Arama

Çanakkale Kahramanları - Sayfa 2

Güncelleme: 16 Kasım 2016 Gösterim: 10.079 Cevap: 40
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Şubat 2006       Mesaj #11
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  sultanhisar.jpg
Gösterim: 212
Boyut:  6.4 KB
Ad:  1.jpg
Gösterim: 280
Boyut:  20.4 KB
Çanakkale Boğazı'nı geçerek Marmara'ya sızmayı başaran ilk düşman denizaltısı olan Avustralya'ya ait AE-2 Denizaltısı cesur bir komutan ve iyi eğitilmiş bir personele sahipti ve İstanbul'dan Çanakkale Cephesini desteklemek üzere gerçekleştirilen deniz nakliyatımız için önemli bir tehdit yaratıyordu.
Sponsorlu Bağlantılar

Mütevazi bir torpido botu olan Sultanhisar ve onun kahraman komutanı Yüzbaşı Ali Rıza Bey, AE-2'nin bu cüretkar macerasına son vermeye and içmişti.

Ad:  2.jpg
Gösterim: 220
Boyut:  8.2 KB
Marmara Adası açıklarında, 30 Nisan günü AE-2 denizaltısı bir Türk ticaret gemisine taarruz için satha çıktığında beklemediği bir süprizle karşılaştı. Sultanhisar yüksek süratle torpido atış mevkiine ilerliyordu.

Yüzbaşı Ali Rıza Bey ilk atışında isabet kaydetti. Yara alan denizaltı beyaz bayrak çekerek personelini gemi güvertesine çıkardı. Yüzbaşı Ali Rıza Bey gemi komutanı dahil olmak üzere tüm personelin emniyetle gemiyi terk etmesinden sonra top taarruzları ile AE-2'yi batırdı.

Marmara Adası'nın batısında 85m.derinlikte sessizce uyuyan denizaltı, Türkiye ve Avustralya arasındaki tarihi dostluğun önemli bir simgesi oldu.

Araştırmacılar tarafından denizin dibinde yeri tespit edilen AE-2 denizaltısını, denizden çıkararak Türkiye ve Avustralya arasındaki bir dostluk müzesine dönüştürmek yönünde iki ülke arasındaki çalışmalar halen devam etmektedir.

Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 00:36
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Şubat 2006       Mesaj #12
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Çanakkale Azman Dede ve Genç Askerler


Çanakkale'den Vatan Savunması
Sponsorlu Bağlantılar
Balıkesir`de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi İvrindi'nin Mallıca Köyünden 104 yaşında Azman Dede idi.

Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu, dev görünümüyle insan azmanı sayılmış, herkes ona Azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu. Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Onun sesine alışkın olduğundan anladı. Sorduklarımı cevapladı. Söz Çanakkale 'ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı:

-"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti.

Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu .Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı sordu; "Yavrum siz kim siniz?", içlerinden biri; "Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara.

Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı.Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik.

Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı.Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!.. "

Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.
Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı .
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana.
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana."

Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar.Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış,tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı.

O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.."diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur,bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makinalı yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler.

Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.."Azman dede ağlıyordu... Ben ağlıyordum...

Kahvede kim varsa ağlıyordu... Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi;"Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı ." Dedi.

*C. Bayar Üniversitesi Öğrenci Konseyi'nin hazırladığı Çanakkale adlı kitapçıktan*
Alıntıdır Arkadaşlar !!!

Msn Rose Msn Rose Msn Rose

ÇANAKKALE BİR DESTANDIR!


Çanakkale Zaferi, yokluk ve yoksulluk döneminin başarısıdır. Maddi ve siyasi açıdan devletin tıkandığı bir dönemde meydana gelmiştir. Maddi imkânların neredeyse tabana vurduğu, düşmanların ise çok güçlü bulunduğu bir savaştır.

Bu gerçeğe rağmen Çanakkale Savaşları nasıl zaferimizle sonuçlandı?
Bu zaferin bir tek doğru izahı vardır. O da Mehmetçiğin imanıdır. "Ölürsem şehit, kalırsam gazi!" dedirten iman, askerimizi kahramanlaştırmıştır.

Kana, kine ve inanılamaz bir ateş sağanağına rağmen Mehmetçik, adının ilham ettiği imanı hiç unutmamış, bir gül bahçesine girercesine şehadete koşmuştur. Yine bu imanladır ki, fedakârlığın her türlüsüne, açlığa, susuzluğa, yara bere ile yaşamaya sabırla katlanmış, yılmamış, yıkılmamıştır.

Mehmetçiği ayakta tutan güç, düşmanlarını şaşkına çevirmiştir. Zira böylesine bir direnci onlar değil düşünmek, hayal bile edememişlerdi.

Düşman cephe, her ihtimali hesaba katmıştı, ama bu imanın kahramanlaştırma derecesini bilememişti.

Ateş püsküren çeliğe karşı Mehmetçik, iman dolu göğsünü siper etmişti. Hem de onca kana, kine ve acımasızlığa rağmen insanlığından bir şey kaybetmiyor, düşmanının seviyesizliğine asla düşmüyor, böylece savaşa güzellik getiriyordu. Hastaya, hastaneye, silâhsıza, teslim olana ateş etmiyor, esire misafir muamelesi yapıyordu. İmanından kaynaklanan merhameti öyle coşkundu ki, onu "tek dişi kalmış medeniyet"in acımasızlığı bile söndüremedi. Bu merhametten düşmanı da yararlandı. Kendisini tehlikeye atarak, yaralı düşmanını sırtlayıp siperine götürdü.

Mehmetçik, Çanakkale'de binlerce insanlık dersi verdi. Şimdi, daha aradan bir asır bile geçmeden, bırakın düşmanlarını, dostları, hatta çocukları ve torunları dahi o insanlık örneklerine yabancılaştı! O güzelim insanlık tabloları unutuluverdi.

Mehmetçiğin Çanakkale'de yaşattığı insanlığa bütün dünya, şimdi daha çok muhtaçtır. Çünkü, açık ve örtülü savaşlarda yine acımasızlıklar, sömürüler, bencillikler ve yaşanıyor;yine insanlar, küçük çıkarlar uğruna, açlığa ve ölüme terk ediliyor;özellikle de Müslümanlar, yine dünyanın her yerinde kana, gözyaşına, acıya boğuluyor.

İşte bu sebeple, Çanakkale'de Mehmetçiğin sergilediği insanlığı samimi olarak yaşatacak bir imana şiddetle ve çok acele ihtiyaç vardır. Bu imanı yaşayarak, dünyada insanlığın, sevginin, hoşgörünün hâlâ var olduğuna insanları inandırmak gerekiyor. Aksi halde zayıfın ezilip sömürüldüğü, zenginin daha da zenginleştiği bir maddeci zihniyet, çölleşmedik gönül bırakmayacaktır.

Dünyayı yeniden ve bir daha merhametle, vicdanla, sevgiyle, şefkatle kim tanıştıracak? Bu insanlık görevi, herkesten önce, Çanakkale dehşetinde bu güzellikleri yaşayanların torunlarına düşmez mi?Yani bize, size, hepimize düşen ve alternatifi olmayan bir görevdir bu... İnsanlık ya yeniden ve bir daha kendine gelerek yaratılış gayesini hatırlayıp dünyaya yaşanılacak bir hayatı gösterecek ya da gelişini hızlandırdığı kıyameti bekleyecektir.

Mehmetçiğin güzelliklerin kaynağı yüreğindeki imandı. O, imanın başka adreslerde aranmaması gerektiğini, adıyla da bütün âleme göstermekteydi. Çünkü o, Mehmetçik idi...Adı, sahibinin güzelliklerine sahipti. Bütün imkânsızlığına, çaresizliğine ve bilgi eksikliğine rağmen, güzelliğin adresini biliyordu.

Güzelliğin kaynağından fazla uzaklaşmamıştı. Gönlü, Güzeller Güzeli'ndeydi...
Bu millet, onu o kadar çok seviyordu ki, bu muhabbetle onun adını askerine ad olarak almıştı. Böylece dünyada, peygamberinin adını kendisine ad olarak alan tek ordu olmuştu.

Hem de bu adı alışta, benzersiz bir incelik göstermiş, asla onun gibi olamayacağını bilmenin ve aşkının derinliğini göstermenin idrakı içinde Muhammed'i Mehmet'e çevirmiş, onu da küçülterek askerine isim yapmıştır.

İşte Çanakkale, bu askerin zaferidir.

Çanakkale'yi diğer zaferlerimizden ayıran bir üstünlüğü de, Osmanlının son döneminde, daha doğrusu çöküşü sırasında kazınılmış olmasıdır.

Bu zafer, "Çöktü, bitti,öldü" denildiği zamanda Osmanlı insanının ne olduğunu bir kez daha bütün dünyaya göstermiştir, Osmanlı insanını bütün olumsuzluklara rağmen güçlü ve üstün kılan İslâm imanını dosta düşmana tanıtmıştır.

O günden sonra düşmanlarımızın asıl hedefi imanımız olmuştur. Çünkü onlar da iyice anlamışlardır ki, yüreklerde bu iman olduğu sürece bu millet ne sürü olur, ne de sömürülür...

Bugün ülkemizin içinde bulunduğu bütün darboğazların sebebi, bizi biz yapan, kimlik ve kişiliğimizi oluşturan değerlerimizden uzaklaşmamızdır. Çanakkale'den aldıkları dersle, düşmanlarımız, neremize vuracaklarını öğrenmişlerdir. Biz ise, tam tersine, bir gaflet ve tembellik içine düşüp sürekli düşman oyunlarına gelmişiz. İşin en acı yanı da, maddi ve manevi varlığımızı borçlu olduğumuz İslâm imanından ve onun kazandırdığı ahlâktan uzaklaşmış olmamızdır. İslâm imanından uzaklaşmak demek, sahip olduğumuz temel hayat damarını koparmak demektir. Çünkü bu millet, bin senedir, sahip olduğu bütün güzellikleri o imana borçludur;bütün kahramanlığını, güzel ahlâkını, sevgisini o imandan ve o imanın en yüksek temsilcisi olan Güzeller Güzeli'nden almıştır. Bu gerçeği görenler, bu milleti zayıflatmak ve yenmek için doğrudan doğruya her vesile ve vasıta ile imana saldırıyor, bu konuda netice almak için her yolu, daha doğrusu her yolsuzluğu deniyorlar;ilmi gerçekleri saptırıyor, tarihi tahrif ediyor, güncel olayları tersine çeviriyorlar.

Bütün mesele, İslâm'la güçlenmiş, kahramanlaşmış olan bu milleti tarih sahnesinden silmektir. Çanakkale'de çok ümitlendiler;maddi sebeplere, silâh ve asker üstünlüğüne, Osmanlı askeri ve bürokratik çözülmesine bakınca da hemen harekete geçtiler. Ancak Mehmetçik bütün bu olumsuzlukları tersine çevirircesine şahlandı. Bu şahlanış , bütün plânları, entrikaları, ince ayar hesapları alt üst etti.

1916 yılının şartları iki yıl sonra değişti, çünkü Mehmetçik, elinden geleni, hatta gelmemesi gerekeni de yapmıştı. Ancak askeri ve sivil bürokrasi, kendisinden ve silâh arkadaşlarından kaynaklanan sebeplerle çaresiz kaldı ve devlet çöktü.

Mehmetçik çökmemişti; zira hâlâ aynı imanın sahibiydi... Gün, düşünülen yerden kalkmanın günüydü. Tekrar, yegâne gücümüz olan Mehmetçiğe iş düştü. Bu defa bütün millet yediden yetmişe Mehmetçikti...

Yeni savaşın adı "İstiklâl Savaşı" idi. İstiklâl "bağımsızlık" demekti. Daha iki asır önce dünyaya bağımsızlık armağan eden devlet, şimdi son vatan parçasında kendi bağımsızlığını kurtarmaya çalışıyordu.

Yine imkânsızlık vardı... Yine düşman çoktu ve güçlüydü...Biraz yorgun ve yaralı da olsa, yine karşılarında kahraman Mehmetçik vardı.

İstiklâl Savaşı, Çanakkale'nin verdiği tecrübe ve moralle kazanıldı. Mustafa Kemal Paşa'dan Ali Çavuş'a kadar aynı kadro, bir kez daha cephede saf tuttu.

Çanakkale Zaferi, hem Balkan Savaşlarındaki acı yenilgimizin hüznünü giderdi, hem de İstiklâl Savaşımıza güç verdi.

Söylemesi biraz zordur;ama Çanakkale Zaferi, günümüzdeki olumsuzluklardan bile sorumludur!Çünkü Çanakkale Savaşı, sekiz buçuk ay içinde, ülkemizin en iyi yetişmiş, en kaliteli insanlarını, gelecek vaat eden parlak gençlerini de alıp götürmüştür. Zira Çanakkale bir "subay savaşı" olmuştur. İstanbul'un ve Anadolu'nun en seçkin liselerinin öğrencileri, gönüllü olarak Mehmetçiğin imdadına koşmuş ve büyük bölümüyle de burada şehit olmuşlardır."Biz Çanakkale'ye bir darülfünün(üniversite) gömdük!" sözü Atatürk'e aittir. En kaliteli insanımızın Çanakkale'de dünyasını değiştirmesi, günümüze kadar uzayıp gelen bir kaht-ı ricale(adam kıtlığına) sebep olmuştur.

Bununla beraber Çanakkale, milletimizin hafızasına kazınmış, hatıralarının en canlısı ve en etkilisi olarak ibretlerle dolu durmaktadır. Çünkü neredeyse her üç evden biri, Çanakkale'ye evlâdını göndermiştir. Hem de Çanakkale'de, bugün çok muhtaç olduğumuz müthiş bir birlik ve beraberlik yaşamışızdır. İstanbul'dan Ankara'ya, İzmir'den Adana'ya, Samsun'dan Selanik'e, Antep'ten Tunceli'ye, Maraş'ten Diyarbakır'a, Medine'den Bağdat'a, Kudüs'ten Trablusgarp'a, Üsküp'ten Saraybosna'ya kadar bütün Osmanlı coğrafyasından insanımız, yan yana omuz omuza düşmana karşı durmuştur. Bu birlik, gönül birliği idi, iman birliği idi, din kardeşliğinin verdiği beraberlik idi.

Şimdi "son vatan parçası" olan Anadolu'da bile, bir avuç insan, Çanakkale'deki birlik ve beraberliği gösteremiyorsa, burada durup düşünmek gerekmez mi? Evet, bu noktada durup düşünmek ve "Acaba biz nerede yanlış yapıyoruz?" diye kendimizi hesaba çekmek icap etmez mi?

Çanakkale'nin o zor ve çetin günlerinde var olup da bugün kaybettiğimiz ruh, nasıl bir şeydi?

İşte, elinizdeki eser, o ruhu, Çanakkale heyecanını yeniden bulmakta bir nebze işe yararsa, mutluluğumuz sonsuz olacaktır.

İnanıyoruz ki, yeniden Çanakkale ruhunu kazanırsak, bir daha Kuva-yı Milliye aşkını yakalarsak, maddeten ve manen çok güçleneceğiz; önümüz açılacak ve biz, bir daha dünyaya insanlık nedir, gösterebileceğiz.

Ümitsiz değiliz. O güzel insanlara ve hatıralarına lâyık olmaya çalışıyoruz. Onları anlayan, seven ve yollarını yol bilen güzel gençler yetişiyor. O güzel gençlere, erkekliğiyle kızıyla, güneylisiyle kuzeylisiyle, doğulusuyla batılısıyla hepsine sevgiler, saygılar sunuyorum.

Kaynak: Bir Destandır Çanakkale-Vehbi Vakkasoğlu-Nesil Yayınları
Bir destandir canakkale, bu kitabi okumanizi tavsiye ediyorum arkadaslar elinizden birakamiyacagizin bir kitap

Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 00:51
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Mart 2006       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

ÇANAKKALE destanının günümüze vuran sırlı yansımaları!


Şehitler Ölmez! Ölü demeyin!
Faruk Demir anlatıyor:
''Makam arabamın arka koltuğunda bir göreve gidiyorum. Yol uzayınca, elimdeki gazetenin hatıralar bölümünü okumaya başlıyorum. Okuduğum yazının bana ilham ettiği birkaç cümle dökülüyor ağzımdan:

'''Yahu bu millet gerçekten çok büyük bir millet...'

''Şöförüm Ünver'le göz göze geliyoruz dikiz aynasından...
Onun bakışları sorduğu için hemen ekliyorum:

''' Okuduğum hatıra beni çok duygulandırdı. Manevi gücü hafif görmemek lazım.'

''Okuduğum hatırayı kısaca özetletledim. Nerden bilebilirdim ki, buna benzer bir hatırayı da şöförümün bizzat yaşadığını?..

'''Efendim, o dediğiniz benzer bir hadiseyi ben Çanakkale'de yaşadım.'

'''Çanakkale Savaşlarında mı? Yahu senin yaşın ne ki Çanakkale'den hatıran olsun?'

'''Hayır efendim... Çanakkale Savaşlarıyla ilgili, ama o tarihten değil ... Çok sonralara ait...'

''Bu defa beni bir merak alıp sardı. Başımı öne doğru uzatıp emir verir gibi rica ettim:

'''Anlat bakalım, bizzat yaşadığın o hatırayı! Nezmiş biz de bilelim...2

''Şöförüm Ünver sunları anlattı:

'''Ben askerdeyken oldu. Bir deniz astsubayı ile birlikte jeep içerisinde Çanakkele'nin Kirtepe Köyüne gidecektik. Bir akşamüstü karargahtan çıktık. Kirteppe Köyü yakınlarında yolda giderken, jeepin farları karşıma acayip bir müfreze çıkardı. Nasıl heyecanlandım, nasıol frene bastım, bende bilmiyorum.

" ' Jeep zınk diye durunca, astsubayım neredeyse camdan fırlayacaktı. Döndü, bana biraz da sertçe sordu:

" 'Ne var, neden durdun?

" 'Elim ayağım tir tir titriyordu. Dedim ki:

" ' Komutanım, siz görmüyormusunuz? Önümüzde tüfekli, teçhizatlı bir manga asker, yolu bölmüş gidiyor. Bakınız, hemen ilerde...

" 'Bu askerlerin kıyafetleri şimdiki gibi değildi. Ben kim olduklarını, ne oldklarını anlamadığım için aptallaşmışken, astsubayım gözlerini ovuşturup yerinden kalktı, oturdu ve mırıldandı:

" 'Çanakkale Harbindeki askerlerin kıyafetleri bu... Başlarında fes var; hepri poturlu...

" ' Siz de gördünüzmü komutanım?

" ' Görmez miyim? Nizami adımla karşıya geçiyorlar. Biz rüya görmüyoruz, değil mi?

" ' Hayır komutanım! Görevdeyiz; Kirtepe Köyüne gidiyoruz.

" ' Ama ben hayal gördüğümü sanıyorum. Sen de görüyor musun?

" ' Görüyorum komutanım, görüyorum. Nedir bu böyle?..

" ' Hiçbir şey söylemeden müfreze geçene kadar bekledik. Yolun karşısına geçip ağaçlık arazide bir sis bulutu gibi kayboldular.

" ' İkimiz de donduk kaldık. Jeepi hareket ettirip ilerlemeye başladık, ama ikimizin de benzi kül gibi... Kirtepe Köyüne vardığımızda, bizim şoke olmuş halimizi gören kahveden yaşlı bir amca, yarı muzip gülerek halimizi hatırımızı sordu:

" ' Ne o komutanım, nöbet mangasına mı rastgeldiniz yoksa?

" ' Şeyyy, evet... Nedir bu, anlatır mısınız? Siz de mi gördünüz yoksa?

" ' İhtiyar adam, ah komutanım, ah, diye başladı söze ve şöyle devam etti: Bu manga, Çanakkale Savaşında nöbet tutan mangadır. Fransızlar bu bir manga askeri şehit etmişler o zaman... Ama bu şehit manganın askerleri, ne hikmettir bilinmez, her akşam güneş battıktan sonra görevini yerine getirmek için gidiyormuş gibi uzaklardan gelirler, yolu karşıdan karşıya geçerler, ormanın içine yürüyüp kaybolurlar... Nöbet mangası onlar ' "

Faruk Demir Bey, bu hatıranın sonunu şöyle bağlıyor:

"Şöförüm Ünver, bu askerlik hatırasını anlatırken, o nöbet mangası gözlerimin önünde canlandı. Gönlüm yoğunlaşarak gözlerimden damla olup aktı, yanağımdan göğsüme doğru...

"Bu millet gerçektenyücedir, çok yücedir; çoook..."

Vehbi Vakkasoğlunun kitabından alıntıdır... Kitabın adı: BİR DESTANDIR ÇANAKKALE.

Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 00:52
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Mart 2006       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

BİR ÇANAKKALE ŞEHİDİNİN SON MEKTUBU


(Kabatepe Milli parklar Müzesinde sergileniyor)
Mektubu yazan, ihtiyat zabit (yedek subay) namzedi Etem, İstanbul Hukuk Fakültesi son sınıfına devam ederken aynı zamanda Beyazıt Numune Mektebi'nde öğretmendi (1912). Gönüllü olarak katıldığı Çanakkale savaşı'nda bu mektubu yazdıktan bir süre sonra şehit olmuştur.

Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasihat-amiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgara mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.
Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cıvıl cıvıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedası ile beni teşhir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.

İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:
-Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.
-Pekala, dedim. Aldım baktım, sütlü çay...
-Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim.
-Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?
-Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.
-İşte onun çobanından 10 paraya aldım.

Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.
Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor?
Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: "Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi."
Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür.
Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir.
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.
Ey Allah'ım, bu ovada onun sesi be kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu.
Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.
Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum.
Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim :
-Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.
"Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle, ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!"
Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes'ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.
Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?
Kadir'e mektup yazdım.
Valideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat'iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin.
Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim., bu dünya böyledir.
Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister.
Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.

Oğlun, Hasan Etem.
4 Nisan 1331
(17 Nisan 1915)
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 00:56
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Mart 2006       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  1.jpg
Gösterim: 247
Boyut:  40.0 KB
Ad:  2.jpg
Gösterim: 257
Boyut:  964.0 KB
1915 Aralığının son günlerinde Osmanlı hanedanından üç şehzade, II.Abdülhamid'in oğlu Abdülrahim, V.Murad'ın torunu Osman Fuad ve I.Abdülmecid'in torunu Abdülhalim Efendiler Çanakkale cephesini ziyaret ederek, Çanakkale Güney Grubu Kumandanı Vehip Paşa'nın karargahında ağırlandılar. O sıralarda Paşa'nın Kurmay başkanı İsmet Bey (İnönü) idi.

1- Piyade Kaymakamı Abdülhalim Ef. Haz.
2- Süvari Yüzbaşı Osman Fuad Ef. Haz
3- Sahra Topçu Binbaşı Abdürrahim Ef. Haz
4- Süvari Mülazım-ı Evveli Ahmet Nureddin Ef. Haz
5- Mülazım-ı Sani Şerefeddin Ef. Haz
6- Piyade Mülazım-ı Evveli Ömer Faruk Haz
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 00:58
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mart 2006       Mesaj #16
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  1.jpg
Gösterim: 193
Boyut:  25.9 KB
Binbaşı Halis (Kör Halis) 1299 (Miladi 1876) yılında Kütahyada doğudu. Babası Aydınlıoğulu Hamlacı Muhtar, annesi Germiyanoğullarından Havva Naime dir.Harp okulunu bitirdikten sonra subay olarak katıldığı türk ordusunda önce Trablusgarb-Balkan-Çanakkale ve son olarak milli mücadelede Fransız cepesinde (Diyarbakır-Mardin-Urfa-Siverek) menzil mıntıka müfettisliği hizmetinde bulundu. Diyarbakırda bulunduğu yıllarda önceleri tanışdığı Ziya Gökalp'in çıkardığı küçük mecmuada makaleler yazdı. Bunlar Diyarbakır tarihinde Komuk (Koummoukh) Eli ile Diyarbakır abideleridir.

Ömrünü savaş meydana getiren ve genç yasında hayatın tamamlayan Binbaşı Halis doğu ve batı dillerine vakıf bir askerdi. Son derece mütevazi ve o nispettede kahraman bir askerdi. Miralay (Albay) Şefik Aker'in Çanakkale'de Mustafa Kemal paşa yerine 19. Tümen Komutanı olarak tayini üzerine boşalan 27. Alayın Alay komutanlığına getirilmiştir. Birbirlerine halef-selef olan Halis Bey için Miralay Şefik Aker (Çanakkale-Arıburnu Savaşları ve 27. Alay) isimli eserinin 55. sayfasında (her iki taraf muannidane birbirine mukavemet etmeye ve baş kaldırmaya başladı. Tabur Komuntanı vaziyeti nazik gördü. Bu sırada kolunun pazu kısmından yaralandı. Çok kıymetli ve şeci (kahraman) olan Tabur Kumandanı Yüzbaşı Halis yaralı olduğu halde dahi sağ cenahını bu tehlikeli vaziyette bırakmak istemedi ve bir müddet bekledi. Fakat kaybetmekte olduğu kan sebebiyle ve arkadaşlarının ısrarı ile geriye, sargı mahalline gitmeye mecbur kaldı. Geriye gitmeden evvel subay arkadaşlarına 57. Alay buraya gelinceye kadar habercilerden başka hiç kimse geriye bir adım atmasın ve icab ederse orada ölerek mevzilerine terk etmemelerini söyledi) demektedir...

Yazının devamı okumak ve Binbaşı Halis Ataksor hakkında daha kapsamlı bigi edinmek için lütfen, Binbaşı Halis'in torunu Sn.Serdar Ataksor'un hazırlamış olduğu siteyi ziyaret edin. Sitede Çanakkale Savaşı, Binbaşı Halis'in haritaları, silah arkadaşları ve daha birçok farklı konu hakkında detaylı bilgi var.

Ad:  2.jpg
Gösterim: 192
Boyut:  23.9 KB
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 00:59
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Mart 2006       Mesaj #17
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Kalp Sevmekten Yorulmaz / Vehbi VAKKASOĞLU


Çanakkale’de Albay Hulusi Bey’in “Destan”ı
1896 yılının Ramazan ayı gelmiş, cemaat ilk teravihten çıkmıştı.

İşte tam o esnada, Elaziz’in Kesrik köyünde mutlu bir doğum gerçekleşmiş, mübarek bir anne-baba, mübarek bir evlâda kavuşmuştu.

Adını Hulusi koydular. Bütün ömrü bu ismin tecellisinden ibaret oldu. Gerçekten de halis bir insandı. Her hususta, daima Allah rızasını gözetirdi.

Çarşı Camisi imamı Sarı Hafız’dan aldığı ilk dersleri hiç unutmadı.

Genç yaşta kumandan oldu
Memleketi Elaziz’de Askeri Rüştiyesi’nde ortaokul tahsilini tamamladı. İstanbul’daki Kuleli Askeri Lisesi’ni bitirdikten sonra, Harbiye Mektebi’ne geçti. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine tahsilini tamamlayamadı. Kısa bir savaş hazırlığı döneminin peşinden, 12 Nisan 1915’te Çanakkale Cephesi’ne sevk edildi. O zaman 19 yaşındaydı. Ateş hattına aşkla şevkle vardı.

“Biz harbe, pilav yemeye gider gibi hevesle gitmiştik.” der.

25. Piyade Alayı bünyesinde savaşa katıldı. 23 Temmuzda zabit vekili oldu. O artık, gencecik yaşına rağmen bir kumandandı.

26 Temmuzda Anafartalar, Conkbayırı muharebelerinde, yüzünden, göğsünden ve sol kolundan yaralandı.

Biga ve İstanbul Harbiye Hastahanelerinde tedavi edildikten sonra, Anafartalar’daki kıtasına döndü. Üç gün sonra da düşman çekildi.

Hulusi Bey, birliğiyle birlikte, 1 Ocak 1916’da, artık Doğu’da Rus-Ermeni cephesinde çarpışmak üzere Çanakkale’den ayrıldı.
1916 yılını Erzincan cephesinde geçirdi. 1917’de Ruslar çekilmeye başlayınca, Ermeniler de silahlarını bırakıp gittiler.

Savaşan tarafların, ateşkes ilan etmesi üzerine, Hulusi Bey, Batum üzerinden Trabzon’a döndü. Galip iken, mağlup sayılan bir ordunun subayı olarak, yeniden savaştı.

Bediüzzaman’la tanışması
İstiklal Savaşı’nda da Antep ve Sakarya savaşlarına katıldı.

1922 yılında yüzbaşı oldu.
1927’de Şarkta eşkıya takibinde bulundu.
1928’in Ocak ayında Eğirdir Dağ Talimgâh öğretmenliğine nakledildi.

İşte bu tayin, Hulusi Bey’in hayatında bir milat oldu. Âdeta yeniden doğdu. Çünkü Eğirdir’in yanı başındaki Barla’da Bediüzzaman Hazretleri sürgün olarak bulunmaktaydı.

Kader hükmünü icra etti; bir tayin ve bir sürgün, ebedileşen bir vuslata vesile oldu. 14 Nisan 1929 tarihinde halis bir gönül, coşkun bir nur deryası ile buluştu. Hulusi Bey, “Bir kere Üstad dedim, hata etmedim.” dedi.

O aşkla, Nur’a müştak bir talebe oldu. En halis ilk talebe, o günden sonra inançsızlıkla ve ahlâksızlıkla savaştı. Yine, hep zaferlerin temsilcisiydi. Zira, emekli Albay Hulusi Bey, artık gönüllere girmenin ve Cenab-ı Hakkı sevdirmenin eriydi.

31 yıllık tanışıklık döneminde, Üstadı ile sadece sekiz kere görüştü. Ne var ki, bir olan gönüllerin arasına mesafeler, engeller giremezdi. Bu sebeple, hep mektuplaştı, halleşti, mânâ âleminde daima görüştü.

Hulusi Bey, sorularıyla, Bediüzzaman’ın Mektubat isimli eserinin doğuşuna vesile oldu.

Ve Albay Hulusi Yahyagil, nurlu bir dost sohbetinden sonra, 26 Temmuz 1986’da, görürcesine inandığı ebediyet âlemine yürüdü.

Hulusi Bey’in Destan’ı
Hulusi Bey, askerlik tahsilini yarıda bırakarak, gencecik yaşında, bir kan ve ateş anaforuna dönüşen Çanakkale’de bulundu. Genç zabit vekilinin, her şeye dost olan yüreği, atına da dosttu.

Dostlaştığı atına, Destan adını vermişti. Destan’la arasındaki sıcak samimiyet dillere destandı. Destan, genç kumandanın bir parçası gibiydi.

Bazen bırakırdı onu ormanlık alana. Ancak lâzım olunca, adını söylemesi yeterdi. “Destaaan!” diye çağırdı mı, koşarak gelirdi.

Süvarisini görünce, sevinçle kişner, âdeta keyiflenirdi. Hele de sahibi sırtındayken kanatlanırdı Destan. Uçardı siperler arasında.
Destan namlandı, şanlandı, cephenin her yanında tanındı.

Genç kumandanın kumandanı da tanıdı Destan’ı. Ve bir gün onu çağırıp, Destan’ı kendisine vermesini istedi.
Bu, ne zor bir işti. Ama dileğin sahibi de sevilen bir kumandandı.

Zabit vekili, duygularını bastırdı ve hüznünü gizlemeye çalışarak, “peki, kumandanım” dedi. Ancak, Destan’dan ayrılmak için biraz süre istedi.

Destan destanlaşıyor
İşte, tam da o günlerde, Hulusi Bey’in birliğine önemli bir görev verildi. Çanakkale’de zora giren durumu kurtarmak için, İstanbul’dan yeni toplar getiriliyordu. Bu toplardan birinin cepheye ulaştırılması onun birliğince sağlanacaktı.

Topu normal yollardan cepheye götürmek imkansızdı. Çünkü, cepheye giden yollar düşmanın ateşi altında kalıyordu. Bu sebeple topu, orman içinden ve patikalardan geçirmek gerekiyordu.

Öyle de yapıldı. Ancak toprağın hafif bir yağmurla ıslandığı çukur bir yerde topu çeken hayvanlar çaresiz kalmıştı.

Ne kadar kırbaçlansalar, topu çukurdan kurtaramıyorlardı. Tekerlekler tam çıkacak gibi oluyor, ancak son anda geriye kaçıyodu.
Bu durum birkaç kere tekrarlandı. Vakit geçiyor, topun cepheye ulaşması da gecikiyordu. Bu durumu üzüntüyle gören genç kumandan, sonunda dayanamadı. Atından indi. Onu da götürüp topu çeken hayvanların arasına kattı.

Bu yeni kuvvetle birlikte, hayvanlar bir daha dehlendi. Topun tekerlekleri tam da tümseği aşacak gibi olmuştu ama nafile. Hâlâ güç açığı vardı, tekerlekler geri gitti.

Bu durumu gören genç kumandan, hemen koştu Destan’a, boynuna sarıldı ve titreyen sesini yükseltti:
“Haydi oğlum Destan, haydiii! Din, iman işi bu; din, iman işi!”
Tüyleri diken diken eden bu çığlık, ruhlara işlemişti. Hayvanlar bir daha dehlendi. Mehmetçikler de bütün güçleriyle destek verdiler.
Ve hayvanlar, can havliyle çektiler ağır yüklerini, asıldılar, asıldılar. Top, son anda güçlükle çukurdan kurtulmuş, düzlüğe çıkmıştı.
Ancak, var gücüyle topa asılan atlardan birinin cansız bedeni de oracığa yığılıvermişti. Bu at, genç kumandanın can dostu Destan’dan başkası değildi.

Destan, gücünün üstünde bir güç ortaya koymuş, bu yüzden de çatlamıştı.

Genç kumandan, gözyaşlarıyla çöktü Destan’ın başına, ağladı, ağladı, ağladı.
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 01:00
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mart 2006       Mesaj #18
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  1.jpg
Gösterim: 234
Boyut:  18.5 KB
4 Mayıs — Son Anzak Campbell’ın cenaze töreni için tüm ülkede bayraklar yarıya indi ve saygı duruşunda bulunuldu. 103 yaşında hayatını kaybeden Campbell için düzenlenen törene, Avustralya Başbakanı John Howard da katıldı.

Tazmanya’daki St. David Katedrali’nde geçen hafta 103 yaşında hayatını kaybeden Campbell için Avustralya Başbakanı John Howard’ın da katıldığı bir cenaze töreni düzenlendi. Howard, cenaze töreninde yaptığı kısa konuşmada, Campbell’e ve onun kuşağına teşekkür etti.

Campbell, 1915’de askere alınmak için yaşını büyük göstererek Çanakkale’deki savaşlara katılmıştı. Hayatta kalan son Anzak olan Campbell, geçirdiği kısa bir rahatsızlıktan sonra Tazmanya’daki bir sağlık yurdunda geçen hafta hayatını kaybetmişti.
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 01:00
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Mart 2006       Mesaj #19
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Çanakkale Kahramanlari

43-ncü Alay 1-nci P. Tb. 1-nci Bölük
  • 1917 YILI YEMEK LİSTESİ
  • GÜN SABAH ÖĞLE AKŞAM EKMEK
  • 15 HAZİRAN : ÜZÜM HOŞAFI YOK YAĞLI BUĞDAY ÇORBASI TAM
  • 26 HAZİRAN : YOK YOK ÜZÜM HOŞAFI TAM
  • 18 TEMMUZ : ÜZÜM HOŞAFI YOK YOK YARIM
  • 8 AĞUSTOS : YARIM EKMEK YOK ŞEKERSİZ ÜZÜM HOŞAFI -
NOT: 21 TEMMUZ 1917'DEN İTİBAREN BAŞLAYARAK ORDU EMRİYLE EKMEK İSTİHKAKI 500 GRAMA İNDİRİLMİŞTİR. ÇÜNKÜ UN VE EKMEK KALMAMIŞTIR.

BU VATANIN NASIL KAZANILDIĞINI BİLMEYENLERE, ANLAMAYANLARA YA DA ANLAMAK İSTEMEYENLERE LÜTFEN ANLATINIZ...
Beni iyi dinle evladım!...Sizler O şehit arkadaşlarımın üzerinde çok kutsal bir vazifede bulunuyorsunuz. Bir zaman gelecek… O şehit topraklarının üzeri, gelen ziyaretçileri almayacak… Milletimiz ecdadını tanıyacak. Tanıyınca inşallah gelecek milletimizin olacak. Onun için sizlere çok işler düşüyor… Bana kainatın Efendisi (s.a.v.) geldi. Kendisiyle görüştüm. “Oraya ziyarete gelenlere benden selam söyle… Onlar benim müjdeme layık insanlardır. Rabb’lerine çok dua etsinler… Gelecekte bayrağı tekrar onlar ellerine alacak. En güzel bir şekilde temsil edecekler…” dedi.

SON ÇANAKKALE GAZİSİ
HALİL KOÇ
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 01:01
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mart 2006       Mesaj #20
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
EN YAŞLI GAZİMİZ...
Ad:  gaziler.jpg
Gösterim: 317
Boyut:  200.5 KB
Hüseyin Kaçmaz
Saygı ile anıyoruz...
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 01:02

Benzer Konular

26 Ağustos 2022 / nünü Osmanlı İmparatorluğu
27 Mayıs 2020 / M.u.R.a.T Forum Oyunları
28 Aralık 2015 / Ziyaretçi Soru-Cevap
3 Nisan 2013 / c0lin Hayali Karakterler
19 Nisan 2010 / The Unique Eğitim Bilimleri