas Kongresi'nde ise Erzurum Kongresi'nin yapılması nedeniyle daha çok batı illerinin katılımıyla olmuştur. Erzurum, Erzincan ve Diyarbakır'dan delegeler katılmıştır. Doğu illerinin delegelerinin ortaya koymuş olduğu Erzurum Kongresi Tüzüğü, tüm ülke için genişletilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, telgraflarında kullandığı "anasır-ı İslam" yani "İslam unsurları" kavramına Milli Mücadele boyunca büyük vurgu yapmıştır. 1 Mayıs 1920 tarihli Meclis konuşmasında,
"Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk, yalnız Çerkes, yalnız Kürt, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiye"dir, samimi bir mecmuadır."diyerek milletin bu unsurlardan oluştuğunu açıklamıştır. Mustafa Kemal Paşa, konuşmalarında Kürt halkına özerklik verilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Osmanlı mirası üzerinde paylaşım kavgasının verildiği Sevr Konferansına, milliyetçi entelektüellerden oluşan bir grup Kürt temsilci de katılmıştır. Başlarında Osmanlı ordusunda görev yapmış bir Kürt olan Şerif Paşa vardır. Amaçları Ermenilerle anlaşarak bir "Kürt Devleti" kurmak için Avrupalı devletlerden onay almaktır. Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Antlaşmasının 62. maddesi, "Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel özerklik" verilmesini öngörüyordu. 64. madde ise "Kürt halkının Türkiye'den bağımsızlık elde etmelerinin yolunu açıyordu.
Ne var ki "Jön" Kürtler, Avrupalı diplomatlardan aldıkları desteğin bir benzerini Güneydoğu Anadolu"da bulamamıştır. Kürtler arasında bu habere duyulan şiddetli tepki, Parise bir seri telgrafın yollanmasına sebep olmuştur. Bu telgraflarda Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediği, iki halkın soy ve din itibarıyla kardeş olduğu savunuluyordu. Erzincandan 10 ayrı Kürt aşiret lideri, Fransız Yüksek Komiserliğine, Şerif Paşa'nın hareketlerini protesto eden bir telgraf yollamıştır. Benzer telgraflar Ocak 1920'de, Misaki Milli kabulünden iki gün önce, Osmanlı Parlamentosuna da yollanmıştır. Mart 1920de İslami dayanışmayı vurgulayan ve Kürtlerle Türkleri ayırma çabalarına karşı çıkan bir deklarasyon, 22 Kürt aşiretinin lideri tarafından imzalanmıştır.
Dönemin Vakit gazetesinde Kürtler adına yayınlanan ortak yazıda, Türklerin ve Kürtlerin birlikte maruz kaldıkları Rus ve Ermeni terörüne atıfta bulunarak, Şerif Paşa'yı şiddetle kınanmıştır. Kısacası Sevr Antlaşmasını protesto edenler arasında Kürtler ön safta yer almıştır. Kürtlerin Milli Mücadeleye verdiği destek sonuna kadar sürmüştür. Urfa ve Maraşın düşman işgalinden kurtarılmasında önemli roller üstlenmişlerdir.
23 Nisan 1921'de açılan ilk mecliste Ağrı (5 temsilci), Bitlis (8 temsilci), Diyarbakır (7 temsilci), Elazığ (7 temsilci), Ergani (11 temsilci), Erzincan (5 temsilci), Erzurum (10 temsilci), Bingöl (6 temsilci), Hakkari (5 temsilci), Kars (3 temsilci), Mardin (6 temsilci), Muş( 8 temsilci), Oltu (2 temsilci), Siirt (6 temsilci), Siverek (6 temsilci), Urfa (5 temsilci), Tunceli (6 temsilci) ve Van (4 temsilci) delegeleri yerini almıştır.
Benzer işbirliği Lozan görüşmeleri sırasında da yaşandı. Lozan'da Avrupalı devletler Kürtlerin "azınlık" olduğunda ısrar edince, İsmet Paşa,
"Türkler ve Kürtler Türkiye Cumhuriyeti"nin ana unsurlarıdır. demiştir. Kürtler bir azınlık değil bir millettir; Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir."diyerek karşı çıkmıştır. Meclisteki Kürt vekiller de İsmet Paşa"ya tam destek vermiştir. Kürt kökenli Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey, 3 Kasım 1922'de Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada, Sevri bir "paçavra" olarak nitelemiştir. Bir sonraki celsede ise, Bitlis, Erzurum, Kastamonu, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Pozan, Diyarbakır ve Van milletvekillerinin hepsi, Türklerle Kürtlerin tek bir kütle olduğunu belirten ortak bir deklarasyon yayımlamıştır.
21. yüzyılMustafa Kemal Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı, hiç kimsenin etnik kökenine önem vermeksizin, "Türküm" diyen herkesi eşit vatandaş kabul etme esasına dayalı olmasına rağmen; uygulamada etnik temelli bir Türk milliyetçiliği geliştirilmiştir. Kürt sorununun kırılma noktası ise, 1925 baharında patlak veren Şeyh Said isyanı olmuştur. İsyan, Kürtler arasında çok sınırlı bir destek bulmuştur. Ama isyanı bastırmak ve "kökünden halletmek" için başlatılan Takrir-i Sükun döneminde sert yöntemlere başvurulması sorunu büyütmüştür. Bu tarihten itibaren 1930ların sonuna kadar bölgede hemen her yıl ayaklanma yaşanmıştır.
Acaba Şeyh Said isyanı sonrasında Kazım Karabekir Paşa, daha farklı bir "doğu politikası" farklı bir politika geliştirmiş ve önermiştir. İsmet İnönü hükümetinin "Takrir-i Sükun" politikalarındaki sertliği eleştiren Karabekir, temeli eğitim ve ekonomik entegrasyona dayalı alternatif bir proje sunmuştur.
Projesi 4 temele dayanıyordu:
- 12 yaşından küçük çocukları gece yatılı mekteplerine almak.
- Hamidiye Alayları"nın devamı olan Aşiret Süvari Fırkaları"nı tarımsal müfrezeler haline getirerek bunları tarımsal kalkınma ve yol çalışmalarında üretici hale getirmek;
- bölgedeki din adamlarını, Kürtçeyi de iyi bilen üniversite mezunu hocalar ve hukukçular ile harmanlamak.
- Van Gölü havzasından başlamak üzere, bölgedeki diğer aşiret unsurlarını küçük parçalara ayırarak yerel kalkınmada çalıştırmak, bölgedeki Ermeni propagandalarını ve Kürtçülük hareketlerini etkisiz hale getirmek için üst kültürlü, temsil yetenekli, çevresindeki yerli halka sosyal hayatta ve üretimde örnek olacak Türk kanalları açmak.
İsmet İnönü hükümetlerinin uyguladığı politikalar ise, "radikal devrimcilik" vizyonuna göre şekillenmiştir. Bu vizyonda ekonomiye ve yerleşik kültürel değerlere fazla önem verilmemekte, sorunun Kürtlere Türk kimliğini kabul ettirmek ve tepkileri bastırmakla çözümleneceği sanılmıştır.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!