Arama

Osmanlı İmparatorluğu

Güncelleme: 20 Eylül 2017 Gösterim: 173.487 Cevap: 53
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ekim 2005       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çakabey için..

Sponsorlu Bağlantılar
Ad:  arma.gif
Gösterim: 2191
Boyut:  5.5 KB

Osmanlı Devletinin Doğuşu

Anadolu Türklüğünü yeniden birliğe kavuşturan, yayılmasını ve güçlenmesini sağlayan Osmanlıların ortaya çıkışı meselesi, Batı Anadolu'nun bölgesinde yeni bir Türkiye'nin doğuşu ile sıkı sıkıya bağlıdır. Osmanlı hanedanının mensup bulunduğu, Oğuzlar'ın sağ kolu olan Günhan kolunun Kayı boyu, dokuzuncu yüzyıldan itibaren, Selçuklular'la beraber Ceyhun nehrini geçerek İran'a geldi. Rivayetlere göre, Horasan'da Merv ve Mahan tarafına yerleşen Kayılar, Moğolların tecavüzleri üzerine, yerlerini bırakarak Azerbaycan'a ve Doğu Anadolu'ya göç ettiler. Bir rivayete göre, Ahlat'a yerleşen Kayılar, oradan Erzurum ve Erzincan'a, daha sonra Amasya'ya gelerek, oradan Halep taraflarına göç ettiler. Bir kısmı Caber Kalesi civarında kalırken, diğer bir kısmı Çukurova'ya gitti. Çukurova'ya gelenler, daha sonra Erzurum civarında Sürmeliçukur'a vardılar. Aralarında çıkan ihtilaf üzerine, bir kısmı asıl yurtlarına dönerken, Ertuğrul ile kardeşi Dündar'ın emrindekiler, bir müddet Sürmeliçukur'da kaldıktan sonra, Moğolların batıya akınları üzerine, Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubad'a müracaat ederek Karacadağ taraflarındaki Rum (Bizans) hududuna yerleştirildikleri söylenirse de bu, tarihî gerçeklere pek uygun düşmemektedir.
Gündüz Alp'i Ertuğrul Gazi'nin babası olarak gösteren ve bugün ilim âleminde kabul edilen diğer bir rivayete göre ise, Gündüz Alp'in Ahlat'ta vefatından sonra oymağın başına geçen oğlu Ertuğrul Gazi, buradan hareketle Erzincan'a oradan da Bizans sınırına yakın olmak gayesiyle, Karacadağ mıntıkasına gelmiştir. Kesin olan bir şey varsa o da Ertuğrul Gazi liderliğindeki Kayıların, on üçüncü yüzyıl ortalarında Ankara'nın batısında bulunmalarıdır. Sonraları, tahminen 1231 yılında, Sultan Alâaddin'in kendilerine ıkta (arazi) olarak verdiği Söğüt ve Domaniç'e gelip yerleşmişlerdir.
Diğer taraftan Moğollar, Orta Asya Türklüğünü ve medeniyetini imha ederken, istilânın dehşeti karşısında, onların kılıcından kurtulan büyük göçebe kitleleri, şehirli âlim, tâcir, edebiyatçı ve sanatkârlar da Anadolu'ya sığınıyordu. Göç dalgaları, Selçuklu hududunda eskiden beri mevcut göçebelerle yeni Türk boylarını birbirine karıştırıyor ve uçlardaki yoğunluğu süratli bir şekilde arttırıyordu. Kaynakların kayıt ve tasvirine göre, Azerbaycan ve Arran (Karadağ) ovaları ile vadileri, karıncalar gibi kaynaşıyor ve göç dalgaları buradan Anadolu'ya akıyordu. Böylece, Moğollardan kaçan Türkmenler, Anadolu'ya nüfus ve hayatiyet getiriyor ve siyasi parçalanmaya rağmen bu ülke yeni bir kudret kazanıyordu. 1261'den itibaren, Moğol kontrolünün nispeten zayıf bulunduğu ve Türkmen nüfusunun gittikçe kuvvetlendiği Kızılırmak'ın batısındaki bölgede (Kastamonu-Ankara-Akşehir-Antalya hattının batısında) uc beylikleri ortaya çıktı. Eskişehir, Kütahya, Afyon ve Denizli, Selçuklu-İslâm kültürünün yerleştiği uc merkezleri olarak yükselip Gazi Türkmenlerin faaliyette bulunduğu en ileri uc bölgesiyle Selçuklu uc bölgesi arasında bir ara bölge haline geldiler. Uc bölgelerinde ortaya çıkan Türkmen beylikleri arasında Konya'ya hakim olan Karamanoğulları en kuvvetlisi görünüyor ve Selçukluların varisi olduğunu iddia ediyordu. Batı Anadolu'da Aydınoğulları, devrin şartlarına göre mükemmel bir donanma gücüne sahip bulunuyordu.Göçebe bir kavmin süratle denizci olması ve Adalar (Ege) Denizini alt üst eden gazalarıyla hayranlık uyandırması, şaşılacak bir gelişmeydi. Bu devir Anadolu'sunda yine mühim sayılabilecek bir güce sahip bulunan Germiyanoğulları, Karesioğuları, Menteşeoğulları, Saruhanoğulları, Hamidoğulları ve Candaroğulları beyliklerinden her biri, kendi hesabına yayılma mücadelesine girişti. Bunlar arasında Söğüt'te kurulan Osmanlı Beyliği en mütevazı bir durumda bulunuyordu.
Ertuğrul Gazi, tahminen doksan yaşında olduğu halde, 1288'de vefat ettiğinde, Osmanlı Beyliği; Karacadağ, Söğüt, Domaniç ve çevresinde 4800 kilometrekarelik mütevazı bir toprak parçasına sahipti. Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, uçtaki Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla, Kayı boyundan olduğu için, Osman Bey hepsine baş seçildi. Diğer Anadolu beyleri birbirleriyle uğraşırken Osman Bey, Bizans'la mücadele etti. Bu sayede, 1288'de Selçuklu sultanının gönderdiği hakimiyet alâmetlerini alan Osman Gazi, böylece kendi nüfuz bölgesini ve oradaki reayayı (halkı) Bizans'a ve komşu beylere karşı koruma mesuliyetini yüklenmiş oldu. Çevresine aldığı Samsa Çavuş, Konuralp, Akçakoca, Aykut Alp, Abdurrahman Gazi gibi aşiret beyleriyle birlikte fetih hareketini başlatan Osman Gazi kısa sürede İnönü, Eskişehir, Karacahisar, Yarhisar, İnegöl ve Bilecik'i zaptetti. Bilecik'in fethi ve Osman Bey'in beylik merkezini buraya nakletmesiyle; Anadolu Selçukluları'nca Moğollara karşı girişilen başarısız Sülemiş isyanı neticesinde Sultan III. Alaaddin Keykubad'ın kaçması hemen hemen aynı tarihlere rastladı. Bu sebeple Selçuklu Devleti'nin başsız kalması neticesinde daha serbest hareket etmeye başlayan Osman Gazi, bağımsızlığını (istiklâlini) ilan etti (27 Ocak 1300). Bölgenin ve Bizans'ın içinde bulunduğu durumdan istifade eden Osman Bey'in kuvvetleri, Bursa önüne kadar akınlarda bulunuyordu. Lefke, Mekece, Akhisar, Geyve ve Leblebici kalelerinin fethinden sonra Osman Gazi, askerî harekâtın başına oğlu Orhan Gazi'yi getirdi (1320). Osman Gazi, Bundan sonra ölümüne kadar, teşkilât meseleleriyle meşgul oldu. 1324 veya 1326'da öldüğü tahmin edilen Osman Bey vefat ettiği sırada, Bursa Osmanlıların eline geçti. Bursa'nın zaptından sonra, beylik merkezi buraya nakledildi ve şehir yeni binalarla süslendi. Gerçekte, Selçukluların tarih sahnesinden çekilmesiyle Anadolu bir virane görünümündeydi. Çünkü, Moğolların Anadolu'daki etkisi halâ hissediliyordu. Ancak, Selçukludan kalan değerli hazineler vardı. Bunlar dil, din ve alfabe birliğiydi. Bunun ruhu da gaza aşkı idi. Osmanlı, bunların hepsini kendinde toplamıştı. Dil, din ve alfabe birliği sayesinde, halk sınır tanımıyordu. Savaşma ve şehit olma isteği, her an, Hıristiyanlarla gaza eden Osmanlı Beyliği'ne büyük fırsatlar verdi. İşte bu aşk ve şevkle, diğer beylerin tebaası Osman eline göç etti veya en azından onların başarısı için gönülden dua etti. Âlimler de aynı yolu takip ederek, Edebâli, Dâvûd-ı Kayserî, Dursun Fakih gibi büyükler, Karaman ülkesinden kalkıp, Osmanlı toprağına kondular ve kültür faaliyetlerini başlattılar.
Orhan Gazi devrinde Bizans'a karşı kazanılan Pelekanon Muharebesi'nden sonra İznik fethedildi (1330). Orhan Gazi'nin 1361'e kadar olan hükümdarlığı devresinde Osmanlı Devleti, kardeş beylikler üzerinde hakim bir güç haline geldi. Daha önce Ege ve Rumeli'de Karesi, Saruhan ve Aydınoğulları, gaza hareketinin öncüleri durumunda idiler. Ancak, Karesi Beyliği'nin ilhakıyla Aydınoğlu Gazi Umur Bey'in, Haçlı saldırıları karşısında İzmir limanını kaybetmesi üzerine, bu bölgedeki gaza liderliği Orhan Gazi'ye geçti. Bu sırada Bizans'ta baş gösteren iç savaş ve Kantakuzen'in Gazi beylerle ittifakı, Türklerin Rumeli'ye geçişini kolaylaştırdı. Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa'nın destanlara konu olacak mahiyette gerçekleştirdiği Rumeli'ye geçiş, Türk tarihinin en büyük hadiselerinden biri oldu. İlk önce Çimpe Hisarını ele geçiren Süleyman Paşa, burayı bir üs olarak kullanmaya başladı. Daha sonra Biga'da topladığı orduyu, Güney Marmara kıyısında Kemer limanından gemilerle karşıya naklederek Bolayır'ı zaptetti. Ardından kuvvetlerini iki kola ayırarak, bir taraftan Gelibolu'ya, öbür yandan da Trakya'ya karşı iki uç kurdu ve muntazam gaza akınlarına başladı. 1354 yılında Gelibolu'nun zaptı ile, bu ilk Rumeli fatihleri yarımadanın fethini tamamladılar. 1357'de veliaht Süleyman'ın ve ardından Sultan Orhan Gazi'nin vefatları, Rumeli'deki fetihlerin bir müddet durmasına sebep oldu ise de Sultan I. Murad (1361-1389) Anadolu'da birliği sağladıktan sonra, tekrar Rumeli cihetine yönelerek Osmanlıların, Avrupa'da sağlam bir şekilde yerleşmesini sağladı. 1362'de Edirne fethedildi. Haçlı kuvvetlerine karşı 1364'de Sırpsındığı, 1371'de Çirmen zaferleri kazanıldı. Bu fetih ve zaferlerin sonunda Osmanlılar kesin olarak Avrupa'da yerleştiler ve tesir sahaları bütün Balkanları içine alan bir genişliğe erişti. Bulgaristan ve Sırbistan, Osmanlılara tabi olmayı kabul ettiler. Osmanlı kuvvetleri, üç koldan harekâta devamla, Kuzey Makedonya, Niş, Manastır, Sofya ve Ohri'yi aldılar. Diğer taraftan, Anadolu'da Türk birliğinin sağlanması için mücadele veriliyordu. Hamidoğulları Beyliğinden Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Yalvaç, Şarkikaraağaç ve Germiyanoğullarından da Kütahya, Tavşanlı, Emet, Simav ve çevresinin Osmanlılara geçmesi, Karaman-Osmanlı ilişkilerini gerginleştirdi. Çok geçmeden de iki devlet arasında savaş çıktı. Ancak, Karaman kuvvetlerini bozguna uğratan Osmanlılar, bir süre bu beyliğin saldırılarından emin oldular. Öte yandan Osmanlıları Balkanlardan atmak üzere, Sırp, Macar, Ulah, Boşnak, Arnavut, Leh ve Çek kuvvetlerinden oluşturulan büyük Haçlı kuvvetlerinin, 20 Haziran 1389'da Kosova'da yok edilmesi, tarihe, örnek imha hareketlerinden biri olarak geçti. Türk tarihinin mühim hadiselerinden biri olan Kosova Meydan Muharebesi, Doğu Avrupa'nın kaderini de tayin etti. Balkan yarımadasını asırlar boyunca Türk hakimiyeti altına koyan bu zafer sonunda, Sultan Murad-ı Hüdâvendigâr (I. Murad), bir Sırp tarafından şehid edildi.
Ertuğrul Gazi'nin, oğlu Osman Gazi'ye bıraktığı 4800 kilometrekarelik beylik, 43 yıl içinde, üç mislinden daha fazla büyüyerek 16000 kilometrekareye ulaştı. Orhan Gazi ise, babasından devraldığı devletini, altı kat daha büyüterek, 95 bin kilometrekareye çıkardı. Nihayet, Murad-ı Hüdâvendigâr, 1361-1389 yılları arasında, devletini beş misli daha büyüterek, 500 bin kilometrekareye yükseltti. Artık aşiretten beyliğe geçen Osmanlı Devleti, imparatorluğa hazırlanıyordu ve gayesini de çizmişti.
Gerçekten de, bir aşiretten, cihangir bir imparatorluğa giden yolda, neler yapıldığı incelenecek olursa, devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır. Nitekim Fransız tarihçisi Grengur da "Bu yeni imparatorluğun teessüsü, beşer tarihinin en büyük ve hayrete değer vakalarından biridir" demektedir.
Bu hızlı yükselişin sebepleri şöyle sıralanabilir:
1. Osman Gazi ve haleflerinin gerçekleştirdiği fetihler, Anadolu halkı için yeni gaza ve yerleşme sahaları açmakta idi. Osmanlıların devamlı ilerlemesini gören Anadolu'daki yiğit ve savaşçı gaziler gittikçe artan bir sayıda, Rumeli uçlarına intikal ediyordu.
2. Samsa Çavuş, Konur Alp, Akçakoca, Aykut alp, Abdurrahman Gazi, Hacı İlbeyi ve Evrenos Gazi gibi hareket serbestisi olan beylerin idaresinde toplanan kuvvetler, devamlı taarruz ve ilerlemeyle yeni hatlara yerleşiyorlar ve akınlar devam ediyordu.
3. Fethedilen bölgelere, Anadolu'dan göçen yörük ve köylü kitleleri, alp-erenler, dervişler, ahîler öncülük etmekteydiler. Onlar gazilerin yanında, hattâ bazen ilerisinde zaviyeler kurarak, sonradan gelen köylüler için tutunma ve toplanma merkezleri meydana getiriyorlardı.
4. Anadolu'dan gelen fakir köylülerle ırgatlar, zaviye etrafında, ekseriya derviş adı altında, bazı yükümlülüklerden muaf olarak toprağı işlemekte ve bir Türk köyünün doğmasına yol açmakta idiler. Nitekim Trakya'da köy adlarının büyük çoğunluğu bu gibi derviş, şeyh veya fakihlerin isimlerini bugün bile taşımaktadır.
5. Osmanlı fetihleri yalnız kılıçla değil, daha çok istimâlet denilen uzlaştırıcı ve sevdirici bir politika neticesinde gerçekleşmekteydi. Osmanlı idaresinin, gayrimüslimlere can ve mal güvenliğiyle dinlerinde serbestlik tanıması, onların gitgide İslâm'ı kabul etmelerine yol açıyordu. Yine bu durumun sonucu olarak çok defa, geniş bölgeler, şehir ve kasabalar kendiliğinden Osmanlı hakimiyetini tanımakta idiler.
6. Osmanlılar, Anadolu'da, Hıristiyan varlıklarını ve idare tarzlarını bozmayarak onları kendi nüfuzları altına aldılar. Bu müsamahayı, Rumeli'de daha geniş surette ve onların eski varlıklarını korumak üzere uyguladılar. Baştan başa Hıristiyanlarla meskûn olan Balkan Yarımadası halkı, kısa zaman içinde bu tarzdaki âdilâne hareket ve idarî siyasetteki incelik sayesinde İslamiyet'i seçti.
7. Balkanlarda Bizans İmparatorluğunun bozulmuş olan yönetim tarzı neticesinde, ağır ve keyfî vergiler, soygunlar ve asayişsizlik yayılmıştı. Buna mukabil, Türklerin disiplinli hareketleri, fethedilen yerlerin halkına karşı adaletli, şefkatli ve taassuptan uzak bir politika takip etmeleri, vergilerin, tebaanın ödeyebileceği şekilde uygulanması ve özellikle mutaassıp Ortodoks olan Balkan halkını Katolik mezhebine girmeleri için ölümle tehdit edenlere karşı, Türklerin buralardaki unsurların dinî ve vicdanî duygularına hürmet göstermeleri, Balkan halkının, Osmanlı idaresini Katolik baskısına karşı, bir kurtarıcı olarak karşılamalarına sebep oldu.
8. Osmanlı fetihlerinin en bariz vasfı, gelişigüzel, macera ve çapul şeklinde değil, bir program altında, şuurlu bir yerleşme şeklinde olmuş olmasıdır. Bu da fethedilen yerlerdeki halkın hoşnutluğuna ve yeni idareden memnun olmalarına yol açtı. Fetih programının esaslarından biri de yeni elde edilen stratejik yerlere, büyük ve önemli şehir ve kasabalara Anadolu'dan göçmenler getirilerek yerleştirmek suretiyle muhtelif kısımlara ayrılıp, şehir ve kasabalarda derhal ilmî ve sosyal müesseseler oluşturulmasıdır.
9. Nihayet Balkan fetihlerinin gelişmesinde ve istikrarında, asırlarca evvel Balkanlara gelerek yerleşen ve daha sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan, fakat Türklüğünü unutmayan Peçenek, Kuman ve Gagavuzlar ile Vardarların da etkili olmaları ihtimal dahilindedir.
Osmanlı Beyliği, daha kurulduğu andan itibaren askerî, adlî ve malî teşkilatla işe başladı. Bilhassa askerî işlere fazla önem verilerek, başarının sebepleri hazırlandı. Fakat bu görünüşteki kudret, tamamen ayrı dinde olan yabancı bir bölgede, yani Balkanlarda yayılma ve yerleşme için yeterli değildi. Bu iş, daha fazla, manevî ruhî sebeplerle, öylesine göz kamaştırıcı bir hızla ve şuurlu bir biçimde oldu ki, bugün dahi düşünenleri hayretler içinde bırakmakta ve 20. yüzyılda bile benzeri görülmemiş bu hareket, dün olduğu gibi bugün de yerli ve yabancı nesillerin hayranlığını çekmektedir. Nitekim, zamanın tarihçi, düşünür ve ilim adamları, bu hususta şunları söylemektedir: "...Hıristiyan dünyasındaki arkası kesilmeyen Yahudi düşmanlığı ve Engizisyona karşılık, Hıristiyan ve Müslümanlar, Osmanlıların idaresi altında âhenk içinde yaşıyorlardı..." (Gibbons)
"...Türklerin zihnine ve hafızasına nakşedilmiş olan prensipler, onları yeryüzündeki insanların en insaniyetlisi, en hayırseveri haline getirmiştir. Bütün bu faziletlere rağmen Avrupalıların barbar demesi, yırtıcı bulması, savaşlarına göre hüküm vermesinden ileri gelir. Gerçekten Müslümanlar canlarını esirgemeden savaşırlar, düşmanları aynı zamanda dinlerinin de düşmanıdır. Bu şecaat (kahramanlık) Türkler'e sadece dinlerinden değil, aynı zamanda millî karakterlerinden gelir. Ama bir milletin gerçek karakteri, savaş alanının silah gürültüleri arasında tayin edilemez. Türkleri gerçekten tanımak isteyenler, onların faziletlerini değerlendirmeli, törelerin karakter ve fiillerindeki tesirlerini muhakeme etmeli, onları barış zamanındaki örf ve âdetleri içinde incelemelidir. Aslında Türkler, savaşta ne kadar sert, mağrur ve yırtıcı iseler, barışta da o kadar sakindirler. En büyük kahramanlıkları gösteren, gözlerini kırpmadan ateşe atılan bu insanlar, günlük hayatlarına döndükleri zaman, gerçek karakterlerini alırlar. O zaman onların insanî duygularla dolu, iyiliksever insanlar olduğu anlaşılır
Bu duygu, bütün Türklere şamildir. Hepsinin de ruhuna öylesine derin bir şekilde işlemiştir ki, savaşta birer cesaret timsali olan bu kimseler, barışta, fakir babası, düşkünün dostu olurlar. İçlerinde en kötüsü, en hasisi bile, yine de bir vazife olarak iyilik etmekten çekinmez..." (D'ohsson).
Sonuç olarak Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında, sağlam bir âhenk, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezada izin vermemekle, dünya tarihinde milletlerarası en kudretli ve cihanşümûl bir siyasî varlık teşkil etti. Osmanlı Devleti ve sultanlarının davaları da, kendi tabirleri ile "nizam-ı âlem" (dünya barışı) üzerinde toplanıyor, koca devletin varlık sebebi ve savaşları da, millî ve insanî esaslara bağlı bulunan bir cihan hakimiyeti düşüncesine dayanıyordu.
Osman Gazi'nin, bütün Osmanlı sultanlarının bir anayasa olarak kabul ettikleri ve uyguladıkları, vasiyetnamesinin özü şu şekildedir: "Allah ü teâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini âlimlerden sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in'âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adaletle şenlendir ve Allah için çalışmayı terk etmeyerek beni şâd et. Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm (yumuşaklık) göster! Askerine ve malına gurur getirip, ilim ehlinden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız, Allah'ın dînini yaymaktır. Yoksa, gavga ve cihangirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâima herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör."

Kaynak: Genel Türk Tarihi / dallog.com

Son düzenleyen Blue Blood; 5 Ağustos 2006 17:00
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Ekim 2005       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Haçlı Seferleri

Papalığın teşvikiyle, Hıristiyan Avrupalıların, Müslümanlara karşı tertip ettikleri seferlerin umumî adı. En önemlisi dînî olmak üzere, siyasî, sosyal ve iktisadî sebeplere dayanan Haçlı seferlerini, Papa İkinci Urbanus, 1095 yılında toplanan Clermont Konsili’nde yaptığı konuşmayla başlatmıştır. Asırlarca devam edip, milyonlarca insanın can kaybına, devletlerin yıkılıp, ülkelerin tahrip olunmasına sebep olmuştur.
Sponsorlu Bağlantılar
Doğu Hıristiyanlığının temsilcisi Bizans İmparatorluğu (395-1453), 1071 yılında Selçuklu Devleti (1038-1194) ile yaptığı Malazgirt Savaşı'nda yenilince, Türklere Anadolu kapıları açıldı. Selçuklu akıncıları, birkaç sene içinde Ege, Akdeniz ve Marmara kıyılarına ulaştılar ve Bizans’ın başkenti olan İstanbul’u zorlamaya başladılar. 1075’te Türkiye Selçuklu Devleti'ni kurup, İznik’i başkent yapmaları, Avrupa’nın en büyük Hıristiyan devleti olan Bizans’ı kökünden sallamaya başladı. Bu durum Avrupalıları telâşa düşürdü. Çünkü Bizans’ın düşmesi Türklerin Avrupa’ya hakim olmasına yol açacaktı. Bunun önüne geçilip, Türklerin durdurulması gerekiyordu. Hattâ Anadolu dahil bütün Ortadoğu’dan atılmalıydılar. İkinci büyük sebep ise, iktisadî idi. Avrupa, 11. asırda müthiş bir fakirlik içindeydi. Kralların sarayları bile taş yığınlarından ibaretti. Altın, gümüş ve değerli madenlerin bir çoğu, Türklerin ve doğu kavimlerinin elindeydi. Avrupa, en iptidaî maddeler için bile doğuya muhtaçtı. Ziraat, çok ilkel usullerle yapılıyordu. Sulama sistemi yoktu. Fransa, Almanya, Venedik gibi büyük sayılan Avrupa devletlerinin senelik geliri, en mütevazı Türk beylerinin gelirlerinden azdı. Halk, önüne gelenin yağma ve talanından bıkmış, bir asilzâde veya eşkıya tarafından öldürüleceği günü bekliyordu.

Bu sırada Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah vefat etmiş, iç karışıklıklar baş göstermişti. Şiî-Fatımî Devleti, Selçukluların amansız düşmanı olup, Hıristiyanların müttefikiydi. Bütün bunlar, Papa İkinci Urbanus’u Hıristiyanları birleştirerek Müslümanların üzerine saldırtmaya teşvik ediyordu. Böylece, bu papaz, Kudüs şehrini, Türklerin elinden almak için faaliyete başladı. Sadece Pierre L’Ermite isminde yoksul bir Fransız keşişi, etrafına 50.000 Fransız toplamıştı. Bunlar, Almanya’ya gelince, kendilerine 50.000 Alman serserisi daha katıldı. Macaristan’da ve Balkanlarda daha da çoğalan bu çapulcu ordusu, 1096-1270 seneleri arasında tertiplenen sekiz Haçlı seferinin ilk ordusu oldu.

Birinci Haçlı Seferi (1096-1099)

Papaz Pierre L’Ermite ve şövalye Yoksul Gautier öncülüğünde İstanbul’a gelen bu topluluk, Bizans İmparatoru tarafından hemen Anadolu’ya geçirildi. Bunlar, doğunun zenginliklerine kapılıp, yağma ve tahribatlar yaparak yerli ahaliye zulmettiler. Anadolu Selçuklu Sultanı Birinci Kılıç Arslan, İznik önlerinde bu ilk Haçlı kuvvetlerini durdurarak, kılıçtan geçirdi. Bunların arkasından Aşağı Lorraine Dükü Gedefroi Bouillon’un komutasındaki Haçlı ordusu yola çıktı. Bu orduda; birçok ünlü şövalye, soylu, kont ve dukalar vardı. Avrupa’nın bütün imkânları kullanılarak hazırlanmış olan bu ordu, 600.000 kişiden müteşekkildi. Almanya’nın Rhein kıyılarında 10.000 Yahudi'yi kılıçtan geçiren bu Haçlı ordusu, İstanbul’a doğru gelirken, ülkesinde de yağma ve katliam yapılmasından endişe eden Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos, onlarla anlaştı. Haçlılar, erzak ihtiyaçlarının temini karşılığında, Anadolu’da aldıkları yerleri Bizans’a vereceklerdi. Antlaşma sonrası Anadolu’ya geçen Haçlılar, 1097 senesi Mayıs ayında Türkiye Selçuklularının başşehri İznik’i kuşattılar. Kanlı çarpışmalar iki taraftan da ağır kayıplara sebep oldu. Altı yüz bin kişilik Haçlı ordusu karşısında verdiği kayıplara dayanamayan Birinci Kılıç Arslan, çarpışarak geri çekildi. İznik, Bizans’ın eline geçti. Eskişehir istikametinden Anadolu’ya giren Haçlı ordusuna karşı Sultan Birinci Kılıç Arslan (1092-1107), yıpratma savaşlarına başladı. Anadolu’da Haçlıları en stratejik bölgelerde yakalayıp, âni baskınlarla imha hareketlerine girişti, pek çoğunu kırdı.

Haçlıların yanında, Bizans İmparatoru da, durumdan faydalanarak Türkiye Selçuklularının batı bölgelerindeki topraklarını işgal etti. Ermeniler ise, Türklerin Haçlılarla uğraşmalarını fırsat bilip, Toroslar'a bir müddet hakim oldular. Altı yüz bin kişilik kuvvetle Anadolu’ya geçen Haçlılar, Türklerin imha hareketi sonucu, Antakya Kalesi önlerine geldiklerinde 100.000’e inmişti. 1097 yılı Ekim ayında Antakya’yı kuşatan Haçlılar, kale içindeki Hıristiyan ahaliden birinin ihaneti sonucu, dokuz ay sonra, Haziran 1098’de şehre girebildiler. Musul Atabeği Kürboğa Beyin kumandasındaki Müslüman-Türk ordusu, Antakya’yı Haçlılardan geri almak için teşebbüse geçti. Fakat şehir alınmak üzereyken aralarında çıkan fitne, başarısızlığa yol açtı. Haçlılar, yaptıkları huruç hareketiyle, bu Müslüman ordusunu dağıttılar.

Antakya’yı alan Haçlılar, kırk bine düşen kuvvetleriyle Kudüs’e hareket ettiler. Şiî-Fatımîlerin elinde olan şehir, kısa sürede Haçlıların eline geçti. Müslüman, Musevî ve Hıristiyanların yaşadığı ve her üç din mensuplarınca da kutsal olan Kudüs, Haçlıların eline geçince, büyük bir katliama uğradı. Yetmiş bin Müslüman ve Yahudi'yi, mabetlere sığınan kadınlar ve çocuklar dahil, acımasızca kılıçtan geçirdiler. Şehrin sokakları, kan ve cesetlerden geçilmez oldu.

Birinci Haçlı Seferi neticesinde Kudüs’te Katolik Latin Krallığı, Antakya ve Urfa’da birer Haçlı devleti kuruldu. Hıristiyanlar Ortadoğu’yu bu vesile ile tanıyıp, Doğu Akdeniz kıyılarına yerleştiler. Müslümanlarca Mekke ve Medine’den sonra en mukaddes şehir olan Kudüs’ün, Şiî-Fatımîlerce Haçlılara teslimi, büyük üzüntüye yol açtı. Müslümanlar, Haçlıları Ortadoğu’dan atmak için hemen teşebbüse geçtiler. 1144 senesinde Musul Atabegi İmâdeddin Zengî, Urfa’yı geri aldı. Bu durum İkinci Haçlı Seferine sebep oldu.

İkinci Haçlı Seferi (1147-1149)

Urfa’nın Müslümanlar tarafından geri alınması üzerine, papa Eugenius’un teşviki ve papaz Saint Bernard’ın propagandası neticesinde İkinci Haçlı Seferi başlatıldı. Seferin komutanlığını, Yedinci Louis ile Almanya İmparatoru Üçüncü Konrad yapıyordu. Alman İmparatoru komutasında 75.000 kişilik ilk kafile, Konya Ovasına geldi. Bu ordu, Türkiye Selçukluları Sultanı Birinci Mesud tarafından imha edildi. Alman İmparatoru, canını zor kurtararak, beş bin kişiyle İznik’e sığındı. Fransa Kralı Yedinci Louis, 150.000 kişi ile yola çıktı. Alman İmparatorunun geriye kalmış döküntü kuvvetleriyle İznik’te birleşti. Bu kalabalık orduya karşı meydan muharebesi yapmayı uygun bulmayan Sultan Mesud, Haçlıları, Toroslar geçidine çekti. Burada büyük kayıplara uğratılan Haçlıların artıkları, Antakya’ya sığındılar. Şam’ı muhasara ettilerse de, Türkler tarafından mağlup edildiler.

Üçüncü Haçlı Seferi (1189-1192)

Selahaddin Eyyubî, Şiî-Fatımî Devletini ortadan kaldırıp, Eyyubî Devleti'ni kurduktan sonra, Haçlılara karşı harekete geçti. 1097 senesinden beri Haçlıların elinde bulunan Kudüs’ü, 1187 senesinde Hattin Zaferinden sonra ele geçirdi. Hıristiyanların birkaç kıyı şehir hariç, Ortadoğu’dan atılmaları, Avrupalıları endişelendirdi. Papa Üçüncü Clemens’in teşvikiyle Fransa ve İngiltere Kralları ile Alman İmparatoru, Üçüncü Haçlı Seferine katıldılar. Sonu hezimet olmasına rağmen, Avrupa’nın en ünlü kral, imparator ve kumandanlarının katıldığı bu sefer, meşhurdur.

Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa, kara yolu, Fransız Kralı Philippe Auguste ile İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard, deniz yoluyla hareket ettiler. Alman İmparatoruna, Türkiye Selçukluları Sultanı İkinci Kılıç Arslan, elçileriyle Anadolu’ya girmemesini teklif etmişse de, kabul etmedi. Türkleri dinlemeyen İmparator Friedrich Barbarossa, ordusunun büyük bir kısmını Selçuklu askerlerinin elinde kaybetti. Sonunda, Akdeniz’e ulaşamadan nehirde boğuldu. Başsız kalan ve ağır zayiat veren haçlılar, perişan bir vaziyette Filistin’e ulaştılar. İngiltere Kralı, deniz yoluyla Kıbrıs’a varıp, Bizans valisini adadan kovarak Latin Krallığını kurdu. Kıbrıs’tan Akka’ya geçen Arslan Yürekli Richard ve deniz yoluyla Akka’ya varan Fransız Kralı, uzun süren muhasaradan sonra kaleyi aldı. Kudüs’ü yeniden almak için savaştılarsa da muvaffak olamadılar. Fransa ve İngiltere kralları, acı tecrübeler ve ağır kayıplar neticesinde, Kudüs’ü alamayacaklarını anlayınca, ülkelerine döndüler.

Dördüncü Haçlı Seferi (1204)

Papa Üçüncü Innocentius’un çağrısı, Foutges de Neville’nin propagandası neticesinde Bonifacio’nun tertip ettiği bu Haçlı seferine Almanya İmparatoru Altıncı Heinrich katıldı. Papanın itiraz etmesine rağmen Haçlılar, Venedik gemileriyle İstanbul önüne geldiler. 1204 yılında, Ortodoks Bizanslılardan İstanbul’u aldılar. Şehrin zenginliği, Katolik Hıristiyanları şaşkına döndürdü. İstanbul’u yağmalayıp, tahrip ettiler. Dindaşlarına her türlü zulmü, her çeşit kötülüğü yaptılar. Bizans İmparatoru, tahtını İstanbul’dan İznik’e taşıdı. Bu olay, Bizans tarihinde ilk defa oluyordu. Nihayet İstanbul’da 1261 senesine kadar devam eden “Latin İmparatorluğu” kuruldu. Bu sefer sonunda Venedik ve Ceneviz Devletleri, Yakındoğu’da, büyük nüfuz ve toprak parçaları elde edip zenginleştiler. Haçlılar, dindaşları olan İstanbul’un Ortodoks Hıristiyanlarına, çok zulüm ve eziyet yaptılar. İstanbul’un sanat eserleri, zengin olmak hırsıyla tahrip edildi, evler yağmalanıp, binlerce İstanbullu, şehrin tarihinde görülmemiş, insanlık dışı tecavüzlere uğradı, soyuldu ve işkenceyle öldürüldü. Dördüncü Haçlı Seferinden, Müslümanlardan ziyade, Ortodoks Hıristiyanlar zarar gördü.

Beşinci Haçlı Seferi (1217-1221)

Papa Üçüncü Honorius’un teşvikiyle Macar Kralı İkinci Andrias, Kuzey Avrupa’dan gelen Haçlılarla, 1217 senesinde Akka’ya geldi. Kral Andrias, Müslümanlar karşısında dayanamayınca, geri döndü. Geride kalanlar Dimyat’a saldırıp, şehri aldılar. Daha sonra Kahire’ye yöneldilerse de Eyyubîler tarafından bozguna uğratılıp, dağıtıldılar.

Altıncı Haçlı Seferi (1228-1229)

Papa Dokuzuncu Gregorius’un teşvikiyle Alman İmparatoru Üçüncü Frederich tarafından tertip edildi. Alman İmparatoru Kudüs’e kadar geldi. Eyyubî Sultanı Melik Kâmil’in dış baskılardan bunaldığı bir devrede, Haçlıların Kudüs’e gelmeleri antlaşma zemini doğmasına sebep oldu. Antlaşma ile Kudüs Haçlıların eline geçti. Fakat Türkler tarafından mağlup edilmeleri sonucunda şehir, tekrar Eyyubîlere teslim edildi.

Yedinci Haçlı Seferi (1248-1254)

Kudüs’ün Müslümanlar tarafından alınması üzerine, Fransa Kralı St. Louis tarafından tertip edildi. Mısır’da yeni kurulan Memlûklular, Haçlıları, 1250 senesinde, Mansûre Meydan Muharebesinde mağlup edip, Fransa Kralını da esir aldılar. Haçlılar dağıldı. St. Louis, Dimyat’ı Müslümanlara verip ülkesine döndü.

Sekizinci Haçlı Seferi (1268-1270)

Antakya’nın Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve Yedinci Haçlı Seferinin öcünü almak için Fransa Kralı St. Louis tarafından düzenlendi. Bu seferin hedefi, Kudüs olmayıp, Akdeniz kıyılarındaki Müslüman denizciler üzerineydi. St. Louis, Tunus’a çıktıysa da, salgın hastalıktan öldü. Fransa ordusu geri döndü. Bu sefer de başarısızlıkla sonuçlandı.

1096-1270 seneleri arasında, Müslümanlara karşı düzenlenen Haçlı seferleri sonucunda, bir takım Lâtin devletleri kuruldu. Bunlar, Kudüs Krallığı, Kıbrıs Krallığı, Trablus Kontluğu, Antakya Prensliği, Urfa Kontluğu, İstanbul Lâtin İmparatorluğu, Mora Prensliği, Atina Dukalığı, Kefalonya Kontluğu, Naksos Dukalığı, Saint Jean Şövalyeleri idi. Bu Lâtin devletleri, Türkler tarafından ortadan kaldırıldı ve Haçlılardan hiçbir iz bırakılmadı. Fakat Haçlı seferleri, 1270 senesinde son bulmuş değildir. Her zaman Hıristiyanlar, Müslümanlara karşı askerî kuvvet birleşiminin yanında; siyasî, kültürel ve ekonomik alanlarda da cephe birliği içinde olmuşlardır.

Asırlarca devam eden Haçlı seferleri sonucu, pek çok kan döküldü ve milyonlarca insan can verdi; nice ülkeler harap oldu. Bu seferler, dinî, siyasî, sosyal, kültürel, iktisadî birçok hâdiselere sebep oldu. Müslümanlara karşı savaşa katılmaya teşvik için, Avrupa’da bir çok Hıristiyan tarikatları kuruldu. Seferlere iştirak için Avrupalıların dindarına, maceraperestine, işsiz-güçsüzüne ayrı ayrı vaadlerle propaganda yapılıp, Müslümanların karşısında bütün bunların boş çıkması neticesinde, papalığın ve kiliselerin otoritesi sarsıldı.

Bu seferler sonunda Hıristiyanlar, Müslümanları yakından tanıdılar. Harp meydanlarında aslanlar gibi cesurca dövüşen Müslümanların, aslında çok merhametli, iyiliksever, misafirperver olduklarını yakından gördüler. Müslümanların, papazların bahsettikleri gibi olmaması, Avrupalı Hıristiyanların daha önceki düşüncelerini değiştirdi.

Papalık, bu seferlerin masraflarını karşılamak gayesiyle, Hıristiyanların ruhanî işleri için vergi almak âdetini çıkardı. Bulunduğu çevrenin kilisesine vergisini vermeyenler, Hıristiyanlıktan aforoz edildi. Misyonerler faaliyetlerini artırıp, Asya ve Afrika’da, Hıristiyanlığı yaymaya çalıştılar.

Haçlı seferlerine katılan şövalyelerin, Müslümanlar karşısında güçsüzlüğü anlaşılınca, derebeylik idaresi zaafa uğradı. Merkezî otoritenin hakimiyeti artıp, Avrupa’da krallık rejimi kuvvetlendi. Köle durumundaki köylü, toprak sahibi efendilerinden arazi alarak, mal mülk sahibi oldu. Avrupa’da aralarında büyük eşitsizlik ve adaletsizlik uçurumu bulunan sınıflar arasındaki fark, kısmen azaldı.

Doğu sanat ve medeniyetini tanıyıp, İslamî eserlere hayran olan Haçlılar, Müslümanlardan sanat ve teknik alanda birçok yenilikleri ve keşifleri öğrendiler. Pek çok eseri yağmalayarak Avrupa’ya kaçırdılar. Bu ise, Avrupa’da ilim ve tekniğin gelişmesine sebep oldu. Müslümanlardan kâğıt ve pusulayı da öğrenen Haçlılarda gemicilik çok gelişti. Venedik, Cenova, Marsilya, Pisa gibi Akdeniz limanlarının önemi artıp, ticarî faaliyetler hız kazandı. Bu şehirler, serbest bölgeler mahiyetini alıp, Batı ve Doğunun ticareti gelişti.

Haçlı seferleri neticesinde Müslümanlar, Bizanslılar ve Yahudiler çok zarar gördü. İslâm ülkeleri ve devletleri harap oldu. Yüz binlerce Müslüman; Anadolu, Mısır, Suriye ve özellikle Kudüs’te kılıçtan geçirilip, yerleşim alanları yağmalanarak yakılıp yıkıldı. Kadınlar ve çocuklar bile hunharca öldürüldü. Haçlıların kılıcından sadece Müslümanlar değil, Yahudiler, özellikle Ortodoks Bizans da nasibini aldı. İstanbul’un zenginliğine hayran kalan Latin Katolikler, şehrin sanat eserlerini zengin olmak hırsıyla yağmaladılar. Ortodoks ahaliye saldırıp mal, can ve ırzlarına ziyadesiyle zarar verdiler. İstanbullular, şehri terk etmek zorunda kaldı. Haçlı zulmü o kadar arttı ki, asırlardır İstanbul’da bulunan Bizans İmparatorluk tahtı, şehirden çıkarılıp, önceden Türkiye Selçukluları Devletinin başşehri olan İznik’e taşındı. Bizanslılar, 1261 senesinde İstanbul’u Haçlılardan geri aldılar.

Haçlı seferleri sonucunda, İslâm medeniyetini tanıyan Avrupa’da, ilim ve teknikte gelişmeler olup, merkezî otoritenin kuvvetlenmesi yanında, Müslümanlara karşı asırlarca devam edecek askerî, siyasî, iktisadî ve kültürel politikanın da tespit edilip, safha safha tatbikine sebep olmuştur.

Osmanlı Devleti'ne ve diğer Müslüman devletlere karşı, 1364 Sırpsındığı, 1389 Birinci Kosova, 1396 Niğbolu, 1444 Varna, 1448 İkinci Kosova, 1453 İstanbul, 1538 Preveze, 1571 Kıbrıs, 1683 Viyana Kuşatması, Osmanlı Devletinin yıkılması ve 1919-1922 İstiklal mücadelemizde Haçlılar ittifak edip, Müslümanlara karşı cephe aldılar. Hattâ Kudüs’ün elimizden çıkması üzerine, müttefikimiz olan Almanlar, bayram yaptılar.

Batılıların geçen asırlarda ve günümüzde, İslâm ülkelerine karşı tatbik ettikleri yayılmacılık ve sömürgecilik hareketleri, İslâm dinine saldırmaları ve Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak için yaptıkları bütün dejenerasyon faaliyetleri, geçmişteki Haçlı seferlerinin, hâlen soğuk savaş, kültürel ve ekonomik savaş olarak devam ettiğini göstermekte, bugün bile pek çok eserimiz çalınarak batıya kaçırılmaktadır. Aksine, batıdan ülkemize kaçırılmış bir tek eser bile görülmemiştir. Batı, her hususta bunu bugün bile tatbik etmektedir.



kaynak: dallog.com
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Aralık 2005       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Onlar,ortaçağdan bu çağlara doğru bütün dünyaya Allah'ı tanıttılar. Allah'ın adaletini temsil ettiler. Allah yolunda fedakarlığı öğrettiler. Osmanlı, fedakarlıkların üzerine bina edildi. Devleti Âliye, Nizam-ı Âlem devlet, o Osmanlıydı. Ve hepsi Allah'a hizmet yolunda; kadın olsun, erkek olsun el ele, gönül gönüle.... Başkalarını imrendirecek bir davranış biçimleri dizisinin sahibi oldular. Kur'ân erleriydiler, sahabe gibiydiler.Osmanlı, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahabeden sonra İslâm'ı gerçek anlamda yaşayan ikinci topluluktu. Osmanlı, Kur'ân'daki İslâm'ı yaşadı. Osmanlı, "tasavvuf'u"yaşadı.
Yükselme devri boyunca padişahtan aşağıya doğru herkes, Allah'ın dostuydu. Sultan Osman'dan başlayarak hepsinin mürşidleri oldu. Görüyoruz ki; mürşide yüzde yüz bağlı olan padişah, aslında Allah'ın padişahı oluyordu. Bu dizaynın yukarıdan aşağı inen çatısına baktığımız zaman; önce Allah' ı görüyoruz, sonra Allah' a bağlı mürşid, mürşide bağlı padişah, sonra onun emrinde kim varsa hepsi Allah' a dostlar.
Bu dizayn devleti nereye ulaştırdı?
Osmanlı bir süre sonra Nizam-ı Âlem adını aldı.
Kim Osmanlı'dan yardım istemişse, Osmanlı yardıma koşmuştur. Fransa Kralı yaptığı savaşta zor duruma düşünce, Osmanlı'ya müracaat etti. Osmanlı onu himayesine aldı. Hangi şartlarda olursa olsun, nerede İslâm'a karşı saldırı olursa, Osmanlı ordusu orada olurdu. Onlar Allah için yaşadı ve devleti idare etti
Osmanlı'nın başında hep Allah'ı görüyoruz.
Yeniçeri ocağına hiç bir acemi oğlan, bir mürşide bağlı olmadıkça adım atamazdı. İlk eğitimin verildiği yerde böyle bir hedefe ulaşmak için mutlaka bir mürşide tâbî olmak gerekiyordu. Allah'ın velayet mertebesineulaşamayan, subay olamazdı. Paşalar, daimî zikir sahibiydi. Kara orduları böyle olan Osmanlı'da, deryada da aynı durum söz konusuydu. Bütün reisler Allah için savaş verirdi.

14 asır sonra İslâm'ı yaşayan topluluk Osmanlı'ydı. Esnaf da aynı standarttaydı, asırlarca evvel lonca sisteminde Allah'ın esnafı olmuşlardı. Hiç bir genç, mürşidin elini öpmedikçe çırak olamazdı, hiç kimse evliya olmadan kalfa olamazdı, daimî zikre ulaşmadan usta olunmazdı.

600-700 yıl evvelki kök boyalarının sırrı hâlâ çözülemedi. O tarihten bugüne kadar, o kumaşların boyası dün boyanmış gibi tazeliğini koruyor. Gidin müzelere dikkatle bakın. Bugün en kalite boyayı kullansanız da kumaşlarınızın boyası çıkıyor. Onların sırrı çözülemedi.

1500'lü yıllarda Piri Reis bir harita yapıyor , Grönland' ın üç adadan olduğu kesinlikle anlaşılıyor; aynı harita Kahire' den 30 km yükseklikten çekilen fotoğrafla aynı. Piri Reis nasıl yaptı bu haritayı?

Nasıl oldu da Hasan Celal bundan beş yüz yıl evvel barutu macun haline getirerek füze yaptı ve onunla uçmayı başardı?

Nasıl oldu da Hazerfen Ahmet Çelebi, Galata kulesinden Üsküdar'a kadar uçmayı başardı? Bunların hepsi Allah'ın yardımıyla gerçekleşen şeyler. Öyleyse, Allah'ın indinde Osmanlı Devleti'ne dikkatle bakın.

Hâlâ derler ki; Osmanlı kaçırdığı çocukları sarayda eğitime tâbi tutuyordu. Hayır, öyle değil! Osmanlı'nın gittiği her yere adalet götürmesine hayran olan Batı, "Bu çocukları enderunda okutun, sizin gibi adaleti öğrensinler." diye çocuklarını getirip Osmanlı'ya teslim ediyordu.

O zaman Avrupa'da asillerle halk arasında korkunç bir uçurum vardı. Bir asil, halktan birisini öldürse kimse ona hesap soramazdı. Osmanlı ise padişahını yargılıyor ve kadı, padişahı mahkum edebiliyordu.

Osmanlı adaleti dünyaya örnek oldu. Sahabeden sonra İslâm'ı yaşayan en üstün topluluktu Osmanlı. Kitle halinde, ordu, donanma, esnaf ve halkın çok büyük çoğunluğu tasavvuftaydı. Bu, Osmanlı' nın dünyaya nizam veren temelini teşkil ediyordu. Adalet bütün boyutlarıyla her zaman geçerliydi. Bunun için kadıların adalet dağıtmasına gerek yoktu.

Kapalıçarşı'da bir dükkan sahibi, namazdan sonra bir ihtiyacını almak üzere gelen müşterisine istediğini vermiyor ve "Şu karşıdaki dükkanda istediğin şeyden var , ondan al" diyor, adam sebebini sorduğunda ise " Ben, sabah siftahımı yaptım ama o kardeşim yapmadı" diyor ve adam gidip istediğini oradan alıyor. Yabancı olan bu kişi Osmanlı'nın bu adaletine şaşırıp kalıyordu.
Köprünün altından ne kadar sular akmış. İşte Osmanlı' nın en büyük standardı kul hakkına riayet etmekti.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı harp kadırgaları, Avrupa'daki bütün kadırgalardan fazlaydı. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul' u aldığında ordusu o dönemin en mütekamil ordusuydu. Son icatların hepsi ordunun içindeydi, en büyük toplar Fatih Sultan Mehmet tarafından döktürülmüştü. Osmanlı sadece Allah'ın yardımına değil, zamanın getirdiği bütün teknikleri kullanabilme stratejisine sahipti.

Osmanlı, Allah'ın indinde başka ülkeleri hiçbir zaman küçük görmemiştir. Bu yüzden Avrupa tebaası Osmanlı'ya hayrandı. Yüzbinlerce akıncının herbiri en az üç lisan bilirdi. O devrin en usta kılıç kullananları onlardı. Avrupa, akıncılar denildiğinde olduğu yerde dururdu.

Allah' ın düşmanları saraya girdikten sonra adım adım gerçek evliyaların yerini cinci hocalar aldı. İlk cinci hoca saraya Kösem Sultan zamanında girdi. Osmanlı'nın şaşası bir süre daha devam etti; ancak cinci hocalar evliyaların yerini alınca Allah'ın dostları devreden çıktı ve şeytanın dostları devreye girdi. Böylece Osmanlı duraklama ve gerileme devrine girdi.
Dünyaya askerlik stratejisini, askerliği öğreten Osmanlı'nın yerini, yabancı ülkelerdeki harp okulları aldı ve Osmanlı da subaylarını onların okullarına göndermeye başladı.
Böylece Nizam-ı Âlem olan Osmanlı'nın yerini Nizam- ı Cedit olan Osmanlı aldı. Nizam-ı Cedit; yeni nizam demek, Nizam-ı Âlem ise Âlem'e Nizam veren. Osmanlı yükselme devri boyunca Âlem'e Nizam veren muhteşem bir hüviyetteydi.

Osmanlı'yı Osmanlı yapan her devirde Allah'ın sevgisiydi, Allah' a duyulan hürmetti. Osmanlı Allah'ı sevdi, O'na aşık oldu, üst boyuta ulaştıklarında ise Allah'a hayran oldular. İnsan-ı Kâmil Osmanlı' nın içinde binlerceydi. Ordu sefere çıktığında her tarafta şenlikler yapılırdı. Sefere çıkmak, şehitlik için hazır bir sistem olarak kabul edilirdi. Herkes şehit olmak için savaş verirdi. Andrea Doria Osmanlı'dan korkmakta haklıydı." Siz hayatta kalmaya ne kadar önem veriyorsanız, onlar da savaşta ölmeye o kadar önem veriyorlar" demiştir.

Osmanlı'da Allah'ın dizaynını görüyoruz, her devirde Allah'ın dostlarına yardım ettiğini görüyoruz.

Öyleyse, Osmanlı'yı Osmanlı yapan, Osmanlı'yı tarihe unutulmaz insanlar olarak tanıtan kimdir? Allah.
Osmanlı tüm dünyaya meydan okuyan bir Allah dostları cennetiydi. Allah dostlarının nelere kaadir olduğunu tüm dünyaya gösterdiler. Onlar Nizam-ı Âlemdi. Öyleyse Osmanlı; evde, sokakta, çarşıda, askerde tüm dünyaya hep örnek oldular.

Osmanlı demek Allah'ın evliyaları demekti. .



Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:27 Sebep: Sayfa Düzeni
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Aralık 2005       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Anadolu'da evvelce Bizans İmparatorluğu var idi. Bu topraklar kazanılınca her yönden İslâmiyet yerleştirilmeye çalışılmıştır. Maddi ve manevi olarak İslâm eserleriyle donatılmaya başlanmıştır. Yeni yurdun dinî, askerî, sosyal ve iktisadî hayatındaki yapılanmasında esnaf ve gazâ teşkilatlarının büyük payları vardır. Bu teşkilatlara Aşıkpaşazade Tarihinde:
1- Anadolu Gazileri
2- Anadolu Ahîleri
3- Anadolu Abdalları
4- Anadolu Bacıları
gibi adlar verilmiştir.

Anadolu Ahîleri : 13. yüzyılda doğan Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunda büyük rolü olan, kadrosunda gazi teşkilatları, alpler ve alp erenler de bulunan bir teşkilattır. Çapulculuğu önlemek can ve mal güvenliğini sağlamak ve ticaret ahlâkını kurmak gibi hayırlı vazifeler yapmıştır.
Bu teşkilatın başlangıcı insanlığın başlangıcıyladır. İlk defa Cebrail A.S.'ın, Hz. Adem A.S.'a peştamal kuşattığı kabul edilmiştir. Hz. Muhammed (S.A.V.) zamanında İslâmî Fütüvvet Teşkilâtı olarak var olmuştur. Arapça'da fütüvvetin kelime manası: Başkalarını kendi nefsinden üstün tutan cömert, yiğit, kahraman, insanlığın hayrı için çalışandır. Arapça'da ah ve ahî kelimesi, erkek kardeş anlamına gelir.
Ahîlik, İstanbul'un fethine kadar kuvvetli olarak yaşandı. Yerini, XV. yüzyılda yayıldığı için bir esnaf teşkilâtı zannedilmiştir. Ahîlik, bir taraftan fetih ve gazâ hamlelerini kolaylaştıran askeri bir teşekkül, bir taraftan sanatkârları ve çalışanları sınıflandırıp çalışmalarını desteklemiş iktisadî bir kurum, bir taraftan da bütün mensuplarının dinî-manevî ihtiyaçlarına cevap veren bir inanış ve TASAVVUF hareketidir. Her sanayi grubu için Kur'-an-ı Kerîm'deki Peygamberlerden kendi sanatını yapanlar, sanatlarının pîri sayılmıştır.
Çiftçiler için Adem (A.S), hallaçlar için Şit (A.S.), terziler ve yazıcılar için İdris (A.S), marangozlar için Nuh (A.S.), tüccarlar için Hud (A.S), de-veciler için Salih (A.S), sütçüler ve dülgerler için İbrahim (A.S), avcılar için İsmail(A.S.), çobanlar için İshak(A.S), saatçiler için Yusuf (A.S), Musa (A.S), ekmekçiler için Zülküf (A.S), tarihçiler için Lût (A.S), bağcılar için Üzeyir (A.S), çulhacılar için İlyas (A.S), zırhçılar için Davut (A.S), hekimler için Lokman (A.S), balıkçılar için Yunus (A.S), gezginler için İsa(A.S) ve tüccarlar için Hz. Muhammed (S.A.V) PîR addedilmiştir.
Ahî başkanları zaviye (küçük tekke) yaptırırlar, her türlü sanatkâr burada buluşurdu. Ahîler, ahî terbiyesini okuyarak, dinleyerek ve birlikte yaşayarak alıyorlardı. İlk giren adayın başı tıraş edilir, TÖVBE verilirdi. Üzerlerine hırka ve şalvar, başlarına büyük beyaz serpuş giyerlerdi. Serpuşların tepesinde bir şerit bulunurdu. Ayaklarında mest olurdu. Tuğ ve bayrak verilir, kuşak kuşatılır, seccadeye geçirilir, helva pişirilir, lokma sunulur, diğer şehirlere helva gönderilirdi. Bunlar zaman içinde gerçekleşirdi. Böylece uzun yıllar süren bir eğitimden sonra olgun bir AHî olunurdu. Ahîliğe giren talip "nim tariyk" (yarı yol) ve "sahib-i tariyk"
( yol sahibi) adlarını sıra ile alırdı. Kuşak ve peştamal bağlama işine şedd denirdi. (sıkı bağlama-kuşak)

Kuşak bağlamada:
"Beline kuşatıyorum tâki sözünde durasın,
Şeytana uymayasın daima ona düşman olasın,

Dünyaya muhabbet etmeyesin,
Allah'ın kaza ve kaderine sabredesin,
Nereye gidersen bu tuğ yanında olsun,
Allah'ın bunda hikmeti vardır" denirdi.
Çıraklarla, ustaları ve şeyhleri arasında aracılık yapana Nakib denirdi. (Bir dergâhta şeyhe yardım eden, vekillik eden en eski mürid, derviş).
Ahîliğin kuralında, eli, kapısı, sofrası açık, gözü, dili, beli kapalı olmak esastı.
Seyyah İbnî Batuta Seyahatnamesinde;
"Tekke mensuplarının türlü işlerde, türlü sanatlarda çalışarak, terleri ve hünerleriyle geçindiklerini söylemiştir. Ahîler Türkmen kavimlerinde, her vilayet, belde ve karyesinde vardır. Yabancılara şevkat gösterme, yiyeceklerini, ihtiyaçlarını sağlamada bunların dünyaya misli yoktur. Ahî denilen reisleri bir zaviye inşa eder, kandiller asar, mensupları gündüzleri hayatlarını kazanmaya çalışır, ikindiden sonra kazançlarını reise getirir, bununla yiyecek ve tekkede harcanan diğer maddeleri alırlar. Beldelerine gelen misafirleri dergâhlarında misafir ederler, toplanıp yemek yerler" demiştir.
Anlıyoruz ki; tekkeler "bir hırka, bir lokma" edebiyatının geçerli olduğu tembeller, uyuşuklar yuvası değil. Aksine Necm suresinin 39.'ayet-i Kerimesinde belirtildiği gibi:
"ve en leyse lil'insâni illâ mâ se'â"
"İnsan için çalışmasından başka bir şey yoktur."
Âyet-i kerimesinin gereğinin yapıldığı, hem de tasavvuf eğitiminin alındığı bir okul hüviyetindedir. İnsanlar hem dünya işlerini yapmakta, hem de ahret için çalışmaktadırlar. Böylece Kur'an-ı Kerîm'deki Zülcenahayn olma (çift kanatlı) standardını yakalamaya çabalamaktadırlar.
Bir ordu düşünün ki, askerlerinin hepsi tasavvufu yaşıyor Osmanlı Ordusu - Yeniçeriler.
Bir esnaf teşkilatı düşünün ki, mensuplarının hepsi Tasavvufu yaşıyor, Osmanlı Esnafı-Ahîler.
Osmanlıyı askerî alanda olduğu gibi iktisadî ekonomik alanda da Osmanlı yapan budur. O halde bu koca çınarı asırlardır ayakta tutan terbiye nedir? Nedir bu tasavvuf ?
Tasavvuf nefsimizin 28 basamakta temizlenmesi neticesinde 3 vücudumuzun da (ruh, vech, nefs) Allah'a teslimiyetidir.
Bu 28 basamak Kur'an-ı Kerîm âyetleri ışığında şöyle sıralanmaktadır.
1- Olaylar
2- İntibalar (olayların muhakemesi)
3- Meyil (Allah'a ulaşmaya meyil)
4- Rahîm esması
5- Mürşide ulaşmanın garanti edilmesi (Ön rıza)
6- İşitmek
7- İdrak etmek
8- Kalbe hidayet konması
9- Kalbin Allah'a dönmesi
10- Göğüsten kalbe yol açılması
11- Kalbe Allah'ın nurunun ulaşması
12- Huşû oluşması
13- Hacet namazı ile Mürşidin gösterilmesi
14- Tövbe (Mürşide ulaşma)
15- Nefs-i Emmare
16- Nefs-i Levvame
17- Nefs-i Mülhime
18- Nefs-i Mutmainne
19- Nefs-i Raziye
20- Nefs-i Marziye
21- Nefs-i Tezkiye
22- Fena Makamı
23- Beka Makamı
24- Zühd Makamı
25- Vechin (fizik vücudun) teslimi
26- Ulûl Elbab Makamı
27- İhlâs Makamı
28- Salâh Makamı
Ahilikte adet olan kuşak ve peştamal kuşanma törenleri, o esnaf Allah'a verdiği yeminleri yerine getirdikçe yapılırdı. Çıraklık mutlaka Mürşidin önünde tövbe etmekle başlardı. 21. basamağa gelince, yani Vuslat olunca KALFA (Kuşak kuşanma) 27. basamağa gelince de, yani İhlâs olunca da USTA (Peştamal kuşanma) olurdu.
İşte Ahîlik yukarıdaki 28 basamakta Tasavvufun yaşanması, yani Kur'an-ı Kerîm'in hayata geçirilmesi, yani Sahabenin hayatının örnek alınmasıdır. Allah'ın insanlardan istediği ruh, vech (fizik vücud) ve nefs üçlüsünün yaşarken Allah'a teslimini içerir. Bu teslimiyet, bu 28 basamağın yaşanmasıyla gerçekleşir. Bu da Al-i İmran suresi 191.Âyet-i kerimede emredildiği gibi Allah isminin biribiri ardına daimi olarak tekrarlanmasıyla olur.

