Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 2

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 495.597 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Ekim 2005       Mesaj #11
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Beyaz gömlek üstüne lacivert tayyör giymişti. Göz alıcı bir güzelliği vardı. İçime atmaktansa söylemeliydim.
"Bu gecenin yıldızı sizsiniz."
Sponsorlu Bağlantılar
Heyecan ve telaşın içinde durup gülümsedi
"Bence acele ediyorsun, konserden sonra söylemen daha yerinde olmaz mı?"

Akşama kadar pancar tarlasında iki büklüm çapa yapmalarına rağmen tüm köy halkı davetimize katılmıştı. Dolunay Şenliği yapıyorduk. Aslında onlar mahalli sanatçılar için gelmişlerdi. Değilse Elvan Hanım'ın piyano resitaline bu kadar kalabalığı toplamak imkansız olurdu. Bu da benim acizane düşüncemdi. " Eğer köylülere klasik müziği sevdireceksek listeye bir iki tane mahalli sanatçı alırız olur biter, " demiştim.
Günlerce provalar yaptık. İstanbul'dan gelip köye yerleşen emekli bir çiftin okula hediye ettiği kuyruklu piyano, okulumuzun kaderini değiştirecek bir büyü taşıyor gibiydi. Üstelik bu Elvan Hanımın sihirli parmaklarıyla birleşince… Bacalarından duman yerine kahır tüten köye pırıl pırıl bir güneş doğardı sanki. Çalmadığı zamanlarda bile piyano ezgileri kulaklarımdan hiç gitmiyordu. Fur Elisa… Evrende hep çalınıyor gibiydi...

Sahne platformu okul sıraları bir araya getirilerek düzenlenmişti. Spotlar, ses düzeni, seyirci sandalyeleri her şey hazırdı. Bütün öğretmenler takım elbise giymiş, Oscar ödülü alacak oyuncular gibiydi. Bazen bu durumu komik bulup gülümsediğimde olmuyor değildi. Konukları kapıda karşılıyor, çikolata ikram ediyordum. Herkes: "Gerçekten Rıza Konyalı gelecek mi?" diye soruyordu.
" Tabii ki gelecek. Kör Ahmet'ten sonra o çıkacak sahneye! "
Bu konuşma komşu köylere de ulaşıyor ki traktörüne , arabasına binen geliyor. Oturacak yer kalmadı. Arka taraflarda yığılmalar devam ediyor. Özellikle Konya'nın kırsal kesiminde çok tutulan iki mahalli türkücünün adı bile yetmişti. Hacı Dursun amcanın sponsorluğunda tandır böreği satan öğrenciler, böreklerin tükendiğini söylüyor. Boz Dağların üstüne bakıyorum. Ay doğmuş. Ilık bir mayıs akşamı. "Aksilik olmadan yapabilsek şu şöleni…" Dememe kalmadan elektrikler kesiliyor. Rüzgara tutulan bir mum gibi sönüyor sevincimiz. Heyecanımız kedere dönüşüyor.
" Ben Tedaş'ı ararım, " diyor muhtar. " Ne yapıp etsin- arızayı gidersin. "
Kulise koşuyorum. Elvan Hanım , küçük mumun ışığında notaları okumakla meşgul. Gözlüğünün mavi kemik çerçevesi bir şimşek parıltısına dönüşüyor beynimde. Hizmetliye bir ateş yakmasını söylüyorum.
Ateş sağ yüzümü aydınlatırken sol yanım karanlıkta kalıyor.
" Değerli konuklar, Dolunay Şölenimize hoş geldiniz! " Alkışlar arasında konuşmaya başlıyorum.
" Hepiniz merakla bekliyorsunuz ama küçük bir aksilik oldu. Her gün elektriğimizi düzenli olarak verdiği için TEK'e teşekkür ediyor muyuz? Hayır. O halde şimdi kızıp öfkelenmeye hakkımız yok. İşte, ay aydınlatıyor geceyi. Ateşin aydınlattığı yüzümü görmek kolay ya diğer yüzümü?… " İçimden 'felsefe yapma Selim,' diyorum kendime. 'Onların dilinden konuş.'
" Pancar avansları yakında ödenecekmiş. " Dememle birlikte bir uğultu kopuyor kalabalıktan. Herkes birbirine bakıyor. Bahçenin aydınlatma lambası önce cılız bir ışık sızdırıyor, bir daha , sonra daha canlı… Ve elektrikler geliyor! Çocuklar gibi alkışlıyoruz. Kuliste herkes birbirine sarılıyor.
Programı okuyorum.
" Sevgili konuklar, ilk olarak okul müdürümüz Elvan Gülperi sizlere bir piyano resitali verecek. Hemen ardından mahalli sanatçılarımız Ahmet Taşdelen ve Rıza Konyalı sizleri coşturacak. Alkışlarınızla… Elvan Gülperi! "
Elvan Hanım, zarif yürüyüşüyle sahnenin ortasına kadar gelip selamlıyor kalabalığı. Üniversiteden sonra ilk kez bir topluluğa dinleti verecekti. Bir de dinleyicilerin pek alışık olmadığı türde çalacağından çok heyecanlı görünüyordu. Bu yüzden klasik parçaların arasına halk ezgilerini de aldı.
Evet , şimdi ışık sadece onun güzel yüzünü ve eski piyanomuzu aydınlatıyor. Işık işlerine, aslen su ürünleri mühendisi olan ama sınıf öğretmeni olarak çalışan Remzi Bey bakıyor. Tarla balıkçılığı üzerine bitip tükenmez hayalleri vardır.
Herkes merakla sahneye bakıyor. Bir iki defa fa sol lâ denemesinden sonra 'Yemen Türküsü'yle başlıyor Elvan Hanım. " Çok güzel !" diyorum içimden. " Harika! " Piyano ile ilk kez dinliyorlardı belki. Varsa yoksa ud ve kanundan dinlemişlerdi hep. Parçanın hüznü ay ışığına karışıyor. Sessizlik büyüyor. Hemen ardından 'Yürü Konyalım Yürü' parçasına geçince bir alkış fırtınası kopuyor ki piyanoyu duyamıyoruz. Söz olmayınca kendileri söylemeye başlıyor.
Sonra Fur Elisa ve Do Minör Ay Işığı Sonatı…Chopin'den bir mazurka derken resitali noktalıyor Elvan Hanım…Alkışlar ayakta uzun süre devam ediyor. Şehirden özel siparişle gönderilen çiçekleri takdim ediyorum kendisine. Yoğun istek üzerine 'Şeker Oğlan'ı çalıyor. Bu ümitlerimizi arttırıyor. Köylüler piyanoyu sevmişlerdi.
Mahalli sanatçı Ahmet Taşdelen'i takdim edip kulise koşuyorum. Gözleri görmediği için onlar Kör Ahmet diyorlar.
Kuliste sayfaları karıştırıyordu Elvan Hanım;
" Evet , bu bölümü kaybettim. Ezbere çaldım , fark ettiniz mi? "
" Hayır…" derken hayranlığım artıyordu ona…Hepimiz birer kitap kurdu olmuştuk onun sayesinde. Müzik zevkimiz derinleşmiş, günlük yaşamımıza sanatı da dahil etmiştik.
Heyecanını benimle paylaşırken gözlerinin dolduğunu gördüm. Çok duygulanmıştı.
" Buraya geldiğim ilk günlerde bir an önce gitmek istiyordum. Köy hayatına alışamam, bana göre değil diyordum. Meğer…."
" Söylemiştim size, bu gecenin yıldızı sizsiniz! "
" Teşekkür ederim Selim Bey…"
Köylüler hep birlikte türkü söylüyor, gönüllerince eğleniyordu.
Bir ara yanımıza muhtar geldi.
" Böyle olacağını bilsem kaymakamı da çağırırdım. "
" Boş ver ," diyorum. " Bunu sizin için düzenledik. Değilse resmi tören havasında geçerdi. "
Rıza Konyalı' yı Hüseyin Bey playback ile canlandıracaktı. Onu hazırladık. En çok bıyıklarına güldük.
" Bana bak müdürüm… Sakın kaset sarmasın, sosyeteye rezil olmayalım."
" Sen rahat ol ", diyor Elvan Hanım. " Onu ben hallederim. Yeter ki sen açık verme. "
Hüseyin Bey günlerce VCD den Rıza Konyalı yı izlemekten yorgun düşmüştü. Kalemi, tebeşiri bile mikrofon tutar gibi tutuyordu hep. Gece sahneye çıkacak olması bizim lehimizeydi.
" Kahvenin önünden gelir geçersin…."
İnanılmaz bir alkış ve coşkulu haykırış yükseliyor. " Bu kadar olur! " diyorum. " İyi çalışmış Hüseyin bey! " Konuklar konser sonuna kadar oturmuyor. Sandalyeler kenarlara itilmiş. Kaşıkla oynayanı mı ararsın , kol kola oynayanını mı?...Yanılmıyorsam Hüseyin Bey 'Kahvenin Önünden..' türküsünü beş defa söyledi. Hazırlıklı olmamız bizi kurtarmıştı.
Konser sonunda ona doğru bir hücum dalgası oldu.Hüseyin Bey'i kulise kapatıp, seyircilere; 'sakin olmalarını konser yorgunu olan Rıza Bey' in kalp rahatsızlığı olduğunu' falan söyleyip yatıştırmaya çalıştık.
" Her ay yapalım! " diyor muhtar. " Bu köy, tarihinde böyle bir şey görmedi! "
" Bir düşünelim ." diyerek ağırdan alıyoruz. " Kolay olmuyor…Sanatçılar her zaman her yere her zaman gelemez. "
Birbirimize bakıp gülüşüyoruz.

O gecenin heyecanı üzün süre içimizde kaldı. Ta ki bir hafta sonra okulun bahçesine siyah bir jeep gelene kadar. " Müfettişler sınıf atlamış olmalı…Belki de Asmalı Konak çekimleri olacaktır. " diye içimizden geçirirken birkaç takım elbiseli bey bize doğru yürüyordu. Vali Yardımcısı Atilla Bey'i hemen tanıdım. Ceketimi düğmeleyip " Hoş geldiniz ! Öğretmen Selim ." diye kendimi takdim ettim.
" Elvan Hanım'la görüşecektik? "
" Annesi rahatsızlandığı için üç gün mazeret izni alıp memleketine gitti. "
" Ya, öyle mi? " derken üzüntüsünü gizleyemeyen Atilla Bey'e sordum.
" Ben vekâlet ediyorum . Mesele nedir? "
" Köyde düzenlemiş olduğu şenlikten dolayı vali beyin teşekkür belgesi vardı. Onu takdim edecektim. "
" Peki , size kim söyledi? "
" O akşam Aksaray yolundan şehre gidiyorduk, kalabalığı görüp biz de izledik konserinizi. Bu ödülü ben önerdim. "
Ağzım açık kalmıştı. Nasıl haberimiz olmadı? Hangi yönetici geldiğini belli etmez? Pes doğrusu Atilla Bey!
Fazla kalmadılar.
" Gelince haberimiz olsun. Mutlaka elden biz vereceğiz. Emir böyle!. Unutmadan söyleyeyim: Vali Bey kendisini 19 Mayıs Gençlik Gecesine davet ediyor. Piyanist olarak! "
Hemen telefon açıp müjdemi iletmek istiyorum.
O ise bana denize yağmur yağdığını söylüyor….

Dipnot:
Elvan Hanım bir daha köye dönemedi. Rapor üstüne rapor aldığını duyduk.. ( Aslında rapor almayı hiç sevmezdi-yolunda gitmeyen bir şeyler mi vardı acaba? ) Sonra düğün davetiyesi geldi. Davetiye, elimize düğünden iki gün sonra ulaştı. Buna çok üzüldük.
Teşekkür belgesi valinin makam odasında asılı kaldı.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ekim 2005       Mesaj #12
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ispanya' nin guneyinde Estopana isimli kucuk bir kasabada buyudum.16 yasindayken bir sabah babam benden kendisini araba ile 30 kilometre uzaktaki bir koye goturmemi istedi.

Sponsorlu Bağlantılar
Ancak,onu Mijas 'a biraktiktan sonra arabayi bakim icin yakindaki bir tamirhaneye goturup birakmam gerekiyordu. Araba kullanmayi yeni ogrenmistim ve kullanmak icin de pek firsat cikmiyordu.

Onun icin hemen kabul ettim. Babami hemen Mijas'a goturdum ve ogleden sonra 4' te almaya soz verdim.

Sonra arabayi, tamirhaneye biraktim. Birkac saat vaktim vardi. Ben de, tamirhanenin yakinindaki bir sinemada bir-iki film izlemeye karar verdim.Fakat bu isten o kadar keyif aldim ki, bir-iki derken ipin ucu kacti. Son filmi izledikten sonra saate baktigimda 6 oldugunu gordum.

Iki saat gec kalmistim. Film izledigimi biliyorsa babamin kizacagini biliyordum. Bir daha arabayi kullanmama izin vermezdi. Ona tamirhanede arabanin isinin uzun surdugunu soylemeye karar verdim. Bulusacagimiz yere vardigim zaman babamin kosede oturmakta oldugunu gordum. Gec kaldigim icin ozur diledikten sonra ona arabanin isinin uzun surdugunu soyledim. Bunun uzerine bana nasil baktigini unutamam.

"Bana yalan soyledigin icin cok uzuldum Jason"

"Ne demek istiyorsun? gercegi soyluyorum."

Babam bana tekrar bakti, " Sen gec kalinca, tamirhaneyi aradim ve bir sorun olup olmadigini sordum. Bana senin henuz arabayi almaya gelmedigini soylediler. Yani araba ile ilgili bir sorun olmadigini biliyorum." Birden ne kadar buyuk bir suc isledigimi anladim ve babama gercegi itiraf ettim. Babam beni uzgun bir sekilde dinledi.

"Kizginim, ama sana degil, kendime. Eger sen bunca yildan sonra bana yalan soyleyebiliyorsan demek ki ben iyi bir baba olamamisim. Kendi babasina bile yalan soyleyebilen bir cocuk yetistirmisim. Eve yuruyerek donecek neyi yanlis yaptigimi dusunecegim."

"Ama baba, ev 30 kilometre uzakta ve hava karardi. O kadar yolu yuruyemezsin." Babam ne ozur dilemelerime, ne itirazlarima kulak asmadi.Onu hayal kirikligina ugratmistim ve hayatimin en aci veren derslerinden birini almak uzereydim.Babam tozlu yollarda yurumeye basladi.

Ben de arkasindan araba ile izliyordum ve durmadan ozur diliyor ve arabaya binmesini rica ediyordum. Ama beni duymazdan geliyor ve sessiz, dusunceli, uzgun bir sekilde yurumeye devam ediyordu. 30 kilometre boyunca 10 kilometre suratle takip ettim.

Babamin hem fiziksel, hem de duygusal olarak bu kadar aci cekmesine tanik olmak hayatimin en uzucu ve aci veren deneyimi olmustur. Ancak, ayni zamanda en buyuk hayat dersini de bu olaydan aldigimi soylemeliyim. O zamandan beri asla yalan soylemedim.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ekim 2005       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dondurucu sogukta bir an önce evime varabilmek için hizla yürürken, ayagimin ucunda bir cüzdan gördüm.. Hemen aldim. Sahibini gösteren bir kimlik vardir diye acele acele açtim.. Içinde üç dolar ve sararip kat yerleri yipranmis eski bir zarftan baska birsey yoktu...
Sol üst kösede yalnizca gönderenin adresi, alici adresi yerinde bir posta kutusu numarasi vardi. Bir ipucu bulabilmek belki biraz da merakimi giderebilmek için zarfi açtim ve içindeki mektubu okumaya basladim. Mektup, sol yani çiçek resmiyle süslenmis bir kagida, özenli bir el yazisiyla yazilmisti ve "Sevgili Michael" diye baslýyordu.. Ve "Annesi yasakladigi için onu bir daha göremeyecegini" anlatarak devam ediyor.. "Ama sakin unutma, seni daima sevecegim" diye bitiyor.. Imza.. Hannah!..
Elimde yalnizca, mektubu yazan kisiyle, mektubun yazildigi kisinin birinci adlari vardi. Eve gider gitmez hemen telefon idaresini aradim. Görevli kisi, kendisine bildirdigim adreste yasayanlarin telefon numarasini vermesinin yasalara aykiri oldugunu söyledi. Fakat israrim karsisinda: "Belki, size yardimci olabilirim" dedi.
"Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlar Kabul ederlerse, sizi görüstürebilirim lütfen bekleyin.." dedi. Iki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi..
"Bagliyorum efendim." Telefonda, karsidaki hanima "Hannah diye birini taniyip, tanimadigini" sordum.

"Bu evi, 30 yil evvel, Hannah diye kizlari olan bir aileden aldik" dedi. "Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?.."
"Hannah annesini bir huzurevine yatiracakti. Oradan takip ederseniz, belki adres bulursunuz.." deyip bana huzurevinin adini verdi.. Hemen aradim.. Yasli anne yillar önce ölmüs.. Ama kizina ait eski bir telefon numarasi var. Belki ordan bilirlermis.. "Bunlarin hepsi aptalca aslinda" dedim kendi kendime.. Içinde sadece 3 dolar ve 60 yil önce yazilmis bir mektup bulunan cüzdanin sahibini aramak için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradim numarayi..

Bir kadin "Simdi Hannah'nin kendisi bir huzurevinde" dedi ve numarayi verdi. Hemen orayi çevirdim.. Ses; "Evet, Hannah burda yasiyor" dedi.. Saat ona geliyordu ama hemen yola çiktim, Hannah'yi görmek için.. Devasa bir binanin üçüncü katinda sirin bir oda.. Gümüs saçli, sicak tebessümlü bir yasli kadin.. Gözlerinin içi isil isil ama.. Anlattim olanlari.. Cüzdani ve mektubu gösterip.. Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve "Genç adam" dedi, "Bu mektup, Michael ile son kontagimdi.. Onu öyle seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakisikliydi.. Hani su meshur aktör.. Ama ben 16 yasindaydim.. Çok küçügüm diye annem kesinlikle izin vermedi.." Derin bir nefes daha..
"Michael Goldstein harika bir insandi. Eger bulabilirseniz ona söyleyin lütfen.. Onu hep düsündüm.. Hep.." Bir ufak sessizlik.. Bir derin nefes daha.. "Ve onu hep sevdim.."
Iki damla yas damladi elindeki mektuba, islanan gözlerden.. "Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadim ki.." Hannah'ya tesekkür edip odadan çiktim.

Binadan çikarken danismada beni karsilayan kiz "Hannah Hanim yardimci olabildi mi size" dedi..
"Hiç degilse bunun sahibinin soyadini ögrendim" dedim.. Cüzdani elimde sallayarak.. O sirada yanimda dikilip duran hademe bagirdi.. "Hey baksana.. Bu Bay Michael'in cüzdani.. Üzerindeki bu kirmizi seritten onu nerde görsem tanirim.. Cüzdanini hep kaybederdi zaten.. Üç kere ben buldum, koridorlarda..

Michael sekizinci katta yasiyordu.. Ok gibi firladim tekrar asansöre. Michael yatmamisti. Okuma odasinda kitap okuyordu. Hemsire beni ve elimdeki cüzdani gösterdi. Michael elini arka cebine atti, hizla.. Sonra sevinçle "Evet bu benim cüzdanim" dedi. "Ögleden sonraki yürüyüs sirasinda kaybetmis olmaliyim. Size tesekkür borçluyum."
"Hiçbirþey borçlu degilsiniz" dedim. "Ama özür dilerim. Ipucu bulmak için açtim ve içindeki mektubu okudum."
"Mektubu mu okudun?" "Sadece okumakla kalmadim. Hannah'yi da buldum.." "Buldun mu? Nerde? Iyi mi? Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle, lütfen söyle.."
"Çok iyi.. Hem de harika" dedim, yavasça.. "Bana onun telefon numarasini ver. Yarin onu hemen arayacagim."
Elime simsiki sarildi.. "O benim tek askimdi.. Onu öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup geldiginde hayatim, anlamsal olarak bitmisti."
"Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.."

Asansörle üçüncü kata indik.. Odanin kapisi açikti. Hannah sirti kapiya dönük televizyon izliyordu..
Hemsire ona yaklasti, omzuna dokundu.. "Hannah" dedi.. "Bu bay'i taniyor musun?" Gözlüklerini ayarladi bir an bakti, tek kelime etmeden..
"Michael" dedi, Michael, kapida, kisik sesle..
"Hannah.. Ben Michael.. Beni tanidin mi?.."
"Michael" diye yutkundu Hannah. "Inanmiyorum.. Bu sensin. Benim Michael'im." Michael Hannah'ya dogru yürüdü yavasça. Sarildilar. Hemsire yanima geldiginde onun da gözleri yasliydi..
"Gördün mü, bak?" dedim "Yasamda, yasanmasi gereken hersey, er ya da geç, birgün kesinlikle yasanacaktir."

***

Üç hafta sonra beni huzurevinden aradilar.
Pazar günü bir nikah vardi.. Gelebilir miydim?

Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael beni nikah sahidi yaptilar üstelik. Hannah açik bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de lacivert takimi içinde hala çok yakisikli..
Bir nikah tanigi olarak söylüyorum bu gözlemlerimi… Asklarini onsekiz yasin heyecani ve duygusuyla yasayan 76 yasindaki gelin ile 79 yasindaki damadin nikahinda keske siz de bulunsaydiniz… Altmis yil önce bittigi sanilan bir ask öyküsünün, altmis yil sonra, kaldigi yerden nasil filizlendigine siz de tanik olacaktiniz.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ekim 2005       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir zamanlar dağda, kızgın günesin altında, mermer taşlarını yontmaktan bezmiş bir mermer yontucusu varmış. "Bu hayattan bıktım artık...Yontmak!...Bu yakıcı güneş!...AH!.. Onun yerinde olmayı ne kadar çok isterdim, orada yükseklerde her şeye hakim olacaktım, ışınlarımla etrafı aydınlatacaktım." diye söylenir dururmuş yontucu...
Bir mucize eseri olarak dileği kabul olunur ve yontucu o an güneş olur. Dileği kabul edildiği için çok mutludur. Fakat tam ışınlarını etrafa yaymaya hazırlandığı sırada ışınlarının bulutlar tarafından engellendiğini fark eder. "Basit bulutlar benim ışınlarımı kesecek kadar kuvvetli olduklarına göre benim güneş olmam neye yarar!" Diye isyan eder. "Mademki bulutlar güneşten daha kudretli bulut olmayı tercih ederim.''
O zaman hemen bulut olur. Dünyanın üzerinde uçuşmaya baslar, oradan oraya koşuşur, yağmur yağdırır fakat birdenbire rüzgar çıkar ve bulutları dağıtır. "Ah, rüzgar geldi ve beni dağıttı, demek ki en kuvvetlisi o öyleyse ben rüzgar olmak istiyorum." diye karar verir.
Ve dünyanın üzerinde eser durur, fırtınalar estirir, tayfunlar meydana getirir.Fakat birdenbire önünde kocaman bir duvarın ona mani olduğunu görür. Çok yüksek ve çok sağlam bir duvar. Bu bir dağdır. "Basit bir dağ beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgar olmam neye yarar." Der.
O zaman dağ olur. Ve o anda bir şeyin ona durmadan vurduğunu hisseder farkına varır ki, kendinden daha güçlü olan şey, onu içinden oyan şey...
Küçük bir mermer yontucusudur ...
book - avatarı
book
Ziyaretçi
10 Ekim 2005       Mesaj #15
book - avatarı
Ziyaretçi
HARAMA BAKMAM

Birinci Dünya Savaşında, gönüllü bir fedai alayı kurarak düşmanla kahramanca çarpışmış, dillere destan bir mücadele vermişti. Büyük başarılar elde etmişti. Ancak Ruslara esir düşmüştü.

Seneler sonra tutsaklıktan kurtulmayı başararak İstanbul'a geldiğinden 35 yaşlarındaydı.

İstanbul, İngiliz işgali altındaydı. Dönemin en tantanalı, Osmanlının can çekiştiği günlerdi. Bediüzzaman da cesur çıkışlarıyla, hamiyet-perver davranışlarıyla göze batmaktaydı.

O zaman geleneksel olarak her sene Kağıthane Şenlikleri düzenlenmekteydi. İşte bu şenliklere denk gelen bir gündü.

Haliç Köprüsünden Kağıthane'ye kadar, Haliç'in iki tarafında binlerce açık saçık Rum ve Ermeni kadınlar ve kızlar dizilmişti.

Bediüzzaman ilk Meclis milletvekillerinden Seyyid Taha ve Hacı İlyas'la birlikte bir kayığa binmiş, kadınların yanlarından geçmekteydiler.

Seyyid Taha ile Hacı İlyas, Bediüzzaman'ı, etraftaki "Kadın ve kızlara bakıyor mu, bakmıyor mu?" diyerek denemeye karar verdiler.

Nöbetle, gözlerini onun üzerinden ayırmadan izliyorlardı. Gidecekleri yere kadar gözetlemeye devam ettiler. Seyahat sonunda her ikisi de takdir ve hayranlıklarını şöyle itiraf ettiler Bediüzzaman'a:

- "Senin bu haline şaşırdık kaldık. Hiç etrafındaki kadın ve kızlara bakmadın! Seni tebrik ediyoruz."

Bediüzzaman şöyle cevap verdi:

- Evet, bakmadım ve bakmam da... Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin sonu acı ve pişmanlıklarla doludur."
book - avatarı
book
Ziyaretçi
10 Ekim 2005       Mesaj #16
book - avatarı
Ziyaretçi
HADDİNİ AŞMANIN ZARARI


Bir gün adamın biri Hz. Musa (a.s.)'ya geldi:

- "Ya Musa ne olur dua et de ben hayvanların dilinden anlayayım ve bundan kendime hisseler çıkartarak daha iyi bir insan olayım." dedi.

Hz. Musa (a.s.):

- "Yürü işine git, kaldıramayacağın bir yükün altına girmeye çalışma, bu halin senin için daha hayırlıdır." dedi.

Fakat adam dinlemedi ısrar etti:

- "Ya Musa ne olur hiç değilse kapımda yatan köpekle horozun dilini anlayayım." dedi.

Musa (a.s.) her ne kadar bundan vazgeçmesi için çalıştıysa da adam ısrar etti. Bunun üzerine Musa (a.s.) ona dua etti. Adam sevinerek evine döndü. Ertesi sabah hizmetçisi sofrayı kurarken bir parça ekmek fırlayıp düştü. Horoz koşarak bunu kaptı. Köpek buna kızdı:

- "Be horoz bu yaptığın doğru mu? Sen buğday da yiyebilirsin arpa da. Mısır da yiyebilirsin, küçük taneleri de. Bense ekmekten başka bir şey yiyemem, neden benim rızkımı kapıyorsun?" dedi.

Horoz cevap verdi:

- "Haklısın fakat hiç tasalanma yarın bizim efendinin eşeği ölecek, sen de böylece karnını iyice doyuracaksın." dedi.

Bunu duyan adam hemen eşeği pazara götürerek sattı.

Ertesi sabah da bakalım köpekle horoz ne konuşacaklar diye onların yanına geldi.

Köpek horoza sitem ediyor:

- "Yahu horoz hani eşek ölecekti, biz de karnımızı doyuracaktık." diyordun.

Horoz:

- "Eşek ölmeye öldü lakin başka yerde. Çünkü sahibim onu sattı. Fakat hiç merak etme yarın at ölecek, o zaman da daha büyük bir ziyafete konacaksın." dedi.

Bunu duyan adam hemen ahıra koştu, atı aldığı gibi pazara götürüp sattı. Sevinerek evine döndü:

- "Bu hayvanların dilini öğrenmem çok iyi oldu. Böylece zarardan kurtuldum." diye düşünüyordu.

Ertesi sabah yine acaba ne konuşacaklar diye köpekle horozun yanına gitti. Köpek yine horoza sitem ediyor, duruyordu:

- "Yahu horoz bu sefer de dediğin olmadı, yoksa sen de mi yalana başladın." dedi.

Horoz:

- "Hayır ben yalan söylemedim at ölecekti lakin sahibimiz onu da sattı. Fakat merak etme, yarın sahibimizin çok değerli kölesi ölecek o zaman onun hayrına yemekler, helvalar verilecek hepimiz doyacağız." dedi.

Bunu duyan adam o gün hiç beklemeden, kölesini götürüp sattı:

- "Bu horozla köpeğin dilini öğrenmem iyi oldu. Böylece birçok zarardan kurtuldum." diye düşünerek sevindi ve ertesi gün yine köpekle horozun yanına koştu. İkisi yine konuşuyorlardı. Köpek bu sefer çok kızgındı:

- "Yalancı horoz, hani köle ölecek, bu sayede karnımız doyacaktı, günlerden beri yalanlarınla avutuyorsun, bu sana yakışır mı?"

Horoz:

- "Ben yalancı değilim ve yalan söylemem, diye başladı. Köle öldü fakat burada değil, başka yerde. Çünkü sahibimiz onu sattı. Fakat hiç iyi etmedi. Çünkü bu sefer sıra kendine geldi. Zira ilkin kaza, bela eşeğe gelecek, böylece sahibimiz beladan-kazadan kurtulmuş olacaktı. Eşeği satınca, onun yerine ata geldi, atı da satınca, köleye geldi. Köleyi de satınca bela ona gelecek. Sıra onda, yarın sahibimiz ölecek, o sayede hepimiz doyacağız." dedi.

Bunu duyan adam ah vah etti, başına vurdu fakat iş işten geçmişti.

Böylece tamahkarlığın cezasını hayatıyla ödedi.
caglayannet - avatarı
caglayannet
Ziyaretçi
12 Ekim 2005       Mesaj #17
caglayannet - avatarı
Ziyaretçi
- Anons
Diyarbakır Havaalanı'nda THY'nin uçağı kalkacak. Görevli, yolcuları uçağa davet etmek için son anonsu yapıyor. Hoparlörlerden yükselen sözcükler şöyle:
''Sayın yolcilar! Uçak on dakka sonra kahacahtır. Polis kontrolünden gectiizz, gectizz... Gecmediz, uçah gitti, siz kaldiiz... Tikkatinize.''

Bu olay geçen yıl gerçekleşmiştir...
kaynak: Hürriyet Gazetesi 04.01.2001

2- Anadolu'yu köy köy dolaşan müfettiş bir arkadaşımın şahit olduğu olaydır.
Arkadaşım Denizli'nin köylerinden birine hurda bir minibüsle gitmektedir. Minibüste yayla köylerine giden köylüler vardır. Köylülerden biri ileride yol kenarında otlayan keçi yavrularını göstererek şoföre seslenir "Oğlakların yanında indiriveee". Şoför vitesi küçültür tam duracakken motor sesinden ürken keçi yavruları yol boyunca koşmaya başlarlar. Şoför de hızını yeniden artırıp oğlakların peşine düşer. Araba ile oğlaklar arasında müthiş bir kovalamaca başlar. Yaklaşık 2 kilometre sonra oğlaklar yorulur ve durur. Şoför de durup kapıyı açar. Köylü hiçbir şey söylemeden minibüsten iner.

3- Doğu'da devlet hastanelerinden birinde mecburi hizmetini yapan bir doktorun başından geçer olay. Doktorumuz jinekologdur... Bir gün içeri çarşaflı bir kadın ve kocası gelir... Adam "Karımın bir şikayeti var" deyip çıkar dışarı... Doktor kadına uzanmasını söyler ve normal muayenesini yapar. Muayene bittikten sonra da hastanın SSK'lı olduğunu düşünerek sevk kağıdının olup olmadığını sorar ve "Sevk aldın mı?" der. "Acuuk" diye cevap verir kadın...


4- Kartal Devlet Hastanesi'ne gece nobetinde bir çocuk getirilir. Yapılan tetkiklerden sonra çocuğun ayağının burkulduğu anlaşılır. Hekimimiz babayı içeri çagırır ve "Çocuğa voltaren pomat yazıyorum. Günde üç kere yedire yedire sürün" der. Aradan bir hafta geçmiştir ki aynı adam ve aynı çocuk bir kez daha
gelirler hastaneye. Çocuğun ayağı davul gibi şişmiştir, suratı da morluklar içindedir. "Doktor bey" der, "Bu çocuğun ayağı kırık." Doktor hayretler içinde
kalmıştır. Ayağın kırık olmadığını bilmektedir. Merakla sorar "Peki verdiğim merhemi ne yaptınız?" "Valla doktor sizin dediğunuz gibi günde üç öğün ekmeğin üstüne sürdük yedirdik, sürdük yedirdik. Yemek istemedi ama düve düve yidirdik. Gine de inmedi şişliği... Naapsak bilmiyom artık..."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Ekim 2005       Mesaj #18
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bölüm - 1 -

Mehmet, çocukların cıvıltısını işittiğinde yorgunluğu uçtu , gitti... Bütün gün çapa sallamaktan bükülü kalmış belini kütürdetti, hâlâ çalışabildiğine şükretti. Evin hayatında oturan çocukların etrafında dönen, mutfağa girip çıkan kızını gördüğünde bir ince tel yaktı bağrını sanki...
Bir yandan, kızının bir türlü sevemeden, ısınamadan evlendiğini düşünüp kapkara hayıflandı, bir yandan, cephede ölen damadını düşünüp kendini ayıpladı... Sevmiyordu kocasını Zehra, bilirdi ama... Ne de olsa askerdi adamcağız...
Gene çocuklara baktı uzun uzun... Ne bileceklerdi Cihan Harbi’ni, kıtlığı, Almanları, Stalingrad’ı? “İyi ki de bilmiyorlar... Bilseler n’olacak, şuncacık canlar?”
Karısı öleli çok olmuştu. Küçük oğlu muhtar, hayatta onunla oynayan iki torunundan birkaç yaş büyüktü ancak... Şimdi büyük kızı Zehra analık ediyordu kardeşine de... “Ah kızım... Kadersiz kızım... Ömrüm yetse de görsem şunları baş göz ettiğini...”
Elini yüzünü yıkamak için hayatın altındaki tulumbaya seyirtti. Çocuklar kendini hâlâ görmemişlerdi, heyecanla konuşuyorlardı:
İçlerinde en küçüğü Mikâil sesini askerlerinki gibi kalın çıkarmaya çalışarak:
- Büyüyünce Yuri Konstantinov gibi bir asker olmak isterdim...
Ablası Efruze, sözünü kesti:
- N’olacak ki asker olunca?
Mikâil hiç istifini bozmadan:
- Ne mi olacak? Bilmiyor musun ? O kahramanın boyu üç metre... Alman panzerlerini ayaklarının altında çiğniyormuş... Hem komsomolun başkanı diyor ki Almanlara karşı savaşan bütün Kızılordu askerleri dev gibiymiş...
Mehmet bıyık altından güldü, gençlik merkezine asılı kalmış propaganda afişi anlaşılan, istenenden daha etkili oluyordu, özellikle çocuklar üzerinde.
Onlarla hemen hemen akran olan dayıları Muhtar güldü:
- Hadi canım sen de!... Sefer Müellim’in oğlu Hüseyin de Almanlarla savaştı ama boyu benim kadar...
Mikâil’i yıldırmak mümkün değildi:
- O bir kere aşçı! O sayılmaz... Hem biliyor musunuz? Askerlere toz şeker veriyorlarmış...
Mehmet bunu işitince gene gülümsedi: “Keratanın derdi anlaşıldı... Dur bakalım daha neler yumurtlayacak?”
- O zaman var ya... Öf be! Ekmeğimi o şekere batırır, batırır yerdim...
Muhtar atıldı:
- Toz şekeri kim kaybetmiş de sen bulacaksın akıllım?


BİR ÇUVAL PANCAR 2
Hepsi, bir kaşık kar gibi beyaz şekerin dillerinde nasıl eriyeceğini hayal ederek bir müddet sustu. Bu suskunluk Mehmet’in yüreğine oturdu. Gözünün kıyısında beliren nemi hoyratça sildi.
Efruze , tek örgülü saçını savurarak:
- Siz daha düşünün durun bakalım... Been... Büyüyünce...
Muhtar, lafı uzatmasına kızarak:
- Ee? Sen ne olacaksın büyüyünce? “Kahraman Ana mı?”
Mikâille birlikte epey güldüler, Efruze’yi on çocukla çevrelenmiş halde düşününce. Gerçi Nahçıvanda beşten az çocuğu olan pek az aileden biriydi onlarınki.
- Pisler! Dedeme söyleyeceğim sizi! Konuşmuyorum işte, konuşmayacağım!
Sırtını çocuklara döndü, oturdu.
İçerden Zehra’nın sesi geldi:
- Oğlanlar! Üzmeyin ******zı!
Oğlanlar birbirlerine hınzırca gülümsedi:
- Ay kız! Ay bacım... Gel de görüm... Gaş gabak dökme hele... Sen bizim birce bacımızsın “da!” Küslük olmaz hele...
- O zaman ben de konuşacağım siz gibi...
- Konuş bacım, “ konuşma” mı dedik? Dinliyoruz hele...
- Bak, dinlemezseniz küserim ama...
- “Dinliyoruz” dedik ya uzun etme sen de...
- Tamam... Ben büyüyünce Anna Mihailova gibi bir halk artisti olacağım...
Muhtar dayanamadı:
-Nasıl olacaksın Efruze “Hanım”?
- Bir kere Bakü’ye gidip konservatuvarda okuyacağım...
Mikâil atıldı:
- Buradan Hankenti’ne, izinsiz gidilmiyor, sen Bakü’ye nasıl gideceksin?
- Ben giderim bir kere... Aliye hocanım beni müsamerede oynattı... Çok kaabiliyetliymişim...
- Ee? Diyelim ki halk artisti oldun, sonra?
- Sonra mı? Ne bileyim?... Önce bir kürk alırdım kendime, Kazan’dan, bir de anneme alırdım, hakiki tilki... Anna gibi yürürdüm, o bir kuğu gibidir... Boynu ince ve beyazdır, narindir... Herkes etrafımda pervane olurdu... Hem sonra... Bol bol çikolata alırdım... Hımmm... Moskova’dan gelirken kolhoz müdürünün karısının getirdiklerinden... O zaman... Arabamız da olurdu, halamlara giderken ayağımız üşümezdi, çamur da olmazdı....
Oğlanlar ağızları bir karış açık bilmiş kızı dinliyordu. Mikâil, “çikolata” sözünü işitince, ağzını şapırdatmış, ağzının kenarında biriken salyasını, gömleğinin koluyla silmişti.



Bölüm - 2 -

Mehmet, Efruze’nin hayal gücüne hayran kalmıştı... Bir an neredeyse Moskova metrosunda seyahat ediyormuş gibi bile hissetmişti. Şu kız ne akıllıydı... Bir gün muhakkak sanatçı olacaktı, bütün Nahçıvan onunla gurur duyacaktı. Sonra... Kolhoz müdürünün karısı Semahat aklına geldi, kızdı ona. “ Yahu çoluk, çocuğun yanında yapılacak iş mi şunun yaptığı? Aklı sıra millete nispet yapacak... Millet yiyecek ekmeği bulamıyor, şuncacık bebeleri imrendirmenin ne âlemi vardı?”
Muhtar, bahçedeki kayısı ağaçlarına dalıp gitmişti. Bahçedeki kayısını dalında, bir salıncak kurmuştu annesi... Saçları uzun, kara, ince elli annesi... Gülüşü ıpılıktı... Gülüşü kaybolmuştu ama şimdi... Hiç gelmeyecekti... Zehir gibi bıçak gibi boğazına saplandı... Zorlandı... Yutkundu.. Ağlayacak gibi oldu, o da babası gibi gözyaşını hoyratça sildi.
Sonra bir daha yutkunup suskunluğunu bozdu. Diğerleri, gözleri yerde, konuşmasını bekliyordu...
- Ben... Ne bileyim?.. Petrolcülerle çalışmak isterdim herhalde...
Efruze burun büktü:
- Amaan! Ne yapacaksın petrol çıkartıp? Elin, yüzün kapkara olurdu her gün...
Mikâil gene ağzını şapırdatarak sordu:
- Peki... Petrolcü olsaydın ne yemek isterdin? Petrocüler çok mu kazanır ki Muhtar?
- Çok, az... Ne fark eder? Eğer param olsaydı... Bakü’de sahilde oturur çay içerdim...
Mikâil yalvarır gibi:
- Bize de ısmarlar mıydın ha? N’olur, n’olur...
Muhtar, içlerinde en büyük olmanın gururuyla güldü, Mikâil’in başını okşadı
- Ismarlamaz mıyım hiç?..
- Yaşaaa! Sonra?... Sonra n’apardın? Ne yerdin?
- Ah! Ne yapardım biliyor musunuz? Şöyle bir çuval pancar alırdım, anneme verirdim...
Sözü gene yarım kaldı... Bir daha yutkundu...
- Şey... Ablama verirdim... Kaynatırdı hepsini... Sonra...
Muhtar’ı ağzının içine düşecekmiş gibi dinleyen Mikâil, gene ağzının kenarını koluyla silerek:
- Sonra, sonra?...
- Mmmm... Şöyle ince ince doğrardı onları... Bir tarafından bakınca, öbür tarafını görürdük, yumuşacık olurlardı. Ne güzel kokardı ama... Allah be!
Ona hayran hayran bakan yeğeni Mikâil de onu taklit etti:
- Allah be!
Hepsini bir gülme tuttu:
BİR ÇUVAL PANCAR 4
Muhtarın bağrı, oğlunun öksüzlüğüyle bir daha yandı. Çocukların kahkahalarını işitince biraz olsun ferahladı. “Çocuk değil mi işte... Neye olsa sevinirler. Ah Muhtar’ım... İstediğin de bir şey olsa...” Elini, yüzünü kurulamak için cebinde mendilini ararken, eline gelen şey yüzünü güldürdü.
Alelacele yerinden kalktı. Zehra telâşını görünce seslendi:
- Baba hayırdır? Nereye bu saattte?
- Bir yere değil kızım... Şimdi döneceğim...
Zehra bir müddet ardınca baktı...
Mutfakta daldığı işten, bahçe kapısının gıcırtısıyla sıyrıldı.
- Kim o?
Mehmet, elini dudaklarına götürerek kızına susmasını işaret etti. Zehra, babasının, sırtındaki çuvalı mutfağa taşıdı. Annesinin taşıdığı çuvalı fark eden Mikâil, usulca mutfağa süzüldü... Çuvalı açıp baktığında gözleri fal taşı gibi açıldı... Bağırmak üzereyken annesi içeri girdi, o da eliyle susmasını işaret etti...
....
Kahkahaları bahçe duvarlarından taşan çocuklar, o gece, damaklarında, içinden ışık geçen o nefis şeyin tadıyla uykuya daldıklarında, Mehmet, ışıkları söndürüp bir sigara yaktı.
caglayannet - avatarı
caglayannet
Ziyaretçi
14 Ekim 2005       Mesaj #19
caglayannet - avatarı
Ziyaretçi
Fırtınalı bir hayatın ortasında birleştik. Sen, kendine yakın bulduğun insanların sana yaptığı hatalardan şikayet ediyordun., bense uzun yıllar acısını çektiğim bir aşkın yaralarını sarmaya çalışıyordum.

İyi birer dosttuk, her şeyi paylaşır olmuştuk. Bu yakınlaşmamızın kısa bir sürede olmasına rağmen zamanım öyle tatlı, öyle güzle geçiyordu ki ben içimdeki kıpırdanmalardan habersizdim.

Sanki rüyadaydım, gözlerimi açtığımda dostluğun yerini aşk almıştı. Kendimi tutamamıştım işte. Duygularıma hakim olamamıştım. Sen benim aşkım, bense senin dostundum artık. Sana aşık olduğumdan habersizdin. İçimdeki volkan öyle taşmıştı ki patlamak için sabırsızlanıyordu.

Sonunda o gün gelip çatmıştı. Bütün duygularımı bütün hislerimi açıklamıştım ben sana. Sense bana sadece şaşkın bir ifadeyle bunların yalan ve şakadan ibaret olması için yalvarmıştın.

Bende sana bunların ne şaka ne de yalan olduğunu üstüne basa basa vurgulamıştım. İçim rahatlamıştı. Çünkü bir insana ‘’ seni seviyorum ‘’ demek kolay bir iş değildi. Yürek isterdi. Ben bu işi becerememiştim ama sonucuna da katlanmak elimde değildi. Çünkü asıl olan benim için bugündü ve ben bugün sana söylemem gereken şeyleri yarına bırakmamıştım. Yarın böyle bir fırsatın elime geçeceğini düşünerek bütün her şeyi açıklamıştım.

Dünya fani her an her şey olabilir bizim dünyamızda... Şimdi içim çok rahat ama bir o kadar da huzursuzum. Çünkü bunları sana anlatınca suçlu ben oldum. Şimdi o eski günleri arıyorum, hiç sebepsiz, ani ayrılışın şokunu üzerimden atamamamın sonucundandır. Ve zaman eskiden öyle güzel öyle tatlı geçerken şimdilerde, bin bir azap bin bir acıyla geçiyor.

O günün üstünden çok zaman geçti. Şimdi ben senden benim olmanı değil bana biraz hak vermeni istiyorum. Bana duyduğun nefreti duygularımın üstünden çekmen için yalvarıyorum. Bana ne kadar kızsan ne kadar nefret etsen de ben seni yine de seviyorum. Duydun değil mi? Seni seviyorum.


Msn Heart Msn Rose Msn Heart Msn Rose Msn Heart Msn Rose
descartes - avatarı
descartes
Ziyaretçi
15 Ekim 2005       Mesaj #20
descartes - avatarı
Ziyaretçi
Ağzı Çiçekli Adam
Ölüm, garip, iğrenç, korkunç bir böcek olsa ve yoldan geçen birinin yakasına konsa. Siz de onu görseniz. Yolda durup: “Affedersiniz, müsaade eder misiniz? Yolunuzu kestim ama üzerinize ölüm konmuş” demez misiniz? Şöyle iki parmağınızı uzatıp, onu fırlatıp atmaz mısınız?
Ne mükemmel olurdu değil mi?
Fakat ölüm bir böcek değil. Bu gelip geçenlerin arasında bir çokları onu üzerlerinde taşıyorlar, ama görünmüyor. Onun için de korkusuz, rahat rahat dolaşıp, yarınki, yarından sonraki hayatlarını kuruyorlar.
Örneğin Ben.
Biraz gelir misiniz?
Şu fenerin altına gidelim. Orası daha aydınlık.Bakın, şurada bıyığımın altına, dudağımın üstende pek hoş duran küçük çiçeği görüyor musunuz? Doktorlar buna ne diyorlar, biliyor musun? Oh! Çok hoş bir adı var. Karamela gibi tatlı bir ad: Epithelioma. Söyleyin benimle beraber, siz de tadını duyacaksınız. “EPİTHELİOMA”: Çiçeklere takılan adlara da benziyor, değil mi? Nedir bu biliyor musunuz? Ölüm.
Geçerken bu çiçeği dudağıma yapıştırı verdi. “Hatıram olsun” dedi. Arkasından da şunu ekledi. “Beş altı aya kadar gelirim”
Şimdi söyleyin bana: Bu çiçek ağzımın içindeyken, sâkin, sessiz köşemde otura bilir miyim? Söylüyorum bunu karıma, soruyorum? “Nedir benden istediğin? Öpeyim mi yani seni?” “Evet öp beni” diyor. Geçen gün ne yaptı biliyor musunuz? Dudaklarını bir toplu iğne ile delik deşik etti, kanattı, sonra başımı iki eli arasına alarak beni ağzımdan öptü. Benimle beraber ölmek istiyormuş!
Salak!
Herhalde evde oturacak değilim, vitrinleri seyretmeliyim, tezgâhtarların el çabukluğuna hayran olmalıyım… Çünkü kafam bir an boş kalırsa, çevremdeki bütün hayatı yok etmeyi düşünebilirim. Örneğin sizin gibi son treni kaçırmış, hiç tanımadığım birini tabancamı çıkarıp şuracıkta öldürebilirim Korkmayın böyle bir niyetim yok.
Şaka yaptım.
Kayısı zamanıdır şimdi. Nasıl yersiniz onları? Üzerindeki incecik zarıyla mı? İkiye bölersiniz, biraz sıkınca meyva, ıslak bir çift dudağa benzer.
Ah! Ne güzel şey.
Bana bir iyilik yapın: Yarın sabah erkenden gideceğiniz o küçük köyün istasyonunda trenden indikten sonra evinize kadar yürüyün. Yolda üzerinde pırıl pırıl kırağı parlıyan bir demet yeşilliği koparın, koparın ve sayın. Kaç tane ot koparmışsınız o kadar yaşayacak günüm var demektir.
Ama ne olur, demek biraz kalın olsun
İyi geceler…
J.Pirendello
Son düzenleyen descartes; 15 Ekim 2005 12:49

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar