Arama

Osmanlı İmparatorluğu - Sayfa 3

Güncelleme: 20 Eylül 2017 Gösterim: 173.520 Cevap: 53
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Şubat 2006       Mesaj #21
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
savaslar

Sponsorlu Bağlantılar
YENİ BİR HAÇLI İTTİFAKI VE NİĞBOLU SAVAŞI

nico2


Osmanlı sınırlarının Macaristan'a kadar dayanması, Macar Kralı Sigismond'u korkutmaktaydı. Zira Sigismond, ufuktan azametle yuvarlanıp gelmekte olan Osmanlı dalgasının, er geç kendi ülkesini de basacağını görmekteydi. Tek başına altından kalkamayacağını bildiği bir tehlikeye karşı gece rüyalarını, gündüz hülyalarını tutan ümid, her şeye rağmen yine de bir Haçlı ordusunun yardımında görüyordu. Fakat imdadına çağırabileceği devletlerden Venedik, bu Katolik dindasına müzaheret eder görünmekle beraber, Sigismond'un zaferinin Balkanlarda bir Macar hegemonyasına yol açacağından da endiseleniyordu. Cenevizliler ise siyasî ve iktisadî hayatlarının sağlıklı birşekildeki devamını Osmanlıların teveccühünü kazanmakta gördüklerini gizlemiyorlardı.
Sigismond, Osmanlı tehlikesini bertaraf etmek ve hatta Kudüs'e kadar gidebilmek için Avrupa'nın muhtelif memleketlerine elçiler göndererek yeni bir Haçlı ittifakının kurulmasını istiyordu. Bu ittifakın kurulması için Papalık makamı da, yoğun bir faaliyete girişerek kiliselerde Müslüman Türkler aleyhinde vaazlar verdirmeye başladı. Bu tesebbüsler, hedef Türkler olduğu için kısa bir süre içinde olumlu bir sonuç verdi. Böylece Sigismond ile işbirliği yapan Avrupa, heyecan ve ümid içinde idi. Yalnız Fransızlar değil, İngiltere, İskoçya, Lehistan, Avusturya, İtalya, İsviçre ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinden gelen kuvvetler, Bulgaristan'da Sigismond 'un komutası altında toplanmaya başladı. Avrupa'nın her köşesinden süzülüp gelen cengaver, cesur ve tecrübeli şovalyeler, Osmanlı ordusunu aramaya başladı.
Birleşik Avrupa kuvvetlerinden meydana gelen bu birlikler, Sigismond'un kendilerine bildirdiği gibi, karşı tarafta bir tecavüz hareketi göremeyince, araştırmaya başladılar. Papanın desteği ile tertiplenen bu Haçlı seferine batılı bütün şovalye ve asilzâdelerin katıldıkları görülmektedir.Maiyetinde 1000 Fransız şovalyesi ile 7000 civarında yardımcı ve ücretli asker bulunan Burgonya dukası Jean de Nevers başta olmak üzere birçok asilzâdenin maiyetindeki Alman, İngiliz, İtalyan, İspanyol ve Polonyalı şovalyeler olduğu gibi, 1394 seferinin intikamini almak isteyen Eflâk Voyvodası Mirçe ve bir kısım Erdel kuvvetlerinin istirakı ile mevcudu 100.000'i (Sükrüllah, Behçetu't-Tevârih 130.000 kişi) bulan ve Türkleri Avrupa'dan sürmek gayesini güden bu Haçlı ordusu, Tuna boyunca ilerleyerek Vidin ve Rahova'yı aldıktan sonra 12 Eylül 1396'da Niğbolu önüne gelmişti. Venedik ve Rodos gemilerinden mütesekkil bir donanmanın da yardımı ile kaleyi muhasaraya başladılar. Niğbolu kalesini kuşatma altına alan Haçlı ordusuna karşı kale muhafızı Doğan Bey, şiddetli bir müdafaada bulunur. 15 gün devam eden bu kuşatma esnasında İstanbul önlerinde bulunan Sultan Bâyezid, Haçlıların hareketini duyar duymaz, muhasara mancınıklarını yakıp, Sucaeddin Evrenos Bey'i ileri göndermişti.
Kendisi de İslâm âlemine müracaat edip durumu bildirdikten sonra yanında bulunan 10.000 askerle yola çıkar. Anadolu ve Rumeli kuvvetlerinin Kara Timurtaş ile şehzadelerin komutasında sür'atle toplanıp Edirne'de kendisine ulaşmaları üzerine 60.000 kişiden meydana gelen Osmanlı ordusunun başına geçen Sultan Bâyezid, sür'atle Sipka geçidini aşmış ve Timova'da Stephan Lazaroviç ile birleştikten sonra Osma vadisinde Niğbolu ovasına hakim bir tepede ordugâhını kurar. Kaynakların verdiği bilgilere göre kalenin erzak ve mühimmat durumunu bizzat tesbit eden Bâyezid, 25 Eylül 1396 pazartesi günü (Osmanlı kaynaklarında Cuma) Niğbolu önünde meydana gelen savaşta mahirâne bir manevra ile iki kısma ayırdığı ordusunun yaya askerini yani yeniçerileri merkeze koyup onların etrafinda kapıkulu süvarilerini tesbit ile sağ ve sol kollara tımarlı sipahileri koymuştu. Arkada da ihtiyat kuvvetleri bulunuyordu. İki ordu, Niğbolu kalesi yakınında karşılaştılar. Galibiyet şerefini kazanmak isteyen Fransız süvarileri, başlangıçta Bâyezid'in merkezde yeniçerilerin önündeki ilk kademede bulunan ve Azep denilen hafif yaya kuvvetleri üzerine yüklenip onları mağlub ve imhaya başladılar.

Fransızlar, teslim olanları bile öldürdüler. Bundan sonra da Azeplerin gerisindeki Yeniçeri kuvvetleri üzerine yüklendiler. Fakat Yeniçerilerin ok yağmuruna tutularak epey telefat verdiler. Aynı zamanda da sol kanatta Anadolu askerine komuta eden Şehzade Mustafa kuvvetlerinin yandan taarruzuna uğradılar. Fakat, bunları da bertaraf ederek ilerlediler. Plân gereğince Osmanlı merkez kuvveti bir miktar geri alındı. Bu çekilmeden cesaret alan Fransızlar, daha da ileri giderek kıskacın içine girdiler. Onlar, Osmanlı plânını bilen Sigismond tarafindan ileri gitmemeleri ve kıskacın içine girmeyip beklemeleri hakkında verilen emri dinlemediler. Bu defa plân gereği Osmanlıların üçüncü hattı da ikiye ayrıldı. Böylece Fransızlar tepeyi işgal etmiş ve muharebenin Türklerin mağlubiyeti ile neticelendiğini zannettikleri sırada bizzat pusudan çıkan Bâyezid'in komutasındaki kuvvetlerle karşılaşınca şaşırdılar. Fakat fazla zayiat vermemek için daha önce atlardan inmiş ve yaya olarak harb eden Fransızlar, geri dönüp atlarına binmek istedilerse de kaçacakları kapının kapanmış olduğunu görerek şaşırdılar. Bunları kurtarmak için Sigismond'un gönderdiği kuvvetler ilerleyemeyerek geri çekilmek zorunda kaldılar. Tuzağa düşmüş olan kuvvetler kısmen imha ve kısmen esir edildiler.
Osmanlı ordusunun merkezine hücum eden Fransız kuvvetleri ile olan muharebe, üç saat kadar sürmüstür. Eflâk Voyvodası Mirçe, muharebenin gidiş şeklini görünce neticeyi kestirerek hemen memleketine dönmüştü. Muharebenin en tehlikeli olan ilk safhası bittikten sonra Türk kuvvetleri, derhal ve şiddetle Sigismond'un kuvvetlerine hücum etmişlerdi. İhtiyat kuvvetlerini bile muharebeye sokmuş olan Macar Kralı, hiçbir başarı elde edemedi. Sonunda kesin sonucun alınma zamanının geldiğini gören Yıdırım Bâyezid, kendi ihtiyat kuvvetlerini taarruza geçirmek suretiyle Haçlıları müthiş bir paniğe uğrattı. Sigismond, maiyetindeki bazı adamların yardımı ile Tuna nehrine gelip kendini bir balıkçı kayığına zor attı. Nehirdeki Venedik amirali Mocenigo'nun kadırgalarından birine yanaşarak Karadeniz yolu ile İstanbul'a gelebildi. Oradan da Marmara ve Çanakkale Boğazından geçip Modon limanına uğradıktan sonra Dalmaçya'ya çıkarak memleketine gidebildi.

Niğbolu muharebesinde Haçlı ordusuyla gelen prens ve asilzâdelerden bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da esir alınmıştı. Harbe istirak etmeden kaçmış olan Eflâk kuvvetleri ile Hırvat askerlerinden başka, diğer bütün düşman kuvveti ya imha edilmiş veya kaçarken nehirde boğulmuştu.
Niğbolu'da esir düşenlerden bir kısmı önce Edirne'ye oradan da Gelibolu'ya götürülüp Haçlı donanması ile boğazdan geçmekte olan Sigismond ve maiyetindekilere teşhir edildikten sonra Bursa ve Mihaliç'e nakledilmişlerdi. Bunlardan bir kısmı da Memlûk sultanı el-Meliku'z-Zahir Ebu Said
Berkuk'a gönderilmişti. Niğbolu'da esir düşen asilzâdeler, sonradan Macaristan, Fransa ve Kıbrıs krallarının teşebbüsü ve Midilli prensinin kefaleti ile 200.000 altın florin fidye karşılığı serbest bırakılmışlardır.
Niğbolu'da elde edilen parlak zaferden sonra daha önce düsmanın eline geçmiş olan kaleler geri alındığı gibi Osmanlı himayesinde bulunan Vidin Bulgar krallığına da son verilmişti. Bundan sonra Macaristan'a büyük bir akın yapılarak külliyetli miktarda esir alınmıştı. Bu savaştan sonra Garp dünyası bir anda en seçkin asilzâdelerini kayb etmiş, süngüden kurtulan veya Tuna'da boğulmayan kılıç artıkları ise başsız, idaresiz ve perişan kafileler halinde geldikleri yerlere doğru dağlara düşmüşlerdi.
Öte yandan Niğbolu muzafferiyetinden elde edilen ganimet ve fidyelerden alınan hisseler ile Anadolu ve Rumeli'de birçok hayrat yaptıran Bâyezid'in Niğbolu'da ismine izafe edilen camii de bu sırada yaptırmış olması muhtemeldir.
Savaşı müteakip, akıncı ve sekbanlar yerleştirilmek suretiyle uç beylerinin faaliyet merkezi haline getirilen Niğbolu, serhad livası olarak Osmanlı idaresinde mühim bir rol oynamıştır. Genellikle Tuna geçitlerine hakim bir noktada, Eflâk'ı tehdid eden bir üs özelliğini taşıyan Niğbolu, Osmanlı hükümdarlarının zaman zaman Eflâk ve Macaristan seferlerine çıktıkları bir yer olarak Eflâk ve Macar krallarının taarruzlarına hedef olmuştu.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Şubat 2006       Mesaj #22
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Daha önce düzenli bir posta teşkilatı bulunmayan Osmanlı İmparatorluğu' nda 1839 Tanzimat Fermanı' nın getirdiği çağdaşlaşma çalışmalarına paralel olarak batılı anlamda bir Posta Teşkilatı kurulması amacıyla 1840 yılında ilk Posta Nizamnamesi yürürlüğe konulmuştur.

Sponsorlu Bağlantılar
Bu amaçla İlk Posta Nezareti (Bakanlık) kurulmuş, İstanbul - Edirne, İstanbul
(Üsküdar) - Kartal ve hatta İstanbul (Üsküdar) - İznik düzenli posta hatları ihdas edilmiştir. Daha sonra bu hatlar genişletilerek İstanbul' dan Tokat, Diyarbakır, Musul ve Bağdat' a posta taşınmasına bağlanmış, daha önce kurulan İstanbul - Edirne posta hattı Sırbistan'a kadar uzatılmıştır.

Bu arada posta hatları Ülke içinde İzmir, Aydın, Isparta ve Kütahya'ya Ülke dışında da yapılan ikili anlaşmalarla Avusturya, Fransa, Rusya, Almanya, İtalya, İngiltere, Yunanistan, Romanya ve Mısır'a kadar uzatılmış, İzmir, Selanik, İzmit, Gemlik ve Trabzon'a düzenli deniz postaları ihdas edilmiştir.
İlk uygulamada alınan ücret mektup üzerine kırmızı kalemle yazılırken 1863 yılında Posta Nazırı Agâh Efendi' nin teklifi üzerine yayımlanan bir padişah fermanıyla posta pulu kullanılmaya başlanılmış, o yıl, üzerinde ay, padişah Abdülaziz'in tuğrası ve Devleti Aliyye-i Osmaniyye ibaresi bulunan ilk posta pulu taşbaskı (litografik) teniği ile basılmıştır.

Bu arada 1840 yılında başlayan gelişmelerin telgrafa da yansıdığını ve ilk telgraf sisteminin Osmanlılarda kurulduğunu görüyoruz. Padişah Sultan Abdülmecit'in emri üzerine İstanbul - Edirne telgraf hattının yapılmasına başlanılmış, daha sonra bu hat Varna, Şumnu, Ruscuk ve Bükreş'e kadar uzatılmıştır. İstanbul - Edirne telgraf hattının yapımının 1855'de tamamlanması üzerine aynı yıl İstanbul'da ilk Telgraf Müdürlüğü kurulmuş ve böylece Ülkemizde telgraf haberleşmesine başlanılmıştır.

