Arama

Jeoloji Nedir?

Güncelleme: 2 Şubat 2016 Gösterim: 72.464 Cevap: 10
kompetankedi - avatarı
kompetankedi
VIP Bir Dünyalı
9 Eylül 2006       Mesaj #1
kompetankedi - avatarı
VIP Bir Dünyalı
Jeoloji Nedir?

Sponsorlu Bağlantılar
Jeoloji yerbilimi anlamına gelir. Ge: Yer, Logos: Bilim sözlerinden alınmıştır.
Jeoloji arz (yer) kabuğunun yapısından, bunu teşkil eden maddelerden, onun teşekkül ve oluşum tarihinden,ayrıca üzerinde yaşayan hayvan ve bitkilerin ilk yaratılışlarından bugüne kadar olan biyolojik oluşumlardan söz eder.
40-50 Km. kadar bir kalınlığa sahip olan yerkabuğunun organik ve anorganik oluşum tarihi jeolojide esas konuyu teşkil eder. Yerkabuğunun tüm hareketleri ve mekaniği jeolojinin içerisinde yer alır.
(Yer kürenin şekli, ortası şişkince, kutupları basık bir küredir. ( Litosfer) )

Jeoloji bir gözlem bilimidir. O kitaplardan, laboratuardan çok doğadan öğrenilir. Jeoloji; çevremizin tanınmasında, sırlarının çözülmesinde bize yardımcı olur. Jeolojiyi meslek edinen Jeolog; yerküreyi anlamak, onun sayısız problemlerine çözüm yolu aramak için doğayı irdeler.
Dağlar, okyanuslar, denizler, sıcak çöller, derin vadiler jeologların çalışma alanlarıdır. Jeoloji bir bilim olarak yerkabuğunu incelerken bu kabuk içine gizlenmiş bulunan maden, su, kömür, petrol vb. yeraltı servetlerine de özel ilgi gösterir. Bunların oluşumlarını ve dağılışlarını inceler.
Bundan dolayı diğer bilim dallarından olan fizik, kimya, biyoloji, jeofizik, maden, coğrafya... bilimleri jeolojinin destekçileridirler.
Jeolog elde ettiği bulgularla geçmişe giden kapıları açar, karşılaştırır, çözer.
Jeolojiyi anlamak; doğayı sevmek ve onun dilini çözmekle mümkün olur. Çünkü geçmiş içinde geleceği barındırır. Bunu keşfetmenin tadına varmak ise doyumsuzdur.


TÜRKİYE JEOLOJİ HARİTASI



TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Web Adresinden Alınmıştır.

*
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 15:23
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
22 Eylül 2006       Mesaj #2
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Dilimize Fransızca'dan gelmiştir. Fransızca'ya da Latince'den gelmiştir.
"Yer bilimi." demektir.
Sponsorlu Bağlantılar

Jeoloji Yunanca Ge (Yer ) ve Logos (Bilim) kelimelerinin "o" kaynaştırma harfiyle birleşiminden meydana gelir ve Yerbilimi anlamına gelir. Jeoloji geniş anlamı ile, yerküresinin güneş sistemi içerisindeki durumundan onun fiziksel ve kimyasal özelliklerine, oluşumundan bu yana geçirdiği değişikliklere, üzerinde yaşayan canlıların evrimine kadar geniş bir kapsama sahiptir. Yeryuvarlağın tarihinden, yaşam, yerkabuğunun bileşimi ile yapısal koşullardan ve yer üzerinde gelişen evrimlere hakim kuvvetlerden bahseden bilimdir.
Jeoloji, dar anlamı ile ya da çoğunlukla algılandığı biçimiyle, bütün yeryuvarını değil, özellikle ortalama kalınlığı 35 km olan katı yerkabuğunun bilimidir. Bu şekliyle jeoloji, yeryüzünü ve yeryüzü ile insan toplulukları ilişkisini inceleyen Coğrafya'dan ve yerküresini tüm olarak fiziksel yöntemlerle inceleyen Jeofizik'ten ayrlır. Bugün bu üç bili dalına eklenen Jeokimya ve Jeodezi ile Yer Bilimleri disiplinlerini oluşturmaktadırlar
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
sedat sencan - avatarı
sedat sencan
VIP VIP Üye
31 Ocak 2008       Mesaj #3
sedat sencan - avatarı
VIP VIP Üye
Jeolojinin alt disiplinlere ayrılması 16. ve 17. yüzyıllarda başlamıştı.Gene de metafizik düşünce etkisini sürdürüyordu.Herşeyden önce simyacılar iş başındaydılar.Örneğin demirli çökellerin Yer’in merkezinden yayılan ısı sonucu oluştuğunu,ama bu sürece belirli burçların yol açtığına inanıyorlardı.Buna rağmen Alman bilim adamı G.Agricola mineralleri fiziksel özelliklerine göre sınıflandırdı.Birçok minerali ayrıntılı şekilde tanımladı.Paleontoloji alanında, Danimarka’lı jeolog N.Steno fosillerin organik kökenli olduğunu vurguladı.
*
18.yüzyılın en önemli iki jeoloji kuramı Neptüncülük ve Plütonculuktu. Neptüncüler, Yer’in bir zamanlar bulanık ve çamurlu bir okyanusla kaplı olduğunu varsayıyorlardı.Bu sudan düzensiz okyanus tabanına çökelen ilk tortulların graniti ve öteki kristalin kayaçları oluşturduğunu ileri sürüyorlardı.Böylece okyanus alçaldıkça,yeni tortullar katmanlar halinde üst üste biniyordu. James Hutton önderliğindeki Plütoncular ise, Yer’i ısı makinesi gibi işleyen dinamik bir cisim olarak tasarlıyorlardı.Akarsular karaları aşındırarak taşıdıkları molozları deniz dibine çökeltir. Yer’in iç kesimlerindeki ısı,belirli bölümlerin genleşmesine ve pekişmiş olan deniz çökellerinin yükselerek yeni karalar oluşturmasına yol açar.
Gözlemcilerin elde ettikleri somut bulguların yorumu da tartışma konusuydu.Örneğin ilk çağlardan kaldıkları kanıtlanan midye kabukları ve diğer deniz fosilleri nasıl oluyordu da dağların tepelerinde bulunuyordu?O kadar yüksek yerlere nasıl çıkmışlardı?
Neptüncüler,yüksek yerlerde bulunan deniz kabukları ve yeryüzündeki her şeyi yükselip alçalan deniz seviyeleri ile açıklıyorlardı.Dağların,tepelerin ve diğer yüzey şekillerinin Yerküre’nin kendisi kadar yaşlı olduğuna ve ancak küresel sellerin oluştuğu dönemlerde,sular altında kalınca değişime uğradığına inanıyorlardı.Plütonculara göre ise,yanardağ ve depremler yeryüzünü durmadan değiştirmişti.Ama denizlerin bu değişime hiçbir katkısı yoktu. Plütoncular’ın rakiplerine sorduğu en önemli soru,sellerin oluşmadığı dönemlerde onca suyun nereye gittiği ile ilgiliydi.Eğer bir zamanlar Alp Dağları’nı kaplayacak kadar su olduysa,bu su şimdi neredeydi?Ama gene de midye kabuklarının dağ tepelerine nasıl çıktığını ikna edici şekilde açıklayamıyorlardı.
18.yüzyılda jeoloji, James Hutton’ın geliştirdiği birörneklilik ilkesi üzerinde yükselen bilim dalı durumuna geldi. Birörneklilik ilkesine göre,yer yüzeyi biçimleri,jeolojik çağlarda gerçekleşen uzun fiziksel,kimyasal ve biyolojik süreçlerin sonucunda oluşur.Başka bir ifade ile,jeolojik çağlar boyunca doğal süreçlerin Yer üzerindeki etkileri,çeşitli kayaçların oluşmasına yol açan başlıca etkendir.
*
19.yüzyılda,kristalografi ile minerallerin ve kayaçların sınıflandırılması için önemli gelişmeler kaydedildi.İsveç’li J.Berzelius,mineralleri kimyasal bileşimlerine göre sınıflandırdı ve silikat minerallerini tanımladı.İngiliz W.Smith,yerkabuğu katmanlarının her birinin tanıtıcı fosil toplulukları içerdiğini buldu.Böylece çeşitli bölgelerdeki katmanların arasındaki bağıntının fosil içeriklerine göre belirlenebileceğini öne sürdü.
Bu yüzyılın önemli kuramlarından birisi,Fransız bilgini Baron G.Cuvier’in doğal afetler (katastrof) veya tümyıkımcılık kuramıdır.Bu kurama göre,jeolojik çağlarda oluşan doğal afetler yeryüzündeki canlıları yok etmişti ve bu organizmalar fosil halinde kayaçların içine girmişti. Charles Lyell bu kurama karşı birörneklilik ilkesini geliştirdi.Jeolojik değişimlere yol açan nedenlerin günümüzde de geçerli olduğunu ve bu nedenlerin her zaman aynı ortalama enerji düzeylerinde etkide bulunduğunu savundu.
*
Yüzyılın ortalarına doğru Avrupa’daki fosil içeren katmanlar jeolojik bir kronoloji uyarınca sıralandı.Kayaç sistemleri dönem olarak adlandırılan çağ dilimleri içinde toplandı.Dönemler ise zaman olarak adlandırılan çağ dilimleri içinde gruplara ayrıldı.
Yanardağ etkinliklerini ve yerkabuğundaki yükselme,batma,bükülme ve kıvrılma olaylarını A.B.D.’li E.Dutton inceledi ve dengelenme ilkesini ortaya attı.Bu ilkeye göre,yerkabuğunun düzeyi,yoğunluğu tarafından belirlenir.Görece hafif kütleler yükselerek kıtaları,dağları ve platoları meydana getirir.Daha ağır olanlar ise batarak havzaları ve okyanusları oluşturur.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Bia - avatarı
Bia
Ziyaretçi
19 Haziran 2008       Mesaj #4
Bia - avatarı
Ziyaretçi
Yapısal Jeoloji

Yerküre ve İçyapısı Yeryuvarı dıştan içe doğru çeşitli bileşim ve fiziksel özelliklerdeki kalın katmanlardan oluşur. Bu katmanlardan her biri küresel şekillidir. En dıştan içe doğru sırasıyla atmosfer (havaküre), biyosfer (canlıküre), hidrosfer (suküre) ve litosfer (yerküre) yer alır. Litosfer kimyasal ve mineralojik bileşimleri birbirinden farklı olan iki grup kayaçtan meydana gelmiştir. Birinci grupta SiO2 (Silisyumoksit) ve AlO2 (Alüminyumoksit) açısından zengin, granit, kumtaşı, kireçtaşı gibi hafif kayaçlar bulunur. Bu tabakaya Sial adı da verilir. İkinci grupta ise daha ağır bazik ve ultrabazik kayaçlar vardır.
Bileşimlerindeki yoğun FeO2 (demiroksit) ve MgO2 (magnezyumoksit) içeriğinden dolayı bu gruba Sima da denir.

Yeryüzünün 100 km derinliğinden başlayarak kayaçlar sağlamlıklarını büyük ölçüde kaybedecek kadar yüksek sıcaklığa ulaşırlar. Kayaçların ergiyerek, kolayca şekil değiştirebilecek hale geldikleri bölgelere Astenosfer denir. Astenosfer 350 km. derinliğe kadar uzanır. Astenosfer üzerinde dışa doğru yaklaşık 100 km. kalınlığında katı yer katmanını oluşturan kayaçlar, astenosferden daha sert ve rijittir. Bu sert dış bölgeye Litosfer (taşküre) denir. Litosfer, okyanus tabanlarında yaklaşık 70 km., kıtalarda ise 100 km. kalınlıkta olabilir. Levha (plaka) adı verilen ve büyük kırık zonlarıyla sınırlanan çok sayıda mozaik şeklindeki parçalardan oluşmuştur. Yeryuvarında litosferik levhalar, yine üst mantoya ait olan ve 70-100 km. derinden başlayıp 200 km. derine kadar inen ve düşük hız zonu olarak nitelenen Astenosfer üzerinde yüzer durumdadır.

