Arama

Yedi Cihan Devleti

Anket Bu konuyu ne sıklıkta takip ediyorsunuz? Sebep?

Özel olarak takip ediyorum. İlgi çekici...
 
7 Oy
70.00%
Yeni mesajlar kısmında rastladı ondan baktım.
 
1 Oy
10.00%
İlgilenmiyorum. Nasıl oldu ben de anlamadım.
 
0 Oy
0%
Ara sıra bakıyorum...
 
2 Oy
20.00%
Güncelleme: 28 Mart 2015 Gösterim: 24.396 Cevap: 48
Çakabey - avatarı
Çakabey
Ziyaretçi
17 Ekim 2005       Mesaj #1
Çakabey - avatarı
Ziyaretçi
Geçme namert köprüsünden,
Bırak su götürsün seni,
Sponsorlu Bağlantılar
Yatma çakal yatağında,
Bırak kurt yesin seni...

Bu söz Yavuz Sultan Selim Han'a aittir.

Osmanlı zamanında, ordu savaşa giderken ordunun geçeceği yerlerdeki hanların ve köprülerin o ilin valisi tarafından onarımı yapılırdı. Yavuz bir gün bir sefere çıktığı sırada ordunun geçeceği güzergahlardan birinde, köprünün onarılmadığı görür. Hiç istifini bozmadan geçer gider köprüden. Sefer dönüşü aynı köprüye gelince orduyu durdurur ve bu dörtlüğü okur. Orduyu sudan geçirir ve şehir merkezine varınca valiyi çağırtır. Vali gelip eteğini öpmek için eğildiğinde kınından kılıcını çeker ve tek hamleyle valiyi hakkın rahmetine kavuşturur. Ve derki alın bunun kafasını sınırlarımdan dışarı atınki bunun zihniyetindeki adamlar yetişmesin topraklarımda. Vücudunu da gömün bir yerlerede belki birkaç hayır sever ruhuna fatiha okurda hainliğine keffaret olur...
Çakabey - avatarı
Çakabey
Ziyaretçi
17 Ekim 2005       Mesaj #2
Çakabey - avatarı
Ziyaretçi
Fatih Sultan Mehmet döneminde yol yapımı için bir arazinin bölünmesi gerekiyormuş. Yol yapımında görevli olan kişiler sorup soruşturmadan destur almadan tarlayı bölüp yol geçirmişler. Tarla sahibi de bir yahudi imiş. Bir iş için memleket hudutları dışında olan adam döndüğünde tarlasının ortasından yol geçtiğini görünce gidip konuyu kadıya söylemiş. Kadı şikayetini dinledikten sonra Padişah Sultan Mehmet'i huzura çağırtmış. Bir kaç gün sonra yahudiyide kadının huzuruna getirmişler ve bir de ne görsün koskoca padişah karşısında hesap vermek için bekliyor. Adamın aklı almamış. Kadı konuyu bir de padişaha açmış ve sonuç olarak padişahın kolunun kesilmesine karar vermiş. Bunu duyan yahudinin şaşkınlıktan gözleri ayrılmış ve İslamiyet'in adaleti karşısında şehadet getirerek müslüman olmuş. Ardından böyle bir adaletin karşısında davamdan vazgeçmezsem adaletsizlik etmiş olurum demiş ve davayı geri çekerek tarlasını devlete vermiştir. Böylece kolunun kesilmesinden de kurtulan Padişah bu kişiye başka bir yerde kendi şahsi imkanlarıyla yeni bir tarla hediye etmiştir..
Sponsorlu Bağlantılar
Son düzenleyen Blue Blood; 2 Aralık 2005 13:22
Çakabey - avatarı
Çakabey
Ziyaretçi
20 Ekim 2005       Mesaj #3
Çakabey - avatarı
Ziyaretçi
Yıldırım Bayezid Bir savaşta esir aldıkları şövalyeleri huzuruna çağırtmıştır.
Cihad aşkıyla yanıp tutuşan padişahın karşısına götürülen şövalyaler, kendilerinin kesinlikle öldürüleceklerini düşünüyorlardı. Padişahın karşısına geldiklerinde Bayezid şunları söyledi;

-Şövalyeler. Hepiniz serbestsiniz.Gidin ülkelerinize dönün ve yeniden ordular kurun.
Tekrar ülkemin üzerine savaş açın bende tekrar sizi yenme şerefiyle cihad etmiş olayım.

Ve esir aldıkları tüm şövalyeleri tekrar serbest bırakmışlardır.
Çakabey - avatarı
Çakabey
Ziyaretçi
21 Ekim 2005       Mesaj #4
Çakabey - avatarı
Ziyaretçi
Yavuz BAHADIROĞLU
Miladi 1470 yılıydı...
Tenden kopan can sancısı, Gülbahar Hatun'u
Kıvrandırırken, Amasya Sancakbeyi Şehzade Bayezid'in
Kapısına bir müjde dayandı:
"BUGÜN HANEDANIN BİR ERKEK ÇOCUĞU OLACAK VE PADİŞAH OLACAK"
Selim'i babasının üçüncü oğlu olmaktan çıkarıp tahta
yürüten ve tahtta sıradan bir padişahlıktan çıkararak
"YAVUZ"laştıran çey nedir?

Yavuz Sultan Selim

"Cihangir"i yetiştiren şartlar çok önemli. Bilhassa şu "dünya çapında bir isme"
duyduğumuz hasretle daha bir önem kazanıyor. Selim'i babasının üçüncü
oğlu olmaktan çıkarıp tahta yürüten ve tahtta sıradan bir padişahlıktan
çıkararak "YAVUZ"laştıran şey acaba nedir?
Hiç şüphesiz örgüsü bebekliğinden itibaren başlayan mükemmel bir terbiye ve eğitim... İki mükemelin yanına bir de çevrenin kemalini eklerseniz. cihangire,
dünya örneği insana ruh veren örgüyü tamamlamış olursunuz.

Yavuz Sultan Selimin hayatını, tahta çıkmak için vermiş olduğu çabaları ve hükümdarlığını sizlere hergün bir bölümünü anlatarak bu yüce şahsiyeti
daha da iyi tanımanıza umarım yardımcı olurum. Okuyanları çok sıkmamak amacıyla hergün kısa kısa anlatacağım. Umarım bu Dünya Cihangir'i tanımak istersiniz.
Son düzenleyen NihLe; 21 Temmuz 2007 15:52
Çakabey - avatarı
Çakabey
Ziyaretçi
22 Ekim 2005       Mesaj #5
Çakabey - avatarı
Ziyaretçi
MERHABA DÜNYA

Merdum-i dideme bilmem ne füsun etti felek.
Gıryemi kıldı füsun eşkimi hun etti felek.
Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan;
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek.

Yavuz Sultan Selim

Miladi 1470 yılıydı...

Tenden kopan can sancısı Gülbahar Hatun'u kıvrandırıken, Amasya Sancakbeyi Şehzade Bayezid^'in kapısına bir müjde dayandı. Açılan kapı aralığında beliren dervişi pek ciddiye almayacaklardı, ama müjdesi bir şeyler söylüyordu:


"Bugün hanedanın bir erkek çocuğu doğacak, vücudunda yedi ben olacak, padişahlığa çıkıp vücudundaki ben sayısı kadar hükümdar yenecektir."

O günlerde "Amasya Sancakbeyi Şehzade Bayezid" unvanını taşıyan
baba için bu, müjdelerin en büyüğüydü. Hele "Selim" adını verdiği
küçük şehzadesinin vücudunda dervişin belirttiği gibi yedi ben sayınca, sevincin zirvesine çıkmıştı.


Ancak Bayezid padişah olduktan ve bir zamanların benli şehzadesiyle baht mücadelesine giriştijten sonra bu müjde, yüreğinde belli belirsiz bir korkuya dönüşecek, zaman zaman bunu hatırlayıp "Kaderin önüne geçilmez." diye mırıldanarak, sonunda kaderine boyun eğip tahttan feragat edecekti. Kaderin neler hazırladığını kim bilebilrdi?...
Çakabey - avatarı
Çakabey
Ziyaretçi
23 Ekim 2005       Mesaj #6
Çakabey - avatarı
Ziyaretçi
Kısa Bir Tahlil:

Zembilli'ler, İbni Kemal'ler, Emir Sultanlar, Hızır Çelebi'ler, Molla Gürani'ler, Hüsrevler, Akşemseddin'ler, Ebussuud Efendi'ler, Sinan'lar, Barbaros'lar, Turgut Reis'ler, Uluğ Bey'ler, Piri Paşa'lar; bugün bile iftihar kaynaklarımızı teşkil eden kervansarayların, su kemerlerinin, mimari abidelerin, ebedi eserlerin, sebillerin, diğer yardımlaşma ve kardeşlik müesseselerinin banileri...

Rahatça söyleyebiriz ki, 600 seneye bu kadar abideyi ve bu sayıda insanı sığdıran başka bir tarih mevcut değildir. Çıkarın abide şahsiyetlerimizi, 50 şer yıllık kesitlere oturtun; bakalım her 50 yıla kaç abide şahsiyet, kaç cihangir kısacası dünya örneği kaç insan isabet edecektir? Bir de son 100 yılımıza, devletin izmihlal dönemine bakın kimi görebiliyorsunuz? Ve kafalarınızı çatlatırcasına düşünün: Redd-i Miras, bu milletin nelerine mal olmuştur?

Yavuz Sultan Selimi unutturmak için meşhur "Goben" zırhlısının "Yavuz Sultan Selim" olan adını cumhuriyet Türkiye'si sadece "Yavuz" şekline getirmekle yeni nesiller ne kazandırmış, meclis kürsüsünden hanedana yapılan saldırılar hangi problemlerimizi çözmüştür?

Kendimizi tutamıyor ve Fransız yazar Claude Ferrere'den konuyla ilgili hayret uyandıran ifadelerinden kısa bir bölüm alıyoruz:

"Size tuhaf bir şey söyleyeceğim: Günümüzün Cumhuriyetçi Türkleri kendilerini
Bayezid'in torunları değil de Timur'un torunları sayıyorlar. Cunhuriyet donanmasında bir zırhlı var: Almanların eski "Goben" Zırhlısı... Bu geminin adını değiştirmek ve milli bir isim vermek gerekti. Çok haklı olarak "Yavuz Selim" adı teklif edildi. Ama Çankaya hükümeti buna razı olmadı kısaca "Yavuz" denmesini uygun buldu. Osmanın (Osman Gazi'nin) kanı Ankaradaki adamlar için tarihten silinmesi gereken, nefret edilecek bir şey haline geldi. Tahripkar ve zalim Cengiz ile Timur; sayısız saraylar yaptıran, mabedler inşa ettiren, yollar açan, bunca eyaleti Türk topraklarına katan hükümdarlara (padişahlara) tercih edilmektedir...
Cumhuriyet Türkleri cedlerinin mirasını hor görmeye başladılar."

Devamı Yarın....
Çakabey - avatarı
Çakabey
Ziyaretçi
27 Ekim 2005       Mesaj #7
Çakabey - avatarı
Ziyaretçi
Yabancıları bile dehşete düşüren bu redd-i miras, sadece şahsiyetlere munhasır kalsaydı, belki tahribat bbu seviyede olmayacaktı. Hazin ki, aşiretten beylik, beylikten devlet çıkaran ve devleti en az 300 sene cihanın hemen yarısına hakim kılan temeller -ki en başında din gelir- de tahrip edildi.

Akif'in hicranla dile getirdiği gibi, "inkılap ümmetinin şanı, yakıp yıkmaktı." "Eski" adına ne varsa yerle bir edilmeliydi ki enkazın üzerine yeni bir devlet kurulabilsin. Yani devletin telakkileri gibi insanları da "modern" olacaktı. Örnek vardı:Avrupa... Her vesileyle kuyumuzu kazan, her fırsatta haçlı güruhunu üzerimize saldırtan Avrupa... Onun gibi giyinecek, onun yazısıyla yazacak, kendi kültür kaynaklarımıza sırt çevirip, tarihimizi inkar ederek onun kaynaklarına yönelecektik.

Papanın teklifini kabulle Hristiyan olmadığı için Fatih'i kınayacak, Yavuz'u "kanlı katil" ilan edecek, Abdulhamid'e "Kızıl Sultan" diyecek, bütün tarihi "hanedan tarihi" ilan edip kendimize Etilerden, Sümerleden, Moğollardan ecdat arayışına çıkacaktık...

Devamı yarın...
Son düzenleyen Blue Blood; 2 Aralık 2005 13:12
Çakabey - avatarı
Çakabey
Ziyaretçi
28 Ekim 2005       Mesaj #8
Çakabey - avatarı
Ziyaretçi
Vesikalar, vakıalar önemsizdi... Nazarlarında tarih, bir ilim değil, bir sanattı. Objektif olmasının önemi yoktu. Sadece "milli" olmalıydı. Bunun için de "dini" unsurlardan ayıklanması gerekiyordu. Yani geçmiş reddediliyor, yok ediliyor, "yok"un üzerine üzerine geleceği inşa etmek gibi imkansız bir hayalin peşinde koşuluyordu.

Bakalım neler yapıldı?

Üniversitede okutulan bir ders kitabından, neler yapıldığını takibe çalışalım:

1- Türk Devleti, kanunlarla ıslahat yapmak yerine, din esaslarına dayanmayan Batı devletleri kanunlarını doğrudan kabul ederek, dinin siyasi hayat üzerindeki etkisini bertaraf etme yoluna gitti. Bu suretle siyasi hayat üzerinde büyük nüfuz sahibi olan din alimleri [ulema] sınıfının da otorite kaynağını ortadan kaldırdı. Kanunların halk tarafından benimsenmesi için, bu kanunların şu veya bu ülkeden aktarıldığı üzerinde durulmadı, kamuoyuna "uygar ülkelerin kanunları" diye takdim edildi.

2- Milli devlet, tekkeleri kapatarak ve tarikat faaliyetlerini yasaklayarak, bölücü ve devlet otorotesini zayıflatıcı niteliklerini asgariye indirmeye çalıştı.

3- Memlekette kullanılan kıyafetlerin Batı memleketlerinde kullanılanlardan ayrı oluşu, Batılılaşma çabasında olan bir toplumun bu yolu benimsemesine psikolojik bir engel teşkil ediyordu. Ayrıca Batı adetlerini benimsemiş aydınların Avrupalı kıyafetlerle gezmeleri yanında geleneksel kostümlerin kullanılışı, zaten mevcut olan halk ayrımını kuvvetlendirici ve görülebilir nitelikdeydi.

Milli devlet, sosyal ayrımları görünebilir ve sembolik şekilde ifade eden kıyafetlerin giyilmesini yasaklayarak, yerlerine herkesçe giyilebilecek kıyafetlerin giyilmesini sağlamaya çalışarak, bu ayrımların zayıflamasına çalışmıştır.

Devamı Yarın...
Çakabey - avatarı
Çakabey
Ziyaretçi
29 Ekim 2005       Mesaj #9
Çakabey - avatarı
Ziyaretçi
4- Milli devrimin bir amacı, Türkiye'yi Asya ve Arap kültüründen çıkararak Batı kültürüne mal etmekti. Sosyal ve siyasi hayatın her yönüne nüfuz etmiş olan dini, bu yerinden çıkararak birey ile İlah arasında bir olay yapmak, Arap kültüründen çıkmanın başlangıcını teşkil ediyordu. Bunu gerçekleştirmek, dinin toplumsal kurumlarını ve görüntülerinin bir kısmını ortadan kaldırmakla mükün olabilirdi. Devrimlerin izlediği yol da bu oldu. Ancak din gibi hislere hitap eden bir kurumun zayıflaması, bir "his boşluğu" meydana getiriyordu. Bu boşluğu doldurmak veya diğer bir deyimle "bireysel" hislerin toplumsal hareketler şeklinde ifade edilmesini sağlamak için, milli hislerin geliştirlmesine, milliyetçiliğin yayılmasına çalışıldı. Mustafa Kemal'in kişiliğine yönelen bağlılık, sultan ve halifeye duyulanın yerini aldı. Milleti yüceltmek emeli ise hiç olmazsa aydınlara ulaşılması güç, kendilerini vermelerini gerektiren bir ideal verdi. İhdas edilen milli bayramlar, düzenlenen törenler, dini tören ve bayramlarda duyulan hislerin milli günlerde de duyulmasını sağlamaya çalıştı ve bunda başarıya ulaştı.

Yarın ise hepimizi uzun uzun düşündüreceğine inandığımız konuya geçeceğiz.

Devamı Yarın...
Çakabey - avatarı
Çakabey
Ziyaretçi
30 Ekim 2005       Mesaj #10
Çakabey - avatarı
Ziyaretçi
Şimdi hepimizi uzun uzun düşündereceğine inandığımız konuya geçelim. Aynı ders kitabından alıyoruz:

Arap harflerini kullanmanın doğurduğu güçlükler* milliyetçilerce düşünülürken, Sovyetler Birliğindeki Türk Cumhuriyetlerinde Arap yazısı yerine Latin harfleri kabul edildi. Değişikliğin amacı Sovyet Türklerini kültürel bakımdan Türkiye'den dini bapları olan Araplardan ayırmak olmasına rağmen, milliyetçi kadroya Latin harflerinin Türkçe için çok daha uygun olacağını gösterdi.

"Harf Devriminin" tek amacı ve hatta en önemli amacı, "okuma yazmanın yaygınlaştırılmasını kolaylaştırmak"** değildir. Devrimin temel gayelerinden biri, yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyasıyla bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Toplumun geçmişiyle bağları ne kadar kuvvetli olursa, toplumu değiştirmek o kadar güç olurdu. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazıyla çıkan eserlerin muhtevasını ise milliyetçiler denetleyebileceklerdi. Türk yazısı ile Arap yazısı başka olduğundan, Araplarla kültür bağ ve ilişkileri zayıflayacak ve Türkiye Batıya yönelecekti. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.

*Yazar burada güçlüklerden söz ederken, sanıyoruz Kur'an alfabesinin okuma yazma güçlüğünü kastetmiyor. Zira alfabe değişikliğinin gerçek mahiyetini, ilerideki satırlarda anlatıyor. Buradaki güçlük, galiba, hakim zihniyetin ülkeye sokmak istediği mecralara eski alfabemizin engel teşkil ettiği kanaatinden kaynaklanıyor. H. Ritter, "Latin yazısından beş defa kısa ve harikulade müsait olan Arap yazısı"nın okuma yazmayı kolaylaştırdığını ve su sebeple İslam alimlerinin sayısız eser verdiğini belirtirken, Prof. Osman Turan şu görüşü ileri sürer: "Gerçekten İslam harfleri şakuli, ufki ve inkinai olduğundan onunla bir metnin yazılması ve okunması, zaman ve emek tasarrufu sağlar; Latin harfleri gibi sadece ufki ve uzun olmadığı için muhakeme mana üzerinde toplanır; Latin harfleriyle yazılı bir kelime incelenirken, eski yazı ile bir bakışta bir cümle okunur, hatta bir sahifenin muhtevasına nüfuz edilir....

**Ders kitapların böylesi iddialar, maalesef hala mevcuttur."Arap harfleriyle okuma yazma öğrenmek zordu." denilmekte ve alfabe değişikliği bu basit gerekçeye bağlanmaktadır.

Devamı Yarın...

Benzer Konular

22 Kasım 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
19 Aralık 2016 / Misafir Soru-Cevap
5 Ocak 2012 / Misafir Soru-Cevap
19 Eylül 2016 / ener Siyaset tr