Arama

Bilimsel Devrim

Güncelleme: 15 Kasım 2008 Gösterim: 8.394 Cevap: 1
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
2 Ekim 2006       Mesaj #1
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Bilimsel Devrim

Sponsorlu Bağlantılar

BİLİMSEL DEVRİM. Kopernik. 1543'te, hasta yatağında yatan Kopernik, büyük çalışmasının müsveddelerini okumayı henüz bitirmişti. Kitabının yayımlanmasından hemen sonra da öldü. Önün De revolutionibus orbium cpelestium (Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine) adlı bu yapıtı öyle bir devrim başlattı ki, bu devrimin sonuçlan, insanlık tarihindeki bütün düşünsel olgula-nn yol açtığı sonuçlardan daha büyük oldu. Bilimsel devrim insanlığın yaşam koşullarını ve düşünce biçimini köklü biçimde değiştirdi. Bunun etkileri günümüzde de sürmektedir.

Bütün bunların başlangıcı Kopernik'in evrenin merkezine Yer'i değil Güneş'i yerleş-tirmesidir. Bu düşüncesini doğrulamak için Hermes Trismegistos'a atıfta bulunmaktaysa da, Kopernik'in yaptığı felsefe değil, gözleme ve matematiğe dayalı astronomi çalışmasıydı. Kopernik tek vuruşta kaostaki karmaşıklığı zarif bir yalınlığa indirgeyiver-mişti. Gezegenlerin görünürdeki ileri-geri hareketlerini Ptolemaios sistemine yerleştirmek olağanüstü beceri gerektirirken, artık Yer'in yörünge hareketini gezegenlerin hareketine eklemek ya da çıkarmakla sorun kolayca çözülebiliyordu. Kopernik, Merkür ve Venüs'ün hiçbir zaman Güneş'e karşıt yönde görülemeyişini, bunların yörüngelerinin Güneş'e Yer'inkinden daha yakın olmasıyla açıklıyordu. Gezegenleri, hızlarını göz önüne alarak Güneş'ten uzaklıklanna göre sıralayan Kopernik, Ptolemaios'un göremediğini görmüş, yeni bir sistem kurmuştu. Bu sistem yalınlık, tutarlılık ve estetik niteliklerinden ötürü en yüce sanatçının Tann olduğuna kuşku bırakmıyordu.

Kopernik, Ptolemaios sisteminin tüm sorunlarını çözmeyi başaramamıştı. Onun kimi geometrik kural ve kabullerini olduğu kadar, Aristoteles'in kristal kürelerini de sisteminde korumuştu. Dolayısıyla bu sistemde oldukça düşündürücü çelişkilere rastlanıyordu. Örneğin, Yer'i taşıyan kristal küre neden Güneş'in çevresinde dolanıyordu? Yer, ekseni çevresinde, yüzeyindeki nesneleri, insanlar da içinde olmak üzere uzaya fırlatmadan nasıl dönüyordu?

Kopernik'in görüşlerini kabul etmek, Aristotelesçi toplumsal ve siyasal konumla-nn ve ilahiyatçı hiyerarşinin yok olmasını gerektirmekteydi. Kopernik'ten sonraki bir buçuk yüzyıl içinde iki bilimsel hareket gelişti. Bunlardan biri eleştirel, öbürü ise bireşimsel nitelikliydi.

Tycho Brahe, Kepler, Galüei. Eleştirel gelenek Kopernik'le başlamıştı. Tycho Brahe Yer'in hareketsiz olduğuna inanıyordu, ama yıldız ve gezegenlerin konumlarını en duyarlı biçimde ölçebilmişti. Kopernik, Aristotelesçi kristal küreler düşüncesini terk ederek bütün gezegenlerin Güneş'in çevresinde dolandıklarına Tycho'yu inandı-rabilmişti. Tycho da 1570'te ortaya çıkan kuyrukluyıldızın, Ay'ın kristal küresinin ötesinde olduğunu saptayınca, Aristoteles öğretisinden kuşkulanmaya başlamıştı. Ama en ciddi darbe, teleskopun bulunuşundan sonra Galilei'den geldi. Ay'da dağ-lann, Güneş'te ise lekelerin bulunduğu, Jüpiter'in uydulan olduğunu açıklayan Ga-lilei, Samanyolu'nun pek çok yıldızdan oluştuğunu da belirledi.
Galilei'nin teleskopuyla yaptığı araştırmaları Almanya'da Johannes Kepler kuramsal olarak yürütüyordu. Tycho'nun duyarlı ölçümlerine dayanan Kepler, Mars'ın (dolayısıyla öbür gezegenlerin de) Güneş çevresindeki yörüngesinin çember değil, odaklarından birinde Güneş'in bulunduğu bir elips olduğunu saptamıştı.

Galilei, Yer'in Güneş ve kendi ekseni çevresindeki dönüşü sorununu mantıksal çözümleme yoluyla ele aldı. Cisimlerin Yer'in yüzeyinden fırlamamaları, gerçekte çok yavaş hareket etmekte oluşlarındandı. Bir kulenin tepesinden bırakılan cisimlerin kulenin tam dibine düşmesi, kuleyle cisimlerin Yer'in dönme hareketini paylaşması yüzündendi. Kepler'in elipslerinden bilgisi olmayan Galilei, bir kez harekete geçirilmiş olan gezegenlerin sürekli olarak dairesel hareket yapacağını savunuyordu.

William Gilbert'in 1600'de Yer'in dev bir mıknatıs olduğunu bulmasından sonra Kepler bu düşünceye dört elle sarıldı. Güneş' ten yayılan magnetik bir kuvvetin gezegenleri yörüngelerinde tuttuğunu ileri sürdü.

17. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında Aristotelesçi yaklaşım geçerliliğini yitirmeye başlamıştı, ama onun yerini dolduracak doyurucu bir sistem ortaya konamamıştı. Ren6 Descartes'ın sisteminin başarısı, temelde, böyle bir boşluğun varlığına bağlanabilir. Descartes, doğal süreçlerin madde ve harekete dayanan mekanik modelleri yardımıyla her şeyin açıklanabileceği kanısındaydı. Bu görüşten yola çıkarak Koper-nik'in temel sorunlarına el attı. Bir kez harekete geçirilen cisimler, bir başka cismin etkisi söz konusu olmadıkça bir doğru boyunca hareket ederlerdi. Hareketteki bütün değişikliklerin nedeni bu etkilerdi. Gezegenler de, bütün uzayı dolduran çok seyrek bir maddenin (esir) burgaçlarıyla süpürüldükleri için Güneş'in çevresinde dolanıyorlardı. Bütün olaylar için benzer modeller kurulabilirdi. Voltaire'in daha sonra belirtmiş olduğu gibi, Descartes'ın evreni, yaratılışta kurulmuş ve sonsuza değin çalışacak bir saat gibiydi.

Newton. 17. yüzyıl güçlü dinsel eğilimlerin yaygın olduğu bir çağdı. İngiltere'de Isaac Newton adında dindar bir genç, yeni bir bireşime götüren yolu bulmakla Tanrı kavramının korunmasında önemli bir adım attı. Newton gerek deneyci, gerek matematikçi olarak bir dahiydi. Bu ikili niteliği ona, hem Kopernik sistemini, hem de yeni bir mekanik sistemi kurma olanağı sağladı. Yöntemi basitti: Hareketi inceleyerek doğa kuvvetlerini araştırma ve sonra bu kuvvetler aracılığıyla başka olayları betimleme. Newton'ın büyük dehası, inceleyeceği olayları ayıklayıp seçmesinde ona yol gösteriyordu. Gott-fried Leibniz ile hemen hemen aynı zamanda bulup geliştirmiş olduğu ve matematikte temel önemde bir araç olan diferansiyel hesap Newton'a, varlığını öngördüğü kuvvetleri hesaplama olanağı sağladı. Sonuçta, 1687'de yayımladığı Philosophiae naturalis principia mathematica (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri) adlı yapıtı hem Yer, hem de gökcisimlerine uygulanabilen yeni bir fiziği ortaya koydu.

Newton'ın üç hareket yasası ve evrensel kütleçekimi ilkesi, yeni evrenin düzenini açıklamaya yeterliydi. Ama Nevvton'a göre düzeni ve yaşamı sağlayan bütün öteki kuvvetler gibi, kütleçekimi de doğrudan tanrısal bir eylemdi. Nevvton için mutlak uzay gerekliydi; çünkü uzay "Tann'nın sinir sistemi" idi. Gezegenlerin yörüngelerinde görülen ve kütleçekimsel etkileşimlerin yol açtığı tedirginlikler ise, Tanrı olaylara müdahale etmedikçe Güneş sisteminin doğal olarak çökeceğinin kanıtını oluşturmaktaydı.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Kasım 2008       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bilimsel Devrim

Sponsorlu Bağlantılar
Bilimsel Devrim,insan düşüncesinde,deneyiminde ve deney araçlarında görülen topyekün bir yenilenmenin adıdır. Avrupa,17. yy başlarından itibaren Bilimsel Devrim sürecine girmiştir. Peki insan düşüncesi,bilimsel devrimi nasıl yarattı? Eski Yunan'dan miras kalan;İslam ve Hıristiyan teologlarının da kutsadığı bütün entelektüel varsayımları kaldırıp atarak;bunların yerine yepyeni bir sistem koyarak. Müslüman ve Hıristiyan bilginlerin eski Yunanlılardan miras aldıkları "nitel, biteviye, sınırlı ve eski dünya görüşünün yerini,nicel, atomik,son derece genişlemiş,laik,yeni bir dünya görüşü almıştır. Aristo'nun hiyerarşik evreni Newton'un Dünya Makinesi (World Machine'i ) önünde silinmiştir. Bu geçiş dönemi sırasında,yıkıcı eleştiri ve yapıcı sentez o kadar içiçe geçmiştir ki bunları birbirinden ayırmak olanaksızdır.

Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı'nda şöyle yazar:" bilimsel devrimin en açık seçik örnekleri,bilimsel gelişmenin ünlü aşamaları arasında daha önceden de çoğu kez 'devrim' olarak nitelendirilmiş olanlarıdır. Copernicus, Newton,Lavoisier,Einstein. Bunlar, bilimsel devrimlerin ne olup olmadıklarını,hiç değilse fizik bilimlerinin tarihinde yer alan bir çok diğer olaydan yahut isimden daha büyük bir açıklıkla sergilemektedirler. Her biri bilim topluluğunun,bir zamanlar en büyük saygının duyulduğu bir kuramı reddedip,yerine onun tersini benimsemesini gerektirmiştir." (Kuhn,Thomas, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Alan Yayıncılık s: 63)
Jean Bernal, Bilimsel Devrimi üç aşamaya ayırır. Onun incelemesini temel alarak konuyu sizlere sunuyorum.

Birinci Aşama: Bu dönem, genişleyen ufuklar ve otoritenin eleştirisi dönemidir.
Parayla ödemenin hakim olduğu pazarlar için emtia üretimi şeklindeki ekonomi,12. yy'dan itibaren çeşitli kentlerde kendini göstermişti. Bu biçim,ilk kez15. yy'da,İtalya'dan başlayıp Yukarı Almanya ve Ren bölgesinden geçerek Aşağı Ülkelere kadar olan topraklarda hakim ekonomi biçimi haline geldi. Bütün bu bölgede,sadece İtalya'da,Venedik,Cenova, Floransa ve Milano gibi büyük kentler hem siyasi hem de ekonomik bakımdan bağımsızlık kazandılar ve Rönesans’ın büyük artistik ve fikri uygarlığı buralarda kurulabildi. Bu,İtalya'da,Kiliseden kopmayı beraberinde getirmedi, çünkü Roma'daki Papalık,bütün Hıristiyanlığın yaptığı katkılar sayesinde dolgun bir gelir sağlıyordu. Hareket,Almanya'ya ve daha ötelere sıçradığında başka türlü gelişti. Bir yandan Luther'in reformlarında ifadesini bulan milli temellere dayalı bir din bağımsızlığına yol açtı;öte yandan da 1515-1526 Köylü Savaşları ve 1533-1535'te Münser'de Anabaptist ayaklanması ile kendini gösteren şiddetli toplumsal mücadeleler götürdü. Macaristan'da, hatta katolik İspanya'da, buna benzer ayaklanmalar oldu. Daha sonra Reform hareketi, Aşağı Ülkeler,Britanya ve Fransa'ya sıçradığında daha da radikal bir Kalvenizm şeklinde ortaya çıktı: Hiyerarşik Kilise yönetimini tamamen reddetti ve gerek sivil iktidarı gere kes Kilise iktidarını,seçimle işbaşına gelenlere bıraktı.

Monarşinin geri getirilmesi-demokrasi sorunu henüz etkili bir şekilde ele alınmıyordu-,İmparatorun ve papanın dünyevi iktidarının ve onunla birlikte Orta Çağ aleminin dayandığı bütün bir sistemin sona ermesi demek oldu. Milli devletler ortaya çıkmaya başladı. Bu devletler arasında durmadan değişen ittifaklar ve savaşları hiçbir devleti hakim duruma getirmeyen hassas bir kuvvetler dengesine yol açıyordu.
Bu kral ya da prenslerin sarayları artık paraca kiliseye bağlı olmayan,hümanistler ve bilim adamlarını koruyordu. Gerçekten,aydınların durumu bilginlerin prens saraylarının süsü olduğu eski Arap alemindeki duruma benziyordu. Orta Çağ üniversiteleri,İtalya dışında,feodal düşüncenin kalesi olarak kaldılar ve yeni bilime karşı çıktılar. Fransa Kralı 1. François,Sorbonne'un kabul etmediği sosyal bilimler eğitimini yapmak üzere,1530'da, sonradan College de France adını alacak olan College Royal'i kurmak zorunda kaldı.

Denizciliğin gelişmesi,mevcut pazarlara giden eski ve pahalı kara yolunu kısalttı ve daha önceden hiç düşünülmemiş yeni pazarlara giden yolların açılmasına yol açtı. Bunun en çarpıcı sonucu;Yeni Dünyanın,Amerika'nın keşfiydi. Fakat hemen o anda ortaya çıkan daha önemli bir sonucu da Portekiz'in Asya ticaretini ele geçirmesi ve Baltık ülkeleri ile Rusya'nın hızla gelişmesidir. İtalya ve Yukarı Almanya’nın ticaret olanakları kökünden baltalandı ve bu iki ülkenin siyasi ve ekonomik önemi zayıfladı. Onların yerini denizci ülkeler aldı: Önce Portekiz ve İspanya sonra da daha fazla temel kaynaklara sahip oldukları için daha uzun bir süre Hollanda ve İngiltere. Bu sıradaki sına üretimde ve tarımda üretim arttı. Bunu herhangi bir teknik ilerlemeye bağlamak güçtür. Çünkü bu dönemdeki tek esaslı ve önemli teknik ilerleme matbaanın icadıdır. Matbaa kendi başına bir üretim yöntemi olmadığı halde teknik ilerlemeyi yaymanın en etkili yollarından biriydi; tarım,bahçecilik,yemek pişirme ve sair sanatlar gibi konularda basılan ilk kitapların sayısı da bunu gösterir.
Rönesans yalnızca ekonomik koşullarda ilerleme olarak kalsaydı bugün bulunduğu konumda olmazdı. Rönsansa asıl kimliğini veren husus, bilinçli ve bu bakımdan devrimci bir hareket oluşudur. Entellektüel yönü bakımından Rönesans küçük ve bilinçli bir bilim adamı ve sanatçılar grubunun eseridir. Bunlar bütün bir Orta Çağ hayat biçimine karşı durdular ve klasik Antikiteninkine mümkün olduğu kadar yaklaşan yeni bir biçim yaratmaya çalıştılar. Kadimleri uzun bir gelenekler zinciri aracılığı, Araplar ve Orta Çağın skolastik alimleri yoluyla tanımak yerine,toprağı kazıp heykeller çıkararak,klasik metinleri bizzat kendileri okuyarak aracısız tanımak istiyorlardı. Bu da Eski Yunana geri dönmeyi,sadece Platon ve Aristo'nun değil,aynı zamanda Demokrat ve Arşimet'in düşüncelerini de ilk elden tanımayı gerektiriyordu.
Hümanizm hareketi gerçekte İtalya'da 14. yy'da Petrarca ve Bocaccio ile başladı. Bunlar,eski klasiklerde,mantık inceliklerinden çok,ifade güzelliklerini ve duygu soyluluğunu değerli buluyorlardı. Filozof olarak Platocu idiler. Hümanizm hareketi,16. yy'da daha dini bir görünüm altında,Fransa ve Kuzey Avrupa'ya yayıldı. Bu hareket her yerde,özellikle feodal hiyerarşi düşüncelerinin reddini ve topluma karşı daha laik bir tavrı ifade ediyordu. Bu da dinin hatta mistisizmin reddi değil, ağırlığın artık daha kişisel bir dine,uygulanmasında kiliseye pek gerek duyulmayan bir dine verilmesi demekti. Eski Roma'daki erkekçe bağımsızlık anlamında,bireyin ve erdemin yüceltilmesi,ideal haline geldi.
Protestan ülkelerde,kişisel içtihat hakkı ya da vicdan özgürlüğü ilan edildi. Hümanistler buralarda eski Yunanca ve İbrani’ce metinleri bulup kendi dillerine çevirerek,İncil'in otoritesini daha da güçlendirdiler. Allahın kelamına güvenme,St. Peter'in haleflerinin vaazlarına uymanın yerini aldı. Bütün bunlar,feodalizme boyun eğmeyi reddeden tüccar sınıfının ahlak sistemini oluşturuyordu. Feodal geçmiş, ve onunla birlikte,hümanistlerin alay olarak Gotik dedikleri mimari,skolâstik felsefe,keşişlerin inziva hayatı,rahiplerin dilenmeleri şiddetle reddedildi. Sonunda Katolik Kilisesi bile reform yapmak,kendi Ortaçağ geçmişinden,neredeyse Reformcuların istediği kadar köklü bir şekilde kopmayı kabul etmek zorunda kaldı. İnayet doktrini,Roma'daki iman yoluyla kurtuluşun karşılığıydı. Bir yüz yıl kadar,ahlakça şaibeli kişiler,fakat sanatın büyük koruyucuları olan hoşgörülü hümanistlerin elinde bulunan Papalık,en keskin Protestanlar kadar katı ve onlardan daha hoşgörüsüz hale gelecekti.

Zevk,Sanat ve Para
Gerek Katolik gerekse Protestan ülkelerde Rönesans,geçmişle olan bağların kesin ve bilinçli bir şekilde koparılışına işaret eder. Bu geçmişin büyük bir kısmı kaçınılmaz olarak korundu,fakat yeni bir yön tutturuldu ve ekonominin,mimarinin,sanat ve düşüncenin,Ortaçağa özgü biçimleri bir daha gelmemek üzere kayboldu. Bunların yerini,ekonomide kapitalist,sanat ve edebiyatta klasik,Tabiata yaklaşımı bakımından bilimsel olan yeni bir kültür aldı.
Son klasik çağın umutsuzluğu ve onu izleyen iman çağının tevekkülü ile kıyaslandığında Rönesans, çalkantılı fakat umutlarla dolu bir dönemdi. Bu dönemde, gelecek günlerdeki hayattan çok,içinde yaşanılan günlerdeki hayata ilgi duyuluyordu Bu ilgi,kendisini, laik sanatlarda,resimde,şiirde ve müzikteki hızlı gelişme ile gösterdi. Bütün ifade biçimlerinde,fizik bir haz açıkça görülüyordu. Bu dönemini büyük kahini Dr. François Rabelais'nin (1490-1553);Thelema Manastarının ideal toplumu için seçtiği özdeyiş " istedi iğini yap" idi. İdealde,insanlar serbestçe yaşayıp,cüretkara ne düşünüyorlardı; gerçekte ise pek az kişi böyle yapabiliyordu;bu yeni yaşam biçimi pahalıydı ve peşin parayla ödenmesi gerekiyordu. Para, eskiden olduğundan çok daha önemli bir hale geldi. Bunun doğal sonucu olarak da,para kazanmaya karşı tavır değişti. İster dürüst üretim ya da ticaretle olsun,ister yeni ve karlı bir icadı kullanarak olsun,ister bir maden işleterek,ister yabancıları haraca keserek,isterse faizle para vererek olsun,para kazandırdığı sürece her yol mü bahtı. Kilise, buna karşı çıkabilirdi;ama fazla da karşı çıkarsa,Reform Hareketinin de gösterdiği gibi bu,Kilisenin aleyhine olurdu. Sihirbazlık bile,Faust öyküsünde gördüğümüz gibi,zenginlik ve kuvvet kazanma aracı olarak yeni bir önem kazandı. Gerçekten de tabii sihir,bilimden zor ayırt edilebiliyordu.

Zenaatkarla Bilginlerin Kaynaşması
Paranın kazanılması için de harcanması için de elzem oldukları için teknisyenler ve sanatkarlar,artık eski klasik zamanlarda ya da Orta Çağada olduğu gibi küçük görülmüyorlardı. Süsleme ve sergileme sanatları,resim,heykel ve mimari eski çağlara göre daha az yoğun bir şekilde fakat çok daha büyük bir orijinallikle serpilip gelişti. Asıl yeni olan;iplik eğiriciliği, dokumacılık, çömlekçilik ve cam yapımcılığı gibi pratik sanatlara ve ondan daha çok madencilik ve metal işleyicisi gibi hem refah hem de savaş gereksinimlerine yanıt veren sanatlara saygı gösterilmesiydi. Sanat tekniklerine,Rönesans’ta,eski çağlarda olduğundan çok daha fazla değer veriliyordu. Çünkü artık bunlar kölelerin değil, özgür insanların elindeydi. Bu insanlar da,Orta Çağda olduğu gibi,yeni toplumun egemen kişilerinden,sosyal ve ekonomik bakımdan çok farklı durumda değillerdi. Örneğin Orta Çağ Floransa'sında sanatçılar,büyük doktorlar ve baharat tüccarları loncasının,ikinci dereceden üyeleriydiler. Heykeltıraşlar daha da aşağıda,duvarcılar ve tuğlacılar loncasındaydılar. Ama artık 16. yy'ın başından itibaren ressamlar ve heykeltraşlar,yaptıkları işlerin parasını almak için epey ter dökmek zorunda kalsalar bile,papaların ve kralların zevklerine hükmediyorlardı.

Zanaatkarların statüsündeki bu ilerleme,onların ve bilginlerin gelenekleri arasındaki,hemen hemen ilk uygarlıkların başlangıcından beri kopmuş olan bağın yenilenmesini mümkün kıldı. Her iki tarafın da yapabileceği büyük katkılar vardı;zanaatkarlar,klasik Antikitenin eski tekniklerine,Orta Çağ boyunca doğan yeni hünerleri eklenilirlerdi;bilginler de bir dünya görüşü,yeni fikirler,belki hepsinden çok,İslam dünyası ve skolastik felsefe yoluyla eski Yunan'dan alınmış mantıki tartışma yöntemleri ve yeniden geliştirilmiş hesap yöntemleri getirebilirlerdi. Bu iki yaklaşımın birbiri içende eritilmesi biraz zaman aldı,önce bilgi ve eylemin değişik kesimlerinden başlayarak yavaş yavaş yayıldı. Fakat bu bileşimin ana maddeleri bir kere bir araya getirildikten sonra,artık bunu durdurmaya imkan yoktu;patlayıcı bir bileşimdi bu. Rönesans’ın entelektüel görevi,esas olarak, sanat ve bilim dünyasını yeniden keşfetmek ve ona egemen olmaktı.
Rönesans ilgi alanının genişliği,çağın adeta bir özeti olan adamın, büyük evrensel mühendis,bilim adamı ve sanatçı Leonardo da Vinci'nin eserlerinde görülür. Rönesansın iki en büyük zaferinden biri,Kopernik'in önerdiği Güneş merkezli gökyüzü sistemi, ikincisi de Vesalius'un ilk mükemmel insan vücudu anatomisidir. Bu kitapların her ikisi de 1543 yılında basılmıştır. Bunlar, gökyüzü kürelerini ve insan vücudunu,eski otoritelerin gözlüğüyle değil, kendi gözleriyle bakanlara nasıl göründüğünü ortaya koydular. Bu dönemde Kadimlerin önemsemedikleri çeşitli sanat ve doğa alanlarında büyük eserleri birbirini izledi. Maden ve cam işçiliğini,kimya sanayiini temsil eden Biringuccio'nun (1480-1539) Pirotechnia'sı buna bir örnektir. Georg Bauer ya da Agricola'nın (1490-1555) De Re Metallica'sı belki de şimdiye kadar yazılmış en iyi teknik eserdir,çünkü sadece mineralleri ve madenleri değil,aynı zamanda madenciliğin uygulamasını,hatta ekonomisini de anlatır. Daha sonraları,Gesner'inki (1516- 1565),Rondelet'ninki (1507-1566) ve Belon'unki (1517-1564) gibi eski ve yeni dünyanın hayvanlarını ve bitkilerini çok güzel bir şekilde anlatan kitaplar çıktı. Bunlara yeni ülkelerin keşfini anlatan sayısız eserler de eklenebilir. Bunlar arasında,Yeni Dünyaya yersiz olarak adı verilen Amerigo Vespucci'nin 1504'te çıkan Mektupları ve Pigafetta'nın,Macellan'ın 1518-1522 yılları arasında Dünyanın çevresinde ilk kez seyahat etmesini anlatan eseri de vardır.(B.T,s:264...)

İkinci Aşama
(1540-1650) Din savaşları aşaması
17. yy,özelikle bu yüzyılın ilk yarısı Avrupa tarihinin en karmaşık dönemlerinden biri oldu. Bu yüzyılda Avrupa,ekonomik,toplumsal, siyasal ve dinsel bir kargaşa dönemi yaşadı. Kıtanın ortasını ve batısını saran savaş ateşi insanları yaşamdan bıktıracak ölçülere vardı. Bu aşamaya "karşı-Rönesans" adını verenler de olmuştur. Bu dönem,gözle görülebilir ifadesi olan Barok stili ile birlikte Karşı-Reformu,sırasıyla Fransa'yı(1560-1598),Aşağı Ülkeler'i (1572- 1609) ve Almanya'yı (1618-1648) alt üst eden Din Savaşarı'nın,1576'da Hollanda Meclisi'nin ve 1649'da İngiltere Cumhuriyeti'nin kuruluşunu kapsar. Bütün bu olaylar içinde en büyük nihai anlam ve önem taşıyan son ikisidir. Bu iki olay, dünya ticareti ve üretiminin merkezi durumundaki İngiltere ve Hollanda'da yeni burjuvazinin siyasi zaferine işaret eder. Bilimsel bakımdan bu dönem, yeni gözlemsel ve deneysel yaklaşımın ilk büyük zaferlerini kapsar. Kopernik'in Güneş Sistemini ilk kez açıklaması ile başlayan bu dönem,Kopernik'in görüşünün Galile'nin çalışmaları sayesinde(Kilisenin suçlamalarına rağmen) kesin şekilde yerleşmesiyle sona erer. Gilbert'in 1600'de Dünyayı bir mıknatıs olarak tasvir etmesi ve Harvey'in 1627'de kan dolaşımını keşfetmesi bu dönemde olmuştur.Görünen Tabiat'ın iki büyütücüsünün,teleskop ve mikroskobun ilk kullanılışına da bu dönem tanık oldu.

Ekonomik bakımdan bu yüzyıl,Avrupa'nın eski ticareti ile boy ölçüşebilir düzeye gelmiş olan deniz ticaretinin etkisi altındaydı. Özellikle Amerikan gümüşünün içeri akmasının yol açtığı büyük fiyat artışları çok belirgindi. Batı Avrupa'da,özellikle Hollanda ve İngiltere'de feodal toprak mülkiyetinin yıkılması,piyasaya bir sürü topraksızın doluşmasına, aynı zamanda işçilerin gerçek ücretlerinin bir hayli düşmesine neden oldu. Bu durumun,fiyatların arttığı ve pazarların çoğaldığı bir dönemde üretim masrafını azaltmak ve aynı zamanda imalatçılara çok bol işgücü sağlamak şeklinde etkileri oldu. Sonuç, yeni oyan us ticareti yollarını ellerinde tutan ve yeni imkan ve kaynaklara erişebilen,yeni pazarlar bulan tüccar ve imalatçıların servetinde görülmemiş ibr artış şeklinde ortaya çıktı. Ticaret yollarının değişmesin inin ve savaşların birleşik etkisi,16.yy başlarında Avrupa'nın en ileri kısmı olan Almanya'nın ekonomisini alt üst edip yıkacaktı.

Birkaç yüzyıl derin bunalımlar geçirdikten sonra Reforma uğrayarak az çok parçalanmış olan Hıristiyanlık,özellikle Reformun kökten eleştirisiyle sarslımşı olan katoliklik,bundan böyle eski saygınlığını kazanabilmek yolunda ciddi tutumlar almak eğilimindeydi. Bundan böyle başta Katolikler olmak üzere tüm Hıristiyanlar dinlerini kökleştirmek ve yaymak yolunda büyük çabalar gösterdiler.16. yy'ın ilk çeyreğinden sonra Fransa'da kurulmuş olan Cizvit tarikatının ateşli önderleri katı sıradüzenli bir örgütlenme içinde uzun süre Reform karşıtı hareketin kararlı savaşçıları oldular. Ardından son derece düzenli bir misyonerlik kampanyası başlattılar. Hindistan'a ve Japonya'ya kadar uzanan misyonerler Hıristiyan inancını öğütleyip öğretirken dinsel ağırlıklarının yanında toplumsal ve siyasal bir ağırlık kazanmaktaydılar. Bu arada Cizvit papazları birçok yerde birçok eğitim kurumu kurarak kendi bakış açıları çerçevesinde Katolikliği sağlamlaştırmaya çalıştılar. Cizvitlerin bu çabaları siyaset çevrelerini olduğu kadara Jansenius'çuları da tedirgin ediyordu. Tommaso'cu bir anlayışı sürdüren Cizvitlerle Augustinus'un yolunda ilerlemeye çalışan Jansenius’çuları arasında temel uyuşmazlık ve onların savunucuları olan Port-Royal manastırı keşişlerinin insan özgürlüğünü kökten yadsımalarıdır. Cizvitlerin Fransa'da kurmuş olduğu iki yüz kadar okulda Tommaso'culuk öğretilmekteydi.
Eski merkezdeki kayıp,çevre ülkelerde fazmlasıyla telafi ediliyordu. Avrupa'nın hatta dünyanın yeni ekonomik merkezi,Kuzey Denizi’nin etrafındaki topraklar,önce Hollanda,sonra İngiltere ve Kuzey Fransa idi. Buralarda feodal yapının ayakta kaldığı ve gene denizci iki ülke olan İspanya ve Portekiz'den farklı olarak,imalâttı ticaretle birleştirilebildi. Alman ve İtalyan zanaatkarlar,şimdi hakim durumda olan kuzey ülkelerine göç ederek,buralara Rönesans’ın teknik ve artistik başarılarını yaydılar. Aynı zamanda,Hollanda ve İngiltere'nin artan nüfusunu beslemek için tahıl ihtiyacı ve gemicilik bakımından gerekli keten,kereste,katran ve demir talebi,Baltık ülkelerinin ekonomik gelişmelerini hızlandırdı. Buralarda sırasıyla Danimarka,İsveç,Polonya ve Rusya,bağımsız güçler olarak ortaya çıkmaya başladı.

Ekonomik devrimin bu ikinci döneminin itici unsurları ve başlıca yararlanıcıları,sırtlarını serpilip gelişmekte olan tarım ve balıkçılığa dayamış Hollandalı ve İngiliz tüccarlardı. Servet, burjuvaziye siyasi güç kazandırdı;fakat bu kolay olmadı. Önce İspanya sonra da İngiltere kralları,zengin Hollandalı ve İngiliz tebaalarını,kar peşinde koşmalarına engel olan feodal koşullar altında daha fazla tutamayacaklarını kavramaya zorlanana dek,yıllarca mücadele etmek ve açık savaş vermek gerekti. Bu mücadelenin görünürdeki nedenleri dini idi; bu da hiç değilse yeni burjuvazinin siyasi ve ekonomik inançlarının ve pratiğinin,Katoliklikte,hatta Luthercilikte değil Kalvenizmde daha iyi ifadesini bulduğunu gösterir.

Teknolojik İlerleme
Teknik açıdan bu yüzyıl,kendinden önceki ve sonraki yüzyılları belirginleştiren devrimci yeniliklerin hiçbiri olmadığı halde,boyutlarda ve işlerlikte devamlı ve istikrarlı biri ilerleme yüzyılı oldu. Tarım hala önden gelen uğraş alanıydı,yünlü kumaş yapımı da balıca sanayi biçimi. Gene de hava değişiklik kokuyordu. Gemi yapımcılığı deneyimle gelişmiş ve kendisiyle birlikte gemiciliği de geliştirmişti. Ticaretin artması,taşıma giderlerinin düşmesi,servetin burjuvazi içinde çok daha geniş şekilde dağılmasına yol açtı. Doğu ve batıdan,pamuk,porselen,kakao,tütün gibi yeni ürünler Avrupa pazarlarına gelmeye başlarken,ipekli kumaşlar,zücaciye gibi nadir lüks eşya da normal kullanma eşyası haline geldi. Flândra ve Hollanda okullarında resim,dinin hizmetinden ve asilleri yüceltme işinden uzaklaşmaya,sıradan halkın yemesini,içmesini,eğlenmesini çizmeye başladı. Hollandalıların kent ve kır evlerinde burjuva konfor ölçülerini koymaya,bahçe ve tarlalara iyi para yatırımı yapmaya başlamaları bu zamana rastlar.

17. Yüzyıl: Dehalar Yüzyılı 17. yüzyıl "dehalar yüzyılı" gibi görünür. Bu yüzyıl, Avrupa’da Rönesansın yüzyılıdır. Bu yüzyılın başlarında kalıcı önemde bilimsel çalışma yapanlar yalnızca Kepler ve Galile değildi; maddenin yapısı hakkında Gassendi ve Robert Boyle; mıknatıslanma olayıyla iligili olarak da Gilbert' ın çalışmaları önemlidir... 1600 yılında Mıknatıs Hakkında adlı bir kitap yayımlandı. Bilimsel devrimin küçük klasiklerinden biri olan bu kitabı İngiliz bir doktor olan Wiilam Gilbert (1544-1603) yazmıştı.Bütün dünyaca modern manyetizma bilimini kurucuu sayılan Gilbert’in bu kitabı egemen doğa felsefesinin bir ifadesiydi. Ampirik denmese bile deneysel yaklaşımı ile kitap, Galileo’nun çalışmalarıyla belirli bir zıtlık oluşturur. Galileo için deney herşeyyden önce başkaların inandırmak için bir araçtı. Kendisine kalsa deneylerin sonuçlarını,onları gerçekleştirme zahmetine bile katlanmadan inançla ilan ederdi. Öte yandan Gilbert’in temel manyetizma olgularının kurumlaştırılmasında tuttuğu yol ampirik araştırma yöntemiydi. Gilbert’in kendisinin değindiği ve gerçek olup olmaddıklarını sorguladığı hikayler aracılğıyla mıknatıslanrdan o zamanlar duyulan korku hakkında bazı şeyler öğrenebiliriz. Gilbert, o zamanın bir takım öykülerini anlatarak bunları sorguluyordu. Mıknatıs, gizemli bir olguydu. Bu öyküler bizlere de bir şeyler anlatır: Mıknatıs, evreni dolduran gizemli ve doğaüstü kuvvetlerin simgesi. İ.Ö yüzyıllarda yaşayan Demokritos, takla attığımız zaman boşluğa düşmeyişimizi, yani yer çekimini açıklamak için " dünyanın ortasında büyük bir mıknatıs var ve bizi demir parçalarını çeker gibi çekiyor" diyordu. Öyküler, denizin içinden çıkan ve yakından geçen gemilerin çivilerini söküp alan ' mıknatıs dağları' olduğunu anlatıyordu. Mıknatıslar, cadıların gücüne karşı bir koruma sağlıyordu. Mıknatısın bazı hastalıkları tedavi ettiği sanılıyordu. Yastık altına konulan bir mıknatıs, zina yapan kadını yatağından dışarı atardı. " Öykünün erkeklerce uydurulduğu açıktır. Anlaşılan erkek çapkınların görünüşteki masumiyetinde iyi talihlerinden öte şeyler de vardı. Gilbert, gerçeği masaldan ayırmayı ve mıknatıslık etkisi ile doğruları denel araştırma ile bulmayı kendisine iş edindi.(s:28) Elmasın demiri mıknatısladığı doğru muydu? Ancak yetmiş beş elmas harcadıktan sonra Gilbert yanıt vermeye hazırdı: Elmas, demiri mıknatıslaştıramazdı. Gilbert' ten önce de mıknatıs olayı biliniyordu. Ama mıknatıslanma ile durgun elektrik diyebileceğimiz olgular karıştırılıyordu. Bu iki olgunun farklı olduğunu sezdi. Bir yığın denel bulgu yardımıyla Dünya' nın kendisinin de büyük bir mıknatıs olduğunu gösterdi. 16. yüzyılda yaşayan bir insan için ne büyük bir bilginlik! Kitabın başlığı bile 20. yüzyıl insanı için ilginçtir: Mıknatıs, Mıknatıslı Cisimler ve Büyük Mıknatıs Dünya Hakkında: Birçok Delil Ve Birçok Deney ile Kanıtlanan Yeni bir Fizyoloji. Yeni bir fizyoloji, yani yeni bir doğa felsefesi. Gilbert, manyetizmayı doğanın sergilediği birçok olaydan biri olarak değil, "bütün" ün anahtarı olarak görüyordu. Ona göre elektriksel çekim görünmeyen parçacıkların taşıdığı maddesel bir etki olduğu halde, manyetik çekim maddesel olmayan bir güçtü. Bu gücü maddesel cisimler engelleyemezdi; bir mıknatıs demiri, cam, tahta ya da kağıt arkasından çekebiliyordu çünkü. Demirin cisimlerin çekimlerini perdelemesi, gücü durdurmasından değil, saptırmasından dolayıydı. Ona en ilginç gelen olay, bir mıknatıs çubuğunun kendi kudretinden hiçbir şey kaybetmeksizin bir demir parçasındaki manyetik potansiyeli harekete geçirebilmesiydi. Demir ( ya da mıknatıs çubuğu, ona göre bu ikisi özdeşti) gerçek bir yersel maddeydi. Manyetizma onun doğasında olan bir özellikti; gücünü ancak zorlukla yitirir ve bu gücü yeniden kazanmaya her zaman hazır olurdu. Aristoteles metafiziğinin kategorilerinden yararlanarak, 'elektrik maddeni bir etkinliği ise, manyetizma biçimin etkisidir' savının ileri sürdü. "Manyetik cisimler birbirlerini biçimsel etkilerle ya da bunun yerine aslında kendilerinde bulunan bir kudretle çekerler. Bu, tek ve kendine özgüdür; birincil ve asıl kürelerin biçimidir; bağdaşıktır ve bu yüzden de parçalar yani birincil kök diyebileceğimiz öz nicelik ve varlık ile yıldızsal biçim, birbirleriyle yer değiştiremezler; kendi küresini koruyan ve düzenleyen şey, Aristotelesin birincil biçimi değil, bu sözünü ettiğimiz tek biçimdir. Her bir kürede, Güneş'te, Ay'da, yıldızlarda ve Dünya'da bu biçimlerden bin tane vardır. İşte bu gerçek manyetik kudrete birincil enerji diyoruz." Bir başka yerde dediği gibi," gerçek yer maddesine ait enerjik bir biçim bahşedilmiştir." Manyetizmayı yerin ruhu olarak tanımlaması görüşlerini belki de daha iyi ortaya koymaktadır. "Çekim" manyetik etkinlik için yanlış bir sözcüktür. Gilbert'in dediği gibi çekim, kuvvet ve zorlamayı içerir, elektriksel etkinliği anlatmaya uygundur. Manyetik hareket ise bütün bunların aksine gönüllü anlaşmayı ve birliği ifade eder. Bu saptama, kaçınılmaz olarak iki kutbu çağrıştırıyordu ve Restorasyon dönemine göre Reformasyon çağına daha az uyan bir dil ile mıknatıs çubuğunun demiri aklamasından manyetizmaya onun içinde vücut vermesinden söz ediliyordu. Öteki manyetik etkinliklerin Gilbert'e çekim denilen şeyden daha önemli geldiği anlaşılıyor. yönlenme, değişme, düşey sapma hareketleri ( ya da dönmeleri) evreni düzenleyen, tekeldeki aklı ifade ediyordu. Gilbert'e göre kuzey ve güney, evrendeki gerçek yönlerdi ve yerin manyetik ruhunu yönetmek ve düzene koymak için vardı. Pusula "Tanrının parmağı" idi ve manyetizmasını yitirmiş olan demir, yolunu ve yönünü de yitirmiş oluyordu. İbrenin düşey sapması enlemi ölçüyordu; belki değişme de boylamı ölçmekte kullanılabilirdi. Gilbert'in beşinci hareketi olan dönmede ise, nedenini kendisi, yerin manyetik ruhuna yüklenmişti."Dönme" dediği şey, yerin ekseni etrafındaki günlük hareketiydi. Bu hareketin nedenlerini de, tıpkı yer kutbunun Güneş çevresinde dönerkenki yönünün kararlılığını açıklarken yaptığı gibi manyetizmaya bağlıyordu. Gilbert'in iddiasına göre Güneş'in yakınında bulunduğu için yerin ruhu, Güneş'in alanının algılıyor ve harekete geçmediği takdirde bir yanının yanacağı, diğerininse donacağından yola çıkarak kendi ekseni etrafında dönme kararı alıyordu. Hatta eksenini belli bir açı ile eğerek, mevsimlerin değişmesini sağlıyordu. Modern bilimin gelişmesinin temelinde yatan ilk deneysel çalışmanın örneği gerçekte çok "tuhaf" bir kitaptır. Tabii 20. yüzyılın kafası için. Oysa 1600 yılında bu kitap insanlara Rönesans natüralizmi denilen geçerli doğa felsefesini ifade ettiği için çok bildik gelmiş olmalıydı. Çağın pek çok insanı gibi, Gilbert için de doğanın kalbi gerçekten de yaşam ile birlikte çarpmaktaydı. Başlıca yer maddelerindeki manyetizma herşeyin içinde bulunan aktif ilkelere karşılık geliyordu. Madde, hiçbir zaman ne yaşamsız ne de algısız var olabilirdi...Manyetik cisimler gönüllü anlaşma ve birlik içinde bir araya geliyorlardı. Sempati ve entipatiler, benzerlerin benzerlere yanıt vermesi e benzemezleri geri çevirmesi yolu ile bütün cisimler arasındaki ilişkileri meydana getiriyordu. Gerçekten de manyetik çekim kuramı Rönesans natüralizminin canlıcı evrenini işgal etmiş olan doğaüstü anlayışın önde gelen bir örneğini oluşturur. Gilbert’in ampirizmi de kendisini aynı felsefenin bir yüzü olarak gösterir Skolastik Aristoteles felsefesi doğanın akılcı düzenine insan zekasının nüfuz edileceğini öne sürerken, 16. yüzyılın doğa felsefesi, doğa gizlerinininsan aklı için karanlık olduğunu ilan ediyordu. Evreni işgal eden gizli kuvvetleri sadece ve sadece “deneyim öğrenebilirdi. “Sempati” ve “antipati” sözcüklerinin ifade ettiği ve Gilbert’in “manyetik ruhunun” açıkça gösterdiği gibi doğanın gizli kuvvetleri psişik deyimlerle düşünülmekteydi. Rönesans naturalizimi insan ruhunun doğa üstündeki bir izdüşümüydü ve bütün doğa, psişik kuvvetlerin bir perdeye akseden büyük hayalleri, gölgeleri olarak betimleniyordu. Bu açıdan bakıldığında Gilbert’in De magnete ’si kurumsallaşmış bir doğa yaklaşımının açık fakat sınırlayıcı bir ifadesidir. Eğer 16. yüzyılı Rönesans naturalizminin en canlı dönemi olarak sayarsak, Gilbert’in de bu dönemin önemli bir temsilcisi olduğunu söyleyebiliriz. Etkisini 17. yüzyı başlarının Paracelsuscu kimyacıların kendilerine has kavramlarına biçim vermede ve son olarak da Jean-Baptiste van Helmont’da (1579-1644) göstermiştir. Helmont’un, suyu her şeyin kendisinden oluştuğu bir madde olarak düşündüğü çok iyi bilinir. Ünlü deneyinde bir fidanı dikkatle tarttığı bir miktar toprağa dikmiş, hiç ihmal etmeden sulamış ve fidan yeterince büyüdükten sonra köklerini topraktan ayırarak yeniden tartmıştı. Toprak güç farkedilebilir nicelikte azalmıştı, o halde fidanın artan bütün ağırlığı, artık tahta biçimine dönüşmüş olan sudan gelmeliydi. Van Helmont’un düşüncesine göre, ağaçla yaptığı bu deney canlıcı doğa felsefesine çok güzel bir biçikmde uymaktaydıSu-yani madde- tohumlanmak ve canlanmak için erkek tohumuna ya da yaşamsal ilkeye gereksinme duyan dişi ilkeyi temsil ediyordu. Van Helmont, sözünü bizim bugün organik dediğimiz maddelerle sınırlamaksızın doğada “suyu çocuğa gebe bırakmadan” hiçbir bireysel nesne üretilemeyeceğini ileri sürüyordu. Kuşkusuz yaşamsal ya da tohumsal ilke her bir varlığın kesinleşecek özünü, ne olduğunun ve ne yaptığının gerçek kaynağını oluşturuyordu. Ona göre bu ilke “Baş usta” nın suretiydi ve u suret ne yapması gerektiğinin bilincinde olduğu gibi, kendini üretme gününe de sahipti. Yaşamsal ilke “kendisini halihazırda cisimsel elbiselere bürümüştü” ve maddeyi suretin kalıbına dökerek canlandıracağı cismi yaratmaktaydı. Van Helmont için canlı bir dünyadaki gerçek etki modelini temsil eden manyetik çekim anormal görünmekten çok uzaktı. “Her yere ekilmiş olan ve nesnelere mahsus bir manyetizma ve Etkin Marifet vardır.” diyordu van Helmont. Herşey bir sezgiyle donatılmıştı ki bununla cisimler kendilerine benzeyen ve benzemeyen cisimleri-sempati ve antipatilerle-algılayabiliyorlardı.Van Helmont’un gözde konularından birisi de yaraya değil de, yaralayan silaha uygulanarak yaraları iyileştiren sempatik merkezdi. Öldürülen adamın kanının akmasına katilin bedene yaklaşmasının neden olduğunu da benzer bir ilkeyle açıklıyordu. Buna göre kandaki ruh ölümcül düşmanını farkedince, kaynamaya başlıyor ve böylece kan akıyordu. Helmont, doktrinini maddeciliğini bilinçli bir reddi ve ruhun asıllığının bir delili olarak görüyordu. Aristoteles felsefesinde, kendi çarpıcı deyimiyle maddeni iştahına doğada aktif bir rol verilmişti. Helmont ise tam tersine maddesel dünyanın “her bakımdan, maddesel olmayan ve görünemeyen güçlerce yönetildiğini ve zaptedildiğini” iddia ediyordu. İnsan, doğa gerçekliğini oluşturan yaşamsal ilkelerle ilgili bilgiyi nasıl edinebilirdi? Kuşkusuz, akıl yürütmenin dolambaçlı yetileriyle değil. Zira bunlar insanı her zaman yanıltırdı. Van Helmont, “mantığın” yararlanılamaz olduğunu ve “ondokuz çıkarımın” bilgiye ulaşamayacağını ilan ediyordu. Yüzeyde kalan akıl yürütme yerine, tek başına anlayış, nesnelerdeki doğruyu bulmaya daha uygundu. Akıl derine yönelmeli ve anlayış kendisini “akılla kavranabilir nesnelerin biçimine öyle bir zaman noktasında” dönüştürmeli ki, “bir an çin anlayış, akılla kavranabilir nesnenin kendisi (gibi) olsun” diyordu. Nesneler “bizimle söze başvurmadan konuşuyor gibi görünüyorlar ve anlayış onları sanki teşrih masasına yatırmışçasına, suskunlukların içine işliyor”. Gerçeği hemen sezişiyle anlayış, nesneleri olduğu gibi kavrayabilir, nesnelerin işleyişlerini çözebilirdi. Rönesans naturalizmi geleneğinde bugün sahip olduğumuz bilimsel bilgi idealinden bütünüyle değişik bir ideal ile karşı karşıya kalırız. Bu, bilgisi doğanın gizemli güçlerinden oluşan bilim adamı Faust’un idealidir. “Sihir sözcüğünden niye bu kadar korkuyoruz?” (diye soruyordu van Helmont) “Bütün etkilerin sihirli olduğuna, hiçbir nesnenin kendi biçiminin ‘fantazisinden’ kaynaklanmayan, yani ‘sihirli’ olmayan bir etkileme ‘gücü’ olmadığını görüyoruz. Ancak, sıradan nesneler için bu ‘fantazi’ ‘tekdüze’ ve sınırlı ‘özelliklere’ sahip olduğundan ‘etki’, farkında olmadan o nesnenin ‘fantazisine’ değil onun doğal ‘özelliğine’ atfedilmiştir. Gerçek nedenlerin bilinmemesi yüzünden ‘etki’, ‘neden’ yerine konulmuştur. Her etmen kendi özel nesnesine etki yapar. Yani o ‘nesneyi’ önceden algılayarak etkinliğini gelişigüzel değil, ‘yalnızca’ o nesne üzerine yayar. Bir başka deyişle fantezi nesnenin duyumlanmasından sonra harekete geçer. İdeal bir ‘varlığı’, pasif bir ‘varlığın’ ışığı ile birleştirerek yayar. Doğal nesnelerin sihirli etkisi, işte budur. Gerçekten doğa her yönüyle bir sihirdir.” Descartes buna şöyle yanıt veriyordu: “ Bizden daha üst düzeyde olan şeylere, aynı düzeyde olduklarımızdan daha çok hayranlık duyarız. Bulutları, bazı dağların zirvelerinden biraz daha yukarda oldukları halde,-onlara bakmak için gözümüzü göklere çevirmek zorunda olduğumuzdan-öyle yükseklerde hayal ederiz ki, ozan ve ressamlar bulutların içinde Tanrı’nın tahtını görürler. Öyle sanıyorum ki, eğer bu incelemede bulutların doğasını, onlarda gördüğümüz ya da onlardan gelen hiçbir şeye artık hayran olmayacağımız kadar ii bir biçimde açıklayabilirsem, yerden yukarılarda olan ve hayranlık uyandıran her şeyin nedeninin de benzer şekilde açıklanabileceğine inanmaya herkes hazır olacaktır.” 17. yüzyılda, Descartes yükselen doğal felsefe okulu adına konuşurken, van Helmont kaybolmakta olan bir geleneğin son yankılarından birini temsil ediyordu. Rönesans natüralizmi, doğanın insan aklının hiçbir zaman içine nüfuz edemeyeceği bir sır olduğu inancına dayanıyordu. Descartes’in sezgi yoluyla araştırma yöntemini terketmeye çağıran sözleri, aynı zamanda da doğanın, çözülemez gizler taşımadığı ve akıl için bilinen bir yapıya sahip olduğu inancını ifade etmekteydi.17. yüzyıl, işte bu temel üzerine kendi doğa kavramını, yani mekanikçi felsefeyi kurdu. Mekanikçi felsefe, tek bir kişinin eseri değildir. 17. yüzyılın ilk yarısında Batı Avrupa bilimsel çevrelerinde Rönesans natüralizmine karşı bir tepki olarak, mekanikçi bir doğa kavramına doğru kendiliğinden oluşmuş gibi görünen bir hareket gözleyebiliriz. Galileo ve Kepler’de ilk belrtilerini ortaya koyan bu hareket, tüm boyutlarına-daha az ünlü filozofları saymazsak- Mersenne, Gassendi ve Hobbs’un ürünlerinde ulaştı. Yine de mekanikçi bir doğa felsefesinin oluşmasındaki gerçek etkinin sahibi Rene Descartes’dır (1596-1650). Descartes bütün aşırılıklarına karşın, mekanikçi anlayışa-şiddetle gereksinme duyduğu-felsefi bir kesinlik kazandırmıştır. Descartes ünlü “ikicilik” kavramında biçimlendirdiği metafizik doğrulamalarıyla, Rönesans natüralizmine karşı tepki oluşmasını sağladı. Bütün gerçekliklerin iki tözden (cevherden) oluştuğunu öne sürdü. Ruh diyebileceğimiz şey düşünme eylemi ile nitelendirilebilen bir töz; maddesel alem ise özün uzayda kapladığı yer olan tözdü. Descartes, res cogitans ve res extensa’yı birbirinden mutlak olarak ayrı ve uzak iki kavram olarak tanımladı. Düşünen töze maddeyi nitelendiren hiçbir özellik-hacim, yer,hareket-yüklenemezdi. Düşünme zihinsel etkinliğini sahip olduğu çeşitli tarzları kapsamaktaydı ve tek başına onun özelliğiydi Doğa bilimleri açısından bu ikiye ayırmanın en önemli sonucu, bütün psişik niteliklerin, katı bir biçimde madde dünyasının dışında bırakılmasıdır. Gilbert’in sözünü ettiği dünyanın manyetik ruhuna Descartes’in fiziksel dünyasında yer yoktu. Bu dünyada van Helmont’un aktif ilkelerine de yer yoktu. Descartes’in ruh alemini nitelendirmek için kullandığı aktif ayrdıcı fiil cogitans ile karşılaştırıldığında pasif yardımcı fiil extensa fiziksel doğanın eylemsizliğini ve kendine ait bir eylem kaynağı olmaktan yoksunluğunu vurgulamaya yarar. Rönesans naturalizminde düşünce- madde ve ruh- beden ayrı nicelikler olarak düşünülmezlerdi; her bir cisimdeki en son gerçeklik düşünce ile ruhun niteliklerini hiç değilse bir ölçüye kadar paylaşan, cismin aktif ilkeleriydi. Aristoteles4in “biçim” ilkesi, benzer bir rolü daha incelikli bir doğa felsefesinde oynamıştı. Descartesin ortaya koyduğu ikicilik kavramı ise tam tersine, ruhsal her izi maddesel doğadan bir cerrah titizliği ile kazıyarak ruhu sadece eylemsiz madde parçalarının duygusuz darbelerine açık cansız bir alem haline getirmek oldu. “İkicilik” şaşırtıcı, ancak modern bilimin amaçlarıyla kesişmesi bakımından dikkate değer bir doğa kavramıydı. Descartes’in metafiziğinde tüm katılığı ile çok az kişi sahip çıktı; ancak yüzyılın ikini yarısının hemen bütün önemli bilim adamları madde ve ruh ikiciliğini kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kabul etti. Modern bilimin fiziksel doğası artık doğmuştu. (Modern Bilimin Oluşumu,TÜBİTAK y, s: 28-36)

-atominsan.com-


Benzer Konular

14 Nisan 2017 / asla_asla_deme Akademik
22 Eylül 2008 / GusinapsE Akademik
21 Kasım 2009 / UnknowN Tiyatro tr
5 Eylül 2016 / ener Sanat tr
26 Temmuz 2008 / TiglonBoYs Tiyatro tr