Yerküre’nin içi ile ilgili bilgilerimiz en üst katmanlar dışında teorik olarak oluşmuştur. Yerbilim (jeoloji) çalışmaları ile yapısı anlaşılmaya çalışılan Yerküre’ye ait bilgilerin çoğu, sismik dalgaların incelenmesi sayesinde elde edilmektedir. Depremler sonucu oluşan doğal veya bilim adamlarının oluşturduğu yapay sismik dalgaların, farklı yapılardaki katmanlarda farklı davrandıkları bilinir. Yerküre içinde hareket eden bu dalgaların davranışlarının incelenmesi sonucunda Yerküre’nin iç yapısı anlaşılabilmektedir.

Yerküre’nin merkezinde katı haldeki nikel ve demirden oluşan İç Çekirdek (Inner Core) bulunur. Bu çekirdeği çevreleyen Dış Çekirdek (Outer Core) ise, içindeki sülfür ve oksijen nedeniyle ergime noktası düştüğü için sıvı halde bulunan nikel ve demirden oluşur. 4.5 milyar yıldır soğumasına rağmen hala çok sıcak olan çekirdek, Yerküre’nin manyetik alanının oluşmasındaki etkendir. Daha sonra gelen ve Alt Manto ve Üst Manto diye ikiye ayrılan Manto (Mantle) ise, kısmen yada tümüyle eriyik durumdaki kayaçlardan oluşan magmayı içermektedir. Demir, magnezyum, silikon ve oksijence zengin mineralleri içeren Manto’dan sonra, bu katmanların en incesi olan ve okyanuslar ile kıtaları barındıran Yerkabuğu (Crust) vardır. Oksijen ve silikonca zengin Yerkabuğu’nda, okyanus tabanlarını oluşturan bazalt, en çok bulunan kayaçtır. Kıtalardan oluşan kabuk kısmı ise bazalt ile daha az yoğun olan granit, kumtaşı, kireçtaşı gibi kayaçları barındırır.

Yerküre’nin üst katmanları fiziksel olarak ayrı bir bölümlemeyle de incelenebilir. Litosfer (taşküre) adı verilen sert katman, Yerkabuğu ve Üst Manto’nun en üst kısmından oluşur. Astenosfer ise Litosfer’in altındaki, plastik özellikleri gösteren akışkan Üst Manto bölümüdür. Litosfer tek parça değildir, okyanus ve kıtaların sınırlarından farklı şekilde levhalara bölünmüştür. Manto katmanı, yeryüzündeki hareketliliğin en büyük nedenidir. Manto’nun alt bölümleri üst bölümlerine göre çok daha sıcaktır. Burada oluşan konveksiyonda, daha sıcak olan magma yükselir, soğur, katılaşır ve Üst Manto’daki daha soğuk kayaların batmasına neden olur. Batan bu kayalar, tekrar ısınır, ergir ve yükselir. Henüz tam anlamıyla modellenemeyen bu devinim, Litosfer’deki levhaların hareket etmesine neden olur.

Şimdi bu katmanları detaylı bir şekilde inceleyelim.

1. Kabuk (Crust) :

1.1. Kıtasal Kabuk (Continental Crust):
•Ortalama yoğunluğu 2,7 gr/cm3’dür.
•Ortalama kalınlığı 35-40 km’dir.
•Yaşlı kayaçlardan oluşur. (1,5 – 3.5 milyar yıl)
•Yapısı karmaşık, bileşimi değişkendir.
•Konrad süreksizliği ile ayrılan farklı fiziksel ve mineralojik bileşime sahip alt-üst seviyelere sahiptir.

1.2. Okyanusal Kabuk (Oceanic Crust):

•Ortalama yoğunluğu 3,0 gr/cm3’dür.
•Ortalama kalınlığı 6 km’dir.
•Kıtasal kabuğa göre daha genç (<200 milyon yıl) kayaçlardan oluşur.
•Basit tabakalı yapısı ve homojen bileşimi ile karakteristiktir.
•Okyanusal ve kıtasal kabuğun birleşim noktaları güncel sedimanlarla kaplıdır.

2. Manto (Mantle):

2.1. Üst Manto (Upper Mantle):


Üst manto plaka tektoniği açısından oldukça önemlidir. 70-100 km arasında sağlam, rijit kayaçlardan oluşan Litosfer bölümü vardır. 100-700 km arası ise daha az rijit malzemeden oluşmuş Astenosfer bulunur. Astenosfer plastik deforme olabilir.

2.2. Alt Manto (Lower Mantle):

Yerkürenin 700-2900 km arasında kalan bölgesine Alt Manto ya da Mezosfer adı verilir. Bu bölgede yer alan kayaçlar daha yoğun ve elastiktir.

Genel olarak Manto yer kabuğunda meydana gelen olayların (depremler, volkanik faaliyetler, dağ oluşumları, deniz tabanı yayılımları, kıtaların kayması) oluşumuna neden olan kuvvet ve enerji kaynağıdır.

3. Çekirdek (Core):
Mantodan çekirdeğe geçirte Wiechert-Gutenberg Zona adı verilen bir süreksizlik zona vardır. Çekirdeğe geçerken cisimlerin fiziksel özelliklerinde büyük değişiklikler olur.

Manto’dan çekirdeğe geçerken;
•Cisimlerin yoğunlukları artar. (5,5  10 gr/cm3)
•P dalgalarının hızı düşer. (13,6  8,1 km/s)
•S dalgaları bu sınırı geçemez. (7,5  0 km/s)
Çekirdek litosfer plakalarının hareketinde rol oynar ve yerin magnetik alanının kaynağıdır.

3.1. Dış Çekirdek (Outer Core):
•2890 – 5150 km arasındaki alanı kapsar
•Basınç ortalama 1350 KB, sıcaklıksa 3700 oC’dır.
•Yapısı sıvı halde Fe/Ni karışımından oluşur.
•Yoğunluğu 10 - 12 gr/cm3 civarındadır.

3.2. İç Çekirdek (Inner Core):
•5150 – 6371 (yerin merkezi) km arasında bulunur.
•Basınç 3700 KB, sıcaklık ise 4500 oC’dır.
•Yapısının kristal halde Fe/Ni karışımı olduğu sanılmaktadır.
•Yoğunluk yerin merkezine doğru 13.3 gr/cm3’den 13,6 gr/cm3’e kadar artar.

İzostazi:

Yerkabuğunda kütleleri ve yoğunlukları birbirinden farklı büyük bloklar arasındaki denge durumudur.

1. Pratt Teorisi: Bu teoriye göre, seviye farkının oluşması için yüzeydeki yüksek kısımların (dağların) yoğunluğu az, alçak kısımların yoğunluğu daha fazladır.
2. Airy Teorisi: Bu teoriye göre ise yüksek dağ şeritleri yüzer bloklar durumundadır. Yerkabuğunu oluşturan parçaların yoğunlukları aynıdır ancak bu blokların kalınlıklarının değişik olması, yüzeydeki seviye farklılıklarını meydana getirir. Bu teoriye göre yüksek dağların ovalara göre daha derin kökleri vardır.

Kaynaklar:
•İhsan Ketin, Genel Jeoloji - Yerbilimlerine Giriş, 1982, s.107
•E. J. Tarbuch, F. K. Lutgens, Earth Science, 1985
•Fiziksel Jeoloji Dersi Notları, 2000/2001
•Mustafa Gökçeada, Litosfer,
estudiantes - avatarı
estudiantes
Ziyaretçi
11 Mart 2009       Mesaj #5
estudiantes - avatarı
Ziyaretçi
jeoloji

Jeoloji veya yerbilim (Türk Dil Kurumu'nun yeni bir tanımına göre: yer bilimi) dünyanın katı maddesinin, içeriğinin, yapısının, fiziksel özelliklerinin, tarihinin ve onu şekillendiren süreçlerin incelenmesini içeren bilim dalıdır. Yer bilimleri bünyesinde ele alınır.
Jeoloji geniş anlamı ile, yerküresinin güneş sistemi içerisindeki durumundan onun fiziksel ve kimyasal özelliklerine, oluşumundan bu yana geçirdiği değişikliklere, üzerinde yaşayan canlıların evrimine kadar geniş bir kapsama sahiptir. Yeryuvarlağın tarihinden, yaşam, yerkabuğunun bileşimi ile yapısal koşullardan ve yer üzerinde gelişen evrimlere hakim kuvvetlerden bahseden bilimdir.
Jeoloji, dar anlamı ile ya da çoğunlukla algılandığı biçimiyle, bütün yeryuvarlağının değil, özellikle ortalama kalınlığı 35 km olan katı yerkabuğunun bilimidir. Bu şekliyle jeoloji, yeryüzünü ve yeryüzü ile insan toplulukları ilişkisini inceleyen coğrafyadan (jeomorfoloji) ve yerküresini tüm olarak fiziksel yöntemlerle inceleyen jeofizikten ve jeokimya ve de jeodeziden ayrılmaktadır.
Astrojeoloji (bazen gezegensel jeoloji olarak çevrilebilecek planetary geology olarak da anılır) ise güneş sistemindeki diğer cisimlere jeolojik prensiplerin uygulanmasını içerir. Bununla birlikte, selenoloji (Ay bilimi - Ay'ın incelenmesi) gibi, özelleşmiş terimler de kullanılmaktadır.
Jeologlar (yerbilimciler) Dünya'nın yaşının yaklaşık olarak 4.6 milyar (4.6x109) yıl olarak tanımlanmasına yardımcı olmuşlar, Dünya'nın litosferinin hareketli tektonik plakalara ayrıldığını tespit etmişlerdir. Teorik boyutun yanı sıra, jeoloji çok geniş bir pratik alana sahiptir; jeologlar örneğin dünyanın doğal kaynaklarının ve metallerin yerlerinin tespit edilmesine ve idare edilmesine yardımcı olurlar. Ayrıca değerli taşlar ve birçok mineral ile de ilgilenirler.
Jeoloji sözcük olarak ilk kez Jean-André Deluc tarafından 1778 yılında kullanılmış ve Horace-Bénédict de Saussure tarafından 1779 yılında sabit bir terim olarak ortaya atılmıştır. Bu bilim dalı Encyclopædia Britannicanın 1797'de tamamlanan üçüncü baskısında yer almasa da 1809'da tamamlanan dördüncü baskıda uzun bir açıklama ile yer almıştır. Sözcüğün daha eski bir anlam taşıyan ilk kullanımı ise Richard de Bury tarafındandır ve dünyevi ile teolojik hukukun ayrıştırılması anlamını taşır.
Jeoloji sözcüğü Yunanca γη- (ge) "arz, dünya" ve λογος (logos) yani "kelam"dan köken almaktadır. Türkçe'de kullanılan sözcük, Türkçe'ye Fransızca géologie sözcüğünden gelmiştir. Fransızca sözcük ise Latince geologiadan türemiştir.