1840 yılında Nezaret (Bakanlık) olarak kurulan Posta - Telgraf teşkilatı, 1909 yılında Genel Müdürlük haline getirilerek Maliye Bakanlığına bağlanmış, 1911 yılında tekrar Nezarat (Bakanlığa ) dönüştürülmüştür. 1912 yılında Genel Müdürlük olarak İçişleri, 1936 yılında da Bayındırlık Bakanlıklarına bağlanan Teşkilat, son olarak 1943 yılında, T.C. Posta , Telgraf ve Telefon İşletmesi Genel Müdürlüğü (PTT) olarak Ulaştırma Bakanlığı' na bağlanmıştır. 4000 sayılı yasa ile PTT Genel Müdürlüğü' nün ikiye bölünmesi üzerine T.C. Posta İşletmesi Genel Müdürlüğü, yine Ulaştırma Bakanlığı' na bağlı bir KİT olarak işlevini devam ettirmektedir.

Yaklaşık 160 yıllık bir geçmişi olan Posta İdaresi, hizmetlerinin çeşitliliğinden dolayı zaman içinde bünyesinden bir çok kuruluş çıkararak Türk halkının hizmetine sunmuştur. Türkiye Radyoları, Telsiz Genel Müdürlüğü, Teletaş ve en son Türk Telekom A.Ş., PTT'nin bünyesinden ayrılmış birer kuruluş olma vasfını taşımaktadırlar.

Yaklaşık 160 yıllık bir geçmişi olan Posta İdaresi, hizmetlerinin çeşitliliğinden dolayı zaman içinde bünyesinden bir çok kuruluş çıkararak Türk halkının hizmetine sunmuştur. Türkiye Radyoları, Telsiz Genel Müdürlüğü, Teletaş ve en son Türk Telekom A.Ş., PTT'nin bünyesinden ayrılmış birer kuruluş olma vasfını taşımaktadırlar.


GEÇMİŞTEN BUGÜNE PTT
İlk Posta Teşkilatı Tanzimat Fermanı ile yaşanan gelişmelerin sonucu olarak Osmanlı Devletinin tüm halkının ve yabancıların posta ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla Nezaret olarak 23 Ekim 1840 tarihinde kurulmuştur.

1840
Posta Nazırlığı kuruldu.
1855
Telgraf Müdürlüğü kuruldu.
1871
Posta Telgraf Nezaretine dönüştürüldü.
1876
Milletlerarası Posta Şebekesi kuruldu.
1901
Koli ve Havale İşlemi kabulüne başlandı.
1909
Posta Telgraf ve Telefon Nezaretine dönüştürüldü.
1913
Posta Telgraf ve Telefon Umum Müdürlüğü adını aldı.
1933
PTT Genel Müdürlüğü Bayındırlık Bakanlığına bağlandı.
1939
PTT Genel Müdürlüğü Ulaştırma Bakanlığına bağlandı.
1954
KİT statüsüne geçirildi.
1984
KİK statüsüne geçirildi.
1994
PTT'nin Türk Telekomünikasyon A.Ş. ve Posta İşletmesi Genel Müdürlüğü olarak ikiye ayrılması öngörüldü.
1995
Posta İşletmesi Genel Müdürlüğü olarak hizmet vermeye başlandı.
2000
PTT Genel Müdürlüğü olarak hizmete devam edilmektedir.

Son düzenleyen Blue Blood; 22 Şubat 2006 21:09
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Şubat 2006       Mesaj #23
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Malta Kuşatması

malta31555 yılında İran seferinden döndükten sonra Süleyman devlet işlerinin neredeyse tamamına yakınını Harem ve Sadrazamının üzerine bıraktı.Yeni Vezir olan Sokullu Mehmet, Selim'in kızı Esma Sultan ile evlenerek hatırı sayılır bir güç sahibi olmuştu.Bu dönemde 1566 yılında Sakız Adasının fethi Osmanlı Deniz gücünü Ege ve Çanakkale dışındada güçlendirmekle kalmamış,dış dünyaya Osmanlının sadece kara ile değil aynı zamanda deniz gücüylede ilgilendiğini göstermişti.Sokullu, Süleymanı denizlerde yeni fetihler yapması gerektiği konusunda ikna etti.1550 yıllarında 5. Charles'ın Mahdiye'yi fethi ile zaten yeni bir Akdeniz deniz savaşı başlamış,bu olay Malta Şovalyelerine Osmanlı gemilerine karşı korsanlık faaliyetlerinde bulunmaları için fırsat sağlamıştı.Eski bir korsan olan Turgut Reis'de hem bu korsanlık saldırılarını durdurmak hemde Sokullunun bizzat kendi müdahalesiyle Malta Adasına 1565 yılında saldırdı.Fakat adayı alamadı ve saldırı sonucunda başından yara alarak öldü.Bu dönemden sonra Osmanlı İmparatorluğu göreceli olarak gerilemeye başladı, elbette daha sonra ki yıllarda önemli fetihler yapılsada bu ilerlemelerin ivmesi azalarak gerileme dönemi denen yıllar başladı.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Şubat 2006       Mesaj #24
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Doğu Roma'nın muhteşem mabedi Ayasofya, Müslümanlar için de önemliydi. Zira Süleyman Peygamber'den Eyüp Sultan'a birçok kıymetli şahsiyetin hatırasını taşıdığına inanılıyordu. Eski rivayetleri elimize aldık, Ayasofya'ya gittik. Bahsedilen makamları, tarif edilen yerlerinde bulduk. Ve Ayasofya gözümüze her zamankinden farklı göründü.
29 Mayıs 1453 günü, 53 gün süren bir muhasaranın ardından ‘Fatih’ Sultan Mehmed Han cennetmekân, Topkapı’dan İstanbul’a girdi. Önce Büyük Ayasofya Kilisesi’ne gitti. Muhteşem mabedi uzun uzun inceledi, üst katlarına, kubbesine çıktı. Binanın harap olmuş haline teessür ederek Farsça “Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor / Baykuş Efrasiyâb’ın kalesinde nöbet tutuyor” beytini okudu. Binanın temizlenmesini emir buyurarak dışarıya çıktı. Avluda mermerleri koparmaya çalışan bir yeniçeriye rastladı. Elindeki gürzü salladı; “Bre nâbekâr” dedi, “Yapı yıkılır mı? Ersen bir yapı da sen kur.” Bu hadise gerçekleştiğinde günlerden salı idi. İşçiler geceyi gündüze kattı; mihrap, minber, tahtadan minare yaptı. Cuma günü hutbeyi Fatih okudu, Akşemseddin mihraba geçti, Peygamber (sas) müjdesine kavuşmuş mutlu askerler saf tuttu, şehr-i Kostantiniyye içre ilk cuma namazı kılındı.
Ayasofya’nın ilk binası 360 yılında yapılmıştı. 415’te yenilendi. 537’de İmparator Justinien tarafından muhteşem surette yeniden yaptırıldı. Açılış merasiminde gururla mihraba doğru atılan Justinien, ellerini kaldırarak “Ey Süleyman seni geçtim” diye bağırdı. Ayasofya bu tarihten itibaren Doğu Roma’nın şatafatlı günlerine de, hezimetlerine de şahit oldu. Kaç defa depremlerden zarar gördü, tamir edildi. 1504’te İstanbul’u işgal eden Latinlerin yağmasından nasibini aldı. Üst katın direklerinde Latinlerin söktüğü mücevherli haçların yerlerini, bir Viking askerinin mermere kazıdığı ismini görebilirsiniz. İstanbul Türkler tarafından fethedildiğinde Ayasofya’nın güneydoğu tarafı iki payanda ile sağlamlaştırıldı. Bir tuğla minare ve medrese yapıldı. II. Bayezid, bir minare ilave etti. Mimar Sinan, iki minare ile yeni payandalar yaptı. Bina hâlâ ayakta durmasını bu hizmetlere borçlu.
Her dönem ayrıcalıklı
Ayasofya Camii, Osmanlı döneminde ayrıcalıklı yerini devamlı korudu. Burada görev alacaklar, özellikle vaaz verecek kürsü şeyhleri dönemin en itibarlı isimleri arasından seçilirdi. Caminin içinde parmaklıklarla ayrılı maksurelerde kıymetli ilim adamları etrafında ders okuturdu. Caminin son imamlarından Hafız İdris Efendi’nin I. Dünya Savaşı yıllarında “Üç yüz milyon sahifelik bir mecmua ise İslâm, şirâze-i nizâmı dindir. Ey millet, sen din ile bahtiyâr oldun, din ile pâyidâr olacaksın.” diyerek başladığı konuşmalarını dinleyenler artık hayatta değilse bile, dinleyenleri dinleyenler belki vardır.
Ayasofya Camii, 1934 Kasım’ında müzeye çevrildi; malum. Fatih, kiliseyi camiye çevirirken kıymetli birer sanat eser olan mozaiklerine dokunmadı. İlerleyen yıllarda mozaikler kalın sıvalar ile kapatıldı. Bina müze olduktan sonra sıvalar kaldırılarak mozaikler ortaya çıkarıldı. Ayasofya’yı müze haline getiren komisyon, kararı Türk eserleri ihmale uğratılmadan aynen korunmak şartıyla kabul etmişti. Bugün ise Ayasofya Müzesi’ni sadece dört duvardan ibaret bir bina olarak gezebiliyoruz. Oysa Topkapı Sarayı’nın hemen yanıbaşındaki bu mabet, cami olarak hizmet ettiği beş asır boyunca en kıymetli sanat eserleri ve tarihî hatıralar ile donatılmıştı. Sayısız elyazması levhalar, halılar, kilimler, rahleler, sakal-ı şerifler, Kâbe örtüleri gibi paha biçilmez değerler dağıtıldı. Bugün asılı olan Kazasker Mustafa İzzet Efendi’ye ait 7 metre çapındaki devasa “İsm-i Celal, İsm-i Nebi, Çehar Yar ve Hasaneyn” levhaları kapıdan çıkarılamadıkları için yerlerinde bırakıldı. Üst kata çıkıp arkalarından baktığınızda levhaların büyüklüğünü daha iyi anlayabilirsiniz. Eskiden Ayasofya’nın ana mekanına girilen büyük kapının Nuh Aleyhisselâm’ın Cudi Dağı’na konan gemisinin tahtalarından yapıldığına inanılırmış. Bunun için de gemiciler sefere çıkmadan önce kapıya ellerini sürüp Hazreti Nuh’un ruhu için Fatiha okurmuş. Kapıdan girişte sağda ise turistlerin bakır kaplamasının ortasındaki deliğe parmak sokarak dilek tutmak için sıraya girdiği hafif nemli ‘terler direk’ bulunur. Bir rivayete göre Hazreti Peygamber’in (sas) mübarek tükürüğüyle hazırlanan harç dibinde karıldığı için bu direk terler dururmuş.
Sedd-i İskender, makam-ı Süleyman
Sanat tarihçileri, Ayasofya’nın mihrabının 19. yüzyıl izleri taşıdığını söyler. Mihrabın ortasında ise yine mihrap şeklinde kırmızımtırak bir çukur göze çarpar. Eskiden burada bulunan Kâbe tasvirli muhteşem çini pano, ne akla hizmet içinse sökülmüş, daha sonra elde kalan parçaları minberin yan tarafındaki bir dehlizin içine başka yerlerden sökülen çinilerle birlikte yamalı bohça gibi monte edilmiş. Mihrabın yanındaki şamdanlar Kanuni tarafından Budin’den getirilmiş. İki taraftaki duvarlarda asılı levhaların çoğu ise padişahların imzasını taşıyor. Mermer minber Evliya Çelebi’ye göre İskender-i Zülkarneyn makamıdır. Seyahatname’de “Yüksek minber İskender makamı üzere İskender seddi gibi yapılmıştır.” der. Söz Evliya’nın, biz alâkasını bulamadık. Minberden sağa doğru gittiğinizde ortadaki direğin üzerinde bir mihrap çukurunun daha olduğunu, alçıyla kapandığını görürsünüz. Buradaki Mescid-i Nebevî tasvirli çini mihrap da sökülüp Kâbe panosunun olduğu yere yamanmış. Hikmetini anlayan beri gelsin. Burası Süleyman Aleyhisselâm makamıdır. Hazreti Süleyman, tahtı üzre seyahat ederken bu mekâna gelmiş ve bir mabet inşa etmiş. Bu makamın kıblesindeki kapının açıldığı koridor Harun Reşid makamıdır. Süleyman Peygamber makamının aksi istikametinde, yani caminin solunda, aynı şekilde bir direk ve üzerinde yine kaybettirilmeye çalışılmış bir mihrap iziyle karşılaşırsınız. Burası Ömer İbni Abdülaziz’in ibadet ettiği yerdir. Harun Reşid ve Ömer ibni Abdülaziz, İstanbul muhasaralarına katıldı mı, tarihçiler daha iyi bilir, ama Osmanlı bu makamları ihdas etmiş. Büyük kubbenin altında yuvarlak renkli mermerlerle döşenmiş özel bir mekân bulunur; imparatorların taç giyme yeri. Osmanlı zamanında burasının adı, kırklar makamıdır ve pek çok kişinin burada kırklarla karşılaştığı anlatılır. Kuzeydoğu köşesinde, eskiden medresenin olduğu yere açılan kapı yanındaki oda Akşemseddin’in halvethanesidir. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey ‘Ayasofya Cami-i Şerifi’nin medrese kapısı ittisalinde vaki kütüphane mahalli vaktiyle Akşemseddin hazretlerinin halvethanesi imiş.” derken Evliya, Akşemseddin’in burada Cerîrî Tefsiri okuttuğunu ve aynı yerde ilim okuyanlar için dua ettiğini aktarır.
Neredeyse araba çıkacak kadar geniş, Arnavut kaldırımı döşeli yoldan çıkılan ikinci katta mermerden oyulmuş kapı kanatlarıyla ayrılan bir bölüm vardır. Burası Bizans döneminde Synode (Ruhaniler) Meclisi’nin toplantı yeridir. Osmanlı devrinde ise Yediler’in bu bölümde ibadet ettiğine inanılırmış. Mermer kapıdan ileriye gidildiğinde, güney duvarının dibinde yerde lavabo evyesi gibi mermer bir taş durur. Bu taşın ise Hazreti İsa’nın dünyaya geldiğinde yıkandığı taş olduğu, Kostantin’in annesi Helena tarafından Kudüs’ten getirildiği anlatılır.
Müzenin bugün ziyaretçilerin çıkış yaptığı kapı arasındaki mihrabın Fatih’in Ayasofya’da ilk namaz kıldığı yer olduğu; yine Battal Gazi’nin çan kulesinde; Eminönü’nde türbesi bulunan Baba Cafer ile arkadaşı Şeyh Maksud’un Türbe Kapısı’nda; Mesleme bin Abdülmelik’in Üçbucak denilen yerde ibadet ettikleri de rivayetler arasında. Bu anlattıklarımıza ‘söylentiden ibaret’ deyip geçebilirsiniz. Ama biz gittik, tarif edilen yerlerde Osmanlı döneminde koyulan işaretleri bulduk. Ve Ayasofya gözümüze her zamankinden farklı göründü.
Peygamber (sas) hatırası
Ayasofya ile ilgili İslam inanışlarından biri de kubbesinde Peygamber Efendimiz’in (sas) mübarek tükürüğünün bulunduğudur. Anlatıldığına göre depremde hasar gören kubbe bir türlü eski haline getirilememiş. Hicaz’da Ahir Zaman Nebisi’nin yaşamakta olduğu bilindiğinden kendisine müracaatla tükürüğünden bir parça alınmış ve harca karıştırılarak kubbe tamir edilmiş. Bu yüzden kubbeden sarkan top kandilin altında yapılan duaların kabul edileceği inancı yaygındır. Evliya Çelebi “Hâlâ Rasûlullah’ın (sas) ağız suyuyla yapılan yer, kubbenin kıble tarafında bellidir. Bilen canlar baktığında ‘Allahümme salli alâ Muhammed’ derler. Zira kubbenin diğer yerinden Rasûlullah’ın ağız suyuyla yapılan yer günden ayan ve aydınlıktır.” der. Sırtınızı mihraba çevirdiğinizde, kubbenin kuzeydoğusunda, ortasından zincir sarkan, parlak, tamirli yeri görebilirsiniz.

