Arama

Dış Türkler: Türkiye Dışındaki Türk Boy ve Kavimleri - Sayfa 3

Güncelleme: 28 Eylül 2007 Gösterim: 75.953 Cevap: 52
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
17 Mart 2006       Mesaj #21
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
KIBRIS TÜRK'TÜR TÜRK KALACAK!

Milli Davamız Kıbrıs

Sponsorlu Bağlantılar
Kıbrıs, Türkiye'nin milli davasıdır. Kıbrıs Türkü, Türkiye'den kopartılmasından itibaren Anadolu'yu anavatan olarak görmüş, sürekli maruz kaldığı Rum tehdidine ve baskısına karşı umudunu Türkiye'ye bağlamıştır. Türkiye de yavruvatan Kıbrıs'a sahip çıkmış, devleti ve milletiyle, Kıbrıs Türkü'nün yanında yer almış, 1974'teki Barış Harekatı ile de soydaşlarımızı Rum zulmünden kurtarmıştır.
Barış Harekatı ile birlikte Kıbrıs davası Türkiye için askeri olarak kazanılmıştır ve bu nedenle de Türk Devleti'nin Kıbrıs Türkü'nü yeniden risk altına sokacak bir taviz vermesi düşünülemez.
Ancak mesele sadece askeri boyutla sınırlı değildir. 1974'ten bu yana "Rum tezi" iki farklı yönden ilerlemektedir. Bunun birinci yönü, KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş'ın şahsında Türk tarafına yapılan uluslararası baskıdır. Sanki Kıbrıs dünya gündemini meşgul eden bir sorunmuş gibi, uluslararası topluluk, Batı'daki güçlü Rum lobisinin de etkisiyle, ısrarla Kıbrıs Türkü'nü taviz vermeye, yeniden Rum egemenliğini kabul etmeyle neticelenecek formüllere onay vermeye zorlamaktadır. Bu formüllerin sonuncusu, 2003 yılında BM Genel Sekreketi Kofi Annan tarafından sunulan plandır. Devletimiz ve KKTC yönetimi bu planın sakıncalarını tespit ederek kabul edilmezliğini vurgulamışlardır.
Meselenin diğer yönü ise, yozlaştırılmaya çalışılan Müslüman-Türk kültürü boyutudur. Kıbrıs Türkü'nün varlığı, sadece diplomatik tuzaklarla değil, aynı zamanda Kıbrıs Türkü'nün kimliğini erozyona uğratmak ve yok etmek amacına matuf bir psikolojik savaşla da hedef alınmaktadır.


Sinsi Faaliyetler Filizlerini Veriyor

Kıbrıs Türkü, aynen bir zamanlar Balkanlar'ın en uç noktalarında Osmanlı'yı temsil eden Türkmenler gibi, Kıbrıs'ta Türklük adına bir uç beyliği olmuştur. Ada'yı Rumlaşmaktan, Rum yayılmacılığına yem olmaktan korumuş, Kıbrıs'taki Müslüman ve Türk varlığını göğüslerini siper ederek muhafaza etmişlerdir. Kıbrıs Türkü'nün bu kahramanca direnişini ve başta Sayın Rauf Denktaş olmak üzere bu direnişin mücahidlerini saygı ve sevgiyle anmak, her Türk'ün görevidir.
Ancak Kıbrıs'ı Rumlaştırmak isteyen güçler, önlerindeki en büyük engel olan söz konusu güçlü Müslüman Türk kimliğini erozyona uğratmayı hedeflemektedirler. Kıbrıs'ta 2003 yılı başlarında yaşanan bazı gelişmeler ise, bu sinsi hedefte bazı mesafeler kat edildiğini göstermektedir.
Bu dönemde, BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın gündeme getirdiği plana destek vermek, KKTC yönetimini bu planı kabul etmeye davet etmek için Kuzey Kıbrıs'ta bir dizi girişim düzenlenmiştir. Bunların en önemlileri, Lefkoşa'da düzenlenen iki ayrı mitingdir. Bu mitinglerin her ikisinde de "Kıbrıs'ta çözüm" çağrısı yapılmış, ancak haklı gibi gözüken bu çağrının altında bazı vahim mesajlar da verilmiştir. Mitinge katılanlar, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin varlığına dolaylı da olsa karşı çıkmışlar, Ada'da Rumlar ile ortak bir yönetim kurulması, Birleşmiş Milletler'in öne sürdüğü -ve Türk tarafına pek çok dezavantaj getiren- planın itirazsız kabul edilmesi çağrısında bulunmuşlardır. Atılan sloganlarda "Avrupa Birliği vatandaşlığı" ön plana çıkmış, "Müslüman Türk" kimliği üzerinde en ufak bir vurgu yapılmamıştır. Mitinglerin sembolik manzarası da dikkat çekicidir: Sayın Denktaş'ın Bayrak Televizyonu'ndaki açıklamalarında da vurguladığı gibi, mitinglerde hiç KKTC bayrağı açılmamış, Türk bayrağı dalgalandırılmamış, bunların yerine Avrupa Birliği bayrakları tercih edilmiştir. Hatta ikinci mitingde 1974 öncesinde var olan, Rum egemenliğindeki Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağı açılmıştır ki, her ne kadar tepki üzerine indirilmişse de, bu hareket Ada'daki "Türk kimliği"nin bekası açısından endişe verici bir alamettir.
Rum Savunucusu Kalemler
Söz konusu kimlik erozyonunun güçlü bir kültürel eğitim kampanyası ile engellenmesi gerektiği açıktır. Bunun için de öncelikle bu erozyonun kaynaklarını tespit etmek gerekmektedir.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni ve Ada'daki Türk varlığını zayıflatmak için on yıllardır sistemli bir kampanya yürütülmektedir. Rumlar ve Ada'yı Rum egemenliğinde görmek isteyen bazı Batılı çevreler, Kuzey Kıbrıs Türkleri arasında olup da milli ve manevi değerlerini yitirmiş bazı insanları da kullanarak, Türk kesiminde yıkıcı propaganda ve psikolojik savaş yürütmektedirler.
Özellikle 1974 öncesindeki Rum zulmüne tanık olmamış genç kuşak, bu propagandanın en önemli hedefidir. Son yıllarda bu propagandaya büyük hız verilmiş, Ada'daki Türk gençleri Batılı ülkelere götürülerek, seminer adı altındaki bazı programlara tabi tutulmuştur.
Bu kampanyanın en önemli boyutu ise medya alanındadır. Ne gariptir ki Kuzey Kıbrıs'taki bazı yayın organlarında Türkiye'yi sözde "işgalci devlet" diye tanımlama gafletini gösteren bazı aldatılmış kalemler olmuştur. Bazı gazeteler adeta Rum tezinin sözcülüğünü yapmakta, Türkiye'nin Kıbrıs Türk kesimi ile olan ilişkisinin kesilmesini ve KKTC'nin sona ermesini savunmaktadırlar.
Lefkoşa'daki mitingleri düzenleyen, bu mitinglerle KKTC, Türkiye ve Türklük karşıtı sloganlar atan ve böylece bu mitinglere sadece barış dileğini ifade etmeye gelmiş masum insanlarımızı da kendi saflarındaymış gibi göstermeye çalışanlar, aynı kimselerdir. Rumların ve Batılı ülkelerin Kıbrıs politikasını yöneten Rum lobisinin birer beşinci kolu gibi faaliyet gösteren bu gibi kişilerin sayısı az, ancak etkileri büyüktür.
Peki nasıl olmaktadır da, Kıbrıs'taki kahraman Türk halkı içinde bir beşinci kol faaliyeti organize edilebilmektedir? Buna alet olanlar kimlerdir?
Bu sorunun cevabını aradığımızda, kaçınılmaz olarak birtakım aşırı sol gruplarla yüzyüze geliriz: Komünist ideoloji...





ÇÖZÜM ARAYIŞLARI



Sürdürülen Müzakereler

KKTC ile Rum kesimi arasındaki halihazırda yürütülmekte olan müzakereler 4 aşamalı olarak planlanmış bulunuyor. 22 Şubat'a kadar devam eden birinci aşamadan hiç kimse zaten bir şey beklemiyordu, nitekim hiçbir sonuç da elde edilemedi.
22 Şubat'ta başlayan sürecin ikinci aşamasında yani içinde bulunduğumuz dönemde ise ortak bir zemin oluşturulmaya çalışılıyor. Ancak Rum kesimi şu ana kadar kendilerine sunulan tüm teklifleri reddettiler ve bu tavırlarına devam ettikleri sürece reddetmeye de devam edecekler.
Nisan ayında görüşmelerin üçüncü aşamasına geçilecek. Bu aşamayla birlikte KKTC ve Türkiye için asıl tehlike de başlamış olacak. Çünkü BM Genel Sekreteri Kofi Anan; Türk tarafı ve Rum Kesiminin önerilerini aldıktan sonra doğacak "boşlukları doldurarak", kendi planına uygun nihai anlaşma metnini belirleyecek.
Son aşamada ise Kofi Annan’ın Nisan ayında oluşturduğu metin; ayrı ayrı referanduma sunulacak. İki taraf da "evet" derse, anlaşma yürürlüğe girecek, "Birleşik Kıbrıs"ın, AB üyeliği kesinleşecek...
Kıbrıs’da Gerçek Çözüm ve Sayın Denktaş’a Tam Destek
Kıbrıs Türkiye için milli ve vazgeçilmez bir davadır. KKTC ve Türkiye bir oldu-bittiyle karşı karşıya bırakılmaya çalışılmaktadır. Ancak Kıbrıs; Türkiye’nin milli davası olmasının da ötesinde bir şeref ve namus davasıdır. Türkiye yıllardır maddi yardım yaptığı, uğruna kan döktüğü, şehitler verdiği, ambargolara maruz kaldığı KKTC’nin manevi olarak öldürülmesine göz yummamalıdır, yummayacaktır.
Türkiye; Kıbrıs konusuna açıkça müdahil olmalı ve orada yaşayan soydaşlarımızın ve kalbi onlarla birlikte atan tüm dünya Türklerinin milli davasına sahip çıkmalıdır.
KKTC’nin adeta bayrağı kadar simgesi olmuş Rauf Denktaş’a sonuna kadar destek olunmalıdır. Bu, Türkiye’nin asli görevlerinden biridir. AB’nin, Türkiye’nin üyeliği konusunda Kıbrıs sorununu karşımıza çıkarmaması için KKTC’den vazgeçilmesi, akla, mantığa ve Türklüğümüze aykırı bir davranış olacaktır. AB üyeliği ve Kıbrıs iki ayrı konu olmasına rağmen Yunanistan ve İngiltere gibi AB üyesi bazı ülkeler tarafından birbirine bağlantılıymış gibi gösterilerek aynı pakette gündeme getirilmesi ise gerçekte son derece hatalı ve taraflı bir yaklaşımdır.
Kuzey Kıbrıs'ta gerçek çözüm, KKTC'nin bağımsız bir devlet olarak varlığını koruması, Türkiye ile bağının daha da güçlendirilmesi ve Kıbrıs halkının milli ve manevi bilincini artıracak güçlü politikalar yürütülmesiyle mümkün olacaktır.




Kıbrıs İçin Gerekli Siyasi Tavır

Türkiye'nin bu konudaki politikası, Milli Güvenlik Kurulu'nda da son derece isabetli bir biçimde ifade edildiği gibi, Kuzey Kıbrıs'lı Türklerin güvenliğini öncelikli amaç olarak belirlemek ve KKTC yönetimine destek olmak esaslarına dayanmalıdır. Kıbrıs Türk halkı, Türkiye'nin bir parçasıdır. Kıbrıs davası, milli davadır. Kahraman Türk Ordusu, 1974'teki Kıbrıs Barış Harekatı ile adadaki soydaşlarımızı radikal Rumların soykırım emellerinden korumuştur. Bu gerçekler hiçbir zaman gözardı edilemez. Adada Türk tarafını dezavantajlı duruma düşüren ve dahası güvenliğini riske eden çözümlere itibar edilemez.
Dahası Kıbrıs, Türkiye açısından büyük stratejik önem taşıyan bir noktadır. Kıbrıs üzerindeki denetimini yitiren bir Türkiye, Akdeniz'e çıkış imkanını da yitirmiş demektir.
MGK toplantılarından da çıkan kararlar doğrultusunda Türkiye, Sayın Denktaş’ın ısrarla üzerinde durduğu, adada iki ayrı devlet bulunduğu gerçeğinin kabul ettirilmesi için çalışmalıdır. Ayrıca Türkiye’nin garantörlüğünün de devam etmesi şarttır.
Kıbrıs İçin Gerekli Kültürel Politikalar
Ancak, Kıbrıs konusunda yürütülmesi gereken politika sadece siyasi ve diplomatik boyutta değildir. Aynı zamanda ekonomik ve kültürel alanlarda da Kıbrıs'ın Türk halkını kalkındıracak, güçlendirecek, motive edecek atılımlar gerekmektedir. Avrupa Birliği'ne katılması –her ne kadar resmen imzalanmamış olsa da- kesinleşen Güney Kıbrıs, adadaki bazı soydaşlarımız için cazip hale gelmeye başlamıştır. Bunun dejenere edici bir faktör haline gelmesinin önünü kesmek için, Kıbrıs Türkü'nü hem sosyo-ekonomik yönden kalkındırmak hem de milli ve manevi değerlerini güçlendirerek Türkiye'ye ve Müslüman-Türk kimliğine olan bağlılığını perçinlemek gerekmektedir.
Kıbrıs'taki insanlarımızın, özellikle de genç neslin Türk Milleti'nin ideallerini ve değerlerini en derinden özümsemesi ve benimsemesi için de yoğun bir kültürel kampanya yürütülmelidir. Kıbrıs Türkü, adanın Osmanlı'dan kopuşundan bu yana kendisini ayakta tutan Türk ve Müslüman kimliklerine daha güçlü biçimde sarılmalı, Türkiye ise bu kültürel rönesansa öncülük etmelidir.
Kıbrıs Türkü, çağdaş, modern, kalkınmış ve aynı zamanda milli ve dini kimliği çok güçlü bir model görmeli, bu modeli benimsemelidir. Milletlerin, özellikle de küçük toplumların eğilimlerinde psikolojinin yeri büyüktür. Kıbrıs Türk toplumunun güçlenmesi, psikolojik yönden güçlenmesine bağlıdır ve bu da saydığımız ekonomik ve kültürel politikaların hayata geçirilmesiyle gerçekleşecektir.
Bu konuda önemli bir görev de medyaya ve sivil toplum kuruluşlarına düşmektedir. Kıbrıs milli bir davadır ve herkesin bu davada milli çizgide hareket etmesi, devletimizin belirlediği politikalara destek olması gerekir. Kıbrıs Türkü, adadaki varlığını canı gönülden destekleyen, milli ve dini bir kardeşlik duygusu içinde kendisiyle tek yürek olup haklarını var gücüyle savunan bir anavatan görmelidir. Bu ruhu yaşamak ve yaşatmak, milletini ve devletini seven herkesin görevidir.



bayrak312aa

Son düzenleyen GusinapsE; 10 Nisan 2006 20:28
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
18 Mart 2006       Mesaj #22
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
TÜRK'ÜN YÜKSEK SECİYESİ

Şüphesiz 20. yüzyıl Türk tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. I. Dünya Savaşını takiben Osmanlı İmparatorluğu parçalanmış; Türk toprakları işgal edilmiştir. Milletimiz, malını, canını hatta tüm varlığını feda etmeye hazır olarak düşmanların güçlü ve modern silahlarla donanımlı ordularına karşı koymuştur. Mustafa Kemal'in önderliğinde erkek-kadın, genç-ihtiyar el ele veren Türk Milleti, bir ölüm-kalım mücadelesi olan Kurtuluş Savaşı'ndan büyük bir zaferle çıkmış; şan ve şerefle dolu olan tarihimize yeni bir sayfa daha eklemiştir. Böylece yepyeni bir Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur. Atatürk'ün çizdiği yolda kurulan Türkiye Cumhuriyeti tarihte bir çığır açmıştır.
Sponsorlu Bağlantılar
Mustafa Kemal Atatürk söz konusu başarıların Türk Milleti'nin eseri olduğunu şöyle dile getirmiştir:
"Bu münasebetle şunu da beyan edeyim ki Türk Milleti'nin son senelerde gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve sosyal inkılapların hakiki sahibi kendisidir. Sizsiniz."

Büyük Önder, Onuncu Yıl Nutku'nda, Türk Milleti'ne olan güveninin nedenini şöyle açıklamıştır:
Ataturk r1 c1Ataturk r1 c2
Ataturk r2 c1Ataturk r2 c2
Ataturk r3 c1Ataturk r3 c2
"Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü, Türk Milleti'nin karakteri yüksektir..."
Bu gerçeğin iyice bilinmesi her Türk vatandaşının üzerine düşen tarihi ve milli bir sorumluluktur. Böyle bir gerçeğin göz ardı edilmesinin yol açacağı tehlikeye Atatürk, "Bilelim ki milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar" diyerek dikkat çekmiştir. Yine Atatürk'ün söylediği gibi, "Türk çocuğu ecdadını (atalarını) tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır." Diğer bir deyişle Türkler'in daha büyük başarılara imza atabilmeleri, Türk medeniyetini, kültürünü, tarihini ve seciyesini yakından tanıyıp yaşatmalarına bağlıdır.
Türk Milleti dünya tarihine damgasını vurmuş bir millettir. Tarihe unutulmaz zaferler kazımış; üç kıtada muhteşem devletler kurmuş; asırlar boyunca uçsuz bucaksız topraklarda dinleri, dilleri, ırkları farklı milletleri adalet ve hoşgörüyle yönetmiş; ayak bastığı yerlere medeniyet götürmüş; dünya milletlerine örnek olmuştur. İşte tüm bu başarılar, Türk'ün üstün ahlak ve seciyesinden kaynaklanmıştır.
Türkler İslamiyet'i kabul etmelerinin öncesinde yüksek meziyetlere sahiptiler. Bununla birlikte dünya tarihinde gerçek anlamda söz sahibi olmaları, İslamiyet'e girmelerinden sonra gerçekleşmiştir. Türkler birçok dine girip çıkmışlardır; ancak kalıcı olan sadece İslamiyet olmuştur. Tanınmış bir tarihçimizin ifadesiyle, "İslam onun yolunu aydınlatan bir ışık olmuş ve Türk Milleti bu ışığı takip ettikçe hep yükselmiştir."
Türk Milleti'nin özündeki değerlerin Kuran ahlakı ile birleşmesi, dünya tarihini derinden etkileyen gelişmelere yol açmıştır.
Elbette şanlı bir geçmişe sahip Türk Milleti'nin seciyesini tasvir etmeye ansiklopediler dahi yeterli değildir. Elinizdeki kitap, Atatürk'ün yukarıdaki sözünde işaret ettiği Türk'ün yüksek karakterini tanıtmak amacıyla kaleme alınmıştır. İlerleyen sayfalarda Türk tarihinin ışığında Türk'ün ahlakı, adaleti, hoşgörüsü, dürüstlüğü, tevazusu, nezaketi, iyilikseverliği, vakarı, cömertliği, tabiat sevgisi, kısacası Türk'ün üstün seciyesi gözler önüne serilecektir.

HARUN YAHYA

hikaye1001721ec

Son düzenleyen GusinapsE; 10 Nisan 2006 20:37
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Mart 2006       Mesaj #23
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Tarih Türklerden çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler var ki,medeniyet için birer süs teşkil etmektedir...

Türk Milleti'nin tarih boyunca kurduğu devletlerin sayısının 180'i bulduğu
kabul edilir. Hatta pek çok tarihçi, araştırmalar derinleştirildikçe bu
sayının daha da artabileceğini belirtmektedir. Bu devletlerden 16 tanesi ise
dünya tarihinde etkili rol oynamış, çok güçlü devletlerdir.2 Kemal Tahir'in
1966 yılında söylediği gibi: "Türk Milleti'nin bütün tarih boyunca bayraksız
ve devletsiz kalmaması rastgele ve boşuna değildir. Onun çekirdeğindeki
dinamizm, ona devlet kurma yatkınlığı getirmiş...
Devlet kurmak başka bir şeydir, devleti yönetmek başka bir şeydir. Türk Milleti tarih boyunca devleti hem kurmada, hem yönetmede ustalık göstermiştir."3 Türk Milleti her biri diğerinden güçlü olan bu 16 devletle ve bu devletlerin
yönetiminde gösterdiği üstün kabiliyetle tüm dünya milletlerine tarih
boyunca örnek olmuştur. Bunun en önemli nedenlerinden biri ise hakimiyeti
altında yaşayan farklı etnik kökene mensup toplulukları, her birinin dil ve
din farklılıklarına saygı göstererek, barış, huzur ve güvenlik içerisinde,
asırlar boyunca birarada yaşatma becerisini göstermesidir. Aynı topraklar
üzerinde hakimiyet kuran farklı devletler ise bu başarıyı sağlayamamış, söz
konusu topraklarda bu kadar uzun süreli hakimiyetler yaşanmamıştır.
Selçuklu ve Osmanlı devletleri başta olmak üzere, Türk Milleti'ni bu
coğrafyayla bütünleştiren ve güçlü kılan unsurları sadece askeri güçle
açıklamak mümkün değildir. Anadolu'yu fetheden, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne
kadar dünyanın en karışık ve en hassas bölgesini asırlar boyunca hakimiyeti
altında tutan güç, Türk Milleti'nin özünde var olan ve Türklerin İslam'ı
kabul etmesiyle birlikte asıl kimliğini bulan ahlak anlayışıdır

Kuran'da emredilen bu ahlakın başlıca özellikleri, dürüstlük ve mertlik,
zulümden ve haksızlıktan uzak durmak, adaleti her zaman ayakta tutmak,
hoşgörüden ve uzlaşmadan yana olmaktır. Bu özellikler nedeniyledir ki
kendilerine tabi olan halklar da her zaman Müslüman Türklerin yönetiminden
razı olmuş, hatta çoğu zaman kendi istekleriyle onların yönetimleri altına
girmişlerdir. En kamil anlamda Osmanlı İmparatorluğu'nda tezahür eden bu
adaletli yönetim sayesinde tüm Balkanlar'ı, Kafkasya'yı ve Ortadoğu'yu
kapsayan coğrafyada, üç dine ve muhtelif mezheplere mensup, dilleri,
kültürleri, ırkları birbirlerinden tamamen farklı milyonlarca insan asırlar
boyunca hiçbir zulme maruz kalmadan huzur içinde yaşamışlardır.
Ancak günümüzde aynı topraklar üzerinde acı, gözyaşı, zulüm ve savaş bir
türlü sona ermemektedir. Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar'dan oluşan ve
Türkiye'nin tam merkezinde yer aldığı "Osmanlı Coğrafyası" halen çok
hareketli ve karışık bir yapıya sahiptir. Osmanlı Devleti'nin siyasi olarak
varlığının ortadan kalkmasının ardından bu bölgede oluşan boşluk henüz
doldurulamamış ve gerçek anlamda bir güven ortamı sağlanamamıştır.

Bu durum aynı topraklarda asırlar boyunca örnek bir "birlikte yaşama modeli" uygulayan Müslüman Türk Milleti'ne dikkati çekmektedir. Ve bu modelin günümüzde ve gelecekte de sadece Müslüman Türk Milleti tarafından gerçekleştirilebileceği gerçeğini ortaya koymaktadır. Nitekim son yıllarda
pek çok devlet adamı ve siyaset bilimci, başta Osmanlı Devleti olmak üzere,
Türk devletlerinin başarıyla yürütmüş olduğu adil yönetim sistemini
incelemektedir. Bu incelemelerdeki amaç ise, Türklerin gerçekleştirdiği
sistemi temel alan, yeni bir yönetim modeli oluşturmaktır.


TÜRK YURTLARI :
1. Türkiye...
2. KKTC ...
3. Azerbeycan ...
4. Kazakistan...
5. Özbekistan...
6. Türkmenistan...
7. Kırgızistan...
8. Altay Özerk Cumhuriyeti...
9. Hakas Özerk Cumhuriyeti...
10. Tannu-Tuva Özerk Cumhuriyeti...
11. Tataristan...
12. Başkırdistan...
13. Çuvaşistan...
14.Doğu Türkistan...
15. Dağıstan...
16. Çeçen-İnguş...
17. Kabardey-BalkarÖzerk Cumhuriyeti...
18. Karaçay-Çerkes Özerk Cumhuriyeti...
19. Abhazya Özerk Cumhuriyeti...
20. Acar Türkleri...
21. Ahıska Türkleri...
22. Kırım Türkleri...
23. Kerkük Türkleri...
24. Azeri Türkleri...
25. Horasan Türkleri...
26. Afganistan Türkleri...
27. Tacikistan Özbekleri...
28. Doğu Sibirya Türkleri...
29. Tobol Türkleri...
30. Tatar Türkleri...
31. Başkurd Türkleri...
32. Mişer Türkleri...
33. Nogaylar...
34. Stavropol Türkmenleri...
35. Gagavuz Türk Özerk Cumhuriyeti...
36. Balkan Türkleri...
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
22 Mart 2006       Mesaj #24
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
TÜRKİYE, KAFKASYA ENERJİ KORİDORU'NDA
KİLİT ÜLKE KONUMUNDADIR


11 Eylül 2001 tarihinde Amerika'nın iki büyük şehrine düzenlenen insanlık dışı terör saldırılarının ardından, Orta Asya sıcak çatışmalara sahne olmaya başladı. Bu çatışmalar Afganistan ile başladı, ancak bütün Orta Asya siyasetini çok ciddi şekilde etkiledi. Bu nedenle de Kafkasya'da son haftalarda daha da şiddetlenen çatışmaların bu gelişmelerden bağımsız olduğunu düşünmek çok büyük bir hata olacaktır.
Son gelişmeler Kafkaslar'ın çok birçok ülkeyi kapsayan geniş bir savaşa gebe olduğunu göstermektedir. Yaygın olan düşünceye göre, Çeçenistan'da yıllardır devam eden çatışmalar bu kez Gürcistan'ı da içine alan bir savaşa dönüşecektir. Bu savaşın sonunda da Kafkaslar'da güç dengelerinin değişeceği açıktır. Son günlerde yaşanan olaylar da bu şüpheleri doğrular niteliktedir.


Kafkasya'ya Olan İlginin Nedenleri

Dış Türkler: Türkiye Dışındaki Türk Boy ve Kavimleri

Avrupa ile Asya'yı birbirinden ayıran sınır bölgesi sayılan Kafkasya Türk-İslam tarihinde çok önemli bir yere sahip bir bölgedir. Kafkasya bölgesini şekillendiren doğal sınırlar, aynı zamanda bu iki kıtanın sınırlarını oluşturur. Tarihte Asya'dan Avrupa'ya yapılmak istenen bütün askeri harekatlar Kafkasya üzerinden yapılmıştır. Günümüze kadar bir çok büyük devlet, sınırlarını bu coğrafyaya dayandırarak, doğal bir savunma barikatına sahip olmak istemiştir. En eski dönemlerden itibaren Kafkasya'ya hakim olan devletler doğu ve batı medeniyetlerini bağlayan birer köprü konumuna gelmişlerdir. Orta ve batı Avrupa ile Ön Asya arasındaki ticari ve kültürel alışverişi sağlıyor olması Kafkasya'nın önemini daha da artırmıştır. Bütün bunlar bölgenin yüzyıllar boyunca çok değişik milletlerin işgaline uğramasına ve böylelikle de çeşitli medeniyetlerin gelişmesine sebep olmuştur. Doğal zenginliklere sahip olması ve coğrafyası sebebiyle Kafkasya, her zaman bir çatışma ortamı olmuştur. Bölgeyle ilgili olan devletler de buradaki siyasi istikrarsızlığı desteklemişlerdir.

Bu durumun tek istisnası Osmanlı Nizamı'nın bölgeye hakim olduğu dönemdir. Kafkasya, Osmanlı hakimiyetinin hinterlandıdır. Osmanlı siyasi anlayışının bölgeye hakim olduğu dönemde, coğrafi şartlarla bölünmüş olan etnik yapıda asla bir sorun yaşanmamış, aksine bölgede halkları, Devlet-i Aliye'yi oluşturan en temel unsur olmuşlardır. Bu bakımdan bölgenin Türk tarihinde çok farklı bir yeri vardır. Bugün ise bölge, doğal bir geçiş yolu olma özelliğiyle gündeme gelmektedir.


Orta Asya'dan Batı'ya Uzanan Enerji Hattı 01lll



Sanayi Devrimi 19. yüzyılın ilk yarısında kömürle çalışan buharlı makinaların kullanılması ile başlamış ve dünya tarihinde büyük bir dönüm noktası olmuştur. Makinaların üretimdeki öneminin anlaşılmasıyla, kömüre alternatif olabilecek güç ve enerji arayışlarına girilmiştir. Bu arayış, yüzyılın sonlarında petrolün keşfiyle son bulmuştur. Çok kısa zamanda ticari yönünü kat kat aşan bu yeni enerji alanı, dünya siyasetini etkileyen bir konum almıştır.

Petrol sahalarının büyük bölümünün, onu ilk kullanan Batılı devletlerin sınırlarının dışında kalması da, mücadelenin çok daha büyük alanlara taşınmasına neden olmuştur. Hatta Birinci Dünya Savaşı'nın en önemli sebeplerinden biri arasında da aynı konu bulunmaktadır. Bugün dünya üzerindeki petrol kaynaklarının belli başlı iki sahada bulunduğunu görüyoruz. Bunlardan birincisi Ortadoğu'daki petrol havzaları, diğeri ise Ortaasya'dır.

Orta Asya'daki petrol kaynaklarından, Avrupa'ya petrol sevkiyatı uzun bir işlemdir ve petrolün ihtiyaç duyulduğu pazarlara ulaştırılması da önemli bir sorundur. Gerçekten de sanayileşmiş ülkeler açısından, enerji güvenliğinin sağlanması vazgeçilmez bir durumdur. Enerji kaynaklarıyla tüketim merkezlerini buluşturan boru hatları, geçtiği güzergahları da önemli hale getirmektedir. Bu işlemin yapıldığı güzergahı elinde tutan devlet, çok büyük bir askeri ve ticari gücü elinde tutuyor demektir. Kafkasya'nın önemi, bu noktada ortaya çıkmaktadır.

Kafkasya 20. yüzyıla kadar doğudan batıya uzanan kürk ve ipekyolu ticaretinin ana güzergahıydı. 20. yüzyılda ise onların yerini petrol aldı. Enerji kaynaklarının egemenliğine dayalı bir siyasi anlayışın dünya siyasetine yerleşmesiyle, Hazar havzası ve Orta Asya'dan Avrupa'ya nakledilen doğalgaz ve petrolün, enerji koridoru niteliğine bürünmesi, önemini artırmıştır. Kafkasya'nın bir petrol havzası olmasının yanı sıra Basra Körfezi'ni de kontrol eden jeopolitik bir konuma sahip olması önemini daha da artırmaktadır.



Kafkasya'daki Çatışma Alanları

Yakın tarih boyunca Kafkasya üzerine yapılan mücadeleler, Osmanlı ve Rus Devletleri tarafından bir çok kereler tekrarlanmıştır. Kafkasya'nın önemini kavrayan Rus Çarlığı dış politika stratejilerini bu gerçeğe göre yapmıştır. 1917 yılında SSCB'nin Dünya siyasetine girmesiyle bu strateji de aynen devam etmiştir. Kafkasya, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından hemen sonra, dünya üzerindeki en karışık bölgelerden biri olmuştur.

Bugün bir bütün olarak Kafkasya'ya bakıldığında üç çatışma alanı dikkat çeker. Bunlar Ermeni-Azeri, Gürcü-Abhaz-Rus ve Çeçen-Rus sıcak çatışma alanlarıdır. Rusya Federasyonu'nun içinde kalan Kuzey Kafkasya'da Moskova'nın hakimiyetinden kurtulma yönünde bir hareket başlamış ve bu, Çeçenistan'da görüldüğü gibi bir bağımsızlık mücadelesine dönüşmüştür. Rus-Çeçen savaşı halen etkinliğini sürdürmektedir. Güney Kafkasya ise, biraz daha farklı olarak bölgesel ve etnik çatışmalara tanık olmaktadır. Bunun en güzel örneği içinde bulunduğumuz günlerde Gürcistan'da yaşanan olaylardır. Bu arada, bağımsızlığına kavuşmuş Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki mücadeleler de devam etmektedir.



Çatışmalar Neden Son Bulmuyor?

Çeçenistan ekonomik gücünü petrolden almaktadır ve Orta Asya'dan uzanan enerji koridorunun önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Bu durum bu küçük ülkeyi Rusya açısından vazgeçilmez yapmaktadır. Petrol ve gaz yollarını denetlemek isteyen bir ülke için Grozni'nin, Orta Asya ve Azerbaycan'dan Karadeniz'e geçiş yolunun üzerindeki en stratejik nokta olduğu bilinmektedir. Rusya'nin Çeçen savaşının temelinde de, Grozni'yi kaybetmemek düşüncesi yatıyor. 1994 yılından itibaren başlayan sıcak çatışmaların bugün hala devam ediyor olması da bunu kanıtlamaktadır.

Son günlerde gerçekleşen çok önemli bir gelişme de, Rusya'nın savaşla alamadığını, masada kazanmaya çalışıyor olmasıdır. Bütün Dünya'nın teröre karşı şiddetli bir savaş açtığı şu günlerde Çeçenistan'daki bağımsızlık hareketi de bu kapsama sokulursa, bu işten en karlı çıkan Rusya olacak.
001ll


Çeçenistan sorunu bu şekilde çözülmeye çalışılırsa, çatışmaların giderek büyüyeceği ve Kafkasya'yı saracağı çok açık olarak gözüküyor. Olayların, enerji koridorunun ikinci ayağı olan Gürcistan'a da sıçrayacağına kesin gözüyle bakılıyor. Daha şimdiden Bakü - Ceyhan hattının geçiş yolu olan Gürcistan'da sorunlar başlamış durumda. Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki sorunlar ise yıllardan beri devam ediyor. Burada dikkati çeken nokta; Rusya'nın 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Kafkas Devletleri'nde çıkan karışıklıkları fırsat bilerek bölgedeki etkinliğini arttırma arayışında olması.


Bu devletlerin tamamı, aralarındaki kültürel, etnik ve dini farklılıklara rağmen, Osmanlı Devlet sisteminin altında yüzyıllarca beraber yaşamışlardır. Osmanlı Nizamı'nın bölgeden çekilmesiyle başlayan çatışmalar ise durmaksızın devam ediyor. İşte, Osmanlı Devleti'nin doğal varisi Türkiye, bu çatışma bölgesinin tam ortasında, jeostratejik bir konuma sahip ve "enerji koridoru"nun "kilit ülkesi" konumundadır.


Kilit Ülke: Türkiye

Enerji koridoru olan coğrafyaların siyasi istikrarı, enerjiyi üreten ve tüketen ülkeler için hayati önem taşımaktadır. Petrol ve doğalgazın üretimi için güvenlik ve istikrara ne kadar ihtiyaç varsa, onun tüketicisi olan gelişmiş ülkelere ulaştırılmasını sağlayan ülkelerin iç politik istikrarı da o kadar önem taşımaktadır.

Türkiye, enerji kaynakları son derece zengin olan ülkelerle sınır durumundadır. Dünya üzerindeki ispatlanmış petrol ve gaz rezervlerinin dörtte üçü Türkiye'nin çevresindedir. Doğalgaz ve petrol rezervi zengini olan Ortaasya ve Ortadoğu ülkeleri ile enerji ihtiyacı olan sanayileşmiş Batı ülkeleri arasında, Anadolu yarımadasının en güvenli koridor olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. Bu da Türkiye'yi 21. yüzyılın "enerji koridorunun anahtarı" yapmaktadır. Doğal geçiş kapısı olma özelliğine sahip olması, ülkemize ekonomik daralmayı aşma fırsatını da sunmaktadır.
Osmanlı'nın mirasçısı olan Türkiye Kafkaslar'da istikrarı sağlayabilecek tek ülkedir. Bölgeyle olan etnik, dil ve kültürel bağları halen devam etmektedir ve Kafkas halkları da Osmanlı Nizamı'nın bölgede sağladığı güven ve huzur ortamına özlem duymaktadırlar. Bunların yanısıra Türkiye Cumhuriyeti topraklarında da çok ciddi rakamlarda Çeçen, Gürcü ve Abhaz asıllı vatandaşımızın yaşadığı düşünülecek olursa bölgedeki gerginliğin çözümünde Türkiye'nin çok aktif bir rol oynamasının gerekliliği daha iyi anlaşılır.

hikaye1001723lr
Son düzenleyen GusinapsE; 10 Nisan 2006 20:37
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
2 Nisan 2006       Mesaj #25
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Şaka değil; Türkiye zirvede



Dış Türkler: Türkiye Dışındaki Türk Boy ve Kavimleri

Dünya Bankası'nın 127 ülkede yaptığı bir araştırmaya göre en pahalı pasaport Türkiye'de.

Türkiye'de beş yıllık bir pasaporta 433 YTL ödenirken, bu rakam mevcut kurlarla 333 dolara denk geliyor.

İlk kez pasaport alınıyorsa 70 YTL civarında da defter parası ödeniyor.

Beş yıldan az süre için çıkarılan pasaportlarda ise maliyet daha da yüksek. Türkiye'de bir yıllık pasaportun bedeli yaklaşık 126 YTL seviyesinde bulunuyor.
Türkiye'de pasaport harçları şöyle:

6 aya kadar olanlar: 88.8 YTL,

1 yıl için olanlar: 126.4 YTL,.

2 yıl için olanlar 213 YTL,

3 yıl için olanlar: 305.6

3 yıldan fazla süreli olanlar: 433 YTL



Diğer ülkelere fark attık

Türkiye ile pasaportun en pahalı olduğu ikinci ülke Lübnan arasında da büyük fark var. Lübnan'da beş yıllık pasaport ücreti 266 YTL. Üçüncü olan Çad'da ise ücret 207 YTL.

Pasaportun en pahalı olduğu ilk on ülke arasında Norveç, Kongo, Danimarka, Bosna Hersek, Hırvatistan, Avustralya ve Amerika da bulunuyor. Bu ülkelerde pasaport fiyatları ise 130 ile 200 YTL arasında değişiyor.



Ermenistan'da ücretsiz

Pasaportun bedelsiz olduğu tek ülke ise komşu Ermenistan. Ermenistan'da başvuru sahibi pasaport için hiç bir ücret ödemiyor.

En düşük pasaport maliyeti ise Afrika ülkelerinden Swaziland'da. Bu ülkede pasaport almak isteyenler sadece 7 YTL ödüyor.

Swaziland'dan sonra gelen Lüksemburg, Botswana, Kenya, Gana, Çek Cumhuriyeti, Filipinler ve El Salvador'da ise ücretler 7.5 ile 14 YTL arasında değişiyor


arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
8 Nisan 2006       Mesaj #26
arwen - avatarı
Ziyaretçi
SUMELA MANASTIRI
Trabzon Maçkanın 17 km.güneyinde Karanlık Dağın dik yamaçlarındadır. Ortodoks Kilisesi'nin Anadolu'daki en önemli kutsal merkezlerinden biri sayıla gelmiştir. Efsaneye göre manastır 385'te Atina'dan gelen iki keşiş tarafından kurulmuştur. 1923'te Rumların Anadolu'dan ayrılması üzerine Sumela'da terk edilmiştir. 1927'de koruma altına alınan manastır, doğal şartlar ve insan elinin tahribatına maruz kalmıştır. 1930'daki yangında çatı ve ahşap döşemeleri yanmış yalnızca taş duvarları kalmış olmakla beraber bu dört katlı yapı vadi yönünden bakıldığında Sumela Manastırı'na görkemli bir görünüm kazandırır. Şu anda restorasyon çalışmaları devam etmektedir.


SUMELA MANASTIRI
Trabzon Maçkanın 17 km.güneyinde Karanlık Dağın dik yamaçlarındadır. Ortodoks Kilisesi'nin Anadolu'daki en önemli kutsal merkezlerinden biri sayıla gelmiştir. Efsaneye göre manastır 385'te Atina'dan gelen iki keşiş tarafından kurulmuştur. 1923'te Rumların Anadolu'dan ayrılması üzerine Sumela'da terk edilmiştir. 1927'de koruma altına alınan manastır, doğal şartlar ve insan elinin tahribatına maruz kalmıştır. 1930'daki yangında çatı ve ahşap döşemeleri yanmış yalnızca taş duvarları kalmış olmakla beraber bu dört katlı yapı vadi yönünden bakıldığında Sumela Manastırı'na görkemli bir görünüm kazandırır. Şu anda restorasyon çalışmaları devam etmektedir.



GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
9 Nisan 2006       Mesaj #27
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Türkiye gürcüleri

Ünye’de yaşayan Gürcülerin büyük çoğunluğu 1293 (1877-78) Osmanlı-Rus savaşından sonra Batum, Acare ve Macaheli ve Kobuleti’den (Çürüksu) Ünye’ye yerleşmişlerdir. Ama Ünye’ye Gürcü muhacereti 93 Harbinden sonra eskisi kadar yoğun olmasa da ara ara yine devam etmiştir. Ünye’ye en son 1937 yılında Keda’dan 18 kişilik bir grup gelmiştir. Bunlardan ikisi Ünye’ye diğerleri Kumru ilçesine yerleşmişlerdir. Ünye’ye gelen Gürcüler sivrisinek, bataklıklar vb olumsuz koşullar nedeniyle Ünye’de çok fazla barınamamışlardır. Özellikle sıtma nedeniyle daha yükseklere yerleşmişlerdir. Macahleli Gürcüler, hicret eden Gürcüler içinde en yüksek yerlere yerleşenlerdir. Geldikleri yerdeki gibi bir iklim aramışlardır. Acareli Gürcülerse nispeten daha aşağılara, Batum’dan (Çürüksu-Kobuleti) gelenler ise sahile daha yakın yerlere yerleşmişlerdir. Zaten gelenler genelde 5 hane ile 30 hane arasında toplu olarak yerleşmişlerdir. Ünye’ye geldiklerinde Rumlar , Ermeniler ve Türkler o yörede yaşamaktadırlar. Ayşe OCAKTAN’ın ifadesiyle Ermeniler ilk geldiklerinde onları evlerinde barındırmışlardır. Büyük çoğunluğu ilk geldiklerinde Ünye’de çadırlarda yaşamışlardır. Bölgeye ilk gelen Gürcülerin yaşadıklarını Yenikent Meliktepe Mahallesinde yaşayan şuan 97 yaşında olan Mehmet AKYÜZ’den dinleyelim.

Ruslar Batum’a girince Kibar Ağa 30 hane ile birlikte oradan ayrılmış. Kaheberi’de bir süre kalmışlar. Batum’dan gemi ile Trabzon’a, Ordu’ya ve Ünye’ye gelmişler. (Daha sonra gelenlerde olduğu için sanırım üç limanı da söylüyorlar. Sanırım ilk Trabzon’a oradan yaya olarak Ünye’ye gelmişler.) İlk geldiklerinde Ünye’de çadırlarda kalmışlar. Daha sonra bugünki Ekincik köyünün arka tarafında olan Düztepe denilen yere 15 tane çadır kurmuşlar. Daha sonra Kiliskari denilen yere çadır kurmuşlar. Bölgede de Rumlar, Ermeniler ve Türkler yaşıyormuş. Rumların evleri yuvarlak ağaçlardan imiş. Onların hızarla biçilmiş evleri yokmuş. Rum papaz Pazar günü Meliktepeden 10 kişilik bir öğrenci grubuyla iner Ekincikteki kilisede (Kiliskari-kilise kapısı yanı) ayin yaparmış. Çocuklara da çeşitli renklere boyanmış olan haşlanmış yumurta dağıtırmış. Kibar ağa Cuma namazı için Nurettin köyüne gitmiş. Oradaki köylülerle camide tartışma çıkmış. Sen nasıl çoluk çocuğu yalnız bırakıp adamlarınla buraya namaza gelirsin diye. Bir daha ki Cuma namazına Kibarağa, Kabadirek’e (Dizdar) gitmiş. Orada da aynı tepkiyi görünce Ekincikte şuan ki caminin olduğu yere cami yapmaya karar vermiş
Tabi yine aynı zamanda Müderris Mevlüt Efendi’de orada talebe okutacağı için bir medrese yapılmış. (Müderris Mevlüt Efendi Ekincike daha sonra gelmiştir. Batum’dan tayini İstanbul’a çıkan Mevlüt Efendi ilerlemiş yaşının getirdiği rahatsızlıklar dolayısıyla İstanbul da kalamamış, Niksar’a giderken Şakir Ağa O’nu Ekincikte kalmaya ikna etmiştir. O zaman caminin yanına bir medrese yapılmış ve orada talebe okutmuştur. Batum ve çevresinden gelen Gürcüler ve oradaki yerli halk onu çok seviyorlarmış. (Çalışmamız kültürel içerikli olduğu için onun ile ilgili anlatılan menkıbeleri buraya almadık.)

Müderris Mevlüt Efendi’nin Ekinciğe gelişiyle ilgili farklı bir rivayette şudur: Batum’dan gelen Mevlüt Efendi’nin babası, Ermeniler tarafından Düztepe’de Müslüman katliamı yapılır ve katliamda babası Seyitağa’da Ermeni çetecileri tarafından öldürülür. (Seyitağa Gürcüler için çok değerlidir. Onunla ilgili bir rivayet şudur. Kendisi Batum’dan Medine’ye yaya olarak hacca gitmiştir. Tabi o zaman sanırım Medine’ye gidip gelen birisi toplum içinde çok daha fazla değerlidir.) Bunun üzerine Batum’dan daha fazla Gürcü getirilmesi için çalışan Mevlüt efendi yeni getirilen Gürcülerle, Ermeni çetcilerine karşılık verirler. (Bölgedeki Ermeni sülaleleri ve her iki tarafın birbirine yaptığı katliamları yaşlılardan dinledim. Çalışmamın içereği ile ilgili olmadığı için onları yazmadım.) Mevlüt Efendi’nin sözünü hemen hemen tüm Gürcüler dinlermiş. Mevlüt Efendi’nin üç tane atı varmış. Bu atlarının her birine bir gün binermiş. Ünye’yedeki Medrese’ye sabah Ekincik’ten çıkar talebe okutmaya gidermiş. Akşam olunca da Ekincik’e geri dönermiş. Daha sonra Medrese Ekincik’e yapılmış.

Ekincik köyüne gelen 30 haneden 15 hane Kabakulak’a (Esentepe) yerleşmişler. Ekincik’e gelenlerde kiliskari (kilise kapısı yanı) denilen yere çadırlar kurup yerleşmişler. (Anlatılanlar sadeleştirilmiştir. Mehmet AKYÜZ dedenin göçü anlatırken söylediği bazı cümleleri buraya unutulmasın diye alıyorum; Rusebi rom batomşi şesulan Kibarağam 30 haneyt ak mosula. Kibarağam ekincuh rom mosulada kiliskaris ik, duztepes, hasanustayebis ik çadirebis pasalebi çusiya. Akavroba klat rumistani kopila. Memre yerebi urtmevniya, ukidya rumebidan. Papazi kvela bazar ekincuh gamovdoda megrem. Ertis kozbukum kilise kopila. Çamulluh didvani çamebis hiyebi kopila. Papazi ikadan, çamebis şyaneydan geyarda ise movdoda ekincuh megrem. Maşinn akavrobas çamulluğis saheli çamluh iko megrem, ahla çamulluh ebnevyan. Sami hane kopila turki. İsenis hayaloğli, karacoğli, çongoğli. Shva klat rumi kopila akavroba ... (Rumlar Kabulak ve yukarısında, aşağılarda Ermeniler yaşarmış. Ama Ermenilere’de Rum diyor.)


Bölgeye gelen Gürcüler hemen kendilerine verilen yerlere evler yapmaya başlamışlar. Verilen yerler genelde ormanlık arazilerdir. “Rus hizari” dedikleri bir testereyle ağaçları kesip evler ve ekim yapabilecekleri (mamuli) bahçeler oluşturmaya başlamışlardır. Evlerini kestane ağacından yapmışlardır. Çatılarda kiremit yerine “kavari-pedevra” (ყავარი-ფედევრა) dedikleri budaksız gürgen ağacından yapılan kiremit büyüklüğünde tahtalar kullanmışlardır. (Kabakulak’ta hala bu tip çatısı bulunan ev ve ambarlar vardır.

Evler genellikle iki oda ve bir mutfaktan oluşacak şekilde yapmışlardır. Daha çok alt kat mutfak olarak kullanılmıştır. Evlerin yanında mısır ve elde edilen mahsulatın kış boyunca korunduğu ambar (nalya-ნალია) yapmışlardır. Bugün hala bu ambarlar yapılmaktadır. Son yıllarda da beton karışımı kullanılmaktadır. Dört yada altı tane direk üstüne oturtulan ambar kendi içinde odalara ayrılır. Kışın havalana bilmesi için de bir tarafı genellikle delikli yapılır. Direklerden fare çıkmasın diye direklerin başına yuvarlak teker biçiminde tahtalar konur. Yine mısır saplarının (çala-ჩალა) kona bilmesi için samanlıklar yapmışlardır. Acareli (აჭარელი) Gürcüler evlerini ahşap ve taş karışımı yapmışlardır.
Evlerinin önünde mutlaka “havli-mamuli” (ჰავლი-მამული) denilen mısır, fasulye, patates, lahana, pazı, patlıcan, kabak, biber, yeşil soğan, vb. ürünlerin dikimi ve ekimini yaptıkları bahçeleri vardır. Meyve yetiştirmek Gürcülerde çok önemlidir. Ben bile çocukluğumdan hatırlıyorum dedem bir çok meyve ağacı aşılamıştır. Şuan bile bahçelerimizde bir çok meyve çeşidi vardır. Gürcüler kışın da ambarlarda çok çeşit meyveleri ve kuruyemişleri çeşitli saklama şekilleriyle saklarlar. Uzun kış gecelerinde bir araya gelerek çeşitli oyunlar oynar, yer içerler.

Değirmenlerde veya evlerde kveri (çörek) yapılır. Kveri (კვერი) mısır unundan ve buğday unundan yapılabilir. Yapılışı ise şöyledir. Ocağın içinden köz (odunun yanması ile kalan köz) bir tarafa çekilir. Altına şkeri (bir çeşit yaprak - შკერი) konur. Üzerine kveri için yoğrulan hamur yerleştirilir ve el ile düzeltilir. Daha sonra yine üstüne yaprak örtülür ve üzeri közlerle kapatılır. Bileki taşında ( ketsi - კეცი) ekmek pişirilmesini haçapurinin tarifinde yazdım.

Göçten hemen sonra ormanları açarak kendilerine bahçe yapmışlardır. İlk geldiklerinde mısır yetiştirmişlerdir. Fındığın tanınmasından sonra hızlı bir şekilde fındık dikimine başlamışlardır. Ünye’de fındığın yayılmasında Gürcülerin payı büyüktür. Mısır ektikleri yerlere artık fındık dikmeye başladılar. Ama mısır ekimi için her zaman havlileri (mamuli-მამაული) vardır. Son zamanlarda yaşlıların köylerde kalmasıyla mısırlıklar da azalmakta ve fındık bahçesine dönüştürülmektedir.

Yine eskiden domuz avına çıkılırmış. Bu iş için sayvanlar (satsavi - საცავი) yapılırmış. Bu konuda detaylı bilgiyi de dedemden dinlemiştim. Sayvanlarda domuz bekleyen Gürcüler sabahlara kadar bağrışır, silah atar ve teneke çalarlarmış. Domuz bekleme işi çok mühimmiş çünkü domuz (ğori-ღორი) mısır tarlasına girdimi mısır ve diğer ürünleri yemekle kalmıyor tarlanın içinde birde yuvarlanıyormuş. Aynı zamanda onun gezdiği yerlerdeki ürünleri de hayvanlar yemiyormuş. Tabi ana yiyecek maddeleri olan mısırın heba olmaması için sayvan beklemek ayarıca öneme haiz bir işmiş.

Tarım aletlerini Gürcüler kendileri yaparlardı. Dedemin amcası da iyi bir demirci ustasıydı. Bölgedeki bir çok kişinin hatta tamamının demir ile ilgili aletlerini yapardı. Yine eskiden keten yetiştirilirmiş. İpek böceği beslenirmiş. Tahta kürek, turşu varilleri, ekmek yoğurma tekneleri gibi bir çok şey yapılırmış. Bazıları Ekincik köyünde hala yapılmaktadır.

Sofralarının ana yemeğini lahana ile yapılan yemekler oluşturur. Mısır ekmeği sofranın vazgeçilmezidir. Bunlardan bazıları ise şunlardır ; lobyo phali, kakalyani phali (şralphalay), tzetzkilyani phali, koraveli phali, phalis tolma, porçvi, tzurvilyani prasa, carhala, şekazmuli, carhala, prasa, kesmapiya, dzipyay, malahto, motrevlay, haçapuri (katmeri), mısırdan yapılan yemekler, hayvan ürünlerinden yapılan yiyecekler … Ekmekler “ketsi” denen taştan oyulmuş bir kabın içinde pişirilirmiş. Hatta düğünlerde düğün sahibi tüm köylüye un verir gelirken ketsi (ekmek) yapıp getirmelerini söylermiş.


Kış yaklaştığında kış işin odun hazırlığı yapılır. Odunu hazır olan köylü komşularını çağırır ve imece (nadi-ნადი) yaparak bir iki günde kışlık odununu çeker. Bu günde hala Ekincikte imece usulü ile köylüler birbirlerine yardımlaşmaktadırlar. Yine sonbahar da mısır soyma imecesi (halen devam etmektedir), fındık bahçeden harmana gelince fındık ayıklama imecesi yapılırmış.(Fındık patozları çıktıktan sonra fındık imecesi yapılmamaktadır.) Bu imecelerde patates haşlanır pekmez ile yenilir. Çok çeşitli hikayeler, türküler ve maniler anlatılır. İleri ki sayfalarda tespit edebildiğim hikaye, şarkı, bilmece vs göreceğiz. Gürcüler çok neşeli insanlar oldukları için iş yaparken de naralar atarlar. Beş altı Gürcü bir araya gelip konuşmaya başlasa yabancı biri onları uzaktan kavga ediyor zanneder.

Gürcüler, kışın çok kar yağdığı için yapılacak işlerin sınırla olması ve önceleri şehre ulaşmanın güç olması nedeniyle yazdan kış hazırlıklarına başlarlardı.

Bazı aileler baharın girmesiyle yaylalara çıkarlar. Bu eskisi kadar olmasa da hala devam etmektedir. Bu ailelerde kışa doğru köylere geri dönerler.

Yazın, kış için yeşil fasulye fırınlanır. Yine biber, patlıcan, vb sebzeler kurutulur. Kış için kiraz, tahnal, fasulye, patlıcan, lahana, pazı, pırasa, dolma biber, melevcan turşuları yapılır. Yine kış için elma armut kurusu yapılır. Yaz ayında toplanan elma, armut, ayva vb meyveler kış için toprağa gömülür veya ambara depolanır ve kışın arzu edilen zamanda çıkarılarak yenilir. Yine elma, armut, erik fırınlanır ve hoşaflık olarak kışa hazırlanır. Zaten her evin bir ambarı (nalya) olur. Ambarlarda ceviz, fındık, elma, armut, ayva, mısır, fasulye, biber çeşitlerinin kuruları, patates ve kabak gibi kışlık yiyecekler depolanır. Yine meyvelerden elmanın, armudun, eriğin pekmezleri yapılır. Köylerde çökelek, kuruti (ყურუთი), denen peynirler yapılır. Hayvanlar için mısırların dalları “cuğuli” (ჯუღული) denen üçgen şekiller halinde dizilir. Kış için hayvanları yulaf ve ot kurutulur ve cuğul yapılır veya samanlığa depo edilir. Bunlar köylerde hala yapılmaktadır. Mısırdan kış için yapılan hazırlıklardan önceki sayfada bilgi vermiştik.

Kışın genellikle Gürcü kadınlar el işi dantel, oya vb şeyleri yaparlar. Evlerde toplanırlar yazdan hazırladıkları şeyleri yiyerek güzel gün ve geceler geçirirlerdi. Erkekler ise karatavuk, kuş, tavşan vb. canlıların avına çıkarlardı.

Yukarıda saydığımız şeyler modern hayatın köylere de girmesiyle yavaş yavaş yok olmaya başladı. Zaten şimdiki insanların eskilere oranla daha kısa yaşaması sanırım beslendiğimiz ürünlerin hep suni ürenler olmasındandır.

Gürcüler inatçıdırlar. Bir şeyi yapmaya karar verdilerse o konuda inadını kimse kolay kolay kıramaz. Buna örnek verecek olursak; bir Gürcü kızı, ailesinin istemediği birine kaçarsa, ailesi onunla konuşmaz. Özellikle anne ve babası ölene dek konuşmaz. Bunun örnekleri hala günümüzde de vardır. Ama 1990’dan önce daha çok olurdu bu tür şeyler. Şimdilerde ise yavaş yavaş azalmaktadır. Bazı tipik Gürcüler vardır ki onlar köyde herkes bilir. Onlar bir şey anlatsalar konuyu abartarak anlatırlar. Dindar olmayan Gürcülerde bu genelde vardır. Gürcülerde tarikat vb. tasavvufi yapılar yoktur. Bunu yaşlılara (Gürcüstan’da herhangi bir tarikat vb. bir şeye mesubiyetlerini olup olmadığın) ısrarla sormama rağmen tatmin edici bir cevap alamadım. Dedem’de bir imam olmasına rağmen dedesinin ve babasının tarikatı hakkında bir bilgi vermedi. Ama kendesi tarikat ehli bir insandı. Tarikat, cemaat vb. dini ekolleri Türkiye’de tanıdıklarını tahmin ediyorum. Ama dini konularda çok hassas olup çoğunlukla dindardırlar. Kadınlar dini yaşama konusunda erkeklerden daha hassastırlar.

Gürcüler hocalarına yani din adamlarına çok bağlılıklarıyla bilinir. Hocalarında bir kusur görmek istemezler. Hatta bir hoca sigara içiyorsa onu köyde durdurmazlar. Ekincik köyünde bu kural hala geçerlidir. Genelde hocalarının Gürcü olmasını isterler. Müderrislere ve Mollalara hep saygı göstermişlerdir. Bugün bile eski müderrislerin ismini ansanız hepsi saygıyla onlardan bahsederler. Günümüzde de din adamlarına saygıları devam etmektedir.

Giysi olarak kadınlar libada (yelek) ve zelze (bel) kuşağı takarlarmış. Atkı, ve peştamal günlük yaşamda devamlı kullanılmaktaymış. Erkekler ise fes, piraşavani kaba (yanları işlemeli pantolon) ve aciska yani çizme giyerlermiş. Köy işleriyle meşgul olanlar ise yünden yapılan pantolon ve ceket giyerlermiş. Koyun yününden yapılan bu ceket ve pantolonlar yağmur geçirmezmiş.
Gürcülerde erkek çocuğunun ayrı bir değeri vardır. Erkek çocuğu doğduğunda, çocuğun doğumu silahlarla kutlanır ve pilam yapılır. Kız çocuğu doğarsa evde lapa (papa - ფაფა) yapılır. Bu gelenek hala devam etmektedir. Erkek doğuran kadın çok değerlidir. Eğer kadın doğum yapmıyorsa (kısırsa) erkekler genelde ikinci kez evlenirler. Bayramlarda köy meydanında çeşitli oyunlar oynanır ve güreş yapılırmış. Aşağıda da Gürcülerdeki bazı gelenek ve göreneklerden bahsettik. Fakat aşağıda okuyacağınız anane ve geleneklerinde bir çoğu şuan uygulanmamaktadır. Uygulananlarda yakın bir zamanda sanırım tarihe karışacaktır. En azından kitaplarda olsun bu adetleri yaşatalım diye bazılarını yazmayı uygun gördüm.

Önceleri gürcülerde kız çocukları sadece Gürcü aileler arasında birbirlerine verilirdi. Gürcü toplumunun dışına kız verilmesi çok nadirattandı. Bunu Gürcü toplumunmda söylenen şu sözden anlayabiliriz. Emine LOKMACI teyzemizin ifadesiyle “Gürcülerden kız almak, cennetten gül koparrmak (gül almak) gibidir”. Modern hayatın köylere girmesiyle bu anlayış değişmiştir. Ama eskisi kadar yaygın olmasa da kızlar genelde yine Gürcü ailelere verilmeye çalışılır. (Kafkasya’daki Gürcüler de sülale içi evlilik kesinlikle yapılmaz. Ama Türkiye deki Gürcülerde bu vardır. Bunun sosyolojik tahlili ayrı bir inceleme konusudur.) Ünlü Osmanlı şairi Nabi’nin şu beytini de okursak Gürcü kızlarının neden kıymetli olduğunu daha iyi anlarız:

Olmak istersen eğer kim rahat
Gürcü’den gayrıya etme rağbet
Nabi (ö. 1712)

Nabi bu beyitten önceki beyitlerde diğer ulusların kızlarıyla evlenenlerin başlarına geleceklerden bahseder. En sonunda da yukarıdaki beyti yazar. Nabi’nin Urfa’lı olduğunu ayrıca hatırlatırız. (Nabi bu gazelini oğluna evlilik öncesi tavsiyeler olarak yazmıştır.)

Gürcü kızları genellikle yeşil gözlü, beyaz tenli olmaları ile güzeldirler. Ayrıca çalışkan, yumuşak huylu olmaları ve Gürcü sofrasının farklı olması gibi faktörler Gürcü kızlarıyla evlenmek için belli başlı sebeplerdir. Ayrıca Türk’ler için Gürcülerden gelin almak bir ayrıcalıktır. Gürcülerden kız almak Ünye’de hala geçerliliğini koruyan bir gelenektir. Türk’ler için Gürcü bir geline sahip olmak her zaman bir ayrıcalıktır.

Biz gelelim şimdi Gürcülerde kız isteme geleneğine. Genelde gençlerin evlenmesi için büyüklerin beğendiği bir kızda karar kılınır. Eğer genç bir kız beğenmişse bunu aile büyüklerinin kabul etmeleri gerekir. Eğer gencin ailesi o kızı kabul etmiyorsa gencin elinde tek seçenek vardır kızı kaçırmak. Kız çocuklarında ise durum daha farklıdır. Eğer aile kız çocuğunun istediği kişiye vermek istemiyorsa kızın tek şansı sevdiğine kaçmaktır. Bunu göze alan gencin istemediği sonuçlara da katlanması gerekir.
Kız konusunda karar verildikten sonra ailenin erkekleri kızı istemeye giderler. Giderken bazı hediyeler götürülür. Kadınlar istemeye gitmezler. Genelde köyün önde gelen sevilir kişileri bu iş için görevlendirilirler. Damat isteme anında orada olmaz. Eğer kız tarafı tamam derse bir sonraki aşamalara geçilir. (Oğlan ile kız birbirini eğer aynı köyün çocukları değillerse düğün gününe kadar göremezlermiş.)

İsteyen aileler nişan yapabilirler. Nişanlarda kız tarafında yemek verilir. Eğer aile isterse oyunlu ve eğlenceli bir nişan yapılır. Tatlı vermek her nişan ve düğün için geçerliliğini koruyan bir adettir. Köy kadınları düğün evinde tatlı açmak için yardıma gelirler. Eskiden düğünlerde “Gürcü Horonu” oynanırmış. Horon oynanırken “şuhti bico sakverdi mogihteba” (Zıpla oğlan sevgili sana yakışır - შუხთი ბიჭო საყვერდი მოგიხთება) diye tempo tutulurmuş.

Kına gecesinde, kız tarafı damada damatlık elbise götürür. O gecede erkek tarafında çok çeşitli şaka oyunları oynanır. Yaşanmış bir kına gecesinden bir anıyı burada anlatalım ;

Kına gecesi damadın elbiselerini getiren kız tarafından gelen heyet kış olması hasebiyle yatarlar. Saat 10 civarı onların yattıkları eve ileri gelen yaşlılar ellerinde sopalarla girerler ve siz buraya yatmaya mı geldiniz oynamaya mı diyerek odadaki herkesi dayak atarak dışarı çıkarırlar ve bu arada dayaktan kaçabilen kurtulmuştur. Daha sonra uygun bir ortamda mahkeme kurulur ve heyet yatanları tek tek yargılar. Ve idam verilenler bir iple ayaklarından tavana asılır ve yere bırakılır.

Daha sonra bir ihtiyar gelir ve öküzüm kayboldu bulamıyorum der. Birisi bir adam getirir ve senin öküzü kesmişler der. Adam ortaya yatırılır. İhtiyar ne yapalım o zaman der ve et satışı başlar. Satış için biri geçer ve oradakilere sorar sen kaç kilo et istiyorsun. O adam cevap vereceği sırada dudakları tutulur ve konuşması saçma sapan olur. Bunun ne dediği anlaşılmıyor derler ve basın buna sopayı…

Bunlar gibi çeşitli şakaya dayalı oyunlar oynanır. Ertesi güne yani düğün gününe insanlar büyük bir enerjiyle başlarlar.

Erkek tarafı kızı almaya bir alayla gelir. Kızın yakın bir akrabası kapının önünde durur ve bir hediye ister. Hediye alındıktan sonra içeri erkek tarafının girmesine izin verilir. Kız ve oğlan tarafından “dade” (დადე) denilen gelin ve damadın yakınlarından hanımlar gelinin odasına girerler. Gelinin duvağını (peçe) açmak için gelinin abisi veya yakın akrabalarından bir erkek (bekar olan tercih edilir) gelir. Onun eline bir kama verilerek ortaya da bir boş kazan konulur. Peçeyi açacak olan kişi neyiniz varsa getirin der. Oğlan tarafı hazırladığı tepsiyi gönderir. Gönderilen şeyler beğenilmezse yenisi istenir. Eğer peçeyi açacak olan getirilen şeyleri beğenmezse bıçağı kazanın ortasına saplar ve odadan çıkar. Bu sefer durumu yatıştırmak dadelere düşer. Dadeler ufak bir pazarlıktan sonra peçeyi açarlar. Daha sonra damat kızı alır ve kız evinden ayrılırlar. Kızın abisi gelin evden çıkarken evin kapısına iki ucu birbirine gelecek şekilde bıçak saplar. Bu kız çıktığı eve bir daha dönmesin diyedir. Erkek tarafında gelinin peçesini damat açar ve o çevrede bulanan bir bekar kızın üzerine atar. Gelin erkek evine geldiğinde gelinin kucağına bir erkek çocuğu oturtulur, çocuğu erkek olsun diye.

Yine oğlan tarafına gelindiğinde Gürcü horonu oynanır. Silah atmak zaten hiç eksik olmayan bir adettir. Gelin tarafından gelen misafirlere yemek verilir. Sıra pilavı yemeye gelince herkes kaşığın bırakır ve “sofra tutmak” denilen adet uygulanır. Kız tarafı erkek tarafının önde gelen kişisinden tavuk, meyve vb. şeyler ister. Bu istekte yerine gelince herkes silah atar evin tavanı delik deşik edilir. Yine çeşitli şaka oyunları oynanır. (Buraya kadar anlatılanlar 30 yıl ve öncesine ait adetlerdir. Artık bu adetler hemen hemen hiç uygulanmamaktadır)

40 yıl önce kız tarafından 50-80 kişilik bir grup damat tarafına gelirdi. O gece damat tarafında çeşitli şaka oyunlarıyla sabahlarlardı. Sabahleyin damat dadenin atını yedi adım evden uzaklaştırır ve eve kaçardı. Bu artık gidin anlamına gelmektedir. Bunun üzerine kız tarafı evine döner.

Günümüzde ise gelin, damat evine geldi mi eline ekmek ve Kur’an verilir. Gelin bu ikisiyle damat evine girer. Yine daha eski düğünlerde kızın eline bir tas su verilir suyu döke döke gider. Su gibi işleri ileri aksın diye. Attan inerken ayağı koyun postuna bastırılır, koyun gibi yumuşak huylu olsun diye. Artık düğünler günümüz klasik düğünleri gibi yapılmaktadır.

Eski düğünlerde mutlaka bir çorba bulunur. Yine gürcü kavurması, pilav, ayran, gürcüce (cevizli tavuk), komposto bulunur. Tatlı ayrı bir çeşit olarak verilir. Eski düğünlerde tatlı olarak mutlaka “hasuta” denilen muhallebi yapılırmış. Kesmaçorba (kesmapiya-ქესმაფია) (Süt ve kesilmiş makarnadan yapılır) mutlaka yapılırmış.

Düğün bittikten bir hafta sonra erkek tarafı gelinin annesini davet eder. Bu davete “anakavmu” (ანაყავმუ)denir. Kızın annesi, kızına çeşitli hediyeler götürür.

1 hafta sonrada (yani düğünden 15 gün sonra) damat kız tarafına davet edilir. Bu davete “nepes dapadicva” (nepes dapaycva-ნეფეს დაპაიჭვა) denir. Bu davette damat yumurta yemeye davet edilir. Bu davette de kız tarafı damada çeşitli şakalar yapar.

40 yıl önce ise şu adette uygulanmaktaydı. Düğünden 40 gün sonra kız tarafından erkeklerden oluşan bir heyet oğlan tarafına gelir. Gelirken damada “dzilğvidzili” (ძილღვიძილი), haşlanmış tavuk getirirler. Bu hediyelere “sasadilo” (სასადილო) denirdi. O gece orada kalan heyet kızı (gelini) iki haftalığına annesinin evine götürür. 15 gün sonrada damat, kız evine davet edilir. Damat kızı alır ve evine getirir.

Ekincik köyünde askere göndermeler hala eğlenceli yapılmaktadır. Bu eğlencelerde çeşitli oyunlar oynanır. Bunlarda birini buraya alırsak oyunun adı Gatzetzka (გაწეწკა) veya yeni gençlerin ifadesiyle pisi pisi.

Oyunu oynayanlar yuvarlak oluşturacak şekilde (bacak ve ayakların konumu ters v şeklinde) oturur ve sıkıca kenetlenirler. Ortaya bir ebe geçer. Eller bacakların altında olur ve bir havlu (ucu bağlanarak topuz haline getirilmiş) elden ele bacakların altında gezdirilir. Ebe olan bacakların arasından o havluyu almaya (bulmaya) çalışır. Tabi bu arada herkes sallanmakta ve pisi pisi demekte ve çeşitli şekillerde bağırmaktadırlar. Havluyu, uygun konumu bulan, ****** sırtına hızlıca vurur ve tekrar alta verir ve havlu gezdirilir. Havluyu ebe kimin altında yakalarsa o kişi ebe olur ve ortaya geçer. Bunun gibi çeşitli oyunlar vardır. Bunları ayrı bir başlık altında yazacağız.

Gürcülerde bir aileden ölü çıktı mı o evde üç gün yas tutulur. Cenaze evine komşular üç gün boyunca yemek getirirler. Cenazeye gelenleri köylüler evlerinde ağırlarlar. Cenazelerde kadınlar genelde ağıt yakarlar. Yaşlılar Gürcüce ağıt yakarak ağlarlar. Hala cenazeler de Gürcüce ağıt yakılmaktadır. Cenaze evden çıktıktan ve defin işlemi bittikten sonra ölünün eşyaları dağıtılır. Yakın çevresine isterlerse hatıra olarak bazı eşyaları verilir. Cenaze evi, ölünün 7. 52. günlerinde mevlid okutur. Bu mevlidlerde de gelen misafirlerle yemek ve tatlı ikram edilir. Ölünün öldüğü odaya 1 bardak su konulur. Bu su (şerbeti) 40 gün boyunca odadan alınmaz.

Eve bir kelebek girerse veya üzerinize bir kelebek konsa o evden çıkan ölünün sizden fatiha istediği ve ruhunun eve geldiğine inanılır. Eve kelebeğin gelmesi eve melek geldiğinin işareti olarak da algılanır. Sabah namazıdan sonra evin kapısı açılır eve melek girsin diye. Yaşı gelen çocuk yürüyemiyorsa çocuğun iki ayağı iple birbirine bağlanır.

Cuma günü camiden ilk çıkana kestirilir. Yeni doğan çocuğun göbek bağı cami tarafın atılır ki çocuk alim olsun diye. Yine ileriki sayfalarda göreceğiniz Gürcüce dualar bazı hastalıklar için okunur. Cuma günü lahana dikilirse acı olacağına inanılır.
Gelincik (Tamardodopalay) denilen sevimli hayvana Gürcüler tavuklarını boğmasın diye çeşitli şeyler adarlar. Kraliçe Tamara gibi güzel olduğunu, Kraliçeyi ona vereceklerini, tavuklarına dokunmamalarını isterler. Eğer gelincik kümese dadandıysa sabah erkenden kümese gelir ve Tamardodapalaya (Gelinciğe) köylülerin ifadesiyle söylersek “şuperyona” yani ona güzel şeyler vaad ederler. Kraliçe Tamara zamanında da Kraliçeyi adamışlar ve gelincik güzel ve sevimli olduğu için ondan sonra gelinciğin adı Tamardodopalay olarak kalmış. (Osman ILIK amcanın civcivlerini gelincik boğmuştu ve o zaman yukarıdaki Tamardodopalay ile ilgili şeyleri Adem KABARAK ile bana anlattılar. Haziran 2004)
Yeni yıl (ahali tzelitzadi-ახალი წელიწადი) Zemherinin 13. günü başlar. Yeni yıla girildiğinde şafak sökmeden bazı gençler kapı kapı gezer fındık, ceviz ve bazı hediyeler alırlar. Ay tutulması olduğunda Müslüman ülkelerin, güneş tutulması olduğunda Müslüman olmayan ülkelerin başlarına felaketler geleceğine inanırlar. Yine ay tutulduğunda silah atılır. Yeni ay durduğunda turşu konulmaz. 9 ncu ayın 9 unda turşu konulursa turşunun eridiğine inanılır. Eylül’ün 9 unda turşu konulmaz. Domuzların çoğalması o bölgede savaşın başlayacağının alameti olarlak algınır.
Nisanın (Aprili-აპრილი) ilk Pazartesi günü (Orşapati-ორღაფათი) Gargnobay (გარგნობაი) başlar. 1 nci, 2 nci ve 3 ncü gün eve hiçbir şey getirilmez. Bu güne Acareli Gürcüler Bettam (ბეტტამი) adını verir. Eve 1 nci gün odun vb bir şey getirilirse o yıl eve yılan gelirmiş. 2 nci gün yeşillik getirilirse eve sülük vb canlılar gelirmiş. 3 ncü gün un elenirse o yıl çok sinek olurmuş. (Rumi takvime göre bu günler sayılır
Son düzenleyen GusinapsE; 10 Nisan 2006 20:38
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
10 Nisan 2006       Mesaj #28
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Ahıska Türkleri
1829Edirne Antlaşması ile Ruslara bırakılan, günümüzde Gürcistan sınırları içersinde kalan Ahıska bölgesinden 1944 senesinde Stalin tarafından soykırım amacı ile sürgüne gönderilmiş olan, Türkçe'nin Ahıska ağzını konuşan Türk topluluğu.


Tahmini Nüfus
  • Rusya Federasyonu - 70.000
  • Kazakistan - 145.000
  • Azerbaycan - 106.000
  • Kırgızistan - 57.000
  • Özbekistan - 20.000
  • Ukrayna - 18.000
  • Türkiye - 200.000
  • Diğer - 3.000
1. Ahıska bölgesinin eski halkı
Ahiska ve çevresine tarihte Mesketya da denilmektedir. Mesk kavmi, Nuh peygamberin oglu Yafes'in oglu ve Oguz'un pederi Mesek'ten gelen Masagetlere dayanir. Meskler, Kartvel (Gürcistan) güneyindeki Gogarli ve Turanî yerli Hristiyan halktir. Eski çaglarda Kıpçak Türkleriyle birlikte bu bölgede yasadigi anlasilan Meshi kavmi, Kipçaklarin içinde erimis olmalidir. Bu kavmin ne irkî, ne de cografî bakimdan Gürcülerle ilgisi olmamalidir. Mesketya/Ahiska bölgesinin Türklük tarihi hayli eskidir. Makedonyali Iskender'in, Kafkasya'ya geldigi zaman Türklerle karsilastigini ciddî kaynaklar zikretmektedir.3 Bu kaynaklarda geçen Kipçak ve Bun-Türkler, Ahiska Türklerinin atalaridir. Fransiz bilgini Brosset, Bun-Türklerin Turanli oldugunu bildirmektedir.4 Gürcü dil bilgini Marr ise, Bun-Türk'ün "otokton, yerli Türk" anlamina geldigini yazmaktadir.5 Bu bilgiler, Çoruh ve Kür boylarinda, dolayisiyla Kafkasya'da, Türklük tarihinin, ne kadar eskilere gittigi konusunda kesin bir fikir vermektedir. Türklerin Ahiska dedigi sehre, Gürcüler, Sa-mskhe, Akhalsikhe, Sa-Atabago gibi isimler kullanmaktadirlar. Bunlardan Sa-mskhe/Meskhi yurdu, Akhalsikhe/Yeni kale, Sa-Atabago/Atabek yurdu anlamina gelmektedir.6 Bu isimler bile, bölgenin çok eski bir Türk memleketi oldugu konusunda fikir verebilir. Ahiska, Dede Korkut Kitabi'nda Ak-Sika/Ak-Kale; 481 yilinda Akesga adiyla anilan Eski Oguzlar beldesidir. 2700 yillik bir Türk yurdudur.7 Ahiska ve çevresi, 1068'de de Sultan Alparslan tarafindan Selçuklu ülkesine katilmistir.8 Ahiska ve çevresinin Çarlık Rusya'si elinde geçen doksan yillik hayati, zulümlerle doludur. Halkin bir kismi Türkiye'ye göç etmis, Agrı, Muş, Çorum, Hatay, ve Bursa yörelerinde yerleşmiştir. Onlarin yerlerine ise Rus, Gürcü, Ermeni ve Yahudiler iskan edilmistir. Orada kalanlar, Rus mezalimi altinda yasamaya devam etmisler, her yönden geri birakilmis hatta askere bile alinmamislardir. 2. Kıpçaklar Kipçaklar, Bati Göktürk topluluklarindan biriydi. Volga nehri üzerinden batiya dogru yöneldiler. 1068'de Rus knezlerinin müttefik kuvvetlerini yenerek güney Rusya sahasina yerlestiler. Karadeniz kuzeyini ellerinde tuttular. 1080'lerde Balkas gölünden Tuna nehrine kadar Kipçak Eli/Komania deniliyordu. Ruslarla mücadele araliklarla devam ediyordu. 1185'te Basbug Könçek idaresindeki Kipçak/Kuman kuvvetleri, Prens Igor'un emrindeki Rus ordusunu asagi Don boyunda kusatarak tamamiyla imha ettiler. Millî Rus destani olan Igor Destani'nin konusu da iste bu savastan alinmistir. Kipçaklarin bir kismi Kirim'da yerleserek orada sehir ve kasabalar kurdular. Bir kismi da daha güneye, Kafkaslara dogru indiler. Kipçak Eli'nde daha sonralari Altunordu devleti kurulmustur. Don ve Kuban dolaylarindaki Kuman/Kipçak Türklerinin Gürcülerle yakin münasebetleri olmustur. Gürcü Krali II. David, Selçuklulara karsi savasacak ordusu olmadigindan, Kipçak Türklerini ülkesine davet etti (1118-1120). Azak Denizi dogusu ve Kafkaslar kuzeyinden gelen 45.000 Kipçak ailesi, Çoruh-Kür irmaklari boylarina yerlestiler ve güçlü bir ordu kurdular.10 Kipçak basbugunun kardesi Sevinç idaresinde yeni kütleler kuzeyden ülkeye geldiler (1190). Gürcistan'da Kipçak/Kuman unsuru artti. Bu topraklara yerlesen ve Gürcülerle din birligi bulunan Kipçak Türkleri, devletin ordu, siyaset ve maliyesinde çok etkili konuma geldiler. Zamanla güçlenen Kipçak Atabekleri, Ilhanlilar çaginda (1267) Tiflis'e karsi gelerek beyliklerini ilân ettiler. Ilhanli Hükümdari Abaka Hanin da destegini gören Ahiska Kipçak Atabekligi, Gürcü kaynaklarinda Sa-Atabago (Atabek Yurdu) olarak geçmektedir.11 XVI. yüzyilin baslarinda Ahiska Atabekleri Hükûmetinin sinirlari Azgur'dan Kars, Artvin, Tortum, Ispir ve Erzurum'a kadar uzaniyordu. Bugünkü halk kültüründen de anlasiliyor ki, Ahiska Türkleri ile Posof, Ardahan, Artvin, Ardanuç, Savsat, Yusufeli, Tortum, Narman ve Oltu halki ayni köktendir.12 Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevî nüfuzu altinda kalan Ahiska Atabeklerinin topraklari, Lala Mustafa Pasa ve Özdemiroglu Osman Pasanin Kafkasya Seferi sirasinda, Safevîlerden alinarak Osmanli ülkesine katildi (1578). Ahiska sehri, yeni kurulan Çildir Eyaleti'nin baskenti oldu. Ahiska'da, 1595 yilinda sayim yapilarak Osmanli Kanunnamesi yürürlüge kondu. Bu kanunnamenin yer aldigi Ahiska Tahrir Defteri'nde geçen vergi mükellefi köylü isimlerinden bölge halkinin Türklügü açikça anlasilmaktadir: Arslan, Ayvaz, Bayindir, Bekâr, Devletyar, Elaldi, Elalmaz, Emirhan, Gökçe, Kanturali, Korkut, Murat, Nuraziz, Pirali, Sahmurat, Temür, Ülkmez, Yarali, Yusuf... Bu bilgilerden anlasiliyor ki, Ahiska ve çevresi, Kipçak Türklerinin hem milâttan önce, hem de milâttan sonraki asirlarda gelip yerlestikleri, sehirler kurduklari eski bir Türk yurdudur. Bugünkü Posof ilçemizde bulunan Cak Suyu'na adini veren ve bu suyun kenarindaki Cak Kalesinde ocakli olarak yasayan Kipçakli I. Sargis, Tebriz'de Abaka Han'dan Atabek unvanini alarak Artvin, Ardahan ve Ahiska bölgesinin Ilbeyi oldu; Atabekler sülâlesini kurdu.13

3. Atabekler dönemi
Ahiska bölgesinde milâttan önce Türkler yasamaktaydi. XII. yüzyilin baslarinda kuzeyden gelen Kipçaklar da, Yukari Kür ve Çoruh boylarinda yerlestiler. Uzun yillar Gürcistan ordu ve devlet yönetiminde önemli görevler alan Kipçakli Atabek sülâlesi, 1267 yilinda, -bugün Posof'ta bulunan- Caksu'da Kipçak Ortodoks Atabek Hükûmeti'ni kurarak bu bölgenin hakimi oldu.14 Atabek ailesinin siyasî faaliyeti hakkinda Gürcü tarihçiler de bilgi vermektedirler. Bu kaynaklar, Atabek Ailesinin Tiflis Krallarina karsi gelmelerini de anlatirlar. Bunlardan birinde su bilgiler verilmektedir: Gürcistan'a gelen Mogollara karsi savasmak üzere 1266 tarihinde Tiflis'e giden Kipçak Beyi Cakli Sargis, Gürcü Krali David tarafindan tutuklandi. Ilhanli Kagani Abaka Han, David'e haber göndererek Sargis Beyi serbest birakip kendi yanina göndermesini istedi. Sargis Bey, Abaka Hana, artik Gürcü yönetiminde yasayamayacaklarini, bagimsiz olmak istediklerini bildirdi. Abaka Hanin destegini alan Atabek ailesi, Gürcistan'dan ayri bir hükûmet oldu.15 Atabek Hükûmeti, 310 yil yasamis, Anadolu'nun en uzun ömürlü Türk beyligidir. 1551 yili baharinda, Erzurum Beylerbeyisi bulunan Çerkes Iskender Pasa, Atabek topraklarindan Ardanuç, Ardahan ve Savsat bölgelerini zaptetti. Bu yürüyüs sirasinda Osmanli siniri, Posof-Acara arasindaki Arsiyan dagina dayanmis oluyordu. Bu tarihlerde Atabekli II. Keyhüsrev, Iran Safevîlerine (Sah Tahmasb'a) tâbi idi. Elinde de Ahiska, Ahilkelek, Adigön/Kobliyan, Tümük ve Azgur bölgeleri bulunuyordu.

4. Osmanli fethi
III. Murad Çagi'nda, Dagistan, Gürcistan ve Sirvan'in fethine karar verildi. Bu sefere Lala Mustafa Pasa serdar tayin edildi. Seyhülislâm Kadizade Ahmed Semseddin Efendi'nin fetvasi Serdar Lala Mustafa Pasaya verildi. Bu fetvayla, Kur'an-i Kerim'i hafife alma, Seriat kitaplarina hakaret etme, Sah'i mabud yerine koyma, Peygamber'e ve sahabeye hakaret etme vs. gibi cihetlerden dolayi Safevîler üzerine sefer yapilmasina cevaz veriliyordu.16 Serdar ile ordusu, 5 Agustos 1578'de Ardahan kalesi güneyindeki ovada kondu. Serdar, Altunkale'ye bir mektup göndererek, hemen gelip Osmanli Ordusuna bagliligini bildirmelerini istedi. 8 Agustos Cuma günü ordu Ardahan'dan kalkti; Çıldır'a yakin Begrekhatun'da konakladi. O gün, Altunkale hakimesi Atabekli II. Keyhüsrev'in dul karisi Dedis Imedi Hatun'dan itaatname ile elçisi gelip büyük oglu Manuçahr'i rehin verecegini ve vergi ödeyecegini arz eyledi. Ordu Ardahan'dan göçerken Ardahan Sancak Beyi Abdurrahman ile Bayburt Alaybeyi Bekir Beyler kendi askerleriyle Ulgar dagini asip Mahmut Han Ülkesi'nden o gün Poshov (Posof) merkezi Mere ve aksama dogru da Ahiska yolundaki Vale kalesini fethettiler. Ertesi günü de (9 Agustos 1578) Ahiska, Tümük, Hirtiz, Çıldırve Ahilkelek kalelerini aldilar. Ordu, Tiflis istikametinde yürümek üzere Ardahan'dan kalkti. Safevî Tokmak Han, büyük bir kuvvetle birlikte gelip, Çıldır Gölü kuzeybatisinda Osmanli ordusuna karsi pusuya girdi. Iki ordu arasinda cenk basladi. Bu savasta, Safevî ordusu büyük kayiplar vererek geri çekildi. Tarihe ÇıldırMeydan Muharebesi adiyla geçen bu savas, Osmanlı ordusunun zaferiyle sonuçlandi. Zaferin ertesi günü, bes alti bin askeriyle Atabek Manuçahr Bey, Serdar'in otagina törenle gelerek itaatini arz etti. Altunkale'nin anahtarlarini teslim etti. Müslümanligi kabul ederek II.Atabekli Mustafa Pasa adini aldi ve Beylerbeyi oldu. Çevredeki 32 kale de Osmanli ülkesine katildi.18 Böylece Altunkale Atabekligi ile Mahmut Han Ülkesi/Ahiska Beyligi topraklarinin fethi tamamlanarak tahririne baslandi. 1578 güzünde merkezi Ahiska sehri olan ve adini Lala Pasanin zafer yerinden alan Çıldır Eyaleti kuruldu. Kür irmagi baslarinda ve Çoruh boyundaki eski Atabek Yurdu bölgeleri de buraya baglandi. Bütün Türk boylari gibi bu bölgenin Türk ahalisi de gönül istekleriyle Müslüman oldular. Ahiska, Osmanli Devleti zamaninda Çıldır Eyaleti'nin baskenti ve önemli bir kültür ve ticaret merkezi idi. Ne yazik ki 1828 yilinda Ruslarin eline düsen bu sehir, Rus, Gürcü ve Ermeni ittifakli Hristiyan zulmü sebebiyle, Anadolu'ya dogru baslayan göçlerle Türk nüfusunun bir kismini kaybetti. Buna ragmen, eski bir Türklük bölgesi ve tarih mirasina sahip olan Ahiska, Türk kimligini kaybetmedi.

5. Ruslarin Ahiska'yi isgali
1800'lü yillarin baslarinda Avaristan, Bakü, Kuba, Derbend, Karabag Hanliklari Ruslarin eline geçti. Sicak denizlere inmek, Ruslarin tarihî ülküsüdür. Bunun için de hedef Osmanli topraklari idi. Osmanli ülkesine giden yol, Ahiska'dan geçiyordu. Bu bakimdan Ahiska, çok önemli bir stratejik noktada bulunuyordu. Hakikaten Ahiska'nin Ruslarin eline geçmesinden sonra Sâir Gülali'nin söyle âh etmesi çok mânalidir
Ahiska gül idi gitti Bir ehli dil idi gitti Söyleyin Sultan Mahmut'a Istanbul kilidi gitti.
Ahiska'nin düsüsünden sonra Ruslarin hemen hiçbir direnme ile karsilasmadan Osmanli topraklarinda, Istanbul'a dogru, çok kisa zamanda 500 kilometrelik yol kat etmeleri de Ahiska'nin bir "kilit" oldugunu ortaya koyuyor. 1807'de Rus Baskumandani Kont Gudoviç, büyük bir ordu ile Ahiska'ya yürüdü. Ancak Ahilkelek önlerinde agir bir yenilgiye ugrayarak ve birçok ölü vererek darmadaginik bir hâlde geri çekildi. Gudoviç'ten sonra Kafkasya'ya gelen Kont Tormazof, 1810 yili kasim ayinda büyük bir ordu ile Ahiska'yi kusatti. Kahramanca direnen Ahiska, Ruslari kusatmayi kaldirarak geri çekilmeye mecbur etti. Ruslar, 1811 Araliginda Ahilkelek'i ele geçirdilerse de, 1812 Mayisinda imzalanan Bükres Antlasmasi'yla burasi tekrar Türkiye'ye birakildi. 1826'da Yeniçeri Ocagi'nin kaldirilmasiyla talimli asker yoklugu baslamis; Navarin Olayi ile de Osmanli donanmasi tamamen yok edilmisti. Bu durum, Ruslar için iyi bir firsat demekti. Tekrar Ahiska üzerine yürüdüler. Rus ordularinin basinda Yermolov vardi. Kafkasya'da büyük katliamlar yapan Yermolov da, Kafkasya Müslümanlarina bas egdiremedi. Sâir Puskin'in: "Eg basini ey karli Kafkaslar! Boyun eg, gelen Yermolov'dur!" diye daglari boyun egmege çagirdigi Yermolov da, maglûp olarak Kafkasya'yi terk etmek zorunda kaldi. Yermolov'dan sonra, 1827'de Paskieviç, Kafkasya Rus ordulari baskumandanligina tayin edildi. 7 Temmuz 1828 tarihinde isgal edilen Kars, 15'inde Ruslara teslim oldu. 12 Agustosta Ahilkelek düstü. Artik Ruslarin hedefi Ahiska idi. Ahiska, ekseriyeti Müslüman Türk olan 40.000 nüfuslu ve Dogu Türkiye'nin Erzurum ve Trabzon'dan sonra en önemli sehriydi. J. Baddeley, Ahiskalilar hakkinda su ifadeleri kullanmaktadir: "17 Agustosta Rus ordusu Ahiska sehri önlerine geldi. Sehirden bes alti kilometre uzaktaki garnizon, Ruslarla iki gün süren kanli çarpismalar yapti. Burada üstün gelen Rus kuvvetleri, Ahiska'yi kusatmaya basladilar. Ruslarin gelmesini dört gözle bekleyen Yahudi ve Ermeni azinligi saymazsak geriye kalan Müslüman halk, cesur ve savasçi insanlardan olusuyordu. Bunlar, kadinlari da dahil olmak üzere, hayatlarini, evlerini ve mallarini sonuna kadar savunmaya kararliydilar. Bu insanlar, Ruslara gülerek kendilerine olan güvenlerini su sekilde açiga vuruyorlardi: "Siz gök yüzündeki ay'i Ahiska'nin câmisindeki hilâlden çok daha kolaylikla sökebilirsiniz!" "Ruslar, 16 Agustosta sabaha karsi ani bir hücuma geçtiler. Sehir toplarla dövüldü. Çevredeki binalar atese verildi. Her tarafa yangin paçavralari atarak sehrin evlerini yakmaya basladilar. Genç ihtiyar sehir halki büyük bir cesaretle savastilar. Kadinlar canli olarak Ruslarin eline geçmektense yanan binalara dalarak canli canli yanmayi tercih ediyorlardi. Bir câmide toplanan yüzlerce insan diri diri yakildi. Rus askerleri bu kahramanca mücadeleyi sindiremiyor, ele geçirdikleri insani çocuk dahi olsa acimasizca öldürüyorlardi."21 Gudoviç ve Tormazof'un maglûbiyetlerinin hinciyla Ahiska'ya saldiran Paskieviç, bir ay müddetle kendisine karsi kahramanca direnen sehri, evleri, câmileri ve insanlariyla beraber bir gecede atese verdi. Böylece, Gudoviç'e büyük hezimetler tattiran, Tormazof'un bozgununa sahit olan ve asirlarca dokunulmazligini sürdüren sanli Ahiska, 28 Agustos 1828 sabahi Ruslarin eline düsmüs oluyordu... Sehir yagmalandi. Kütüphaneleri Petersburg'daki imparatorluk kütüphanelerine tasindi. Bu kanli savasta Gürcüler de aktif olarak Ruslarin safinda yer almaktaydi. Hatta Dogubayazit Ruslarin eline geçince, Gürcü asilli Rus kumandani Çavçavadze, sehrin kütüphanesini yagmaladi.22 Simdi sira Ardahan ve Azgur'a gelmisti. Azgur ayni gün, Ardahan da alti gün sonra düstü. Eylül ayinda Ahiska/Çildir Eyaleti topraklari Ruslarin eline geçmis oluyordu. Paskieviç, Çar'ina söyle yaziyordu: "Hasmetmeaplarinin sancaklari Firat sulari üzerinde dalgalanmaktadir!..."23 Bu sehir, 1828 felâketinden sonra belini dogrultamamis, harabe hâlinden kurtulamamistir. 1828'de 50.000 olan Ahiska sehrinin nüfusu, 1887'de 13.265'e düsmüstür.24 Ahiska sehrinin günümüzdeki nüfusu 24.650'dir.25 Çildir Eyaletinin merkezi Ahiska sehri, o günden beri, ufak bir kasaba olarak düsman elinde kalmistir.26 Halkin bir kismi Anadolu'ya dogru göç etmis, göç etmeyenler de 1944 sürgününe kadar bu bölgede yasamislardir. 14 Eylül 1829 tarihinde Ruslarla imzalanan Edirne Antlasmasi geregince -savas tazminati yerine- Ahiska ve Ahilkelek Ruslara verilmis; Kars ve Ardahan'dan itibaren diger topraklar Osmanlilara birakilmisti. Böylece Ahiska'nin karanlik devri de baslamis oluyordu. Bu elîm hadise, halk muhayyelesini alt üst etmis, halk sâirlerine nice destan ve agitlar söyletmistir. Bu manzumelerde, Ahiska'nin düsüsünde ihmali veya ihaneti olanlarin izlerine de rastlanmaktadir.


6. Ana vatandan ayri yillar
Çildir Eyaleti'nin baskenti Ahiska'nin 1828 savaslarinda ana vatandan ayri düsmesinden sonra, Osmanli Devleti'nde eyaletler kaldirilip vilâyetler kuruldu. Bu idarî taksimatta, Çildir Eyaleti'nin, Oltu, Ardahan ve Ardanuç kazalari, Oltu merkeziyle sancak hâline getirilerek Erzurum vilâyetine baglandi. Çildir, Posof ve Göle de, Ardahan kazasinin birer nahiyesiydi.27 Ruslarin, 3 Temmuz 1853 tarihinde, Bogdan ve Eflak'i isgal etmeleriyle baslayan Osmanli-Rus Savasi, 30 Mart 1856 tarihinde yapilan Paris Muahedesi'yle sona erdi. Tarihte Kirim Harbi olarak geçen bu savasta Osmanli Devleti, Rumeli, Anadolu ve Batum cephelerinde Ruslarla savasti.28 5 Kasim 1853 tarihinde Posof-Caksu civarinda taarruza geçen Türk kuvvetleri, Ruslari püskürttü. General Andronikof kumandasindaki Rus kuvvetleri, Ahiska Kalesine çekildi. Türk askeri, Vale'de ahali tarafindan sevinçle karsilandi. Ahiska kazalarindan gelen halk da, Osmanli kuvvetlerini memnuniyetle karsilayarak zahire vermeyi taahhüt etti. Posof üzerinden ilerleyen Mirliva Ali Pasa kuvvetleri, Ahiska'ya ulasti ve 12 Kasimda Ahiska Kalesi önünde Rus kuvvetlerini bozguna ugratti. Önceki Caksu basarisindan sonra kazanilan bu Ahiska Zaferi, 25 yildan beri Türk bayragina hasret kalan bölge halkinin Rus esaretinden kurtulus umutlarini artirdi. Ordumuza her türlü yardimi yaptilar. Türk ordusu, her yönden gelecek Rus saldirisina karsi, tedbir aldi. Kobliyan, Abastuman ve Azgur'a kuvvet yerlestirildi. Kazalara müdür tayin edildi. Andronikof ordusu Tiflis'ten aldigi destekle Azgur Bogazi'na saldirdi. 19 Kasimda, Azgur Bogazi'ni tutmaya çalisan kuvvetlerimiz bozuldu. Ahiska'ya dogru ilerleyen Rus kuvvetleri, 26 Kasimda Suhlis köyü yakininda Ardahan tümenini de bozdu. Ahiska Bozgunu diye anilan bu maglûbiyetten sonra askerlerimiz daginik hâlde Ardahan'a çekildi. Sonu hüsranla biten ve kisa süren bu Ahiska sevincinden sonra Ruslar, "Türklerin gelisine sevinip yardimda bulundunuz!" diye katliamlar yaptilar, mallarini yagmaladilar. Ruslar, ayni sebeple, ayni vahseti 1915 yilinda Ardahan'da da gerçeklestireceklerdi.29 1877-78 Osmanli-Rus Savasi'ndan sonra imzalanan Ayastefanos/Yesilköy Antlasmasi'yla, Kars, Ardahan ve Batum, savas tazminati yerine Ruslara birakilinca, Ahiska da, bizden iyice uzaklarda kalmis oldu. Ahiska ve çevresinin Çarlik Rusya'si elinde geçen doksan yillik hayati, zulümlerle doludur. Halkin bir kismi Türkiye'ye göç etmis, Agri, Mus, Çorum, Hatay ve Bursa yörelerinde yerlesmistir. Onlarin yerlerine ise Rus, Gürcü, Ermeni ve Yahudiler iskân edilmistir. Orada kalanlar, Rus mezâlimi altinda yasamaya devam etmisler, her yönden geri birakilmis hatta askere bile alinmamislardir. 7. Brest-Litovsk, Mondros ve ötesi Çarligin yerini alan Bolsevik Rusya ile Osmanli Devleti arasinda 3 Mart 1918 tarihinde Brest-Litovsk Antlasmasi imzalandi. Bu antlasmayla Üç Sancak (Kars, Ardahan ve Batum), ana vatan Türkiye'ye kavustu.30 Gürcistan Devlet Baskani N. Jordaniya, Brest-Litovsk Antlasmasi'ni kabul etmiyor, Ardahan'in geri verilmesini istiyordu. Bu maksatla Türkiye'ye bir hey'et gönderdi fakat sonuç alamadi. Aksine, Ahiska ve çevresi de Türk kuvvetlerinin eline geçti.31 1829'da Edirne Muahedesi'yle Rusya'ya birakilan bu bölgede yasayan Türk ahali, hiçbir surette Rus idaresine isinamamis, Türk ordusunun gelisine umut destanlari söylemislerdi. Ahiska ve Ahilkelek nahiyeleri halki, yaptiklari toplantilarda delegeler seçerek Batum Konferansi'na gönderdiler. Bu delegeler, 13-26 Nisan 1918 tarihinde aldiklari toplu bir kararla, Sovyetlerin ilân ettikleri oto-determinasyon hakkindan istifadeyle, Türkiye'ye katilmak istediklerini bildirdiler. Gürcistan içinde kalmalari durumunda din, dil ve kültürlerini kaybedeceklerini ve Gürcü baskisina maruz kalacaklarini düsünüyorlardi.32 11 Mayis 1918'de toplanan Batum Konferansi'nda, Osmanli tarafi, bölge halkinin istegi dogrultusunda, Ahiska ve çevresinin Türkiye'ye terk edilmesini talep etti. Bu istegi kabul etmek istemeyen Gürcüler, Yakup Sevki Pasa ordusunun Ermenilere karsi harekete geçip 15 Mayista Gümrü'yü almasi üzerine, geri adim atmak zorunda kaldilar. Ahiska ve Ahilkelek nahiyeleri halki, uzun bir muhtira ve imzali kâgitlarla Osmanli Hükûmeti'ne müracaat etmislerdi. Onlarin bu dilegi kabul edildi ve Batum Konferansi'nda Türk Hey'etinin Baskani Adliye Naziri Halil (Mentese) Bey, bu iki nahiyenin Türkiye'ye baglandigini, Kafkas Cumhuriyeti murahhaslarina bildirdi. Gürcü murahhaslari, Ahiska ve çevresinin Türkiye'ye birakilmasini asla kabul etmek istemediler ve bu karari protesto ettiler. Sonuçta bu karar onlara da kabul ettirildi. Böylece Brest-Litovsk'ta tespit edilen sinir asilmis oluyordu.33 Maverayi Kafkas Cumhuriyeti, 26 Mayis 1918 tarihinde Seym'i feshetti. Ayni gün Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan bagimsiz devletlerini ilân ettiler.34 4 Haziranda yapilan Batum Antlasmasi'yla, Gürcistan Hükûmeti, Ahiska ve Ahilkelek'i Türkiye'ye birakmaya razi oldu.35 Antlasmaya göre Gürcüler, 10 Haziran sabahina kadar buralari bosaltmis olacaklardi. 3. Tümenimiz Ahiska'yi kusatti. 3 Haziranda da Ahilkelek zaptedildi.36 Ahiska halki, Gürcülerle mücadeleye kararliydi. Halk teskilâtlandi. Wilson prensiplerinden biri olan "her milletin kendi gelecegini tayin etme hakki" geregince, 29 Ekim 1918 tarihinde (Numanzade) Ömer Faik Bey öncülügünde Ahiska Hükûmet-i Muvakkatasi adli bir hükûmet kuruldu.37 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi, Türk tarihinin en kötü belgelerinden biridir. Bu mütareke hükümleri, Türk kuvvetlerinin Ahiska'dan çikmasini emrediyordu. O günlerde Batum üzerinden Istanbul'a giderken Ahiska'ya gelen Sark Cephesi Kumandani Kâzim Karabekir Pasanin notlarinda su ifadeler yer almaktadir: "5 Tesrîn-i sânide (Kasim 1918), Kars'tan otomobille hareket ettim. 3. Firka Kumandani Halit Beyi köprü basinda intizarda buldum. Ahiska'ya beraber geldik. Ögle yemegini orada yedim. Yeis ve teessür, her tarafta ziyade. Bu mintikalar tahliye olunursa, Gürcü intikamindan halk endisede; tesellî ettim. Ümit kesmeyin, dedim."38 9. Ordu Kumandani Yakup Sevki Pasa, Gürcü Hükûmeti'nin, buradaki halka iyi davranacagi mülâhazasiyla geri çekilme kararinin uygulanmasini istedi. Halit Pasa, gayri resmî kuvvet ve yardim birakarak buradan çekildi. Osman Server Bey ve Dikanli Hafiz Beyin yönetimindeki 500 kisilik milis kuvveti, Ahiska ve Ahilkelek'i Halit Pasadan teslim aldi.39 5 Aralik 1918'de Ahiska ve çevresi, Gürcistan hükûmet kuvvetleri tarafindan isgal edildi. Birçok masum insan tutuklandi, tutuklananlarin ailelerine iskence edildi, hatta halkin namusuna kadar tecavüze yeltendiler. Ingiliz kontrolünde Gürcü yönetimi dönemi basladi. 18 Ocak 1919'da, Batum'dan Nahcivan'a kadar olan yerleri içine alan Kars Millî Sûra Hükûmeti kurulmustu. 27 Mart 1919'da, Ahiska ve Ahilkelek de bu birlige katildi.40 Ordumuz, 1919 Subatinda, Kars, Ardahan ve Batum'u bosaltarak, 1914 sinirina çekildi. Ömer Faik, 9 Mart 1919 tarihli yazisinda bölge halkinin durumunu söyle anlatiyordu: "Muharebe zamani yine iyiydi. Insan ya öldürür ya ölür veya esir olurdu. Simdi halkimiz içinden çikilmaz belâ ve ölümden de beter bir felâketin içindedir. Yiyecek yok, yatacak yok, giyecek yok, çocuk agliyor, ana inliyor, baba düsünüyor. Imdat yok, herkes bir hâlde, herkes aç, herkes baskasinin eline bakiyor, herkesin cigeri yanik, herkesin gözü yasli, herkesin boynu bükük, ümidi sönük..."41


8. Gürcülerle mücadele
1919 yilinda, Ahiska ve çevresinde Gürcü baskisi, halkin sabrini tasirmis, isyan noktasina getirmisti. Birçok masum insan tutuklaniyor, bunlarin ailelerine iskence ediliyor, hatta halkin namusuna musallat oluyorlardi. Bu duruma tahammül edemeyen yerli ahali, Gürcü kuvvetleriyle çarpismaya basladi. 16 Mart 1919'da Gürcüler, Posoflu mahallî önderler idaresindeki milislerle yaptiklari muharebede yenilerek Kobliyan'i bosaltip Ahiska'ya dogru çekildiler. Gürcüler, Posoflulara yardim ettikleri bahanesiyle bütün güçleriyle Ahiska'ya saldirdilar. Posoflular, Kars'tan gelen bin kisilik Millî Sura kuvvetiyle, Ahiska'nin yardimina kostular. Ahiskali Osman Server Bey idaresinde yapilan siper ve süngü savaslari on gün devam etti.42 Neticede Gürcü kuvvetleri yenilerek Ahiska ve Ahilkelek'i tamamen bosaltip Azgur Bogazi ötesine, yani 1828 sinirina çekildiler. Ingilizlerin Kars Millî Sura Hükûmeti'ni dagitmalarini firsat bilen Gürcüler 20 Nisanda Ahiska ve Ahilkelek'i ele geçirdiler. Gürcülerin bu isgal hareketi, Ingilizlerin himayesinde yapilmisti. Ahiska'dan ilerleyen Gürcü kuvvetleri Ardahan'in Kür irmagi kuzeyinde kalan kismiyla Savsat ve Ardanuç'u isgal ettiler.43 Server Bey, Güneybati Kafkas Ahalisinin Haklarini Koruma Merkezi (Ahiska-Ahilkelek Müslümanlari Millî Surasi) kurdu. Bu Merkez, 28 Haziran 1919'da, Gürcülerin bölgeyi bosaltmasini istedi. Ayrica Paris Konferansi öncesinde bir muhtira yayinlayarak kimsenin esaretinde yasamak istemediklerini bildirdi. Bu muhtira, Istanbul'daki galip devletler mümessillerine, gazetecilere, yazarlara, Paris Baris Konferansi üyelerine Kizilay Derngi vasitasiyla gönderildi. 25 Aralik 1919 tarihinde de Gürcistan içinde Ahiska bölgesinin özerkligi ilân edildi. Böylece Bolsevikligin gelisine kadar Ahiska ve Ahilkelek'te nisbî bir huzur görüldü.44 Kars'taki hükûmet, 13 Nisan 1919'da Ingilizler tarafindan baskinla yikildi. Mondros Mütarekesi'ne göre, kirk yillik yaralar sarilamadan, ordumuz 1914 sinirina çekildi. Ingilizlerin himayesinde, Gürcü ve Ermeni isgali basladi. Gürcüler, katliam, talan, yagma, yanginla her yerde zulüm ve vahsete basladilar. Posof'ta yirmi bes köyün, zahire, ev esyasiyla kedisine ve tavuguna varincaya kadar yagmaladilar. Her tarafi yakip yiktilar. Bu arada Ahiska'da yedi, Posof'ta da dört câmiyi atese verdiler. 45 Ömer Faik Bey, nedense o zamanlar, Ahiska ve Ardahan çevresinin Gürcistan dahilinde kalmasini, buralarin muhtar idareyle yönetilmesini teklif ve temennî ediyordu.46 Bu konuda da kendisinin "Kobliyan Beyleri" dedigi ünlü Kipçak Atabeklerinin torunu Osman Server Beyle ihtilâfliydi. Server Bey, Türk ahalinin yasadigi bu eski Türk yurdunun, Türkiye'yle birlesmesi için mücadele ederken, Ömer Faik'in, bu mücadelelere katilmadigi anlasilmaktadir.



9. Sovyet döneminin ilk yillari
25 Subat 1921 tarihinde Tiflis, Bolseviklerin eline geçti. Mensevik Gürcü Hükûmeti Tiflis'i terk ederek Batum'a çekildi. K. Karabekir, aldigi emir üzerine Posof-Caksu'daki süvari bölügünü harekete geçirerek yerli milisleri takviyeyle 9 Martta Ahiska'yi isgal ettirdi. Ayni gün ögle vakti Kizil Süvari Birligi de Ahiska'ya geldi. Yerli Ermeniler, Kizillari sevinçle karsiladilar. Kizilordu kumandani, Türk askerini dostça selâmladi. Kizillar 11 Martta Batum'a dogru yola çikti. Hâlbuki o gün Batum da Türk askeri tarafindan isgal edilmisti. 14 Martta da Ahilkelek Türk askerine kavustu.47 Ahiska ve Ahilkelek'in sevinci uzun sürmedi. Türk ordusu, Moskova Antlasmasi (16 Mart 1921) geregince mart sonunda buralardan geri çekildi. Bu muahedeyi Türkiye adina imzalayip trenle Kars'a gelen murahhaslarimiza, "Gürcistan'la yapilan 1918 Batum Muahedesi'yle Türkiye'ye katilan Ahiska Sancagi neden ihmal edildi?" diye sitem edenlere, Dr. Riza Nur, su karsiligi vermistir: "Ahiska'da böyle yüzlerce Türk köyü oldugunu maalesef bilmiyorduk! Elimizde nesredilmis bir vesika bile yoktu. Keski daha önce bu hususta bilgi sahibi olsaydik!..."48 Böylece tarihimizin son yüzyilinda sik rastlanan "masa basi kayiplari"ndan biriyle Ahiska ve çevresinin tarihi de çok hazin bir dönemece girmis oluyordu


GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
12 Nisan 2006       Mesaj #29
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
KIRGIZLAR

Kırgızların, Türk tarihinde özel bir yeri vardır. Kırgızlar , en az karışmış grup olarak Türklerin hakiki etnik temsilcisi olarak kabul edilirler.
Kırgız tarihini esas itibariyle şu dönemlere ayırmak mümkündür.
  • Göktürkler Döneminde Kırgızlar ,
  • Uygur Hakanlığı Döneminde Kırgızlar ,
  • Moğollar Döneminde Kırgızlar ,
  • Timur Dönemi ve Hanlıklar Döneminde Kırgızlar ,
  • Rus Çarlığı Döneminde Kırgızlar ,
  • S.S.C.B. Döneminde Kırgızlar ,
  • Bağımsız Kırgız Cumhuriyeti
Kırgızlar dünyanın en eski milletlerinden biridir. Kırgızlar’ın bir millet olduğunun ilk kanıtlarına M.Ö. 2000 tarihli Çin kaynaklarında rastlanmaktadır. Kırgızlar Kuzey Sibirya ve Orta Asya’da yerleşmiş çeşitli gruplardan oluşmuşlardır.
Eski Kırgızlar Kuzeybatı Moğolistan’a ait topraklara yerleşmişlerdir. M.Ö. 4. yüzyıldan 3. yüzyıla kadar , Çin sınırlarına devamlı saldıran ve onları Çin Seddi’ni yapmaya zorlayan güçlü , göçebe kabileler arasında sayılmaktadırlar.
M.Ö. 2. yüzyıldan 1. yüzyıla kadar Kırgız kabileleri kendilerini Hun egemenliğinden ayrılarak Enisei ( Ana nehir ) ve Bai Kal ( Zengin göl) bölgelerine hareket etmişlerdir. Orada M.S. 6. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar hüküm süren “ Kırgız Kaganat” olarak bilinen ilk devleti kurmuşlardır.
Bu arada Orta Asya’nın geniş alanlarına yayılan diğer Kırgız Kabileleri , Orta Asya’nın tarihinde aktif rol oynamaya devam etmişlerdir. 16. yüzyılda Kırgız insanlarının etnik kökenlerini tamamlamıştır. Kırgızlar’ın Orta Asya‘daki birçok insan gruplarıyla olan ilişkisi “ 40 kabile” anlamıma gelen “ Kırgız” ile ifade edilir.
Asya’da Moğol üstünlüğü sona erdikten sonra , 1700 senesinde kurulan Hokand Devletinin hakimiyetine girmişlerdir. 1867 yılında Kırgızistan’ın bir kısmı Türkistan Vilayetine bağlanmıştır. 1876 yılında Hokand tamamen Rusya’nın hakimiyetine girmiştir. 20.yy’ın başında Buhara , Rusların hakimiyetine girince Kırgızlar da Çarlık Rusya’sının etkisi altına girmişlerdir.
1862 ‘de Bişkek’in eski adı olan Pişpek’te kurulan Rus Garnizonu 14 yılda tüm Kırgızistan’ı işgal altına almıştır. 1916 yılında zorunlu askerlik uygulaması Kırgızların Ruslara karşı şiddet olaylarının patlamasına yol açmış ve ayaklanmayı bastıran Ruslar çok sayıda Kırgızı katletmiştir. Devrimden ve kanlı bir iç savaştan sonra 1919 – 1920 yıllarında Kırgızistan’da Sovyet gücü kurulmuştur.
SSCB döneminde Kırgızistan önce 1924 anayasasıyla Rus Sovyet Federe Sosyalist Cumhuriyeti içinde Kara Kırgız Özerk Bölgesi olarak yer almış müteakiben 1925’te adı Kırgız Özerk Bölgesi olarak değiştirilmiş ve 1926’da da özerk Cumhuriyet olarak yeniden örgütlenmiştir. Birliğin cumhuriyet statüsüne yükseltilmesi ise 1936’da gerçekleşmiştir.
1920 – 1930 ‘larda Sovyet Merkezi makamları ile ilişkileri zor koşullarda cereyan etmiştir. Ancak Sovyet etkisi zamanla artmış ve 1940 yılında Kiril alfabesinin uygulamaya konulmasıyla daha da güç kazanmıştır.
Kırgızistan, Sovyetler Birliği’nin dağılma süreci içine girmesi üzerine 15 ARALIK 1990’de egemenliğini , 31 AĞUSTOS 1991 ‘de bağımsızlığını ilan etmiştir.


Kültürel yapısı

a. Kırgız kültürü “Göçebe Yaşamı”ndan büyük oranda etkilenmiş ve kültürün oluşmasında büyük rol oynamıştır. Göçebe yaşamın etkilerini yaşamın her kesiminde ( ev , aile , yerleşme, örf ve adetleri ) görmek mümkündür.
b. Kırgız keçe çadırın ( Boz Üy : Gri Ev ) yaşamda büyük önemi vardır. Eski dönemlerden itibaren yazları serin , kışları sıcak olan bozüylerde yaşamlarını geçiren Kırgızlar çadırın iç dekorasyonlarını da basit , sade ve pratik olarak oluşturmuşlardır. Kullanılan ev eşyalarının tamamı bu tür yaşama uygun dizayn edilmiş ve geliştirilmiştir.
c. Aile bütün olarak Bozüylerde göçebe hayatına uygun olarak yaşamış, hayvancılık ve tarım ile geçimlerini sağlamışlardır. Ailenin erkek çocuğu büyüyüp evlilik çağına geldiğinde babası tarafından yeni bir bozüy yapılmış ve yaşam bu şekilde devam etmiştir.
d. Geleneksel Kırgız kültürünün oluşmasına “ Manas Destanı’nın da büyük etkisi olmuştur. Dünya edebiyatının en önemli destanlarından olan Manas , Finlilerin Kalevala’sından 40 kez, Hintlilerin Mahabharata’sından 4 kez daha uzundur.
Destan sözlü gelenek içinde zamanımıza kadar gelmiştir. 16 yüzyılda yazılmış bir eseri saymazsak , ancak 19 yüzyılda kısmen yazıya geçirilmiştir. Her devrin Manasçısının (Comokçu) kendinden ve döneminden unsurlar ilave ederek destanı anlatması destanın birçok versiyonunun ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Bugün Manas Destanı’nın 60 versiyonu tespit edilmişir. Manas destanının 2 milyon mısra civarında 60’dan fazla versiyonu Kırgız Cumhuriyeti Milli İlimler Akademisinin El Yazmaları Bölümünde bantta kayıtlı olarak korunmaktadır.
Destan , Manas’ın soyağacıyla başlar , hükümdarlığını arkadaşlarını , evlenmesini ve Kalmuklarla savaşını anlatır ve ilk kısmı Manas’ın ölümüyle sonuçlanır. Daha sonraki kısımlarda oğlu Semetey Buhara’da dayılarının yanında yetişir ve tekrar hükümdarlığı elde eder. Destan Manas’ın torunu Seytek’in maceralarıyla devam eder. Manas Destanının asıl özelliği tarih , coğrafya, etnografya , felsefe dil , folklor, diplomasi, askerlik , müzik , halk eğitimi, hekimlik, veterinerlik gibi pek çok ilim dalı için önemli bir kaynak özelliği taşımaktadır. Destanda Kırgızların yaşadığı yerler ve adetleri de anlatılır.
e. Rusların bölgede hakimiyeti tesis etmesinden sonra göçebe yaşamdan yerleşik düzene geçildiği görülmektedir. Özellikle Rus nüfusun daha fazla olduğu kuzey bölgede halkın kültür seviyesi ve hayat standartları güneye oranla daha iyi durumdadır. Özellikle büyük şehirlerde oturan Kırgız vatandaşlarının bir bölümü milli dillerini bilmemektedirler. Günümüzde Rus kültürü ve Rus dili etkisini devam ettirmekle birlikte Kırgız dili ve kültürü kendine daha fazla yer edinmektedir.
f. Kırgız Cumhuriyetinde canlı bir kültür ve sanat hayatı bulunmaktadır. Başkent Bişkek’te Sonbahar , Kış ve İlkbahar ayları boyunca düzenli opera , bale ve tiyatro gösterileri ile Klasik Müzik Konserleri düzenlenmektedir. Halkın sanatsal faaliyetlere yoğun katılım gösterdiği gözlenmektedir.

Toplumun değer yargıları ve davranış biçimleri

a. Kırgız toplumu batı kültürüne dönük bir yaşam tarzına sahiptir . Halk manevi değerlerine bağlıdır.
b. Büyük şehirlerde ve ülke kuzeyinde yaşayan kişiler ile güney bölgede ve kırsal alanda yaşayanlar arasında yaşam tarzı , geleneklere bağlılık ve uygulanması konularda bazı farklılıklar vardır. Küçük yerleşim birimlerinde halk geleneklerine daha bağımlı, daha mütevazi ve uysal bir yaşam tarzını benimsemiştir.
c. Kırgız halkı genelde yabancılara karşı olumlu yaklaşımda bulunmakta, ancak halk yabancı kişileri , kendilerine gösterdikleri saygı ölçüsünde benimsemektedirler.
d. Kırgızlarda aile ilişkilerine ve evlilik müessesine önem verilmektedir. Bu konuda aykırı yaşam tarzı ve davranışlar içinde bulunan yerli ve yabancı kişiler toplumun tepkisini çekmektedir.
e. Kırgız halkı sözlü anlaşmaya büyük önem vermektedir. Bu nedenle verilen sözlerin tutulmaması saygısızlık olarak algılamaktadırlar.
f. 2200 yıllık tarihe sahip olan Kırgızlar kendi tarihi şahsiyetlerine özel önem vermektedirler. Bu bağlamda , önemli tarihi şahsiyetlerin doğum ve ölüm yıldönümlerinde özel törenler yapılmaktadır ve devlet kuruluşları ile özel işletmelerin kuruluş yıldönümlerinde de kutlama törenleri düzenlenmektedir. ( Eski Sovyet Cumhuriyetlerinden Lenin Heykeli bulunan ender ülkelerden biridir )
g. Kırgızlar doğum günlerine ve yakın akrabalarının ölüm yıldönümlerine özel önem atfetmektedir. Bu çerçevede düzenlenen özel doğum günü kutlamaları ile anma yemeklerine yapılan davetlere sebebsiz olarak katılmamak alınganlıklara yol açmaktadır.
Örf ve adetler

a. Göçebe hayat ile birleştirilen sosyal ilişkilerin ataerkil ve feodal karakteri aile yaşamının işleyişinde , geleneklerde ve dini törenlerde yansıtılmıştır.
b. Bir yerden bir yere göç eden insanlar , güzel olduğu kadar kullanışlı olan aletlerle evlerini dekore etmişlerdir. Bir yerden bir yere ister at , ister deve sırtında kolayca taşınabilen, kurulan ve toplanabilen “ Boz-Üy ( Boz ev) – ( Rusçası Yurta)” adı verilen çadır yaratıcılığın nitelikli bir örneğidir.
c. Kırgızlar “ Boz-Üy” lerini “Şırdak” denen mozaik desenli kilimlerle süslemeleri, Boz-Üy’ün açılan kısımlarını birarada tutmak için “ terme teer “ denen güzel renkli elbise parçaları kullanmaları geleneklerin başlangıcını teşkil eder.
d. Kırgızların önemli özelliklerinden biride misafirperverlikleridir. Boz-Üy’e beklenmeyen bir misafir şerefine bile olsa , elde kalan son koyun dahi kurban edilir.
e. Aile gelenekleri birçok kuşağın bilgeliğini kendine toplamıştır. Yüksek ahlaki değerler , ister yaşlı insanlara saygıda olsun , ister iyi ve kötü günlerde verilmeye hazır bulunulan destekle olsun açıkça görülmektedir. Bir evlilik töreninde ip çekme oyunu , şarkı yarışmaları ve at yarışları görmek mümkündür.
f. Birçok aile geleneği, din ve törenler ile iç içedir. Örneğin “Djenkek Toı” çocuğun dünyaya gelişini simgeleyen bir kutlama günüdür. “Toshoo Kesuu” ise göbek bağının kesildiği ve eğlenceli oyunların oynandığı ve birçok yemeğin sunulduğu bir törendir. İsim verme töreni ve saç kesme , doğa üstü güçlere olan inançlarla ilgili bulunmaktadır.
g. Kırgızlarda , evlenme törenleri çok önemli ve masraflıdır. Bu harcamalar; gelin için başlık parası, gelinle damadın akrabalarının arasında elbise değişimi , gelin için oldukça pahalı bir çeyiz ve kesilen adaklar olarak sıralanabilir. Günümüzde varlıklı olanlar bu kuralları tam olarak yerine getirmekte , fakir olanlarda ise olabildiğince uygulanmaktadır.
h. Kırgızların milli şapkası olan Kalpak ; genç, yaşlı bütün erkekler tarafından özellikle kırsal kesimlerde yaygın olarak kullanılmaktadır. Kalpak beyaz renkli 4 parça üçgen şeklindeki keçenin birleştirilmesiyle konik bir yapı oluşturur. Kalpağın ucu tam olarak birleştirilmeyip yukarıya doğru kıvrılabilir ki bu sıcağa ve soğuğa karşı daha iyi koruma sağlar. Kalpak her mevsim kullanılabilir.
i. Kırgızların geleneksel içkileri at sütünden yapılan kımızdır. Köökör ise kımız koymak amacıyla deriden yapılan sürahidir.
j. Küçük bir çanak olan “ çanaç” Kırgızistan’da çay içmek içn kullanılan porselen bir kaptır. Çay çanaçın içerisine en fazla üçte birine veya yarısına kadar ulaşacak şekilde konur. Kırgız geleneklerine göre çanaça az çay koyularak daha fazla sayıda çay servisi yapılarak misafirperverliğin ve saygının ifadesi en üst düzeye taşınmak istenir.
k. Kırgız halk çalgı aleti olan “ komuz” üç tellidir ve elle çalınır. Kırgız halk müziğinin önemli bir parçasıdır. “Akın” adı verilen halk Müziği sanatçıları Kırgız düğünlerinde , bayramlarda ve özel günlerde komuz ile Manas Destanından şiirler okurlar.
l. Geleneksel Kırgız Milli Oyunları ise ; Uğlak tartmay ( oğlak kaçırma) , At küröşü ( at güreşi) , Kız kuumay ( Kız yakalama) , Toguz taş ( dokuz taş) ve Kök börü ( At üstünde cirit benzeri , cirt yerine koyun kullanılıyor) dur.
m. At eti sanılanın aksine yoğun olarak tüketilmemektedir. Doğum günü , ölüm yıldönümü , nişan ve düğün törenleri gibi özel kutlama ve törenlerde ikram edilmekte, yabancılara ikram edilmeden önce bu eti tercih edip etmedikleri sorulmaktadır.
n. Kırgızlar evlerine ilk kez gelen misafire ekmek ve tuz ikram etmektedirler. Kırgız geleneklerine göre sunulan ekmekten en az bir parça yemek gerekmektedir, aksi takdirde misafirin ev sahibine karşı düşmanca duygular beslendiği kabul edilir. Yine Kırgızlar evlerine gelen misafirlerine sundukları yemeklerden misafirin yiyemediklerini paket olarak evden ayrılırken misafirlerine verirler . Bu paketi almamak ta ev sahibine karşı hakaret sayılmaktadır.
o. Son zamanlarda iki eski gelenek olan Kırgızların yeni yıl kutlaması ( Nooruz ) ve islami karakterdeki “ ölmüşlerin yadedilmesi” kutlanmaya başlanmıştır.
p. Kırgız halkının %75’nin Müslüman olması nedeniyle Ramazan ve Kurban bayramları geleneksel olarak (kırsal kesimlerde daha yaygın) kutlanmaktadır. 31 ARALIK Yeni Yıl gecesi için önceden büyük hazırlıklar yapılmakta, şehirler ve caddeler süslenmekte , o gece büyük coşkuyla kutlanmaktadır.
300px Tamaktarmagnify clip



r. Yemekler
(1) Beş parmak Kırgızların en meşhur yemeği olup , önemli misafirlerin gelmesi durumunda mutlaka ikram edilir. Yemeğin adı beş parmakla yenmesinden gelir , kesme denilen çok ince kesilmiş hamurun üzerine çok küçük doğranmış et ve soğandan oluşan sosun ilave edilmesiyle yapılır.
(2) Gülçitay parça et , patates, soğan, kare şeklinde kalın hamur parçalarından yapılır ve kuru olmaması için çorbayla sunulur.
(3) Koyun başı çok önemli misafirlerin olması durumda hazırlanan tören amaçlı bir yemektir. Piştikten sonra tek olarak sofraya getirilen baş , sofranın en saygın kişisine sunulur ve parçalayarak dağıtması istenir.
(4) Cılkı , at eti anlamına gelmektedir. Kırgızitan’da cılkı , yemek için kesilen ve yenen at eti için kullanılmaktadır. Cılkı eti diğer etlere göre daha kıymetli olup , belli bir saygı ifadesini de kapsar. Bunun nedeni at etinin diğer etlere göre daha dayanaklı olması ve kısa sürede bozulmamasıdır. Bu yüzden cılkı nadiren ve büyük törenlerde kesilir. Sofraya sucuk biçiminde soğuk olarak getirildiği gibi , et yemeklerinde kullanılabilir.
(5) Diğer yemekler olarak lagman , mantı , pilmini , pilav ( pılof ) , şiş ( şaşlık) doğrudan Kırgızlara ait olmamakla birlikte çok popüler yemeklerdir.

GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
13 Nisan 2006       Mesaj #30
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Kırım Tatarları
Anavatanları Karadeniz'in kuzeyindeki Kırım yarımadası olan Türk halkı.

Doç. Dr. Hakan KIRIMLI

Karadeniz’in kuzeyinde yer alan Kırım yarımadasının yerli halkı olan Kırım Tatarları, aynı zamanda ülkenin aslî Müslüman unsurunu da teşkil ederler. Bugünkü durumda her ne kadar Kırım Tatarları Kırım nüfusunun ancak yaklaşık % 13 kadarını meydana getirmektelerse de, bu halkı ne Kırım, ne de Kırım’ın bağlı bulunduğu Ukrayna itibarıyla bir azınlık cemaati olarak görmek teknik, tarihî ve hattâ hukukî açılardan doğru olmayacaktır.

Bugün “Kırım Tatarları” adı verilen halkın terkibi, kimliği ve geçmişi hakkında çoğu zaman tarihî hakikatlere uymayan kanaatlere sahip olduğu görülür. Genellikle sanıldığının aksine, Kırım Tatarları tek bir dalgada gelerek Kırım yarımadasına yerleşmiş yekpâre bir soyun ahfâdı değildir. Konuya âşinâ olmayan pek çok kişinin kanaati, (Moğol asıllı kabul ettikleri) “Tatarlar”ın XIII. asırda Cengiz Han ordularının Karadeniz’in kuzeyindeki ülkeleri istilâsıyla buralara yerleştiği ve bilâhare bu insanların Kırım yarımadasındaki kolundan günümüze intikal ettiği şeklindedir. Söz konusu vakalar Kırım tarihinde çok önemli bir rol oynamış olmakla birlikte, bugünkü Kırım Tatarlarının etnik, linguistik, kültürel ve tarihî özelliklerini böyle sade bir formül ile izah edebilmek mümkün değildir. Yine konuyu dışarıdan değerlendiren kimseler, “Tatar” adının başka yerlerde de geçmişte ve bugün kullanılmış ve kullanılmakta olmasına bakarak, meselâ günümüzdeki İdil boyundaki “Tataristan” muhtar cumhuriyetini göz önünde bulundurmak suretiyle, Kırım Tatarlarının o Tatarların Kırım’daki kolu olduklarını yahut “Tatar” adı altında otokton bir millet mevcut olup, bunun bir kolunun İdil-Ural’da, bir kolunun Kırım’da, diğer kollarının da başka yerlerde yaşadıklarını düşünürler. Bu zan da gerçeği yansıtmaktan çok uzaktır.

Bu bakımdan, öncelikle bugün “Kırım Tatarları” adını verdiğimiz halkın mümeyyiz vasıflarını ortaya koymak suretiyle onların diğer halklarla olan bağ ve münasebetlerinin boyutlarını ele almak doğru olacaktır.Kırım tatarlarının çoğu Hanefi mezhebine bağlı olup sünni müslümandır. Kırım Tatarlarının ana dili olarak konuştukları lehçelerin hepsi Türk dilidir. Burada altı çizilmesi gereken husus “Kırım Tatarcası” diye adlandıracağımız tek bir lehçenin mevcut olmadığıdır. 1944 Büyük Sürgünü öncesi “Yalıboyu” tabir edilen Kırım’ın güney sahil şeridinde yaşayanlar düpedüz Osmanlıca’nın uzantısı olan büyük ölçüde Oğuz ağırlıklı bir lehçe konuşurlarken, “Çöl” tabir edilen Kırım’ın kuzey kesimlerindeki düzlük bölgelerin ve Kerç yarımadasının halkı bâriz Kıpçak özelliklerini taşıyan bir lehçeye mâliktirler. Diğer taraftan, coğrafî olarak Kırım’ın orta kesimlerinde yer alan Bahçesaray ve Karasubazar bölgelerinde konuşulan şive ise yukarıda anılan birbirinden hayli farklı dialektlerin karışımından müteşekkil bir yapı arz eder. “Orta yolak” adı da verilen ve aynı zamanda edebî Kırım Tatar dili olarak kabul edilmiş olan bu şive tam bir Oğuz-Kıpçak karışımı mahiyetiyle umum Türk dünyasında gayet orijinal bir mevkiye sahip olup, belki de bu dünyadaki hem Oğuz hem de Kıpçak grupları tarafından çok büyük ölçüde anlaşılabilen yegâne lehçeyi teşkil eder.
Bugünkü Kırım Tatarları birbirlerinden ayıran farklar yalnızca lehçe-şive farklarından ibaret değildir. Anılan şive farklılıklarına paralel olarak, fizyonomik özellikleriyle de çoğu Kırım Tatarının aslen Kırım’ın hangi bölgesinden olduğu kolaylıkla ve isabetle tahmin edilebilir. “Çöl” bölgesindekilerin nispeten çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli bâriz mongoloid özelliklerine karşılık, Yalıboylular genellikle Akdeniz tipleriyle birbirlerinden ayrılırlarken, aynen şive hususunda olduğu gibi, Bahçesaray, Akmescit ve Karasubazar gibi orta bölgelerden gelenler fizyonomik açıdan da bu vasıfların bir karışımını teşkil ederler. Bölgeler arasındaki bu farklılıklar âdetler, hayat tarzı ve kültür bakımından da geçerlidir.
Bu şekilde kabaca bir ampirik tesbit dahi, bugün Kırım Tatarları adını taşıyan halkın esas olarak tek bir tarihî halkın kesintisiz devamı olamayacağını açıkça göstermektedir. Mevcut dil ve kültür özellikleri bu halkın aslî kısmının kökünün tarihî Türk etnosuna dayandığını hiç bir şüpheye yer vermeyecek ölçüde ortaya koymaktaysa da, etnik Türk unsurların yarımadadaki hakimiyeti altında geçen çok uzun bir süreç içinde Müslümanlaşan ve/veya Türkleşen diğer etnik grupların da bu terkibe dahil olduğunu kaydetmek gerekir. Nihayet unutulmamalıdır ki, stratejik olarak yolların kesiştiği bir mevkide yer alan Kırım, en eski çağlardan beri pek çok sayıda birbiriyle akraba yahut bütünüyle farklı halkların geçtiği yahut yerleştiği bir bölge olduktan başka, burada meskûn halkların da çok geniş bir coğrafya ile daima münasebetleri olagelmiştir. Bu meyanda, Türk veya proto-Türk halkların bölgede tesbit edilebilinen mevcudiyetlerinden önce, M.Ö. IX. yüzyıldan itibaren yarımadada Kimmer, Tavr, İskit, Sarmat, Yunan ve Got hakimiyetlerinin tesis edildikleri bilinmektedir. Antik çağlardan beri de özellikle Yalıboyu’nda canlı bir ticaret ve şehirleşme olgusu var olagelmiştir.

Türk dilli halkların Kırım yarımadasında kesin olarak tesbit edilebilen en eski mevcudiyeti, terkibinde Türk dilli unsurları barındırdığı bilinen Hunların M. S. IV. asırda yarımadayı hakimiyetleri altına almalarıyla gerçekleşmiştir. Hunların varlığının Kırım üzerinde fazla kalıcı bir iz bırakmadığı anlaşılmakla birlikte, VI. yüzyılın ikinci yarısında yarımadanın kuzeyindeki bozkır (Çöl) kesiminin kısa bir süre için de olsa Türk (“Göktürk”) Kağanlığı’nın hakimiyeti altına girdiğini kaydetmek gerekir. Bu kağanlığın dağılmasını müteakip VII. asrın ortalarına doğru Kırım’ın da yer aldığı çok geniş bir arazide bir Türk halkı olan Hazarların devleti teşekkül etti.


Genel olarak Rusya hükûmeti Kırım Tatarlarının dışarıya göç etmesine müsbet bir hadise olarak bakmış ve bunların değil önlenmesi, aksine teşvik edilmesi yönünde hareket etmiştir. Ancak göçün bir anda çok büyük ekonomik kayıplara yol açtığı hallerde bunun kontrol altına alınması çareleri aranmıştır. Göçlerin temel sebebi elbette ki Kırım’ın Müslüman halkına yönelik baskı politikalarıdır. Bu politikaların bir yönü, halkın dinî ve kültürel hayatına yönelik fiilî veya psikolojik baskıların tatbikidir. Müslüman halkın en fazla hassas olduğu dinî kimliğine halel gelebileceği endişesi göçlerin önemli sebepleri arasında yer alır. Bununla birlikte, genel olarak göçlere yol açan sebeplerin en başında geleni ekonomik baskılardır. Bu tür baskılar esasen Kırım Tatar köylülerinin XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren sürekli olarak topraksızlaştırılması şeklinde tezahür etti. Muazzam genişlikteki topraklar yarımadanın Rusya’ya ilhakı ile birlikte Rus asilzadelerine ve memurlarına dağıtılırken, ezici çoğunluğu köylülerden oluşan Kırım Tatarları gitgide sefalete dûçâr oluyorlardı. Göç edenlerin yerleri ise Ruslarla ve onların yeterli olmadığı hallerde, Yunanlılardan Almanlara ve Bulgarlardan İtalyanlara kadar pek çok Hristiyan unsurla doldurulmaktaydı.

Bütün göç dalgaları arasında hiç şüphesiz en büyük ve yıkıcı tesirler taşıyanı 1860-1861 yıllarında vuku bulanıdır. 1853-1856 Kırım Savaşı esnasında Osmanlıların ve Müttefiklerinin yarımadanın bir kısmını işgal etmeleri Kırım Tatarlarına yönelik şüphe ve antipati duygularını ve dolayısıyla baskıları daha da arttırdı. Savaş Rusya’nın mağlûbiyetiyle neticelenmekle birlikte, Kırım Tatarlarının başlarına gelebileceklerle ilgili söylentiler ve köylülerin büsbütün kötüleşen ekonomik durumları, âdetâ bir panik halindeki kitlelerin Osmanlı ülkesine göçlerine sebep oldu.
Esas olarak göçlerin neticeleri daima felâketli olmaktaydı. Çoğunlukla hazırlıksız ve tedbirsiz yakalanan Osmanlı idaresi ne yapacağını şaşırırken, muhacirlerin önemli bir kısmı ilkel nakil vasıtalarının kurbanı olarak Karadeniz’in dibini boyluyor, bir kısmı vatanlarına hiç benzemeyen yeni yerleşim yerlerindeki olumsuz şartlar ve salgın hastalıklara yenik düşerek kırılıp yok oluyor, sağ kalanlar da çoğu zaman perişan şekilde hayat mücadelesine girişiyorlardı. Kırım’da kalanların durumu ise, genel nüfusun Müslümanlar aleyhine değişmesiyle daha da ümitsiz bir hale düşüyorlardı. Bütün bir halk âdetâ göç için sırasını bekleyen koca bir kitle haline gelmişti. Zaten 1860-1861 göçünden sonra ilk defa Kırım Tatarları Kırım’da mutlak nüfus çoğunluğunu kaybettiler.

Önce 1905 Rus İnkılâbı ve bilâhare de 1908 Osmanlı Meşrutiyet İnkılâbı ile birlikte Kırım Tatarları ve Türkiye arasındaki ilişkiler büyük bir ivme kazandı. Kırım Tatarlarının büyük ihtiyaç duyduğu eğitim kadroları Türkiye’den gelen (çoğu Kırım Tatar asıllı) muallimlerle karşılanırken, pek çok Kırım Tatar genci de okumaya İstanbul’a geldiler. Bunlardan büyük rahatsızlık duyan Çarlık rejiminin engelleme çabalarına rağmen, bu gelişmelerin çok önemli kalıcı tesirleri oldu. Bir neslin Kırım Tatar aydınları Türkiye’de o zaman cârî olan fikirlerden kuvvetle ilham almış olarak fevkalâde istiklâlci, hürriyetçi ve milliyetçi olarak yetişti. Bu kadrolar İstanbul’da ve Kırım’da yeraltı teşkilatları kurarak yaygın bir faaliyet içine girdiler.
1917 Mart’ın Çarlık rejiminin çöküşü ve Rusya’nın ihtilâle ve kargaşaya sürüklenmesi ile birlikte, bu yeraltı teşkilatları su yüzüne çıktılar. 1917 Nisan’ında bir Kırım Müslümanları Kongresi toplayarak, teşkil edilen Merkezî İcra Komitesi ile Kırım’ın Müslüman işlerini kontrol altına aldılar. Rusya’nın içine düştüğü anarşik ortamın giderek tam bir kaosa dönüşmesinden istifade ederek, önce muhtariyete ve sonra da istiklâle giden yolda hızla mesafe kaydettiler. Nihayet, Kasım 1917’de Bolşeviklerin Petrograd’da hükûmeti devirmeleri Kırım Tatar milliyetçilerine en büyük imkânı verdi.

Kırım Tatarlarını taşıyan vagonların hemen tamamı Orta Asya (özellikle Özbekistan), Urallar ve Sibirya’da boşaltıldılar. Sürgün yerlerinde asgarî yaşama ve barınma imkânları mevcut değildi. Ağır çalışma şartlarında ve her türlü temel ihtiyaçtan mahrum olarak bir çeşit toplama kampı rejimi içinde yaşamaları gerekiyordu. “Özel iskân” rejimi denilen bu rejim içinde her Kırım Tatarının gece kumandanlığa yoklama vermesi gerektiği gibi, bulunulan mahalden beş kilometreden fazla uzaklaşmak da kesinlikle yasaktı. Bu durumda her bir ferdi ayrı vagonlarda başka yerlere sürülmüş olan aileler birbirlerinden tamamen kopuk olarak en az on iki yıl geçirmek durumunda kaldılar. Sürgün yolculuğu esnasında ve bunu müteakip ilk bir kaç yıl içinde sefalet şartları altında hayatını kaybeden Kırım Tatarlarının sayısına dair sürülenlerin verdikleri ve son yıllarda açıklanan çeşitli resmî Sovyet rakamları arasında büyük farklar vardır. Buna rağmen toplam insan kaybının 100.000 kişiden az olmadığı ve 18 Mayıs 1944’de sürülenlerin yarısına yakınının hayatını kaybettiği genel olarak kabul edilmektedir.
1989-1991 arasında Kırım Tatarlarının Kırım’a dönüş hareketi önceki yıllarla kıyaslanmayacak ölçüde arttı. Dönenlerin teşkilatlı ve plânlı bir şekilde işgal edilen topraklara yerleşmesi, mahallî idarenin yıkım dahil olmak üzere pek çok tedbirlerine karşı direnilmesi ve karşılaşmakta oldukları diğer sayısız problemlere nispeten çözümler bulunması hususlarıyla KTMHT ilgilenmekteydi. Bu dönemde dönüşün önündeki en büyük engel iktisadî güçlüklerdi. Kırım Tatarlarının dönüşünü ve mücadelelerini mâlî açıdan destekleyen bir devlet ya da kurum olmadığından, çökmekte olan Sovyetler Birliği’nin büyük bir sarsıntı içindeki ekonomisinden en çok Kırım Tatarları etkilendiler. Kırım’da fiyatlar sürekli olarak artarken, satmak istedikleri Özbekistan’daki evlerinin fiyatlarının son derece düşmesi ve Kırım’da onları bekleyen yokluk şartları Kırım Tatarlarını iktisadî açıdan çıkmaza sokmaktaydı.
Kırım Tatarlarının dönüşü ve Kırım Tatar millî muhtariyetinin tekrar tesis edilmesinin söz konusu olması Kırım’daki mevcut Rus çoğunluk tarafından büyük endişeyle karşılandı. Böylece Kırım Tatarlarının dönme süreci tamamlanmadan Rus çoğunluğun durumunu garantiye almak üzere, o ana kadar Kırım Tatarlarının talep edegeldikleri Kırım MSSC’nin yeniden kurulması fikrinin şampiyonluğunu bu sefer Kırım’daki milliyetçi ve komünist Rus çevreleri yapmaya başladılar. Ancak, bu seferki Kırım MSSC eskisi ile aynı adı taşımakla beraber bir millî (Kırım Tatar) muhtariyeti olmayacak, mevcut ahali çoğunluğuna (yani Ruslara) dayanacaktı. Muhtariyetin bu şekli Kırım Tatarları tarafından şiddetle reddedildiyse de, Kırım’da 20 Ocak 1991’de yapılan referandumun sonucunda, Ukrayna SSC Yüksek Sovyeti’nin 12 fiubat 1991 tarihli kararıyla Kırım Oblastı Ukrayna’ya bağlı Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne dönüştürüldü. Kırım Tatarlarının hiç bir seviyede yer almadığı bu yeni muhtar cumhuriyet idaresi Kırım Tatarlarının dönüşüne karşı önceki olumsuz tutumu sürdürdü.
Ağustos 1991 darbesinden sonra Sovyetler Birliği’nin birlik cumhuriyetlerinin kopmaya başlaması ve nihayet 1991 sonunda Sovyetler Birliği’nin tamamen ortadan kalkması ile Kırım artık bağımsız bir devlet olan Ukrayna’ya bağlı bir muhtar cumhuriyet haline geldi. Ancak bu noktada Kırım’daki Ruslar, Kırım’ın Ukrayna’dan bağımsızlığını kazanmasını ve bunu müteakip derhal Rusya’ya katılmasını savunmaya başladılar. Aynı şekilde Rusya’daki milliyetçi güçler de Kırım’daki Ruslara açık bir şekilde destek veriyorlardı. Eski Sovyet Karadeniz Filosu’nun ana üssünün Kırım’daki Akyar’da (Sevastopol) bulunması, Kırım’ın statüsünü Ukrayna ile Rusya arasında günümüze kadar sürecek bir anlaşmazlık konusu haline getirdi. Kırım Tatar Millî Meclisi ise Kırım Tatarlarının iki yüzyılı aşkın bir süredir başlarına gelen felâketlerden Rusya’yı sorumlu tutarak, Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasına (ve buna bir ön adım olarak Rusların hakimiyetinde bağımsızlık almasına) kesin olarak karşı çıktı ve ülkenin Ukrayna’ya bağlı Kırım Tatar millî muhtariyetini haiz bir cumhuriyet şekline dönüşmesi görüşlerini savundu. Öte yandan, Millî Meclis diğer ülkelerdeki Kırım Tatarlarıyla bağlarını sıkılaştırdığı gibi, dış hükûmetlerle temaslara girişmeye başladı. Bu meyanda, Millî Meclis başkanı ve temsilcileri başta Türkiye olmak üzere, çeşitli Avrupa ve eski Sovyet ülkeleriyle ciddî siyasî ve kültürel bağlar kurdular. Özellikle Türkiye’de yaşayan Kırım Tatarlarının ve Türkiye’deki diğer resmî ve sivil teşkilatların önayak olmasıyla, bir ölçüde de olsa Kırım Tatarlarına destek temin edilmeye başlandı. Bu destek her ne kadar sürgündeki yüz binlerce Kırımlının hepsinin vatana dönebilmesine ve Kırım’a dönebilen ancak son derece zor şartlar altında evsiz ve temel hayat şartlarından mahrum yaşayan on binlerce insanın ihtiyaçlarına yeterli olmasa da, kaydadeğer bir adım olarak önem taşımaktaydı. Nitekim Kırım Tatar dinî ve kültürel hayatında bir canlanma görüldü. Bütün güçlüklere rağmen, Kırım Tatar yerleşim yerlerinde camiler, okullar, millî kültür ve sanat teşekkülleri kurulmaya başlandı. Kırım Tatar Millî Kurultayı’nın 1993’de toplanan II. Birleşim’inde Kırım Tatar dili için (Türkiye’de kullanılan alfabe esasında) Latin alfabesine geçilmesi kararı kabul edildi. Bu arada Kırım Müslümanları Dinî İdaresi de kuruldu.

Kırım Tatarlarına Kırım Yüksek Sovyeti’nde tanınmış olan 14 kişilik kontenjan bir seferlik bir haktı. Nitekim, büyük ağırlıkla Kırım Tatar aleyhtarı güçlerin elindeki Yüksek Sovyet 1997 yılında bu hakkı yenilemeyi ve kalıcı hale getirmeyi kesin olarak reddetti. Kırım Tatarlarının infiali Kiev’den destek bulmadı. Hattâ, Ukrayna parlamentosu yıllardır bir türlü yurttaşlık verilmeyen yaklaşık 100.000 Kırım Tatarının da 29 Mart 1998’de yapılacak Ukrayna ve Kırım seçimlerinde oy kullanmalarına imkân vermedi. Bu durumda, Kırım Tatarlarının yarımada nüfusu içindeki oranlarının çok altında bir sayıda dahi olsa Yüksek Sovyet’e milletvekili sokabilmeleri fiilen imkânsız hale geldi. Böylece, yeni seçimlerle belirlenen Kırım Muhtar Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti Kırım Tatar temsilcileri olmadan toplandı ki, bu şekilde Kırım Tatarları Kırım siyasetinden tekrar dışlanmış oldular. Yegâne teselli olarak, milliyetçi-demokratik Ukrayna Halk Hareketi (Ruh) Partisi’nden merkezden aday gösterilen Kırım Tatar Millî Meclisi Başkanı Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ile yardımcısı Refat Çubar Ukrayna Yüksek Radası’na (parlamentosuna) girebildiler.
Kırım’a dönebilen Kırım Tatarlarının sayısı halen 300.000 civarında olup, çoğunluğu Özbekistan’da olmak üzere yaklaşık henüz Kırım’a dönme imkânı bulamayan eski S.S.C.B. arazisindeki Kırım Tatarlarının sayısı çeşitli tahminlere göre 500.000 ile 600.000 arasındadır. Kırım’ın (göç hareketleri ile sürekli değişme gösteren) nüfusu ise 2.700.000’i aşmıştır (Rus unsur nüfusun takriben % 65’ini teşkil etmektedir).

Benzer Konular

4 Kasım 2006 / virtuecat Osmanlı İmparatorluğu
9 Aralık 2007 / Misafir Siyasal Bilimler
11 Mart 2013 / Misafir Arşive Kaldırılan Konular
3 Mayıs 2012 / Ziyaretçi Cevaplanmış