Tarihçe

Çin'de bilgin Shen Kua (1031-1095) okyanustan yüzlerce mil uzaktaki bir dağdaki jeolojik tabakada (stratum) gözlemlediği hayvan kabukları fosillerinden yola çıkarak karaların oluşumuna dair bir hipotez formüle etmiştir. Çıkardığı sonuç karaların dağların erozyonu ve silt tortularıyla oluştuğu idi.
Aristo'nun öğrencisi Theophrastus'un (372 - 287 BC) Peri lithon ("Taşlar üstüne") isimli eseri binlerce yıl boyunca alanında otorite olmuştur. Bu eserdeki fosil yorumlamaları Bilim Devrimi'nin sonrasına kadar etkin kalmıştır. Eser Latince ve diğer Avrupa dillerine, örneğin Fransızca'ya çevrilmiştir.
Georg Agricola (1494-1555)), bir hekim, madencilik ve madeni arıtım ile ilgili ilk sistematik bilimsel incelemeyi yazmıştır; De re metallica libri XII. Ayrıca rüzgâr enerjisi, hidrodinamik güç, (maden) filizlerin taşınması, yönetimsel hususlar ve benzeri konular da eserde yer almaktaydı. Kitap 1556 yılında yayımlanmıştır.
Nicolas Steno (1638-1686) süperpozisyon ilkesi gibi stratigrafinin (tabakabilimin) tanımlayıcı ilkeleriyle tanınmıştır.
1700lere gelindiğinde Jean-Étienne Guettard ve Nicolas Desmarest orta Fransa'yı gezmiş ve gözlemlerini jeolojik haritalara kaydetmişlerdir. Guettard Fransa'nın bu bölgesinin volkanik kökenine dair ilk gözlemleri kaydetmiştir.
Genellikle James Hutton ilk modern jeolog olarak görülmektedir. 1785'de Theory of the Earth ("Yer Teorisi") isimli bir çalışmayı Royal Society of Edinburgh'a sunmuştur. Çalışmasında, Dünya'nın tahmin edilenden daha yaşlı olduğuna ilişkin teorisini açıklamıştır. Hutton fikirlerini iki cilt halinde 1795'de yayımlamıştır (1. Cilt, 2. Cilt).
180px Carl Spitzweg 025
Jeolog, Carl Spitzweg tarafından yapılmış 19. yüzyıl tablosu.


Hutton'un takipçilerine Plütonistler denmekteydi; zira bunlar kayaların volkanizm ile oluştuğu kanısındaydılar. Buna karşıt olan ve kayaların zamanla seviyesi düşmüş olan büyük bir okyanus sonucu çıktığını düşünenlere Neptünistler denmekteydi.
1811'de Georges Cuvier ve Alexandre Brongniart Dünya'nın antikitesine dair kendi açıklamalarını yayımladılar. İlham kaynakları Cuveri'in Paris'te fil kemiği fosilleri keşfiydi. Bağımsız bir şekilde bu çalışmalardan önce jeolog William Smith'in İngiltere ve İskoçya'da stratigrafik çalışmaları olmuştu.
1827'ye gelindiğinde Charles Lyell'in Principles of Geology yani "Jeolojinin İlkeleri" isimli eseriyle Hutton'un tek biçimciliğini (tekdüzelikçilik - uniformitarianism) yinelemektedir ki aynı düşünce Charles Darwin'in düşüncesini de büyük oranda etkilemiştir.
Sir Charles Lyell ünlü eseri Principles of Geology ilk kez 1830'da yayımlanmıştır ve 1875'deki ölümüne kadar Lyell yeni, gözden geçirilmiş sürümlerini (revizyonlarını) yayımlamaya devam etmiştir. Tek biçimcilik doktrinini başarılı bir şekilde desteklemiştir. Bu teoriye göre Dünya tarihi boyunca yavaş jeolojik süreçler devam etmiştir ve bugün de devam etmektedir. Bunun karşıtı şekilde katastrofizm Dünya'nın özelliklerinin tek bir felaket veya felaketler dizisi sonucu oluştuğunu ve bundan sonra herhangi bir değişikliğe uğramadan kaldığını öne sürer. Hutton tek biçimciliğe inanmış olmasına rağmen, onun zamanda teori yaygınlık kazanmamıştır.
19. yüzyl boyunca jeoloji Dünya'nın yaşı sorusu etrafında odaklanmıştır. Tahminler birkaç 100.000 yıldan milyarlarca yıla kadar büyük bir yelpazedeydi. 20. yüzyıl jeolojisindeki en belirgin gelişim 1960'larda plaka tektoniği kuramının geliştirilmesidir. Bu kuram Yer bilimleri açısından çok önemlidir.
Kıtasal sürüklenme (veya kıtasal kayma - continental drift) kuramı 1912'de Alfred Wegener tarafından ortaya atılmış olsa da, 1960'larda plaka tektoniğinin geliştirilmesine kadar yaygın bir şekilde kabul görmemiştir. Aslında aynı fikri Wegener'den önce dile getirenler de olmuştur; fakat yeterli kanıtları sunmaya çalışarak, bütün bir şekilde kabul edilebilir bir hipotezi ilk ortaya atan Wegener olmuştu
Jeoloji tarihi boyunca, birbiriyle ilişkili olan ana tartışma konuları, meseleler, Neptünistler ile Plütonistler arasındaki tartışma, tek biçimcilik-katastrofizm meselesi, Dünya'nın yaşı ve kıtasal sürüklenme olarak özetlenebilir. Her ne kadar bu meseleler büyük ün kazanmaları sebebiyle ilk akla gelenler olsa da, jeoloji alanında kuruluşundan şu ana kadar, ve bugün hâlâ, birçok farklı mesele ve anlaşmazlık, diğer bilim dallarında olduğu gibi, mevcuttur.

Jeoloji toplulukları

Her ne kadar the Royal Society of London ve Académie des Sciences gibi köklü bilimsel topluluklarda jeoloji tartışmaları yaşansa ve incelenen bilimler içine jeoloji de dahil edilmiş olsa da ilk jeoloji topluluğu (veya cemiyeti) 1807'de kurulan the Geological Society of London yani "Londra Jeoloji Topluluğu"dur. Bu ilk derneğin kurucularının bir kısmı British Mineralogical Society yani "İngiliz Mineraloji Topluluğu"nun kurucu üyelerindendi. Aynı dönemde gerek Büyük Britanya gerekse diğer bölgelerde jeoloji toplulukları oluşmaya başlamıştır: 1814'de kurulan the Royal Geological Society of Cornwall, 1830 tarihli Fransız Société Géologique de France, 1848 tarihli Alman Deutsche Geologische Gesellschaft, ve 1817'de St. Petersburg'da, Rusya'da kurulan ve büyük oranda jeoloji ile de ilgilenen Mineraloji Topluluğu verilebilecek örnekler arasındadır. 1888'de ise the Geological Society of America ("Amerika Jeoloji Topluluğu") kurulmuştur. İlerleyen yıllarda jeolojinin alt dalı sayılan dallara ve ilgili alanlara dair birçok topluluk da kurulmuştur.
Bugün bazı ülkelerde jeoloji toplulukları profesyönel standartlara ve ilgili çoğunluğu idari konulara yardımcı olmak gibi bir görev de üstlenmiştir. Bunun bir örneği Birleşik Krallık'tır. Millî açıdan jeoloji topluluklarının öneminin ve sayısının artmasının yanı sıra, ülkesel sınırların ötesinde uluslararası örgütlenmeler de kurulmaktadır. Bunlara örnek olarak bugün 70.000'den fazla jeoloğu temsil eden Avrupa Jeologlar Federasyonu verilebilir
Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 15:26
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
23 Haziran 2009       Mesaj #6
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Jeoloji
MsXLabs.org & Temel Britannica

Jeoloji sözcüğü, "yerbilim" anlamında Yunanca iki sözcükten gelir. Dünya'yı oluştu­ran kayaçların ve minerallerin incelenmesini, gezegenimizin geçirdiği ve geçirmekte olduğu değişimlerin belirlenmesini konu edinen bu bilim dalını meslek edinenlere de jeolog denir. Dünya 4-5 milyar yıl önce oluşmuştur; jeologlar Dünya'nın yalnızca bu geçmişini incelemekle kalmazlar, aynı zamanda günü­müzde sürmekte olan değişimleri de saptama­ya çalışırlar. Onların elde ettikleri bulgular­dan sanayide yararlanılır. Su kaynaklarının, maden ve petrol yataklarının araştırılması, sondaj kuyularının açılması, maden ocakları­nın işletilmesi gibi pek çok etkinlik, jeolojinin Dünya'nın yüzeyini oluşturan kayaçların ya­pısına ilişkin olarak sağladığı bilgilerden ya­rarlanılarak gerçekleştirilir.
Jeologlar, Dünya'nın daha oluşumundan başlayarak tarihi boyunca büyük değişimler geçirdiğini ve bugün de değişmeyi sürdürdü­ğünü keşfetmişlerdir. Örneğin, bir bölge ba­zen denizlerin altında kalmış, bazen de deniz­lerin dibinden yükselerek kara parçası haline gelmiştir. Öte yandan aynı bölgede bazen çok sıcak, bazen de çok soğuk iklim koşulları egemen olmuştur. Değişik kayaç türleri, deği­şik zamanlarda ve değişik yollardan oluşmuş­tur. Yeryüzündeki bitki ve hayvanlardan olu­şan canlı yaşam ise Dünya'nın oluşmasından çok sonraları ortaya çıkmıştır.
Jeologlar, kayaçları ve bu kayaçların için­deki taşlaşmış hayvan ve bitki kalıntıları olan fosilleri inceleyerek, bugüne kadar gerçekle­şen değişikliklerin bir bölümünü açıklayabil­mektedirler. Kayaç katmanlarının altüst ol­madığı yerlerde, daha önce oluşan yaşlı kat­manlar altta, daha genç katmanlar ise bunla­rın üstünde yer alır. Yaşlı katmanların içinde artık soyu tükenmiş ilk bitki ve hayvan türlerinin fosilleri bulunur. Üst katmanlara doğru günümüz canlılarına benzeyen canlıla­rın fosillerine rastlanır. En üstteki, en genç kayaç katmanlarında ise ilk insanların fosil kalıntılarına rastlanır. Böylece, içerdikleri fo­sillere bakılarak kayaç katmanlarının yaşı saptanabilir.
Dünya'nın jeolojik tarihi, milyonlarca yıl süren ve her birinde çok önemli gelişmelerin olduğu çeşitli "zaman"lara ayrılır. Zamanlar ise kendi içlerinde çeşitli "dönem"lere ayrılır; her dönemin öbüründen farklı ve kendine özgü bir tarihi vardır.

Prekambriyen Zaman
Bugün artık soyları tükenmiş olan sert kabuk­lu hayvanların fosillerini içeren en yaşlı kayaçlara Kambriyen kayaçlar denir. Ama, dünyanın pek çok yerinde bu Kambriyen kayaçların altında, yani onlardan daha önce oluşmuş ve fosil içermeyen kalın kayaç kat­manları yer alır. Bu katmanlara Prekambri­yen kayaçlar denir ("pre" öneki, "öncesi" anlamına gelir). Birkaç yerde, Prekambriyen kayaçların içinde de bazı canlı izlerine rastlan­mıştır; bu en eski canlı kalıntıları üzerinde yapılan incelemeler, bunların yaklaşık 3 mil­yar yıl öncesine ait olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Kanada, Güney Afrika, Hindistan, İskan­dinavya ve Sibirya'da çok geniş Prekambriyen kayaç alanları vardır. Bu alanlara çoğunlukla "kalkan" denir. Bunlar, kıtaların en kararlı çekirdek bölümleridir. Kıta kalkanları, kıvrımlanarak ve sıkışarak sıra­dağları oluşturan, ama daha sonraları zaman­la aşınarak düzleşen çok eski kayaçlardan oluşur. Kalın ve sert katmanlar oluşturan bu kayaçlar, çevrelerindeki daha genç kayaçların tersine, kolayca biçim değiştirmez. Dünya­nın bazı yerlerinde Prekambriyen kayaçlar iyice dibe gömülmüş ve üstleri genç kayaçlarla örtülmüştür; bu biçimiyle Prekambriyen kayaçların genç kayaçlara "zemin" oluşturdu­ğu söylenir. Bu genç kayaçların tümüyle aşındığı yerlerde ise alttaki Prekambriyen kayaçlar açığa çıkmış durumdadır.
Aslında üst üste katmanlar halinde çökelmiş pek çok Prekambriyen kayaç türü vardır. Bunların en altında Arkayen kayaçlar yer alır; en yaşlı Prekambriyen kayaç türü olan Arkayen kayaçlar başkalaşıma uğramış ve büyük ölçüde kıvrımlanmıştır. Kıvrımlanmalarının nedeni, üzerlerine yığılan öteki kayaç­ların baskısı altında sıkışmaları ve büzülmele­ridir; bu sıkışma ve büzülmelerin sonucunda dağlar ortaya çıkmıştır. Bunların üstünde Proterozoyik olarak adlandırılan daha genç ve daha az kıvrımlı kayaçlar yer alır; bu kayaçlar, Arkayen dağların aşınması sonu­cunda oluşan molozların ve kırıntıların tortullaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Proterozoyik ka­yaçların oluştuğu 1 milyar yıl önce yeryüzünde­ki iklimin bugünküne benzer olduğu sanıl­maktadır, çünkü bu kayaçlarda hem buzların, hem de çöllerin izlerine rastlanmaktadır. İn­giltere'deki Shropshire ve Kanada'daki Superior Gölü çevresindeki Proterozoyik kayaçla­rın içinde bol miktarda yanardağ püskürüğüne rastlanmıştır; bu da o dönemde bu bölgelerde etkin yanardağların bulunduğunu gösterir.
Bugün kullanmakta olduğumuz mineralle­rin büyük bölümü Prekambriyen kayaçların içinde yer alır. Örneğin Güney Afrika'daki Transvaal'den çıkartılan altın, Kanada'nın doğusundaki Sudbury bölgesinden çıkartılan bakır, nikel ve demir, Avustralya'da Yeni Güney Galler'den çıkartılan gümüş, kurşun ve çinko mineralleri hep Prekambriyen kayaçlardan elde edilir.

Birinci Zaman (Paleozoyik)
Prekambriyen'den sonraki jeolojik zamana Birinci Zaman ya da "eski yaşam" anlamında­ki Yunanca sözcüklerden türetilerek Paleozo­yik Zaman adı verilmiştir. Çünkü ilk belirgin canlı fosilleri bu zamanda oluşmuş kayaçların içinde yer alır.
Yaklaşık 45 milyon yıl süren Birinci Zaman kendi içinde altı döneme ayrılır. Biri dışında bu dönemlerin her biri, o dönemde oluşmuş kayaçların ilk belirlendiği yerin adıyla anılır. Ortaya çıkış sırasına göre bu dönemler şun­lardır:
1) Kambriyen (Galler'in eski adı olan Cambria'dan).
2) Ordovisiyen (Galler sınırında yaşamış eski bir İngiliz halk topluluğu olan Ordovis-ler'den).
3)Silüriyen (İngiltere'de, bugünkü Shrop-shire'de yaşamış eski bir halk topluluğu olan Silürler'den).
4) Devoniyen (İngiltere'deki Devon bölgesinden).
5) Karbonifer (kömür yatakları içermesi nedeniyle "karbonlu" anlamında).
6) Permiyen (SSCB'de Ural Dağları yöre­sindeki Perm kentinden).
Kambriyen Dönem
Zaman içinde ne kadar geriye gidersek, Dünya'nın o çağlardaki coğ­rafi yapısını belirlemek de o kadar zorlaşır. Çünkü çok yaşlı kayaçlar milyonlarca yıl içinde başka kayaç katmanlarınca örtülmüş, değişime uğramış ya da bütünüyle yok olmuş­tur; bu nedenle de bu kayaçları inceleyerek ve içerdikleri fosillere bakarak o döneme ilişkin bilgi edinmek neredeyse olanaksızdır. Ama Kambriyen sistem kayaçları böyle değildir; yaklaşık 570 milyon yıl önce ortaya çıkan Kambriyen kayaçlara dünyanın pek çok ye­rinde rastlanmaktadır ve bu kayaçlar üzerinde yapılan çalışmalarla o döneme ilişkin pek çok bilgi edinilmiştir. O dönemde yeryüzünde birkaç kıta bulunuyordu; günümüzdekilere pek benzemeyen bu kıtaların yerleri de fark­lıydı ve çoğu da ekvator boyunca sıralanmış durumdaydı. İklim ise ılımandı. Kambriyen Dönem'de, denizler yaygınlaştı ve var olan kara parçalarının bazı bölümleri suların altın­da kaldı. Bu nedenle de bu dönemde sığ sularda çökelen kayaçlar ortaya çıktı. (Suda dibe çökelerek oluşan tortul kayaçlara "deniz kayacı" denir.)
Gerek okyanuslarda, gerek kara parçaları­nı kaplayan sığ sularda oldukça bol ve çeşitli canlı türleri vardı, ama karalarda yaşayan hiçbir canlı yoktu. Kıtalar çıplak kayaçlar ve çöllerle kaplıydı.

Ordovisiyen Dönem

Bu dönemde kıtaların en büyüğü olan Gondvana, Güney Kutbu'na doğru kaydı. Ötekiler ise gene ekvator yakınlarındaydı. Milyonlarca yıl sonra Kuzey Ame­rika haline gelecek olan kıta ile gene çok sonraları Avrupa haline gelecek olan kıtanın arasında bir okyanus (bugünkü Atlas Okya­nusu değil) bulunuyordu. Bu iki kıta Ordovi­siyen Dönem sırasında birbirlerine doğru yaklaşmaya ve aralarındaki okyanus sıkışma­ya başladı. Bu hareketin doğurduğu gerilim­ler sonucunda, her iki kıtanın kenar bölümle­rinde kıyıya paralel yanardağ dizileri ve vol­kanik adalar ortaya çıktı. Ordovisiyen Dö­nem'de yanardağ püskürmeleri sonucunda oluşan volkanik kayaçlar bazı bölgelerde bu­gün de görülebilir. Avrupa ve Kuzey Ameri­ka'da en yaygın bulunan Ordovisiyen kayaç­lar, eski okyanusların dibindeki çamurların zamanla yapışıp katılaşmasıyla oluşan siyah şeyllerdir. Ordovisiyen Dönem'de okyanus­larda pek çok graptolit ve çeşitli türden deniz kabukluları yaşıyordu.

Silüriyen Dönem

Kuzey Amerika ve Avru­pa kıtaları Silüriyen Dönem sırasında da birbirlerine yaklaşmayı ve aralarındaki okya­nusu daraltmayı sürdürdü. Denizler yeniden yükseldi ve daha sonraları Kuzey Afrika'yı oluşturacak olan kara parçası (o dönemde Gondvana kıtasının Güney Kutbu'na yakın bir bölümüydü) sığ bir denizle kaplandı. Bugün Afrika'nın kuzey bölgelerinde yer alan petrol yataklarının oluşmasına yol açan da bu sığ denizdir. Suyla örtülen kara parçalarının ekvatora yakın kesimlerinde resifler (deniz düzeyinin üstüne ya da hemen altına kadar yükselen kaya dizileri) ortaya çıktı. Bu resif­ler büyük ölçüde kireçtaşından oluşuyordu. Silüriyen Dönem'in en önemli özelliklerinden biri, karaların üzerinde ilk bitki türlerinin yetişmeye başlaması ve bitki örtüsünün kıyı­lardan iç kesimlere doğru yayılmasıdır.

Devoniyen Dönem

Bu dönemin başlarında Kuzey Amerika ve Avrupa kara kütleleri birbirleriyle çarpıştı. Aralarındaki okyanus artık kapanmıştı; bunun sonucunda okyanus­taki bütün tortullar sıkıştı, büzüldü ve kıvrımlanarak yükseldi. Böylece bugünkü Himala-yalar'a benzeyen ve Kaledoniyen Dağlar de­nen dev sıradağlar ortaya çıktı. Devoniyen Dönem'e özgü kayaçlar, çöl kumtaşları ile akarsu çökellerinden oluşur. Irmakların genç dağlardan aşındırarak kopardığı kum ve çakıl­lar vadilerde ve karaların iç kesimlerindeki havzalarda toplandı ve bunlar zamanla yapı­şıp pekişerek çöl kumtaşlarına ve akarsu çökellerine dönüştü. Devoniyen Dönem'de denizlerde ve ırmaklarda balık türleri yaygın­laştı. Ayrıca bazı balık türleri evrime uğradı ve hem karada, hem de denizde yaşayan amfibyumlara dönüştü; amfibyumlar zamanla sudan çıkarak, ırmak ağızlarındaki ve göl kenarlarındaki ormanlık bataklıklarda yaşa­maya başladılar.

Karbonifer Dönem

Kuzey Amerika ile Avrupa kıtaları birbirlerine iyice yapışarak Lavrasya denen tek ve büyük bir kıta oluştur­du. Kaledoniyen Dağlar da bu kıta boyunca uzanan dev bir sıradağ durumuna geldi. Kar­bonifer Dönem boyunca deniz düzeyleri yük­seldi ve kıtaların kenar bölümlerinde yeni sığ denizler oluştu. Dönemin başlarında birçok yerde kalın kireçtaşı katmanları çökeldi.
Dönemin ilerleyen evrelerinde aşınma so­nucu dağlardan taşınan kum ve çamurlar sığ denizlerde birikerek geniş deltalar oluşturdu. Bu deltalarda ve bataklıklarda büyük orman­lar yetişti; milyonlarca yıl sonra bu ormanlar derinlere gömüldü ve kömüre dönüştü. Karbonifer Dönem'in daha geç evre­lerinde, pek çok başka kayaç türü de oluş­muştur.
Karbonifer Dönem'in sonlarında dev Gondvana kıtası kuzeye doğru kayarak Lav­rasya kıtasıyla çarpıştı. Bu çarpışma sonucun­da iki kıtanın birleşme hattı boyunca Variskan Dağlar denen yeni bir sıradağ ortaya çık­tı. Gondvana kıtasının öteki ucu hâlâ Güney Kutbu'nun yakınlarındaydı ve buzullarla kaplıy­dı. Gerçekten de bu dönemde kıtanın güney kesimlerinde oluşan ve sonralan buzullarca sü­rüklenerek Güney Amerika, Afrika, Hindistan ve Avustralya'ya taşınan kayaçların yüzeyi bu­zul çizikleriyle doludur. Hemen hemen aynı sı­ralarda Asya kıtası da Avrupa'ya çarptı ve ara­daki kayaçlar sıkışarak yükseldi; böylece Ural Dağlan ortaya çıktı. Kısacası Dünya yüzeyin­deki bütün kıtalar birleşerek yapıştı ve sonuçta Pangaea denen tek bir dev kıta oluştu.

Permiyen Dönem

Birinci Zaman'ın bu son dönemi 225 milyon yıl öncesine kadar sür­müştür. Devoniyen Dönem'de olduğu gibi, bu dönemde de dağlar ve çöller oluştu. Dev Pangaea kıtasında bir uçtan bir uca uzanan dağ dizileri arasında kıraç düzlükler ve tuzlu sığ denizler yer alıyordu. Bu dönemde özellikle kumtaşları ve tuz yatakları oluştu. Kara­larda amfibyumlar yaygınlaştı, ayrıca ilk sü­rüngen türleri ortaya çıktı.

İkinci Zaman (Mezozoyik)
Yaklaşık 160 milyon yıl süren İkinci Zaman'ın bir adı da "orta yaşam" anlamındaki Yunanca sözcüklerden türetilmiş olan Mezozoyik Zaman'dır. Ama İkinci Zaman'ın bir adı daha vardır: Sürüngenler Çağı. O çağlarda yaşamış olan sürüngenler, bugünkü balinalar dışında­ki bütün canlılardan daha büyüktü ve yürüye­biliyor, yüzebiliyor hatta uçabiliyorlardı. Bu zamanda denizlerde, Birinci Zaman'ın trilo-bitleri ile graptolitleri yok oldu. Onların yeri­ni sarmal yapılı ammonitler ile mürekkepbalı-ğma benzer olağanüstü hayvanlar olan belem-nitler aldı. Karalarda Birinci Zaman'ın garip bitkileri de yerlerini kozalaklı ağaçlara, pal­miye benzeri bitkilere ve eğreltiotlarına bıra­karak yeryüzünden silindi.
Jeologlar Mezozoyik Zaman'ı üç döneme ayırırlar:
1) Triyas (Almanya'da bu döneme özgü üç tür kayaç vardır ve Latince trias sözcüğü, "üçlü" anlamına gelir).
2) Jura (İsviçre'deki Jura Dağları'ndan).
3) Kretase ya da Tebeşir (bu döneme özgü en yaygın kayaç türü tebeşirdir ve Latince creta sözcüğü de "tebeşir" anlamına gelir).
Triyas Dönemi
Bu dönemde Pangaea tek bir dev kıta halinde varlığını sürdürdü. Yer­yüzünün geri kalan kesimleri ise Panthalassa denen dev bir okyanusla kaplıydı. Pangaea' nın doğu kesiminde, körfez biçiminde içeri doğru uzanan Tetis Denizi vardı. Permiyen Dönem'in çöl koşulları Triyas Dönem'de de egemenliğini sürdürdü ve çöl kumtaşları ile kayatuzu oluşmaya devam etti. Sürüngenler yeryüzüne gerçekten egemen olmaya başla­mışlardı; ama evrim sonucu ilk memeliler de bu dönemde ortaya çıktı.

Jura Dönemi

Bu dönemin başlarında deniz düzeyi yükseldi ve Pangaea kıtasının alçak ke­simleri sular altında kaldı. Bu durum, bugün sığ denizlerin oluşmasına ve iklimin daha da nemli bir hale gelmesine yol açtı. Pangaea'nın birçok kesimlerinde bataklıklar ve ormanlar ortaya çıktı, yeryüzünü dev sürüngenler sardı. Bu dönemde kara parçaları birçok kez deniz basmasına uğradı; denizlerin sürekli olarak taşıp geri çekilmesi, çok değişik türden sığ su kayaçlarının oluşmasına yol açtı. Bunların başlıcaları şeyller, killer ve kireçtaşlarıdır. Kara parçalarının üstünde ise, akarsu aşındır­ması sonucunda kayaçlardan kopan parçalar birikerek kalın çökeller oluşturdu; günümüz­de bulunan en büyük dinozor fosilleri, işte bu çökellerin içinde yer alır. Bugün hem Ameri­ka'nın ortabatı kesimlerinde, hem de Afri­ka'nın doğusunda Jura Dönemi'nde oluşmuş akarsu çökellerinin içinde birbirinin aynı olan dinozor fosilleri bulunmuştur. Bu da, o dönemdeki koşulların Pangaea'nın hemen he­men her yerinde büyük ölçüde benzer olduğu­nu gösterir. Jura Dönemi'nin sonuna doğru Pangaea ikiye ayrılmaya başladı. İlk çatlak Kuzey Amerika ile Avrupa arasında ortaya çıktı. Bugünkü Atlas Okyanusu artık oluşma­ya başlamıştı.

Kretase Dönemi

Artık Kuzey Amerika kı­tası, hem Avrupa ve Afrika'dan, hem de Gü­ney Amerika'dan uzaklaşıyordu. Bir zaman­ların Gondvana'sı ikiye ayrılmıştı. Bu parça­lardan biri Güney Amerika ve Afrika'yı, öte­ki ise Antarktika ve Avustralya'yı kapsıyor­du. Hindistan ise küçük bir kara parçası halin­de ikisinin arasında kalmıştı. Deniz düzeyi Ju­ra Dönemi'nde yeniden yükseldi ve Avrupa' nın büyük bölümü sular altında kaldı. Kuzey Amerika'da da kıtayı kuzeyden güneye kuşak biçiminde kesen sığ bir deniz oluşmuştu; bu deniz batıdaki genç Kayalık Dağlar'ı doğuda­ki eski kalkan bölgesinden ayırıyordu. Dün­yanın pek çok yerindeki petrol yatakları bu dö­nemde katmanlaşan çökellerde oluştu. Bu ka­yaçların üst katmanları, denizlerde yaşayan küçük canlıların kabuklarının taşlaşmasıyla oluşan tebeşir yataklarıyla kaplıdır. Kretase Dönemi'nin sonlarına doğru Güney Amerika da Afrika'dan koparak ay­rıldı.

Yakın Zaman (Senozoyik)
İkinci Zaman'ın sonunda belki değişen ikli­min etkisiyle, belki de bir göktaşının Dünya' ya çarpması sonucunda dev sürüngenler yok oldu. Bu hayvanların yerini, yavrularını sütle­riyle besleyen ve sıcakkanlı canlılar olan me­meliler aldı. Denizlerde de bazı memeli türle­ri, örneğin balinalar ve foklar ortaya çıktı. Ammonitler ile belemnitlerin de soyu tükendi ve yerlerini günümüzdekilere daha çok ben­zeyen deniz kabukluları aldı.
65 milyon yıl önce başlayan bu son büyük zaman diliminde, bugünkülere daha çok ben­zeyen canlı türleri ortaya çıkmıştır. Yakın Za­man'ın bir başka adı da, memeli hayvanların gerçek anlamda bu çağda yaygınlaşmış olma­sından ötürü Memeliler Çağı'dır.
Yakın Zaman'ın iki dönemi vardır:
1) Üçüncü Dönem (ya da Tersiyer)
2) Dördüncü Dönem (ya da Kuvaterner)
Eskiden jeologlar bu dö­nemlerin her birini, Birinci ve İkinci zamanla­rı izleyen ayrı birer jeolojik zaman olarak ka­bul etmiş ve Üçüncü Zaman, Dördüncü Za­man olarak adlandırmışlardı. Sonradan ikisi birden Yakın Zaman adı altında toplanınca, bu zaman dilimleri de Yakın Zaman'ın dö­nemleri olarak tanımlandı. Dördüncü Dönem çok kısadır, ama bu döneme ilişkin çok şey bilinmektedir. Son büyük Buzul Çağı bu dö­nemde yaşanmış ve insan ilk kez bu dönemde yeryüzünde belirmiştir.

Üçüncü Dönem
, "bölüm" olarak adlandırı­lan daha kısa beş jeolojik zaman dilimine ay­rılır. Her bölümün adı, o bölümde oluşan kayaçlardaki en yaygın fosil türünden gelir. Bu bölümler şunlardır:
1) Paleosen (günümüzdeki bitki ve hayvan­ların ilk ve en eski türleri egemendir).
2) Eosen (ilk kez günümüzdekileri andır­maya başlayan bitki ve hayvan fosilleri egemendir).
3) Oligosen (günümüzdekilere daha çok benzeyen bitki ve hayvan fosilleri egemendir).
4) Miyosen (günümüzdekilere biraz daha çok benzeyen bitki ve hayvan fosilleri ege­mendir).
5) Pliyosen (günümüzdekilere en çok ben­zeyen bitki ve hayvan fosilleri egemendir).
Üçüncü Dönem'de kıtalar günümüzdeki konumlarına yaklaşmaya başladı. Ama baş­langıçta, yani Paleosen ve Eosen bölümlerde, Avustralya hâlâ Antarktika'ya yapışıktı. Hin­distan ise hâlâ Hint Okyanusu'nda ayrı bir kı­taydı. Atlas Okyanusu'nun açılması yanardağ etkinliklerine neden oldu.
Oligosen bölümün sonlarına doğru ve Mi­yosen bölümde, Avrupa'daki son büyük dağ oluşum süreci gerçekleşti. Afrika kıtası Avru­pa ile Asya'ya dayandı ve bunun yarattığı ba­sınç, bu kıtaların belirli kesimlerinin sıkışıp kıvrımlanarak sıradağlar halinde yükselmesi­ne yol açtı. Pireneler ve Alpler böylece oluştu.
Üçüncü Dönem'in ortalarında, yani Miyo­sen bölüme doğru Avustralya, Antarktika' dan kopup ayrılarak kuzeye süreklendi. Öte yandan Hindistan Asya ile çarpıştı ve arada kalan katmanlar sıkışarak iki kıtanın birleşme çizgisi boyunca yükseldi; Himalaya Dağlan da böyle ortaya çıktı. Aynı zamanda bitki tür­lerinde de birtakım değişiklikler oldu. Bir za­manlar ormanlarla kaplı olan kıta kesimlerin­de otlaklar yaygınlaştı. Hayvanlar da buna uygun olarak evrim geçirdi ve at, antilop, kanguru gibi uzun bacaklı otçullar ortaya çıktı.
Üçüncü Dönem'de çökelen kayaçların bü­yük bölümü gevşek kum ve killerden oluşur, tülmemiş olan bu kayaçlar, özgün yapılarını günümüzde de korumaktadır ve yapışıp peki­şerek bir başka kayaç türüne dönüşmemiştir. Ama Üçüncü Dönem'de oluşan pekişik, bü­yük kütleli kayaçlar da vardır; Ortadoğu'daki zengin fosil içerikli kireçtaşları buna örnektir. Mısır'daki piramitler bu kayaç bloklarından yapılmıştır. Bu kireçtaşları, Tetis Denizi'nin bir kolunun Miyosen bölümde iyice batıya uzanarak Ortadoğu'ya kadar girmiş olduğunu gösterir. Ayrıca gene bu sıralarda Avrupa'nın orta kesimlerinde, kozalaklı ağaçların bulun­duğu bataklıklarda kömür yatakları oluştu.

Dördüncü Dönem
yalnızca 2,5 milyon yıl sürdü. Bu dönemin başlıca iki bölümü Pleyistosen ile Holosen'dir. Holosen bölüm, 10 bin yıl öncesinden günümüze kadar olan dönemi kapsar.
Pliyosen bölümün sonlarına doğru iklim iyi­ce soğudu. Bunun ardından gelen Pleyistosen bölümde soğuk daha da şiddetlendi ve İskan­dinavya Dağları'nı örten buz örtüleri güneye doğru yayıldı.
Buzul Çağı'nın en şiddetli evresinde buz ör­tüleri güneyde Britanya Adaları'ndaki Severn ve Thames ırmaklarına kadar indi. Rusya ile Almanya'nın kuzeyi, Kanada'nın tamamı ve Kuzey Amerika'nın kuzey kesimleri buzlarla kaplandı. Bu arada buzlar birkaç kez eriyip geri çekildi, sonra yeniden güneye doğru indi.
Bütün bu süreçlerin bugün artık sona erdi­ğine inanmak için hiçbir neden yoktur. Şu an­da iki büyük buzullaşma evresi arasında bulu­nuyor olabiliriz. Önümüzdeki 100 bin yıl için­de buzların yeniden güneye doğru yayılmasıy­la bu süreç yinelenebilir.
Ayrıca, önümüzdeki milyonlarca yıl boyun­ca kıtalar hareket etmeye, sürüklenmeye de­vam edecektir. Atlas Okyanusu giderek daha da genişleyecek, Avustralya kuzeye doğru sürüklenmesini sürdürerek Antarktika'dan da­ha da uzaklaşacaktır. Bir zamanlar Pangaea' nın yarılmasına benzer biçimde, Afrika kıtası da Büyük Rift Vadisi'nden ikiye ayrılabilecek ve doğu bölümü, belki de Hint Okyanusu'nda ayrı bir kıtaya dönüşebilecektir.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ağustos 2009       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Jeoloji, YERBİLİMİ olarakta bilinir. Ana inceleme konusu Dünya olan bilim dalı. Maden yatakları, su, doğal enerji kaynakları, petrol, zemin etüdü ve depremleri inceler.

Yer bilimi. Yer kabuğunun bileşimi, yapısı ve târihi ile ilgilenir. Jeoloji ilmi, yeryüzünde yaradılışından îtibâren yaşamış canlıları ve çeşitlerini de inceler. Ay ve meteor taşlarının incelenmesi de jeolojinin konusudur.

Dar anlamda özellikle ortalama kalınlığı 35 km olan “yerkabuğunun” bilimidir. Bu şekli ile jeoloji yeryüzünü ve yeryüzü ile insan toplulukları ilişkisini inceleyen coğrafyadan ve yerküresini bütün olarak fiziksel metodlarla araştıran jeofizikten ayrılır. Ancak, bugün bu üç bilim dalı ve bunlara katılan jeokimya, oseanografi ve meteoroloji yalnızca yerbilimleri adı altında toplanmaktadır.

Jeolojinin târihçesi:


İlk insan ve ilk peygamber hazret-i Âdem yaratılıp neslinin çoğalmasından îtibâren insanlar yer kabuğundaki maddelerden faydalanmış, maddelerin yapılarını, karaların şekillerini incelemişlerdir. Buna rağmen, bugünkü modern jeoloji ilminin kuruluşu 200 seneyi geçmez. Yunanca “ge” yer anlamına gelir. Jeoloji, yer bilimi demektir. Eski çağlarda taşların ve toprakların zamanla değişikliğe uğradıkları az da olsa biliniyordu. Beşinci yüzyılda Herodot taşlara, fosillere dâir gözlemlerde bulunmuştur. Bilhassa Mısır’da Nil yatağında ve deltasında yaptığı fosil incelemeleri önemlidir. Daha sonra İbn-i Sina, El-Biruni, Ömer Hayyam gibi bilgin ve düşünürler de bu konuda incelemeler yapmışlardır.

On yedinci yüzyılda yer kabuğunun tabakalardan meydana geldiği ve tortu maddelerinin zamanla sıkışarak yeni tabakalar meydana getirdiği anlaşılarak üst üste binme kânununun temel prensipleri atıldı. On sekizinci yüzyılda yerkabuğunun katlarının meydana gelmesi için çok uzun zamanlar geçtiği ve katlar arasında fosillerin bulunduğu anlaşılınca jeolojik zaman kavramı meydana çıktı. On dokuzuncu yüzyılda jeolojistler, jeolojinin genel teorilerinden sıyrılıp teferruatlı incelemelere girdiler. 1860’ta Kuzey Amerika’da yapılan incelemelerde, kayaçlarda Mesozoik ve Tersiyer zamanlardan kalma bol miktarda omurgalı hayvan kemikleri bulununca, Hutton ve Playfair’in çok önceleri iddiâ ettikleri yerkabuğunun uzun zaman sürerek meydana gelmesi ve yerkabuğunun zamanla kırılıp alttaki tabakaların yüzeye çıkarak daha genç tabakalar üzerinde yer alması üst üste binme kânunu kabûl edilerek jeoloji ilminin gelişmesi bu târihten îtibâren başlamış oldu.

On dokuzuncu yüzyılın ortasında Buzul Jeolojisi önem kazandı. Bâzı bölgelerde ana kayaçın üzerinde çok ince malzemeden iri malzemeye kadar meydana gelen bir tabakanın bulunduğu tesbit edildi. Ancak 1840’ta İsviçreli Louis Agassiz buzulların malzeme hareketine sebeb olduğunu ileri sürdü. Alp vâdilerindeki bâzı tabakaların buzullar tarafından sürüklenerek Kuzey Avrupa’dan getirildiği ve buzulların erimesiyle taşınan malzemenin buralarda kaldığı ileri sürüldü. Buna benzer gözlemler Buzul Jeolojisinin kabul görmesini sağladı.

Jeolojinin diğer bir bölümü de Ekonomik Jeolojidir. 1848’de altının California’da ve Avustralya’da bulunması veAmerika ileAvrupa’daki hızlı endüstrileşme; kömür, demir ve diğer cevherlere olan ihtiyacı çoğalttı. Bu konuda jeolojinin yardımı arandı. Petrolün keşfedilmesi ve buna olan ihtiyâcın artması, petrolün meydana gelmesinin araştırılması ihtiyacını doğurdu.

Jeoloji bilgileri petrol bölgelerinin tesbitinde kullanıldı. Bütün bunlarda yer altı tabakaları daha yakından incelendi ve jeoloji üç boyutlu bir cephe kazandı. Mâdenciliğin ilerlemesi ile jeoloji, mâden cevherlerinin oluşumunda uygulanmaya başladı.

1860-1870’lerde yeni âletlerin özellikle polarize mikroskopların ortaya çıkmasıyla, jeoloji alanında ilerlemeler görüldü. Genel olarak 0,025 mm civârında kalınlıklı pekçok mineral veya kayaçın ışık geçirdiği tesbit edildi. Bu sûretle kesin bir şekilde minerallerin tanınması ve iç yapısı belirlenmeye çalışıldı. Kristal kayaçlar mineral bileşenlerine göre sınıflandırıldı. Bu sûretle jeolojinin petroloji ve petrografi gibi önemli dalları ortaya çıktı.

Yirminci yüzyılda jeolojinin genel çerçevesi ortaya çıkmıştı. Ancak yeni âletlerin yapılması, konuların daha belirli ortaya çıkmasını sağladı. Bu zamanda en çok etkili konu Kıtaların Kayması Teorisi olmuştur. Eskiden beri GüneyAmerika’nın Afrika’nın batı kısmı ile benzeşimi dikkati çekmiştir. Bunların vaktiyle berâber olduğu çeşitli kimseler tarafından söylenmişse de dikkat çekmemiştir. Ancak Alman jeofizikçisi Alfret Wegener, 1912’de bütün kıtaların tek bir kara parçasından meydana geldiğini ileri sürmüştür. Şimdiki durumun ise, bunların değişik bölünme ve kaymalar sonucu ortaya çıktığını savunmuştur. Ancak bu ayrılmayı meydana getirecek mekanizmanın belirlenememesi ileri sürülen iddiânın kabûlünü geciktirmiştir. 1960-1962 arasında Amerikalı Robert Diotz ve H.H. Hess’nın Deniz Tabanı Yayılması teorisiyle kabul edilebilir bir mekanizma ortaya konulmuştur. Buna göre ayrılma deniz tabanında meydana gelen çatlaklar sonucu kıtalar birbirlerinden sürekli uzaklaşmaktaydılar. Deniz tabanında yapılan incelemeler bu teoriyi desteklemektedir.

Jeolojinin gelişmesinde önemli bir yeri de X ışınlarının kristallere olan uygulamasıdır. Kristallerdeki üç boyutta X ışınının kırılmalarından atomların dizilişi belirlenebilmektedir. Bu tesbitle, jeolojinin bir dalı olan mineroloji laboratuvarlarında X ışını âleti vazgeçilmez bir cihaz olmuştur. Elektron mikroskobla küçük fosillerin incelenmesi, jeolojinin ilerlemesine ayrı bir boyut kazandırdı.

Türkiye’de jeoloji:


Türkiye’de bugünkü anlamıyla jeoloji 20. yüzyılın başlarında kurulmuş, günümüze kadar gelişmeler göstermiştir. 1915 yılında İstanbul Darülfünun jeoloji kürsüsüne Alman Walther Penek çağrılmış Vefa’da bir konaktaki jeoloji ve mineroloji enstitüsünü yönetmiş, öğretim ve araştırma alanlarında çalışmalara girişilmiştir. O devirde Penck ve yardımcısı Hamit Nâfiz Pamir, İstanbul Boğazı ve çevresi ile Bursa ve Uludağ’da geziler yapmış, jeolojik yayınlarda bulunmuşlardır. 1935 yılında bir yandan Mâden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA) faaliyetlerine girişirken, bir yandan da üniversite ve bâzı yüksek okullarımızda jeoloji öğretimi araştırmaları ilerleme yoluna girmiştir. MTA’nın yayınladığı birçok kitaplar yanında, jeolojik araştırmaların önemli yer tuttuğu bir dergi düzenli olarak, daha sonra Türkiye Jeoloji Kurumu kurularak bültenler yayınlanmıştır. Bu arada Türkiye’nin 1.800.000 ölçekli ve 8 paftalık jeoloji ve tektonik haritaları yayınlanmış (1946), daha sonra 1.500.000 ölçekli ve geliştirilmiş bir jeoloji (18 pafta) haritası çıkarılmıştır. Bu gelişmeler sırasında İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesinde de jeoloji üzerine çalışmalar olmuş ve büyük gelişme sağlanmıştır.

Yer kabuğunun bileşimi ve yerin içi: Yerkabuğunun % 99 kadarı taş, mineral ve mâdenlerden meydana gelmiştir. Yerkabuğunda taşların bileşimine giren başlıca elementler şunlardır. Oksijen (%46.71), silisyum (%27.69), alüminyum (%8.07), demir (%5.05), kalsiyum (%3.65), sodyum (%2.75), potasyum (% 2.58) ve mağnezyum (% 2.08).

Mineraller, tabiatta bulunan ve belirli kimyâsal bileşimi olan homojen cisimlerdir. Çoğunluk katı ve anorganiktir. Kaya tuzu (NaCl) ve necef taşı(SiO2) gibi. Civa sıvı hâlde inorganik, tabiatta ya çeşitli kristaller hâlinde bulunur veya şekilsiz (amorf) hâlde olur. Jeolojinin esas konusu içine giren yer kabuğunun ana maddesi olan taşlar, ya mineral topluluklarıdır veya bir tek mineralin çok sayıda birleşmesinden doğmuşlardır. Meselâ granit ve andezit çeşitli minerallerden meydana gelmiş, mermer ve kuvarsit ise tek bir mineralden teşekkül etmiştir.

Sayıları binden çok olan minerallerin on veya on beş kadarı geniş ölçüde taşların bileşimine katılmıştır. Bu mineraller, kuvars, feldispat, mika, amfikol, piroksen, olvin, granat, karbonat (kalsit) ve tuzlar (özellikle jips)dır. Yerkabuğunun yapısında katkıları bulunan minerallerle mâdenler kavramları üzerinde de durmak gerekir. Mineral daha önce de bahsedildiği gibi tabiatta bulunan, belirli kimyâsal bileşimi olan, homojen, bir kısmı kristaller hâlinde, bir kısmı şekilsiz olarak teşekkül etmiş cisimlerdir. Mâdenler ise, yerkabuğunda filiz denilen bileşimler hâlinde bulunan cisimlerdir ki, bunlar yerin çeşitli derinliklerinden mâden cevheri olarak çıkarıldıktan sonra ergitilerek işlenir duruma getirilen maddedir.

Jeoloji biliminin dalları: Jeoloji, yerkabuğunun maddesini, târih sırasına göre incelediği için târih bilgilerinden, maddelerin fizik, kimyâ ilminden, fosilleri anlamak için biyoloji ilminden istifâde eder. Konularına göre jeoloji birçok bilim dallarına ayrılır.

Jeofizik: Jeofizik, yerkabuğundaki, atmosferdeki ve okyanuslardaki maddelerin fiziksel yapısını inceler. Deprem dalgalarının yayılışı, jeofizik konularına ışık tutar.

Jeokimya: Jeokimyâ elementlerin kimyâsal yapılarını inceleyerek onların bulunuş yer ve zamânını tâyin etmeye çalışır. Yüksek sıcaklık ve basınçta ne gibi değişmeler gösterdiğini inceler. Laboratuvarlarda kilometrelerce derinlikteki toprağın altında sıcaklık ve basınçtan maddenin nasıl etkilendiğini tesbit edebilir.

Mineroloji: Yerkabuğu kayaçlardan, kayaçlar da birçok minerallerin karışımından meydana gelmiştir. Mineroloji kimyâsal yapılarını ve kristal yapılarını inceler. Minerallerin formları ve kristal yapıları ışık mikroskobu ve elektron mikroskoplarla incelenerek tabiattaki bulunuş şekilleri, endüstrideki üretim usûlleri üzerinde bilgi edinilir.

Petroloji: Kayaç maddelerinin başlangıcı, târihi ve zamanla değişimleri üzerinde inceleme yapar. Petroloji aynı zamanda minerallerin meydana geliş şekillerini yüksek harâret ve basınç altında fiziksel ve kimyâsal özelliklerinin değişmesini inceler.

Paleontoloji: Paleontoloji, jeolojik devirlerde yaşamış hayvan ve bitkilerin taşlaşmış kalıntılarını(fosil) kayaçlar arasında bularak inceleyen jeoloji dalıdır. Paleontoloji aynı fosillerin bulunduğu yer kabuğu katlarının aynı jeolojik devre rastlamasını ipucu alarak jeolojik devirlerin zamanlamasını belirlemekte jeolojiye büyük ölçüde yardımcı olur.

Jeomorfoloji: Jeomorfoloji yüzeydeki kara şekillerini ve bunların jeoloji târihlerini inceleyen joloji dalıdır. Jeomorfolojinin bir dalı olan paleomorfoloji ise, jeolojik devirlerde yüzeyde olup sonra gömülen yüzey karaların yapısını inceler.

Jeolojik değişmeler: Jeolojik değişmeler, dünyânın dış kabuğunu çok değiştirmiştir. Değişmelerin herbiri milyonlarca sene sürmüştür. Yüzeydeki değişmeler bilinmekle berâber, yerkabuğu içlerinde de değişmeler olmaktadır. Değişmeleri meydana getiren maddeler gaz (atmosfer), sıvı(hidrosfer) veya katı (litosfer) olabilir. Bu üç madde berâber olarak da değişmeleri meydana getirebilir. Su hava ile, kaya su ile, hava kaya ile temâsa geçer.

Yerkabuğunun derinliklerindeki değişmeleri incelemek çok zordur. Dünyânın merkezi yeryüzüne 6400 km mesâfede olmasına rağmen, henüz 8 km derinliğe kadar delinerek inceleme yapılabilmiştir. Derinlerde sıcaklık 2200-2800°C’ye kadar çıkmaktadır. Basınç ise atmosfer basıncının 3,5 milyon katına ulaşmaktadır.

Yerküresinin iç yapısı: Dünyânın manyetik ve çekim sâhalarından, aytaşları ve meteorların incelenmesinden, sismik incelemelerden elde edilen ipuçları ile yerkürenin iç yapısı hakkında bilgiler elde edilebilmektedir.

Yer kabuğunun dış kayalık kısmının kalınlığı oldukça ince olup, yüksek dağlar altında 50 km deniz okyanusları altında 4 km kadardır. Kalın tabakalar granit yapıya sâhipken, ince tabakaları bazalt yapı meydana getirir. Yerkabuğunun altında 3000 km kalınlıkta gittikçe yoğunluğu artan katı bir tabaka mevcuttur. Ayrıca, 6.900 km çapında en içte yüksek basınç altında ergimiş bir kütle hâlinde çekirdek kısmı vardır.

Volkan patlaması: Volkan patlaması, ergimiş olan içerdeki kütlenin (mağma) yerkabuğunun bir noktasından dışarıya çıkıp yayılmasıdır. Yerkabuğu üzerine çıkan mağma, “lav” ismini alır. Lavların soğuması ile volkanik kayaçlar meydana gelir. Mağmanın meydana gelişi, iç hareketler sırasında sürtünmelerden açığa çıkan enerji ile kayaçların erimesi sonucu olarak düşünülmektedir. Diğer bir düşünce olarak da, radyoaktif maddelerin biraraya gelmesi ile açığa çıkan ısı enerjisinin kayaçları eritici tesirinin olduğu kabul edilmektedir.

Yerkabuğunun hareketi: Tektonik hareketler genel olarak çok yavaş olur. Meselâ dağların yer kabuğunun kırılarak meydana gelişi jeolojik devilerde milyonlarca sene gibi çok uzun zamanda olmuştur. Yer kabuğunda yukarı doğru hareketi ile okyanus dibindeki karalar yüzeye doğru itilerek yeni kıtalar meydana gelmiştir. Bunun tam tersine yerkabuğu aşağı doğru çökerek sular altında kalmıştır.

Yerkabuğunun hareketi esnâsında bâzı kayaçlar büyük gerilimler altında kalarak şekil değiştirir. Devamlı basınç altında kayaçların kırılması ile gerilmelerinde âni değişiklik olur ki, bu olayın zelzelelerin bir sebebi olduğu sanılmaktadır. Alp Dağları, Apalanş Dağları, Sierra Nevada Dağları, yerkabuğunun böyle hareketleri sonunda meydana gelen en güzel örneklerdir.Yerkabuğunun Hareketlerinin

Muhtemel Sebepleri

Büzülme teorisi: Bu teoriye göre yeryüzü ilk olarak erimiş halde bulunmaktaydı. Daha sonra iç tarafının soğuyup büzülmesi sonucu yeryüzünde seviye değişiklikleri, dağlar ve vâdiler meydana gelmiştir. Bu olaylar sonucu ortaya çıkan kuvvetler kayaçlarda fay denilen kırılma çizgilerini meydana getirmiştir.

Genişleme teorisi: Büzülme teorisinin tam tersine bu teori yeryüzünün ilk çapının şimdikinin yarısı kadar olduğunu ve yüzünde kalın bir kabuk mevcut bulunduğunu kabul eder. Ancak sonra meydana gelen genişlemeler fayları ve büyük kara kütlelerini ortaya çıkarmıştır. Daha sonra bu kütleler birbirinden ayrılmış ve okyanuslar meydana gelmiştir.

Konveksiyon teorisi: Konveksiyon terimi; bir akışkan içinde, akışkanın kendisinin hareket etmesiyle oluşan ısı iletimi mânâsını taşır. Bu teori, dış kabuk altında meydana gelen sıcaklık değişimlerinden dolayı, bâzı kısımların genişleyip üste çıktığını kabul etmektedir. Yeryüzündeki büyük sıra dağları bu şekilde ortaya çıkmıştır.

Kıtasal kayma teorisi: Jeologlar tarafından yeryüzünün içinde konveksiyon işlemlerinin devâm ettiği kabul edilmektedir. Bu teoriyi Alman jeofizikcisi Alfred Wegener kurmuştur. Wegener’e göre kıtaların hepsi Paleozoikum ve Mezozoikum devirlerinde kıtalar birbirine yapışık idi. Paleozoikum sonuna kadar, hayvanlar Güney Amerika ile Afrika, Asya ve Avustralya arasında kara yolculuğu yapmışlar, Eosen devrinden îtibâren de Afrika’da yaşayan hayvanlar, karadan Güney Amerika’ya geçmişlerdir. Konveksiyon sonucu bu tek parçadan kıtalar zamanla birbirinden ayrılmış ve bugünkü durumu ortaya çıkmıştır. Bu teoriyi destekleyen müşâhedeler mevcuttur. Kıtaların kayması, dev kıtasal blokların altta bulunan daha çok plastik olan bazalt kayaçlarından daha hafif olduğunu kabul etmektedir.

Denge teorisi: Yukarıdaki teoriler kıtaların ve okyanusların meydana gelişlerini açıkladıkları hâlde, bu bilgilerin periyodik yükselme ve alçalmalarına bir açıklama getirmemektedirler. Yeryüzündeki düşey kuvvetlerle bâzı kısımlar yükselmiştir. Ancak daha sonra erozyon etkileriyle bu kısımlar alçak bölgelere taşınmış, okyanusların bâzı bölgelerinde toplanmıştır. Daha sonra meydana gelen düşey hareketlerle, bu bölgeler tekrar yükselmiş, dağları meydana getirmiştir. Böylece bir dengeye doğru gidilmektedir. Bu teoriye göre denge için yüksek yerler, daha hafif kayalardan meydana gelirken okyanusların dipleri daha ağır kayalardan meydana gelir. Böyle olması dengenin sağlanmasının bir sonucudur. Ancak, bu teori, bu sûretle olan periyodik hareketlerin dünyânın yüzeyinin hâlâ neden dengeli düz bir görünüşe sâhib olmadığını açıklıyamamaktadır.

Yerkabuğunun aşınması: Yeryüzündeki jeolojik işlemler enerjilerini güneşten alırlar. Güneş enerjisinin dünyânın kara, hava ve su parçaları arasındaki devamlı dağılışı, yer kabuğunun değişmesine sebeb olur. Güneş enerjisi yanında yerçekimi de biyolojik ve jeolojik değişikliklerde etkilidir.

Yerkabuğu devamlı olarak aşınır ve bu kısım tekrar bâzı bölgelere dağılır. Bu aşınma, taşınma ve başka yerde depolanma, yerkabuğu varolduğundan bu yana cereyan etmektedir. Kaya ve topraklar, atmosferik etkilerle, akan su, buzullar, rüzgârlar ve dalgaların etkisiyle ufalanır, aşınır. Buna insan ve hayvanların etkilerini de ilâve etmek gerekir. Bu etkilerin bir özelliği de, insanlar tarafından görülebilmeleri veya fark edilmeleridir.

Akarsuların etkisi: Erozyona en çok sebeb olan etkidir. Akarsular yataklarını yaparken, etraftaki maddeyi sürükler ve başka bir yere depo ederler. Sürükleme akarsuyun hızlı aktığı, depolama ise suyun akış hızının yavaşladığı yerlerde ortaya çıkar. Sonuç olarak kumsallar, deltalar ve taşma ovaları meydana gelir. Jeolojik olaylar sonucu, toplanmış tabakalardan, aynı özellikte kayalar ortaya çıkar.

Hava şartlarının etkisi: Hava şartlarına mâruz kalan yerkabuğu zamanla yağmur suları, rüzgârlar ve don etkisiyle parçalanır ve ayrışır. Bu olayların pek çoğu fiziksel olup, kayaları küçük parçalara ayırma şeklinde ortaya çıkar. Bu sûretle ortaya çıkan toprak bitkisel hayâtı destekleyebilecek özelliğe sâhiptir.

Buzulların etkisi: Buzullar yüksek dağlarda meydana geldiği gibi, tamâmen bir kıtayı kaplayacak şekilde de belirebilirler. Buzullar yerçekimi etkisiyle inerken geçtikleri kayalara etkili olurlar. Bâzan kayalar da buz tutarak buzullarla kayar. Bu sırada yerkabuğunda değişikliklere sebeb olur. En sonunda erimeleri sonucu göller meydana gelir. kuzey Amerika’nın büyük göllerinin çoğu buzulların erimeleri sonucu meydana gelmiştir. Buzullar beraberlerinde pekçok madde taşırlar ve bunları eridikleri yere bırakırlar.

Rüzgârlar da yerkabuğunun değişmesinde özellikle çöl ve yarı çöl bölgelerde, etkili olurlar. Verimli üst toprak aşınıp, tamâmen başka yere taşınabilir. Yeraltı suyu da, yerkabuğu altında mağaralar açarak tesirli olur. Bâzı mağaralarda sarkıt ve dikitlerin meydana gelmesine yeraltı suları sebeb olur. Diğer bir önemli etki de kıyılar boyunca tesir eden dalgalardır. Bunlar, kıyılara çarparak, kayaların parçalanmasına ve kıyı şekillerinin değişmesine sebeb olur. Askıda bulunan bütün maddelerin çökmesinde yer çekiminin tesiri vardır. Ayrıca, yerçekimi dağlık bölgelerde parçalanmış kayaların hareketini kontrol eder. Dalga etkisine benzeyen diğer bir tesir de denizlerde meydana gelen gel-git yâni med-cezir olaylarıdır.

Değişen yeryüzü: Yeryüzü için söylenilebilecek tek kesin şey bunun değişmesidir. Bir yandan yeryüzü farkedilir bir şekilde değişirken, eskiden beri etkili olan volkanik ve tektonik hareketler de bu değişikliğe ayrı bir yön vermektedirler. Bunlar belirli devreleri olan periyodik olaylar sonucu ortaya çıkmaktadır.

Su dolaşımı: Kayaların parçalanmasında su dolaşımı veya hidrolik çevrim etkili rol oynar. Güneş enerjisi ve yerçekimi ile güç bulan bu hareket, pompalanma, yoğunlaşma ve hareketten ibâret olan bir tabiî “makina”dır. Bu işlemde su denizlerden buharlaşır, rüzgârla iç taraflara taşınır ve yağmur veya kar olarak düşer. Bir kısım su, nehirlerle veya yeraltı suyu olarak denize tekrar dönerken, bir kısmı da buharlaşma veya terleme yoluyla atmosfere iâde edilir. Su yeryüzünde hareket ederken, şeklini fiziksel veya kimyâsal olarak değiştirir, Bu, en önemli çevrim ve etkidir.

Kaya dolaşımı: Yerkabuğunda bulunan erimiş daha sonra soğuyarak sertleşmiş kaya atmosferik etkilerle aşınıp, parçalanır. Bunu tâkiben, tabakalar meydana getirmek üzere taşınır. Daha sonra bu tabakalar üsttekilerin etkisiyle katılaşır ve bir tabakalı kaya meydana getirir. Çevrede meydana gelecek ısı ve basınç etkisiyle, bu kaya tamâmen değişikliğe uğrayabilir ve metamorfik kaya meydana getirebilir. Çok büyük ısı ve basınçların etkisiyle bunlardan mağma meydana gelebilir. Mağmanın sertleşmesiyle kaya dolaşımı tamamlanmış olur. Ancak, her zaman dolaşımı bu şekilde tamamlanmayabilir ve bâzı kısa devreler meydana gelebilir.

Erezyon devreleri: Oldukça açık olan bir devredir. Meselâ, nehirlerin geçtiği vâdilerin gençlik, olgunluk ve yaşlılık devreleri vardır. Herbir devrenin kendine has vasıfları mevcuttur. Bu devrelerden geçerken, vâdilerin bâzı kısımları nehirler tarafından taşınır, denizlere depolanır. Denizlerdeki tabakalanan kısımların kaya deverânındaki gibi tekrar mağma teşekkülü ile bu devir tamamlanır.

Volkanik ve tektonik hareketlerle bütün bu devirler yeryüzünün dinamik bir gezegen olduğuna işâret etmektedir. Milyarlarca yıldır değişen gezegenimiz değişmesine hâlâ devâm etmektedir.

En çok kabul gören teoriye göre, yeryüzü 4,5 milyar yıl önce toz bulutundan ibâretti. Kendi radyo aktif ısısı sonucu erimiş bir devre geçirmiş ve bugünkü kabuk ve sıcak çekirdek durumuna gelmiştir. Yeryüzünün şekillenmesinde jeolojik kuvvetler sürekli etkili olmuşlardır. Günümüze kadar geçen devre çeşitli jeolojik zamanlara ayrılarak incelenir.


kaynak
_Yağmur_ - avatarı
_Yağmur_
VIP VIP Üye
26 Mayıs 2011       Mesaj #8
_Yağmur_ - avatarı
VIP VIP Üye
Yerbilim (Jeoloji)

Dünyanın yapısını, çağlar boyunca geçirdiği evrimleri inceleyen bilim; yerbilim.

Eski çağlardan beri kimi düşünürlerin jeolojik olaylarla ilgilenmesine karşın bir bilim olarak doğuşu 18. yüzyılın sonlarına rastlar. Buffon ve James Hutton bu konuyla ilgili ilk çalışmaları yapan bilginlerdir. Daha sonra hızla gelişen jeoloji bilimi, günümüzde büyük önem taşıyan yeraltı zenginliklerinin araştırılması ve baraj, köprü, konut gibi yapıların dayanacağı yerlerin incelenmesi gibi pratik yararlarında dolayı da çok önemli bir bilimdir.

Başlıca dalları, kayaçları inceleyen petrografi ya da litoloji (taşbilim), fosilleri inceleyen paleontoloji, yerkabuğundaki değişilikleri yaratan olayları inceleyen dinamik jeoloji, yerin tarihini inceleyen stratigrafi ya da tarihî jeoloji, kayaçları oluşturan mineralleri inceleyen mineraloji, jeolojik bilgileri maden arama, baraj yapımı vb. konularda kullanan uygulamalı jeolojidir.


MsXLabs.org & Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
"İnşallah"derse Yakaran..."İnşa" eder YARADAN.
ManiGeneral - avatarı
ManiGeneral
Ziyaretçi
31 Ağustos 2012       Mesaj #9
ManiGeneral - avatarı
Ziyaretçi
Jeoloji veya yer bilimi, dünyanın katı maddesinin, içeriğinin, yapısının, fiziksel özelliklerinin, tarihinin ve onu şekillendiren süreçlerin incelenmesini içeren bilim dalıdır. Yer bilimleri bünyesinde ele alınır.
Yerbilim geniş anlamı ile, yerküresinin güneş sistemi içerisindeki durumundan onun fiziksel ve kimyasal özelliklerine, oluşumundan bu yana geçirdiği değişikliklere, üzerinde yaşayan canlıların evrimine kadar geniş bir kapsama sahiptir. Yeryuvarlağın tarihinden, yaşam, yerkabuğunun bileşimi ile yapısal koşullardan ve yer üzerinde gelişen evrimlere hakim kuvvetlerden bahseden bilimdir.
Yerbilim, dar anlamı ile ya da çoğunlukla algılandığı biçimiyle, bütün yeryuvarlağının değil, özellikle ortalama kalınlığı 35 km olan katı yerkabuğunun bilimidir. Bu şekliyle jeoloji, yeryüzünü ve yeryüzü ile insan toplulukları ilişkisini inceleyen coğrafyadan (jeomorfoloji) ve yerküresini tüm olarak fiziksel yöntemlerle inceleyen jeofizikten ve jeokimya ve de jeodeziden ayrılmaktadır.
Astrojeoloji (bazen gezegensel jeoloji olarak çevrilebilecek planetary geology olarak da anılır) ise güneş sistemindeki diğer cisimlere jeolojik prensiplerin uygulanmasını içerir. Bununla birlikte, selenoloji (Ay bilimi - Ay'ın incelenmesi) gibi, özelleşmiş terimler de kullanılmaktadır.
Yerbilimciler Dünya'nın yaşının yaklaşık olarak 4,6 milyar (4.6x109) yıl olarak tanımlanmasına yardımcı olmuşlar, Dünya'nın litosferinin hareketli tektonik plakalara ayrıldığını tespit etmişlerdir. Teorik boyutun yanı sıra, jeoloji çok geniş bir pratik alana sahiptir; yerbilimciler örneğin dünyanın doğal kaynaklarının ve metallerin yerlerinin tespit edilmesine ve idare edilmesine yardımcı olurlar. Ayrıca değerli taşlar ve birçok mineral ile de ilgilenirler.
Jeoloji sözcük olarak ilk kez Jean-André Deluc tarafından 1778 yılında kullanılmış ve Horace-Bénédict de Saussure tarafından 1779 yılında sabit bir terim olarak ortaya atılmıştır. Bu bilim dalı Encyclopædia Britannicanın 1797'de tamamlanan üçüncü baskısında yer almasa da 1809'da tamamlanan dördüncü baskıda uzun bir açıklama ile yer almıştır[1]. Sözcüğün daha eski bir anlam taşıyan ilk kullanımı ise Richard de Bury tarafındandır ve dünyevi ile teolojik hukukun ayrıştırılması anlamını taşır.
Jeoloji sözcüğü Yunanca γη- (ge) "arz, dünya" ve λογος (logos) yani "kelam"dan köken almaktadır. Türkçe'de kullanılan sözcük, Türkçe'ye Fransızca géologie sözcüğünden gelmiştir. Fransızca sözcük ise Latince geologiadan türemiştir.
_AERYU_ - avatarı
_AERYU_
Ziyaretçi
3 Kasım 2012       Mesaj #10
_AERYU_ - avatarı
Ziyaretçi
JEOLOJİ NEDİR ?

Jeoloji kısaca YER BİLİMİ demektir. Yunanca GEO ve LOGOS kelimelerinin birleşiminden meydana gelir.Yer yuvarlağının tarihinden, yer kabuğunun bileşimi ve yapısal koşullarından, ve yer üzerinde gelişen evrimlere hakim kuvvetlerden bahseden bilimdir.

Yerbiliminde bazı kavramlar vardır, kısaca bunlara değinelim.

MÜHENDİSLİK JEOLOJİSİ : Mühendislik işlerinin yerleştirilmesi, tasarlanması, yapılması, işletilmesi ve bakılmasına etkiyen jeoloji faktörlerinin tanınmasını ve elverişli bir yolda ele alınmasını sağlamak amacıyla jeoloji biliminin mühendislik olayına özgülenmesidir. Yani Bayındırlık işlerine uygulanmasıdır.

Uygulamalı jeoloji ise ; yol, baraj, bina gibi mühendislik yapılarının yapılması için gerekli jeolojik parametreleri inceler.

TARİHSEL JEOLOJİ : Yer yuvarlağı tarihindeki olayların tarih sırasını (kronolojisini ) saptamaya çalışan jeoloji koludur.

YAPISAL JEOLOJİ : Yer kabuğundaki hareketlerin neden olduğu deformasyonları inceler.

SEDİMENTOLOJİ ( ÇÖKELBİLİM ) : Çökelme yasalarının bilimsel incelenmesi ve tortul çökeltilerin kökeninin öğrenilmesidir.

STRATİGRAFİ ( TABAKA BİLİM ) : Yer kabuğunun kısımları olarak ele alınan tabakalı kayaların formasyonlarından, bileşimlerinden, istiflenmelerinden, ve korelasyonlarından söz eden, bir alan veya bölgedeki kayaların nitelik, kalınlık, istiflenme, yaş ve korelasyon yönlerinden ele alan tasvirci jeoloji bölümüdür.

PALEONTOLOJİ ( TAŞ BİLİM ) : Hayvan olsun bitki olsun fosil kalıntıları ile uğraşan, eski jeoloji çağlarının yaşamını ele alan , organizmaların fosil kalıntılarını incelemesine dayanan bilimdir.

PETROLOJİ ( TAŞBİLİM ) : Köken, günümüz koşulları, ayrışma ve çürüme içinde olmak üzere kayaların doğal tarihi ile uğraşan bilim dalıdır.

PETROGRAFİ ( TAŞ BİLİM ) : Kayaların tasviri ve sistemli sınıflaması ile uğraşan bilim dalıdır.

PETROJENEZ ( TAŞ TÜRÜMÜ ) : Kayaların kökeni ile uğraşan bilim koludur.

MİNERALOJİ : Minerallerden, minerallerin kristalografileri ile fiziksel ve kimyasal özelliklerinden, sınıflamalarından, ve teşhislerinden bahseden bilimdir. Yerin temel taşı sayılan minerallerin fiziksel ve kimyasal özelliklerini inceler.

FOSİL : Yer kabuğunda doğal işlemler ile korunmuş hayvan veya bitki kalıntı izidir.

TEKTONİK ( İSİM) : Yer yuvarlağının yapısı , yer yapısı, yer yuvarlağının büyük yapı şekillerinin illetlerinin irdelenmesidir. Yer kabuğunun büyük ölçekli hareketlerini inceler.

TEKTONİZMA : Kabuk duyarsızlığıdır. Yer kabuğundaki bir yapı unsurunun çökelme dönemleri sırasındaki yapısal hareket tarzıdır.

Kaynak:
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.

Benzer Konular

11 Temmuz 2014 / Pollyanna Meslekler
1 Mart 2013 / Misafir Soru-Cevap
25 Nisan 2015 / sevda76 Cevaplanmış