Eyüp Sultan makamı Ayasofya’daki meşhur ‘terler direk’ten kıbleye döndüğünüzde karşınıza çıkan sütunu incelerseniz, iki karış boyunda bir mihrap şekli görürsünüz. Burası Eyüp Sultan Hazretleri’nin (ra) makamıdır. Ashab-ı Kiram’ın muhasara sırasında -ne karşılığında pazarlık yaptılarsa- imparatorla anlaşıp şehri gezdikleri ve Ayasofya’da namaz kılıp dua ettikleri tarih kitaplarında kayıtlıdır. Dönüşte halk anlaşmaya rağmen ashaba saldırmış, bazılarını şehit etmiş, Eyüp Sultan Hazretleri’ni de başından taş ile yaralamış. Zaten yaşlı ve hasta olan Hazreti Halid’in bu yara sonucu şehit düştüğü nakledilir. Onun ibadet ettiği mahal de bir şekilde tespit edilip, Osmanlı zamanında bu sembolik mihrap yapılmış. Dindar kişiler burada ibadet etmek için can atarmış. Cami müzeye döndürüldükten sonra bilen kalmadığı gibi muhtemelen çiniden olan mihrap da sökülmüş; ama izi duruyor.
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:34
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
24 Şubat 2006       Mesaj #25
kambis - avatarı
Ziyaretçi

YÜCELİK BELGESİ

HER İYİLİĞİN KAYNAĞI ADALETTİR... ADİL OLMAYAN KİŞİNİN ELİNDEN ÇIKAN İŞ, KÖTÜ İŞTİR..
PEYGAMBERİMİZ ”BİR GÜNÜN ADALETİ YETMİŞYILLIK iBADETTEN ÜSTÜNDÜR” BUYURMUŞTUR.
ÖYLE iNSANLAR VAR Kİ ELLERİNDE FIRSAT YOK iKEN SALİH, ABiT VE ZAHİT GÖRÜNÜRLER. ELLERİNE FIRSAT GEÇİNCE NEMRUT KESİLİRLER.
HİZMETİNDE KULLANDIGIN ADAMLARIN DIS HALLERİNE ALDANMA! MALA MUHABBETGÖSTERENİ DEVLET HİZMETİNDE KULLANMA! ZİRA O ADAMLAR Ki ALLAHIN BANAEMANET ETTİĞİ HALKI EZERLER...
KIYAMET GÜNÜ SORUMLU BENİM!..
EY GAZİ BALİ BEY; MANSIBIMIN GELİRİ MASRAFIMA YETMEZ DİYE GAMÇEKME, NE DİLEDİĞİN VARSA BENDEN iSTE, SANA EMANET ETTİĞİM ASKERLERİMİN VETEBAAMIN, GENÇLERİNİ EVLAT, iHTİYARLARINI BABA, YASLILARINIDA KARDES BİL...,
BİLHASSA FUKARAYA SEFKAT VE MUHABBETLE iHSAN KAPILARINI AÇ !.
Kanuni Sultan SÜLEYMAN
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
27 Şubat 2006       Mesaj #26
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

musul09

İSTANBUL'UN FETHİ (29 MAYIS 1453):İSTANBUL'UN FETHİNİ GEREKTİREN SEBEPLER:
1)- Bizans'ın Osmanlı şehzadelerini koruyarak ve kışkırtarak,
taht kavgalarına neden olması,

2)- Bizans'ın Osmanlı'ya karşı düzenlenen Haçlı seferlerini teşvik etmesi,

3)- Osmanlı toprak bütünlüğünü bozan bir konumda olması
( Osmanlı topraklarıyla çevrili bir ada görünümündeydi. Osmanlı'nın
Anadolu'dan Rumeli'ye, Rumeli'den Anadolu'ya geçişi zordu)

4)- İstanbul'un boğaza hakim bir konumda olması ve bu yüzden
Karadeniz Akdeniz su yolunun anahtarı konumunda olması.
FATİH'İN FETHİ KOLAYLAŞTIRMAK İÇİN


ALDIĞI TEDBİRLER:

1)- Bizans'a denizden gelebilecek yardımı önlemek amacıyla Anadolu Hisarı'nın karşısına Rumeli hisarını yaptırdı.

2)- Bizans'a Balkanlardan gelebilecek muhtemel Haçlı yardımını önlemek için sınır boylarına akıncı birlikleri gönderdi.

3)- Surlara karşılık, Şahi adı verilen büyük toplar döktürdü.

4)- Haliçteki zincire karşılık gemileri karadan yürüterek Haliç'e soktu.


İSTANBUL'UN FETHİNİ KOLAYLAŞTIRAN NEDENLER:

1)- Bizans ordu ve donanmasının zayıf oluşu,

2)- Kuşatma sırasında Avrupa'dan yardım alamaması.

NOT: Bizans kuşatma sırasında sadece Venedik ve Cenevizlilerden yardım alabilmiştir.

NOT: Cenevizliler kuşatma sırasında ticari kaygılarından dolayı hem Osmanlılara, hem de Bizans'a yardım etmişlerdir.

İSTANBULUN FETHİNİN DÜNYA TARİHİ BAKIMINDAN SONUÇLARI:

1)- Venedik ve Ceneviz ticareti olumsuz yönde etkilenmiştir.

2)- Bin yıllık Bizans imparatorluğu tarihe karışmıştır.

3)- Ortaçağ kapanmış, Yeniçağ başlamıştır.

4)- İstanbul'dan kaçan Bizans'lı bilim adamları Avrupa'da Rönesans ve reform hareketlerinin başlamasında etkili olmuşlardır.

5)- Feodalite(derebeylik) sistemi çözülmeye başlamıştır.


İSTANBUL'UN FETHİNİN TÜRK TARİHİ BAKIMINDAN SONUÇLARI:

1)- Osmanlı Devleti Yükselme dönemine girmiştir.

2)- Başkent Edirne'den İstanbul'a taşınmıştır.

3)- Osmanlı toprak bütünlüğü sağlanmıştır. Osmanlı'nın Anadolu-Rumeli geçişi kolaylaşmıştır.

4)- Osmanlı toprakları arasında sürekli sorun çıkaran bir fitne yuvası ortadan kaldırılmıştır.

5)- Karadeniz-Akdeniz deniz ticaret yolunun denetimi Osmanlılar'a geçmiştir.

6)- Osmanlı Devleti İslam dünyasında haklı bir şöhret ve itibara kavuşmuştur.
Son düzenleyen Blue Blood; 4 Mart 2006 19:40
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Şubat 2006       Mesaj #27
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SAVAŞLAR

Balkan Cephesi

Bulgaristan'a giren Rus Kuvvetleri üç kola ayrıldı. Bir kol her ihtimale karşı Ziştovi Bölgesinde bırakıldı. Bir kol Niğbolu'ya, Veliahtın bizzat kumanda ettiği bir kol da Yantra'ya doğru ilerledi. Ziştovi Bölgesinde kalan kuvvetlerin bir kısmı General Gurko komutasında Tırnova'yı zaptetti. Böylece Ruslar, Tunca Vadisine giden yolların kavşağını ele geçirmiş ve Balkan geçitlerini tutmuş oluyorlardı. Bunlardan birisi de stratejik önemi çok büyük olan Şipka Geçidi idi. Şipka'ya iki taraftan taarruz edildi. Osmanlı Askerinin kahramanca direnişi bu taarruzları boşa çıkardı. Bununla beraber geçidin er geç düşmesi ve buradaki kuvvetlerin esir olması kaçınılmazdı. Çünkü arada büyük güç farkı vardı. Hulusi Paşa, bunun üzerine teslim olacağını bildirerek Rusları oyaladı. Sonra askerini geçidin yanlarındaki yollardan çıkartıp esir olmaktan kurtardı. Aldandıklarını anlayan Ruslar, hücum ederek geçidi işgal ettiler. Bu sayede Ruslar, Bulgaristan'ı ele geçirmiş oldular. Türklere karşı emsali görülmemiş bir öldürme hareketi başladı. Rus ve Bulgar akıncıları Yeni Zağra ve Eski Zağra dolaylarına kadar olan bölgeyi kan ve ateş içinde bıraktılar. Bu olaylar İstanbul'da çok kötü etkiler uyandırdı. II. Abdülhamit sonunda Redif ve Abdülkerim Paşaları azletti ve savaşın İstanbul'dan idaresinin mümkün olamayacağını kestirerek Tuna Ordusu Komutanlığı'na Mehmet Ali Paşa'yı getirdi. Süleyman Paşa ve Rauf Paşa kuvvetlerini birleştirerek Yeni Zağra ve Eski Zağra'yı ele geçirdiler. Ancak Ruslar, Şipka Geçidi'ni büsbütün takviye ettiklerinden geçit ele geçirilemedi. Ele geçirilseydi muhakkak ki savaşın sonucu da değişirdi.

Plevne Savunması

Ruslar için önlerinde tek engel olarak Plevne vardı. 3 Eylül'de saldırmışlar ancak Osman Paşa'nın dayanması sonucu ilerleyememişlerdi. Rusların İstanbul'a istedikleri gibi inemeyip Plevne'de oyalanmaları Rus Ordusu'nda yılgınlık ve ümitsizliğe yol açmıştı. Nihayet 19 Temmuz sabahı düşman üç koldan Plevne'ye saldırdı. Taarruz için açtığı ateş askerden ziyade kasaba halkına zarar vermişti. Plevne, Batı Bulgaristan ve Balkan geçitlerine giden yolların kavşak noktası idi. Bu yüzden Ruslar buraya çok önem verdiler. Osman Paşa topçu ateşine 2 saat kadar karşılık verdikten sonra ateşi kesti. Ruslar Osmanlı topçusunu susturduklarını sanarak taarruza kalkıştılar. Bu taarruz kırıldı ve Osman Paşa karşı hücumla düşmanı çekilmeye mecbur bıraktı. Osman Paşa, düşmanı takip etmek istedi. Ama İstanbul'daki Paşaların Plevne'den çıkmamasını emretmesi ve Süleyman Paşa ile olan irtibatsızlık sonucu Ruslar fazla kayıp vermeden çekildiler.
Harp, Yıldız Sarayından idare ediliyordu. Halbuki tarihte, saraydan idare edilerek kazanılmış bir harp yoktu. Ruslar birçok taarruz gerçekleştirdiler ancak başarılı olamadılar. Plevne'nin ancak kuşatmayla ele geçirilebileceğini anlayan Ruslar, Romanya'dan yardım alarak toplam 130.000 asker ve 450 topla Plevneyi kuşattılar. Halbuki Türk Kuvveti 42.000 kişi ve 72 toptan oluşuyordu. Türkler 3 kuşatma çemberinden ikisini yarmayı başardı. Ancak neticede teslim olmaya mecbur kaldı.
Savaş sırasında isyan ederek bağımsızlığını ilan eden ve kuşatmada ordusu ile Rusya'ya yardım eden Romen Prensi'nin elini sıkmayan Gazi Osman Paşa, daha sonra Rusya'ya gönderildi. Rus subayları, yarasına rağmen ayağa kalkan Osman Paşa'yı "Bravo!!!" sesleriyle selamlarken General Skobeleff: "Bu yüz, büyük bir kumandanın yüzüdür. O'nu gördüğüme çok sevindim. Gazi Osman Paşa muzaffer bir kumandandır. Teslim olmuş olmasına rağmen muzaffer sayılacaktır" diyordu. Osman Paşa derhal Grandük'ün çadırına götürüldü ve yarası muayene edilip sarıldı. Plevne Kahramanları harp tarihini değiştiremediler ise de Türk Ordusu'nun askerlik şerefini kurtarmış oldular.
Plevne'nin düşmesinden sonra olaylar çorap söküğü gibi geldi. Sırbistan da Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti. Ruslar ise Edirne'ye kadar ilerlemişlerdi. Osmanlı Kuvvetleri Rusların Edirne'ye girmelerini geciktirdiler; ancak Ruslar 20 Ocak'ta Edirne'ye girdiler.


Kafkas Cephesi

Osmanlıların 55.000, Ruslar'ın ise 120.000 kişilik orduları vardı. Rus Kuvvetleri Osmanlı topraklarına üç koldan girdiler; Kars, Doğu Bayezıt ve Ardahan kısa sürede ele geçirildi. İlk önce Doğu Bayezıt kaybedildi (20 Nisan). Bu kuvvet, ikinci kolun Ardahan'ı ele geçirmesiyle (17 Mayıs) ikinci kolla birleşip Kars üzerine baskı yapmaya başladı. Şark Ordusu Umum Komutanı Ahmet Muhtar Paşa, Kars'ın ele geçirileceğini görünce kuvvetlerinin bir kısmını Erzurum'a doğru kaydırdı. General Melikof, 25 Haziran'da Ziyin'de Osmanlı Kuvvetleri'ne saldırdı ama bin pişman oldu. Osmanlı'nın taarruzu ile karşılaştı ve Gümrü'ye kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak Osmanlı'nın bu başarısı uzun sürmedi. Rus Kuvvetleri takviye edilirken Osmanlı Kuvvetleri gün geçtikçe erimekteydi. Bu yüzden 4 Kasım'da Deveboynu'na saldırdıklarında Osmanlı Kuvvetleri'nin önce merkezini sonra da kanatlarını yoğun top ateşi ile dağıttılar. Ancak Gazi Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki ordu, komutanın başarılı taktikleri ile çok fazla kayıp ve esir vermeden Erzurum'a kadar çekildi. 9 Kasım gecesi Ruslar Aziziye Tabyası'na hücum ettiler. Ancak Türk Kadını Nene Hatun'un teşvikiyle ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki askeri kuvvetlerin yardımı ile Aziziye Tabyası'ndan düşman atıldı. Ancak 19 Kasım'da Kars düştü. Kale ile birlikte 800 subay, 17.000 er, 300 top ve pek çok mühimmat Ruslar'ın eline geçti. Kışın gelmesiyle Ruslar Erzurum'u kuşatmaktan vazgeçtiler. Osmanlı Ordusu'nun bir kısmı Bayburt'a çekildi. Başarılı Şark Ordusu Komutanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa da Rumeli'ye gönderilmek üzere İstanbul'a çağrıldı.
Ruslar, belki başlangıçta planladıkları gibi Erzurum'u ele geçiremediler. Ancak Osmanlı Ordusu'nu bir hayli yıpratmış oldular. Bu da Rus Ordusu'nun moralini yükseltmekte ve "Osmanlı'nın yenilmezliği" önyargısını unutmalarına sebebiyet vermekteydi. Savaşı kazanmak için askerde bulunması gereken en önemli unsurlardan biri "moral"dir. Bu savaş da bunun bir ispatıdır. Nitekim bu galibiyetler, Balkan Cephesi'nde duyuldukça savaş onların lehine dönmekte gecikmeyecekti.


Ayastefanos Antlaşması

Ruslar, 20 Ocak'ta Edirne'ye girer girmez II. Abdülhamit, Rauf Paşa'yı göndererek mütareke isteminde bulundu. II. Abdülhamit, mütarekeyi imzalamak üzere Servet ve Namık Paşaları gönderdi. Namık Paşa, Rus Orduları Başkomutanı'na bir gün evvel şu haberi gönderdi: "Grandük'e söyleyiniz. Ben annesinin ve babasının çok iyi dostu idim. Şimdi ihtiyarladım. Lakin belimi büken ihtiyarlıktan fazla zavallı vatanımın böyle gaddarca felaketlere uğramasından ve kendimde bu acı vazifeyi ifaya mahkum olduğumu görmekten doğan keder ve acıdır. Grandük merhametsizlik etmesin." Bu sözler Grandük Nikola'yı mağlup düşmana karşı daha dürüst davranmaya sevk etti. Ancak şartlar, savaş öncesi devletlerarası toplantılarda tespit edilmiş olan ıslahat tekliflerini gölgede bırakacak derecede ağırdı. Balkanlar'da Osmanlı hakimiyeti siliniyordu. Buna büyük devletler tepki gösterdi. İngiliz Donanması İstanbul'a geldi. Ayastefanos'da (Yeşilköy) Rusya ile Osmanlı Devleti arasında antlaşma imzalandı. (Ayastefanos; İstanbul'un kapısı demekti. Bu yüzden Rusya antlaşma yapmak için burayı seçti. Yeşilköy'e kadar geldiklerinin göstergesi olarak da bir anıt diktiler. Bu anıt 1915 yılına kadar Yeşilköy'de bir utanç abidesi olarak kaldı.) Ancak İngiltere ve Avusturya bu antlaşmayı kendi çıkarlarına ters düştüğünden beğenmedi.

Berlin Konferansı ve Antlaşması
İngiltere, bu işten karlı çıkabilmek için birbirinden habersiz olarak hem Rusya ile hem de Osmanlı Devleti ile gizli antlaşmalar yaptı. 4 Haziran 1878'de İstanbul'da imzalanan gizli antlaşmaya göre Kıbrıs'ın işgal ve idaresi; Rusya'nın Batum, Kars ve Ardahan'dan herhangi birisini elinde muhafaza etme veya yeni fetihlerde bulunma ihtimaline karşı İngiltere'nin adı geçen toprakları muhafaza ve müdafaa etmesi suretiyle İngiltere'ye bırakılıyordu. Bu tarihe kadar Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünü koruma siyasetini izleyen İngiltere, bu tarihten sonra artık Osmanlı Devleti'nin yıkılmasını kaçınılmaz sayacak ve bu devletin topraklarını ele geçirmek yahut da bu topraklar üzerinde kendisine bağlı devletler kurma siyasetine başlayacaktır.
13 Haziran-13 Temmuz 1878 tarihleri arasında gerçekleşen Berlin Kongresi'ne Osmanlı Devleti, Rusya, İngiltere, Avusturya, Fransa, İtalya ve Almanya katıldı. Bu kongrenin kabul ettiği Berlin Antlaşması'yla, 1856 Paris Barışı ile kurulmuş olan ve Osmanlı-Rus Savaşı ile bozulan dengenin yerine bir yenisi kuruldu. Berlin Kongresi'nin en önemli yönü Yunanistan'ın bağımsızlığını alışından sonra diğer Balkan ülkelerinde gelişen bağımsızlık duygularının bir sonuca varmış olmasıdır. Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız olmuşlar, Bulgaristan ise bağımsızlığına çok yaklaşmıştır. Günümüze yansıyan bir sonucu da Ermeni meselesidir. Osmanlı Devleti, antlaşmaya göre Ermeniler lehine ıslahat yapacak onları Kürt ve Çerkezlere karşı koruyacaktı. Ayastefanos'ta Ermenilerle Rusya'nın ilgilendiğini gören İngiltere, Ermenilerin savunmasını üzerine alıyordu. Şu halde Osmanlı menfaatleri yönünden, Berlin Antlaşması Osmanlı Devleti topraklarının bir kısmını paylaştırdığı gibi geri kalan topraklar için de açık kapı bırakmıştır. Bu harbin sonunda Osmanlı İmparatorluğu toplam toprağının beşte ikisi ile nüfusunun beşte birini (yaklaşık yarısı Müslüman olan) terk etmek zorunda bırakılmıştı. Ayrıca büyük bir gelir kaybına uğramaktaydı. Kısacası, Berlin Kongresi Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünü gösteren ağır bir darbeydi. Avrupa'nın önde gelen devletlerinin Berlin Kongresi'nde, Osmanlı Devleti hakkındaki niyet ve tutumlarını M. De Blowitz Une "Course A Constantinople" adlı kitabında şu ifadelerle açıklamaktadır: "Berlin Kongresi'nde, Avrupa Diplomasisinin en büyük doktorlarından yirmisi yeşil örtülü masanın etrafında oturmuşlar ve 30 gün "Hasta Adam" dedikleri Türkiye'nin durumu üzerine görüşmüşlerdir. Görüşmeleri sonunda yirmi doktor, başlarında büyük Hipokrat olduğu halde, ilkin hastanın sağ ayağını, sonra sol ayağını ve daha sonra sol elini kesmeye karar verdiler. Bu üç ameliyat başarı ile sonuçlanınca hastaya: "Artık rahatsızlığınız geçmiştir. Hele biraz yürüyünüz de görelim." dediler. Çolak ve kötürüm hale getirilen hasta kımıldamamakta ısrar edince alim doktor: "Şu halde geri kalan uzuvları Avrupa'nın anatomi müzelerine dağıtıp fizyolojik denemeler yapmaktan başka çare yok." diye bağırdı.

İşte Avrupa, Türkiye'yi hastalığından kurtarmak için bu zihniyetle hareket etti. Berlin Kongresi'nden sonra Osmanlı topraklarının büyük devletler tarafından paylaşılması, Blowitz'in yukarıdaki tasvirini tarihi bir gerçek haline dönüştürmüştür.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mart 2006       Mesaj #28
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
OSMANLI ASKERİ YAPISI

Osmanlıların ilk Askeri Teşkilatı

SipahiSipahi YeniçeriYeniceri1

Bizans İmparatorluğu'nun hududlarında bulunan ve Osman Gazi'ye bağlı olan Türk aşiretleri atlı idiler. O dönemin iklim, harp, teknoloji ve siyasi şartlarına göre bu gerekliydi. Bu sebeple Osman Bey zamanında harplere istirak edip fetih yapanlar bu aşiret kuvvetleri idi. Aşiret kuvvetleri, başlarında serdarları olmak üzere Osman Bey'in hizmetine giriyor, fetihlerin sonunda ganimetlerden pay alıyor ve zapt edilen topraklardan yerleşme hakkı elde ediyorlardı. Toprağa yerleşen Türkmenler, tasarruf ettikleri (kullandıkları) yer karşılığında Osman Gazi'ye tabi oluyorlardı. Tımarlarının gerektirdiği sayıda atlı askeri de savaşa gönderiyorlardı. Osman Bey, uç beyi olduktan sonra kendisi ile yakın çevresini koruyan ve yevmiye hesabı ile ücret alan askerlerin sayısını artırdı. Bunlar, Selçuklular'da olduğu gibi "Kul" veya "Nöker" adı ile anılıyorlardı. Ulûfeli askerlerin sayısı, beyliğin gücü ile orantılı olarak artıyordu. Bu bakımdan beyliğin sınırları genişledikçe Osman Bey'in kapısındaki kul sayısı da artıyordu.
Osman Bey zamanında, beyliğin kuvvetleri, hizmetleri karşılığı ganimetten hisse alan ve feth edilen yerlere atlı asker vermek şartıyla yerleşen Türkmen kuvvetleri ile ücretleri gündelik olarak ödenen Osman Bey'in şahsî askerlerinden ibaretti. Nöker veya Kul adını taşıyan bu askerler, fetih hareketlerinde henüz etkin rol oynayacak sayıya ulaşmamışlardı.
yeni2

Aşiret kuvvetleri ile ulûfeli askerler, ilk zamanlarda yeterli oldularsa da fetihler çoğaldıkça sayı olarak kifayet etmemeye başladılar. Bu bakımdan Osman Bey, fetihlere devam edebilmek için dinamik eleman arayışına başlama ihtiyacini duydu. Bundan sonra ihtiyaç hasil olduğu zaman Söğüt, Karacaşehir, Eskisehir ve Bilecik dolaylarındaki köylerde oturan ve tarımla uğraşan Türk köylülerinden yararlanmaya karar verdi.
Atlı olan aşiret birlikleri, özellikle kale muhasaralarında fazla tesirli olamıyorlardı. Bundan başka fetihler sonucu arazi genişleyip birçok gayr-i müslimin, devletin vatandaşı durumuna gelmesi ve muhasaraların uzaması üzerine aşiret kuvvetleri, istenilen zamanda istenilen yere ulaşamıyorlardı. Bu sebeple Orhan Bey döneminde yeni ve devamlı bir askerî birliğe ihtiyaç duyuldu.


YAYA VE MÜSELLEMLER

yeni5 Yeni3 yeni4
Osman Bey'in ölümünden kısa bir süre sonra, beyliğin sınırlarının genişlemesi ve kısa bir gelecekte, daha bir genişlemeye namzed olması,Orhan Bey'i askerî, malî ve idarî düzenlemeler yapmak zorunda bıraktı. Gerçekten de beylik çerçevesinden çıkıp güçlü bir devlet haline gelmek için, düzenli bir orduya ihtiyaç vardı. Orhan Bey de bu görüşten hareketle önce orduyu ele aldı.
Orhan Bey'in saltanatının ilk yıllarında askerî kuvvetler, Osman Bey zamanından pek farklı değildi. Fetihler arttıkça toprağa yerleşen Türkmenlerin sayısı artmış, buna bağlı olarak tımarlı sipahî sayısı da çoğalmıştı. Kul veya Nöker denilen sınıf, Osman Bey zamanında olduğu gibi yine ulûfe alıyordu.
Fetihlerin devamı için zarurî olan ordunun organizasyonu, yani, ilk düzenli birlikler, Bursa'nın fethinden sonra ve İznik'in fethinden önce Vezir Alaeddin Paşa ile Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil'in (öl. 1387) teklifleri doğrultusunda yapılmıştı. Buna göre devamlı surette savaşa hazır yaya ve atlı bir kuvvetin bulundurulması gerekiyordu. Bu maksatla Türk gençlerinden meydana getirilen bu ordunun atsız askerine "Yaya", atlı askerine de "Müsellem" adı verildi. Alaeddin Paşa'ya göre askerî sınıfa mensub olan kimseler ile vezirler, özel bir kıyafet giyerek halktan ayırdedilmeliydi. Bu sebeple, bunların giyecekleri elbise ve başlarında taşıyacakları sarığın renk ve biçimi tesbit edildi. Buna göre bunlar "Ak börk" giyeceklerdi. Böylece taşradaki tımarlı sipahilerden de ayrılacaklardı.
Türk gençlerinden kurulan ve her biri bin kişi olan bu askerî birliğin efradı. Çandarlı Kara Halil tarafindan seçilmişti. Aşıkpaşazâde'nin ifadesine göre birçok kişi "Yaya" yazılmak için Çandarlı Kara Halil'e müracaat etmişti. Savaş zamanında bu gençlere önce birer, daha sonra da ikişer akça gündelik verilmesi kararlaştırıldı. Savaş olmadığı zamanlarda da ziraat yapmak üzere kendilerine toprak tahsis edildi. Bunlar, vergilerden muaf tutuldular. Orhan Bey zamanında hassa ordusu sayılan yaya ve müsellemler, kaç sancak varsa o kadar yaya ve atlı sancağa bölünerek başına sancakbeyi tayin edildi. Yaya denilen piyade sııfının her on kişisi için bir baş (onbaşı), her yüz kişiye de daha büyük bir baş (yüzbaşı) tayin edilmişti. Müsellem adı verilen atlı birliğin her otuz kişisi bir "Ocak" meydana getiriyordu. XV. yüzyıl ortalarına kadar fiilen silahlı hizmette bulunmuş olan bu Yaya ve Müsellemler, Kapıkulu ocaklarının kurulup gelişmesiyle yerlerini onlara terk ettiler. Daha sonra Rumeli'deki Yürükler, Canbazlar ve Tatarların katılmasıyla Osmanlı askerî teşkilâtının geri hizmet sınıfını meydana getirdiler. Bu sınıf, köprü yapımı, yol inşaatı, kale tamir ve yapımı ile hendek kazımı gibi işlerde kullanıldı.
Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti'nin ilk döneminde, yani Osman Bey zamanında beyliğin kuvvetleri iki kısımdan ibaret bulunuyordu. Bunlardan biri, Türkmen aşiretlerinden sağlanan ve kendilerine hizmetleri karşılığında elde ettikleri ganimetler dışında tımar da verilen atlı kuvvetler, diğeri de Osman Bey'in, ücretlerini gündelik olarak verdiği şahsî askerlerdi. Bunlara Nöker deniyordu ki tamamı hür insanlardan meydana gelmişti. Orhan Gazi döneminde ise Yaya ve Müsellem adı ile yeni ve devamlı bir askerî birlik kurulmuştu.
Bu bilgilerin ışığı altında konuya bakıldığı zaman Osman ve Orhan Bey'ler zamanında Osmanlı ordusu, üç gruptan teşekkül ediyordu. Bunlardan biri aşiret kuvvetleri, ikincisi Nöker adı verilen ve sonradan "azab" adını alan şahsî askerler ki bir çeşit hassa orduyu meydana getiriyorlardı. Üçüncüsü de biraz önce kuruluşlarından bahsettiğimiz Yaya ve Müselle ordusu idi.
Kuruluş döneminden başlamak üzere Osmanlı ordusu "Kara" ve "Deniz" olmak üzere iki kısımdan ibaretti.


Osmanlı Kara Ordusu
Yeni6
Ordu-u Hümâyun denilen Osmanlı Kara Ordusu, genel olarak iki bölüme ayrılmakta idi. Bunlardan biri "Kapıkulu Askerleri" diğeri de "Eyâlet Askerleri" adını taşıyordu. Bu askerî birliklerin her biri, gördükleri hizmetlere göre kendi içinde daha küçük kısımlara ayrılıp ona göre isimler alıyor. Bu isimler, ocak kelimesi ile bir terkip oluşturduklarından ayrıca bunlara "ocak" deniyordu. Ocağ'ın en büyük subayına da "Ocak Ağası" adı veriliyordu.

Kapıkulu Askerleri
yeni10
Kapıkulu denilen bu askerî birlik, Selçuklular ve diğer bazı devletlerde olduğu gibi "Hassa Ordu"yu meydana getirmekteydi. Bu sınıfa dâhil olan askerler, devletten "Ulûfe" adıyla maaş alırlardı. Burada "kapı" kelimesinin kullanılması ve devletten maaş alan askerlere de "Kapıkulu" askeri denmesinin sebebi, Kapı kelimesinden bizzat devletin anlaşılmasıydı. Zira eskiden beri doğu ülkelerinde işler, hükümdar saraylarının kapısında görülürdü. Bu tabir, Kapı müdafaasında bulunan askerler için de kullanılmakla beraber sadece onlara hasr edilmeyen bir kelimedir. Askerler için de bu kelime kullanılıyordu. İşte bu sebepten dolayı devletten maaş alan askerlere "Kapıkulu askerleri" deniyordu.
Kapıkulu askerleri başlangıçta devlet merkezinde bulunuyorlardı. Fakat ülke genişleyip muhafazası için hudud boylarında kaleler inşa edilince oralarda da ikamet etmek mecburiyetinde kaldılar.
Osmanlı Devleti, Rumeli taraflarında fetihler yapıp genişlemeye başlayınca devamlı bir orduya ve daha fazla askere ihtiyaç hasıl olmuştu. Bu da savaşlarda esir alınan ve askerî şartlara uygun hristiyan çocuklarının kısa bir müddet Türk terbiyesi ile yetiştirilerek yeni bir askerî sınıfın meydana getirilmesiyle karşılanmıştı. İşte bu teşkilât, Kapıkulu ocağının çekirdeğini teşkil etmişti. Kapıkulu askerleri iki gruba ayrılmaktadırlar. Bunlar:

1. Kapıkulu Piyadesi
2. Kapıkulu Süvarisi.
Kapıkulu Piyadesi

Osmanlı Devleti'nin, merkez askerî teşkilât, içinde yer alan Kapıkulu askerleri, Osmanlı askerî teşkilâtının önemli bir bölümünü meydana getiriyorlardı. Kapıkulu piyadesi de kendi arasında ayrı gruplara ayrılmıştı.

Acemi Ocağı

yeni11

Osmanlı askerî tarihinde, önemli yeri bulunan ve Kapıkulu piyadesinin mühim bir bölümünü teşkil eden yeniçerilere mense' olan "Acemi ocağı", Sultan Birinci Murad zamanında Kadı asker Çandarlı Kara Halil ile Karaman'lı Kara Rüstem'in tavsiyeleri sonucu ortaya çıkmıştı. Hoca Saadeddin Efendi'nin bildirdiğine göre bu uygulama, Sultan Birinci Murad'ın devr-i saltanatında 763 (1361-62) tarihindeki Zagra'nın fethi ile başlamıştır. Devlet adına ve "Pencik" kanununa göre alınan esirler", Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için Gelibolu'da kurulmuş bulunan Acemi ocağına gönderiliyor ve yevmiye bir akça ücretle Gelibolu ile Çardak arasında işleyen at gemilerinde hizmet görüyorlardı. Bir müddet sonra bunlar, Yeniçeri ocağına alınıyorlardı. Fakat bu esirler, firsat buldukça kaçıp memleketlerine gittikleri için bu sistem değiştirildi. Savaşlarda esir edilen küçük yaştaki Hristiyan çocukları, evvela Anadolu'daki Türk köylülerinin yanına verilerek (Türk'e vermek) az bir ücretle hizmet ettirilmeye başlandı.

Gerçi bu ocağın, Rumeli fatihi Süleyman Paşa zamanında, bizzat kendisi tarafindan savaşta esir alınan Hristiyan çocukları ile başladığı belirtilmekte ise de ocağın gerçek manada müesseseleşmesi, yukarıda belirtilen şekilde olmuştur.
yeni13
Sözlük manasıyla beşte bir demek olan "pencik" harplerde ele geçirilen esirlerden, askerlikte kullanılmak üzere beşte birinin alınması demektir.
İslâm hukukunun ganimetlerle ilgili vaz' etmiş olduğu prensiplerinden doğmuş olan "pencik", Osmanlı Devleti'nin ilk kuruluş yıllarında uygulanmıyordu. Harpler sonunda ele geçen diğer ganimetler gibi esirler de gazilere taksim ediliyordu. Gaziler, hisselerine düşen esirleri, İslâm hukuku gereğince istedikleri şekilde istihdam edebiliyor, istihdam yeri olmayan da onları satabiliyordu.

Osmanlılarda Acemi Oğlanı iki şekilde alınırdı. Bunlardan biri savaşlarda elde edilen erkek esirlerin beşte birinden (pencik), diğeri de Osmanlı vatandaşı olan Hristiyan çocuklardandı. Savaşlarda elde edilen esirlerin asker olarak alınmasıyla ilgili "Pencik Kanunu" tertib edilmişti. Buna göre alınan esir oğlanlara "Pencik Oğlanı" adı verilmişti. Elde edilen bu esirler, "Pencikçi" denilen memur tarafindan tesbit edilir, bunlardan on ila on yedi yaşları arasında olan erkek esirlerden vücutça kusursuz ve sağlam olanlar devletçe üçyüz akçe karşılığı, satın alınırdı. Böylece Acemi ocağina ilk efrad, Pencik kanunu ile toplanmıştır. Bu sistemin gelişmesinde büyük ölçüde rolü bulunan Kara Rüstem de Gelibolu'da Pencik vergisini (Resm-i Pencik) toplamakla görevlendirilmişti.
yeni1
Pencik oğlanlarının , Anadolu'daki Türk çiftçilerinin yanına verilmesi, aradaki deniz sebebiyle kaçmalarına engel olmak içindi. Bununla beraber, zaman zaman bazı esir çocukların Avrupa'ya kaçtığı görülüyordu. Esirlerin, Türk çiftçilerinin yanına verilmesi ile ilgili kanun hakkında kaynaklarda farklı tarih ve zamanlar verilmektedir. Bu cümleden olarak Sırpsındığı savaşı, Edirne'nin fethi ve Bilecik tarafina yapılan ilk akınlarda olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır.
Cüz'i bir ücretle Türk çiftçisinin yanına verilen Acemi oğlanlarına çok az bir ücretin verilmesi, onların "ben padişah kuluyum" deyip çiftlik sahibine kafa tutmaması içindi.
Acemi oğlanlar, ziraat işlerinde çalıştırıldıkları gibi kısa zamanda Türkçe ile birlikte İslâm-Türk örf ve âdetlerini de öğreniyorlardı. Böylece yeni hayata intibak ettikten sonra bir akça gündelikle "Acemi Ocağı"na kayıt ettiriliyorlardı. Burada bir müddet hizmet gördükten sonra yevmiye iki akça karşılığı"Yeniçeri Ocağı"na gönderiliyorlardı. Yıldırım Bâyezid döneminin sonlarına kadar belirtilen şekilde devam eden bu usûl, Ankara Savaşı'ndan (1402) sonra fetihlerin durması ve iç karışıklıkların baş göstermesi yüzünden büyük ölçüde tatbik edilemez olmuştu. Kapıkulu ocaklarındaki kadro eksikliğini gidermek için başka bir çareye baş vurmak gerekiyordu. Bu sebeple Rumeli'deki Hristiyan tebeadan muayyen bir kanunla ve "Devşirme" ismiyle münasib sayıda Hristiyan çocuğu alınmasına karar verildi.
Daha önce de temas edildiği gibi Ankara Savaşı'ndan sonra Osmanlı fetihleri durmuş, bazı yerler Bizans ve Sırplara terk edilmişlerdi. Gerek Çelebi Mehmed zamanında, gerekse oğlu Sultan Ikinci Murad'ın ilk devirlerinde Rumeli'de fütuhat yapılamadığı için esirlerden istifade edilememişti. Bunun üzerine Osmanlılardan önceki Türk ve İslâm devletlerinde uygulanmamış olan yeni bir usûl ile devletin, Hristiyan tebeası olan ve yaşlan uygun çocuklarından sadece bir tanesinin Osmanlı ordusuna alınması kararlaştırıldı. Böylece Hristiyan vatandaşların çocuklarından asker devşirmek için bir "Devşirme Kanunu" yürürlüğe konuldu. Bu yeni kanunla, baştan başa gayr-ı müslim olan Rumeli halkı, tedrici surette müslümanlaştırılacaktı. Müslümanlaştırılan bu insanlarla da Osmanlı ordusu kuvvetlenecekti. Böylece devlet, bu sayede Müslüman nüfusunu koruma gibi bir hedefe de ulaşmış oluyordu. Gerek Müslüman nüfusu çoğaltma, gerekse harplerde kendisinden istifade etme bakımından iki yönden faydalı olan bu Devşirme kanunu , Pencik kanunu ile asker almanın yerine geçmişti. Zaten Pencik kanunu da eski önemini kaybetmeye başlamıştı.
Devşirme kanunu gereği ihtiyaca göre üçbeş senede ve bazen daha da uzun bir sürede Hristiyanlardan sekiz ila on sekiz ve bazen yirmi yaş arasındaki sıhhatli ve kuvvetli çocuklardan Acemi Oğlanı alınmaya başladı. Bununla beraber 14-18 yaş arasındakiler tercih ediliyordu. Önceleri Rumeli'de Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan'dan, daha sonra ise Sırbistan, Bosna-Hersek ve Macaristan'dan çocuk toplandı. Bu durum, XV. Muhtelif hizmetlerde bulunan Acemilerin, Yeniçeri Ocağına kayıt ve kabullerine "Çıkma" veya "Kapıya Çıkma (bedergâh) denirdi.
Devşirme usûlü, kendi dönem ve zamanına göre iyi bir sonuç vermişti. Bu sonuç hem Osmanlılar, hem de çocuğu devşirilen aileler için faydalı olmuştu. Osmanlılar açısından faydalı olmuştu, zira o dönemin bitip tükenmek bilmeyen harpleri, devamlı surette insanları yutan birer makine haline gelmişlerdi. İşte bu makinaların zararlarını en aza indirebilmek ve kendi Müslüman Türk nüfusunu koruyabilmek için devlet, gayrı müslim vatandaşlarından istifadeyi düşünmüştü. Böylece hem İslâm Türk mefkûresinin daha geniş sahalarda yayılmasını sağlamak, hem de kendi asıl nüfusuna dokunmamak suretiyle azınlığa düşmeyecekti. Devşirme sistemi, çocuğu devşirilenler bakımından da faydalı bir şeydi, çünkü onlar da çocuklarının içinde bulundukları mali sıkıntıdan kurtulacağını biliyorlardı. Muhtemelen çocukları devlet kademelerinde vazife alır ve yüksek bir mevkiye gelebilirdi. Bunun da kendileri için faydalı olacağı bir gerçekti. Bu sebepledir ki kaynaklar, pek çok Hristiyan ailenin, çocuğunu devşirmeye verebilmek için adeta birbirleri ile yarıştıklarını kayd ederler. Hatta sadece Hristiyan çocuklarının devşirilmesi kanun iken feth edildikten sonra halkı Müslüman olan Bosna'dan da devşirilmek suretiyle acemi oğlanı alınırdı. Zira bunu bizzat kendileri arzuluyordu.
Bilindiği üzere her saha ve konuda olduğu gibi devşirme sisteminde de arzu edilmeyen bazı suistimallerin olduğu söylenebilir. Buna karşılık devlet, gönderdiği memurlarının kanunsuz hareketlerini önlemeye gayret ediyordu. 9. Cemaziyelahir 973 (10 Ocak 1566) tarihinde Semendire Beyi ile İvraca Kadısına yazılan bir hükümde Acemi oğlanı devşirmeye giden bir memurun hâne (ev) başına onar akça nal parası vesair kanunsuz paralar alıp 5-10 yaşındaki çocukları önce alıp sonra bin ve daha ziyade akçaya tekrar babalarına sattığı bildirilmekle Yayabaşılarından Ferhad gönderilip hakkıyla teftiş olunması ve memurun eşyası arasında bulunan para, kumaş vesair mühürlenip defterle merkeze gönderilmesi emr edilmistir. Böylece devlet, bu ve benzeri haksızlıkların önüne geçmeyi, adaletsizliği ortadan kaldırmayı istiyordu.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Mart 2006       Mesaj #29
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
II. Yeniçeri Ocağı

Avrupa'da kurulan devamlı ordudan bir asır önce vücuda getirilmiş olan Yeniçeri ordusu, Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde dünyanın en mükümmel ordusu haline getirilmişti. Bu ordu, teşkilât ve disiplini ile bu sıfatı taşımaya hak kazanmıştı. Osmanlı Devleti'ni kuran ve kısa bir zamanda hududları Rusya, Lehistan, Macar ovalan ile Viyana, Venedik önlerine, İran, Arabistan ve Mısır çöllerine kadar götüren hükümdarların en büyük dayanaklarından biri bu ordu olmuştur.
Piyade birliği olan Yeniçeri ocağının, hangi tarihte ihdas edildiği kesin olarak tesbit edilememekle birlikte bunun, Murad Hüdavendigâr zamanında yani on dördüncü asrın son yarısı içinde bir ocak halinde kurulduğu söylenebilir. Bazı kaynaklarda bu kuruluşun 1365 yılı olduğu söyleniyorsa da büyük bir ihtimalle bunun 1362 yılında olduğudur. Türkçe asker demek olan "Çeri" ile "yeni" kelimelerinin bir araya gelmesiyle meydana gelen bu terim, Osmanlı Devleti'nin merkezinde ve hükümdara bağlı bulunan yaya askeri için özel bir isim haline gelmiştir. Hacı Bektaş-i Veli ile hiç bir ilgisi olmamakla birlikte (Âşıkpaşazâde, 204-206) zamanla bu tarikata izafe edilerek Yeniçerilere "Taife-i Bektaşiye", ocağa da Bektaşî ocağı denmiştir.
Bu ocağın kuruluş sebebi, mevcud askerin azlığına rağmen, fetihlerin çoğalıp sınırların genişlemesi ve eldeki askerin de bu sınırları koruyamaz duruma gelme endişesi idi. Halbuki hem Rumeli'yi elde tutabilmek hem de yeni fetihlerde bulunabilmek için devamlı ve hükümdarın emir komutası altında bir askerî birliğe ihtiyaç vardı. Benzer teşkilâtlar, yani esirlerden istifade etme sistemi, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardı. Bu mânada Osmanlıların, Selçuklular ile Memlukluları örnek aldıkları anlaşılmaktadır.
Yeniçeriliğin ilk kuruluşunda, orduya bin kadar yeniçeri alınmıştı.Bunların her yüz kişisine komutan olarak daha önce Türklerden meydana getirilen yaya askeri usûlüne uygun olarak bir "Yayabaşı" tayin edilmiştir.
Ocak, XV. yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adı verilen bir sınıftan ibaret iken Fâtih Sultan Mehmed zamanından itibaren (1451 senesi), "Sekban" bölüğünün de iltihakıyla iki sınıf haline gelmiş. XVI. asır başlarında ise "Ağa" bölüğü denilen üçüncü bir kısım daha teşkil edilmiştir. Yaya bölükleri peyderpey artarak 101 bölüğe kadar çıkmıştır. Ağa bölükleri 61, Sekban bölükleri ise 34 rakamına kadar yükselmiştir.
Yeniçeriler, başlarına börk ismi verilen beyaz keçeden bir başlık giyerlerdi. Bunun arkasında ise yatırtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydı. Yeniçeriler börklerini eğri, subayları da düz giyerlerdi. Fâtih kanunnâmesinde belirtildiğine göre yeniçeri taifesine her yıl beşer zira' laciverd çuka ve otuz iki akça "yaka akçası" ile her birine başına sarması için altışar zir'a astar verilmesi hükmü konmuştu.
Her yeniçeri bölüğüne "Orta" denirdi. Her ortanın da komutanı olan ve "Çorbacı" denilen bir subayı bulunurdu. Sekban ve Ağa bölüklerinde bu komutana "Bölükbaşı" denirdi. Yeniçeri ocağının en büyük komutanı "Yeniçeri Ağası" idi. Yeniçeri Ağası, ocağın kuruluşundan 1451 senesine kadar .ocaktan tayin edilirken bu tarihten sonra Sekbanbaşılardan tayin edilmeye başlandı. Bununla beraber bu kanun daha sonra değiştirilerek ocağın dışından olan kimseler de tayin edilmiştir. Yeniçeri Ağası, Yeniçeri Ocağı ile Acemi Ocağı işlerinden sorumlu idi. Bundan başka İstanbul'un asayişi ile de ilgilenir ve yanında bulunan bir heyetle kol dolaşıp güvenliği sağlardı. Bu sebeple hükümdarlar, bunların güvenilir ve sadık kimselerden olmasına dikkat ederlerdi. Yeniçeri Ağalarının azıl ve tayini 1593'e kadar doğrudan padişah tarafindan gerçekleştirilirken, bu tarihten itibaren veziriazamlara intikal etmiştir.
Yeniçeri Ocağı'nın en büyük komutanı olan Yeniçeri Ağası'ndan başka Sekbanbaşı, Ocak Kethüdası veya Kul Kethüdası, Zağarcıbaşı, Turnacıbaşı, Muhzir Ağa ve Baş çavuş ta ocağın büyüklerindendi. Bunlardan başka bir de "Yeniçeri Efendisi" denilen ocak kâtibi vardı.
Yeniçeriler, maaşlarını (ulûfe) üç ayda bir alırlardı. Bu konuda ocağın en büyük âmiri olan Yeniçeri Ağası ile herhangi bir nefer arasında fark yoktu. Onun için Yeniçeri Ağası da bu ulûfe işine dahil edilirdi. Ulûfe, pâdişahın nezâretinde büyük bir merasimle her ortaya torbalar halinde tevzi edilirdi. Hicrî kamerî takvime göre dağıtılan ulûfenin Salı günü verilmesi kanundu.
XVI. asra kadar devşirmeden toplananlardan başkası katılamazken 990 (1582) senesinde Sultan III. Murad (1574-1595)'in, şehzadesi Mehmed için tertiplenen sünnet düğününe katılan bir sürü cambaz, hokkabaz ve oyuncunun mükafat olarak bu ocağa kayd olmaları, ocağın yavaş yavaş bozulmasına sebep olmuştu. Devletin kuruluşundan kısa bir müddet sonra teşkil edilen Yeniçeri Ocağı, belirtilen olaydan sonra hariçten insanların ocağa girmesiyle bozulmaya yüz tutmuştu. Çünkü, eğitimsiz ve başıboş kimselerin ocağa girmeleriyle bu askerî teşkilât, doğrudan siyasete katılan, devlet adamlarını tayin veya azlettiren, padişahları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet halini almıştı. Gerçekten de onların zorbalıklarını ve yaptıkları kötülüklere işaret eden (1826) tarihli bir hüküm İstanbul Kadısına gönderilmiştir. Bu hükümde şöyle denilmektedir: "Allah'a, Peygambere ve sizden olan ûlu'l-emre itaatediniz" âyet-i kerimesi muktezasınca kaffe-i mü'min ve muvahhid olanlar, emr-i ulu'l-emre itaat ve inkiyad ile me'mur olup bir müddetten beri Yeniçeri nâmına olan eşkıya makulesi, hilâf-i ser'-i şerif, daire-i itattan huruc ederek fürce bulması cihetiyle gerek memâlik-i mahrûsede ve gerek dâri's-saltanat-ı seniyede her bir şey çığrından çıkmıs ve ol makule esrar-ı nâsin garazları olan mel'aneti icra zımnında her bir şeye müdahele daiyesine düşmelerinden nasi, Ümmet-i Muhammed'in mal ve canlarından emniyetleri kalmayıp rahatlarına halel gelerek bayağı alış verişlerine varınca fesada varmış..." Bu hükümde de açıkça görüldüğü ve yukarıda belirtildiği gibi Yeniçeri askeri her şeye müdahele eder olmuş. Buna karşılık gerçek vazifesi olan askerliği tamamıyle unutur olmuştu. Zira onlar, askerlik yerine esnaflıkla uğraşıyorlardı. XVII ve XVIII. asırlarda sık sık ayaklanmışlardı. Bunun üzerine ocak, "Vak'a-i Hayriye" diye isimlendirilecek olan bir karar ve hareketle 15 Haziran 1826'da Sultan İkinci Mahmud tarafindan lagv edilerek ortadan kaldırıldı.


Cebeci Ocağı

Kapıkulu askerinin piyade ocaklarından biri de "Cebeci Ocağı"dır. Kelime olarak "cebe" zırh demektir. Osmanlılar, bir nevi istilah olarak bu kelimenin mana ve kapsamını genişletmiş görünmektedirler. Bunun içindir ki "cebeci" dendiği zaman belli hizmetleri olan bir askerî sınıf akla gelmektedir. Buna göre devletin yaya muharib askeri olan yeniçerilerin ok, yay, kalkan, kılıç, tüfek, balta, kazma, kürek, kurşun, barut, zırh, tolga, harbe vesaire gibi ihtiyaçları olan savaş alet ve eşyası yapan veya tedarik eden ocağa "Cebeci Ocağı" denirdi. Bu ocak, yeniçerilere lazım olan harp levazimatını deve ve katırlarla nakl ederek, cephede bulunan yeniçerilere dağıtırdı. Savaş sonunda da bunları tekrar toplardı. Bu arada tamire muhtaç olanları da tamir ederek silah depolarında muhafaza ederdi.
Sefer esnasında ordu komutanları refakatına münasib bir miktar cebeci verilirdi. Bunların, kuvvetli, becerikli ve silahtan anlayanlardan olması gerekirdi. Bu maksatla Cebecibaşıyla bu yolda emirler verilirdi. Barış zamanında bunlar, kendilerine tahsis edilen Ayasofya taraflarında ve Tophane civarında bulunan kışlalarında ikamet ederlerdi.
Bu ocağın kuruluş tarihi kesin olarak tesbit edilmekle birlikte, Yeniçeri ocağı ile birlikte veya ondan çok kısa bir müddet sonra olduğu tahmin edilmektedir. Bu ocağa girecek olanlar, "Pencik" ve "Devşirme Kanunu" devam ettiği müddetçe Acemi oğlanları arasından seçilirdi. Sonraları Yeniçeriler gibi bunların da evlenmelerine müsaade edildiğinden yetişen çocukları da cebeci olurdu. Ocağa alınacak kimseler, önceleri "sakird" ismiyle alınır, daha sonra fiilen cebeci olurlardı.
Ocak mevcudu, aralarındaki münasebet dolayısıyla Yeniçeri askerinin azalıp çoğalmasına bağlı olarak artar veya eksilirdi. XVI. asır ortalarında yeniçeriler 12 bin nefer iken bunların sayılan 500 kadardı. XVII. asırda (1675) te cebecilerin sayıları 4180 civarındadır. XVIII. yüzyılda cebecilerin sayısı 2500-5000 arasında değinmekteydi. Yeniçeri Ocağı'nın lagv edilmesi ile ortadan kalkan Cebeci Ocağı, Asakir-i Mansûre ile yeniden tesis edilmişti.
Diğer Kapıkulu ocakları gibi "orta" denilen ve 38 bölüğe ayrılmış bulunan cebecilerin en büyük komutanı "Cebecibaşı" idi. Ortalar, kendi aralarında silah yapan, silahlan tamir eden, barutları islâh eyleyen, harp levazımatını tedarik edip hazırlayan ve humbara yapanlar gibi ayrı ayrı kısımlara ayrılıyorlardı.


Topçu Ocağı
Top dökmek, top atmak ve top mermisi yapmak gayesiyle teşkil edilen bu ocak da, Kapıkulu ocaklarının yaya kısmındandı. Efradı, Acemi Ocağı'ndan sağlanırdı. Osmanlı ordusunda ilk top, Sultan I. Murad zamanında 1389 yılında Kosova Meydan Muharebesinde kullanılmıştır. Yıldırım Beyâzid tarafindan da gerek İstanbul muhasaralarında gerekse Niğbolu kuşatmasında topun bir silah olarak kullanıldığı, Aşıkpaşazâde tarafindan anlatılmaktadır. Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti'nin daha başlangıç yıllarında top, ordunun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bununla beraber topun silahlı kuvvetlerin ağır ve önemli bir silahı olarak ordu ve donanmaya yerleşmesini sağlayan, Fâtih Sultan Mehmet olmuştur. Kale yıkan büyük toplar ile havan topunun mucidinin de Fâtih Sultan Mehmed olduğu belirtilmektedir. Bu silahın, askeriyedeki önemi o kadar büyümüş ve devlet ona o kadar ehemmiyet vermiştir ki, patlatılamayan bir topun patlamasını temin eden kimseleri bile her türlü vergi ve rüsûmdan muaf saymıştır.
Ocağının top döken kısmı ile top kullanan bölükleri ayrı ayrı idiler. Toplar, her zaman devlet merkezinde veya fabrikalarinda döktürülmezlerdi. Bazen kale muhasaralarında kalelerin önünde de top imal edildiği görülmektedir. Nitekim Sultan II. Murad zamanındaki Mora ve Arnavutluk seferlerinde, daha sonra da İstanbul kuşatmasında develerle getirilen malzeme ile buralarda toplar döktürülmüştü.
Osmanlılar, gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamak ve devamli bir şekilde hazırlıklı bulunmak gayesiyle İstanbul'un dışında da top fabrikaları kurmuşlardı. Bu fabrikalar, hudud veya hududa yakın yerlerde idi. Bu yerler:

Belgrad, Semendire sancağının Baç (Beç) madeni, Budin, Içkodra, Praviste, Timasvar ile Asya'da İran sınırına yakın Kerkük'ün Gülanber kalesi idi. Bu topların mermilerini yapan fabrikalar da Bilecik, Van, Kigi, Kamengrad, Novaberda ve Baç'da idi. Bu mermiler (yuvarlak=gülle) için de ayrı ayrı yerlerde depolar yaptırılmıştı. Her yıl ne kadar mermi ve gülle döküleceği, Divan tarafından planlanıp Topçubaşına bildirilirdi. Dökümhanelere de buna göre emir giderdi. Bir gülle dökümhanesinin yıllık ortalama kapasitesi 20-24 bin aded arasında değişiyordu. Bu mermilerin en küçükleri 320 gram ağırlığında idi. Bunlar, "Sahî" denilen topların gülleleri idi. Sahîler, katır sırtında taşınabilen ve yalnız iki topçu eri tarafindan kullanılabilen küçük, pratik, ateşi seri ve müessir toplardı. "İnce Donanma"yı meydana getiren nehir gemilerinde de bunlar kullanılırdı. Kale muhasaralarında surları yıkmak için kullanılan toplar daha büyüktü. Bu topların gülleleri 70 kg. ağırlığında idi. Top mermisi döken madenlerde dökücü ustaları ve yeterince işçi vardı.Dökücüler, İstanbul'daki Tophaneden gönderilirlerdi.
Osmanlılar, sadece madenî değil, taş gülle de kullanmışlardı. Bu gülleleri demir olanlardan ayırmak için "Taş gülle" tabirini kullanıyorlardı.
Topçu ocağının en büyük zâbitine (subayına) "Sertopî" veya "Topçubaşı" denirdi. Bundan başka Dökümcübaşı, Ocak kethüdası ve çavuşu gibi yüksek rütbeli subayları ile "Çorbacı" veya "Bölükbaşı", Dökücü halifeleri" gibi subayları ile Ocak katibi vardı.
Tophanede sivil memurlar da istihdam ediliyordu. Bunlar, Tophane Nâzin ile Tophane Emini idi. Tophane Emini, tophaneye alınan ve sarf edilen eşyanın defterini tutar ve her sene hesabını verirdi. Tophane levazımı, bunun eli ile tedarik edildiğinden vazifesi çok önemli idi. Bütün bunlardan anlaşıldığına göre Topçubaşı, Dökümcübaşı, Tophane nazırı, top dökümcüleri kethüdası, Tophane emini ve Topçu çavuşu Tophane ocağının yüksek rütbeli subaylarındandı.
Topçular, sayıca "Cebeciler"e yakın idiler. XVI. asırda ocağın mevcudu 1204 nefer iken, XVII. asırda bu sayı 2026'ya kadar yükselmiştir. Onyedinci asrın sonlarında muharebelerin devamı yüzünden sayıları 5084'e kadar çıkmıştır.
Oldukça islah edilmesine rağmen Sultan III. Selim'in tahttan indirilmesi (hal') esnasında Kabakçı Mustafa'ya iltihak eden Topçu ocağı, isyana istirak etmişti. Halbuki Sultan Selim, bu ocağın, zamanın şartlarına göre islâh edilmesine ehemmiyet vermiş, derece ve itibarlarını artırmıştı. Vak'a-i hayriye esnasında topçular, devlete sadık kalarak Humbaracı ve Lağımcı ocakları ile birlikte "Sancağ-ı Şerif altına gelmişlerdi. Yeniçeri ocağının ilgasından sonra Topçu ocağı yeni şekle göre tertip edilmişti.
Topçu ocağı ile çok yakından ilgisi bulunan bir ocak daha vardır ki, bu da "Top Arabacıları Ocağı"dır. Osmanlıların ilk dönemlerinde kullanılan toplar, deve, katır ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardı. XV. asırdan sonra topçuluğun büyük ölçüde gelişmesi üzerine ve büyük topların dökülmesinden sonra, yenilik yapan Osmanlılar, bunları araba ile savaşa götürmeye başladılar. Demek oluyor ki bu ocak, topların daha ziyade tekemmül ederek arabalarla taşınmasından sonra doğmuştur. Arabacıbaşı adında bir subayın komutasında bulunan bu ocak da çeşitli ortalara ayrılmıştı.


Humbaracı Ocağı

Farsça asıllı bir kelime olan humbara, içine patlayıcı maddeler doldurulmak suretiyle demirden yapılmış bulunan mermi demektir. Humbaracı da bu mermiyi havan topu ile kullanan topçu (havan topçusu) demektir. Humbaranın el ile atılanı (el bombası) olduğu gibi havan topu ile atılanı da vardır. Ayrıca taş da atılabilrdi.
Daha çok kale kuşatmalarında ve görülmesi mümkün olmayan hedeflere karşı kullanılan havanlar sayesinde Müslüman Türkler, dikkate değer başarılar sağlamışlardı. Topçular gibi Kapıkulu ocağına mensub bulunan humbaracı ortalarının XV-XVI. asırlar arasında ihdas edildiği tahmin edilmektedir. Humbaracıbaşı adı verilen bir subayın komutasında bulunan bu ocak mensupları, başlangıçta biri topçulara, diğeri cebecilere bağlı olmak üzere iki kısımdan ibaretti. Bu ocağın esas kısmının Kapıkulu gibi maaşlı değil, tımarlı olduğu bilinmektedir. Nitekim 1126 yılı Safer ayının sonlarında Humbaracıbaşı tarafindan Payıtahta gönderilen bir arızadan, Hotin Kalesi muhafazasında bulunan tımarlı humbaracı neferatının bulunduğu anlaşılmaktadır. Buna göre humbaracıları topçu, cebeci, ve tımarlı olmak üzere üç kısma ayırabiliriz.

Bulunması gereken birçok vesikada isimleri zikredilmeyen humbaracıların müstakil bir ocak haline gelmesi XVII. asırdan sonra olmalıdır. XVIII. yüzyıl başlarında büsbütün ihmale uğrayan humbaracılık mesleğinin, günün şartlan ve Avrupa'daki gelişmesi de göz önüne alınarak yeniden tesisi düşünüldü. Bir müddet Avusturya'da kaldıktan sonra Osmanlı ülkesine iltica edip Müslüman olan Fransız asilzâdesi Copmte de Bonneval (Ahmet Pasa), Birinci Mahmud devrinde Mirimirân rütbesi ile humbaracıbaşılığına tayin edildi. Humbaracı ocağı, "fenn-i humbara ve sanayi-i ateşbazîde maharet-i tammesi" olan bu zat tarafindan Avrupa'daki usûl ve sistemlere uygun bir şekilde teşkilatlandırılmaya tabi tutuldu. Ahmed Paşa'nın bu konudaki çabaları sonucunda Bosna'dan 301 nefer alınarak her 100 kişi bir "oda" teşkil etmek üzere bir ocak vücuda getiriliyor, her bölüğe bir yüzbaşı, iki ellibaşı, on onbaşı, tabib, cerrah ve yazıcılar tayin olunduktan ve ulûfeler tesbit edildikten sonra teşkilât, humbaracıbaşının emri ve sadrazamın nezareti altına alınıyordu. Sıkı bir talim ve eğitim ile yetişecek olan humbaracılardan tahsillerini bitirip olgun bir hale gelenler, Vidin, Nis, Hotin, Azak ve Bosna"nın serhad kalelerine "Humbaracıbaşı" olarak tayin edileceklerdi.
Fabrika ve kışlaları Üsküdar'da bulunan humbaracıların, devlet askerî teşkilâtı bakımından önemli bir yeri bulundukları anlaşılmaktadır. Yeniçeriliğin ılgası esnasında meydana gelen olaylarda, devletin yanında yer almış olan Humbaracı Ocağı, Asakir-i Mansûre ordusu içinde topçulara bağanarak ayrı bir ocak olmaktan çıkmış oldu.


Lağımcı Ocağı

Kuşatma altındaki surlarının altından tünel (lağım) kazmak suretiyle yıkan veya düşmanın açtığı tünelleri kapatan bir ocaktır. Osmanlı ordusunda mühendislik bilgisine dayalı olan bu ocak, XVII. asrın ortalarından itibaren bozulmaya yüz tutmuştu. Biri, Cebecibaşının komutasında ve maaşlı, diğeri de Lağımcıbaşı denilen komutanın emri altında ve tımarlı olan iki kısma ayrılıyorlardı.


Yer altında yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yıkan veya lağım açarak berheva eden lağımcılık, Osmanlı ordusunda çok gelişmişti. Gerçekten, günümüzün istihkâm sınıfı diye adlandırabileceğimiz bu ocak hakkında şu ifadeler kullanılmaktadır:

"XVIII. asra kadar Türk istihkamcısı, gerek teknik ve gerekse tabya bakımından dünyanın mukayese edilemeyecek kadar en üstün istihkâm sınıfı idi. Bunu, o dönemin bütün Avrupalı yazarları ve tanınmış generalleri teyid etmektedirler. Modem Avrupa istihkamcılığının kurucusu da Türklerdir. Türk istihkâm tekniğini ilk defa Fransızlar öğrenmiş ve XIV. Louis devrinde tatbik etmişlerdir. Daha sonra bu teknik bilgi, Avrupa orduları tarafindan aynen iktibaş edilmiştir. (Lavisse-Rambaud, VI, 96) Avrupa istihkamcılığının babası sayılan mühendis general Vauban, ilk defa Türkler'den öğrendiği tabya tekniğini, 1673 senesinde Hollanda'nın Maestricht kalesi kuşatmasında kullanmış, basarılı olması üzerine aynı asrın sonlarında bu teknik, bütün Avrupa'ya yayılmıştır. Vauban, Türk istihkam tabyasını Kandiye'de öğrenmişti."
Vazifesi, sadece tünel açmakla bitmeyen bu ocak, hem ordunun hem de ağırlıklarının geçirilmesi için köprü yapmak ve gerekiyorsa mevcudları tamir etmek gibi vazifelerle de yükümlü idi. Kale muhasaralarında bunların bilgi, teknik ve faaliyetlerinden epey istifade edilmiştir. Bu sayede zaptı kabil olmayan pek çok kale, bu ocak mensuplarının açtıkları tüneller sayesinde kolayca ele geçirilmişti. Nitekim Serdar-ı Ekrem Köprülüzâde Ahmed Paşa'nın 1078 (1667) senesindeki Kandiye kuşatma ve fethinden bahs edilirken lağımcıların burada ne denli hizmet ve yararlılıklar gösterdiğine temas edilir. Bu tarihten sonra da Osmanlıların lağımcılığı yavaş yavaş gerilemeye başlamıştı. Bu sebeple olsa gerek ki, 1207 (1792) de "Nizam-i Cedid" denilen yeni bir sistemle dönemine göre modern bir hale getirilmeye çalışıldı. Bu maksatla ocak, biri lağım bağlamak, diğeri köprü, tabya ve kale yapmak gibi mimarî bilgi gerektiren iki kısma ayrıldı.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mart 2006       Mesaj #30
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
OSMANLI ASKERİ YAPISI
Kapıkulu Süvarisi
Osmanlı kaıkulu ordusunu teşkil eden ikinci sınıf askerî güç, Kapıkulu süvarisidir. Osmanlıların muvaffakiyetli hamlelerinde bu sınıfın da büyük bir hissesi vardır. Osmanlı topraklan genişledikçe tımarlar çoğalıyor, tımarlar çoğaldıkça da tımarlı süvari (sipahi)nin sayısı da artıyordu. Fakat bunlar, kendi tımarların da ikamet ettiklerinden, başarıları mahdud kılıyordu. Bu bakımdan daha kuruluş yıllarından itibaren devlet merkezinde, yeniçeriler gibi devamlı ve maaş alan bir süvari birliğinin bulundurulması ihtiyacı hissediliyordu. Bu sebeple Sultan I. Murad döneminde, Rumeli Beylerbeyi olan Timurtaş Paşa'nın yardım ve tavsiyesiyle ilk adım atılmış oluyordu. Önce "Sipah" ve "Silahdar" adı ile iki bölük olarak teşkil edilen Kapıkulu süvarisine daha sonra "Sağ Ulûfeci" ve "Sol Ulûfeci" (Ulûfeciyan-i yemin ve yesâr) ile "Sağ ve Sol Garipler" (Gureba-ı yemin ve yesâr) ismi verilen dört bölük daha ilave edilerek Kapıkulu süvari ocağı altı bölüğe yükseltilmiş oldu.

Kapıkulu süvari sınıfını meydana getiren efrad da devşirme çocukları ile harplerde esir alınan çocuklardan meydana geliyordu. Bunlar da yeniçeriler gibi hükümdarın şahsına mahsus olan atlı kuvvetler idi. Bunlardan vücutça uygun ve kabiliyetli olanlar, İstanbul, Edirne ve Gelibolu saraylarında terbiye olunduktan sonra yedi senede bir "Bölüğe çıkmak" tabir edilen bölüklere verme işlemi yapılırdı. Derece ve maaş itibariyle yeniçerilerden daha yüksek olmalarına rağmen, idare üzerindeki nüfuzları ve harplerdeki önemleri itibariyla onlar kadar ilerde değillerdi.
Kapıkulu süvari birliklerinden ilk ikisine "Baş", öbür ikisine "Orta", son ikisine de "Aşağı bölükler" adı verilmişti. Bunlardan sipah bölüğüne "Kırmızı bayrak", silahtar bölüğüne "San bayrak", orta ve aşağı bölükler için de Alaca bayrak" tabiri kullanılırdı.

Kapıkulu süvarileri, hükümdarla birlikte sefere gittikleri zaman onun sağ ve solunda yürürlerdi. Sipah sağda, silahtar da solda bulunurdu. Sipahin sağında sağ ulûfeciler, silahtarların solunda da sol ulûfeceler yürürlerdi. Bunların sağ ve solunda da sağ ve sol garipler yürüyorlardı.
Sipah ve silahtarlar, muharebe meydanında padişahın çadırını (Otağ-ı hümâyun), ulûfeciler gerek muharebe esnasında, gerekse konaklama yerlerinde saltanat sancaklarını garipler ise ordu ağırlıkları ile hazineyi muhafaza ederlerdi.
Adı geçen "Altı Bölük" efradı, hayvan besledikleri için devlet merkezinden fazla uzak olmayan ve mer'asi bol yerlerde ikamet ediyorlardı. Bu yüzden bunlardan bir kısmı Bursa ile Edirne, bir kısmı da İstanbul ve civarinda ikamet etmek zorunda idiler. Kanunî Sultan Süleyman zamanından başlamak üzere, bunlardan 300 kişi, sefer zamanlarında devlet merkezinde bir çeşit yaverlik yapmak vazifesi ile görevlendirilmişlerdi. Mülazım adı verilen bu 300 kişi, barış zamanlarında mirî mukataaların idaresi ile cizye cibâyeti (toplanması) gibi işlerle görevlendirilmişlerdi.

Kapıkulu süvarilerini meydana getiren her bölüğün âmiri olarak ayrı ayrı ağaları vardı. Bunlar, Sipah ağası, Silahtar ağası, Sağ ulûfeciler ağası gibi isimler alıyorlardı. Belge ve kanunnâmelerde bu isimler aynen kullanılıyordu. Nitekim 18 Muharrem 973 (15 Ağustos 1565) tarihli Semendire ve Belgrad'a kadar yol üzerinde bulunan kadılara gönderilen hükümde bu isimlerden aynı lafizlarla söz edilmesi bunun örneklerinden biridir. Protokol bakımından bunların en ileride olanı Sipahi ağası olduğu gibi, bunun komutasında bulunan bölük de en itibarlı bölük idi. Ağalardan başka her bölüğün bölükbaşıları, kethüdaları, kethüda yeri, katip ve kalfa isimlerini taşıyan bir komuta heyeti ile basçavuş ve çavuş adlarında küçük rütbeli zâbıtları vardı.
Kapıkulu süvarilerinin kullandıkları silahlar, genellikle o dönemde her kavim ve millet tarafindan kullanılan silahlardı. Bunların orjinalliği silahların imal ve kullanılmasında idi. Türk silahlarının daha hafif, yani taşınma ve kullanılmasının kolay olması bir üstünlük sağlıyordu. Hafif silahlar grubuna giren bu silahlar, ok, yay, kalkan, harbe veya mızrak ile bele takılan balta, pala veya hançerle atların eğer kasına asılmış olan gaddare denilen geniş yüzlü kısa bir kılıç ve bozdoğan ismi verilen yuvarlak başlı bir ağaç topuzdu. Kapıkulu süvarilerinin bellerindeki ok keselerinde (sadak) okları vardı. Muharebelerde, bu silahlardan duruma göre uygun olanını kullanırlardı. Bu süvarilerin üzerlerinde çelik zırhlı gömlekler vardıi. Kalkanları ise elbise ve başlıklarının renginde boyanmıştı. Muharebelerde yanlarında yedek hayvanlarıda bulunurdu.

Sultan III. Murad döneminden önce hariçten bir kimsenin giremediği bu ocağa, adı geçen hükümdar zamanında, dışardan iltihaklar başladı. Ocak teşkilatı bozulduktan sonra "veledes" denilen süvari oğullarıda ocağa alınnmaya başlamıştı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında sayılan yedi bin kişi civarında iken, hariçten ocağa girenler yüzünden bu sayı yirmi bini bulmuştu. Bilahere Kaptan-ı Derya Kara Murad Paşa'nın, ocakları, İbsir Paşa aleyhine kışkırtması sonucunda süvari mevcudu, ocaktan tard edilmiş olanlarıda tekrar almak suretiyle elli bine ulaşmıştı. XVII. asrın ortalarında, vezir olarak Osmanlı Devleti'ne hizmet etmiş bir aile olan Köprülüler iktidara geçince, devletin inhitatini uzunca bir süre yavaşlatmaya ve hatta durdurmaya başladıkları gibi bazı islahat hareketlerinde de bulunmaya teşebbüs etmişlerdi. İşte bu dönemde, süvari bölüklerinde yapilan tenkisatla sayılan on beş bin civarına indirilebilmişti. Bunların, yaptıkları bazı isyanları da bastırılınca takibata uğradılar. Bunun üzerine önemleri kalmayan bir sınıf haline geldiler. Zaman zaman zorbalıklar yapan ve isyan eden bu askerî birliklerin, Dördüncü Murad ile Köprülü Mehmed Paşa'dan yedikleri iki büyük darbe, bunları önemsiz bir hale getirmişti. Hezarfen Hüseyin Efendi, bunların, bu dönemdeki sayılarını şu rakamlarla bize aktarmaktadır. Ona göre Sipah bölüğü 7203, Silahtar bölüğü 6254, Ülûfeciyan-ı yemin 488, Ulûfeciyan-ı yesâr 488, Gureba-ı yemin 410, Gruba-ı yesâr 312 olmak üzere toplam 15155 kişiye kadar yükselmektedir.
XVIII. asırdan itibaren sayı ve güçleri giderek zayıflayan Kapıkulu süvarisi de "Vak'a-i Hayriye" diye adlandırılan ve yeniçeriliğin ortadan kalkmasıyla sonuçlanan olayda lagv edildiler. Yeniçerilerin bu sıralardaki serkeşlik ve isyanlarına katılmayan bu ocak mensuplarından, isteyenlerin yeni kurulan modem süvaride vazife almalarına müsaade edilmişti.

Eyalet Askerleri
Osmanlı kara ordusunun ikinci kısmını meydana getiren, devletin büyümesinde, gelişmesinde ve sınırlarını genişletmesinde önemli derecede rolü bulunan askerî kuvvet, eyalet askerleridir. Bunlar: Yerli Kulu, Serhad Kulu, ve Tımarlı Sipahiler olmak üzere 3 grup halinde ele alabiliriz.


Yerlikulu
Yerli Kulu piyadesi, eyalet paşaları ile sancak beylerinin komuta ve idaresinde bulunan, komutanları da bunlar tarafindan tayin olunan muntazam ve disiplinli bir askerî sınıftır. Rikab-ı Hümayûndaki askere Kapıkulu dendiği gibi, devlet merkezinin dışında bulunan bu askere de Yerli Kulu denmekteydi. Hizmet gördükleri müddetçe maaş alabilen bu askerî sınıfın iasesi, eyalet veya sancak beyi vasıtasıyle veyahutta devlet hazinesinden verilirdi. Bu sınıfa dahil askerleri de gördükleri hizmetlere göre: 1 Azepler, 2 Sekban ve tüfekçiler, 3 Icareliler, 4 Lağımcılar, 5 Müsellem'ler olmak üzere beş gruba ayırmak mümkündür.


Azepler
Yerlikulu askerinin ilk sınıfını meydana getiren azepler, harplerde büyük hizmetler görüyorlardı. Ordunun ön saflarında yer almalarından dolayı düşman taarruzuna en çok onlar maruz kalıyorlardı.
Kelime olarak "bekâr" demek olan azep tabiri, Osmanlı askerî teskilâtında: bekâr, güçlü ve kuvvetli olan gençlerden meydana getirilmiş bir askerî sınıf için kullanılmaktaydı.
Klasik Osmanlı ordusunda azepler, Anadolu'daki Müslüman Türklerden kurulu hafif piyade askerî birliğidir. Bununla beraber yine aynı adı taşıiyan ve 1450'den sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafindan teşkil olunan kale azepleri de vardır.

Osmanlıların ilk dönemlerinden itibaren XVI. asrın yarısına kadar meydana gelen harplerde hafif okçu kuvvetlerine ihtiyaç vardı. Bu bakımdan, harp esnasında ne kadar azebe ihtiyaç varsa tesbit edilirdi. Tesbit edilen miktar, sancaklara taksim edilirdi. Böylece ihtiyaca göre 20 veya 30 hâne (ev)den bir azep istenirdi. İstenilen azebin bekâr, güçlü ve kuvvetli olması lazımdı. Sancağa bağlı kazalardan seçilen her azebin ücret ve masrafı onu seçen yere ait olup bu, XV. asrın sonu ile XVI. asırda her azeb için 300 akça tutmakta idi. Her azebin, askerden kaçmaması için bir kefili vardı. Kaçtığı takdirde masraf bu kefilinden alınırdı. Azeplere verilecek para, azeb alınan yer ile halkının servetine göre tahsil edilirdi. Sefer hazırlığı esnasında azeplerin toplanmasına "Azep çağırtmak" denirdi. Bunların maaşları olmadığından harp zamanlarında bütün vergilerden muaf sayılırlardı.

Ok, yay ve pala gibi hafif silahlarla donatılmış olan azepler, ordunun ön saflarında bulunduklarından ilk olarak onlar düşman hücumuna maruz kalırlardı. Bunların gerisinde toplar, onların arkasında da yeniçeriler yer alırdı. Savaş başladığı zaman azepler sağa sola açılmak suretiyle topçunun rahat ateş etmesine imkan sağlarlardı.
Bahsimize konu teşkil eden ve iki asırdan fazla büyük hizmetler ifa eden hafif piyade azepleri, XVI. asır ortalarında, Kanunî Sultan Süleyman saltanatının sonlarına doğru ılga edildiler. Kale azepleri ise 1826 senesine kadar hizmetlerine devam ettiler.


Sekban ve Tüfekçiler
Yerlikulu piyadelerinden olan sekbanlar, askere ihtiyaç hasıl olduğu zaman, gönüllü olarak toplanan köy halkından oldukları için, diğer birlikler gibi sağlam bir askerî eğitime sahip değillerdi. "Salyâne"den kurtulmak için zaman zaman Hristiyanlar bile bu birliğe istirak edebiliyorlardı. Bunlar, bulundukları bölgenin paşasından başkasını tanımazlardı. Hizmet gördükleri müddetçe ulûfe alırlardı. Sekbanlar, "Bayrak" ismi ile sınıflara ayrılırlardı. Sekban bölükbaşısı ve Bayraktar adında subayları vardı. Bunlar, silah olarak kılıç kullanırlardı.
Zamanla sekbanların önemleri azalınca bunların yerini "Tüfekçi" adı ile yeni bir piyade sınıfı aldı. Her elli-altmış tüfekçi bir bayrak kabul edilerek, "Gönüllü zabıtıi" adı verilen bir subayın komutası altında bulunurdu. Her sancak veya eyaletteki tüfekçi bayrakları, "Tüfekçi başı" adı verilen bir subayın komutasına verilirdi. Önemli eyaletlerden üçer veya beşer tüfekçi başı varsa, bunlardan biri baş seçilerek adına "Serçeşme" denirdi.


İcareliler
Hudud boylarında bulunan şehir ve kalelerde istihdam edilen yerli topçulardan meydana getirilen bir sınıftır. Ücretle vazife gördüklerinden dolayı kendilerine bu isim verilmiştir. Komutanları, topçuluğu iyi bilen ve "Topçu ağası" adı verilen bir kimsedir. Topçu ağası, eyalet paşalarının komutasında bulunmak üzere payitahttan gönderilirdi.


Lağımcılar
Yerlikulu askerinin bir bölümünü teşkil eden bu sınıf, hududa yakın bulunan önemli bazı kalelerin aniden muhasara edilmesi düşünülerek kurulmuş bir sınıftır. Ayrıca düşman tarafindan kazılacak hendek ve tünellere mukabil hendek ve tünel kazmak suretiyle harbi kazanmak gayesi güdülmüştü. Kapıkulu ocaklarından olan Lağımcılarla aynı vazifeyi görmelerine rağmen bunların durumları daha farklı idi. Zira bunlar, barış zamanlarında da bağlı bulundukları kalelerde bulunuyor ve genellikle Hristiyan tebeadan meydana getiriliyorlardi. Bunlar, devlet merkezinden gönderilen ve "Lağımcıbaşı" denilen bir subayın komutasına verilmişlerdi.


Müsellemler
Osmanlı Devleti'nde, pek çok görevi yerine getiren müsellemler, harp zamanlarında ordunun geçeceği yolları temizlemek, köprüleri tamir etmek ve yol açmak gibi hizmetlerle de mükellef idiler. Buna karşılık barış zamanlarında bütün vergilerden muaf sayılıyorlardı. Zaten bu ismi bu yüzden almışlardı. Rumeli'de genellikle Hristiyan tebeadan olan müsellemlere karşılık, Anadolu'da Müslüman tebea istihdam olunurdu. Bunlara "Yörük" ismi verilirdi.


Serhad Kulu
Osmanlı kara ordusunun, önemli bir bölümünü meydana getiren eyâlet askerlerinin bu ikinci sınıfı olan Serhad kulu da, hizmet ve durumlarına göre ayrı kategorilerde mutalaa edilmiştir. Bu sınıf: Akıncılar, Deliler, Gönüllüler ve Beşliler olmak üzere daha küçük birliklere ayrılmışlardır.

Benzer Konular

21 Ağustos 2008 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
6 Ekim 2010 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
3 Nisan 2009 / ThinkerBeLL Taslak Konular
27 Ekim 2005 / ByKatip Taslak Konular
23 Mart 2010 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu