Arama

Dış Türkler: Türkiye Dışındaki Türk Boy ve Kavimleri

Güncelleme: 28 Eylül 2007 Gösterim: 74.478 Cevap: 52
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Şubat 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÇERKEZLERİN 21 MAYIS 1864’DE Kİ BÜYÜK SÜRGÜNÜ

Çerkeslerin sürülme sebebi
Sponsorlu Bağlantılar

Ekonomik, dini, siyasi ve kültürel sebepler yanında tarih boyunca en çok karşılaşılan göç sebebi savaşlar olmuştur. Kafkasya'dan Anadolu'ya kitleler halinde akan nüfus hareketinin de -siyasi ve dini boyutu da olmakla beraber- en mühim sebebi iki asır devam eden Rus savaşlarının Çerkesler aleyhine mağlubiyetle sonuçlanmasıdır.

erkezresmi019wc



Sürgünün acı yüzü

Osmanlı Devleti'nin tehcir ve iskân politikası

Osmanlı Devleti'nin Kafkasya ile ilk temaslarını kurduğu 17. Asırdan itibaren ferdi göçler başlamıştı. Büyük göçten önce Osmanlı ordusunda görev almış yüzlerce subay ve bir kısmı vezirlik yapmış 300 paşa vardı. Osmanlı Devleti Kafkasya'yı hakimiyeti altına almak için bu üst düzey insanlardan yararlanmıştır

Kuruluşundan beri iç problemlerini çözmede tehcir ve iskân metoduna sıkça başvuran Osmanlı Devleti, 9 Mayıs 1857'de tehcir kanununu çıkarmıştır. Bu arada Rus Çarıyla gizlice ittifak etmiştir... Göçenlerin mal, can ve hürriyetleri, sair tüm hakları sultanın garantisi altında idi. Her tür vergiden muaf olarak arazi verilmesi vaat edilmişti. Anadolu'ya yerleşenler 12 yıl askerlikten muaf tutulmuştu.

Rusya'nın iskâna müdahalesi

Yurdundan zulüm ve kanla sürdüğü milyonlarca insanı gittiği yerde de rahat bırakmayan Rusya, onların nerelerde iskân edileceğine de müdahale etmiştir. Rusya'nın 2 Mart 1878'de Osmanlı Devleti ile imzaladığı anlaşmada, Rus hududuna yakın yerlerde iskân edilen Çerkeslerin iç bölgelere götürülmesi hususu üzerinde durulmuştur (Berzec, 126). Nitekim öyle de yapılmış, 150.000 Çerkes bu sefer de Rumeli'den Anadolu'ya göçürülmüştür.

Çerkes diyasporası

Çerkeslerin Kafkasya dışında en yoğun yaşadığı yerler, başta Türkiye olmak üzere, Suriye, Ürdün, Filistin, Mısır, Yugoslavya, bazı Avrupa ülkeleri ve Amerika gibi çok farklı ülkelerden oluşmaktadır. Varna'da halen dört Çerkes köyü vardır ve özel kıyafetlerini ve dillerini muhafaza etmektedirler. Trablusgarp'a 1000 aile gönderilmiş olduğu arşiv belgeleri ile sabittir. Irak, Endonezya gibi hiç tahmin edilmeyecek ülkelerde dahi Çerkes varlığına rastlanmaktadır. Mısır'da üç asırdan fazla hüküm süren Çerkes Memlükleri ayrı bir bahis konusudur.


Son düzenleyen Blue Blood; 21 Eylül 2006 13:33
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
27 Şubat 2006       Mesaj #2
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Çerkezlerin ana vatanı Kuzey Kafkasya olup 1864de Rus yayılımcılığına karşı verdikleri mücadelede uğradıkları
yenilgiden sonra Kafkasya'dan sürgün yoluyla Anadolu’ya gelmişlerdir.
Sponsorlu Bağlantılar

Kuzey Kafkasya denildiğinde Kafkas dağlarının kuzey yamaçları ile Kuban nehileri akla gelir.
Kafkasya 2 nehir arasındaki bu boşluğu dolduran dağ silsilesidir.En yüksek zirveleri Elburuz ve Kozbek ile Ağrı dağıdır. Kafkas dağları arasında 4geçit mevcuttur.

Kafkasya vatanı güzel olup, toprağı verimli ve bereketlidir. kafkaslar bu nedenle maddi ve manevi ihtiyaçlarını kolaylıkla vatanlarından temin etmektedir.Aynı zamanda Kafkasyanın coğrafi konumu Kafkasları harici tecavüzden korumuştur.

Kafkasya’nın bu coğrafik yapısı Kafkasların dışarıya ve farklı kültürlere kapalı yaşamasına neden olmuştur.
Bütün Kafkas Kafkasya’nın coğrafi yapısını üzerinde taşımaktadır ki; Bu nedenle Kafkaslılar tarihlerinin ve vatanlarının kendilerine kazandırdıkları karekteristik vasıfları temsil etmek ve yaşatmak hususunda gösterdikleri sadakatle bütün milletlerin dikkatini çekmiştir.

Çerkeslerin ne zaman Kafkasya'ya geldikleri tam olarak bilinememekle birlikte eldeki bulgular Çerkeslerin tarihinin MÖ 6000 yıllarına kadar uzandığını göstermektedir. Çerkeslerin Avrupa'da yaşamış vahşi kavimlerle ilgileri olmadığı gibi, Asya'dan gelen Moğollarla da bir ilgileri yoktur. Kafkasya'nin en güzel ve en mükemmel giysili, soylu bir ulustur. Eski zamanlardan beri Kafkasya'yı işgal eden devletlere bağlı olmak zorunda kalan Çerkesler büyük bir devlet kuramamışlardır. Ancak hiçbir ulusun yönetiminde de kendi dil ve kültürlerini kaybetmemişlerdir.

Bugün Kafkasya’dan ve Kuzey Kafkasya'dan göçen; dil ile beraber bir ortak kültürü paylaşan halkların hepsi için ÇERKEZ (adıge) kelimesi kullanılır.

Çerkez kelimesi Kafkasya'da yaşayan Adıge, Abzah, Ubıh, halklarının ortak adıdır.
Son düzenleyen Blue Blood; 27 Şubat 2006 13:11
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
27 Şubat 2006       Mesaj #3
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Çerkes Kızları

Çerkes kızlarının sosyal durumu hiç bir ulusun kızlarına benzemez. Doğuda kızlar kapalı, örtülü ve hapis, batıda güvensiz bir özgürlüğe sahip. Çerkes kızları ise tam bir gelecek ve özgürlüğün sahibidir.




Kızlar ailenin en nazlı bir bireyidir. Peder çouklarından yanlız kızlarına yumuşak davranır. Anne bütün şevkat ve dikkatini ona yöneltir. Kardeşleri taparcasına severler. Aile içinden hiç biri bu aziz konuğun gönlünü kırmaz. Kız annesinin bir görev arkadaşıdır. Ona her konuda yardım eder. Dikiş tümüyle kıza aittir. Hatta kızı olmayan komşuların dikişlerinede yardım eder. İplik eğirmek, şayak dokumak kızın görevlerindendir. Aile bireylerinin elbiselerinin temiz olması, yırtık bulunmaması, konuk ve oturma odalarının yılda birkaç kez badana edilmiş olması, konuk odası yatak ve takımlarının temiz bulunması, kızın ününü ve değerini artırır. Çünkü Çerkesler; kızların değerini güzelliğiyle değil ev kadını olabilmek için gösterdiği yetenekle değerlendirdikleri için kızlar tembel ve beceriksiz, havai olmamaya, son derece aktif ve temizliğe uymaya zorunludurlar. Köylü yaşamı yaşayan ve genellikle zengin olmayan Çerkesler'in yalın ve rahat küçük evlerinde görülen ve ruhu okşayan temizlik ve özen, kadınların yoktan var ettikleri gönül çekici düzenlerle ve güzelleştirmelerde herhalde takdire değer.Yüksek bir terbiye ruhunun orada hakim olduğunu gösterir.



ÇERKES DELİKANLILARI

Delikanlı deyimi Çerkesler'de ergenlik çağı gelmiş genç anlamında kullanılmaz. Çünkü Çerkes çocukları on yaşını geçince artık delikanlı sayılır. Kendilerinden mertlik özellikleri beklenir ve istenir. Bunu sağlama konusunda Çerkes görgü yöntemleri rekabet kabul etmez.


Delikanlı arsız değildir. Ancak acizlik bilmez. Uyuşuk ve sessiz yaşamı sevmez. Sonsuz özgürlük diyarı olan bir yerde doğup büyüdüğünü çok iyi bilir. Hareketli ve atak bir ortam içinde canlı ve hareketli olmak gerektiğini bilir. Bundan dolayı ortama uymaya çaba gösterir. Söz kendisine düştüğü zaman oldukça rahat konuşur sorununu dile getirir. Özellikle toplantılarda güzel söz söylemek, Çerkeslerce çok onurlu bir özellik sayıldığı için, o gibi yerlerde sıkılmak, kekelemek, beceriksiz davranmak delikanlı için büyük bir özür ve ayıp sayılır

Adighe delikanlısı korku bilmez. Yürek, akıl, irade onun için esas olduğu gibi cesareti cahilce değil akıllıca yapmak ister. Bundan dolayı Çerkesler; “cesurdan korkma o, cesaretini haklı işlerde mücadelede gösterir” derler. Delikanlıların medeni cesaret konusundaki Mr. Bell’in önceden anlatılan sözleri de dikkate değer. “Onlarda korku büyük bir kusur sayılır.”








Çerkes delikanlılarının kahraman yetişmesindeki etkenlerden biri de şiirleridir. Onlarda cinsellik duygularına seslenen şiirler yoktur. Dans müzikleri dışında bütün şiirleri yiğitliğe, iyiliklere ilişkin taşlama ile ağıtlardır.


EVLİLİK

Çerkesler başka uluslardan kız almaya ve başka uluslara kız vermeye fazla sıcak bakmazlar.


Çerkeslerin evlenme geleneklerinde "Yeplıxi kaşe, depleyi yet" yani "Aşağı bak al, yukarı bak ver" kuralı esastır. Bu erkeğin kadın sayesinde değil, kadının erkek sayesinde refah görmesi anlamına gelir. Erkeğin makam ve servetçe daha altta olan kızları eş seçmesini öngören bu kural, Çerkeslerin kızlarına değer verme konusunda ne kadar duyarlı olduklarının göstergesi sayılır.

Eş Seçme Hakkı


Çerkes kız ve delikanlıları serbest hareket ettikleri için eş seçiminde fazla zorluk çekmezler.





Her kız çevre yerleşim yerlerindeki bütün delikanlıları tanır. Sürekli olarak düğün ve toplantılarda delikanlıları görme ve konuşma fırsatı bulabilirler. Bu toplantılarda birbirlerini beğenen gençler daha fazla konuşmaya çalışırlar ve evlenme niyetlerini açığa vururlar.


KAŞENLİK



Çerkeslerin günümüze kadar devamlılığını sürdüren geleneklerin birisi de "kaşenlik adetidir. Bu adet bekar genç kız ve erkekler arasında evlilik öncesi dönemde gerçekleşmektedir. Diğer geleneklerde olduğu gibi habze adı verilen kurallarla sınırlıdır. Kaşenlik birbirinden hoşlanan genç kız ve erkekler arasındaki arkadaşlık ilişkisine denmektedir.


Çerkes kız ve erkekleri birbirleri ile düğünlerde, toplantılarda, muhabbet ortamlarında birlikte olurlar. Bu toplantılar en yaygın olarak köylerde görülür. Bu tür toplantılarda genellikle bir kaç köyün gençleri biraraya gelir. Sabahlara kadar süren sohbetler, oyunlar ve eğlenceler yapılır. Bu geceler gençlerin birbirlerini tanımalarına yardımcı olmaktadır. Muhabbet geceleri bir eğlence kaynağı olduğu kadar aynı zamanda eğitim yereri de sayılmaktadır. Kızlar ve erkekler belirli bir yaştan başlayarak bu tip toplantılarda Çerkes adet ve görenekleri çerçevesinde eğitilirler. Bütün eğlence, düğün ve toplantılarda "thamate" adı verilen bir kişi bulunur

Kim Kimle Kaşen Olabilir?

Aynı sülaleden olan kişiler kaşen olamazlar. Akrabalık derecesi ne kadar uzak olursa olsun yasaktır. Aynı köyden kişilerin kaşen olmaları hoş karşılanmaz. Bu kural günümüzde biraz yumuşamıştır. Artık aynı sülaleden olmamak koşuluyla kaşenliğe fazla tepki duyulmamaktadır. Muhabbet toplantılarında kızlar ve erkekler karşılıklı otururlar.



EVLENDİKTEN SONRA

Evlendikten sonra aksine katıdır. Asla kayınpederinle konuşamaz, sırtını dönüp kapıdan çıkamaz, ayak ayak üstüne atamazsın. Sana söz verilmedikçe sesini duymazlar, büyüklerin odasında oturamazsın, çocuğunu büyüklerinin yanında sevemezsin. Ancak büyükler çekilir, kendi odanda normal aile mutluluğunu yaşarsın. Buna karşılık da o sana söz vermedikçe konuşamadığın kayınpederin seni anormal derecede kayırır ve kollar.


Son düzenleyen GusinapsE; 10 Nisan 2006 20:33
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
27 Şubat 2006       Mesaj #4
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
ÇERKEZLERDE SOSYAL HAYAT

Çerkezlerin en çok önem verdiği konulardan biri dilleri olup çerkezceyi daha çok yaşlılar kullanır. Yeni nesil daha çok anlamakta ama konuşamamaktadır çocuklar çerkezceyi yazılı olrak değil , küçük yaştan itibaren duyarak öğrenirler. Bir ailede çerkezce ne kadar çok konuşulursa çocuklar okadar çok öğrenir.
Çerkezce özellikle düğün ve cenazedelerde daha çok kullanılır.

Çocuklar çerkez öfr ve adetlerine göre yetiştirilir son derece dikkatli ve geleneksel aile terbiyesinden geçerler ve ilke olarak büyüklere saygıyı , yardım severlik, cömertlik misafir perverlik gig unsurlarla bezenmiş ahlaki yapı unsurları dahilinde eğitilirler.
Evliliklerde evlenilicek kişinin çerkez olması tercih edilir.Bunu nedenleri altında gelenek ve göreneklerinin farklı olması, kültürlerinin devam etmesini istemeleri yatar.
Akraba evlilikleri kesinlikle yasaktır. aynı sülaleden kesinlikle kız alıp veilmez.
Evlenme gelenekleri çerkezlerin en az değişime uğramış bir parçasıdır.
Düğün ve eylencelerde geleneksel çalgıları olan mızrak veya akardion eğlenirler. Düğünler erkek tarafında daha coşkulu yapılmaktadır.Düğünler en az bir hafta sürer.Çevredeki çerkez köyleri düğünlere davet edilir.

Oyunlarda kızlar ve erkekler karşılıklı sıralanırlar. Oyun mekanında bulunanlar yaş ve misafirlik derecesine göre sıralanırlar. Erkekler sıradaki yerlerine göre piste çıkarlar ve karşıda beyendiği genç kızın önüne dans ederek gelir. Bir dizini yere koyarak çömelir. Bu sözel olmayan bir dansa davet biçimidir. Eğer kızda oynamak isterse oynayarak piste yönelir. Ayakta karşılıklı sırada bekleyen kız ve erkekler alkışla tempo tutarak oyunun coşkusunu arttırırlar.
Oyunlar sırasında uyulması gereken kurallar vardır sigara içmek, oturmak, yüksek sesle gülmek, sakız çiğnemek ve izin almadan oynan yeri terketmek gibi davranışlar saygısızlık olarak algılanır.
Başlıca çerkez dansları Çeçen, wig , Kafe, Leperuş, Apsuvadır. Çerkez kültüründe eğlence önemli bir yer tutar. Eğlenmek için sadece düğün beklenmez. Köye misafir bir genç geldiğinde gençler bir araya gelir misafirin onura sohbetli, müzikli, danslı toplantılar yaparlar. Düğün ve eylencelerde yapılan bu toplantıya zexes(zehes) denir. Ve bu toplantılar geç saatlerde başlar ve sabaha kadar sürer toplantıda bir thamate bulunur. Thamate tdüğünü organize eden gelenek ve görenekleri iyi bilen kişidir. Toplantılarda gençlerin iletişim kurmasını sağlayan oyunlar oynanır :eşinden memnunmusun bir üç beş gibi.

Başlık almak çerkez geleneklerinde vardır. Ama buna toprak bastı denir. Eğer damat kızı başka bir çerkez köyünden aldıysa o köyün gençleri damattan toprak bastı parası alır.

Gelinler kocasının ailesindeki aile büyüklerine gelinlik yapar. Ailedeki kayınvalide, kayıpeder, görümce yada uzaktan aile büyüklerine gelinlik yapar. gelinlik yapmak : büyüklerin yanında konuşmamak, oturmamak başkalarından bahsederken bile aile büyüklerinin isimlerini kullanmamak biçimindeki davranışları içerir. Bu geleneğin önceki kuşaklarda eşlerden birinin ölümüne kadar sürdüğü bilinir. gelinlik etmeye bazı aile büyüklerinin geline değerli şeyler hediye etmesiyle son verilir.

Çerkezlerde yaşlılara saygı son derece önemlidir. Yaşlılara ve büyüklere son derece saygılı davranılmaktadır. Herhangi bir yaşlı uzaktan bile geçse ayağa kalkılır. Yaşlılara saygıda yanında oturmak, konuşmamak , yiyp içmemek de vardır.Örneğin yeni evlenen bir eş aile büyüklerinin yanında eşiyle bir arada görünmezler ve birbirleriyle konuşmazlar.Gerekmedikçe kayın pederinin yanında çocuklarıyla ilgilenmezler.
Yaşlılar bilgi ve deneyimli kişilerdir; Çerkezlerde yaşlılara bu yüzden çok değer verir çok büyük bi saygı gösterir.

Çerkezlik özgün bir kültürdür. Ve bu yüzden çerkezler şu lafı söler hep ÇERKEZ OLUNMAZ ÇERKEZ DOĞULUR!!!!!!
Son düzenleyen GusinapsE; 10 Nisan 2006 20:33
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Şubat 2006       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Can Karpat, AIA Türkiye ve Balkan Masası

Türklerle Arnavutlar arasında kuvvetli tarihi ve duygusal bağlar vardır. Türklerle Sırplar arasındaki düşmanlık ise tarihte iyi bilinir. Oysa öyle görünüyor ki bugünlerde Ankara dış politikayı duygulardan ayırmayı tercih ediyor. Osmanlı mirası ile Avrupa perspektifi arasında sıkışan Türkiye, Kosova’nın nihai statüsü konusunda son derece temkinli bir politika izliyor.


Dış Türkler: Türkiye Dışındaki Türk Boy ve Kavimleri
Turkish Foreign Minister Abdullah Gul meets Ibrahim Rugova in Pristina, October 2005


“Türkiye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 1244 sayılı kararının tam olarak uygulanmasını desteklemektedir. Türkiye; Kosova’daki KFOR, UNMIK ve AGİT’e askeri birlik, sivil polis ve uzmanlar sağlayarak Kosova’nın güvenliğine ve istikrarına katkıda bulunmaktadır. Bölgeyle yüzyıllardan gelen tarihi ve kültürel bağları bulunan Türkiye, Kosova’daki gelişmeleri yakından takip etmektedir. Bu bağlamda Türkiye, Türk azınlığın kazanılmış haklarının korunmasına ve Kosova’daki siyasi ve idari teşkilatlarda adil ve eşit bir şekilde temsil edilmelerine büyük önem atfetmektedir”.


Türk Dışişleri Bakanlığı Internet sayfasında yayınlanan Türkiye’nin Kosova ile olan ilişkilerinin bu kısa özeti, Türkiye’nin Kosova’nın nihai statüsü konusundaki gerçek tutumu hakkında çok şey söylemiyor. Ancak bu son derece diplomatik dil, Türkiye’nin bu konudaki kendi endişeleri hakkında çok şey söylüyor.
Türkiye’nin endişeleri Rusya’nınkilerle örtüşüyor. Türkiye gibi Rusya’nın da Slavların hamisi sıfatıyla Balkanlarda uzun bir geçmişi bulunuyor. Bu bakımdan Moskova, Kosova’nın bağımsızlığının Rusya’nın Çeçen sorunu için tehlikeli bir emsal oluşturması yönündeki kendi kaygıları bir yana, aynı zamanda bir Slav davası olan Sırp davasını savunurken kendi kendisiyle çelişkiye düşmüyor.
Buna karşılık Balkanlardaki Osmanlı mirasını yani Türk, Müslüman Slav ve Müslüman Arnavutların varlığını savunması beklenen Türkiye, Kosova için “Sırbistan sınırları içerisinde güçlü bir özerklik” fikrini savunurken kendi kendisiyle çelişkiye düşmüş gözüküyor. Bilhassa Türklerle Arnavutlar arasında tarihten gelen güçlü kültürel ve duygusal bağlar hatırlanacak olursa...


Türkiye’deki Arnavut diasporası


Kosova Arnavutları ve genel olarak Arnavutlar Osmanlı İmparatorluğunun millet-i sadıkasıydı. Padişahların muhafızları, cesaret ve sadakatlerinden dolayı daima Arnavutlar arasından seçilirdi. Anlatılana göre ancak Kosova’da bulunan Firzovik (Verisovic/Ferisaj) kasabasındaki Arnavut isyanının haberini alınca II. Abdülhamit en sonunda teslim olmuş ve 1908’de II. Meşrutiyeti ilan etmişti. Padişah, Arnavutların ayaklanmasını son nokta olarak almıştı.
Türk-Arnavut ilişkilerinin tarihi eskidir. Anadolu topraklarında Arnavut varlığı XV. yüzyıla dek uzanır. Balkanlarda Osmanlı hakimiyetinin bittiği 1913 tarihinden itibaren konjektürel krizleri takiben Arnavutluk, Makedonya ve Kosova’dan çok sayıda Arnavut Türkiye’ye göç etmiştir. Türkiye’deki Arnavut diasporasının en büyük özelliği, bu insanların Türk çoğunlukla hiçbir vakit siyasi ya da sosyal bir sorun yaşamamış olmasıdır. Farklı dil ailelerinden olmalarına rağmen Arnavutça ve Türkçe arasındaki şaşırtıcı kelime benzerlikleri, ikinci ve üçüncü kuşak Arnavutların Türk toplumuna asimilasyonunu kolaylaştırmıştır.
Bugün sadece İstanbul’da on dört adet Arnavut ve Kosovalı Arnavut derneği bulunmaktadır. Bunların yanı sıra İzmir, Bursa, Adapazarı ve Adana’da başka dernekler mevcuttur. Tüm bu dernekler sadece sosyal ve kültürel faaliyetler yürütmektedir. Tek istisna, 1994’te siyasi amaçlarla kurulan Kosovalılar Derneğidir. Derneğin başkan yardımcısına göre amaçları, “TBMM’nin ve hükümetin Kosova politikasını takip etmek”. Bu bağlamda dernek; Türk milletvekilleri, bakanlar ve yetkililerle görüşmeler yapmakta, Kosova sorunu ile ilgili makale ve özel dosyalar hazırlamaktadır.

1994’te Kosova Cumhuriyeti Türkiye Temsilciliği (KCTT) kuruldu. Temsilciliğin misyonu, Arnavut diasporası ile Ibrahim Rugova’nın Kosova Demokratik Ligine yakın siyasi çevreler arasındaki irtibatı sağlamaktı.
Şubat 1998 sonu itibariyle KCTT’nin tahminlerine göre 3000 Kosovalı Arnavut sığınmacı Türkiye’ye geldi. 1999 Martı sonunda NATO askeri müdahalesinin başlamasıyla birlikte Türkiye, Kosova’dan 20.000 kadar mülteci kabul etti. Kosova Kurtuluş Ordusundan (UÇK) 60 kadar ağır yaralı askerin tedavisinin İstanbul’da özel hastanelerde yapıldığı biliniyor. Bu dönemde Türkiye’deki Arnavut diasporası; Türk basın-yayın kurumları, yetkililer ve kamuoyu nezdinde lobi oluşturmak gibi yoğun siyasi faaliyetlerde bulunmuştu. Bilhassa NATO müdahalesi arifesinde 1998 ve 1999 Martında İstanbul’da gösteriler düzenlenmişti.

Kosova savaşı sona erdiğinde bu mülteciler geri döndüler. Ancak bugün hemen hemen her Kosovalı Arnavut ailenin Türkiye’de bir akrabası olduğu tahmin edilmektedir.


Kosova nihai statüsü: Geçmişi ve geleceği arasında sıkışan Türkiye


Türkiye, dış ilişkilerinde 1923’ten beri sadık bir biçimde “aktif tarafsızlık politikası” izlemektedir. Bu politika II. Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi kimi zaman işe yaramış; kimi zaman ise işe yaramamıştır. Bu politikanın esası, herhangi bir anlaşmazlıkta ilgili bütün tarafları dengede tutmak ve ortalama bir uzlaşma formülü ortaya atmaktır.

Kosova çatışması başladığı sıralarda da Türkiye, çözümün diplomatik yollarla bulunması için büyük çaba sarfetmiş, ikili ve çok taraflı görüşmelerde bulunmuştu. Diplomasinin sorunu çözemeyeceği görüldüğünde ise Türkiye, NATO’nun askeri müdahalesine havadan destek vermiştir. Türkiye ayrıca müdahale sonrası Kosova’ya yerleşen UNMIK ve KFOR birliklerine de katkıda bulunmuştur. 1999 itibariyle Prizren’e bir Kosova Türk Tabur Görev Kuvveti Komutanlığı konuşlanmıştır.


Dış Türkler: Türkiye Dışındaki Türk Boy ve Kavimleri
Turkish soldiers in Kosovo


Bu tarihten beri Türkiye, Kosova için, bölgenin 1974-1989 tarihleri arasında elde etmiş olduğu özerklikten daha geniş bir özerklik fikrini savunmaktadır. Bu formül ile Kosovalı Türklerin ve diğer Arnavut olmayan azınlıkların hakları eşit ölçüde güvenceye alınabilecektir. O tarihte Türkiye’nin temel politikası, Kosova Türklerinin kazanılmış haklarını korumaktı.
Bununla birlikte 2001’de Türkiye Kosova politikasını hafifçe değiştirdi. Müdahaleyi takiben Türkiye yukarıda belirtildiği üzere Kosovalı Türklere odaklanmış bir politika takip etmekle yetinmişti. Oysa bu durum, Türkiye ile Osmanlı zamanından kalma tarihi ve duygusal bağları olan Kosova Arnavutlarının tepkisine yol açmıştı. Böylece 2001’den sonra Türkiye bölge polikasına etnik Arnavutları da dahil etti. Ankara ve Priştina, kültür ve çevre konularında işbirliği anlaşmaları imzaladı.


Dış Türkler: Türkiye Dışındaki Türk Boy ve Kavimleri
Sultan Murat I tomb in Kosovo


Buna göre, Türkiye Kosova’da I. Murat Türbesi gibi Osmanlı eserlerinin restorasyonuna katkıda bulundu. Kosova İslam Birliği ve Diyanet İşleri arasında, bölgeye en uygun dini teşkilatı görüşmek üzere bir köprü kuruldu. Bunların yanı sıra Kosova’da tedavileri yapılamayan hastalar, İstanbul ve Ankara’daki hastanelere yatırıldı. Türk Sağlık Bakanlığı, Kosovalı doktorlar için kalp hastalıkları ve kanser üzerine eğitici seminerler düzenledi.

Buna karşın UNMIK pasaportlarını bir hayli geç tanıyan Türkiye, UNMIK plakalı arabalar konusunda halen tereddütlü. Bu durum Türkiye’nin, Kosova politikasını planlarken, Kosova’nın hukuken hala Sırbistan-Karadağ’ın bir parçası olduğu gerçeğini hesaba kattığını gösteriyor.

Türkiye’nin olası bir bağımsızlık konusundaki endişeleri üç bölümde özetlenebilir.
Her şeyden önce Türkiye’nin, Kürt ayrılıkçı terör örgütü PKK’ya karşı yıllardan beri süren bir “güneydoğu sorunu” bulunmaktadır. Bir federal devlet çerçevesinde federe bir devletin bir diğerinin toprak bütünlüğüne zarar vermemesi gerektiği varsayılır. Bu açıdan yabancı bir müdahale, Milosevic yönetimindeki Sırbistan’ın Kosova’nın özerk statüsünü ihlal etmesi bakımından mantıklı kılınabilir; zira bu durum, bölgedeki barış ve istikrar ortamını tehdit ediyordu. NATO müdahalesi sırasında Ankara bu şekilde bir mantık yürütmüş olabilir. Ancak bugün eğer Kosova’ya bağımsızlık verilirse bu, yeni kurulmuş demokratik Sırbistan-Karadağ devletinin toprak bütünlüğüne zarar verecektir. Bu yüzden Ankara haklı olarak böyle bir bağımsızlığın kendi akut güneydoğu sorunu açısından tehlikeli bir emsal teşkil etmesinden endişe duymaktadır.

11 Haziran 1999’da European Bureau’dan Alan Freeman, Johns Hopkins Üniversitesinde sosyolog ve New York merkezli bir lobi grubu olan Human Rights Watch’un danışmanı olan James Ron’un şu ifadelerine yer verdi: “Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin çok gergin olmasına rağmen Türkler, Sırpların uğradığı net yaptırımlardan yakayı kurtardılar. Oysa sicilleri aynı. Eğer Kosova’ya müdahale ettiyseniz, Türkiye’ye de etmelisiniz. Yoksa çifte standart davranmış olursunuz. [...] ancak [Türkler] bundan kurtuldular; zira Türkiye NATO’nun önemli bir üyesi”.
Bu iki sorun arasındaki benzerlik ve farklılıkları tespit etmek bu makalenin amacı değil. Ancak Sırp-Arnavut ilişkilerinin geçmişi ile Türk-Kürt ilişkilerinin geçmişi arasındaki tarihi ve sosyolojik farklılıklar açıktır. Bilhassa eski Federal Yugoslav Devletinin aksine, 1923 Lozan Antlaşması ve 1982 Anayasasında belirtildiği üzere Türkiye daima üniter bir devlet olmuştur.

Kosova konusu ile Kürt konusu arasında bu şekilde hızlı paralelikler kurulması Ankara’nın uluslararası platformlarda tartışmak isteyeceği son şeydir. Bu yüzden Türkiye, toprakları üzerinde ayrılıkçı hareketlerle mücadele eden Rusya ve Çin ile beraber devletlerin toprak bütünlüğünün dokunulmazlığı ilkesini savunmaktadır.
İkinci nokta, Kosova’nın bağımsızlığını savunmak Sırbistan-Karadağ’ın düşmanlığını kazanmak demek olacaktır. Avrupa Birliği yolunda ilerleyen Türkiye, üyeliğinin önünde bir Slav-Ortodoks bloğunun oluşmasına neden olmak istememektedir. Ankara, “Belgrad faktörü”nü hesaba katmak zorundadır. Sonuçta Türkiye, Osmanlı tecrübesinden Kosova’nın bir yanda Sırplar diğer yanda Arnavutlar için ne demek olduğunu çok iyi bilmektedir.

Dış Türkler: Türkiye Dışındaki Türk Boy ve Kavimleri
The Battle of Kosovo of 1389


Prens-Piskopos Njegos’un Sırp epik şiirinin en ünlü örneği olan ve konusunu 1389 Kosova Savaşından alan “Dağların Çelengi” ile büyüyen Sırplar, Kosova bağımsız olursa büyük infial duyabilirler. Bu infialin daha sonradan nelere yol açacağı ise önceden tahmin edilemez. Illyrialılardan gelen Arnavutlar ise bölgeye Sırplardan çok önce geldiklerini iddia etmektedirler. Böylece aktif tarafsızlık politikasına sadık kalan Türkiye, ortalama bir çözüm önermektedir: Sırbistan sınırları içerisinde geniş özerklik ve etkili bir adem-i merkeziyetçilik. Adem-i merkeziyetçilik, Kosova’nın bağımsızlığı ile 1974-1989 dönemi Arnavut asimilasyon baskısının geri gelmesinden endişe duyan Kosovalı Türklerin siyasi ve sosyal konumunu da sağlamlaştıracaktır.

Son olarak Türkiye’nin Balkanlardaki en yakın iki müttefiki Makedonya ve Arnavutluk’tur. Türkiye’nin bu iki ülke ile askeri ilişkileri bulunmaktadır. Kuzeyinde büyük bir Arnavut azınlık bulunan Makedonya, Kosova’nın olası bağımsızlığından bu bağımsızlığın Balkanlarda “Büyük Arnavutluk” projesini alevlendirmesi açısından büyük endişe duymaktadır. Arnavutluk ise tam tersine bu projeyi hayata geçirmek isteyebilir. Makedonya ile Arnavutluk arasındaki ilişkilerin gerginleşmesi, Türk diplomasisini zor durumda bırakacaktır.

Sonuç olarak, geçmişi (Balkanlarda Osmanlı mirasından gelen tarihi ve duygusal sorumluluk) ile geleceği (Avrupa Birliği üyeliği) arasında kalan Türkiye, Kosova’nın nihai statüsü konusunda son derece temkinli bir politika takip etmektedir.
Son düzenleyen Blue Blood; 27 Şubat 2006 13:34
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
27 Şubat 2006       Mesaj #6
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Karaçay Türkleri

Karaçay-Malkar Türkleri yüzyıllardan beri, Kafkas sıra dağları’nın en yüksek zirvesi olan Elbruz dağının (Mingi Tav) yüksek bölgelerinde ve derin vadilerde yer alan köylerde yaşayan iki kardeş topluluktur. Elbruz dağının bir ucunda Karaçaylılar, diğer yamacında Malkarlılar yaşar. Bu coğrafi konumun dışında aralarında hiç bir farklılık yoktur.

1920’li yıllarda Sovyetler’in "Kollektivizm" politikası gereği, dağ köylerinde yaşamakta olan pek çok Karaçay-Malkar ailesi düzlüklere göç ettirilerek buralarda kurulan yeni köylere yerleştirildiler.

Dilleri batı Türk dilleri grubundandır. Kıpçak ve Kıpçak alt grubunda sınıflandırılabilir. Kuzey Kafkasya'da yaşayan diğer iki Türk topluluğu olan Kumukça.ve Nogay diline de benzerlik gösterir. Tarihî, antropolojik,arkeolojik ve linguistik araştırmalar Karaçay-Malkarlıların bu bölgede uzun yüzyıllar hakimiyet kuran Türk kavimlerinin torunları olduklarını, zaman içinde çeşitli Kafkas halkları ile karıştıklarını ortaya koymaktadır.

Karaçay-Malkar halkının etnik yapısının oluşmasında Hunlar-Kara Bulgarlar, Alanlar, Hazarlar ve Kıpçaklar gibi Türk kavimlerinin payı vardır.
1828 yılına kadar Rus idaresine tabi olmadılar ve sayısız ayaklanmalar ile Ruslara karşı çıktılar.1864 yılında Kafkasya’da Rusya’nın hakimiyeti ile birlikte, Kafkasya'da büyük bir göç yaşandı. Rusların Kafkasya’yı işgali sonunda 1880'li yıllardan itibaren zaman zaman Karaçay-Malkar halkının bir bölümü diğer Kafkas kabileleri ile Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Bugün bu göçmenlerin torunlarından yaklaşık 25 bin Karaçay-Malkarlı Türkiye’de, 2000 civarında Karaçay-Malkarlı ise Suriye’de, bir kısmı da ABD'nde yaşamaktadır.

1917Bolşevik ihtilali sonrasında bütün Kafkasya'da ve bu arada Karaçay-Malkarda da 1918'de çok kısa bir süre bağımsızlık heyecanı yaşandı. Fakat bu heyecan Beyaz ordu tarafından kanla bastırıldı. Ardından kızılların saldırısı başladı. 1920'de Beyaz ordu Kızıl ordu tarafından bölgeden atıldı ve Karaçay-Malkar da "Sovyet" sistemine dahil oldu. Ağustos 1942'de Alman ordusu Karaçay özerk vilayetine girdi ve bölgeyi beş ay kadar elinde tuttu. Karaçay-Malkarlıllar da1943 yılı sonlarına kadar Sovyetlere karşı bağımsızlık mücadelelerini sürdürdüler.Bu arada Kafkaslarda Ruslara karşı çıkarılan pek çok ayaklanmaya önderlik ettiler. Bu mücadeleler sırasında nüfuslarının büyük bir bölümünü kaybettiler.
Bölge Ocak 1943'te Almanlar'dan kurtarıldı. 2 Kasım1943 ve 8 Mart1944'te güya Alman ordusuyla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Karaçay-Malkar nüfusunun tamamı Orta Asya ve Kazakistan'a sürüldü. Oysa Karaçay-Malkarlılardan binlerce kişi Alman işgali sırasında kızıl orduda görev yapmaktaydı.

Sürgün sırasında çok sayıda Karaçaylı hayatını kaybetti. Nihayet İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle "vatan hainliği" ile suçlandılar. 2 Kasım1943 tarihinde Karaçaylılar, 8 Mart 1944 tarihinde de Malkarlılar yurtlarından çıkarılarak topyekün bir sürgüne ve soykırıma maruz kaldılar.
Bu sürgün sırasında da toplam nüfuslarının yarısını kaybettiler. Orta Asya ve Sibirya’daki sürgün yerlerinde 14 yıl kalan Karaçay-Malkar halkı 1957 yılında itibarları iade edilerek Kafkasya’daki eski yurtlarına geri döndüler. Kafkasya’ya geri dönen Karaçay-Malkarlılar, burada Kabardey, Besleney, Abaza ve Nogay halklarıyla birlikte Karaçay-Çerkez Özerk Bölgesi idaresi altına alındı. Malkarlılar ise Kabardey-Malkar Özerk Cumhuriyeti idaresi altına alındılar.
17.yy. da bölgeye yapılan Nogay göçü ve Kırım tatarlarının gerçekleştirdiği temaslar Karaçayların İslamı tanımalarına yardımcı olmuştur. Ancak başka bir rivayet Karaçay-Malkarlıların İslamı kabul etmelerinde 18.yy.da yaşamış İshak efendi isminde Kabartaylı hocanın etkisinin olduğunu belirtmektedir. Sünni (hanefi)dirler ve Kuzey Kafkasya din işlerine bağlıdırlar. Sürgün edilmelerinden sonra kapatılan camiler bugün hızla açılmakta ve sayıları her geçen gün artmaktadır.
Karaçay-Malkar halkı bugün Kafkasya’da "Karaçayevo-Çerkezya" ve "Kabardino-Balkarya" adlarını taşıyan iki özerk cumhuriyette Rusya Federasyonu’na bağlı olarak yaşamaktadırlar. 1989 yılı RESMİ RUS nüfus sayımına göre Karaçaylılar 156,140 Malkarlılar ise 88,771 kişidirler.
Bugünkü Türkiye'de yaşayan Karaçay-Malkar Türkleri'nden Hasan Ülker, Adilhan Adiloğlu, Dr. Yılmaz Nevruz, Dr. Hayati Bice ve Doç. Dr. Ufuk Tavkul tarih, kültür, antropoloji, edebiyat sahalarında Karaçay-Malkar Türklüğü konusunda eser veren başlıca isimlerdir
Son düzenleyen GusinapsE; 1 Haziran 2006 01:17
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
27 Şubat 2006       Mesaj #7
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Kumuk Türkleri

Kumuk Türkleri, bugün büyük çoğunluğu (1992 tahminine göre 250000 kişi) Rusya Federasyonuna bağlı Dağıstan Özerk Cumhuriyetinde, geriye kalan kısmı (yaklaşık 50000 kişi) Çeçen ve Osetya Özerk Cumhuriyetlerinde yaşayan, Azerbaycan Türklerinden sonra Kafkaslardaki en kalabalık Türk kavmidir. Kumukların bir kısmı, Çarlık Rusyasının Kuzey Kafkasya'yı istilâsı yıllarında ve bilhassa Şeyh Şamil'in esir düşmesinden sonra Osmanlı Devletine sığınmışlardır. Bunlar hâlen belli başlı olarak Tokat'ın Üçgözen ve Kuşoturağı, Sivas'ın Yavu köyünde yaşamaktadırlar.

Kumuk Türkleri Kuzey Kafkasya'daki Kumuk ovasının ve Dağıstan'ın dağlık kesiminin yerli halklarındandır.
Etnik bakımdan Kıpçak ve Oğuz boylarının bu sahada kaynaşmasından meydana geldikleri ileri sürülen Kumuk Türklerinin dillerindeki Kıpçak ve Oğuz grubu özellikleri bu görüşü desteklemektedir.

Kumuk adının geçtiği en eski kaynak, Mahmud Kâşgarî 'nin Divânü Lûgati't-Türk adlı eseridir. Mahmud Kâşgarî , Kumuk kelimesinin karşılığı olarak "Bir zaman yanında bulunduğum Beylerden birinin adı. Açıkça anlaşılıyor ki Kumuk Türkleri, daha XI. yüzyılda kendi adlarıyla tarih sahnesindedirler.
Son düzenleyen GusinapsE; 1 Haziran 2006 01:17
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Şubat 2006       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
nenehatun32oc

"93 Harbi" adıyla bilinen Türk-Rus savaşı günlerinde, 1877 yılının 7 Kasım gecesi, kalabalık bir ermeni çetesi Erzurum'un Aziziye Tabyaları'na gizlice girerek uyumakta olan Türk askerlerini *****ce katletmiş, hemen ardından da Rus ordusu Aziziye'yi işgal etmişti.

Acı haber Erzurum'a tez ulaştı. Camii minarelerinden yankılanan "Moskof Aziziye'ye girdi" sesleriyle birlikte harekete geçen Erzurum Türkleri kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk demeden vatan toprağını korumak için Aziziye'ye doğru sel gibi akmaya başladılar. Silahı olan silahını kapmıştı, olmayan da eline ne geçtiyse...

1857 yılında Erzurum'un Pasinler İlçesi'ne bağlı Çeperli Köyü'nde dünyaya gelen Nene Hatun henüz 15 gündür Erzurum şehir merkezinde bulunmaktaydı. Sokaktaki gürültüler üzerine uyandıklarında kocası odunluktaki baltayı kapmış ve eğer Erzurum işgal edilecek olursa, esir düşmektense kundaktaki bebeğini ve kendisini öldürmesini Nene Hatun'a vasiyet ederek dışarı fırlamıştı.

Tüm Erzurum düşmana karşı tek yürek, tek bilek halinde şahlanmışken, Nene Hatun durur mu? Kundaktaki birkaç aylık bebeğine sarılıp öptükten sonra, belki de bir daha göremeyeceği yavrusunu evde tek başına bırakarak mutfaktaki satırı alıp, tabyalara doğru olanca gücüyle koşan kalabalığa katıldı ve Mecidiye'yi aşıp Aziziye'ye vardığında, düşmanın kulakları sağır eden tüfek ateşleri altında yaralanana, ölene bakmadan ileri atılarak satırıyla önüne çıkan her Rus'u devirmeye başladı.

93 Harbi'nin komutanı Gazi Muhtar Ahmet Paşa da olayı haber almış ve askerlerini Moskof üzerine göndermişti. Erzurumlular bir koldan, Ahmet Paşa'nın askerleri diğer koldan çarpışarak o gün orada bir destan yazdılar. Gün ışıdığında tek bir köpek sağ kalmamış, vatan toprağı kurtulmuştu.

Mutluydu Nene Hatun... Süngü darbeleriyle parçalanmadık yeri kalmamasına ve yanı başında savaşan 16 yaşındaki kardeşi Hasan'ın "Abla ağlama, anamız bizi bugün için doğurmuştu. Ben de babam ve dedem gibi şehitlik mertebesine yükselmeyi her zaman istemiştim. Moskof'u kovduk ya, gayrısına gam yemem!" diyerek son nefesini vermesine rağmen mutluydu... Çünkü O, "Vatan Sağolsun" inancıyla tüm acılara göğüs germesini bilen asil bir ırkın mensubuydu.

Fakat ne yazık ki, yurt ve şeref uğruna mücadele eden her Türk evladının başına gelen, O'nun da başına geldi. Gösterdiği kahramanlıkla felaket günlerinin aşılmasında büyük pay sahibi olan Nene Hatun, uzun yıllar boyunca unutulmuşluğa terkedilmiş, vefatından bir yıl öncesine kadar kendi haline bırakılıp, çile ve sefalet dolu bir hayat sürmesi görmezden gelinmiştir. 1954 yılına dek sahip çıkılmayan Nene Hatun, bu tarihte 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Nurettin Baransel Paşa'nın gayretleriyle, aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçtikten sonra yeniden hatırlandı ve kaldığı virane evde bir kez daha keşfedilerek kendisine "3. Ordu'nun Nenesi" ünvanı verilip, cüzi de olsa maaş bağlandı. 8 Mayıs 1955'te, Nene Hatun geç de olsa "Yılın Annesi" seçilerek ömrünün son deminde mutlu edilmiştir. Ancak, geç gelen bu saadet günleri uzun sürmedi ve 22 Mayıs 1955'te, 98 yaşındayken zatürre hastalığından vefat etti.

Kabri, uğruna savaştığı toprakların bağrında, Aziziye Şehitliği'ndedir.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
28 Şubat 2006       Mesaj #9
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
ÇİNGENELER
Kimler çingenedir?

Çingene adı altında toplanan bütün büyük etnik grupların listesi (Sınıflandırma bizzat Çingeneler tarafından yapılmış ve uzmanlar tarafından da kabul edilmiştir)
“Çingene kanı taşıdığını iddia eden üç ana grup bulunmaktadır: Kaldera, Gitano ve Manuşlar.


1. Kaldera Çingeneleri : Yalnız kendilerinin gerçek Çingeneler olduğunu iddia ederler. Adlarından da anlaşıldığı üzere, çoğu kazancılıkla uğraşmaktadır. Rumence’de kazanın adı caldera’dır. Önce Balkan Yarımadası’ndan çıkmışlar, sonra Orta Avrupa’dan Fransa’ya geçip beş kola ayrılmışlardır.

a. Lovariler : Macaristan’da uzun süre yaşadıklarından dolayı, Fransa’da Macar adıyla çağrılırlar.

b. Boybalar : Transilvanya’dan gelmişlerdir ve savaştan önce, evcilleştirilmiş hayvanlarla gösteri yapan Çingeneler’in çoğunluğunu oluşturmaktaydılar.

c. Luri ya da Luliler : Bugün de Firdevsî’nin anmış olduğu Hint kavminin adını taşırlar.

d. Çurariler : Diğer Kaldera Çingeneleri’nden ayrı olarak yaşarlar. Vaktiyle at alıp satan Çurariler, bugün kullanılmış araba alım satımıyla uğraşmaktadır.

e. Turko-Amerikalılar : Avrupa’ya gelmeden önce, Türkiye'den Amerika Birleşik devletleri’ne göç etmiş oldukları için kendilerine bu isim verilmektedir.

2. Gitanolar : Kendilerine yalnızca İspanya, Portekiz, Kuzey Afrika ve Güney Fransa’da rastlamak mümkündür. Dış görünüşleri, lehçeleri ve gelenekleriyle Kalderalılar’dan ayrılırlar. Kendi içlerinde İspanyol ya da Endülüslüler ve Katalonyalılar diye ayrılırlar.

3. Manuşlar : Orta Avrupa’daki Çingeneler’dir. Muhtemelen İndus kıyılarından geldikleri için, kendilerine Sinti de denmektedir. Üç alt gruba ayrılırlar.

3.a. Valsikanlar ya da Fransız Sintileri: Pazarcılık yapar ve sirklerde çalışırlar.

3.b. Gaygikanlar ya da Alman, Alsalsı Sintiler : Bunlar çoğu kez, Çingene olmayan, ancak aynı gelenek ve göreneklere göre yaşayan Avrupalı göçebelerle karıştırılmaktadır.

3.c. Piemontesliler ya da İtalyan Sintileri : Örneğin İtalya’nın tanınmış ailelerinden Buglioneler bu gruba girmektedir.
Bu üç grubun dışında İngiltere, İrlanda ve İskoçya’da yaşayan Gypsieler, Kaldera, Manuş ve Tinkerler’e benzerler. Bunlar gezginci kazancılardır ve Çingene asıllı olup olmadıkları kesin değildir.
Bütün bu ayrımlar elbette keyfidir. Bu gruplardan her biri yalnız kendilerinin gerçek Çingene olduğunu iddia eder ve diğer grupları kendilerinden aşağı görür. Her grubun kendi lehçesi, kendi yasaları ve gelenekleri bulunmaktadır. Ancak, Çingene kavimleri konusunda her bir grubun kendine özgü bir sınıflandırma tasarımına sahip olması çok daha önemlidir.
Kendi kavimlerinin mensupları dışındaki insanları nitelendirmek için, genellikle onların meslekleri belirtilir. İşte böylece Ursariler, yani ayı oynatıcılarından söz edilir. Örnek olarak, Romanya’daki değişik Çingene gruplarının bir listesi verilmektedir. Bu isimler, oldukça farklı bir lonca oluşturan Laieşi ve Ursari Çingenelerince kullanılmaktadır:

Blidariler, ahşap mutfak araç gereci yapıp satar.
Chivutseler, bunların karıları badanacıdır ve dolayısıyla oturdukları evlerin dış cephelerini her yıl yeniden boyamakla görevlidirler.
Ciobatoriler, ayakkabı yapımı ve onarımıyla uğraşırlar.
Costorariler, kalaycıdır.
Ghilabariler, çalgıcıdırlar.
Lautariler, çalgıcı ve lüt yapımcısıdırlar.
Ligurariler, ahşap ve araç gereçler yapıp satarlar.
Meshteri Lacatuşiler, çilingirdirler.
Rudariler, ahşap araç ve gereç yaparlar.
Salaboriler, duvarcıdırlar.
Vatraşiler, çiftçi ve bahçıvandırlar.
Zltariler, ırmak kıyılarında altın ararlar.
Bu liste henüz tam değildir. Popp Serboianu, on dört ayrı Rumen Çingene grubundan söz etmektedir. Ancak bunlar da yine listenin tamamı değildir.”

(Hermann Berger, Çingene Mitolojisi)

Çingenlerin adı ve vatanı

“Daha başka birçok dilde benzer biçimlerde söylenen (Almanca) Zigeuner sözcüğü (Macarca Czigány, Rumence Cigánu, Fransızca Tsigane, İtalyanca Zingaro, Türkçe Çingene v.b.) bugüne kadar kesin olarak açıklanamamıştır.

(1) Aynı sıklıkta kullanılan (Almanca) Ägypter kavramı (İspanyolca gitanos, İngilizce gypsies, Yunanca gifti, Arnavutça Evgit v.b), Çingeneler’in Avrupa’da ilk kez ortaya çıktıkları sıradaki kendi beyanlarına dayanır.
Çingeneler kendilerine Rom, dişil Romni, dillerine ise Romani der. Bir cins isim olan bu sözcük ‘adam, insan’ anlamına gelmekte olup, bugün hâlâ Hindistan’da rastlanan düşük bir kastın adı olan Sanskritçe Domba sözcüğünden türetilmiştir. (Hindu dilinde domb, dişil domnï, Pencapça dũm v.b.). Ayrıca Manuš (< Skt. mãnuşa ‘insan’), Sende, Sinde(

2) (belki de < Skt. Saindhava ‘eski Hint eyaleti olan Sindh’den gelme) ve Kalo (siyah) sözcükleri de kullanılmaktadır. (

3) Kuzey Almanya ve İskandinavya’da, Çingeneler’e yer yer bugün de Tatern (Tatarlar) denmektedir.
Çingeneler’in vatanı konusunda uzun bir süre yalnızca tuhaf tuhaf tahminler ortalarda dolaştıktan sonra, 18.yy.’ın sonuna doğru, dillerinden hareketle onların vatanının Hindistan olduğu kesin bir biçimde saptanabilmiştir.

(4) Romani’nin temelinde, Hint-Ari dillerinin (Hindu dili, Racastanca) merkez grubu içinde yer alan –ve bugüne kadar hep iddia edildiği üzere Kuzeybatı Hindistan’da yerleşik olmayan- bir Orta Hindistan lehçesi yatmaktadır.

(5) Bu lehçenin gramer yapısı tümüyle Hint-Ari dillerine özgü özellikler, ses bilgisi ise M.Ö. 300 yılında kağıda dökülmüş olan Pali’de dahi artık rastlanmayan tuhaf eskilikler içermektedir. Böylesine eski bir tarihte göç ettikleri varsayımından daha çok, burada yerel eksikliklerin söz konusu olduğundan yola çıkmak gerekir. Yazılı dillerin geliştiği durumlarda da, bu eskilikler ücra bölgelerde muhafaza edilmiştir. Günümüzde, Romani çok sayıda lehçe ve ağza ayrılmış bulunmaktadır.

Msn Demon
Hintçe’nin konuşulduğu bölgeden ayrılış tarihi konusunda yalnızca belirsiz tahminlerde bulunulabilir. Firdevsî’nin Şeyhnamesi’nde (yaklaşık M.S. 1000), betimlemeye göre Çingeneler’e çok benzeyen göçer bir kavim olan Luriler’den söz edilmesi, terim olarak bir ante quem olsa gerek. Buna göre Luriler, M.S. 420 yılında 12 bin kişiyle Hindistan’ı terk etmiş ve daha sonra başka yolculuklara çıkmışlardır.

(7) Çingeneler’in Avrupa’ya ve oradan da Yeni Dünya’ya yayılmaları 15. yüzyılın başlarında gerçekleşmiştir.
Bu konudaki ilk belgeler 1416 yılına ait olup, yer Transilvanya’da Kronstadt’dır. Takip eden yıllarda, pek çok Avrupa kentine ait Kroniklerde, kendilerine Hıristiyan hacı süsü veren ve Mısır’dan geldiklerini iddia eden Çingene gruplarının ziyaretinden bahsedilmektedir.

Msn Note Bu dolaysız tarihi belgelerin öncesinde, Çingeneler’in göç yolları hakkında bize Romani’nin temel söz varlığı bazı bilgiler vermektedir. Bu dilde bulunan Yunanca sözcüklerin oranı oldukça çoktur; ayrıca Farsça ve Ermenice’den de çok sayıda sözcük geçmiştir. Romani’ye benzer dilleri olan Çingene kavimlerine, bugün Ermenistan

(9) ve Suriye’de

(10) hâlâ rastlanmaktadır. Bronz işçilik sanatını Avrupa’ya getirmiş olanların, metaller ve demircilik konusunda bilgili Çingeneler olduğu yolundaki aşırı cüretkâr hipotezler –her ne kadar buna benzer tahminler yüz yıldan da daha önce (1843 yılında Bataillard tarafından) ortaya atılmış ve kısa bir süre önce (F. De Ville) tarafından yeniden ele alınmışsa da- sırf filolojik ve kronolojik nedenlerden ötürü dikkate alınamaz.
Bugün, yeryüzündeki Çingeneler’in sayısını saptamak oldukça güçtür; tahmini olarak bu sayı Avrupa için 500 bin ile bir milyon kişi arasındadır.

(11) Geçimlerini, her ülkede olduğu gibidilencilik ve hırsızlığın dışında, demircilik, falcılık, müzik ve dens, at alım satımı, ayı oynatıcılığı, çerçilik v.b. ile sağlamaktadırlar. Bu arada, kavimlerin pek çoğu bu sayılan faaliyet alanlarından yalnızca birinde uzmanlaşmıştır.

(12) Avrupa’da ortaya çıkmalarından kısa bir süre sonra, değişim ülkelerde kısmen acımasız takiplere maruz kalmışlar, daha sonra da kendilerini Nazi Almanyası’ndaki toplama kamplarında buluvermişlerdir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde Çingeneler’in karakteristik özellikleri gittikçe daha fazla yok olmuştur. Gelişen sanayileşme sonucu Çingeneler’in gleneksel geçim kaynakları da sınırlanınca, misafir oldukları halkların kültürüne tümüyle asimile olmaları, zamanın akışı içinde kendiliğinden tamamlanacak gibi görünmektedir. Üstelik son zamanlarda bu asimilasyon süreci, Çingeneler’in isteksizliğinden çok, yerleşik düzende yaşayanların geleneksel şüphecilikleri sonucu uzuyor izlenimi uyandırmaktadır.
Son düzenleyen GusinapsE; 27 Nisan 2006 03:26
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
28 Şubat 2006       Mesaj #10
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Boşnaklar

Bosna-Hersek Cumhuriyeti vatandaşı olan kişilere Boşnak denir. Yugoslavya'nın dağılması ve Bosna-Hersek Cumhuriyeti'nin kurulması ile eski Yugoslavya'nın Bosna-Hersek bölgesi dışında kalan bölgelerindeki Slav kökenli Müslümanlar arasında da Boşnaklık şuurunun gelişmeye başladığı görülmektedir (Yugoslavya döneminde bu topluluk genel olarak Müslüman (büyük harfle*) milleti olarak adlandırılmaktaydı).

Bu anlamda Sırbistan-Karadağ2002 ve 2003 nüfus sayımı verilerine ve bireylerin kendi tanımlamalarına göre önemli bir Boşnak nüfus bulunmaktadır. Sözkonusu veriler şu şekildedir:

Sancak'ta; Boşnaklar 193,026 kişi (toplam nüfusun % 45.31'i), Sırplar 156,852 kişi (toplam nüfusun 36.82%), Karadağlılar 29,892 kişi (toplam nüfusun % 7.02'i), Müslüman milleti 27,047 kişiye (toplam nüfusun % 6.35'i);

Karadağ'da; Karadağlılar 267,669 kişi (toplam nüfusun % 43.16'i), Sırplar 198,414 kişi (toplam nüfusun % 31.99'i), Boşnaklar 48,184 kişi (toplam nüfusun % 7.77'i), Arnavutlar 31,163 kişi (toplam nüfusun % 5.03'i), Müslüman milleti 24,625 kişi (toplam nüfusun % 3.97'i), Hırvatlar 6,811 kişi (toplam nüfusun % 1.1'i).

Ayrıca, Sırbistan, Hırvatistan ve Makedonya'da % 1'ler civarında küçük bir Boşnak nüfus yaşamakta, işgücü göçü nedeniyle başta Almanya gelmek üzere Batı Avrupa ülkelerine yerleşmiş Boşnaklar da bulunmaktadır. Türkiye'de içlerinden pek çok değerli isim çıkarmış Boşnak kökenli önemli bir nüfus mevcuttur.


Ünlü Boşnaklar

Sokollu Mehmet Paşa

Gazi Hüsrev Bey

Alia İzzetbegoviç

Zekai Apaydın (Atatürk'ün bakanlarından ve Moskova büyükelçisi, Graveşka doğumlu)

Ekrem Akurgal (dedeleri arasında Hersek müftüleri bulunmaktaydı)

Ali Haydar Şen (SancakNovi Pazar'dan dünyaya açılmıştır)

Mirsad Türkcan

Emina Türkcan (Emina Jahoviç)

Cevdet Şekerbegoviç

Mirsad Kovaçeviç
Son düzenleyen GusinapsE; 27 Nisan 2006 03:28

Benzer Konular

4 Kasım 2006 / virtuecat Osmanlı İmparatorluğu
9 Aralık 2007 / Misafir Siyasal Bilimler
11 Mart 2013 / Misafir Arşive Kaldırılan Konular
3 Mayıs 2012 / Ziyaretçi Cevaplanmış