" elleziyne yezkürûnallahe kıyâmen ve ku'ûden ve alâ cünûbihim"

Onlar ayaktayken, otururken ve yan üstü yatarken Allah'ı zikrederler.

Yunus'un söylediği gibi "Daim zikrullah ile" (Allah'ın daimi zikri ile.)

Esnaflık, çok ince insan menfaatlerinin karışacağı bir iştir. Hile ve aldatma olmaması, Allah'ın En'am suresinin 151 ve 152'inci âyetlerinde ifadelendirdiği 10 emirden biri olan "ölçü ve tartıda hile yapmayın" emrinin gerçekleşebilmesi için, o insanların nefslerine uymadan sanatlarını yapmaları lâzımdır.
Başlangıçta kapkara olan, 19 afeti bünyesinde barındıran nefsin, Allah'ın zikriyle, nurlarla temizlenip beyaza dönüşmesi ve ruhun 19 hasletiyle bezenen bir nefs hüviyeti olması gerekir. İşte bu terbiyeye girmeden esnaf olunamazdı. Nefsinin karadan beyaza dönüşebilmesi için insanın Hacet Namazıyla bu terbiyeyi ona yaptıracak olan Mürşidini, şeyhini bulması, Allah'a verdiği yeminleri yerine getirmesi gerekir. Bu iş 28 basamakta yalnız ve ancak Allah'ın zikriyle tamamlanır.
Ve bunu Sahabe, Peygamberimizin (S.A.V) önderliğinde 23 senede tamamlamıştır. Yunus Emre Taptuk Emre'nin, Mevlâna Şemsi Tebrizi'nin, Akşemseddin Hacı Bayram Veli'nin önderliğinde bu terbiye sürecinden geçmişler ve Allah'a dost olmuşlardır.

Günümüzde bazı meslek grupları halâ sanatlarını zikirle ifa etmektedirler. Bakırcılar çekiçlerini iki darbede indirirler bakırların üstüne. Tak-tak. Ve her bir indirişte o iki heceli kelimeyi söylerler. Zikrederler. "Al-lah, Al-lah".
Yine keçeciler, yünü vücutlarına vurdukça kendi terlerini, Allah zikriyle katarlar keçelerine. "Al-lah, Al-lah".
Şimdilerde çok uzaklarda kalan bir örnekten söz edelim:
Sabah olmuş, esnaf dükkânını yeni açmıştır. Müşteri dükkândan içeri girer. İstediği malı gösterir. Dükkân sahibi:
- Ben onu satmıyorum, der.
Adamın ısrarı üzerine karşı dükkânı işaret eder;
- Bak, aynı maldan onda da var. Ben siftahımı ettim. O henüz siftah etmedi, git ondan al.
O dönemin Tasavvufu yaşayan, İslâmı yaşayan bu esnaf davranışının, günümüzde de yaşanması temennisiyle...
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:27
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Aralık 2005       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ekonomi her zaman canlıydı. Ekonominin standartlarına baktığımız zaman burada bir temel özellik görürüz: Osmanlı, ademi merkeziyetçiydi. Yani merkezden idare edilen bir ekonomik nizam, merkeze bağlı bir totaliter sistem çalışmazdı. Bütün büyüyen arazi parçaları, oranın başına getirilen mahalli idareciler tarafından veya muhtelif isimleri olan liderler tarafından oluşturulurdu. Her toprak parçası mutlaka işlenirdi. Haslar, zeametler ve benzer isimlerle devreye giren toprak mülkiyetleri, oradakilere verilirdi. Onlar üretimlerini yaparlardı. Devlete de vergi verirlerdi. İşgal edilen topraklar devletin olup, hiçbir zaman merkez tarafından verilen emirlerle, devlet tarafından işletilmezdi. Sorumluluk oradaki reayaya, oradaki sahiplere aitti. Ve bunlar asker beslemek mecburiyetindeydiler. Bu askerler sonraki akıncıları oluşturacaktır. Akıncılar, Osmanlı'nın medar-ı iftiharıydı.
Sisteme dikkat ediyor musunuz sevgili okuyucular? Devlet, Osmanlı'nın her el koyduğu yeni toprak parçasının işletilmesini oradakilere verirdi. Ve onlar işletirlerdi. Devlet işletmeye karışmazdı. Ve herkes kendi menfaatlerini ve Devlet-i Aliye'nin menfaatlerini korumak üzere en iyi işletmeyi tahakkuk ettirmek mecburiyetindeydi. Devletin istediği şey, bu üretim standartlarına paralel olarak o kişilerin yeterli miktarda asker beslemesini temin etmekti. Ve böylece bütün Osmanlı memaliki(memleketleri), Afrika'da, Balkanlar'da, Kafkaslar'da, Avrupa'da hep aynı standartlarda oluşturulmuştu. Özellikle Avrupa bunun çok güzel örneklerini sergiler.
Osmanlı'da öyle bir haber iletme sistemi uygulanırdı ki, ülkenin bir ucundan öbür ucuna bir iki gün içerisinde mutlaka haber ulaştırılırdı. Her menzilde hazır atlar beklerdi ulaklar için. Ve en uzun menzillere, en hızlı atlarla yapılan ulaştırma faaliyeti bir uçtan bir uca bütün Osmanlı memleketlerini kaplardı. Herkes vazifesinin bütün sorumluluğunu sonuna kadar yüklenirdi. Ve her zaman başarılı olurdu.
Osmanlı'da tasavvuf mensubuydu bütün ustalar. Yaptıkları mallar dünyaya örnek kabul edilirdi. Çünkü usta, insanları aldatmak için onlara en ucuza malettikleri değersiz malları, yüksek satış fiyatıyla satmayı düşünmezdi. Mesleğinin Allah için olduğunu bilirdi. Ve o strateji içerisinde en iyisini üretmeye çalışırdı. Ve ustalar, kalfalar, çıraklar ürettikleri malın "nam olsun" standardının sahibiydiler. En dürüst ölçeklerde üretimlerini yaparlardı. Ve devletin vergileri en adil standartlarda alınırdı. Ölçek %10'du.
Sevgili okuyucular, anlayabiliyor musunuz şimdi bizim vergi dilimlerindeki azalmayı mutlaka sağlamamız lâzım geldiğindeki hikmeti?
Bir çiftçi için, ürettiğinin sadece % 10'unu devlete vermek demek, %90'ının kendisine kalması demekti. Ve bu çiftçi normal toprağın sahibiyse, eğer topraklar, oradaki sorumluya teslim edilmişse, onlar da devlete vergi verirlerdi. Üretim faaliyeti, zenaat erbabı tarafından en güzel standartlarda oluşturulur ve ustalarca en kaliteli mallar üretilirdi.
Osmanlı, tarihinin uzun devresinde hep altın parayla alış verişini yapmıştır. Peki altın parada, enflasyon söz konusu olabilir mi? Evet. Eğer paranın ayarını değiştirirseniz, derhal mal fiyatları yükselir. Böyle bir şeye bir defa tevessül edilmiştir. Osmanlı'nın düşme devresinde sıkıntıya uğradığı zaman, paraların ayarında eksiltme yapıldı ve piyasada paralar derhal değer kaybetti, mallar değer kazandı.
Öyleyse altın paraların da kıratlarının hiçbir zaman değişmemesi asıldır; altın para rejiminin olduğu ülkelerde. Ama gelecekte eğer altın sertifikası hükmündeki bir kâğıt para piyasada dolaşırsa, altın temsilcisi bir para, onun karşılığı zaten saf altındır. Şu kadar gram altının karşılığı dediğiniz zaman, o ölçü 24 ayardır. Saf altındır. Saf altının gramajına göre dizayn edilir. Öyleyse orada bu tarzda bir enflasyonun olması, hiçbir zaman mümkün olamayacaktır.
İşte Osmanlı, adalete riayet eden, ekonomide kimsenin kimseyi aldatmadığı, hiç kimsenin fahiş fiyatlarla mal satmasının imkânı olmadığı bir güzelliği yaşadı. Ve her zaman herkese yetecek kadar mal, her zaman hazır oldu.
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:27
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Aralık 2005       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Osmanlılar, her konuda olduğu gibi ilim alanında da çok Ilerlemişlerdi.Kendilerinden önce yazılmış ve asırlarca Avrupa ve Müslüman medreselerinde okunmuş klasik eserlerle yetinmemişlerdi.
Yaptıkları çalışmalarla mikroskobun icadından çok daha evvel, hastalıkların gözle görülemeyen canlılar tarafından meydana getirildiğini söyleyebilmişler, doku uyuşması daha bilinmezken, organ nakli hayal dahi edilemezken, buna dair uygulamada bulunabilmişler, akıl hastalarının tedavisi ile ilgilenmişlerdi. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri: "Biz uzayı, Tillo'nun sokaklarından daha iyi biliriz." diyebiliyordu. 1500'lü yıllarda Piri Reis, bir harita yapıyor. Bu haritada Gronland'ın üç adadan olduğu kesinlikle anlaşılıyordu. Aynı harita Kahire'nin 30 km üzerinden çekilen fotoğrafla aynıdır. Hasan Celal, bundan beş yüz yıl evvel, barutu macun haline getirerek füze yapmış ve onunla uçmayı başarmıştı. Hazerfen Ahmet Çelebi, Galata Kulesi'nden Üsküdar'a uçarak ulaşmıştı.
Akıllara durgunluk veren bu ilmî hadiseleri, sadece çalışmakla ve araştırmakla açıklamak mümkün görünmemektedir. Bunların hepsi Allah'ın yardımıyla gerçekleşen şeyler. Öyleyse Allah'ın indinde Osmanlı Devleti'ne dikkatle bakın. Bu durum bize, onların Allah'ın yardımını aldıklarını kesin ve ürpertici bir şekilde göstermektedir.
Tıp:
Fatih'in hocası ve mürşidi Akşemseddin Hazretleri, mikroskobun icadından daha çok çok zaman önce bir eserinde, hastalıkların gözle görülmeyen canlılar tarafından meydana getirildiğini yazmış; Mâddetü'l-Hayât adlı eserinde büyük bilgin ve mutasavvıf, mikrop ve bakteri nazariyesinde şunları söylemiştir:
"Cümle marazların (hastalıkların), sûret-i nev'iyyesi hasebiyle (çeşitli sûretleri bakımından) nebât ve hayvanlarda olduğu gibi tohumları ve asılları vardır, ot tohumu ve ot kökü gibi.."
Operatör Amasyalı Sabuncuoğlu Şerafeddin, 1465'te yazıp Fatih Sultan Mehmed'e sunduğu Cerrâhiyye-i İlhâniyye'sinde hem cerrâhî müdahalelere ait, hem de operatörlük aletlerini gösteren resimler yapmış, operatörlüğün bir çok meselesini kendi tecrübelerine dayanarak izah etmişti.
Sonraki asırda Antakyalı Dâvud da, operatörlüğe ait izahat vermiş, insan organlarını hayvanlarınki ile mukayese etmiş, beynin dışında, ak madde içinde boz madde olduğunu söylemiş, dokunma duygusuna ait ileri görüşler ileri sürmüştü.
İstanbul'un fethinden önce Hacı Paşa, Şifâü'l-Eskanın ve Devâ'il-Âlâm adlı eserinde hastalıkları çok iyi anlatmış; meselâ zatürrenin klinik bulgularını çok güzel tarif etmişti.
Organ nakli yapıldığı konusunda da bazı işaretler vardır. Şerefnâme'de anlatılan şu vak'a örnek gösterilebilir:
Kanuni devrinde Arab Şah Bey Türkmen kumandasında bir Safevî birliği, Palu'ya kadar sokulmuştu. Bu vuruşmada askerlerinden bir genç, bir kılıç darbesiyle başından yaralandı. Kılıç, kafatasından bir kemiği alıp götürmüştü. Bir cerrah, muharebe meydanında şehid olanlardan birinin kafatasını açtı. Bir kafatası kemiği uçup beyni görünen Osmanlı askerinin kafatasına, o kemiği ilâve edip dikti. Bu ameliyattan sonra Osmanlı askeri yıllarca yaşadı.
Cüzzam'ın tedavisi ile de uğraşılmıştı. Fatih'in oğlu II. Beyazid, Edirne'de Kirişhane mahallesinde bir cüzzam hastahanesi yaptırmıştı.
Akıl Hastalarının Tedavisi:
Bir ayrı branş da akıl hastalarının tedavisi idi. Bu branşta Türk doktorları XIX. asra kadar, Batı'dan üstündüler.
Akıl hastaları XVIII. asra kadar, Avrupa'da "Şeytan'la işbirliği yapan melun mahluk" muamelesi görür, çok defa diri diri yakılırlardı. Osmanlıda daha XV. asırda bile akıl hastaları için imar edilmiş darüşşifâlar vardı. Hastalar dertlerine özel, Türk mûsikîsi makamlarıyla tedavi edilmeye çalışılırdı. Yalnız mûsikî ile değil, hususi yemekler, çiçekler ve manzaralar ile de tedavi uygulanıyordu. Bilhassa kuş etleri veriliyordu. Her hastanın odasına iki pencere konuyordu. Pencereler tercihen gül bahçesine bakıyordu.
Aşının Türk hekimleri tarafından keşfedildiği, Batı'da da kabul edilmektedir. 1695'te İstanbul'da, çocuklara çiçek aşısı yapıldığını biliyoruz. Hafif çiçek çıkartan çocukların, su toplamış çiçeklerinin suyu alınıyordu. Çiçek çıkarmamış çocuğun veya büyüğün kolu çizilip biraz kanatıldıktan sonra bu çiçek suyu sürülüp aşılanıyordu. Aşılanan yerde kabarcık oluyor, aşılanan şahıs bir gün ateşleniyor, fakat yıllarca çiçek hastalığına salgın içinde yaşasa bile tutulmuyordu.
Astronomi:
Fatih devrinde Kadızâde-i Rûmî, bir derecelik kesir ceybinin yarım kutur 1 sayıldığına göre 0,17452406437 olduğunu bulmuştur.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, asrının en büyük mütefekkir ve mutasavvıfıdır. Mârifetnâme adlı eserinde, şekiller de çizerek Kopernik kanunlarından bahseder.
Batıda Kopernik Kanunları, Mârifetnâme'nin telifinden birkaç yıl sonra, 1757'de Kilise tarafından öğretilme yasağı kaldırılmış bulunuyordu. XVIII. asrın sonlarında, Laplace'a kadar Fransa'da, güneşin değil arzın merkez olduğunu savunan bilim adamları vardı.
Mârifetnâme'de psikiyatriden, atomdan, deney yapılmadan hiçbir şeyin isbat edilemeyeceğinden bahsetmektedir.
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:27
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Ocak 2006       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi


EVLİLİK

Gençlerin evlenme zamanı geldiğinde, istedikleri kızın özellikleri bu konuyu konuşmaktan sıkılmayacağı bir akrabası, dadısı ya da süt ninesi tarafından uygun bir şekilde sorulur, öğrenilirdi. Gencin annesi, akrabalarından, yakınlarından ve diğer yerlerden gelin olacak kızları araştırır, etraflıca öğrenirdi. Daha sonra kız görülmeye gidilirdi. Evlenmeye aracılık eden ailenin yaşlılarının, tanıdıkların yanında geçimini, bu işten kazanan hanımlar vardı. Bunlardan başka konaklara şal, mücevher ve benzeri eşya satmak için gidip gelenler de bu hizmette bulunurlardı.


Görücüye gelenler, evdekilerce karşılanır, misafir odasına alınır, ikramda bulunulurdu.
Bu arada, diğer odada kız hazırlanır, saçları ve üstü düzeltilir, hazır olunca misafir odasının kapısının dışına gelir, beklerdi. Kahve ikramı yapılacağı sırada kız da odaya girer, misafirler ayağa kalkmaz, yerlerinde kalırlardı. Kız, misafirlerin tam karşısına konmuş bir sandalyeye, görücülerin hepsine başıyla selam vererek oturururdu. Bu arada, kahveler de verilirdi. Kızın misafirlerin yüzlerine dik dik bakması, gülmesi, eteğiyle oynaması, parmaklarını çıtlatması, eteğini çekip örtmesi veya parmağındaki yüzükle oynayıp çevirmesi, sert sert cevap vermesi ayıp karşılanır, terbiyesizlik sayılırdı. Görücülerin de kızın ismini, yaşını sorması, tahsilinden söz etmeleri, hepsinin gözlerini kıza dikip bakmaları ve o sırada birbirlerine sokulup aralarında konuşmaları da çok ayıp sayılır, terbiyesizlik, saygısızlık olarak kabul edilirdi. Her iki taraf bu davranışlardan çekinirdi. Vakit gelip, görücüler ayrılacaklarında, kız da hepsini saygılı bir şekilde başıyla selamlayarak odadan çıkardı.
Görülen kız, alacak kimseye; bir mâni çıkar da kısmet olmazsa, çocuğun gönlü o kızda kalmasın diye ne fazla övülür, ne de mübâlağa ile anlatılır, ikisi ortası bir tarif yapılırdı.

Her şeyden evvel evlilik, Allahû Tealâ'nın indinde kutsal bir müessesedir, mukaddes bir müessesedir. Çünkü, evlilik bir kaderdir. Ne zaman bir iradenin yeterliliği söz konusu değilse, ikinci bir iradenin mutlaka devreye girmesi gerekiyorsa, bu olay kaderi ifade eder. Eğer bir olayın tamamlanması için bizim irademiz yeterli değilse, en az bir iradeye daha ihtiyacı varsa ki; evlilik müessesesi sadece iki tarafın "evet" demesiyle de gerçekleşmez; iki tarafın da tarafları vardır. O tarafların da rızasını almak asıldır.
Öyleyse, evlilik çok yönlü bir olaydır ve birçok kişinin rızasını gerektirir, birçok irade devreye girmelidir. Kız tarafının annesi, babası, akrabaları; erkek tarafının annesi, babası, akrabaları, yakınları, iki tarafın da yakınları... Bunlar hep biraraya gelecekler, düşüncelerini bildirecekler birbirlerine, neticede bir karara ulaşacaklar.
Öyleyse, "EVLİLİK" adını verdiğimiz müessesede bir tarafın iradesi hiçbir zaman yeterli değildir. Mutlaka başka iradelerin de devreye girmesi gerekiyor.
Diyelim ki; bazı gençler annelerinin, babalarının ve başkalarının rızasını almadan bir evlilik müesseseseni gerçekleştirirler. Öyle olduğunu kabul etsek bile gene en az iki tane irade var. Ne erkeğin, ne de kadının tek başına bu kararda söz sahibi olması mümkün değildir. Demek ki; herhâlükârda, mutlaka bir başka irade devreye giriyor. Taraflardan birinin iradesi hiçbir zaman evlilik için yeterli değil. Öyleyse, evlilik kesin olarak bir kaderdir. Kaderse, bu konuda Allah söz konusudur. İşte asıl olan, bir evliliğin Allah'ın emrettiği biçimde evlilik olmasıdır.

İşte Osmanlı evliliği, bu evliliklerin Allah'ın vücuda getirdiği statüdeki sonucudur. Genellikle Osmanlı'da eşler birbirlerini görmeden evlenirlerdi ve anne, baba ve iki tarafın yakınları tarafları görürler, ona göre bir karara varırlardı. Anne kızı görür, baba delikanlıyı görür ve taraflar hacet namazı kılarlar, Allahû Tealâ'dan sorarlar ve Allahû Tealâ'nın dizayn ettiği bir statü içerisinde evlilik müessesesi oluşur ve iki taraf nikâh müessesesi tamamlanana kadar birbirlerini çoğunlukla görmezlerdi. Osmanlı öyle ailelerin sahibiydi ki, evlilik müessesesi tamamlandığı zaman, ölüme kadar genellikle evlilik devam ederdi. Öyleyse, düşünün; taraflardan ikisi de tasavvufta ve Allah'a sorarak karar veriyorlar. Allahû Tealâ'nın uygun görmediği hiçbir nikâhın gerçekleşmesi söz konusu değil. Böyle olunca evlilikler sonsuz ömürlü oluyordu ve taraflardan birinin ölümüne kadar evlilik müessesesi devam edip gidiyordu. Sonra, ne zaman ki sarayda evliyanın yerini cinci hocalar aldı, zaman içerisinde Osmanlı'da da su katılmış bir evlilik müessesesi oluşmaya başladı, "hulle" denilen bir müessese oluştu ve tarafların yavaş yavaş Allah'ın emrettiği evlilik biçiminin dışına doğru taştıklarını görüyoruz.

GENÇ KIZLARIN İYİ BİR EV HANIMI OLARAK YETİŞTİRİLMESİ

Kız çocuklara okuma, dînî vazifeler öğretilmesinin yanında mutlaka ev içinde, yaşına uygun sorumluluklar verilirdi. İyi bir ev hanımı olarak yetiştirilebilmeleri için çok titizlik gösterilirdi. Evlendiği zaman evin işlerini tek başına yapabilmesi; evi en ekonomik şekilde idare etmesi için gereken yetenekler kazandırılmaya çalışılırdı. Çeyiz olarak götürecekleri çamaşır, yatak ve yemek takımlarını genç kızlar kendileri yaparlardı.
Her evde mutlaka bir ve gerekiyorsa birden fazla bez dokuma tezgahı bulunur, bunlarla evin ihtiyaçlarına yönelik kumaşlar, gömleklik, çamaşırlık ve çarşaflık bezler dokunur ve bu işler hanımların en önemli işlerinden sayılırdı. Yetişmeye başlayan kızlar, evlenme zamanı yaklaşınca tezgâh başına oturtulur, kadınlık vazifesi olarak bu işe alıştırılır, sıkmadan, öğretilmeye çalışılırdı. Ev hanımları, daha küçük yaşlardan ev içinde sorumluluk verilerek, ev işlerine alıştırıldıklarından, ömürleri yalnız tezgâh başında bez dokumakla geçmezdi.
Çok düzenli ve dakik olan Osmanlı hanımları, her işin vakit ve zamanını çok iyi tayin eder; küçük hanımları da her işi vaktinde yapmaya alıştırırlardı. Zamanında iş görür, vaktinde dinlenirlerdi. Gelen misafirlerle eğlenip gezmek, boş kalındığında yine eğlenerek vakit geçirmek amacıyla örgü, nakış yapmak; saz biliyorsa sazla neşelenmek için vakit ayırırlardı. Ailenin kilerlerini gözden geçirirler, düzen ve temizliği için tedbirler alırlar, eksikleri belirlerlerdi. Bütün bunlar her sınıftan hanımın şahsî işlerindendi.



EVDE HİZMET

Gündelik hayatta ve özel günlerde (davetlerde, bayramlarda) evde yapılan hizmet sırasında telaşlı davranmak, yüksek sesle hitapta bulunmak, bir oraya bir buraya koşuştururarak iş yapmak, hizmetlerin bir düzen içinde yürütülmemesi, ayıp sayılırdı.
Hizmet edenler, en küçük bir işaretten istenileni anlayıp sessizlik ve düzen içinde derhal görevlerini yerine getirmeye gayret ederlerdi. Herkese çok nazik ve güleryüzle davranmaya çalışılır, büyüklere hürmet gösterilir, küçüklere hoşgörüyle yaklaşılırdı.
Tasavvufu yaşayan bir Osmanlı ailesinde hizmetin, aslında Allah'a yapıldığı bilinir; herkes ailedeki diğer insanları mutlu etmek için, Allah için yapabileceğinin en iyisini yapmaya gayret gösterirdi.
YEMEK ADABI
Osmanlının adabına dikkatle bakın. Pederşâhi aile stili. Yani, evin en yaşlısı evin reisi. Birçok aile, büyük konaklarda, konağın ayrı ayrı kısımlarında ama beraber yaşıyor. Aynı babanın birçok çocuğu. Ve yemek müşterek yeniyor. Son derece saygılı bir ortam. Aile reisi müsaade etmeden, konuşmak söz konusu değil. Herkes söz isteyerek konuşuyor ve çocuklar, büyüklerine karşı lâzım gelen terbiyenin bütün boyutlarını sergiliyorlar.
Osmanlı tasavvuf adabı, zaman içerisinde bütünüyle unutulduğu için, şimdi tasavvufun dışındakilerin alışmış oldukları bir çocuk terbiyesi standardı var. Buna terbiye standartı demek ne ölçüde doğru, onu da bilemiyoruz. Ama bir vakayla karşı karşıyayız ki; çocuklar büyüklerine karşı saygısız.



ERKEK ÇOCUKLARIN BİR TÜCCAR VEYA SANATKÂR YANINA VERİLEREK BİR MESLEĞE BAŞLATILMASI
Osmanlı'da her sanat erbabı, sanatlarının ulularından birini kendisine pîr kabul eder ve ona bağlanırdı. Meselâ berberler, eshâb-ı kirâm'dan "Selman-ı Farisî Hazretleri"ni, attarlar "Feridüddin", şekerciler "İbn-i Mes'ud", kahveciler "Şeyh Şâzelî", helvacılar "Hasan Basrî", saraçlar "Veysel Karanî Hazretleri"ni o yolda kendilerinin pîri ve sanatlarının pişüva'sı olarak tanır, isimlerini bir levhaya manzum olarak yazar;
Her seherde Besmele'yle açılır dükkânımız
Hazreti İbn Mes'ud'dur pîrimiz, üstâdımız

gibi beyitleri dükkânlara asarlardı. Lonca teşkilatına, tasavvufa girilmeden girilemezdi. Her sanatkâr, işini mübarek tutar, insanlara yaptığı hizmetin aslında Allah'a yapıldığını bilirdi. En sağlam malı yapabilmek, en güzel hizmeti verebilmek, yaptığı işi en iyi şekilde yapabilmek esnafın temel hedefiydi. Esnaf ustaları, işlerinin kalitesiz olmasına, bozuk iş çıkmasına asla razı olmazlardı. Bir çocuk bir işe, bir sanata verilmek istenirse; önce mutlaka tasavvufa girmesi gerekirdi. Tasavvufa girmeden çırak, evliya olmadan kalfa ve daimî zikir sahibi olmadan usta olunamazdı.
Esnaf yanına alınacak çocuğun pederi, toplanmış bulunan lonca için döğülmüş kahve, kırmızı şerbetlik şeker, bir miktar ödağacı ve bir miktar gül suyu alır ve toplantıdan önce lonca odasına gönderirdi. Orada şekerden şerbet yapılır ve buhurdanlara ateş ve gülabdanlara gül suyu konur, ustalarla çocuğun gelişi beklenirdi. Ustalar, yani lonca üyelerinin hepsi gelince, çocuğun babası da gelip bir yere oturur, buhurdanlar yakılmaya başlar. Çocuğun alınmasına aracılık eden zat, çocuğu elinden tutar ve önüne düşerek lonca odasına girer. Yine çocuğu elinden tutarak kapı yanında durur, ustalara hitaben,
Hayırlar feth ola
Şerler def ola
Muradlar hasıl ola

dedikten sonra herkese selam verir, ustalar da selamı alırlardı. Aracı olan kimse, lonca ve esnaf kethüdası ve köşe ustası olanların önüne gider, çocukla beraber durur ve yine ustalara hitaben: "Bu filan oğlumuz esnafımıza dahil olmak, sadıkâne çalışmak, Allahû Tealâ Hazretleri'nin lütuf ve inayeti, Peygamber Efendimiz'in himmet-i ruhaniyeti ve pîrimiz üstadımız ......... Hazretleri'nin yüzü suyu berekâtıyla adam olup meydana çıkmak ve sizlere de daima hayır duacı olmak niyazındadır." der. Esnaf kethüdası da: "Biz de bu talip olan oğlumuzu kendimize evlât ve sanatımıza çırak olmak üzere kabul ettik. Allahû Tealâ, rızk-ı hayrını müdat ve kendisine dâreynde imdat buyursun." dedikten sonra çocuğa hitaben: "Oğlum, içimizde adam olmak, bu yüzden geçinmek ve feyz almak istersen; işine devam etmek, ustanın sözünden çıkmamak, onu hoşnut etmek, yalan söylememek, kimseye özür ve hile yapmamak, namazına devam ve dînî vazifelerine dikkat ederek ticaretini yürütmek, gelen müşterilerin büyüklerine, ihtiyarlarına peder ve valide, gençlerine birader ve hemşire muamelesi göstermek lâzımdır. Seni göreyim oğlum." diyerek pederce nasihatte bulunur. Çocuk da önce onun elini, sonra diğer ustalarının ayrı ayrı ellerini öper, kapının yanında durur. O sırada ipekli ve kıymetli bir futa getirilir, çocuğun beline Besmele ile kuşatılır, münasip bir yere oturtulur. İçlerinden biri yüksek sesle Kur'ân-ı Kerîm'den birkaç âyet okuduktan sonra aracı olan zat, esnaftan vefat edenlerin ve yakınlarının ruhlarına bir Fatiha okur. Kahveler içilir, şerbetler dağıtılır, çocuk hangi usta yanına verilmişse o ustaya hitaben lonca ustası: "Usta, işte size veriyoruz, inayet Hakk'tan, hakkında himmet ve gayret sendendir." der, çocuğu ona teslim eder. Çocuk, ustasının elini öptükten sonra artık hanesine döner.
Ertesi gün sabah erkenden ustasının dükkânına gider, elini öper, gösterilecek işleri yapmaya çalışır.
Oldukça uzun bir zaman geçtikten sonra sanatta epey bilgi ve meleke kazanır. Her ısmarlanan işi, yoluyla ve ustaca yapmaya başlayınca ve bugüne kadar yolsuzluğu ve ahlâksızlığı görülmemiş ise, esnaf dilinde kalfa çıkarmak zamanı gelmiş olur. Ustası çırağını yanına alır, lonca odasına götürür. Talimatına uygun olarak ustaların elini öptükten sonra, kapı yanında ayakta sakin durur. Lonca ustası, çocuğun asıl ustasından "Oğlumuz ne istiyor?" diye sorar. Usta da: "Oğlunuzun değil, âcizlerinin ricası var. Oğlunuzun çalışmasından, edep ve terbiyesinden, sanattaki bilgisinden, işgüzarlığından pek memnun ve hoşnudum. Eğer izin ve ruhsatınız olursa kalfa çıkarmak ve duanız berekâtıyla ilerde dükkân ve evlât sahibi olması arzusundayım." der ve çocuğun o sanat kolunda yaptığı bir işi gösterir. Onlar da beğenir ve takdir ederlerse lonca: "Loncamız heyetince münasip görüldü, bundan böyle esnafımızın pek değerli kalfası olmak üzere kabul olundu." cevabını verir. Usta da herkese teşekkür eder, orada bulunanların ellerini öper, dışarı çıkarlar. Sonra usta, kalfa çıkardığı çocuğa önce verdiği "günlük" denen parayı arttırır, haftada bir defa vermeye başlar. Esnaf arasında artık "ikinci usta" gibi itibar görür, çıraklarca hürmet edilir, gelen çocukların terbiyesi ona verilir.
Esnaf arasında bir de usta çıkmak usulü vardır. Sanata hakimiyeti, bilgisi ve mesleğine olan bağlılığı, kendi başına ve kendi hesabına ayrı bir dükkân açmaya uygun ve sermayesi de böyle bir dükkân sahibi olmaya yeterli kalfayı, ustası usta çıkarmak isterse, lonca heyetinin muvafakati alınır. Usta çıkacak kimse evinde, lonca için iki tabla nefis yemek hazırlatır, yetecek kadar şerbetlik şeker ve döğülmüş kahve yanı sıra, kendi ustasıyla lonca ustasına birer kat değerli çamaşır, ipekli havlu ve kumaşlar koyar, çıraklarla erkenden lonca odasına gönderir. Önce çıraklar kendilerine mahsus yemeği yerler, sonra kalfalara yemek verilir. Onlara çıraklar hizmet eder. Daha sonra ustaların sofrası kurulur. Bu sefer kalfalar hizmet eder. Yemekten sonra kahveler içilir. Lonca ustası o kalfaya dönerek: "Esnafımız ittifakla sizi usta çıkarmak istiyor. Bundan sonra kendi başınıza ve hesabınıza dükkân açmaya, çırak almaya, kalfa çıkarmaya izin verildi. Bundan dolayı, cümlemizin kardeşi oldunuz. Hak Tealâ size sıhhat, kârınıza suhûlet ve rızkınıza vüs'at ve muvaffakiyet ihsan buyursun." diyerek dua eder. Usta çıkan kalfa, bütün ustaların ellerini öper, aralarında konuşurlar. Açacağı dükkâna asılmak üzere esnafın yaptırdığı, pîrleri adına yazdırılan levhayı, lonca ustası usta çıkana hediye ederdi.
Usta çıkan bir dükkân bulur. İlk açacağı gün, dükkân önünde kurban keser, etini fukaraya dağıtır. Dükkânı daima Besmele ile açar kapar ve bundan böyle kendisi de çırak ve kalfa kullanırdı.
Her esnafın bir "yardım sandığı" vardır. Sermayesi, o esnafın zenginleri tarafından bereket ve uğur getirdiğine inanılarak hayır için hem de mesleğe yardım olsun diye vakfedilen para ile esnafın nezaretinde nöbetleşe olarak bir ustanın sorumluluğu altında idare edilir. Esnaftan paraya ihtiyacı olanlara düşük faizle borç verilir, aylık ianelerle de para artırılır. Borç verme dışında esnaf ve ihtiyaç sahiplerinden biri hastalanırsa, hekim ve ilaç paralarını ve işe gidemediği zaman geçimini sağlamak, fukara esnaftan biri vefat ederse cenaze masraflarını görmek, geride haremi ve küçük çocuğu varsa, geçinecek kadar para vermek, geri kalan küçük çocuğu mektebe yollamak, bayramlarda elbise yapmak, borçlanarak hapse girmiş namuslu esnafın borcunu verip hapisten kurtarmak, esnaftan yeni ev yapan ve evlenenlere işe yarar hediyeler almak gibi insaniyet ve İslâmiyet'e uygun ne gerekiyorsa bu sandıktan karşılanırdı. Bunlar dışında, hali vakti yerinde esnaf ustaları, durumunu öğrendikleri fakirlere gizlice elden yardım ederler ve hepsi tek bir vücut gibi kardeşçe ve insanca yaşarlardı.
İstanbul'daki esnaf dükkânlarının hepsi toplu olarak bir yerde bulunur, ayrı yerde dükkân açtırılmazdı. Esnafın giydiği elbise tek tarz ve biçimde olur, başka tip elbise giyilmesine karşı çıkılırdı. Elbiselerin aynı oluşu, herkesi iyi hal ve harekete zorlaması yönünden çok yararlıydı. Esnafın hepsi bir arada toplu olduğu için aranan kolay bulunur, hepsini görerek almak kolaylığı yanında, içlerinden biri esnaflığa yakışmayan bir iş ya da ahlâksızlık yaparsa, diğerleri görür; lonca, dükkânını ceza olarak bir müddet kapatırdı. Aralarında uyuşmazlık ve kavga çıksa, dava için mahkemeye gidilmez, iş aralarında halledilirdi. Aralarında yetişen namuslu sanatkâr gençleri, kendilerine damat ederek, esnaf arasında yakınlık, akrabalık sağlanır, böylece ailenin gelecekteki menfaatleri emniyet altına alınmış olurdu.
EKABİR KONAKLARINDA LİHYE-İ SAADET ZİYARETİ
Cenab-ı Risalet Penah Efendimiz'in öteden beri eski büyüklere intikal etmiş Lihye-i Saadet'lerinin muhafazası için, kübera konaklarının en üst katında özel olarak yaptırılmış ayrı bir daire vardı. Lihye-i Saadet dairesi, bir odadan ibaret olabildiği gibi büyükçe bir cami gibi yapılmış diğer bir odası ile ona uygun bir sofası da bulunabilirdi. Lihye-i Saadet odasının tavana yakın, ışık alacak iki-üç penceresi olur, içi tamamen yeşile boyanırdı. Odada kapakları işlemeli içi yeşil kadife kaplanmış bir dolap, ziyaret sırasında üstüne Lihye-i Saadet'i koymak için yeşil boyalı ve yaldızlı bir sehpa ve muhafaza için kadife üzerine gümüş kabara'larla süslenmiş bir çekmece bulunurdu. Lihye-i Saadet'in kendisi ya altın çerçeveli akikten yapılmış ufak bir kutu ya da özel yapılmış ufak silindir biçiminde billûr bir zarf içine konur, en iyi cins şaldan veya üzeri sırma işli ve iç astarı beyaz canfesten, kenarlarına sırma saçak dikilmiş, birbirinden uzak otuz kadar bohçaya, önce en ufağından başlamak üzere, sıra ile sarılır. Sonra da hepsi birden Harem-i Şerif puşidesinden bir parçaya sarılarak adı geçen çekmece içinde dolaba kaldırılırdı. Odanın etraf duvarlarının birkaç yerine, sarı ince zincirlere bağlı billûr kandiller, kapısına atlas üzerine ipek işlemeli süslü bir perde asılırdı. Cami şekline sokulmuş olan odada, kıbleye gelen tarafa âdeta cami mihrabesi gibi bir mihrab yapılır, yere en iyi cins halı, mihrabın iki yanına büyük ve yüksek, kalın balmumları dikili iki şamdan ve bu mihrabın içine kıymetli bir imam seccadesi, arkasına boydan boya kırmızıya boyanmış tiftik keçisi postları serilir, duvarlara sarı zincirlere asılı çok sayıda billûr kandiller ve üç tarafın duvarlarına da müzeyyen çerçeveler içinde meşhur hattatların çeşitli yazı levhaları asılırdı. Sofa etrafında ise en büyük levhalar bulunurdu. Hane sahibi cemaatle namaz kılmaya alışıksa, akşam ve yatsı namazlarını burada kılar, Hatm-i Şerif duası burada yaptırılır ve bazı günlerde oraya çıkıp ibadet eder ve Kur'ân-ı Kerîm okurdu. Diğer günler, oda daima boş ve kapalı tutulurdu. Lihye-i Saadet ziyareti, mübarek gecelere mahsus olduğundan böyle gecelerde daha önce çıkılır, Lihye-i Saadet odasındakilerle, cami şeklindeki odanın ve sofanın bütün kandilleri ve mihrabın iki yanındaki büyük şamdanların mumları yakılırdı. Cami odasının uygun bir yerine de buhurdanlar konur ve buhur veya ödağacı veya anber yakılarak hazırlanırdı. Yatsı namazı zamanı gelince, hane sahibi, evlâd ve yakınları ve konağın hatırlı hizmetkârları ve o gece misafir varsa hepsi o daireye çıkar, hane sahibi ilk safın başına geçer, muhterem misafirlerini kendi hizasına soluna alır, evlâdları ve diğerleri sıra ile saflar halinde dizilirlerdi. Daire imamı olan efendinin imamlığı ile cemaatle yatsı namazı kılınır, dua edilir, sonra başta hane sahibi olduğu halde Lihye-i Saadet'in bulunduğu oda kapısına gelinir. Önce hane sahibi ve imam efendi olmak üzere misafirlerle evlâdları ve ellerinde müzeyyen şamdanlar bulunan kâhya efendi ve mühürdar efendi içeri girer, ağır ağır Salât-ü Selâm getirilerek Lihye-i Saadet çekmecesi dolaptan alınır, üstü en iyi cins bir şalla örtülü olan ortadaki sehpa üzerine konur, yine Salât-ü Selâm getirilerek saygı içinde bohça çekmeceden çıkartılır. Boş çekmece uygun bir tarafa konduktan sonra ellerinde mum tutanlar sehpanın iki tarafında yer alırlar. Sonra ekseriyetle hane sahibi veya imam efendi tarafından bohçalar açılmaya başlanır ve hazır olanlar da hafif sesle Salât-ü Selâm getirmeye devam eder. Bu arada buhurdanlar da yakılarak bohçalar saygıyla yavaş yavaş açılır, tam sıra Lihye-i Saadet'in bulunduğu zarfa gelince önce açan zat tarafından büyük bir saygı ile öpülür, sonra yine hane sahibinden başlayarak sıra ile herkes ellerini göğsüne koymuş olduğu halde Salât-ü Selâm getirerek huşû içinde öper, ziyareti bitirenler bir taraftan arka arka yürüyerek odadan çıkarken, diğerleri girerlerdi. Bu şekilde ziyaret sürerken yüksekçe sesle Salât-ü Selâm getirmeye devam edilirdi. Herkes ziyaret ettikten sonra, sofrada hazırlanan leğen ve ibrik ile hazır bulunanların her biri yüzlerini yıkarlardı. Bunun sebebi duyulan büyük saygıdan dolayı Lihye-i Saadet'e değen yüzlerin başka bir yerde yıkanarak suların şuraya buraya dökülmesini önlemekti. Leğenlerin suyu doğruca bahçede ayak basılmayacak bir yere dökülürdü. Bu suretle ziyaret son bulunca, erkekler selamlığa geçer ve sıra hanımlara gelirdi. Açılan bohçalar birbiri üzerine muvakkaten kapatılırdı. Ziyarete gelecek hanımların hepsi saygı ifadesi olarak başlarına birer namaz bezi örterek Lihye dairesine çıkarlardı. Bu hanımlardan ikisi, evvelce yapıldığı gibi ellerinde iki müzeyyen şamdan tutarak sehpanın iki yanında dururlar, dairenin hoca hanımı veya yaşlı ve muhterem birisi, geçici olarak örtülen bohçaları açmaya başlar, yine herkes hafif bir sesle Salât-ü Selâm getirerek sıra ile ziyarete başlardı. Ziyaret sırasında Lihye-i Saadet'i elinde tutan hanım, yanında bulundurduğu temiz bir tülbentle arada bir Lihye-i Saadet zarfının üstünü siler, ziyaret edenler de erkeklerde olduğu gibi sofaya konmuş leğen ve ibrik ile yüzlerini yıkardı. Sonra cami odasına girilir, teker teker yatsı namazı kılınır, nihayet Salât-ü Selâm'lar arasında buhurlar yakılarak büyük bir saygı içinde ve titizlikle ağır ağır bohçalar sarılır, kapanır, Lihye-i Saadet çekmecesine konur, kilitlenir ve saklandığı dolaptaki yerine yerleştirilirdi. Önce dolabın perdesi indirilir, sonra odanın kapısı kapanır, perdesi indirilip çıkılırdı. Herkes namazını kıldıktan sonra, dairenin bütün kandil ve şamdanları söndürülür, hareme geçilirdi. Leğendeki sular yine konağın bahçesine ayak basılmaz bir yere dökülerek ziyaret tamamlanmış olurdu.


RAMAZAN HAZIRLIKLARI, CAMİLERDE KURULAN SERGİLER VE KÜBERA
Bütün İslâm dünyasında ve Osmanlı ülkesinde, Ramazan ayına çok önem verilirdi. İki-üç ay kala, her evde hazırlık ve tedarik başlar, halk sair günlere ait erzak ve ev ihtiyaçlarına ek olarak, imkânları nisbetinde reçeller, sucuk veya pastırma, zeytin, peynirler, şerbetlik şekerler, şuruplar, kâfi miktarda şeker ve hoşaflıklar, güllaç, çorbalıklar alır; ayrıca hanedeki sahan, tencere, sini gibi bakır kapların hepsi kalaylanır, hallaçlar çağrılır, yatak takımlarının yün ve pamukları attırılırdı. Kübera yeni kürkler, elbiseler ve seccadeler alır, hanımlar Ramazan'da giymek için kendilerine ve cariyelerine elbiseler yaptırırlar, hattâ kibarların bazıları oda döşemelerini bile yeniletirlerdi. Yine herkes kudretine göre Ramazan'da kullanılmak üzere zarif kahve zarf ve fincanları, su bardakları, kıymetli kaşıklar alır, çocukların hoşlarına gitsin diye sapı düdüklü kaşıklar tedarik edilir, elbiseler diktirilirdi. Çarşı pazarlarda bakkallar, demet demet renkli baplara bağlanmış güllaçlar, sucuk veya pastırmalar asar ve her türlü erzaklarını teşhir eder, şekerci dükkânlarında türlü reçel numuneleri birer ufak tabak içine konur, dükkânlar envâi şerbetlik şekerler ve haması denen şerbetliklerle tezyin edilirdi. Tütüncü dükkânları, Ramazan ayı için âlâ boğça, Yenice ve Samsun tütünleri kıyar, elvan kâğıtlara koyup hazırlarlardı. Bütün mahallelerdeki kahvehaneler silinir, camları temizlenir ve hayalciler ve zuhuri kolları icrayı sanat etmek için Dersaadet'in kalabalık yerlerindeki büyük kahveleri kiralarlardı. Kibarların çoğu hoşa gidecek bazı şeyler almak, oturup vakit geçirmek üzere Bedestan denen yere gidecekleri için, oralarda da ne kadar nefis eşya varsa dükkânlarda teşhire konurdu. Dolap denen dükkânlarda, küberanın oturması için ufak minderler bulunurdu.
Camilere, hangi vakfın hayratından ise o vakfın nâzır-ı umûr'u olup mütevellî denen kimseler aracılığıyla mumlar, zeytinyağları verilir, caminin kandil, süpürge gibi diğer noksanları tamamlanırdı. Büyük selâtin camilerinde, ait tezyinat ve eksikler için Evkaf Nezareti tarafından memurlar tayin edilir ve Şaban ayının on beşinci günü iki minareli olan camilere, geceleri kandilden yazı ve çiçek yapmak için mahya ipleri kurulurdu. Böyle büyük selâtin camilerinin avlularına ve özellikle Hazret-i Halid, Fatih Sultan Mehmed, Sultan Beyazıd, Ayasofya camilerinin avlularına sergiler kurulurdu. Bu sergilerde tesbihçiler tesbihleri ve sahaf denen kitapçılar, çeşit çeşit nefis mesâhif-i şerifeleri el yazması ve nüshası çok değerli ve nadir olan nefis kitapları geçici olarak avluya getirdikleri camlı dolaplara koyarlardı. Gelenlerin oturması için cami avlularında, geçici olarak dükkân şekline sokulan yerlerde, eski maden, Saksonya ve çini avanîleri, bazılarında çok hoş ve tuhaf eşyalar, diğerlerinde nefis şallar, kumaşlar, bir kısmında da türlü çubuk ve çubuk takımları teşhir edilirdi. Avlular da böyle rağbet gören daha birçok şeyle donatılmış olurdu. Bir tarafta da çorbalara ekmek için çeşitli baharat sergilenir, Kur'ân-ı Kerîm okunurken yakmak üzere ödağacı, kurs, anber kabuğu gibi buhurlar, tablalar üstünde ağzı pamukla kapatılmış olan çok sayıda küçük şişeler içinde bumbar denen yemekle beraber yenen hardallar, iftarda oruç bozmak için hurma ile çeşit çeşit baharlı elvan renk şekerler bulundurulurdu. Yine bu cami kapılarının dışında, tablalarda çeşit çeşit simitler, çörekler, en âlâ Ramazan pideleri yer alırdı. Bu camilere gelen küberanın bindikleri at ve arabaları da kapılarda durur, dönüşlerini beklerlerdi. Camilerin içinde namaz vakitlerinde camide hizmet etmek için gelen mûsikî erbabından, güzel ve parlak sesli zevat tarafından namazdan önce devirler okunur, yüksek sesle iç ezanları verilir, kâmetler getirilirdi. Caminin asıl görevlilerinden başka, dışardan gelen meşhur hafızlar ve kurradan olanlar imamete geçerek namaz kıldırır, üstadane mihrabiyeler okunurdu. Namazdan sonra güzel sesli hafız-ı Kur'ân'lar, caminin maksureleri içinde ve münasip yerlerinde Kur'ân kıraat ederler ve herkes huşû ile onları dinlerdi. Hükümet tarafından görevlendirilmiş olan veya arzu eden ulema, Kur'ân-ı Kerîm'in m******* açıklayarak tefsir eder, dîn terbiyesi üzerine vaaz verir, nasihat eder ve herkes etrafına oturarak dinlerdi. Mabed-i ilâhi olan bu camilerde, her sınıf halk eşit hak ve hürriyetlere sahipti. Orada ekâbir ve halktan kimseler arasında sınıf farkı olmadığından herkes istediği yerde, en büyük addolunan adamın yanında oturabilir ve namaz kılardı. Cemaatin hepsi kudretine göre temiz ve düzgün elbise giyer, abdestli olur, eli yüzü temiz olur, birkaç yüz kişi camide her vakit bulunduğu halde pis kokular duyulmaz, her an gerçek bir temizlik görülürdü. Ramazanlarda camiye gelen vüzera ve kübera ile her sınıf halk, mali kudretine göre camilerde bulunan hafızlara kıraat sonunda gizlice uygun atiyyeler, dışta cemaatin para yardımını bekleyen fukaraya sadakalar, rastlarsa kimsesiz çocuklara "şeker parası" namıyla para verir, cami dışında simit, çörek alır, hoş sözlerle gönüllerini yaparlardı. Camilerde rastlaşan ahbaplar, birbirlerini iftar yemeğine davet eder, çoğu misafirlerini camiden beraberinde evine götürürdü. Kübera da camilerdeki hafız ve vaiz efendileri, ağaları vasıtasıyla akşam iftar etmek üzere konaklarına davet eder ve dönüşlerinde de atiyyeler verirlerdi. Gündüz vüzera, ekâbir-i rical ve memurlarla meşhur zevat bir müddet camide kalır, hafız ve vaizleri dinler, herkes gibi caminin maksure tabir olunan parmaklıklarla bölünüp ayrılmış yerlerinde kendi kendine Kur'ân-ı Kerîm okuduktan sonra cami avlusuna çıkar, evvelce anlatılan sergi denen meşher-i nefâis'i dolaşır, sonra oturup biraz vakit geçirir, alışveriş etmiş olmak için sergiden de bir şeyler satın alırdı. Vüzera ve kübera, Ramazan keyfi ve oruç haliyle gözlerine her şey hoş göründüğü için, pek çok eşya satın alırlardı. Her seferinde üç-beş bir kuruş harcadıkları bile olurdu. Bu arada rastladıkları yoksul kişilere, ağaları aracılığı ile gizlice yeterli miktarlarda atiyyeler vererek taltif ederlerdi. Küberanın camide ve sergilerde birlikte oturmaları pek çok sebeble de önemli idi. Vüzeradan olup azledilmiş bulunanlar, oralarda gördükleri ekâbir sınıfından memurlarla gayri resmi görüşmelerinde açık olan veya açılacak olan memuriyetlere tayin edilmelerini hatırlatırlardı; tayinde bu buluşmanın etkili olduğu görülürdü. Ramazan günlerinde küberadan, servet erbabından olan ikindi namazından evvel, bazıları da ikindi namazından sonra Bedesten denen çarşıya gider, oradaki dükkânlarda vakit geçirmek üzere otururlardı. Bedesten'de çok nefis ve kıymetli eşyalar bulunur ve dükkânlarda teşhir edilirdi. Her gün dükkân sahipleri bunları gûya hariçten satılmak üzere getirilmiş gibi dellallara vererek müzayedeye çıkarır, Bedesten'de oturan küberaya, müzayededen çok ehven alıyormuş intibaını vererek pek fahiş ve yüksek fiyatlarla satarlardı. Fukaradan olan dellallar da bu işten nasibini alır, hayır dualar ederlerdi. Hatta darda kalan kimseler de bazı eşyalarını satarken, küberanın bu satışlara gösterdiği rağbetten istifade ederlerdi.


VÜZERA VE EKABİR KONAKLARINDA HİZMET ETME USULLERİ
Yüzyılın başlarında, Osmanlı ekâbir konaklarının harem ve selâmlığında hizmet edenlere, vazifeleri önceden belirlenerek öğretilirdi. Bu sebeple herkes kendine ait işi, vaktinde ve usulüne uygun olarak yapar, iş sırasında yeniden tarife ve hatırlatmalara lüzum kalmazdı. Böyle büyük dairelerde hizmet ederken kimse birbirini yüksek sesle çağırmazdı. Hizmet sırasında koşuşup gürültü, patırtı yapmak, telaşlı görmek, hatta yürürken ayakkabılarının ses çıkarması kübera arasında pek ayıp sayılırdı.
Herhangi bir iş istendiğinde, önce kısa bir temenna edip, sonra çıkmak, yemek hazırlanması emrini alan ağanın yemeğin hazır olduğunu bildirmek üzere odaya girdiği ve hane sahibi, ağanın yüzüne baktığı zaman hiçbir söz söylemeden yalnız bir temenna ederek emrin yerine getirildiğini bildirmesi terbiye icabıdır.


VÜZERA VE EKÂBİRİN HANE HALKINA VE DAİRESİNDE HİZMET EDENLERE DAVRANIŞLARI
Kübera arasında, her iş ve hizmette incelik ve kibarlık aranırdı. Bu yüzden kendi aralarında olduğu gibi, hane halkına ve diğer kimselere karşı davranışlarının da kibarlığa ve büyüklüğe uygun olması, itina etmeleri ana kuraldı. Eski bir aileye mensup olan, küçükten beri bu şekilde terbiye körmüş, nazik ve kibarca büyütülmüş ve bir mevkiye ermiş bulunanların her hareketinin ve sözünün o aileye yaraşır şekilde olması, hanesindekilere tevazu ve nezaket göstermesi lâzımdı. Asıl kibarlık, bu gibi şeylerde belli olacağından aksi hareketler, kibirli davranışlar, kaba hitaplar, kalp kırıcı sözler herkesin dikkatini çeker, nefret uyandırırdı.
Hane sahibi haremine, evlâtlarına, damat ve akrabalarının hepsine daima lâzım gelen hürmette bulunur, sevgi ve samimiyet gösterir, üstünlük ve kibirden kaçar, resmî tavır takınmaz, güleç yüzle, tatlı sözle, nazik ve kibar muameleye dikkat ederdi. Haremine daima "hanım" diyerek hitap ederdi. Ne kadar yüksek rütbede olursa olsun amca, hala, teyze, dayı, enişte, kendi muallimi, süt ninesi ve varsa kayınvalidesinin resmî günlerde ellerini öper, yanına girdikleri zaman hürmeten ayağa kalkarak "Buyurunuz efendim!" diye karşılardı. Yetişmiş olan evlâtlarına, yalnız adlarıyla değil, "filan efendi" ve "falan hanım" diye hitab eder, bunlardan bir sırası gelir de eteğini öperse "Estağfirullah, yapmayınız!" derdi. Ağa ve cariyelere bir emri verirse ve onlardan bir şey isterse, yalnız "Filan şeyi söyle veya getir" diyerek amirane bir tavır almazdı. Ağa veya cariyelere, "filan ağa", "falan kalfa" diye hitap eder, bir şey istediğinde ismini söyleyerek "Filan ağa veya kalfa, bana falan şeyi verir misiniz?" derdi. Dairesi mensuplarından birinin çocuğu gelip de yanına girerse, "Maşaallah oğlum, gel bakayım." diye okşayarak kabul eder, yanına oturtur; mektebinden, dersinden münasip kelimelerle konuşur, sever, yüzünü okşar, giderken "Al oğlum şeker alırsın." diye çocuğa mevkiine uygun bir bahşiş verir, "Yine gel oğlum!" diye hatırını alırdı. Bayram ve diğer resmî günlerde, hane halkı tebrike gelince kethüda ve divan efendisi, mühürdar ve kitapçı ve imam efendilerle gedikli ağa, haremdeki kâhya kadın, nedime ve musahibe hanımlara, dadı ve taye kalfalara ayağa kalkar, her birinin ayrı ayrı tebrikine cevap verir, onlara da bahtiyarlıklar temenni ederek tevazu ve nezaket gösterirdi. Bunlardan hasta olan kethüda ve divan efendisi, mühürdar ve kitapçı efendilerden hastalıkları uzamış olanlar varsa bizzat hanelerine kadar gider, hatır sorar, dönüşte fark ettirmeden baş yastığı altına yeterli miktar atiyye bırakır, hafif hasta olanlarına da hekim ve para göndererek insanlığını gösterirdi. Dairesinden önemli birisi birkaç gün hanesinde kalır da dönerse hal hatırını, ailesi ve çocuklarının sağlığını sorardı. Bunlardan veya gedikli ağalardan birisi evlenmeye kalkarsa, bütün düğün masraflarını verir, odasını döşetmeyi, haremine vereceği yüz görümlüğü denen hediyeyi, elbiselerini, el harçlığını da üstlenirdi. Eski küberanın pek itina ettikleri bir husus da kendisinden sonra dairesi emekdarlarını başkalarına muhtaç etmemekti. Bu maksatla mal mülk ve para sahibi olmalarını, kimseye el açmadan geçinecek halde bulunmalarını sağlamak için gerekli yardımlarda bulunurdu. Böyle davranmak efendilik ve kibarlık vazifelerinin başında gelirdi. Kübera ve ekâbir, sokakta kendisini selâmlamak için durarak bekleyen ulema ve ihtiyar komşularına, mahalle imam ve muhtarlarına rastlarsa durur, selâmlaşır, hal hatır sorar, çocuklarına atiyyeler verir, pederlerine selam gönderirlerdi. Bu kibarlık meziyetlerindendi. Eski ekâbir ne kadar kızsa, kötü ve ağır sözler kullanmaz, çok hiddetlendiklerinde bile "küstah", "terbiyesiz", "habis"ten başka laf sarf etmez, terbiyelerini bozmazlardı. Hane halkından uygun olanlara hoş sözler ederek, latifede bulunarak gönül alır, sevgi gösterir, bunlara ara sıra hediyeler de vermek suretiyle hatırlarını hoş tutmaya çok dikkat ederlerdi.

Dersaadet'te vazifeli olan vüzera, konaklarında da işi olanları kabul ederek dinler, gereken emirleri verirlerdi. Halkın kendi dairesini ilgilendiren arzuhallerini almak, şikâyetlerini ağızlarından dinlemek üzere böyle vüzera, Kapı'ya gitmeden önce konağın divanhane denen sofasında oturup, bekleyenleri bazen yarım saat, hattâ daha fazla ayrı ayrı dinler, aldığı arzuhalleri, mühürdar efendiye, kendisine Kapı'da öncelikle verilmek üzere emanet eder, Kapı'ya varıldığında mühürdar efendi her şeyden evvel bunları takdim eder, emirleri alırdı; gereğinin bir an evvel yapılması da yine eski ekâbir âdetlerindendi.
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:27 Sebep: Yönlendirme Kaldırıldı
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Ocak 2006       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi


Osmanlı Türk Mimarisi
Osmanlı mimarisi basit, kullanışlı, ince, zarif, vakur ve heybetlidir. Muhteşem saray tipi XIX.asırda Batı'dan gelerek girmiştir. Bununla beraber Allah adına yapılan camiler tamamen abidevidir. Camiler çevreleri bir sürü sosyal müessese ile örülür ve bir "külliye" teşkil ederler.
Osmanlılar fevkalâde imarcıdır. Yapıları kendi medeniyetine ait olmasa bile ihtimamla korur. İmar görülmediği hiçbir imparatorluk köşesi yoktur. Dişinden tırnağından arttıran mütevazı mahalle zenginleri bile, bir mescid yaptıramadığı takdirde bir çeşme yaptırır veya bir mektep tamir ettirir. Toplum anlayışı fevkalâde güçlüdür. Kendilerinden sonraki nesiller içinde şefkat fikri çok gelişmiştir.
Mimar Sinan'ın dünya tarihinin en büyük mimarlarından biri belki birincisi olduğunda ittifak vardır. Bir asır yaşayan ve son yarım asrını mimarbaşı olarak geçiren Sinan şu eserleri yapmıştır. 81 cami, 50 mescid, 55 medrese,19 türbe, 14 imaret, 3 hastahane, 7 su bendi (baraj), 8 köprü, 16 kervansaray, 33 saray, 32 hamam, 6 mahzen, 7 d'arulkurrâ. Bu 441 eser bütün imparatorluğa dağılmıştır.
Dünyanın, insanların, bitkilerin, ağaçların ve tüm kainatın yaratılmasında Allah tarafından altın bir oran kullanılmıştır. Ayçiçeği'nin merkezinden dışarıya doğru sağdan sola ve soldan sağa doğru tane sayılarının birbirine oranı altın oranı verir. Bildiğiniz gibi her insanın kafasında, bir ya da birden fazla saçların çıktığı düğüm noktası denilen bir nokta vardır. İşte bu noktadan çıkan saçlar doğrusal yani dik değil, bir spiral, bir eğri yaparak çıkmaktadır. İşte bu spiralin ya da eğrinin tanjantı; yani eğrilik açısı bize altın oranı verir. İnsan vücudunun bir parçası olan kolları dirsek iki bölüme ayırır Büyük(üst) bölüm ve küçük(alt) bölüm olarak. Kolumuzun üst bölümünün alt bölüme oranı altın oranı verceği gibi, kolumuzun tamamının üst bölüme oranı yine altın oranı verir. Mimar Sinan'ın bir çok eserinde örnek vermek gerekirse Süleymaniye ve Selimiye Camileri'nin minarelerinde bu altın oran görülmektedir. Acaba Mimar Sinan bu oranı nereden bilmektedir? Onun dünya tarihinin belkide en büyük mimarı olmasının altında yatan sebep nedir?
Camiler
Osmanlı her çeşit yapı yapmıştır. Fakat en önemlileri şüphesiz camilerdir. Cami bir şehirde merkez teşkil ediyor ve pek çeşitli binalar etrafını çevirerek bir kültür sitesi halini alıyordu. Bunlara "Selâtin Camii"deniliyordu. Başta padişahlar olmak üzere hânedan mensuplarının yaptırdıkları daha çok bu şekildeydi.
Camilerde zarif, sade, fakat süzülmüş bir zevk mahsulü olan çini, mermer, tahta veya sıva üzerine nakış gibi süslemeler vardı.
Selimiye Camii
Mimar koca Sinan bu camiye vaz ve tarhında emsalsiz envai sanat derc etmiştir. İhtira ettiği bedialar, mühendislerin akıllarını hayrete bırakır. Halen yeryüzünde bir eşi bina olunmamıştır. Vüs'ati saircami kadarken dört çevre içinde sekiz ayakdan büyük kubbe yoktur. Dünyanın en büyük kubbesi Ayasofya kubbesi iken bu kubbe ondan iki arşın büyüktür. Ayakları duvarlara yakın düşmekle ortası geniş görünür. Merkez tam ortaya düşer. Dört minaresi gayet uzun iken o kadar latif ve mevzundur ki tabir olunmaz. Dördü de bir boyda bir biçimdedir. Her birinin üçer şerefesi vardır. Harem canibinde olan iki minarede üçer şerefeye üçer merdivenle çıkılır.

Türbeler
Türbe mühim bir şahıs için yaptırılan kapalı ekseriya tek gözlü taş mezarlardır. Osmanlı stilinde anıt-türbe yoktur. Türbeye sonradan o şahsın çocukları ve akrabası da gömülebilir. Fakat bazı fevkalede ehemmiyetli şahısların (II.Murad, Fatih ve Yavuz gibi) türbelerine kendilerinden sonra kimse gömülmemiştir.
Su Mimarisi

Su mimarisi, sıhhatle çok yakın ilgisi vardır. Kaplıcalar, ılıcalar, hamamlar, çeşmeler, sebiller, şadırvanlar, havuzlar, fıskıyeler ve benzeri yapılar, su mimarisine ait bulunmaktadır.

Köprüler
Narenta suyu üzerinde Hersek'teki Mostar Köprüsü en tanınmış Osmanlı köprüleri arasındadır. Eni 27,34metredir. Yüksekliği 19 metre. Bu yüksekliğin tek bir kemerle aşılmış olması, hayret ve hayranlık uyandırmıştır. 1658'te Fransız seyyahı A. Poullet köprüyü seyrettiği zaman şu intibaını yazmıştır " İnşasının emsalile mukayese kabul etmez cüreti karşısında sarsıldım. Venedik'in mimari harikası sayılan Realte'den bile genişti."1912 de inşasından 300 küsur yıl sonra köprüyü gören Avusturyalı R. Michel'in intibaı"Taş kesilmiş bir hilal...Bütün dünyada eşi olmayan bir eser.
Su yolları, Kanallar ve Bendler

Bendler, suyolları, kanallar, ayrı ihtisas şubesi idi. Fakat meşhur mimarların bir kısmı su mühendisliğinden yetişmiştir. Sinan da su mühendisliğini iyi bilirdi.
Saraylar

Klasik Osmanlı mimarisinde kitlevi saray yoktur. Bahçeler içine serpiştirilmiş köşklerden müteşekkil camialara "saray" denmektedir.
Bahçe Mimarisi

Bahçe mimarisinde esas ağaç ve çiçeklerin tanzim şekli bunların arasında su mimarisi ile ilgili havuz, fıskiye, selsebil gibi şeylerin dağılışıdır.
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:28
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Ocak 2006       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

HÜSNÜ HAT (KALEM GÜZELİ)

Hat, hattatlık Osmanlı Türklerinde en büyük sanatlardan biri idi. Osmanlı Türkleri 6.000 yıllık tarihin en büyük yazı üstadlarını yetiştirmişler, bu sanatı zirvesine çıkarmışlardır. Bu zirveye başka millet değil erişmek, yaklaşamamıştır.

Osmanlı Devletinde, bilhassa II. Beyazid zamanında Amasyalı Şeyh Hamdullah'ın büyük himmetiyle gelişen bir sanattır. Amasya'da vali olarak bulunan Şehzade Beyazid'in dikkatini çeken Şeyh Hamdullah; kendinden önceki yazıları inceleyerek Sülüs, Nesih ve Muhahkak yazıları yeni bir uslup ve karakterde yazarak yeni bir ekol oluşturmuş, kendinden sonra gelen bütün hatlara örnek olmuştur.
Şeyh Hamdullah'ın Sülüs, Nesih, Muhahkak, Rıkaa, Tevki ve Rayhani olmak üzere 6 çeşit yazı örneklerini gösteren meşk albumü ve çok güzel bir Kur-an-ı Kerim'i Topkapı Sarayı'ndadır. Bu ekol sayesinde, Nesih hattı da mükemmel bir şekle girmiştir. Binlerce, nefis, yazma eserler bu yazı ile yazılmıştır.
Padişah II.Beyazıd Hocası Şeyh Hamdullah yazı yazarken hokkasını ayakta olarak elinde tutacak kadar saygı göstermiş, değer vermiştir.
16. yy. en önemli hattatı, yazının yalnız uslubunda değil tekniğinde de yenilikler getiren Ahmet KARAHİSAR'dır. (1468-1556) Esadullah Kirmani'nin talebesidir. Altını mürekep gibi kullanarak yazı yazmak, altın yaldız harflerin dışını siyah çizgi ile belirlemek ilk kez onun uyguladığı yeniliklerdir. Oğlu Hasan Çelebi de büyük bir hat ustasıdır. En önemli eserleri İstanbul Süleymaniye ve Edirne Selimiye camilerinde bulunan yazılardır.
Ahmet KARAHİSAR ekolü uzun süre devam etmemiştir. Buna mukabil Şeyh Hamdullah ekolü, gittikçe gelişerek zamanımıza kadar gelmiştir.
Türk yazı sanatının başka bir ustası da Sultan 3.Ahmet ve Sultan 2.Mahmut'a hocalık etmiş olan Şeyh Sani (ikinci Şeyh) ünvanı verilen hattat Hafız Osman'dır. 1698 yılında vefat etmiştir.
Muazzam ve ağır olduğu kadar yüksek ve geniş bir medeniyete de tercüman olan bu yazının gelişme ve olgunlaşmasında azim ve kabiliyetlerin büyük rolü olduğundan şüphe yoksa da, asıl feyzi Kuran'dan aldıkları ilhamlarla coşarak sanata rehberlik edenlerin yüksek himmetlerinde aramalıdır.

Yazılarının Çeşitleri:
a) Ma'kıli Kalem : Harflerin hepsi düz, köşeli, hendesi ve donuktur. Bu sebepten sertlik ve katilik ifade eder. Sarp, kübik, bir yazıdır. Bundan dolayı gözlü ve başlı harfler hep muntazam murabba resmederler. Her harf değilse de çoğu dört hareketle meydana gelir. Bu sebepten Ma'kıliye Hatt-ı satrancili de denilmiştir.
b) Kufi Yazı : Ma'kıliden farklı olarak düzlük ve yuvarlaklık muayyen nispetler altında karıştırılmış ve kalemin tabiatı ona göre ayarlanarak yazışta harekete hakim kılınmıştır. Bundan dolayı gözlü ve başlı harflerin hareketi Ma'kilide dört iken bunda üçe indirilmiş olduğundan Kufinin her çeşidinde başlı ve gözlü harfler üçgenimsi ve yuvarlağımsı durum alırlar. Her harf en az üç hareketle vücuda gelir.
c) Aklam-ı Sitte : İslam yazıları arasında Aklam-ı sitte diye şöhret bulmuş olan ve Şeş kalem dahi denilen Kufiden sonra mevzun yazıların aslı ve kaynağı sayılan altı kalemin neler olduğu hakkındaki görüşler oldukça farklıdır. Akalm-ı sitte Ma'kil ile Kufi'nin karışımından değil Kufi'den çıkarılmıştır
d) Yedi Kalemin Tarifleri:
1- Sulüs Kalemi : Her harfin altında dört parçası düzümsü altıda ikisi de yuvarlağımsı olacaktır.
2- Nesih Kalemi : Sülüs'e tabi olup kalınlığı onun üçte biri kadardır.
3-Muhakkak Kalemi : Bir buçuk hissesi düz bakisi müdevverdir, kalınlığı Sülüs kalemi kadardır.
4-Reyhan-i Kalemi : Muhakkak kalemine tabidir. Kalem kalınlığı Nesih kadardır.
5-Tevki Kalemi : Yarısı düzümsü ve yarısı yuvarlağımsıdır.Kalem kalınlığı Sülüs'e pek yakındır.
6-Rıkaa Kalemi : Düzlüğü ve yuvarlığı değişik, çoğu harfleri bitişiktir. Kalem kalınlığı değişebildiği gibi belirli bir haddi de yoktur.
7-Ta'lik Kalemi : Her harfi tedviri (yuvarlama) olup musattah 8düz) harf yoktur.
e) Diğer Mevzun Kalemler (Ölçülü yazılar):
1- Kalem-i Sicilat
2- Kalem-i Dibac
3- Kalem-i Tobar-ı Kebir
4- Kalem-i Sülüseyn
5- Kalem-i Zenbur
6- Kalem-i Müfettah
7- Kalem-i Harem
8- Kalem-, Muamerat
9- Kalem-i Uhud
10-Kalem-i Kısas
11-Kalem-i Muammt.
12-Kalem-i Eş'ar
13-Kalem-i Celil
14-Kalem-i Mecmu
15-Kalem-i Riyasi
16-Kalem-i Nısf
14-Kalem-i Tunci
18-Kalem-i Müselsel
19-Kalem-i Müdemmec
20-Kalem-i Muhdes
21-Gubar-ı Hilye
22-Kalem-i Mensur
23-Kalem-i Mukterin
24-Kalem-i Havaşi
25-Kalem-i Lü'lüi
26-Kalem-i Mesafih
27-Kalem-i faddah-i Nesh
28-Kalem-i Gubari
29-Kalem-i Muallak
30-Kalem-i Muhaffef
31-Kaelm-i Mesafih
32-Kalem-i Mebsüt
33-Kalem-i Mukavver
34-Kalem-i Memzüc
35-Kalem-i Müellef
36-Kalem-i Tev'eman
37-Kalem-i Mu'ciz
38-Kalem-i Murassa
39-Kalem-i Nessah
40-Kalem-i Mahla
41-Kalem-i Havleci
42-Hafif-i Sülüs
43-Mahir Muhakkak
44-Kalem-i Siyakat
45-Kalem-i Divan,
46-Rıkk'a Divani

KAT
"Kat" denilen kağıt oymacılığı sanatı vaktiyle çok gelişmişti. Kağıt üzerine yazılmış ve yapılmış hat ve resmi kesip, başka bir kağıt üzerine yapıştırmak hüneriydi.
ÇİNİ SANATI
Porselenin tekniği Çinden geldiği için "çini" denmiş ve bu sanat halk ağzında "çini" diye adlandırılır olmuştur. Selçuklulardan beri var olan bu sanata Osmanlılar büyük yenilikler getirmişlerdi. İlk büyük yenilik çok renkli sır tekniği olmuştur.
Osmanlı çini sanatının şahane uslübu Bursa da Yeşil Camii ve türbe ile başlar. Osmanlı renkli sır tekniği yanında mozaik çinilerin teknik bakımından en mükemmel ve en kaliteli örnekleri de burada görülmektedir.
Osmanlı çinilerinde firuze sır hakimdir. Hamurların rengi ve terkibi de farklıdır. Bununla beraber renkli sırların etrafını çeviren siyah ve kırmızı konturlar bilhassa Bibi Hatun Camii (1399-1404) ve Ulu Bey Medresesi (1420) çinilerindeki çok itinalı olup ileri bir teknik gösterir. İlk Osmanlı çinilerinde diğer bir yenilik sır altı tekniği ile yapılan mavi-beyaz çinileridir. Bursa Muradiye türbelerinden ikisinde bordür olarak mavi-beyaz kullanılmıştır.
EBRU
Osmanlıdaki sanat dallarından bir tanesi de EBRU'dur.
EBRU yüzyıllar boyunca HÜSNÜ HAT'ın önemli bir parçası olmuştur. Ciltçilikte kitap kapaklarının içlerini süslemiş, zaman zaman da levhalarının kenarlarına çevrilmiştir. Ebru sözcüğünün aslı "EBR" Farsçadan gelmektedir. Bulut veya Bulutumsu anlamındadır. Zaman içinde değişikliğe uğraması ile önce "EBRİ" daha sonra da "EBRU" ya dönüşmüştür.
En eski ebru sanatçısına ait bilgi "Tertib-i Risale-i Ebri" adlı eserdedir. Bu kitapta "Şebek" lakaplı bir ebru sanatçısından söz edilmektedir." Tuhfet - ül Hattatin" adlı eserde de hatip ebrusunun yaratıcısı Ayasofya Hatibi Mehmet bin Ahmet İstanboli yer almaktadır. Şeyh Sadık Üsküdari ise Ebru yapmayı BUHARA'da öğrenmiştir. Şeyhliğini yaptığı Sultan Tepesi Özebekler dergâhında pek çok ebru sanatçısı yetişmiştir. Oğulları Hazarfen İbrahim Ethem Efendi, Nazif Efendi ve Mehmet Aziz Rifâî bunlar arasındadır.


EBRU ÇEŞİTLERİ
BATTAL EBRU: Kitreli su yüzeyine serpilen boyaların doğal olarak meydana getirdiği şekillerden oluşan şeklidir. Tarz-ı Kadim de denir.
GEL-GİT EBRU: Kitreli suya serpildikten sonra tel, iğne veya tek at kuyruğu kılı ile teknedeki boyalar ileri, geri, sağa, sola keskin hareketlerle çekilirse oluşur.
ŞAL ÖRNEĞİ EBRU: Serbest, düzensiz dairelerin oluşturduğu ebru çeşididir.
BÜLBÜL YUVASI EBRU: Bir merkez etrafında helezoni hareketlerle yapılan ebrudur.
HAFİF EBRU: Kitreli su üzerine açık renklerle yapılan ebrudur. Daha ziyade üzerine yazı yazmak için kullanılır.
KUMLU EBRU: Kitreli su ebru yaptıkça kirlenir ve tekneye atılan boyalar kumlu bir görünüm kazanır. Böyle yapılan ebruya denir. Kumlu ebruyu isteyerek yapmak çok güçtür.
KILÇIKLI EBRU: Boyanın kumlu görüntüsünü oluşturan noktalar biraz daha irileşip "V" harfine benzer şekil almaya başlayınca oluşan ebrudur.
Bazı ebru çeşitleri onu ilk yapan sanatçının adı ile anılmaktadır.
HATİP EBRUSU: İlk kez Ayasofya Hatibi Mehmet Efendi tarafından yapıldığı için bu adı almıştır. Zemin için önce açık renk atılır. Bunun üzerine koyu renkler yakın aralıklarla, kalın bir iğne veya çok ince bir cam damlalıkla su yüzeyine bırakılır. Dairesel yayılan bu renklerin ortalarına aynı şekilde başka renkler bırakılır ve bunlar bir kıl fırça yardımıyla çarkı-felek kalp, yıldız şekline getirilir.
TAHRİRLİ EBRU: Çiçekli ebruların çiçeklerinin kenarlarına altınla tahrir çekilerek yapılan ebrudur.

ZEREFŞANLI EBRU: Ebruların üzerine altın varap serpilerek elde edilen ebrudur.
NEFTLİ EBRU: Zemin olarak tekneye tek veya iki renk atılır. Üçüncü rengin içine neft karıştırılarak tekneye atılır. Neft zeminde bazen belli belirsiz, bazen de açık olarak görünen delikler açarak dantel şeklini alır.


TEZHİP SANATI
Tezhip sözcüğü Arapça zeheb altın sözcüğünden gelmektedir. El yazması eserleri murakka denilen hüsn-i hat yani güzel yazı levha ve albümleri ile padişah tuğralarına altın yaldız ve boya ile yapılan bezeme sanatına verilen addır.
Tezhiple bezenmiş eserlere "Müzehhep" ezilmiş toz altınla birlikte sulu guvaj boya ile tezyinat yapan sanatçılara da "Müzehhip" denir. Sadece altınla yapılan tezhip çeşitlerine "Halkari" denir. Tahrirli ve tahrirsiz olmak üzere iki türlüdür. Sayfa kenarlarında o sayfadaki yazının neye ait olduğunu göstermek için yazılan yazıların etrafını çevreleyen yuvarlak ve içi boş süslemelerle "Gül" denir. Bu gül motiflerinin daha büyük ve süslü olanlarına "Şemse" denir. Genellikle şemse cild kapaklarının ortasına yapılan bir bezeme çeşididir.
El yazma kitapların sayfaları yaldızla biri kalın diğeri ince iki çizgiden oluşan bir çerçeve içine alınır. Bu çizilen altın çizgilere"cedvel" denir. Tezhibin bütününü daha iyi göstermesi için yapılır. Sayfaların etrafında cedvellerden başka çiçek ve bezemelerle yapılan sular görülür, bunlar da şekillerine göre isimlendirilir. Daha geniş olanına "zencerek" yani zincir gibi zincirimsi birbirine geçmelerle eklenmiş halkalara "Ulama" içi çiçek ve yapraklarla süslenmiş bordürlere "Kıvrık dalı"dendiği gibi"Hüsnü hat" levhalarında sözcük ve harflerin süslenmesi için bazı tezhipli bezemeler de yapılır ki bunlara da "Hurda tezyinat" denir. Tezhipte önemli yeri olan bir süsleme çeşidi ile tiğ olarak isimlendirilen kısımdır. Tezhip işlerinin bitiminde başlayarak dışa doğru uzanan ince ucu sivri kısımlara denir.
İlk Osmanlı dönemi tezhiplerinde en çok kullanılan motif rumi ve kıvrık dallardır. Bunun yanında Selçuklu geleneğinin devamı olan münhaniler de vardır. Türklerin bitkisel motiflere olan ilgisi bu dönemde yoğunluk kazanmaya başlamış olup, çok küçük stilize çiçek motifleri kullanılmış; seberk, pençberk, asma yaprakları, nilüferler, hatayiler çok zengin renklerle ince titiz bir işçilikle oya gibi işlenmiştir. Kullanılan renkler ise; başta altın yaldız ve mavinin tonları kiremit kırmızısı, pembe, açık ve koyu yeşil, beyaz, kahverengi ve siyah kullanılmaktadır.

Tezhip sanatında kullan motifler
Tezhibin ana teması desendir. Deseni de oluşturan motiflerdir. Motiflerin zenginliği ve çeşitliliği dekoratif sanatlarımızın yüzyıllar boyunca ileri bir düzeye ulaşmasını sağlamıştır.
RUMİ : Sözlük anlamı Anadolu demektir. 11. yy. da Selçuklu Türkleri tarafından kullanılarak süsleme sanatına sokulan ruminin tavşan, balık, kurt, kuş gibi hayvan motiflerinden stilize edilerek yaratılmış olduğu görülür. Rumi'lerin sade, çift, üç kanat, rumi içinde rumi süllüs kıvrımlı gibi çeşitleri görülür.
HATA : Kaynağı belli olmayacak kadar stilize edilmiş çiçek ve yapraklardan oluşan desene denir. Doğada var olan stilize edilmiş çiçeklerin büyük küçük, alttan üstten yandan çeşitli kesitlerdir.
BERK : (Yaprak) Daha az stirilize edilmiş olup yaprak sayısına göre değişik isimler almaktadır. Üç yapraklı olana "seberek", beş yapraklı olana" pençberk", çok dilimli olarak birbirine sarılmış olanlarına "sadberk" denir.
BORDÜRLER ve GEÇMELER : Zincirleme halkaların birbiri içinden geçerek devamı ile oluşan bir süsleme çeşididir. Eski adı zencerek olarak bilinen bu desenin çok değişik çeşitleri olduğu gibi geniş bir uygulama alanı da vardır. Bordür kenarsuyu pervaz ve ulama gibi isimlerle de tanımlanır.
MUNHANİ :El yazması kitap süslemelerde 11. yy ile 15. yy arasında çok sık kullanılan bir desen çeşididir. Birbirine yapışık kümeler halinde olup kendine özgü bir renklendirme özelliğine sahiptir.
BULUTLAR : Bulut motifi, yığıntı halinde olduğu gibi tek olarak büyük veya küçük görüntüler şeklinde de çizilmiştir. Bunların ince uzun ve kavisli olarak çizilenlerine stilize edilmiş ejderha motifi de denilmektedir.
GEOMETRİK MOTİFLER : Türk süsleme sanatında önemli bir yer tutar. Özellikler Selçuklu döneminde geometrik süsleme çok yaygındır. Kare, dikdörtgen, üçgen, daire poligon, baklava ve yıldız gibi geometrik formların birleşmesiyle oluşan ve evrenin sonsuzluğunu simgeleyen motifler olarak kullanılmıştır.
NATÜRALİST BİTKİ MOTİFLERİ :16 yy. ilk yarısından başlayarak 17 yy. sonlarına kadar çok kullanılmış ve olgun bir sanat anlayışını gösterir. Lale, gül, karanfil, sümbül, menekşe, nergis, haseki, küpesi gibi çiçekler, bahar dalları, selvi ağacı, asma yaprakları gibi bitkiler yeni bir üslup yaratmıştır.

ŞUKUFE TARZI : 18. yy. Osmanlı İmparatorluğu Batıya açılmasıyla süsleme sanatlarında da Barok-Rokoko-Ampir üslupları Türk süsleme sanatını etkilemiş "Türk Rokokosu" adını verilen yeni bir sanatın vazodan, sepetten fışkırmış şekilde fiyonklarla bağlanarak doğaya yakın bir anlayışla şekillendirilmiştir.
ROZETLER : Daire şeklinde olan bu motiflerin bazı sembolik anlamları da vardır.
ŞEMSELER : Farsça güneş kelimesinden gelen oval formlardan oluşan bu motiflerin çok değişik şekilleri cild kapaklarında kullanılmıştır.
KÖŞELİKLER: Sayfaların köşelerinde ya da dikdörtgen şeklinde bezenmiş yüzeylerin köşelerindeki üçgen formlara denir.
ALINLIK : Bezemenin yapıldığı sayfanın üst ve orta kısmında yer alan bölüme denir.
PANOLAR : Belirli formlar içinde bezenmiş kısımların bir bütün içinde oluşturduğu kompozisyonun parçalarına denir.
MİNYATÜR SANATI
Nakış ve minyatür yapanlara "nakkaş" deniliyordu. Zira bu iki sanat birbirine çok yakındı. Minyatür, resim vasfı dışında geniş ölçüde nakşa süslemeye dayanan bir sanattı. Ressam dükkanları vardı. Bunlar meraklılardan sipariş alırlardı. Nakkaşlar, kağıt üzerine minyatür yaptıkları gibi, duvar, tahta ve taşa nakışlar da yapıyorlardı.
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:28
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ocak 2006       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı'da devlet, vatandaşın canını, malını korumak, asayişi sağlamak, sınırları muhafaza etmek, devlet düzenini ne bahasına olursa olsun her şeyden üstün tutmak, bu düzeni ilgilendiren her türlü yüksek menfaati sağlamakla mükelleftir.
Bayındırlık eseri yaptırmakla, vatandaşı okutmakla, onun ibadetine yarayan yapılar inşa etmekle ve bu gibi şeylerle mükellef değildi. Yalnız askerin üzerinden geçtiği yollar, köprüler, barındığı kaleler ve kışlalar, silahlandığı fabrikalar ve emsali şeyler vardı.
Peki, bu kadar cami, mektep, çeşme, imaret, hastane ve benzerlerini kim yaptırdı? Hemen hiç birini devlet değil! Şahıslar yaptırdı. Asırlarca ayakta durmalarını kim sağladı ve bugün ayakta durmalarını kim sağlıyor? Gene şahıslar!

Ya şahıslar yaptırmazsa? Böyle bir şey olmamıştır ve şahsın yaptırdığı cami, okul ve benzerleri, klasik Osmanlı düzeninde kâfi gelmiştir.

Yaptıranların başında padişahların gelmesinden tabiî bir şey yoktur ve bu husus hiç yadırganmaz. Zira devletin en zengin adamı daima padişahtır. (Son iki padişah, V. ve VI Mehmed hâriç)

Vakıf bir cami, mescid, medrese yaptırmak, kuru bina ortaya koyup, buyurun ibadet edin, okuyun demek değildi. Muazzam bir işti. Yapılan binanın asırlarca yaşaması için tedbir almak demektir. Büyük camilerde ve medreselerde, imaret ve hastanelerde, yüzlerce görevli ve muhtacı asırlar boyu durumlarına uygun şekilde beslemek demekti. Bunun için, gelir getirici, bol gelir getirici mallar vakfedilir: Çiftlikler, hanlar, hamamlar, evler ve akla gelen her şey.

Akıl Almaz Vakıflar
II. Bayezid devri (1481-1512) müelliflerinden Cantacasin, klasik eserlerinde o devir için şöyle der ( s. 207-8) : "Küçüğü ve büyüğü ile Türk ileri gelenleri (seigneurs Turcaz), cami ve hastane yaptırmaktan başka bir şey düşünmezler. Onları zengin vakıflarla techiz ederler. Yolcuların konaklaması için kervansaraylar inşa ettirirler. Yollar, köprüler, imaretler yaptırırlar. Türk büyükleri, bizim senyörlerimizden çok daha hayır sahibidirler, son derece misafir severler. Türk, hristiyan ve yahudileri memnuniyetle misafir ederler. Onlara yiyecek, içecek ve et verirler. Bir Türk, karşısında yemek yemeyen bir adamla Hristiyan ve Yahudi bile olsa yemeğini paylaşmamayı çok ayıp sayar.
D'Ohsson'a göre bu derece hayırseverliğin menşei İslâm dînidir. Şöyle der (VI, 302) : "Kur'ân, Türkleri, dünyanın bütün milletlerinin en hayır ve en insan severi haline getirmiştir."
Vakıf Çeşitleri
Hayır sahipleri neler yaptırmışlardır? Akla gelen her şey: Cami, mescid, külliye, medrese, mektep, çeşme, sebil, selsebil, şadırvan, yalak, fıskıye, havuz, kuyu, kaplıca, hamam, çifte hamam, ılıca, hela, yol, köprü, kervansaray, imaret, hastane, kütüphane, namazgah, musallâ, gasilhane, tekke, ribat, zaviye, hücre, dergâh, türbe, künbed, çarşı, pazar, han, bahçe, tarh, lağım, kışla, kale, hisar-beçe, palanka, burç, hendek, tabya, kaldırım, sokak, park, bulvar, miskinhane, kalenderhane, darülkura, darülhuffâz, dârülhadis, muvakkıthane, liman, fener, deniz feneri, yunak (çamaşırhane), yağhane, mumhane, şekerhane, demirhane, dökümhane, fırın, tezgâh, mezbaha, tophane, güllehane, şişhane, ahır, hara, dershane, tımarhane, dârüşşifâ, nişangâh, fetvâhane, menzilhane, nişantaşı, sâyebân, kameriyye, çardak, suyolu, sarnıç, tâbhane (prevantoryum), müftihane, mahkeme, sığınak, kabristan, köşk, konak, saray, sâhilsaray, yalı, ev, meşrûtahane, liman, iskele, kahvehane, bozahane, şırahane, kıraathane, eczahane, mahzen, cedvel (kanal) ve daha pek çok şey...
Bunların bir kısmı hayır eseri, bir kısmı da hayır eserlerine gelir sağlayan vakıf mülk olarak yaptırılıyordu. Her birinin çeşitleri de vardı.
Hastaneler
Hastaneler yalnız, yatan hastalara mahsus değildi. Ayakta tedavi de yapılırdı. Her gelen hastanın tedavisi yapılır ve fakir olduğunu beyan edenlere (başkaca bir vesika falan istenmezdi) bedava ilaç verilirdi. İstanbul, Edirne gibi büyük şehir hastaneleri aynı zamanda hekimlerin ihtisas yeri idi. Hekimler burada, her dalda ihtisas yaparlardı. Umumî ve yalnız bir tip hastalığa mahsus olanları dünyaca ünlüdür. 1451'de kurulan Edirne ve 1514'te kurulan Karacaahmed (İstanbul) cüzzam hastaneleri de tıp literatüründe ünlüdür. Zira XIX. asırdan önce cüzzamlılar, Avrupa'da hastaneye alınmıyor, ıssız yerlere sürülüp kaderlerine terk ediliyorlardı. Dışarıdan ayak üstü tedavi ve ilaç almak için gelenler, sabahtan öğleye kadar kabul ediliyorlardı. Öğleden sonra, yalnız yatan hastalarla uğraşılıyordu.
hastaneler bir iki istisna ile yalnız müslümanlar için değildi, "Allah'ın kulları olan bütün beşeriyete" açıktı. Batı'daki hastaneler ise yalnız ülkenin mezhebindeki mezhepten hasta kabul ederdi.
150 ilâ 300 hasta tedavi edebilen hastaneler vardır. Bir kaçı, hem müslüman, hem hristiyan hastayı, ayırmaksızın kabul eder. Kadınlara mahsus hastaneler de vardır. Bazı hastanelerde de kadınlara mahsus kısımlar bulunur ve bunlar, mutlak şekilde erkek hastalara ait kısımdan ayrılmıştır. Kadın hastalar, mutlaka kadın hastabakıcılar tarafından bakılır. Hekim olmayan hastane mensubu, kadın hastanın yanına bile yaklaşamaz.
Daha 1396'da Schiltberger, Bursa'da her dînden hasta kabul eden 8 hastane bulunduğunu yazmaktadır. Bundan tam bir asır sonra da Cantacasin (s.204), Sultanmehmed (Fatih) hastanesi'ni anlatırken, Müslüman, Hristiyan ve Yahudi hasta kabul eden, hastalarına çok büyük ihtimamla bakan, fevkalâde büyük geliri olan bir müessese olduğunu söyler.
İmâretler
Çok büyük bir sosyal yardım müessesesi imâretti. İçlerinde hayret uyandıracak derecede muazzam olanları varı. Nisbeten küçük bir müessese olan I. Sultan Murad'ın İznik'teki İmârethanesi bile, günde 2000 muhtaca yemek dağıtıyordu.
İstanbul'da II.Bayezid İmâreti, günde 1000 muhtaca iki öğün yemek dağıtıyordu (Sarrâf Hovennesyan, v 72; İnciciyan tercümesi, 135, not 2). Kânûni'nin yaptırdığı Süleymâniye İmâreti'nde ise, medresenin 600 softası ve hastalar dışında sayısız muhtaca yemek veriliyordu (Hovennesyan, v. 68; İnciciyan, 135, n.3). Bu imâret, bir büyük mutfakla üç yemek salonundan ibaretti. Arka tarafta, yolcuların hayvanları için bir ahır vardı ve burada da yolcuların hayvanları bedava yiyip tımar ediliyordu. Fakat bir yolcu, bu şekilde ancak üç gün ve tabiatiyla tamamen bedava misafir ediliyordu. Misafir yolcuların beş kişisi bir sofraya alınıyor ve her öğünde böyle 40 sofra kuruluyordu. Demek ki yalnız yolcu sıfatıyla günde 200 kişi yemek yiyordu. Her yolcuya günde 50 dirhem bal, misafirin hayvanına günde bir şinik arpa veriliyordu. Padişahın vakıf şartı böyleydi.
Vakıflar ve Sosyal Yardım
D'Ohsson (II,460-1) şöyle diyor: "İmâretlerde fakirlere her öğün bir ekmek, bir tabak dolusu koyun eti ve bir tabak dolusu sebze verilmektedir. Fakir olarak tanınmış ailelere ayrıca günde 3 ilâ 6 akça nakdî yardım yapılıyordu."
Fatih imâret ve kervansarayında her şeyin mükemmel ve bedava olduğunu, orada yalnız fakirlere değil, kibar yolcuları da gözleriyle gördüğünü nakleder.
II.Murat'ın 1436'da yaptırdığı Edirne'deki Muradiye İmâreti için 436718 akça gelir getiren vakıflar temin etmişti.
1611 yılı haziranında Polonyalı Simeon, Edirne'ye gelmiştir. "İstanbul-Edirne yolunun iki tarafı kâmilen kaldırım döşelidir". Her konakta hanlar, hastaneler, kervansaraylar, hamamlar vardır. Her menzildeki imâretlerde yolculara günde iki öğün bedava pilav, yahni (et), zerde ve iki fodla(ekmek) verilmektedir. Hayvanlar aynı şekilde bedava bırakılmaktadır. Kervan, bin kişilik olsa gene aynı ihtimam gösterilmektedir.
XV. asrın ilk yıllarında Bursa'da 7 imâret vardı. Alman gezgini Schiltberger'e göre bu imârette "Hristiyan, Mûsevî veya putperest olmasına bakılmaksızın, her yoksul, yiyip içebiliyordu." (Telfer nş., s. 404). Bu yazar, Bursa'nın 1400 yıllarında, Yıldırım Bayezid devrinde, Osmanlı taht şehri Edirne'ye nakledilmeden hemen önceki yıllarda, Bursa nüfusunu 200000 olarak vermektedir.
Kervansaraylar
Çok büyük hayır müessesesi olduğu kadar, ticareti ayakta ve yolları canlı tutan bir kuruluş, kervansaraylardır.
Kervansarayların daha mütevazı olanlarına "han" denilmektedir. (Vakıf olmayan yolcu hanları yani bugünkü oteller ve şehirlerdeki ticaret hanları ile karıştırılmamalıdır.) Han ve kervansarayların ekserisinin vakıfnâmesinde, yolcuların, hayvanları ile beraber, üç gün misafir edileceği, yedirilip içirileceği şartı vardır.
Bunlar, mimari bakımından da çok büyük sanat eseri olan muhteşem yapılardır. Sir Paul Ricaut (II,495): "Türkler'in bu binaları, son derece muhteşem yapılardır ve Türk eyaletlerinde pek çoktur." der. Havza gibi mütevazı bir kasabada (Doğu Trakya) böyle iki vakıf hanı vardı, yolcular bedava ağırlanırlardı. Çok büyük gelirli vakıflar tahsis edilmişti. Gelirleri ekseriya artardı. Meselâ Çatalburgaz'da İstanbul-Edirne yolu üzerinde Mustafa Paşa Kervansarayı'nın yıllık gelir fazlası ile haftada bir gün, civar köylere bedava yemek dağıtılıyordu.
"Anadolu'ya yollar üzerinde her fersahta kervansaray vardır. Bunlar, başka ülkelerde hiç görülmeyen hayır müesseselerdir." Daha XIII. asırda birinci imparatorluk Türkiyesi'nde, üç saatlik mesafeye bir kervansaray kondurulmuştu ve bu Selçukoğulları'nın eseriydi, başka ülkelerde yoktu.
Türbeler
Türbelerin bakımı için de vakıflar yapılmış olması tabiîdir. Bunların en muazzamı Eyüp Türbesi idi. 10 türbedar, 72 hafız olmak üzere türbenin hizmetinde 117 kişi bulunuyordu. (T. Öz, İstanbul camileri, I, 55). Zira dünya müslümanlarının büyük ziyaret yerlerinden biriydi ve her gün binlerce ziyaretçisi bitip tükenmek bilmezdi. Avlusundaki binlerce leylek ve güvercinin beslenmesi için de tertibat alınmıştı. (Şimdi leylek çok azalmıştır.)
Çok ziyaret edilen ikinci türbe, Fatih Türbesi idi. Dindarâne bir titizlikle bakılırdı. 12 daimî hizmetkârı vardı. Ayrıca 90 kadar hafız, her biri günde 16 dakika Kur'ân okumak üzere her gün münâvebe ile türbeye gelirdi. Bu suretle 1481'den 1924'e kadar 443 yıl boyunca, Fatih'in başucunda, bir dakika olsun Allah kelamı eksik olmamıştır.
Su Vakıfları
Son derece sevap sayılan vakıflardan biri, su vakıfları idi. Her taraftan su akardı. Bazı camilerde -abdest almak için- yaz kış sıcak su akması, o caminin vakıfnâmesi icabı idi.
Su vakıflarının en büyük masraflıları şüphesiz suyolları ve barajlardır. Su bulunan bir yerden, nüfusu kalabalık bir iskân mahalline su vermektir. Meselâ Kânûnî, Mekke'ye bol su getirtmiş ve Harem-i Şerif'i 360 kubbe ile örttürmüştü.
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:28 Sebep: Sayfa Düzeni

Benzer Konular

21 Ağustos 2008 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
6 Ekim 2010 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
3 Nisan 2009 / ThinkerBeLL Taslak Konular
27 Ekim 2005 / ByKatip Taslak Konular
23 Mart 2010 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu