Arama

Anadolu Medeniyetleri

Güncelleme: 4 Aralık 2012 Gösterim: 134.477 Cevap: 17
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Ekim 2005       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Başlangıçta Anadolu vardı..

Sponsorlu Bağlantılar
Ad:  anadolu01.jpg
Gösterim: 1655
Boyut:  38.4 KB
Urfa yakınlarında yer alan Göbekli Tepe'de sürdürülen arkeolojik kazılarda, tarih öncesi yaşam ve uygarlığa geçişle ilgili yerleşik bilgileri altüst edecek buluntulara rastlandı. Buluntular, taş çağında yaşayan avcı-toplayıcı atalarımızın yalnızca yaşamda kalma savaşı vermediklerini gösteriyor. Yaklaşık 11 000 yıl önce Anadolu topraklarında yaşayan atalarımız, günlük gereksinimlerini gidermenin yanı sıra doğayı anlamaya çalışmışlar, doğaüstü güçlerin ya da tanrıların varlığına inanmışlar, dinsel törenler için düzenli aralıklarla bir araya gelmişler. Bu dinsel törenlerde hep birlikte inançlarını simgeleyen hayvan ve insan kabartmalarıyla süslü tapınaklar, dev boyutlu dikili taşlar yapmışlar. Kazıyı yürüten kazıbilimciler, bu verilere dayanarak yerleşik yaşama geçişte ekonomik ya da ekolojik nedenlerin değil, bu kalabalık ve uzun süreli dinsel törenlerin rol oynamış olabileceğini düşünüyorlar. Bu da uygarlığın, sanıldığı gibi, Filistin ya da Mezopotamya'da değil Anadolu'da doğduğunu gösteriyor.
(TÜBİTAK Bilim ve Teknik, Eylül 2000 - Ayşegül Yılmaz Günenç)
Ad:  anadolu03.jpg
Gösterim: 1380
Boyut:  44.2 KB

URFA yakınlarında yer alan Göbekli Tepe'de Alman arkeologların yürüttüğü kazılarda, ilkel avcı-toplayıcı atalarımızın dinsel törenler için yaptıkları "tapınaklar" gün ışığına çıkarılıyor. Yaklaşık 11 000 yıl öncesine, çanak-çömlekçiliğin henüz bilinmediği taş çağına (çanak-çömleksiz neolitik çağ) ait olan bu kalıntılar, Anadolu'da yaşayan ilkel atalarımızın da mimari yeteneklerinin olduğunu, hatta dinsel törenler için düzenli aralıklarla bir araya geldiklerini gösteriyor. Bu yeni veriler, insanlık tarihine ilişkin önemli bir yanılgıyı ortaya koyuyor.
Yakın bir zamana kadar, Filistin'deki Eriha (Jericho) ile Konya'daki Çatalhöyük yerleşim alanlarının, insanlığın uygarlık ve kültüre doğru ilk adımını attığı zaman dilimi olan neolitik çağa geçişi temsil ettikleri sanılıyordu. Neolitik çağda, avcı-toplayıcılardan tarımla uğraşan, hayvan yetiştiren, evler yaparak, köyler oluşturarak yerleşik bir yaşam sürdüren çiftçiler ortaya çıkmıştı. Bugüne kadar, çiftçiliğin yapılmasıyla birlikte başlayan yerleşik yaşamın ekonomik ya da ekolojik nedenlerden dolayı ortaya çıktığı düşünülüyordu. O dönemin insanları artık basit ve geçici derme çatma kulübeler değil, kalıcı ve dayanıklı konutlar yapıyorlardı. Dolayısıyla, neolitik çağın getirdiği en önemli değişimlerden sayılan mimarlık da yerleşik yaşamla birlikte ortaya çıkmış olmalıydı. Ne var ki, Göbekli Tepe'de halen sürdürülen kazılar, birçok insanın bir araya geldiği ve düzenli aralıklarla yapılan dinsel törenlerin yerleşik yaşama geçişe neden olduğunu gösteriyor. Ayrıca Göbekli Tepe'deki buluntular, mimarlığın avcı-toplayıcılar zamanında da var olduğunu ortaya koyuyor.
Yaklaşık 11 000 yıl önce yapılan dev tapınağın ortaya çıkarıldığı kazı, Alman Arkeoloji Enstitüsü (DAI) ile Urfa Müzesi'nin ortaklaşa projesi olarak Alman kazıbilimci Dr. Klaus Schmidt yönetiminde yürütülüyor. Bundan önce, 1990 yılında da, Alman Arkeoloji Enstitüsü'nün İstanbul şubesinde çalışmalarını sürdüren Anadolu'ya tutkun kazıbilimci Harald Hauptmann, Göbekli Tepe'ye 50 km uzaklıktaki Nevali Çori'de o güne değin bulunan en eski tapınağı gün ışığına çıkarmıştı.

Ad:  anadolu02.jpg
Gösterim: 1510
Boyut:  40.3 KB

Schmidt'in Göbekli Tepe'de ortaya çıkardığı tapınağın bu denli yankı uyandırmasının nedeniyse onu yapanların avcı-toplayıcı insanlar olmaları. O çağlarda yaşayan avcı-toplayıcı insanlar, henüz tam olarak yerleşik yaşama geçmemişlerdi ve çanak-çömlekçiliği bilmiyorlardı. O nedenle yaşadıkları dönem çanak-çömleksiz neolitik olarak adlandırılır. Bu dönem günümüzden 11 200 ila 8600 yıl arasını kapsar.
Daha önce Nevali Çori'de de çalışmış olan Schmidt, tümüyle çanak-çömleksiz neolitiğe ait olan Göbekli Tepe'yle, hem çanak-çömleksiz hem de çanak-çömlekli neolitiğe ait evreler içeren Nevali Çori arasında büyük paralellikler, hatta kesin bir bağlantı olduğunu öne sürüyor. Kazıbilimci, bu iki yerleşim alanının, daha önce ortaya çıkarılan başka yerleşim yerlerinden çok farklı oldukları ve herhangi bir karşılaştırma yapılmasının yanlış olacağı görüşünde.
1992 yılında Atatürk Barajı'nın suları altında kalan Nevali Çori'de, konut benzeri yapıların ve havalandırma delikleri olan ambarların yanı sıra karmaşık yapılı mozaik tabanları olan bir tapınak bulunuyordu. Yaklaşık 10 500 yıl önce yapılmış olan tapınak, üzerlerinde insan kabartmalarının yer aldığı destekler, bir mihrap, taştan oyulmuş, yılanlardan saç örgüleri olan bir büst, ayrıca insan-hayvan arası figürlerden kopan parçalardan oluşuyordu. Kazıbilimciler, Göbekli Tepe'deyse, bugüne kadar çapları 15 metreye varan daire biçimli üç alan ortaya çıkardılar. Kazı yerinde bulunan 16 destek ve kireçtaşı plakası üzerinde aslan, yılan, öküz, koç, tilki ve turna kabartmaları ya da bunların taşa kazınmış figürleri yer alıyor. Tapınağı, ayrıca doğal boyutlarında, taştan oyulmuş yabandomuzu, kaplumbağa ve akbaba heykelleri süslüyor. Ayrıca Nevali Çori'de bulunan bir insan heykelinin aynısı Göbekli Tepe'de de çıkarılmış. Kazıbilimciler, şu ana değin çıkarılan kalıntılardan, bu yerleşim alanının yaşının en az 11 000 olduğunu hesaplamışlar. Yerleşim alanının daha da eski dönemlere ait olması yüksek bir olasılık; çünkü henüz alt tabakalara ulaşılamadı.
Göbekli Tepe her ne kadar 1960'lı yıllardan bu yana biliniyorsa da, bölgenin çok özel ve önemli olduğunu kazıbilimci Schmidt 1994 yılında keşfetmiş. Kazıbilimci, Urfa yakınlarında yaptığı bir arazi çalışması sırasında yerdeki masif, işlenmiş, bir kısmı kazılmış kireçtaşı plakalarını fark etmiş; birkaç parçayı incelemek üzere yanına almış. Göbekli Tepe'de dikkatini çeken bir başka önemli olguysa, tepenin büyük miktarlarda işlenmiş çakmaktaşıyla dolu olmasıymış. Nevali Çori'de bulduklarını anımsayan Schmidt, bu tepenin altında insanlık tarihine ait çok önemli kanıtların olabileceğini düşünmüş; kazıları çok geçmeden başlatmış.

Ad:  anadolu05.jpg
Gösterim: 1174
Boyut:  56.6 KBAd:  anadolu04.jpg
Gösterim: 1154
Boyut:  13.2 KB

Kazıya başlar başlamaz da çok eski çağlara ait oldukları hemen belli olan duvarlar ve T biçimli destekler ortaya çıkmış. Bu, kazıbilimciler adına büyük bir başarı. Çünkü, yaklaşık 11 000 yıl sonra, taş çağı insanlarının yaptıklarını günümüze getirmiş oluyorlardı. Kazıbilimciler buluntulara bakarak, "ilkel" avcı-toplayıcıların yaşamı konusunda şimdiye kadar yanıldıklarını anladılar. Artık belli ki, avcı-toplayıcılar, yaşamlarını hiç de öyle tek düze, yalnızca karın doyurmak ve öteki yaşamsal gereksinimlerini gidermekle geçirmiyorlardı. Birbirinden ilginç dev boyutlu hayvan kabartmaları ve heykelleri, bu insanların yaşamında başka renkler de olduğunu gösteriyor. Kalıntılar, paleolitik çağdan (avcılık-toplayıcılık) neolitik çağa (tarımcılık ve hayvancılık) geçiş sırasında, insanların el becerilerinin ve sanatsal yeteneklerinin önemli ölçüde gelişmiş olduğunu ortaya çıkarıyor.
Arkeologlar, ayrıca, Göbekli Tepe'deki en eski yapıların dairesel biçimli, daha yeni yapılarınsa dikdörtgen biçimli olduklarını saptamışlar. Bu yapıların çatılarının olup olmadığı henüz bilinmiyor. Gün ışığına çıkarılan üç metre uzunluğundaki desteklerden bazıları, çevrelerindeki duvarlardan daha alçak. Bu da, kabartmalarla süslü bu sütunların çatılara destek amaçlı kullanılmadıklarını gösteriyor. Kazıbilimciler, bu kazıkların, bölgede yaşayan topluluğa ya da kabileye ait totemler olabilecekleri üzerinde duruyorlar. Demek ki o çağlarda yaşayan insanlar doğaüstü varlıklara inanıyorlarmış.
Kazı alanında, yerleşik yaşam olduğunu kanıtlayacak odalara, yemeklerin pişirildiği ocaklara ve topluca oturulan salonlara, hatta insan iskeletlerine şu ana değin rastlanmadı. Oysa Nevali Çori'de yapılan kazılarda, taş çağı insanlarının ölülerini evlerinin içine, tabanın altına gömdükleri ortaya çıkmıştı. Ama Göbekli Tepe'de yürütülen kazılar henüz bu düzeye ulaşmadı; şu ana değin toplam kazı alanının çok küçük bir bölümü ortaya çıktı. Önümüzdeki aylarda, bu konulardaki soru işaretlerinin netlik kazanması bekleniyor.

Ad:  anadolu06.jpg
Gösterim: 1249
Boyut:  18.8 KBAd:  anadolu07.jpg
Gösterim: 1386
Boyut:  43.6 KB

Kazı alanında bulunmuş olan bazalttan yapılmış kaplar ve işlenmiş çakmaktaşlarından, neolitik çağ insanlarının kalıcı olmasa bile, en azından geçici bir dönem Göbekli Tepe'de yaşadıkları anlaşılıyor. Ancak bu insanların, 300 metre yükseklikte, suyun olmadığı bu tepede neden yaşadıkları henüz bilinmiyor. Dahası, evlerini yapabilmek için balçığı da tepeye kadar taşımış olmalılar. Bu bulgular göz önünde bulundurulduğunda şu önemli sonuca varılıyor: Büyük olasılıkla Göbekli Tepe, bölgede yaşayanlarca dinsel amaçlar için düzenli olarak ziyaret edilen bir buluşma yeriydi. İnsanların orada ne kadar süre kaldıkları neler yaptıkları ve ne kadar insanın bu merkezde bir araya geldiğiyse ileri aşamalarında ortaya çıkacak. Kazıbilimciler, tahminlerinde bir adım daha ileri giderek, Göbekli Tepe gibi yerleşim alanlarının belirli bir bölgeyi denetlemesi olasılığı duruyorlar. Böyle bir merkezi yerleşim, hiyerarşik yapıdaki bir topluluğun varlığını ortaya koyuyor. Belki de bölgede yaşayan kabile, dinsel törenleri düzenleme dışında, gündelik yaşamla ilgili işleri de denetim altına alıyor; aletlerin üretim ve dağıtın düzenliyor, avcılığı denetliyor, hayvan postlarının dağıtımını üstleniyordu.

Ad:  anadolu09.jpg
Gösterim: 1343
Boyut:  39.8 KB

Elde edilen bulgulardan, Göbekli Tepe'deki yerleşimin aniden, yaklaşık 9500 yıl önce sona erdiği anlaşılıyor. Schmidt, inançların değişmiş, belki de yeni inançların ortaya çıkmış olabileceğini düşünüyor.
Yaklaşık 8600 yıl önce başlayan çanak-çömlekli neolitik çağın başlangıcına bakılacak olursa, o dönemdeki yerleşimlerin su ya yeraltı kaynaklarına yakın yerlerde oldukları görülüyor. Bu dönemlerden elde edilen kalıntılar, tarımcılıkla hayvancılığın yaygın olduğunu gösteriyor. Çanak ve çömlekler üzerine yapılan ve dişiliği öne çıkaran resimlerden "doğurganlığın" önem kazandığı anlaşılıyor.
Kazıbilimciler, toplumsal yaşantının çiftçiliğe yönelmesini genellikle aşırı avlanmaya, iklim değişimlerine ya da nüfus patlamasına bağlıyorlar. Oysa Schmidt, çiftçiliğe geçişi farklı açıklıyor. Ona göre, çevredeki avcı-toplayıcıların dinsel törenlere katılmak üzere Göbekli Tepe gibi dini merkezlerde kısa süreli de olsa düzenli aralıklarla bir araya gelmeleri, tarımla hayvancılığın başlamasına yol açtı. Çünkü bu kadar kalabalık bir insan topluluğunu av hayvanlarıyla doyurmak olanaksızdı.
Peki, insanların henüz çanak-çömlekçiliği bilmediği, avcı-toplayıcı olarak yaşadığı, ancak büyük sanatsal yapıları ortaya koyabildiği bu geçiş dönemi neden daha önce keşfedilmemişti ?
Bu olgu, Batılı kazıbilimcilerin İncil'deki Kutsal Ülke'yle ilgili söylemleri ispatlama hırslarıyla açıklanabilir. İncil'in izinden giden kazıbilimciler, dev duvarlarıyla Eriha'yı (Jericho) keşfettiler. Ürdün'deki bu yer, üzerinde fazla tartışılmadan insanlığın ilk büyük yerleşim alanı ilan edildi.
Kazıbilimciler, tarihöncesine ait başka yerleşim alanlarını Ürdün'de, Dicle ve Fırat ırmaklarının verimli ovalarında aradılar ve tahminlerinde yanılmadıklarını keşfettiler. Sonraki yıllarda, kazıbilimciler, bu iki ırmağın çıktığı yer olan Güneydoğu Anadolu bölgesini (Üst Mezopotamya) keşfettiler ve buralarda önemli buluntulara rastladılar. Böylece, "Bereketli Hilal" olarak adlandırılan ve Filistin'deki Lübnan Dağı'ndan kuzeydeki Amanos Dağları'na uzanan, Doğu Torosların güney eteğini izleyerek Zagros Dağları'yla güneye kıvrılan bölge uygarlığın beşiği ilan edildi. Tarım ve hayvancılıkla ilgili çok erken dönemlere ait buluntular, bir neolitik devrimin gerçekleşmiş olabileceğine ilişkin tezleri doğruluyordu. Neolitik devrim, beraberinde yeni beslenme ve toplumsal yaşam biçimlerini, en önemlisi, uygarlığın doğuşunu getirmişti.
Peki, insanlar neolitik çağdan önce nasıl yaşıyorlardı? Günlerini yalnızca temel gereksinimlerini sağlamakla mı geçiriyorlardı? Bu sorunun yanıtını merak eden kimi arkeologlar, 1960'h yıllarda "Bereketli Hilal"in kenar bölgelerini araştırmaya başladılar ve önemli bulgular elde ettiler. Zagros ile Toros sıradağlarının eteklerinde, daha çiftçiliğe ve yerleşik yaşama geçmeden kültürel değerlere sahip gelişmiş bir taş çağı kültürüne ait birçok yerleşim alanını keşfettiler.

Ad:  anadolu08.jpg
Gösterim: 1202
Boyut:  9.5 KB

Bu kültürel değerler şu sıralar Urfa bölgesinde gün ışığına çıkıyor. Kazıbilimciler Schmidt ve Hauptmann, başka yerlerde de Göbekli Tepe'deki kalıntılara benzer kalıntıların bulunduğundan kuşku duymuyorlar. Gelecekte, Türkiye'nin güney bölgelerinde, Suriye'nin ve Irak'ın kuzeyinde yapılacak kazılar bu öngörüleri doğrulayabilir. Şurası kesin ki, mimarlık yerleşik yaşamla birlikte ortaya çıkmadı, ondan önce de vardı. Dahası, insanlığın kültürel gelişimi (uygarlık), Akdeniz'in doğu kıyıları gibi tek bir bölgede değil, birçok çekirdek bölgede ortaya çıktı. Bu çekirdek bölgelerden biri de, Güneydoğu Anadolu. Öyleyse, değişen yaşam biçimi toplumsal yapıyı biçimlendirmedi. Tersine, artan bilinç düzeyi insanın var oluş biçimini etkiledi.
İşin tuhaf yönü, çanak-çömlekçiliği henüz tanımayan taş çağı insanlarının gelişmiş kültürel bilinç düzeyi, yerleşik yaşama geçişle birlikte tümüyle yok oluyor. Yapılan kazılar, çanak-çömleksiz neolitiğe ait yerleşimlerin çoğunun, çanak-çömlekli neolitiğe geçişte yok olduklarını gösteriyor. Dev taş heykelleri, değişik hayvan motifli kabartmalarıyla dinsel törenlerin yapıldığı eski dini merkezlerin gösterişi kayboluyor, her şey sıradanlaşıyor. Kısaca, eski tanrıların yerini başka şeyler alıyor. Öyleyse, çanak-çömleksiz neolitik çağ bir gelişme döneminin sonu mu? Belki de tersine, çok sonraları başka bir yerde ortaya çıkacak yeni bir dönemin habercisi oldu bu çağ; bizler henüz aralarındaki bağlantıyı kuramadık.
Hauptmann konuya şöyle bir yorum getiriyor: "Belki de neolitik çağ insanlarının "tanrıları", 4000 ila 3000 yıl önce Mezopotamya uygarlığı insanlarının taptıkları tanrıların benzerleriydi. Nevali Çori ve Göbekli Tepe'de, daha sonra Sümerlerin kültürlerinde bulacağımız bir şeylerin ön hazırlığı oluşturuldu." O halde tanrılar tümüyle yeryüzünden silinmiyorlar, yalnızca başkalaşım geçiriyorlar.


Ayşegül Yılmaz Günenç

Son düzenleyen Blue Blood; 9 Aralık 2005 12:13
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Kasım 2005       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Anadolu
Anadolu, Yunanca bir kelime olup ( ανατολη anatole ) "doğu" anlamına gelir.
Sponsorlu Bağlantılar

Ad:  300px-Anatolia_composite_NASA.JPG
Gösterim: 1279
Boyut:  10.1 KB

Anadolu Tarihi
Çatalhöyük, Güney Anadolu'da, 7500 MÖ yıllarina dayanan, çok geniş bir Cilali Taş ve Bakır devri yerleşimidir. Muhtemelen, bugüne kadar bulunmuş en eski ve en gelişmiş Cilali Taş Devri yerleşim merkezidir.
Çatalhöyük, günümüz Konya Şehri'nin güneybatısında, Hasan Dağ'ın yaklaşık olarak 136 kilometre uzağında, Konya Ovası'na hakim buğdaylik arazide bulunmaktadir.
Doğu yerleşimini, en son Cilali Taş Devri sirasında ovadan 20 metre yüksekliğe kadar ulaşan bir yerleşim birimi oluşturmaktadır. Ayrıca, batıya doğru da ufak bir yerleşim birimi ve birkaç yüz metre doğuya doğru da bir Bizans yerleşimi bulunmaktadır.
Tarih öncesi yerleşim birimleri Gümüş Çağı'ndan önce terk edilmiştir. Bir zamanlar iki yerleşim birimi arasında Çarşamba Nehri'nin bir kanalı akmaktadır, ve yerleşim birimleri, ilk tarım zamanlarında elverişli sayılabilecek alüvyonlu toprak üzerine kurulmuştur.

ANADOLU MEDENİYETLERİ
Anadolu'da kurulan uygarlıklar sırasıyla şunlardır:
1) Hititler, Frigler, Lidyalılar, İyonlar, Urartular (M.Ö 2.bin - M.Ö. 600 yılları arasında)
2) Persler (M.Ö 543-333)
3) İskender İmparatorluğu
4) Roma İmparatorluğu
5) Bizanslılar (395-1071)
6) Türkler (1071-....)

HATTİ UYGARLlĞl (M.Ö. 2500 - 2000)
Hitit metinlerinde kalıntılarına rastladığımız Hatti dili kendine öz bir yapıya sahip olup, kendisi ile çağdaş olan dillerden hiç biriyle benzerlik göstermez.
Hattiler Mezopotamya etkileri taşımakla birlikte sanat ve genellikle maddi kültür yönünden güçlü bir özgünlük gösterirler. Din, töre, mitoloji ve sanat bakımından büyük bir varlık sergileyen Hattilerin etkileri Anadolu'da iki bin yıla yakın bir süre boyunca yaşamıştır. Nitekim Anadolu M.Ö. 2500 - 700 tarihleri arasında bütün komşuları tarafından hep Hatti ülkesi adı ile anılmıştır. Yine bu nedenle Indo-Avrupa kökenli Hititler de bütün tarihleri boyunca yazılı kaynaklarında Anadolu'yu Hatti Ülkesi olarak anmışlardır. Eski Testament'deki Cheta (Kheta) ile de Anadolu'da oturan halkın kastedildiği sonradan, bu yüzyılın basında Boğazköy tabletlerinin keşfinden ve okunmasından sonra anlaşıldı. Hatti ülkesi küçük beyliklerden oluşmakta idi. Aynı zamanda en yüksek rahip sıfatını da taşıyan bu kralcıklar çok özgün sanat eserlerinin meydana gelmesini sağlamışlardır. Alacahöyük, Horoztepe ve Mahmatlar gibi Kızılırmak kavsi içindeki bölgelerde bulunmuş olan bu eserler hayvan şeklindeki tanrıları; boğalar fırtına tanrısını; geyikler onun karısı olan tanrı kadın Vuruşemu'yu; kral standartları ise evreni (Universium'u) tasvir etmektedirler. Çoğunlukla bir çift öküz boynuzu üstünde duran bu evren sembolü, Türkiye'de hâlâ yaşayan bir masalın "Dünya bir öküzün boynuzları üzerinde durur ve öküz başını salladığında deprem olur" biçimindeki inancın kaynağı olmak gerektir.

TROİA II YERLEŞMESİ (M.Ö. 2500- 2000)
Orta tunç çağının Anadolu'daki ikinci büyük kültür merkezini yukarıda da Söylediğimiz gibi Çanakkale'deki Troia 2 yerleşmesi oluşturmaktadır. Troia'yı ilk kazan Schliemann'ın burada bulduğu ve yanlışlıkla Priamos'un hazinesi adını verdiği altından kaplar ve çeşitli ziynet eşyasından oluşup, Berlin Müzesi'ne götürülmüş olan eşsiz eserler ne yazık ki II. Dünya Savaşı'nda ortadan yok olmuşlardır. Bugün bu ünlü hazineden sadece İstanbul Müzesinde küçük fakat çok önemli bir bölüm kalmıştır. Ancak yitirilen altın kapların çok güzel galvanize kopyaları mevcuttur.
H. Schliemann yaptığı kazılar sırasında Troia II 'yi büyük ölçüde tahrip etmiş olmakla birlikte bugün kazı yerinde bu yerleşmenin giriş rampası ve kent duvarı ile büyük megaronların bir bölümü ayakta durmaktadır.

HATTİ - HİTİT BEYLİKLER DÖNEMİ (M.Ö 2000 - 1750)
M.Ö. üçüncü binin sonlarında Kuzey Avrupa'dan sıcak ülkelere doğru olagelen Indoavrupalı kavimlerin büyük göçü sırasında aynı kökten olan Hititler, Kafkasya üzerinden Anadolu'ya geldiler. Ancak Hitit kabilelerinin bu göçü, istiladan çok sızma yolu ile gelişti. O dönemlerde Hatti beyliklerinin egemenliğinde olan Anadolu'da M.Ö. 2. binin ilk çeyreğinde Indoavrupalı kökenli beyliklerin de birdenbire yer aldığını görüyoruz. Giderek Hitit beylikleri çoğalmış ve böylece 1750 sıralarında Anadolu dışardan gelen Hititlerin eline geçerek Hitit Devleti kurulmuştur.

Troia 6 Uygarlığı (M.Ö. 1800 - 1275)
Hitit büyük krallığı ile çağdaş ve üstün düzeyde bir krallık da Çanakkale'de Troia 6 uygarlığını geliştirmiştir. Myken'lerle akraba olan bu kavmin meydana getirdiği yerleşme Homeros'un Ilias destanına sahne olan Ilion kentdir. Troia 6'nın kent duvarı ve megaronları çok iyi korunmuş olup, Türkiye'nin en değerli ziyaret yerlerinden birini oluştururlar. Troia kazılarında bulunan önemli keramik eserler İstanbul Arkeoloji Müzelesi'nde sergilenmektedir.
"Ege Göçü" ve Balkan halklarının Anadolu'yu istilası ( MÖ 1200)
MÖ 1200 tarihlerinde olagelen büyük "Ege Göçü" sonu Balkanlardan gelen Indoavrupalı kavimler önce Troia 6'yı sonra Hattuşa'yı tahrib ederek bu iki özgün kültürlü devletin ortadan kalkmalarına neden olmuşlardır. M.Ö. 1200 den sonra yazı da kullanılmaktan çıkmış, Anadolu bölge bölge 300-400 yıl boyunca kültürden yoksun fakir bir seviyeye düşmüştür. Troia 7b1 bölümde de bulunan elle yapılmış kaba keramikle Troia 7b2'de ele geçen Buckelkeramik söz konusu Balkan kavimlerine ait olup İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir.

KARYA & LİKYA UYGARLIKLARI (M.Ö 700 - 300)
Lidyalılar gibi Karya ve Likyalılar da büyük ölçüde eski Anadolu dillerinden unsurlar taşıyan ancak Hint Avrupalı olan bir lehçe konuşuyorlardı. Karyalılar hakkındaki bilgimiz çok azdır. Buna karşılık Likyalıların Güney Batı Anadolu'da sağlam olarak ayakta duran fevkalade güzellikteki kaya mezarları, Türkiye'nin en göz alıcı anıtları arasında yer alırlar.


Kaynak: tr.wikipedia.org / bilgidunyasi.net

Son düzenleyen Blue Blood; 14 Mayıs 2006 14:44
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Kasım 2005       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ASUR UYGARLIĞI
tarih3

Akkad bölgesi Dicle ve Fırat arasında merkezi bir bölgeydi. Bölgenin bu merkezi durumunda yararlanan Akkad kralları, kısa zamanda büyük fetihler yaptılar. "Dünyanın dört bölgesinin kralı" ünvanını alan Akkad kralı Naramsin (İ.Ö.XXIII.yy) kuzeyde Doğu Anadolu dağlarına kadar ilerlemiştir.
Asur halkının çekirdeğini oluşturan bu insanlar, Akkad bölgesinde kuzeye yayılan Samilerdir. İ.Ö. 3000'lerde Orta Fırat dolaylarında yerleşmeye başlayan Akkadlar, burada bir çok yerleşim birimi kurmuşlardır. Bunlardan birisi de kabilenin ve tanrısını ismini alan Asur kentidir.Daha sonra bu kabile adını tüm bölgeye ve verecek kadar güçlenmiştir.
Tüm Sami halkları birbirlerinden çok farklı olmayan uygarlıklar yaratmışlardır. Çünkü bu halklar birbirlerinin mirasına çok kolaylıkla sahip çıkıyorlardı. Asurlularda Akkad kültür temeli üzerine kendi kültürlerini geliştirmiş ve bu kültürü daha geniş bir bölgeye yaymayı başarmışlardır.
Kısa zamanda tüm Yukarı Mezopotamya'da Asurluların yarattıkları kültür egemen olmaya başlamıştır. Asurlular, bu egemenliğe tanıklık yapan binlerce maddi kanıt bırakmışlardır. Asur, Ninova, Kolah v.b gibi kentler ve buradaki yığınla tablet bu durumu tartışmasız kanıtlamaktadır. Yukarı Mezopotamya'nın güney kesiminde Asurluların hakimiyeti tartışmasız bir şekilde kabul edilirken, Süryani tarihi açısından tartışılmaya daha açık olan bölge Yukarı Mezopotamya'nın kuzey bölgesidir. Çünkü bu bölgede egemenlikler sürekli olarak el değiştirmiştir.
Arkeoloji biliminin halen bu bölgede yapması gereken çok sayıda çalışma vardır ama eldeki veriler buralardaki bir çok yerleşiminin tarihinin Asurlulara kadar uzandığını gösteriyor. Bu bölgeler için kullanılan ilk coğrafi terimler ve kent adları Asurcadır. Ayrıca ilk tarihi kayıtlarda Asur dilinde çivi yazısı olması bir rastlantı değildir. Bölge için kullanılan coğrafi terimlerin ve kent adlarının Asurca olması, bölgenin çok eski zamanlardan beri belki de Asurluların siyasi egemenliğinin bu bölgeye gelmeden önce Asurlularla ilişkili ve onlardan etkilendiğini göstermektedir.
Örneğin bugünkü Harran adı, Asurca'daki Harranu'dan gelmektedir. Bu kelimenin Asur dilindeki anlamı ise yol'dur. Bu adlandırma, eski çağda buradan geçen ticari ve askeri yollardan kaynaklanmıştır. Tur-Abdin (Midyat ve civarı) bölgesi hakkındaki ilk tarihi bilgiler ve coğrafi terimler Asurluların XV.yüzyıldaki genişlemesinden sonraya dayanmaktadır. Asur krallarından I.Adat Ninari ve oğlu I.Salamsar'dan kalma kitabelerde "Kaşiari Dağları" diye sözü edilen bölgenin Mardin-Midyat yani Tur-Abdin çevresi olduğu bilinmektedir. Bu bölgeyle ilgili diğer bir coğrafi terim olan "İzala'da" o dönemden kalmadır. Çivi yazı tabletlerde ve daha sonraki Roma ile Bizans kaynaklarında Mardin ve civarı için İzala terimi kullanılmıştır.

sargon

Bugünkü Cizre ilçesinin 20 km kuzey batısındaki örenler bir zamanlar Asurin (Asur) hükümdarları için başkentlik yapmış büyük bir kente aittir. Nusaybin'in 15 km kuzey-doğusunda bulunan Merdis (Süryanice Marin) örneklerindeki kaya ve mağara ağızlarındaki Çivi yazısı (Asurca) ve Strangeli (Doğu Süryanice) yazılar ile çeşitli kabartma ve resimlerin yan yana bulunması bölge halkının kökenlerini gösterir niteliktedir. Yine bu bölgede bulunan Hassana (Kösreli) köyünün de İsa'dan önceki döneme dayanan bir yerleşim bölgesi olarak tarihselliği Asurlulara kadar uzanmaktadır. Bölgedeki Nisibis (Nusaybin), Merdo (Mardin), Urhay (Urfa), Omif (Amid, Diyarbakır) v.b gibi kentlerini kuranlarda yine Asurlulardır.

tarih2

Asurluların bu kadar geniş bir coğrafik bölgeye yayılmalarının nedeni, Asur şehrinin daha İ.Ö.'ki 3000'lerde bu bölgelerle ticaret ilişkilerine başlamış olmasıdır. Asur şehrinin; Aşağı Mezopotamya, Asurya ve Anadolu ile bakır ve gümüşün çıkartıldığı Doğu Anadolu'nun merkezi yerinde bulunması kentin süratle gelişmesine yol açtı. Kapadokya ve Doğu Anadolu ile yapılan ticaret, Asurluların buradaki bir çok şehirde koloniler ve yerleşim birimleri kurmalarına yol açmıştır. Bu durum ise Asur krallarının bu bölge ile daha yakından ilgilenmelerine ve buralar sefer yapmalarına zemin hazırlamıştır. Ticaretin serbestçe yapılabilmesi için ticaret yollarının güvenlikli olması gerekiyordu. Bu güvenliği sağlamakta Asur krallarına düşüyordu. Ticaret için yapılan fetihler ise halkın gitgide kuzeye ve tüm Mezopotamya'ya yayılmasını sağlıyordu. Asurluların kuzey ve kuzey-batıya olan büyük genişlemesi ise İ.Ö. XV.yy'dan sonraki "Orta Asur Dönemi" ile İ.Ö. VIII. - VII.yy'da olmuştur.
Ö.XII.yy'da Asur kralları I.Salmanasar ve oğlu I.Tikulti Nunurta büyük bir ordu ile kuzey ve batıya seferle düzenlerler. Kuzeyde Van gölüne kadar olan yerler Asur topraklarına katılır. Fırat geçilir ve batıda sınırlar Kargamış'a kadar genişletilir.
Asurluların Yukarı Mezopotamya ve komşu bölgelere yayılmalarındaki diğer bir etken de, o dönemdeki savaşların niteliğidir. Bu savaşlar fetihçi halkın dışında kalan öteki halkların yıkımına neden oluyordu. Fatihler, fethettikleri yerlerin halkını kılıçtan geçirir, ganimetleri başkente taşır ve fethedilen topraklara Asurlu koloniler gönderirlerdi. O dönemde köle emeği yaygın olmadığı için, köleler daha çok ev işlerinde kullanılırlardı. Böylece sınırlı olan köle ihtiyacı karşılandıktan sonra, diğer savaş tutsakları kılıçtan geçirilirdi. Gerçi daha sonra bu durum değişecek ve Asur ile diğer şehirlerde önemli sayıda köle çalıştırılacaktı.
Yukarı Mezopotamya'da halk Asurlu idi. Babilanya denen yerde ise etkin bir rahipler sınıfı vardı. Dolayısı ile Asur kralları bu sınıfla ittifak içerisinde idiler. Bu yüzden bu bölge dışında kalan yerlerin yazgıları daha farklı oluyordu. Örneğin eski İsrail krallığında ve Suriye'nin bazı bölgelerinde halk kılıçtan geçiriliyor ve sürgüne gönderiliyordu. Sürgün edilenlerin yerlerine Asurlu koloniler yollanıyor ve yönetimde krallik valilerine veriliyordu.
Asurluların bu yayılmacı politakası sonucu özellikle İ.Ö.VIII ve VII.yy'da Yukarı Mezopotamya ve ve buraya yakın bölgeler yoğun bir şekilde hem kültürel hem de siyasal alanda Asurluların etkisi altında kalmıştır.
Fakat İ.Ö.'ki dönemde iki önemli olay, Yukarı Mezopotamya'daki halkların bölgeye daha da dağılmasına ve ve buradaki halkların birbirlerine kaynaşmalarına yol açmıştır. Bunlardan birincisi Aramiler'in Mezopotamya'ya sızmaları ; ikincisi ise Asur imparatorluğu ve sonrasında kurulan Babil devletinin yıkılması sonucu oluşan yeni durumdu.
Suriye çölünde göçebe ya da yarı göçebe bir hayat süren Aramiler İ.Ö.'ki XII.yy'ın başında Mezopotamya'ya sızmaya başladılar. Bu sızma çeşitli Arami kabilelerinin Fırat ve Dicle nehirleri arasına girmesiyle başladı. Bu kabileler Asurya bölgesinde bulunan kentlere baskınlar yapıyor, kent ve köyleri yakıp yıkıyor, halkı köleleştiriyor ve Asur şehirlerinde ganimetler topluyorlardı. Bu korkunç durum karşısında vadilerde, ovalarda oturan halk dağlara kaçıyor ve kentlerin nüfusü azalıyordu. Asurlu halk kuzey ve kuzey-doğu (Urmiye bölgesi) bölgelerine kaçıyordu.
Fakat Aramilerin bu saldırıları İ.Ö.yy'da azaldı ve giderek yok oldu. Çünkü Fırat ve Dicle nehirleri arasında Mezopotamya'ya yerleşen Aramiler aşama aşama yerleşik hayata geçtiler ve Asur halkı ile kaynaştılar. Arami akınları da bundan dolayı sona erdi. Bu sırada Asur'da kendini toparlamış ve karşı saldırya geçmişti. Çok sayıda Arami köleleştirilerek Asur şehirlerindeki görkemli yapıların inşaatlarında kullanıldı. İ.Ö.VII.yy'da Asur'un saldırısı sonucunda tüm Arami devletçikleri ortadan kaldırıldı.
Böylece Aramiler, Asur'un siyasal otoritesi altında birleşmiş oldu. Bu durum Aramiler'e Mezopotamya'da hareket serbestliği sağladı ve Asurlularla kaynaşmalarını daha da hızlandırdı.
Aramilerin yerleştikleri bölge, onlara tüm Mezopotamya'nın kara ticaretine hakim olma fırsatı verdi. Arami tüccarları, Asur askerlerinin fethettiği bölgelere kolayca girip ticaret yapıyorlardı. Bu durum Aramilerin ticaretini daha da geliştirdi ve kısa zamanda onları doğunun en etkili kara tüccarları haline getirdi. Fırat ve Dicle nehirleri arasında yerleşik hayata geçen ve Asurlular'la kaynaşan Aramiler'in ticari etkinliği Aramca dilinin basitliği ile birleşince, Aramca tüm yakın doğuda Asurca ile birlikte kullanılmaya başladı.

tarih1

Yukarı Mezopotamya haklarının İ.Ö.'ki dönemde birbirleriyle kaynaşmalarını sağlayan ve bunların tümüyle birleşmelerine neden olan ikinci etken ise Asur ve Babil imparatorluklarının yıkılması ile ortaya çıkan yeni durumdu. Asur ve Babil imparatorlukları yıkıldığı zaman, yakın doğuda yaşayan tüm Sami halkının kaynaşmasını sağlayan temeller artık hazırdı. Temeli Sümerler'den kaynaklanan, Akkad ve Babillilerin geliştirdikleri kültürel mirası Asurlular'da almış ve bu kültürü çok geniş bir bölgeye yaymışlardı. Bu ortak kültürel geçmişten dolayı Sami halkları birbirlerinden çok farklı olmayan uygarlıklar kurdukları gibi, kolaylıkla da kaynaşmışlardır.
Sami halklarının üçüncü büyük göçünü oluşturan Aramiler'de Mezopotamya'ya yayıldıklarında hem kolayca diğer Sami halklarıyla kaynaşmışlar hem de getirdikleri dil ve etkin ticaret tüm Mezopotamya halklarınca kullanılmaya başlamıştır. Aramca dili sonraki dönemlerde tüm Sami halklarının ortak dili haline gelmiştir. Babil devletinin yıkılmasından sonra Akamenya imparatorluğunun Aramca'yı resmi dil olarak kullanmaya başlaması, Aramca'nın Med-Pers dilinden daha yaygın bir dil durumuna gelmesini sağladı. Aramca hem "daha önceden bu alandaydı" hem de kardeş bir Sami dili olduğu için Akkadça kullanan insanların onu öğrenmeleri tamamen yabancı bir Hint-Avrupa diyalektiğini öğrenmelerinden çok daha kolaydı.
Böylece Aramca Hıristiyanlık çağının birinci yüzyılda Mezopotamya'nın Samice konuşan halkları arasında; doğuda Akkadca'nın, batıda ise Kenanice'nin yerini aldı. Bazı Süryani tarihçilerinin sırf Süryaniler'in Aramca konuşmalarından dolayı kökenlerini Aramiler'e dayandırmalarının yanlışlığı da buradadır.
Asur ve Babil devletleri yıkıldığı zaman Yukarı Mezopotamya'da yaşayan halkların ortak kültürel geçmişlerine, onları birleştirecek yeni ve önemli bir faktör olan halkların ortak gelecek umudu eklenmiştir. Yabancı egemenliği altında yaşayan Asur, Arami ve diğer Mezopotamya halkları aynı bölgede oturuyor ve aynı dili konuşuyorlardı. Yabancı saldırı ve istilalara beraberce karşı çıkıyor ve egemenlere karşı ayaklanıyorlardı. Bu dönemdeki kaynaşmadan ötürü artık tek bir adla çağrılıyorlardı. Bu halklar Asuryalı, Süryani arada Kaldeliler diye anıldıkları da oluyordu.
Yakın doğuda İsa'dan önceki son yüzyıllara gelindiğinde, Yukarı Mezopotamya'daki Asurlu, Arami ve Kaldeliler birbirleriyle kaynaşmış, ortak geçmişe dayanan birlikteliğe sahip ve ortak gelecek umutları olan bir millet haline gelmişlerdi. Bu yüzyılda Mezopotamya halkları da büyük bir birleşme ve kaynaşma yaşıyorlardı. Fakat belli bir süre sonra insanlık tarihine damgasına vuracak olan Hıristiyanlık inancının doğuşu bölgede büyük değişimlere neden olacaktı.




Kaynaklar
  • www.suryaniler.com
  • Diakov, S.Kovalev, İlk Çağ Tarihi, C.I., Çev. Özdemir İnce, Ankara, V yayınları, 1987
  • Yakup Bilge, Anadolu'nun Solan Rengi; Süryaniler, Yeryüzü Yayınları, 1991
  • Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, C.I.,İstanbul, Say Kitabevi, 1984Herodotos, Herodotos Tarihi, İstanbul Remzi Kitab Evi, 1983
Son düzenleyen Blue Blood; 11 Kasım 2005 12:29
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Kasım 2005       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
HİTİTLER ÖNCESİNDE ANADOLU

AVCILIK VE TOPLAYICILIKTAN İLK ÜRETİME GEÇİŞ
İlk insan topluluklarının yaşam düzenleri, avlanma ve yenilebilir bitkilerin derlenmesine dayanıyordu. Bunların barındıkları yerler de, mağaralar ve doğal etkilerden az da olsa korunmuş olan kaya sığınaklarıdır. Bu bakımdan, insanlar daha bereketli avlanma alanları buldukları zaman, oralara kolayca göç edebiliyor ve yer değiştirebiliyorlardı; belirli bir mekân veya konutla yaşam alanları sınırlandırılmış değildi. Bu insanların bıraktıkları maddi kültür belgeleri, yani onlardan günümüze kadar gelebilmiş kalıntılar, genellikle, çakmak taşlarının yontulması ile biçimlendirilmiş baltalar, kesiciler, deliciler ve kazıyıcılar gibi aletler olduğundan, yarattıkları
kültüre Eski Taş Devri demek olan Paleolitik çağ adı verilmektedir. Diğer yandan, yaşam biçimlerinin henüz besin üretimi aşamasına erişmediğine bakılarak, bu kültür evresine Toplayıcılık ve Avcılık Dönemi adı da verilmektedir. Besinlerini üretmemelerine karşılık, bu insanların yaratıcı güçten yoksun oldukları söylenemez. Yaptıkları taş aletlerin yukarıda saydıgımız işlevlere uygun biçimlerde işlenmesi, Afrika'da, İspanya'da Fransa'da ve yeni yapılan araştırmalara göre de, Anadolu'daki mağaralarda (Antalya'da Beldibi, Adıyaman'da Palanli Mağaraları) görülen boyalı resimler, insan düşüncesinin daha bu devirde olgun bir düzeye eriştiğini kanıtlamaktatadır.
Anadolu'da bu çağ, özellikle, Antalya yakınındaki Karain mağarası ile yine aynı yöredeki Beldibi,Belbaşı, Öküzini, Kumbucağı mağaraları ve Alanya'daki Kadıini, Isparta'daki Kapalıin ve Hatay-Samandağ'daki Mağaracık Mağaralarında yapılan araştırmalarla aydınlanmıştır.
Orta Taş Devri anlamındaki Epipaleolitik çağda da insanların yine taş aletler kullandıkları, ancak besin üretimine geçmemekle beraber toplayıcılık ve avcılıkta daha yoğun faaliyet gösterdikleri anlaşılmaktadır. Bu cağın da Anadolu'daki varlığı, yine Antalya dolaylarındaki mağaralarda bulunmuş olan belgelerden anlaşılamktadır. Anadolu'nun çok değişik yörelerinde bulunmuş taş aletler Paleolitik çağ insanlarının burada yaşamış olduklarının kanıtlar. Yaşam biçimdeki en köklü değişme kuşkusuz insanların besin üretimine geçmeleri ile meydana gelmiştir.Yabani tahıl türlerinden elde edilen tohumların ekilmesi ile başlayan ve giderek gelişen tarıma paralele olarak bazı hayvanların evcilleştirilmesi sonucunda insanlar besinlerini ürettikleri topraklara bağlanmaya mecbur kalmışlar, ve böylece göçebelik devri sona ermiştir. Tarım toprakları daha çok ovadabulunduğundan, mağara ve kaya sığınaklarında yaşayıp, uzak tarlalara gitmenin zorluğu hemen anlaşılmış, bu ihtiyaç konut yapımı gereğini ortaya çıkarmış. Gerek besinlerin üretilmesi, gerek ilk yerleşik köy toplumlarının oluşması, insanlık tarihinde yeni bir çağın başlangıcıdır.Yeni Taş Devri anlamına gelen Neolitik çağ, bu yüzden bir devrim olarak nitelenmektedir.
Ön asyanın çeşitli yerlerinde, Ürdün'de, İranda, Irak'da yapılan kazılarda yerleşik düzende yaşayan tarım topluluklarının varlığı meydana çıkarılmıtır. 40 yıl kadar önce, 1961 yılında Konya'nın 50 km. kadar güneydoğusunda, 600 m. uzunluğunda, 350 m.genişliğinde ve bugünkü ova düzeyinden 17 m. yükseklikteki Çatalhöyük'te bilinen en büyük Neolitik yerleşmenin kazısına başlandı. Çatalhöyük kazısı henüz bitmemiştir. Şimdiye kadar saptanan 14 yerleşim katı Radyokarbon ya da C14 Metodu ile yapılan tarihlemeye göre M.Ö. 6250-5400 yılları arasına konmaktadır. Son zamanlarda eskiye oranla daha da geliştirilen Dendrokronoloji, yani ağaç halkalar yardımıyla tarihleme metoduna dayanarak, bu tarihler bin yıl daha geriye kaydırılmış ve Çatalhöyük'ün M.Ö. 7100-6300 yılları arasında yerleşime sahne olduğu ileri sürülmüştür. Saptanan yerleşim kesin tarihlerini belirlemek güçtür. Ancak bunların yaklaşık ellişer yıl sürdükleri kabul edilmektedir. Hemen hemen her kat, evlerin yeniden yapılamsını gerektiren bir yangınla tahrip olmuştur.Böylece, Çatalhöyük insanları 900 yıl aynı yerde yaşamışlar ve kültürlerini sürdürmüşlerdir. Radyokarbon metodu, özellikle tarih öncesi arkeolojisine atom fiziği araştırması sonucundakazandırılan ve buluntuların sadece birbirlerine oranla eskilik ya da yeniliklerin belirlenebildiği göreli ya da eski deyimiyle nisbi kronoloji yerine, bunların günümüzden ne kadar eski olduklarını gösteren kesin veya absolut kronolojiyi getiren bir tarihleme metodudur. Bu metodun esasını, tüm organik maddelerde bulunan C14, bunların canlılıklarını yitirmelerinden sonra, belirli bir tempoda azaldığını gözlenmiş olması oluşturmaktadır. Ölmüş organizmlardaki radyoaktif karbon miktarının 5730 yılda yarı yarıya azaldığı bilindiği için, kazılarda ortaya çıkan organik kalıntılardaki C 14 miktarlarının belirlenmesiyle bunların yaşı saptanabilmektedir.

Kaynak: arkeolog.org
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Kasım 2005       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
HİTİTLİLER

Ad:  Hitt_Egypt_Perseus.JPG
Gösterim: 1581
Boyut:  50.8 KB

Knutzon 1902 yılında Mısır'da bulunan Tell el Amarna adlı arşiv üzerinde çalışma yaparken iki tane farklı türde yazılmış iki tablet buluyor. Bu tabletler çivi yazısıyla yazılmıştır ve baba- oğul iki firavuna ait olduğu söylenmektedir. Yazı dilinin Akkadça olduğunu düşünmüş ve Anadolu'daki bir halk ile ilgili bilgiler verdiğini ileri sürmüştür. m.ö 2. binin ortalarında Anadolu'da Hind-Avrupa dili ile birliktelik gösteren, Akkadça dili ile yazıyı gerçekleştiren bir halk olmalıdır. Bu halkın ülkesine Arzawa ülkesi , halkınada Arzawa halkı denilmiştir. Knutzon Anadolu'da 2.binin ortalarında büyük bir devletin var olduğunu söylemektedir. Tabletteki bazı sözcüklerin hint-avrupa dil grubuna ait olduğundan yola çıkılarak bu sonuca varmaktadır.
1830-35 yıllarda burda Charles Texier'in yaptığı geziler sırasında yerli halkın vermiş olduğu bilgilerde burda padişahlara ait kabartmaların bulunduğu yazılıkaya olduğunu öğrenmiş. C. Texier bu kabartmaları incelediğinde o zaman için şu yorumu yapmıştır; Halys (kızılırmak) barışından söz edilmektedir, Lidyalılar doğuya doğru giderek egemen olmak istiyorlar. Med'lerde batıya doğru ilerlerken Halys'de karşılaşıyorlar ve savaş başılıyor. Savaş sırasında gerçekleşen güneş tutulması olayının (m.ö 585) tanrıların savaş istemediğine yorumlanması sonucu savaşa son veriliyor. Daha sonra betimlemeler üzerine Amazonların savaşı yorumlaması da yapılmıştır.
1906'ya kadar bu bilgiler doğru olmayan önerilerdir,1906'da bir Alman ekip orta Anadolu'da araştırma yapmaya başlamıştır. Boğazköy Yazılıkaya'daki açık hava tapınağında araştırmalar başlatılmıştır. Hugo Wınckler ve ekibi ilk kez büyük kalede kazıya başlıyorlar. A binası kazılırken 3000'den fazla pişmiş toprak tablet ele geçiyor. Winckler Hint-Avrupa kökenli bir dil ile Akkadça çivi yazısı ile kullanılan tabletler olduğunu söylemiş ve Hint-Avrupalı bir dil konuşan bir halk topluluğunun yaşadığı sonucuna varmış. Birinci ve İkinci dünya savaşı sırasında kazılara ara verilmiştir. Kurt Bittel, Rudolph Naumann ve Peter Neve sırasıyla kazıları sürdürmüş olup halen devam eden kazıları Ian Holder yönetmektedir.
Hitit krallığı önceleri kızılırmak kavisi içinde bölgelenmiştir.Krallık geliştikçe Hitit İnterlantı batı'da Ege kıyılarına, kuzeybatıda Troia'ya, Güneyde büyük ihtimalle bütün Akdeniz sahilleri, zaman zaman Kıbrıs (Alasia) adası, Güneydoğu'da Suriye topraklarında Amurru(amor) topraklarına (burası hitit ile mısır arasında uzun süre savaşa sebep olmuştur.)kadar ulaşmıştır. Hitit egemenliği dışında kalan Anadolu toprakları Doğu Anadolu bölgesinde Fırat kavsinin doğusunda kalan topraklardır. Hitit buraya ulaşmakta zorlanmıştır. Elazığ bölgesinde keban baraj gölü altında kalan ALTIN OVADA (Hitit metinlerinde Enzite bölgesi olarak geçer) kısmi olarak egemenlik kurabilmiştir. Ayrıca Samsun'un doğusundan Artvin'e kadarda egemenlik kuramamıştır. Bunların sebebi buralarda doğal yolların sınırlı oluşu , ulaşmanın çok zor oluşu ve ekonomik bir kaynağının olmayışı olabilir. Özellikle Fırat Hitit'in doğuya açılmasında engel oluşturur.Ancak burada İmikuşağı ve Pirot höyükte istisna olsada Hitit egemenliğine rastlanır.
Boğazköy temel olarak 2 ana bölümden meydana gelir. kuzey ve güney kent olmak üzere ikiye ayrılır. Arazinin topoğrafyasında kuzeyden güneye doğru bir yükselme mevcuttur, bu nedenle yüksek olan güney kente yukarı kent, aşağıda kalan kuzey kente aşağı kent ismide verilmiştir. İlk kent yaklaşık olarak m.ö 1700 yılında krallık olarak kuzey kent olarak kurulmuş. m.ö 1450 yılında imparatorluk döneminde güney kent inşaa edilmiştir.
I. nolu tapınak Hitit dünyasının bilinen en büyük tapınaklarından biridir, bu yüzden büyük tapınak olarakta anılır. Kuzey kenti çevreleyen sur duvarları vardır, krallık döneminde inşaa edilmişlerdir. Büyük kaleyi çevreliyen sur duvarlarının doğu bölümleri geç dönemlerde tamir edilmiştir.
Güney surları ise imparatorluk dönemine aittir, Krallık döneminde bu surlar yapılmadan önce güneyden gelebilecek tehlikelere karşı küçük kalecikler inşaa etmişlerdir. Bunlar Sarıkale, Yenicekale ve Nişantepe'dir. Surların inşaa edilmesiyle bu yapılar ya başka amaçlarla kullanılmış yada terk edilmişlerdir. Örneğin nişantepede son hitit kralı Şuppiluliuma'nın bir yazıtının yer aldığı anıt vardır.
Boğazköy'ün 3 anıtsal kapısı vardır. Güney sur duvarlarının doğusunda Kral kapısı , bunun karşısında Aslanlı kapı ve kentin en güney ucunda Sfenskli kapı (güney kapısı, yer kapı, poternli kapı olarakta bilinir.). Kazıcılar Güneydoğu bölüme tapınaklar alanı ismini vermişler ve burada şimdiye kadar 30 adet tapınak bulmuşlardır. Bunları roma rakamı ile lokalize etmişlerdir.
Hititler'in Anadolu'ya göç tarihleri kesin olarak bilinmemektedir. MÖ 2000 yıllarında Hint-Avrupa kavimlerinin doğuda Kafkasya üzerinden Anadolu'ya girdikleri en kabul gören tezlerdendir. Tezlerden bir diğeri Çanakkale Boğazı'ndan, bir başkası ise, Karadeniz'den geldikleri varsayımıdır. Yeni gelenler yerli Anadolu Hatti Beylikleri'ni egemenlikleri altına almışlar, kısmen politik ve askeri, bir dereceye kadar da ekonomik gücü ellerinde tutmuşlardır.MÖ II.bin başlarında, Yukarı Mezopotamya'daki Assur şehrinin zengin tüccarlarının Anadolu ile yoğun bir ticari ilişkiye girmiş olduklarını görüyoruz Orta Anadolu'nun geniş toprakları üzerinde kurulan küçük krallık veya beylikler, "Karum" adı verilen pazar yerleri ile son derece canlı birer ticaret merkezleriydiler. Assurlu tüccarlarla birlikte gelişen bir başka ve çok önemli olgu ise, MÖ II. bin de Anadolu'da bilinmeyen fakat Mezopotamya'da MÖ 3000 yılından beri kullanılan çivi yazısının Anadolu'ya gelişidir. Böylece Anadolu tarihi çağlara girmektedir. Kilden yapılmış tabletler üzerine yazılan mektuplardan, Assurlu tüccarların Anadolu'ya kumaş, koku ve kalay madeni getirerek yerli krallara ve halka sattıklarını, karşılığında altın, gümüş ve bazı tunç malzeme aldıklarını öğreniyoruz.Koloni Çağı'nı izleyen Eski Hitit ( M.Ö. 18.yy.) ve Büyük Hitit Krallığı dönemleri sonunda, takriben 1200 yıllarında batıdan gelen ve Deniz Kavimleri diye adlandırılan toplulukların istilası ile Hitit İmparatorluğu son bulmuş ve Hititler yaşamlarına şehir beylikleri halinde devam etmişlerdir.

Başkentleri Hattuşa
Anadolu'da ilk kez organize devlet kuran Hititleri'in başkenti olan Boğazköy (Hattuşa), dağlık-engebeli bir arazi kurulmuş olup Çorum,a uzaklığı 82 km'dir.Boğazköy'ün gerçek tarihi M.Ö. 1900'den az sonra başlar. Geç Hitit ve Asur belgelerinden öğrendiğimize göre Boğazköy; Hattuştu ve Pijusti adlı krallarla son bulan bir hanedanlığın merkezi idi. M.Ö. 19. ve 18. yy.'da Hitit öncesi'deki dönemde Boğazköy'de, Hattiler ve Asurlu tüccarlar da konaklamaktaydılar. Şehirde Asurlu tüccarların ticaret yaptıkları "karum" denilen bir pazar yeri bulunmaktaydı.Boğazköy, M.Ö. 1200 yıllarına kadar Hititler'in başkenti olma özelliğini korumuştur. İlk Hitit kralı olarak Hattuşa'lı anlamına gelen Hattuşili'yi görüyoruz.Kentin asıl merkezini büyük kale teşkil eder. Büyük kalenin kuzeybatı yamacında Hitit İmparatorluk dönemine ait özel evler ile Büyük Mabed'in yer aldığı "aşağı şehir" bulunmaktadır. Şehrin güney kısmını teşkil eden "yukarı şehir"; M.Ö. 13. yy kralları tarafından yapılmış sandık şeklindeki surlarla çevrilmiştir. Bu surda Kral Kapısı, Potern, Sfenskli Kapı, Aslanlı Kapı yer almaktadır. Yukarı şehir içinde Yenice kale ve Sarıkale tahkim edilmiş olarak yapılmıştır.Hitit Krallığı; M.Ö. 1200'deki Deniz Kavmi Göçleri sonunda Trak asıllı kavimlerin baskıları sonucu yıkılmış olup, dolayısıyla Boğazköy de başkent olma özelliğini kaybetmiştir. M.Ö. 750 yılında Friklerin yerleşimine sahne olmuştur. Hellenistik çağda ise Boğazköy; büyükçe bir yerleşim alanı olamaktan öte gidememiştir. Bizans çağında da iskan edildikten sonra Boğazköy'e 18. yy.'da bugünkü sakinleri yerleşmiştir.Antik Hattuşa harabeleri ile Yazılıkaya Açık Hava Mabedi birer açık hava müzesi olarak önem taşımakta olup, ayrıca; Milli Park projesi kapsamına alınmış ve Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilmiştir.

Kaynak: arkeolog.org
Son düzenleyen Blue Blood; 14 Mayıs 2006 14:06
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Kasım 2005       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
FRİGYA UYGARLIĞI (MÖ 750 - MÖ 300)

Frigler, Ege Göçleri ileAnadolu’ya gelen Balkan kökenli boylardan biridir. Ancak siyasi bir topluluk olarak ilk defa MÖ 750’den sonra ortaya çıkmışlardır, Midas döneminde ise (MÖ 725-695/675) bütün Orta ve Güneydoğu Anadolu’ya egemen, güçlü bir krallık düzeyine ulaşmışlardır. Hint-Avrupa kökenli oldukları halde kısa bir süre içinde Anadolululaşmışlar ve bir yandan Helen, öbür yandan Geç Hitit etkileri altında kalmış olamakla birlikte özgün ve Anadolulu bir kültür oluşturmuşlardır. Friglerin maden ve ağaç işçiliğinde, dokumacılıkta üretikleri eserler Helen piyasasında beğeni kazanmış ve Helenli ustalar tarafından taklit edilmişlerdir. Makara kulplu bronz tabaklar ve bronz kazanlar; dönemin “teknolojik” bir başarısı olan altın, gümüş ve bronzlardan yaylı çengelli iğneler (fibulalar); değerli madenlerden giysi kemerleri, tokalar ve zengin bezemeli tekstil ürünleri; geometrik desenlerle süslü mobilya eşyası bunlar arasındadır. Frigler, Helenlere ayrıca müzik alanında da esinlenme kaynağı olmuşlardır.

FRİGLERİN TARİHİ
Güçlü bir uygarlık kuran Friglerin tarihi ve sosyal yaşamı ile ilgili bilgilerimiz ne yazık ki yeterli değildir. Bu konudaki ilk bilgileri antik yazarlardan öğreniyoruz. Tarihçi Herodot ile coğrafyacı Strabon’a göre Frigler, Avrupalı bir kavimdi ve Anadolu’ya gelmelerinden önce “Brigler” olarak anılıyorlardı. Friglerle ilgili bu yazılı kaynakları ve bölgedeki kazı sonuçlarını değerlendiren bilim adamları Friglerin, büyük olasılıkla MÖ 1200’lerde Trakya ve Boğazlar üstünden Anadolu’ya geldikleri, ilk yıllarda Trakya ve Güney Marmara Bölgesi’nde geçici yerleşim merkezleri kurduktan sonra Batı Anadolu’nun iç kesimlerine yayıldıklarını ileri sürmektedirler. Friglerin Anadolu topraklarında ilk siyasal birliği kurmaları MÖ 750 yıllarına rastlar.
Friglerin bilinen ilk kralı ülkenin başkenti Gordion’a adını veren Gordias’tır. Dağınık Frig topluluklarını siyasal bir birlik altına toplamayı başaran bu kral ve yaşadığı dönemin siyasal olaylarıyla ilgili bilgilerimiz yok denecek kadar azdır. Tarihçi Arianos’a göre Gordias Thelmessos’lu (Fethiye) bir kadınla evlenmiş ve Midas adını verdiği bir oğlu olmuştur. Midas Friglerin bilinen tek kralıdır (Araştırmacılar Frig krallarının hepsine Midas denildiğini belirtmektedirler). Midas’ın ünü kendi ülkesinin sınırlarını aşıp, Batı Anadolu kıyılarındaki Yunan kentlerine, hatta Kıta Yunanistanı’na dek yayılmıştır.
Başlangıçta Eskişehir, Afyon, Ankara ve Sakarya vadilerini içine alan bir bölgede yerleşen Frigler, sonraları Kütahya’dan Kızılırmak’a, Ankara’dan Denizli’ye dek olan bölgede güçlü bir uygarlık oluşturmuşlardır. Midas’ın Frig tahtına geçtiği ilk yıllarda ülkenin en önemli düşmanı Asurlar’dır. Midas, Asurlar’la barış yaparak Güneydoğu sınırlarını güvenceye aldıktan sonra batı ülkeleriyle dostça ilişkiler kurmaya yönelir (Batı Anadolu kentlerinden Kyme kralının kızıyla evlenir). Öte yandan fildişi tahtını Yunanistan’daki Delfoi Apollon Tapınağı’na armağan ederek Kıta Yunanistanı ile ilişkileri güçlendirir. Gordion’da yapılan kazılarda ele geçen Yunan çanak-çömlekleri bu ilişkilere ait diğer örneklerdir.
MÖ 700 yıllarına doğru, Kafkaslar üzerinden Doğu Anadolu’ya giren Kimmerler, önce bölgedeki Urartular’ı güçsüzleştirdikten sonra Kızılırmak’a kadar uzanırlar. Frig-Kimmer savaşı sonunuda Frigya tamamen tahrip olur. Kral Midas ise öküz kanı içerek yasamina son verir (MÖ 676). Batıya kaçan Frigler, küçük beylikler halinde bir süre daha varlıklarını sürdürürlerse de Lidyalıların egemenliğine boyun eğerler.
Frigler, başlıca Gordion (Yassıhöyük), Pessinus (Ballıhisar), Dorylaion (Eskişehir) ve Midas’da (Yazılıkaya) yerleşmişlerdir.

FRİGYA UYGARLIĞI

a. Dil ve Yazı

Frig uygarlığını kuranların, bir türlü aydınlığa kavuşturulamayan yazı ve dilleri üstüne bilgilerimiz oldukca sınırlıdır. Friglerin başlı başına bir yazı sistemi vardı. Kaynağı ve gelişimi henüz aydınlatılmamış olan bu yazı bir taraftan Arami, diğer taraftan Ege yazı sistemlerinin etkisi altında meydana gelmişe benzemektedir. Frig yazısı henüz tümüyle çözülememiş olmasına karşın okunabilmektedir. Ancak bu okuma, “Midas” ya da “Ana Tanrıça” gibi çok bilinen sözcükler için geçerlidir.
Gordion’da bulunan bronz vazoların bazılarında Erken Yunan yazısının alfabesine benzeyen Frigçe yazılar görülmüştür. Kayalara yazılmış yazıtlarda da aynı yazıları görmek mümkündür. Bunların hepsi, tarih olarak MÖ VII. yüzyıla kadar çıkar. Frig ve Yunan alfabelerinin aynı Fenike kaynağından gelmesi olasıdır. Frig alfabesi MÖ V. yüzyıla kadar kullanılmıştır. Frig dili ise Yunanca ile karışarak MS II. ve III. yüzyıllara kadar yaşamıştır. Frig diline ait kalıntılarla Yunan yazarlarından gelme otuz kadar sözcük bu dili tam olarak açıklamaya yetmemektedir. Fakat genel olarak bu dilin Hint-Avrupa dilerinden olduğu ve içinde İslav, Arami ve hatta Frig öncesi Hitit dillerinden de sözcükler bulunduğu söylenebilir.
Onlardan kalan yazılı belgeler yok denecek kadar az olduğundan, edebiyatları hakkında da bir bilgimiz bulunmamaktatır; fakat Frigyalılar hayvan öykülerinin bulucuları olarak kabul edilir.

b. Mimari
Frigya sanat ve mimarisi konusunda bilgi edinebilmek için, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, özellikle Gordion, Midas şehirleri ve Pazarlı’da tümülüs şeklindeki mezarlarda veya kayalar içine oyulmuş zengin cepheli binalarda yapılan kazılara başvuruyoruz. Frigler, özellikle maden işçiliğinde çok ileri gitmişlerdi. Kaya ve taş mimaride kullanılan malzemeyi işlemek için madenden çeşitli aletler yapıyorlardı. Frigler zamanında korunaklı kalelerin varlığı, Pazarlı kazılarından anlaşılmıştır. Yüksekçe bir tepenin üzerine yapılmış olan bu kalenin içinde muntazam dörtgen şeklinde küçük evler vardı. Evlerin temelleri taştan, üst kısımları tahta hatıllarla desteklenmiş kerpicten yapılmıştı; damlar ise ahşaptı. Çatı ve dış cephelerin bazı kısımları boyalı kabartmalarla süslü toprak levhalarla kaplanmıştı. Bu türden toprak levhalara Pazarlı’dan başka Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ve özellikle Gordion’da rastlandı. Bunlardaki resimler ve nakışlar Frigya sanatının, Anadolu’da eskiden beri köklenmiş geleneklerin, doğudan (özellikle Mezopotamya) ve batıdan (İonya ve Yunanistan) etkilerle geliştiğini göstermektedir. Bu mimarinin en iyi örnekleri Eskişehir ve Afyonkarahisar arasındaki eserlerde görülür. Bunlar zengin süslemeli tapınak kalıntılarıdır. Alınlıklarında bir pencere bulunmaktadır. Frig ahşap mimarisinin Likya’da da görülen bir çeşidi Eski Bronz Çağ prototiplerine kadar gider. Bu mimari aynı zamanda erken doğu mimarisini de etkilemiştir. Klasik geleneğe göre frizi ilk defa Frigler kullanmıştır.
Amerikalıların Gordion’da son yıllarda yaptıkları kazılarda MÖ. VIII. yy.’da Frig evlerinin bazen taştan, bazen de tahta çerçeve kullanarak kaba tuğladan yapıldığı anlaşılmıştır. Bu evlerin bazılarının planı megaron tipindedir. Gordion’da şehrin etrafını çeviren surlar, şehir kapısı ve çeşitli binalar ortaya çıkarıldı. Frigler, doğu komşuları Urartular gibi kaya mimarlığında çok ileri gitmişlerdir, kayalar içinde hücreler, odalar, koridorlar, neye yaradığı henüz tam olarak anlaşılamayan yüksek kademeli merdivenler ve sunaklar yapmışlardır. Aynı zamanda kayalıklarda, çoğu hallerde direkli ve alınlıklı binaları bulunan cepheler oluşturmuşlardır. Üzerinde birtakım geometri ve ya hayvan motifleri yeralan bu kaya cephelerinin Frig devletinin parlak devrinde yapıldığı anlaşılmıştır. Yalnız bu yapıların mezar olup olmadığı konusunda bir fikir birliği yoktur. Gerilerinde mezar odaları şeklinde hücreler bulunan bazı cepheler mezar olarak kabul edilmektedir. Fakat, Midas’ın mezarı olarak gösterilen Yazılıkaya’daki bir cephenin mezar olmadığı ve sadece bir tapınak cephesi olarak kullanıldığı düşünülmüştür. Bu mezar odası semerdanlı idi.
Saray depoları, hizmet yerleri ayrı yapılar halindedir. Bazılarının tabanı renkli taşlardan yapılmış mozaiklerle kaplıdır. Üzerinde zengin geometrik motifler bulunan süslemeler, Anadolu’da bugüne kadar bilinen en eski mozaik süslemeleridir. İçlerinde mobilya parçaları, fildişinden özenle işlenmiş sanat eserleri, insan ve hayvan kabartmaları, çeşitli çanak çömlek bulunmuştur. Kimmer istilası sırasında yıkılan şehir, yeniden yapılırken tapınakların dış cepheleri kabartmalı, renkli, pişmiş topraktan levhalarla süslenmiştir. Lidya devletinin hakimiyeti, doğu Yunan sanantının Gordion’a girmesine neden oldu.

c. Mitoloji, Din ve Kibele İnanışı
Frigya uygarlığı denildi mi akla ilk gelen Kral Midas olur. O zamandan günümüze Kral Midas ile ilgili iki efsane ulaşmıştır. Bunlardan ilki şöyledir:
“Midas Frigya Kralıydı. Pek öyle akıllı biri değildi; ama akılsızlığının cezasını sadece kendisi çekmiştir. Birgün Midas’ın adamları sarayın yakınlarındaki gül bahçelerinde yaşlı Silenos’u buldular. Dionisos’u ararken yolunu kaybetmisti Silenos. Her zamanki gibi zil zurna sarhoştu yine. Ağaçların arasında sızıp kalmıştı. Midas’ın adamları, tepeden tırnağa güllerle süslediler onu, sonrada krala götürdüler. Midas, güler yüzle karşıladı Silenos’u, tam on gün on gece ağırladı. Yedikçe yedi Silenos, içtikçe içti. Sarhoş oldu, şarkılar söyledi, sızdı, ayıldı... Onuncu günün sonunda da Frigya kralı elinden tutup tıpış tıpış Dionisos’un yanına götürdü onu.
Dionisos, Silenos’a yeniden kavuştuğuna öyle sevindi öyle sevindi ki,
“Midas, dile benden ne dilersen.” dedi. Kral, hiç düşünmeden,
“Aman Dionisos”, diye cevap verdi, “Her dokunduğum altın olsun; başka birşey dilemem”. Tanrı bu dileğini yerine getirdi onun; ama akşam olunca yemekte başına neler geleceğini düşündükçe kıs kıs güldü. Zavallı Midascık... Karnı acıkıp da sofraya oturunca ne kötü bir dilekte bulunmuş olduğunu anladı. Ağzına her götürdügü şey altına dönüveriyordu. Ekmeği mi tuttu, al sana altın bir ekmek... Elmaya mı dokundu, işte sapsarı, kaskatı bir elma...
Hemen Dionisos’a koştu Midas. Yalvardı yakardı. “Ne olursun bu büyüyü boz” diye göz yaşı döktü. Dionisos, “Git de Paktolos ırmağında yıkan. O zaman büyü bozulur” diye cevap verdi. Frig kralı, Paktolos ırmağına koştu hemen, bir güzel yıkandı. Ondan sonra da sarayına dönüp tıkabasa yedi içti.
Şimdi onun yıkandığı ırmağa bakanlar, altın kum tanecikleri görürler sularda.”
Bir ikinci öyküsü daha vardır Midas’ın. O da Apollonla ilgilidir. Yüce tanrı, Frigya kralının kulaklarını eşek kulaklarına çevirmişti. Bir suç işlediği için değil de aptallığı yüzünden bu cezayı görmüştür Midas:
“Apollon ile Pan arasında yapılacak bir çalgı çalma yarışmasında Midas, yargıçlardan biri olarak seçilmişti. Kır tanrısı, kavalıyla hoş sesler çıkarıyordu; ama Apollon’un gümüşten lira’sı her çalgıdan üstündü. Bir çalmaya başlamasın Apollon; Musalar bile durup kendini dinlerdi.
Yargıçlardan ikincisi dağ tanrısı Tmolos, yengi çelengini Apollon’a verdi. Ama yüce musikiden ne anlasın Midas, tuttu oynak havalar çalan Pan’ı kazandırdı. Apollon da kızıp onun kulaklarını eşek kulakları yapıverdi.
Midas bir süre, tanrının armağanlarını koca bir külah içinde sakladı. Sakladı ama onun saçlarını kesen berber sonunda kulaklarını gördü. Kulakları gördüğünü kimseye söylemeyeceğine yemin etti. Berber bu, konuşmadan durur mu, gitti bir çukur kazdı sazların arasında, usulca “Kral Midas’ın kulakları eşek kulakları.” diye fısıldadı.
Aradan zaman geçti. Çukurun çevresinde büyüyen sazlar yel estikçe, “Kral Midas’ın kulakları eşek kulakları!” diye bağırmaya başladılar. Böylece herkes gerçeği öğrendi.”
Bu olaydan sonra, Midas şunu öğrenmiştir herhalde: İki tanrı yarışırken beğendiğini tutma güçlü olanı tut.
Frigya uygarlığının yaratıldığı dönemde “Ana Tanrıça İnancı” etkisinin doruğuna çıkmış, Ana Tanrıça adına tapınaklar, kutsal alanlar yapılmış, dinsel törenler düzenlenir olmuştu. Bu dönemde Ana Tanrıça ile ilgili olarak anlatılan bir efsane, Tanrıça’ya nasıl tapıldığını da anlatmaktadır.
Efsaneye göre, Ana Tanrıça (Kibele), Attis adlı bir delikanlıya aşık olur. Attis, Ana Tanrıça’nın kendisine karşı duyduklarından habersiz, Pessinus (Ballıhisar) kralının kızıyla evlenme hazırlığındadır. Düğün yeri kurulmuş, düğüne çağrılı tüm konuklar yerini almıştır. Gözünü aşk bürüyen Ana Tanrıça, olanca görkemiyle birden düğün yerinde ortaya çıkar. Ve tanrısal gücünü kullanarak sevdiği erkek Attis’i çıldırtır. Bir anda çılgına dönen Attis, bir yandan dans eder, bir yandan da bıçağını çekerek erkeklik organını keser. Attis’in kasıklarından fışkıran kanlar toprağı sular, topraktan bitkiler fışkırır. Attis’in kendisi de ölüp bir çam ağacına dönüşür. Ana Tanrıça da onun hiç bozulmamasını sağlar. Çam ağacının, yaz-kış hiç bozulmadan kalması böyle bir efsaneye bağlanır.

d. Friglerde Ölü Gömme Geleneği
Frig beyleri ölülerini ya kayalara oyulmuş mezarlara ya da tümülüslere gömerlerdi. Kaya mezarlarının çoğu soyulmuş oldukları için mimari dışında fazla bilgi vermezler. Buna karşın tümülüsler, yani yığma mezar tipleri Frig ölü gömme geleneğini öğrenmemizde önemli rol oynarlar. MÖ 8. yüzyıl başlarından MÖ 6. yüzyıl ortalarına kadar kullanıldıkları sanılan tümülüslerin büyük bölümü Gordion’dadır. Bu yığma toprak mezarları kentin sırtlarında yeralır ve sayısı 100’e yaklaşır.
Bu türde ölü gömme tekniği gelişmiş olarak birden ortaya çıkar. Bu durum tümülüs mezarlarının Frigya’ya dışarıdan gelmiş olduğuna işaret eder. Gerçekten de Arnavutluk ve Makedonya’da soylu kişileri gömmek amacıyla tümülüs mezarların MÖ 1800-1500’den itibaren kullanıldığı bilinmektedir.
Frigya tümülüslerindeki mezar odalarının ahşap yapısı çok ileri bir tekniğin eseridir. Ölüler önceleri yakılmadan ahşap sedirler üzerine uzatılmış, MÖ 7. yüzyılın sonlarından itibaren de, Yunanistan’dan gelen etkilerle yakılmaya başlamıştır. Ahşap mezar odasına ölü ve ölü armağanlarının bırakılasından ve ahşap çatının kapatılmasından sonra, odanın üzeri büyük bir yığma tepeyle örtülmüştür.
Toprak yığınının ahşap mezar odasına yapacağı baskıyı en aza indirmek için mezar şu şekilde yapılırdı: Ahşap mezar odasının üstü moloz taşlarla kaplanmış, bunun üzerine kalitesi ve direnci fazla olan, sulandırılarak bulamaç haline getirilmiş kil serilmiş , sonra da kuru kilden tepe yığılmıştı. Toprak kümesi, altındaki nemli kilin iyice kurumasından sonra yığılmış olmalıdır; çünkü ıslak kil kuruyunca mukavemeti artıyordu.
Tümülüslerin yüksekliği gömülen kişinin önemine göre 2-3 ile 60-70 metre arasında değişmektedir.
Frig tümülüslerini, Lidya ve Yunan mezarlarından ayıran; mezar odaları yapımında taş yerine tahta kullanılması, yığma tepe toprağının çevreye yayılmasını önlemeye yarayan krepis duvarı ve mezar odasınına geçit veren dromos kullanılmamasıdır.
Toprak yığını altında kalan mezar odalarının yeri büyük boy tümülüslerde ortada, alçak tümülüslerde ise mezar soyguncularına karşı alınan önlemle merkezden uzak yerlerde olurdu.
Soylular için kentlerin dışında görkemli yığma mezarlar yapılırken, geniş halk kiltleleri için gösterişsiz mezarlar kullanılmıştır. Pazarlı halkı, ölülerini kalenin içindeki basit mezarlara, sırt üstü yatırarak gömmüşlerdi. Boğazköy halkı ölülerini yakıp, küllerini küpler içine koyarak gömmüşlerdi. Ayrıca Boğazköy’de çocuk mezarı olarak kullanılan bir vazo bulunmuştur.
Bu Boğazköy ve Pazarlı’daki ölü külleriyle iskeletlerin tümü geç Frig dönemine aittir ve sürekli kent içine gömülmüşlerdir. Ancak Ankara’da yakılmış ölülerin küpler içinde gömüldüğü kent dışı mezarlar da bulunmuştur. Bu Ankara’da bugünkü Hacıbayram Camisi çevresindeki Frig kentinde yaşayan farklı halk sınıflarının varlığını gösterir.

BÜYÜK TÜMÜLÜS
Gordion’daki büyük tümülüs, mezar odasının çukur içinde değil de zemin yüzeyinde yapılmış olmasıyla dikkat çeker. Mezar odası (iç boyutlları 5.15x6.20, yüksekliği 3.25m), kireç taşından kaba bir duvarla çevrilmiştir. Bu 53 metre boyundaki tümülüsün yapılış tekniğine gösterilen özen, tam mezarın Friglerin en güçlü döneminde yaşayan bir krala ait olduğunu düşündürmektedir. Çeşitli iddialara göre mezar ya Midas’a ya da Midas’ın babası Gordias’a aittir.
“Anadolu’nun piramitleri” denilen tümülüslerden biri olan Büyük Tümülüs’ün 53 metre altındaki mezar odasının bozulmadan ortaya çıkarılışı 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya konulan başarılı arkeolojik uygulamalardan biridir. Kazı başkanı Roudney S. Young eski tümülüsün 250 metre çapında ve 70-80 metre yüksekliğinde olabileceğini tespit etmiştir.

GORDİON (YASSIHÖYÜK)
Frig Krallığı’nın başkenti Gordion’un kalıntıları Ankara-Eskişehir karayolu ve Sakarya ile Porsuk nehirlerinin birleştiği yerin yakınında Polatlı’nın kuzeybatısında bulunmaktadır. Gordion’un geçmişi MÖ 8. yüzyıl ortalarına kadar gider. Şehir en parlak dönemini MÖ 725 ve 675 yılları arasında yaşamıştır. Midas bu kentte oturmuştur. Gordion, MÖ 7. yüzyıl başlarında Kimmer saldırısına uğramıştır. Şehir, Büyük İskender tarafından bağımsızlığına kavuşturuluncaya kadar 6.yy ortalarından başlayarak Pers istilası altında kalmıştır. Ayrıca Büyük İskender çözenin Asya fatihi olacağına inanılan gördüğümü Gordion’da kılıçıyla kesmiştir (MÖ 334).
Kent Höyüğü: 350x500 metre ölçüsündeki yassı bir höyük durumundaki Frig kenti, Sakarya ırmağının hemen doğusunda yer almaktadır. Arkeologlar, anıtsal bir kapı ile birlikte kral ailesine ait bir çok yapı ve evlere kent duvarlarına ilişkin kalıntılar ortaya çıkarmışlardır. Bunların tümü Frig krallığına en parlak dönemine (MÖ 725-667) tarihlenmektedir.
Kent Kapısı: MÖ 8.yüzyılın sonunda yapılmıştır. Yumuşak kireç taşından 9 metre yükseklikteki kısmı günümüze kadar korunmuş anıtsal bir yapıdır. Kente asıl giriş 9 metre genişliğinde ve 23 metre uzunluğunda üstü açık bir koridorla sağlanıyordu. Kapının iki yanında yer alan kulelerin kente açılan birer kapısı vardır. Tamamı kazılan kuzey avlu depo olarak kullanılıyordu. Güney avlusu ise Pers kapısının büyük güney duvarının korunması amacıyla kazılmadan bırakılmıştır.
Kent Merkezi: Höyüğün orta kısmı saraylara ayrılmıştır. Kerpicten bir duvar [B] dört yapıyı içeren sarayın birinci avlusunu kent kapısından ayırmaktadır. Daha kalın bir duvar (E1, E2, E3) iç avluyu kuzey, batı ve güney yönlerinden çevirmektedir. Olasılıkla bu duvarlar saray yapılarının doğu yönünce de uzanmakta ve böylelikle onları dışarıdan tümüyle ayırmaktadır.
Saraylar: Birinci avludaki iki yapı birer megarondur. Megaron 2, geometrik desenli bir mozaik ile döşenmiştir. Bu mozaik, bilinen en eski çakıltaşı mozaik örneğidir ve bugün bir kısmı Gordion Müzesi’nde sergilenmektedir.
Megaron 3: Bu, günümüze kadar Gordion’da çıkarılmışen önemli yapıdır. İç avluda yer alan yap Frig akropolünün en büyük binasıdır. Yapı, iki sıra ahşap direkle bir orta ve iki yan nefe ayrılmıştır. Arkeologlara göre orta bölüm tek katlı ve yüksek bir salondu. Yan kısımlar ise iki katlı ahşap galeriler şeklindeydi. Megaron 3, MÖ 8. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş en eski yapılardan biri olmalıdır.
Teras Yapısı: Terasın batı kesimindeher biri 11x14 metre ölçülerinde yan yana sıralanmış 8 adet megaron yer alır. Her birinde ortada bir ocak ve yanlarda direklerle desteklenen ahşap galeriler bulunmaktadır. Büyük olasılıkla bunlar sarayın günlük işlerinin görüldüğü yapılardır. Megaron 3’ün yanına yapılan bir merdivenle yeni oluşturulan terasa geçiş sağlanmıştır.

PESSİNUS (BALLIHİSAR)
Pessinus ören yeri, Ankara-Eskişehir karayolu üzerinde Sivrihisar yakınlarındaki Ballıhisar’da bulunmaktadır. Pessinus, tanrıların anası Kibele olarak anılan tanrıçanın ünlü kutsal yerleşmesiyle birlikte "Rahipler Devleti" şeklindeki antik bir Frig yerleşmesiydi. Ana Tanrıça’nın şekilsiz taştan yapılmış kült heykelinin (Baitylas) gökten indiğine inanılıyordu. Kent, Bergamalılar’ın egemenliği altında kalmıştı, fakat Galatlar’ın saldırısına rağmen buradaki rahipler sınırlı bir özgürlüğe sahip olabilmişlerdi. Kenti beş Frigyalı ve beş de Galat rahiple birlikte bir baş rahip yönetmişti. MÖ. 204 yılında Roma senatosunun Pessinus’a elçiler gönderip Kibele’nin kült heykelini Roma’ya getirtmesi ve orada inşa ettirilen bir tapınağa bu heykelin yerleştirilmesiyle kent çok büyük bir üne kavuştu. MÖ. 25 yılında Augustus, Galatia eyaletini kurunca, Pessinus Romalıların yönetimine geçmiştir.
TAPINAK: Yapı çok ilginç bir plana sahiptir. Dar kenarlarında altı, uzun kenarlarında on bir sütun bulunan peristasis (antik tapınağın etrafını çeviren sütun dizisine verilen ad) Hellen tapınağının değişik bir uygulamasını göstermektedir. Yapıyla ilişkisi olan ve bir theatron (Antik Yunan tiyatrosunda seyircilerin oturduğu kısma verilen ad) işlevi gören gösterişli bir basamak sırası ortaya çıkarılmıştır. Bu nedenle Belçikalı araştırıcılar onu bir tiyatro-tapınak olarak tanımlamışlardır. Buna rağmen Ekrem Akurgal söz konusu basamakların Kibele kültü ile ilgili olduğunu düşünmektedir. Çünkü tapınağın yeraltı bölümü Aizonai Tapınağı’nda olduğu gibi buna işaret etmektedir. Mimari süslemelerine göre tapınak MS. 1. yy’ın ilk yarısında yapılmıştır. Açık bir alanı üç yandan çeviren portiko (çatısı sütunlarla taşınan hol) kalıntıları buranın bir agora olarak düzenlendiği görünümünü vermektedir. Yapı, eski Anadolu kültürleriyle ilişkili Hellen tapınakları şeklinde batıya bakmaktadır.
NEKROPOL: Kentin nekropolünde yapılan kazılarda ön yüzleri kapı şeklinde olan Geç Roma mezarlarının güzel örnekleri bulunmuştur. Nekropol seramiğini inceleyen İnci Bayburtoğlu’na göre halen Ballıhisar’daki yerel bir depoda korunan mezar taşları MS. 3. ya da 4. yy’a tarihlenebilir. Bunların içinde en önemlisi üzerinde bir aslan heykelinin yer aldığı steldir.
Belçikalı arkeologlar Pessinus’un sığ vadisinde yapılmış geniş ve olasılıkla uzun bir kanalı da ortaya çıkarmışlardır. Bu kanalın her iki yanı basamaklıdır ve söz konusu basamaklar yazın kanaldaki su düzeyi aşağı indiğinde vatandaşlara kolaylık sağlıyordu. Bundan başka kanalın kuzey ucundan Roma çağında varolan derenin suyunu düzenleyen kapatma sistemini de Belçikalı arkeologlar bulmuşlardır.
Son düzenleyen Blue Blood; 16 Aralık 2005 11:20
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Kasım 2005       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
LYDİA UYGARLIĞI (M.Ö. 700-300)

Ad:  sardes2.jpg
Gösterim: 1066
Boyut:  5.6 KB
Yer olarak kabaca Anadolu'nun batısıdır. Esas olarak Gediz (Hermos) Irmağı ve Küçük Menderes (Kaistos) Irmaklarının vadilerini kapsayan bölgedir. Kuzeyinde Mysia, güneyinde Karia, doğusunda Phrygia, batısında ise Ionia bölgeleri bulunmaktadır.
Lidya'da üç kral hanedanı hüküm sürmüştür. Birincisi "Atyadlar", ikincisi "Heraklidler", üçüncüsü "Mermnadlar" Hanedanlarıdır. İlk iki hanedan ve bunların kralları hakkında pek bir bilgimiz yoktur. Bu iki hanedanın M.Ö. 2.bin yılın ikinci yarısında hüküm sürdükleri biliniyor. Yapılan dilbilim çalışmaları sonucunda Lidyalıların kökeninin Anadolu'nun Tunç Çağına kadar gittiği anlaşılıyor. Lidyalıların bilinen en parlak dönemi M.Ö. 700-550 yılları arasıdır. Bu dönem aynı zamanda Mermnadlar Hanedanı dönemidir. Lidya adı Mermnadlar Hanedanının ilk kralı olan Gyges'ten itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Gyges hakkında bildiklerimizi Yunanlı tarihçi Heredotos'tan öğrenmekteyiz. Heredotos, Gyges'in Miletos, Smyrna ve Kolophon (Değirmendere)'a karşı saldırgan bir politika izlediğini söylemiştir. Gyges'ten sonra sırasıyla Ardys, Sadyattes, Alyattes ve Kroisos hüküm sürmüşlerdir. Yine Heredotos, Alyattes'in Smyrna ve Klazomenai (Urla) kent devletlerine saldırdığını söylemiştir. Fakat Alyattes, Klazomenaililerle yaptığı savaşta yenilmiştir. Yine Lidyalıların doğudaki Medlerle Kızılırmak yöresinde yaptıkları savaş Alyattes döneminde olmuştur. İşte bu savaş sırasında Miletos'lu Thales ilk Güneş tutulmasını doğru olarak tahmin etmiştir (M.Ö. 28.05.585).
Lidyalıların Yunanlılarla en fazla ilişki kurdukları dönem Kroisos (560-547) dönemidir. Kroisos'da Ionia kent devletlerine karşı saldırgan bir politika izlemiştir. Fakat adalarda oturanlarla iyi ilişkiler içine girmiştir.
M.Ö. 546 yılında Persler, Lidya Krallığının başkenti Sardes'i ele geçirip Lidya Krallığına son vermişlerdir. Böylelikle Anadolu 200 yıl boyunca Pers egemenliğine girmiştir.
Lidya'nın insanlık tarihine en büyük katkısı "sikke"yi icat etmiş olmalarıdır. Başkent Sardes'in içinden geçen Paktalos Irmağı'nın alüvyonlarında doğal olarak bulanan altın-gümüş karışımı "elektron" madeninden basılan ilk sikkelerin üzerinde Lidya Krallığının arması olan Aslanbaşı bulunuyordu. İlk Lidya sikkeleri muhtemelen Alyattes döneminde basılmıştır. Sikke basımının daha iyi bir duruma gelmesi ve elektron yerine altın ve gümüşten ayrı olarak sikke basımı Kral Kroisos zamanında ortaya çıkmıştır.
Keramik kapların özelliğinden Lidyalıların batıdaki komşuları Ionia ile çok öncelere giden bir ilişkileri olduğu saptanmıştır. Yine Lidyalıların Yunanlılarla ticari ilişkilerinin yanı sıra dinsel ilişkileri de vardı. Lidya dininde en önemli kültler ana tanrıça-Artimu (Artemis-Kybele), Luvi tanrıçası-Kuvava, tarım tanrıları-Baki (Dionysos), yağmur tanrısı-Leus (Zeus) ve mezarların koruyucusu-Santas'dır.


Kaynak:
tr.wikipedia.org
Son düzenleyen Blue Blood; 16 Aralık 2005 12:19
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Aralık 2005       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İON UYGARLIĞI (M.Ö 1050 - 300)

Eski İzmir kazılarının ortaya koyduğuna göre İon kentleri 1050 sıralarında kurulmuşlardır. 300 yıl boyunca ilkel bir düzeyde tarımcı topluluklar olarakyaşayan İonlar, 8. yüzyılın ikinci yarısında Mısır, Fenike, Asur ve Hitit merkezlerinin etkileri ile gelişmeye başlamışlar, ancak parlak dönemlerinin M.Ö 650 - 545 yıllarında idrak etmişlerdir. İonların Dünya tarihindeki önemleri özgür düşünce ile özgür bilimsel araştırmanın ilk önce onların kurdukları kentlerde doğmuş olmasından ileri gelmektedir. Özellikle Miletos kentinde doğan filozofları, doğayı ve doğa olaylarını dinsel kurallardan ve boş (batıl) inançlardan sıyrılmış bir davranışla araştırmaya başladılar. Annesi Helen, babası Karyalı Hexamyes olan doğa filozofu Thales başta olmak üzere Anaximondros ve Anaximenes gibi düşünürler. Mısır ve Mezopotamyadan öğrendikleri bilgilere dayanarak bu yeni özgür davranışla, felsefe, matematik, geometri ve astronomi gibi müspet ilimlerin İlk temellerini attılar. Mısır'ı ve Mezopotamya'yı gezmiş olan Thales, o ülkelerde elde ettiği bilgilerle dünya'da ilk defa bir doğa olayını, M.Ö. 28 Mayıs 585 tarihinde olagelen güneş tutulmasını, önceden hesap etti. Bu bilimsel tespit ilk adım oldu: İslâm dünyasında Arap, İran ve Türklerin M.S 9. ve 12. yüzyıllarda geliştirdikleri ilk Rönesans hareketiyle gelişti. Daha sonra Avrupa'da Rönesans çağında ve özellikle l9. ve 20. yüzyıllarda oluşturulan, nihayet Ay'a insan gönderme başarısına kadar uzanan bilimsel araştırmaların ilk adımı oldu. Bu çağda İonia, şiir ve sanat alanında da Dünya'nın bir numaralı merkezi idi. Gerçekten Efesos'daki 55 x 110 metre boyutlarındaki Artemis tapınağı Dünya'da ilk defa olmak üzere tamamıyla mermerden inşa edili, İon mimarlık düzeni Atina'ya da geçmiş ve sonraları Avrupa'nın ve Amerika'nın çeşitli dönemlerde tekrar etmekten zevk aldığı bir mimarlık düzeni olarak 20. yüzyıl başlarına kadar yaşamıştır.İon mimarlığının güzel ve iyi korunmuş kalıntıları bugün, Bergama, Sardis, Efes, Priene, Miletos, Didyma, Afhrodisias ve Aizanoi gibi eski kentlerde bütün güzellikleri ile ayakta durmaktadır. İon sanatının heykelleri de Türk müzelerinde korunmaktadır. İon vazoculuğu, Yunanistan'daki yaratıların yanında ikinci plânda kalırsa da taşıdıkları cana yakın mizah üslubu bakımından eşsizdirler.

Kaynak:
bilgidunyasi.net
Son düzenleyen Blue Blood; 24 Aralık 2005 10:48
NeutralizeR - avatarı
NeutralizeR
ADM Webmaster
2 Aralık 2005       Mesaj #9
NeutralizeR - avatarı
ADM Webmaster
Anadolum

Download: https://www.msxlabs.org/msxteam/NeutralizeR/Anadolum_msxlabs.asf
Son derece gururlu insanlar, susmayı ve yalnızlığı sever.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Aralık 2005       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
URARTU KRALLIĞI

URARTU ÜLKESİ
Başkent Tuşpa (Van). Urartu Devleti en güçlü döneminde, günümüzdeki Doğu Anadolu, Kuzeybatı İran, Irak'ın küçük bir bölümü ile Ermenistan'ın güneyine egemendi. Sınırları kuzeyde Erzurum-Kars-Ardahan yaylası, güneyde Toroslar, doğuda Urmiye Gölü havzası, batıda Fırat Nehri (şimdiki Karakaya baraj alanı) olarak çizilebilir. Urartu döneminde kuzeyde Diauehi, Qulha, Tariu ülkeleri ile bozkırlı Isqugulu toplumları, batıda Hatti (Melitea, Qumaha ve Tabal), güneyde Assur güneydoğuda Mana ve Parşua ülkeleri bulunmaktaydı.

Ad:  urartu01pre.jpg
Gösterim: 1587
Boyut:  12.0 KB
Urartu Ülkesi Haritası (Tasarım Erkan KONYAR)

GENEL ÖZELLİKLERİ
Kent ve kale inşa etmede yetenekli, çok iyi taş ustası idiler.Demir silahlar ve savaş aletleri üreten savaşçı bir toplumdu. Doğu Anadolu'da sulama amaçlı ilk göletleri kurdular, kanallar ve karayolu sistemleri geliştirdiler. Örneğin, günümüzde de Van Ovasını sulamaya devam eden 50 km uzunluğundaki Şamram kanalı kral Minua tarafından yaptırılmıştır.
Bölgedeki zengin gümüş, bakır ve demir yataklarını işlettiler, madencilik çok gelişti.
Bazıları dinsel motiflerle süslü, kendilerine özgü kemerler, miğferler, at koşum takımları, situlalar ve kazanlar ürettiler. Fildişi oymacılığı ve mühürcülük gelişmişti.

KÖKEN VE DİL

Ad:  kayayaziti.JPG
Gösterim: 1393
Boyut:  25.7 KB
Kaya Yazıtı, I. Argişti Analleri/Yıllıkları

Urartular, eklemeli dil yapıları ortak özellikler gösteren Hurriler ile aynı kökenden gelmekteydiler. Urartuca, günümüzdeki Doğu Kafkas dil ailesinden Çeçence ve İnguşça ile benzerlikler göstermektedir. Urartuca, Krallığın tarih sahnesinden kalkmasından sonra aynı coğrafyada konuşulmaya başlanan Hint-Avrupa dil grubuna ait Ermenice ve onu izleyen Kürtçe'den farklı yapıdadır ve aralarında akrabalık söz konusu değildir.

KRONOLOJİ
M.Ö. XIII. yy: Urartu adına Assur yazıtlarında ilk kez Uruatri biçiminde rastlanır. M.Ö. XIII yy ile IX. yy arasında Uruatri ve Nairi toplulukları Doğu Anadolu'da beylik ve aşiretler halinde yaşamaktadırlar.
Krallık M.Ö. IX. yy ortasında I. Sarduri ile ilan edilir. İlk Urartu yazıtı ve Van Kalesi'ndeki ilk anıtsal mimari bu krala aittir. M.Ö. 7. yy'daki en güçlü krallardan biri olan II. Rusa'dan sonra ise gittikçe zayıflamış ve M.Ö. VI. yy başlarında tarih sahnesinden çekilmiştir.

Ad:  tapinak.JPG
Gösterim: 1313
Boyut:  44.9 KB
Erebuni Tapınağı'nın Peristilli Avlusunun Rekonstrüksüyonu

DİN

Tanrılar
Van/ Meher Kapı anıtındaki yazıta göre, Urartu'da adlarına belirli dönemlerde kurban kesilen ve ilk üç sırayı Haldi, Teişeba ve Şivini’nin paylaştığı 79 tanrı, tanrıça, tanrısal özellik bulunmaktadır. Haldi - (Eşi Bagbartu/ Bagmaştu/ Arubani) Urartuların baş tanrısı idi. Haldi, Assur yazıtlarında XIII.yy'dan itibaren rastlanan bir isim idi. En büyük tapınağı Muşaşir'de idi. Teişeba (Fırtına T) Hurri kökenlidir ve Hititlerde Teşup ile aynı tanrı olmalıdır. Şivini de (Güneş T) Hurri kökenlidir. Hititlerdeki Şimegi'nin karşılığı.
Urartular Anzaf, Çavuştepe, Ayanıs ve Toprakkale gibi büyük merkezlerde tanrıları için kule tipi tapınaklar ve Meherkapı gibi açık alanlardaki kayalara kapı görünümlü kutsal nişler yapmışlardı.

ÖLÜ GÖMME
Urartu'da yakarak veya yakmadan gömü yapılmaktaydı. Yönetici kesim ve olasılıkla aileleri büyük kale ve merkezlerin yakınındaki çok odalı kaya mezarlarına birlikte, diğerleri ise olasılıkla sosyal statülerine göre toprak altına inşa edilen oda mezarlara, basit toprak mezarlara veya yakılarak urne adı verilen küplere gömülmekteydiler. Merkezde Van Kalesi, batıda Palu, Mazgirt, Altıntepe'de, kuzeyde Aras Nehri'nin güney bölgesinde, doğuda Sangar (İran'da Bastam'ın kuzeyi) gibi önemli merkezlerin yakınında çok odalı kaya mezarları bulunmaktadır. Dilkaya, Karagündüz ve Yoncatepe'de ise soyulmadan günümüze ulaşmış, içinde birden çok gömü bulunan yeraltı oda mezarları incelenmiştir.

SİYASAL VE KÜLTÜREL İLİŞKİLER
Urartu tarihinin önemli bir bölümü güneydeki büyük düşman Assur ile mücadeleye odaklanmıştır. Ayrıca Minua döneminden itibaren kuzeyde yerel Diauehi Krallığı ve mahalli beyliklerle, güneybatıda ise Geç Hitit krallıklarından Hate (Malatya çevresi); I. Argişti döneminde Hate (kralı Hilaruada) ve Tabal (Tuate'nin ülkesi); II. Sarduri Melitia ve Qumaha (kralı Kuştaşpili, Adıyaman bölgesinde) ; II. Rusa ise Hate, Halitu ve Muşki üzerine sefer yapmışlardır. Assur yazıtlarına göre Urartular daha güneydeki Gurgumlu (Maraş) Tarhulara ve Arpadlı Mati'ilu ile de bağlantı kurmuşlardır. Urartuların doğuda Mana ve Parsua (İran'da) ile kuzeyden gelen İskit ve Kimmerlerle de ilişkileri olduğu bilinmektedir. Ancak bir kara devleti olan Urartu, önceden düşünüldüğünün aksine hiçbir zaman, Karadeniz'e ve Akdeniz'e ulaşamamış veya doğrudan ilişki kuramamıştır.
Urartu Krallığı'nda çivi yazısı, yıllık sefer yapma, ölçü sistemi, krali ünvanlar, stel dikme, savaş taktikleri, nüfus nakilleri, resim, süsleme ve kabartma sanatı gibi uygulamalar, Assur etkili olarak gelişmiş; mimari, sorguçlu miğferler, kazanlardaki siren eklentileri, hiyeroglif yazısı, yakarak gömme, fildişi sanatı gibi dallar ise Kuzey Suriye'den etkiler almıştır.

Ad:  canak.JPG
Gösterim: 1723
Boyut:  14.4 KB
Soldan sağa: Pişmiş Toprak, Bronz ve Demir kaplar.

ÇANAK ÇÖMLEK
Devletin kuruluşu ile birlikte ortaya çıkmış gözüken parlak kırmızı astarlı çanak çömlek grubu yönetim merkezi ve önemli Urartu kalelerinde bulunmaktadır. Halkın ürettiği geleneksel mallar da kullanılmaya devam etmiştir.

KAYNAKLAR
XIII-IX. yy için yalnızca Assur kayıtları krallık öncesi hakkında bilgi verir.
Sonrası için Urartu krallarının krali yazıtları, az sayıda çivi yazılı tablet ile Assur, Babil kayıtları ve Arkeolojik bulgular Urartuları tanımamızı sağlamaktadır.


Araştırma: Kemal Köroğlu
Son düzenleyen Blue Blood; 16 Aralık 2005 17:28

Benzer Konular

25 Nisan 2011 / B.L.A.C.K Turizm
17 Aralık 2012 / isimsiz Soru-Cevap
2 Ocak 2013 / Ziyaretçi Soru-Cevap
2 Ekim 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap