Arama

Biyolojinin Tarihçesi

Güncelleme: 18 Ocak 2012 Gösterim: 21.361 Cevap: 5
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
4 Ekim 2006       Mesaj #1
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi
Ortaçağ

Sponsorlu Bağlantılar
Ortaçağ İslâm Dünyası'ndaki biyoloji araştırmalarını, bitkibilim ve hayvanbilim çerçevesinde değerlendirilecek olunursa, bu alanların daha çok Aristoteles ve Dioscorides gibi Yunan bilginleri tarafından derlenmiş olan bilgi birikimine dayandırılmış olduğunu söylenebilir. Ancak, bu birikime Müslüman araştırmacıların yaşamış oldukları çevreden edindikleri bilgilerle kişisel gözlemleri de eklemek gerekir.

Erken tarihli biyoloji yapıtları, genellikle ansiklopedik bir nitelik taşır. Bunlarda, bitkilerle ve hayvanlarla ilgili yüzeysel gözlemlerin yanı sıra, hikayelere ve hadislere de yer verilmiştir. İncelenen bitkiler, daha çok tıbbî bitkilerdir. Hayvanlara ilişkin açıklamaların ise, özellikle at, deve ve koyun gibi gündelik yaşantıyı doğrudan doğruya etkileyen canlılar üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir.

Bitkibilimle ilgilenenler genellikle doktorlardır; bunlar tedavi sırasında daha çok bitkilerden yapılan ilaçlar kullanılmaktadır. Hayvan türlerinden ve onların yararlarından ve zararlarından söz eden hayvanbilim ise, Aristoteles tarafından kurulmuş ve Ortaçağ İslâm Dünyası'nda özellikle Câhiz ile Demirî'nin yapıtları sayesinde tanınmıştır.

Ancak Müslüman hayvanbilimcilerin, Yunanlıların bilimsel birikiminden yeterince yararlandıklarını ve hayvanbilimi, mesela bir coğrafya veya bir tıp ölçüsünde geliştirdiklerini söylemek olanaklı değildir.

İslâm ülkelerinin zengin bir hayvan örtüsü ile kaplı olduğu, Aristoteles'in Hayvanların Tarihi'nin daha 8. yüzyılın sonlarında Arapça'ya tercüme edildiği ve İslâm Hukuku'nun hayvanlara büyük bir ilgi gösterdiği hesaba katıldığında, Müslüman düşünür ve bilginlerin hayvanbilim alanındaki bilimsel kayıtsızlıklarını anlamak oldukça güçtür.

Yeniçağ


Bu dönemde geliştirilen mikroskop aracılığı ile Malpighi, Leewenhook ve Swammerdan gibi bilim adamları, değişik canlı yapılar üzerinde araştırmalar yapmış ve böylece Hücre Kuramı'nın kurulmasını sağlamışlardır. Ayrıca, Willis, Hooke ve Mayow yapmış oldukları çalışmalar sırasında canlı ve cansız yapıların çok küçük parçacıklardan oluştuğunu ve temel yapılarının benzer olması dolayısıyla işlevlerinin de birbirine benzemesi gerektiğini düşünmüşlerdir.

Yakınçağ

Bu dönemde doğa bilimlerinden botanik ve zooloji alanlarındaki çalışmalar gelişmiş ve özellikle Darwin'in dedesi Erasmus Darwin ve Lamarck'ın yapmış olduğu araştırmalar sonucunda, yeni bitki ve hayvan türlerinin oluşumunu açıklamaya yönelik Evrim Kuramı'nın temelleri atılmıştır.

Bu dönemde hücrenin yapısı ve işlevlerine ilişkin çalışmalar biyolojiyi büyük ölçüde etkilemiştir. Bunun yanı sıra genetik alanında çok önemli adımlar atılmış ve özellikle son dönemde yapılan araştırmalarla klonlama yöntemine götüren yol açılmıştır. Ayrıca kimyaya dayanan hormon çalışmaları, tarım alanındaki verimi arttırmış ve canlıların kökeni ve evrimiyle ilgili araştırmalar, yeni bilimsel bulgularla güç kazanmıştır.

gamze68 - avatarı
gamze68
Ziyaretçi
19 Mart 2007       Mesaj #2
gamze68 - avatarı
Ziyaretçi
Mikrobiyolojinin Tarihçesi

Sponsorlu Bağlantılar
01. İlk Çağlarda İlk insanlar, hayatın başlangıcı, doğa, doğal olaylar (yağmur, kar, dolu, şimşek, yıldırım, gök gürültüsü, zelzele, su taşkınları, vs.), ay, dünya, yıldızlar, güneş, bulaşıcı hastalıklar ve ölüm gibi kavramlar üzerinde fazlaca durmuşlar, içinde bulunduğu veya yakın ilişkide oldukları toplumların törelerine göre bazı izahlar ve yorumlar yapmışlar ve bunlara inanmışlardır. Çözümleyemedikleri konularda, bunları, insan veya doğa üstü kuvvetlere, ilâhlara, cinlere ve şeytanlara veya mucizelere bağlamışlardır. Hastalıklar ve ölümlerin, tanrılar veya insan üstü güçler tarafından, yeryüzündeki kötü kişilere ceza olarak gönderildiğine inanmışlar ve bu inançlarını da yüzyıllar boyu devam ettirmişlerdir. Kötülüklerden ve kötü ruhlardan kurtulmak için, bu insan üstü kuvvetlere tapılması, adak verilmesi korku ve saygı duyulması ve dua edilmesi, o devirlere ait dinsel kişiler tarafından sıkı bir şekilde öğütlenirdi.Bu amaçları gerçekleştirmek için, özel yerler, tapınaklar yapıldığı gibi, tanrıların gazabından korunmak için de çeşitli hayvanların yanı sıra bazen insanlar da kurban edilirdi.

Yapılan arkeolojik kazılarda, kaya tabakaları arasında bakteri fosillerine benzeyen oluşumlara rastlandığı ve bunların milyonlarca yıl öncesine ait olduğu bildirilmiştir. Hatta, kömür tabakaları içinde bakteri fosillerinin bulunduğu Renault tarafından da iddia edilmiştir. Permian tabakalarında rastlanılan dinozorların hastalıklı kemiklerinin bakteriler tarafından meydana getirilmiş olacağına kuvvetle bakılmaktadır. Dinozorlardan ayrı olarak, mağara ayıları ve diğer hayvanların fosillerindeki kemik bozuklukları ve eosen devrine ait üç tırnaklı atlarda tesadüf edilen diş çürüklerinin de mikrobial orijinli olabilecekleri ileri sürülmüştür.

Milattan Önce 8000-7000 yılları arasında Mezopotamya bölgesinde yaşayan insanların hastalıklar, ölümler ve bunların nedenleri hakkındaki bilgi ve görüşleri yok denecek kadar azdı. Bunların, insan üstü kuvvetler tarafından oluşturulduklarına inanıyorlar, bunlardan korkuyorlar ve bu duygularını da saygı ve tapınma tarzında gösteriyorlardı. Zamanla, halk, bazı bitki ve hayvanların zehirleyici nitelikte olduklarını ve bir kısım bitkilerin de bazı hastalıklara iyi geldiğini öğrenmiş ve böylece, yenecek veya yenmeyecek, bitki ve meyveleri belirlemişler ve hastalıkların sağaltımında kullanılacak olanları da saptamışlardır. İlkel yaşantının hüküm sürdüğü bu dönemde hayata, doğaya ve doğal olaylara insan üstü kuvvetlerin hakim olduğuna inanılırdı.

Eski Mısırlılar döneminde (MÖ. 3400-2450), yağmur sularını toplamak ve lağım sularını akıtmak için kanallar, arklar ve borular yapılmıştır. Eski krallık devresinde başlayan bu tür çalışmalara yeni krallıklar döneminde de (MÖ. 1580-1200) devam edildiğine rastlanılmaktadır. Bu tarihlerde bazı sağlık kurallarının konulduğu ve bunlara titizlikle uyulduğu papirüslerden anlaşılmaktadır. En eski papirüs olan Kuhn papirüs 'ünde (MÖ. 1900) köpeklerdeki paraziter hastalıklardan ve muhtemelen, sığırlardaki sığır vebasından bahsedilmektedir. Bunların sağaltımı için hayvanların kendi hallerine bırakılması ve tütsü edilmeleri önerilmektedir. Smith papirüs 'ünde (MÖ.1700) yaraların sağaltımında taze etin, ve hemorajilerde koterizasyonun kullanılabileceğine dair bilgiler bulunmaktadır. Bu papirus, o devirlere ait bazı önemli tıbbi bilgiler de vermektedir. Ebers papirüs 'ünde (MÖ. 1550), hastalıkların esas nedenlerinin şeytanlar olduğu ve hastalıkların ancak sihir ve dualarla giderilebileceği belirtilmektedir. Bazı hastalıkların tedavisinde sinek ve timsah pisliklerinin ve farelerin yararlı olacağına da inanılıyordu. Hayat soluğunun da sağ kulaktan çıktığı zannediliyordu. Heredot 'un eserlerinde, Mısırlıların tuzu antiseptik olarak kullandıkları belirtilmektedir. Elliot Smith tarafından bulunan ve MÖ. 1000 yılına ait olduğu sanılan mumyalarda spinal tüberkulozise rastlandığı açıklanmıştır.

Eski Yunanlılar dönemi MÖ. 3400 yıllarına kadar uzanmaktadır. Ancak, bu periyoda ait bilgiler pek yeterli değildir. MÖ. 1850-1400 yıllarında bazı sağlık kurallarının konulduğu, ventilasyona dikkat edildiği, ark ve kanalların açıldığı, mabetlerin ve yerleşim yerlerinin kaynak su ve ağaçlık yerlerde kurulmasına özen gösterildiği anlaşılmaktadır. Tababet ve tedavinin kurucusu veya babası sayılan Hipokrat (Hippocrates, MÖ. 460-377), halk sağlığı ve hastalıkları konusunda 7 cilt kitap yazmış ve bunlarda sıtma, lekeli humma, çiçek, veba, sara ve akciğer veremine ait bilgilere yer vermiştir. Tıp alanına deneysel yöntem, gözlem ve araştırma prensiplerini getirmiş olan Hipokrat, hastalıkları vücüdun vital sıvılarındaki bozukluklara bağlamış ve hastalıkları akut, kronik, epidemik ve endemik olarak sınıflandırmıştır. Ayrıca, yaraların sağaltımında kaynatılmış su ile irrigasyonu, operatörlerinin ellerini ve tırnaklarını temizlemelerini, yaraların etrafına bazı ilaçların sürülmesi gerektiğini de vurgulamıştır. Bilgin, hastalıkların topraktan çıkan fena hava ile su, yıldız, rüzgarların yönü ve mevsimlerin etkisiyle oluştuğuna da inanmıştır (miasmatik teori). Hipokrat, aynı zamanda, 4 element (ateş, hava, su, toprak), 4 kalite (sıcak, soğuk, nem, kuru) ve vücudun 4 sıvısı (kan, mukus, sarı safra, siyah safra) üzerinde de bilgiler vermiş, bunları ve birbirleri ile olan ilişkilerini açıklayan görüşler getirmiştir. Senenin çeşitli mevsimlerinde ısının ve nemin değişmesinin hastalıkların çıkışında önemli rol oynadığını da savunmuştur. Aristo (Aristoteles, MÖ. 384-322), veba, lepra, verem, trahom ve uyuz hastalıkları ve bunların bulaşma tarzları hakkında bazı açıklayıcı bilgiler vermiştir. Ayrıca, temasla bulaşmaya da dikkati çekmiş ve vebalı hastaların soluk havasının bulaşıcı olduğunu da belirtmiştir. Empedokles (Empedocles, MÖ. 450-?), Sicilya'da bataklıkların kurutulmasının malaryayı kontrol altına alacağına değinmiş ve malarya ile bataklıklar arasında bir ilişkinin varlığını gözlemiştir. Aristofan (Aristophanes, MÖ. 422-385) malarya ve bulaşması hakkında bilgiler vermiştir. Zamanla, miasmatik görüş ve düşünüş, yerini vücuttaki doğal delikler (porlar) teorisine bırakmıştır. Bunun taraftarları arasında, Eskülap (Esclepiades, MÖ. 124), Temison (Themison, MÖ. 143-23) ve Tesalus, (Thesallus, MS. 60) gibi düşünürler bulunmaktadır. Bu bilginler arasında da bazı farklı görüşlerin olmasına karşın, genelde birleştikleri ortak nokta, vücudun doğal delikleri arasındaki uyumun değişmesinin hastalık ve ölümlerin nedeni olacağıdır. Galen (Gallenos, MS. 120-200), hastalıkların nedenleri hakkında daha ziyade, miasmatik görüşe katılmış ve desteklemiştir. Bilgin, Hipokrat 'ın 4 sıvı teorisini kabul etmekte, sıvıların azalması veya artmasını hastalıkların nedeni olarak göstermekteydi. Galen, gözlemlerine göre, şahısları 4 gruba (kanlı, flegmatik, safralı ve melankolik) ayırmıştır. Galen, aynı zamanda, kan almanın bazı hastalıkların sağaltımı için yararlı olacağını da düşünmüştür.

Anadolu'da büyük bir imparatorluk kuran Hititler (Etiler, MÖ. 2000) hastalıkların ilahi kuvvetler tarafından oluşturulduğuna inanırlardı.

Romalılar döneminde, su ve lağım kanallarının yapıldığı, temiz gıda ve içme suyuna önem verildiği anlaşılmaktadır.

Eski İbraniler (MÖ. 1500), Babilliler’in hastalıkların nedenleri ve ölümler hakkındaki görüşlerini, genellikle, benimsemişlerdi. Bu dönemde, hastalıklardan korunmak için bazı kuralların konulduğu ve adli tıbba ait de bazı esasların saptandığı açıklanmaktadır. Ancak, İbraniler arasında, hastalıkların günahkâr insanlara, ilâhi kuvvetler tarafından gönderildiği görüşü yaygındı. Liviticus 'un kitabında, doğumdan sonra kadınların çok iyi temizlenmeleri gerektiğine, menstrasyon hijyenine, bulaşıcı hastalıklardan korunmaya, temiz olmayan eşyalara dokunmamaya, izolasyon ve dezenfeksiyonun bazı hastalıkların (veba, uyuz, antraks, sara, trahom, verem, frengi) kontrolünde gerekli olduğuna dair bazı açıklamalar bulunmaktadır. Bu dönemde, difteri, lepra, gonore ve diare bilinmekteydi. Musa peygamber (MÖ. 1300), zamanında bazı sağlık kuralları konulmuşsa da, bunlara sonradan uyulmamıştır. Bu dönemde, özellikle, gıda hijyenine önem verilmiş, domuz eti, ölmüş hayvanın eti, deniz kabuklu hayvanların eti, kan ve yağın yenmemesi öğütlenmiştir.

Hindular (MÖ. 1500) döneminde, Sanskrit'ler de, hastalıkların nedenleri olarak şeytanlar, cinler ve büyücüler gösterilmektedir. Büyük kral Asoka (MÖ. 269-232) zamanında hayvan hastanelerinin kurulduğu ve tarihi yazılarda tedavi ile ilişkili bazı bilgilerin bulunduğu açıklanmıştır. Hindistan ve Seylan'da MS. 368'de, hastanelerin kurulduğu belirtilmektedir. Sustrata (MS. 500) doğal ve doğa üstü olarak 120 hastalık bildirilmiştir. Bu dönemde, malaryanın sinekler tarafından bulaştırıldığı bilinmekte ve farelerin de vebadan öldüklerinde evlerin terk edilmesi gereğine dikkat çekilmektedir. Sustrata, bunların yanısıra, çocuk bakım ve hijyenine ait bilgiler de vermektedir. Sacteya adlı sanskritte de insanları çiçeğe karşı aşılamada kullanılan yöntemler bildirilmektedir.

Eski Çin Medeniyeti (MÖ. 3000-2000) döneminde yazılan "Materia Medika" adlı kitapta kan dolaşımına ait bilgiler verilmekte, dolaşımın kanın kontrolünde yapıldığı, kanın sürekli ve günde bir defa dolaştığı bildirilmektedir. Ayrıca, kitapta, akupunktur ve nabız hakkında da bazı bilgilere yer verilmiştir. Bu dönemde, Çin'de frengi, gonore ve çiçek hastalıkları bilinmekte ve bunlara karşı bazı önlemlerin de alınmakta olduğu belirtilmektedir. Milattan Sonra 2. asırda haşhaşın ağrı kesici olarak kullanıldığı da zannedilmektedir. Wong Too (MS. 752), insan ve hayvanlarda rastlanılan hastalıklar ve bunların sağaltım yöntemlerini "Dış Alemlerin Sırları" adlı eserinde 40 bölümlük bir yazıda toplamıştır. Konfüçyüs (MÖ. 571-479) döneminde kuduzun tanındığı ve bazı önlemlerin alındığı bilinmektedir. Eski Çin döneminde, hastalıkların nedeni olarak, erkek ve olumsuz unsur olan Yang ile dişi ve olumlu öğe olan Yu 'nun arasındaki düzenin bozulmasına bağlanmaktadır.

Milattan önceki dönemlere ait olan Eski Japonya'da, hastalıkların ilahi kuvvetler tarafından insanlara ve hayvanlara gönderildiğine inanılır ve bazı sağlık kurallarına da dikkat edilirdi.

Eski İran'da, hastalıkların nedenleri ilahi ve büyüsel kuvvetlere bağlanmaktadır.Zerdüşt dinini temsil eden Avesta adlı kitapta hastalıklara, hekimlere ve sağlık kurallarına ait bölümler bulunmaktadır. İyilik tanrısı olan Ahura Mazda ve karanlıkların ruhu (şeytan) Ahirman kabul edilir ve bunlara saygı gösterilir ve dualar edilirdi.

Babil döneminde (MÖ. 768-626), sağlık kurallarına dikkat edildiği, hastalıkları önlemek ve sağaltmak için bazı ilaçların kullanıldığı, bu konulara değinen 800'den fazla tabletten anlaşılmaktadır. Hastaları tedavide, ayin ve dualar edilir ve büyüler kullanılırdı. Zincir vurmak ve kamçılamak da dahil olmak üzere, insanların içindeki şeytan ve kötü ruhları çıkarmak ve atmak için 50'ye yakın çare belirtilmekteydi. Hastalanan şahısların cinlere ve şeytanlara yakalanması tarzında düşünülürdü. Bu dönemde, lepranın bilindiği, bulaşıcı olduğu ve hasta kişilerin ayrılması gerektiğine de inanılırdı.

Milattan önceki Türklerde, insan ve hayvanlardaki hastalıklara ve jeolojik ve meteorolojik olaylar ile fena ruhların (Erklik) yol açtığına inanılırdı. İyi ruhlar ise insan ve hayvanları korurlardı. Ülgen en büyük tanrıyı, Erklik de kötülükleri temsil ederdi. Şamanlar, kötü ruhların yaptıkları fenalıkları ve hastalıkları önlerlerdi. Ruhlara inanma temeli üzerine kurulan Şamanizm'de şamanlar (ruhlarla ilişki kurabilen dinsel kişiler), hastaları iyi etmek için çeşitli dualar okur, danslar yapar ve eşyaları ateşten geçirirlerdi.

Müslümanlık döneminde, insan ve hayvan hastalıkları hakkında bir çok yazılar yazılmış ve gözlemler yapılmıştır. İlk hastanenin Şam'da MS. 707'de kurulmuş olduğu açıklanmıştır. Bağdat'da yaşamış olan Ebubekir Mehmet bin Zekeria El Razi (MS. 854-925), yazdığı "Tıp Ansiklopedisi'nde" çiçek ile kızamık hastalıklarını tanımlamış ve bulaşıcı hastalıkların fermentasyona benzediğini bildirmiştir. Buharalı İbni Sina (Avicenna, MS. 980-1038), bulaşıcı hastalıkların gözle görülmeyen kurtçuklardan ileri geldiğini ve korunmak için temizliğin önemli olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca, yazdığı kitaplarda, bazı hastalıkları da (plörizi, verem, deri ve zührevi hastalıklar) tanımlamış ve korunmak için de bazı ilaç adlarını vermiştir. Abu Marvan İbn Zuhr (MS. 1094-1162), tıp konusunda 6 cilt kitap yazmış ve birçok hastalıkları da (mediastinal tümor, perikarditis, tüberkulozis, uyuz, vs.) tarif etmiştir. Ak Şemsettin (MS. 1453), kitabında malaryanın aynı bir bitki tohumu gibi, görülmeyen bir etkeni olduğunu ve vücuda girdikten sonra ürediğini açıklamıştır.
02. Orta Çağda
Orta Çağ döneminde de Hipokrat ve Galen'in görüşleri kabul görmüş ve fazlaca taraftar toplamıştır. Roger ve Roland (11. ve 12.asırlar arasında) Salorno'da kurulan ilk bağımsız medikal okulda çalışmışlar, kanseri tanımlamışlar, paraziter hastalıklarda cıvalı bileşikleri kullanmışlar ve irinin yaranın içinde meydana geldiğini bildirmişlerdir. Orta Çağ döneminde, veba, lepra, erisipel, kolera, terleme hastalığı (muhtemelen influenza) ve frengi gibi hastalıklar oldukça fazla yaygındı. Milyondan fazla insanın bu hastalıklardan öldüğü açıklanmıştır. Venetian Hükümeti, infekte gemileri limanlara sokmamak için bazı karantina önlemleri almış ve bir halk sağlığı örgütü kurmuştur (1348). Boccacio (1313-1375), yazdığı Dekameron (decameron) adlı eserinde, öldürücü ve yaygın olan vebanın bulaşması hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Bu dönemde, sirke antiseptik olarak tavsiye ediliyordu.

03. Rönesans Döneminde
Rönesans Döneminde (1453-1600), bilimde ve özellikle tıp alanında yeni gelişmeler meydana gelmiştir. Hastalıkların nedenleri olarak gösterilen ilahi ve insanüstü kuvvetlere inanışa ve miasmatik görüşlere karşı çıkılmaya başlandı. Deneylere, gözlemlere ve bu tarzdaki araştırmalara önem verildi. Paracelcus (1493-1541), hastalıkları 5 esas nedene (kozmik, gıdalardaki zehirler, ay ve yıldızlar tarafından kontrol edilen doğal olaylar, ruh ve şeytanlar, ilahi nedenler) bağlamıştır. Çiçek, tifo, kızamık gibi hastalıklar 1493-1553 yılları arasında oldukça yaygın ve öldürücü seyretmekteydi. Fracastorius (1478-1553), yayımlandığı kitabında (1546), bulaşıcı hastalıkların jermler (Seminaria morbi) tarafından sağlamlara nakledildiği, bulaşmada direkt temas, hastaların eşyası ve havanın önemli olduğu üzerinde durmuştur. Böylece, ilk defa jerm teorisi ortaya atılmış ve bulaşmada da canlı varlıkların (Contagium vivum) rol alabileceği düşünülmüştür. Fracastorius, ayrıca, veba, frengi, tifo ve hayvanlardaki şap hastalığı üzerinde de bazı çalışmalar yapmıştır. Bir şahısdan diğerine geçen hastalıkların, o şahısda da aynı veya benzer hastalık tablosu oluşturduğu, Fracastorius'un gözlemleri arasında yer almaktadır. Von Plenciz (1762), Fracastorius'un görüşlerini benimseyerek, hastalıkların gözle görülemeyen küçük canlılar aracılığı ile bulaşabileceğini ileri sürmüştür.

04. Mikroskobun Geliştirilmesi
Mikroskopların temelini oluşturan ilk basit büyütecin Roger Bacon (1214-1294) tarafından yapıldığı ve bazı objelerin incelendiği bilinmektedir. Hollandalı bir gözlükçü olan Zacharias Janssen 1590 yılında, iki mercekten oluşan basit bir büyüteç yaparak, bazı objeleri 50x ve 100x büyütebilmiştir. Cornelius Drebbel ve Hans'ın da, 1590-1610 yılları arasında benzer tarzda bazı büyütme aletleri geliştirdikleri açıklanmıştır. Galileo Galilei (1564-1642), 1610 yılında, İtalya'da, bir tüp içine yerleştirdiği bir seri mercekle, daha fazla büyütme gücü elde etmiştir. Kepler, 1611'de, iki mercekten oluşan bir büyütme aleti geliştirmiştir. Petrus Borellus (1620-1689), yaptığı büyüteçle uzakları daha iyi görebildiğini açıklamıştır. Robert Hooke (1635-1703) ve Nehemiah Grew geliştirdikleri büyütme aletleri ile (200x) bazı objeleri ve bitkileri incelediklerini açıklamışlardır. Hooke, 1665'de, yayımladığı Micrographia adlı eserinde yüksek organizmaların ve flamentöz mantarların mikroskobik görünümlerini çizmiş ve bunlar hakkında bilgiler vermiştir. Athanasius Kircher (1602-1680), 32 defa büyütebilen aleti yardımı ile vebalı hastaların kanında bazı kurtçukları gördüğünü iddia etmiştir. Histolojinin kurucusu olarak tanınan İtalyan bilgin Marcello Malpighi (1628-1694), basit bir mikroskop yardımı ile akciğer dokusunu incelemiştir. Jan Swanmmerdan 1658'de, alyuvarları mikroskopla incelemiştir. Pierre Borrel (1620-1671), bakterileri görebildiğini iddia etmiştir.

Hollandalı bir tüccar ve amatör bir mercek yapımcısı olan Antony van Leeuwenhoek (1632-1723), 200 defadan fazla büyütebilen ve iki metal arasına yerleştirilmiş bikonveks mercekten oluşan büyütme aleti ile yaptığı çeşitli incelemelerde mikroskobik canlılar dünyasını bulmayı başarmıştır. Bu nedenle kendisine mikrobiyolojinin kurucusu gözü ile bakılmıştır. Yaptığı araştırmalar arasında, kanal ve ark sularında protozoa, bir gece bekletilmiş yağmur sularında bakteri, diş kiri, biber dekoksiyonu, mantar,yaprak, salamander kuyruk kan dolaşımı, seminal sıvı, idrar, gaita, vs., materyaller, esas konusunu oluşturmuştur. İlk bakterileri 1676 yılında görerek, şekil ve hareketlerini izlemiş ve şekillerini çizerek bu konuda hazırladığı 200'den fazla mektubunu Londra'daki "Phylosophical Transaction of the Royal Society" ye göndermiş ve İngilizce olarak yayımlanması sağlanmıştır. Bu mektuplarında, özellikle, diş kiri ve biber infusyonundan yaptığı muayenelerde milyonlarca küçük canlıya (hayvancıklara, animaculate) rastladığını da belirtmiştir. Araştırıcı, aynı zamanda, bakterileri yüksek ısıda tuttuğunda veya sirke ile muamele ettiğinde öldüklerini de belirtmiştir.

Huygens, 1684'de, iki mercekli oküleri geliştirmiştir. Chester Moor Hall ve John Dalland, 1773'de, birbirlerinden bağımsız olarak, dispersiyonu düzelten mercekler geliştirdiklerini açıklamışlardır. J.N. Lieberkühn, 1739'da, A. van Leeuwenhoek'in mikroskobunu daha da geliştirmiştir. Chevalier, 1824'de, mikroskopta birçok mercekleri bir araya getirerek başarılı olarak kullanmıştır. J.J. Lister, 1830'da, modern mikroskobun prensiplerini koymuştur. Ernest Abbe (1840-1905), 1870'de, akromatik objektif ve kondansatörü yapmış ve kullanmıştır. A. Abbe ve Carl Zeiss (1816-1866), apokromatik mercek sistemini bulmuşlardır. Andrew Ross (1798-1853), 1843'de binoküler mikroskobu yapmıştır. J.J. Woodvard, 1883-1884'de, mikroskop yardımı ile fotoğraf çekmeyi, Heimstadt, Carl Reichert (1851-1922) ve Lehmenn, ilk olarak fluoresans mikroskobu yapmayı başarmışlardır. Louis de Broglie elektron mikroskobun esasını bulmuştur. Max Knoll ve Ernst Ruska ilk elektron mikroskubu yapmışlardır (1933).

05. Spontan Generasyon Teorisi (Abiyogenezis)
Uzun yıllar, canlıların kendiliğinden meydana geldikleri görüşü, oldukça fazla bir taraftar bulmuştu. Bunlara göre, canlılar, çamurdan, dekompoze organik materyallerden, sıcak sulardan ve benzer karakterleri gösteren durumlardan orijin almaktadır. Van Helmont (1477-1544), farelerin meydana gelebilmesi için, toprak içeren bir tülbent içine buğday ve biraz da peynir konulduktan sonra ahır veya benzer bir yerde hiç dokunulmadan uygun bir süre bekletilmesinin yeterli olacağını iddia etmiştir. Ayrıca, havada kalmış etlerde kurtçukların oluşması da bu görüş için destek kabul ediliyordu.

Francesco Redi (1626-1697), canlıların bir önceki canlıdan gelmekte olduğu görüşünü savunan ve bunu deneysel olarak gösteren ilk bilim adamıdır. F. Redi, iki kavanoz içine et ve balık koyduktan sonra birinin ağzını sıkıca bağlamış ve diğerini açık bırakmıştır. Deneme sonunda, ağzı kapalı olan kavanozdaki et ve balıkta kurtçukların bulunmadığını, buna karşılık açık olanda ise kurtçukların varlığını göstermiştir. Tülbent üzerinde sinek kurtlarının bulunmasına rağmen içinde olmaması, kurtçukların sinekler tarafından meydana getirildiği görüşünü de doğrulamıştır. Araştırıcı, ayrıca, kurtçuklardan sineklerin meydana gelişini de izlemiştir. Böylece, etin belli bir süre içinde kurtçuklara dönüşü veya etin kurtçuk meydan getirmesi görüşü (spontan generasyon) gölgelenmiş ve reddedilmiştir. Biyolog, şair ve lisancı F. Redi, 105 parazitin tanımını yapmıştır. Bu görüşleri nedeniyle kilisenin zulmüne uğramış, odun yığınları üzerine konulmuş ve kanaatini değiştirmediği için de yakılmıştır.

Louis Joblot (1647-1723), samanı iyice kaynattıktan sonra ikiye ayırarak kavanozlara koymuş, bunlardan birinin ağzını iyice kapatmış diğerini ise açık bırakmıştır. Açık olan kavanozda birkaç gün sonra mikroorganizmaların ürediğini buna karşılık, kapalı olanda ise böyle bir şeyin oluşmadığını gözlemiştir. Böylece, L. Joblot, bir kere ve iyice kaynatılarak her türlü canlıdan arındırılmış bir ortamda, yeniden bir canlının oluşamadığı ve canlıların kendiliğinden meydana gelemeyeceğini ispatlamıştır. Bu da, F. Redi gibi, dekompoze hayvan ve bitki materyallerininin kendiliğinden bir canlı oluşturma yeteneğine sahip olamayacağı görüşünü benimseyerek, abiyogenezis teorisinin olanaksız olduğunu kanıtlamıştır.

John Needham (1713-1781), yaptığı denemede, ısıtılmış ve ağzı kapatılmış et suyu içeren bir kavanozda bir süre sonra canlıların ürediğini gözlemiş ve benzer durumu ısıtılmamış ve ağzı kapalı olan kavanozda da saptamıştır. Bu araştırmasına göre, J. Needham, spontan generasyon görüşüne katılmış ve desteklemiştir. Buna göre, ısıtılarak tahrip edilen mikroorganizmalar sonradan yeniden hayatiyet kazanarak kendiliğinden oluşmuşlardır. Hayvansal dokuların "vejetatif veya vital kuvvetleri" olduklarına ve cansız materyalleri canlı hale getirebileceğine de inanmıştır. Bu görüş, bir natüralist olan Buffon tarafından da doğrulanarak kabul görmüştür.

Lazzaro Spallanzani (1729-1799), yaptığı bir seri deneme sonunda, J. Needham'ın çalışmalarını ve görüşünü reddetmiş ve ısıtmanın yeterli derece ve sürede yapılmadığını ileri sürmüştür. L. Spallanzani, ısıtmanın yeterli derece ve sürede yapıldıktan ve ağızlarının, mantar yerine, ateşle ve hava girmeyecek derecede kapatılması halinde herhangi bir animakulatın meydana gelmeyeceğini açıklamıştır. Needham, bu görüşe karşı olarak, uzun süre kaynatmanın organik maddelerdeki "vejetatif veya vital kuvvetleri" yok edeceğini ve spontan jenerasyon için gerekli olan güçleri ortadan kaldıracağını belirtmiştir. Buna karşı, Spallanzani verdiği yanıtta, aynı süre kaynatılmış et suyu veya saman enfusyonunun ağzı açık bırakılırsa belli bir süre sonra içinde tekrar animakulatların meydana geleceğini belirtmiştir.

Lavoisier, 1775 yılında yaptığı denemelerde havada oksijenin varlığını saptamış ve bunun yaşam için gerekli olduğunu vurgulayarak, spontan jenerasyon teorisinin doğruluğunu iddia etmiştir. Araştırıcı, kaynatmakla şişelerin içindeki oksijenin dışarı çıktığını buna bağlı olarak da et suyu veya saman infusyonunda canlıların oluşmadığını da savunmuştur.

Schulze ve Schwann, Lavoisier'in oksijeni bulmasından yaklaşık 61 yıl sonra, yaptıkları bir seri çalışmada, eğer hava sülfürik asit veya potasyum hidroksit solüsyonundan (Schulze, 1836) veya çok sıcak bir cam tüpten (Schwann, 1837) geçirildikten sonra et suyuna veya saman infusyonuna gelirse herhangi bir mikroorganizmanın üremediğini gözlemlemişlerdir. Ancak, bu denemeye karşı çıkanlar, havanın bu tarz işleme tabi tutulmasının havadaki hayat jermlerinin asitten veya sıcak cam tüpten geçerken tahrip olacaklarını ve böylece abiyogenezis'in oluşamayacağını savunmuşlardır. Schwann, ayrıca oksijenin yalnız olarak, ortamda mikroorganizmaların oluşmalarına veya üremelerine yeterli olamayacağını da açıklamıştır.

Schröder ve von Dush, 1854 ile 1861 yılları arasında, Schulze ve Schwann'ın araştırmalarına bazı yenilikler ilave etmişlerdir. Şöyle ki, bunlar havayı asit veya ısıtılmış tüpten geçirmek yerine, pamuktan geçirerek et suyu veya saman infusyonuna vermişler. Deneme sonunda, ortamda herhangi bir animakulata rastlamadıklarını açıklamışlardır. Bu deneme ile , hem pamuğun mikropları tutabileceğini ve hem de asit veya sıcak havanın animakulat oluşmasına zararlı bir etkisi olmadığını da göstermişlerdir. Ancak, bazıları, havadaki tozlarda bulunan bazı canlıların, havanın asit veya alkaliden veya pamuktan geçirilişi sırasında tutulacağını iddia etmişlerdir. Sonraları, pamukta da mikroorganizmaların bulunabileceği ortaya konulmuştur.

John Tyndall (1820-1893), ön tarafında cam bulunan ağaçtan bir kültür kutusu hazırlamış ve iki yan tarafına camdan küçük pencereler yerleştirmiş ve tozları tutması için de , kutunun iç yüzü gliserinle sıvamıştır. Yandaki küçük camdan gönderilen ışık (ışınları) yardımı ile kutunun içinde tozların bulunmadığı saptanmış ve optikal olarak temiz bulunmuştur. Sonra kutu içindeki tüplere pipetle steril besiyerleri konmuş ve tüpler alttan ısıtılarak steril hale getirilmiştir. Tüpler içindeki besiyerleri oda sıcaklık derecesine kadar ılıtıldıktan sonra besiyerlerinin steril olarak kaldıklarını gözlemlemiştir. Bu denemenin sonucuna göre, toz içermeyen havanın mikropsuz olacağı görüşüne varılmıştır. Tyndall, yaptığı bir seri çalışmada, mikroorganizmaların iki formunun olabileceğine dikkati çekmiştir. Termolabil (vejetatif formlar) ve termostabil (sporlu mikroorganizmalar). Fraksiyone sterilizasyonla sıvıların mikroorganizmalardan arındırılmasının mümkün olabileceğini de saptayarak kendi adı ile anılan Tindalizasyon (Tyndallization, fraksiyone sterilizasyon) yöntemini bulmuştur.

06. Hastalıklarda Jerm Teorisi
Mikroorganizmaların bulunmasından sonra, spontan jenerasyon (abiyogenezis) teorisi, yavaş yavaş yerini, bir canlının diğer canlıdan türeyebileceği (biyogenezis) görüşüne bırakmıştır.

Viyanalı bir doktor olan Marcus Antonius von Plenciz, 1792'de, "Hastalıklarda Jerm Teorisi" adı altında yayımladığı bir eserinde konu üzerinde görüşlerini açıklamış ve her hastalığın kendine özgü görülmeyen bir nedeni olduğuna dikkati çekmiştir.

Louis Pasteur (1822-1895), kuduz, tavuk kolerası ve antraks hastalıkları üzerinde bazı araştırmalar (korunma ve aşılama) yapmış ve ayrıca şarap ve biranın maya hücreleri tarafından fermente edildiğini de (fermentasyon) saptamıştır. Bunların yanı sıra, optimal koşulların dışında üretilmeye çalışılan mikroorganizmalalar da bazı değişmelerin meydana gelebileceğini, özellikle, virülensde oluşan varyasyonların, aşılama ile koruyucu etki göstereceklerini saptamıştır. Pasteur, 1879-1880 yılları arasında, hayvanlardaki antraks hastalığına karşı hazırladığı iki attenüe suşla (Pasteur-1 ve -2) bağışıklık elde etmiş ve koyunları bu hastalıktan korumuştur. Bu çalışmaların yanı sıra, 1885'de, kendi yöntemi ile virüs fiksli tavşan omuriliğini bir desikatöre uygun bir süre (8-14 gün) koyarak kurutmuş ve böylece hazırladığı aşı ile korunmanın mümkün olabileceğini ortaya koymuştur. Bu konu üzerinde de Paris'te bir konferans vermiştir. Fermentasyon üzerindeki çalışmaları sonunda da, Pasteur aşağıdaki esasları ortaya koymuştur:

1) Bira veya şarapta meydana gelen her değişme, bunları fermente eden veya bozan mikroorganizmalar tarafından ileri gelmektedir.
2) Fermente eden etkenler, hava, kullanılan alet ve maddelerden gelmektedirler.
3) Bira veya şarap herhangi bir mikroorganizma içermezse, hiç bir değişikliğe uğramaz.

Pasteur, yaptığı çalışmaların sonucuna göre, kendi adı ile anılan pastörizasyonun esasını da kurmuştur.

Bir İngiliz cerrahı olan Joseph Lister (1827-1912), Pasteur 'ün prensiplerini cerrahiye uygulamıştır. Operasyonlarda dezenfektan bir maddeye (asit fenik) batırılmış sargılar kullanarak infeksiyonun önüne geçmiştir. Böylece, Lister cerrahide, antiseptiklerin önemini ve antisepsinin yerini ortaya koymuştur (1852).

Schoenlein, 1839'da, deri hastalıklarından olan favus ve pamukçuk'un mantarlardan ileri geldiğini saptamıştır.

Edwin Klebs (1834-1913), Löffler ile birlikte difteri hastalığının etkenini izole etmeyi başarmışlardır. Bilim adamı, bunun yanısıra, travmatik infeksiyonlar, malarya ve kurşun yaraları üzerinde de bazı faydalı çalışmalar yapmıştır. Hayvanlarda da, deneysel olarak, ilk tüberkulozis lezyonlarını oluşturmayı başarmıştır.

Karl Joseph Eberth (1835-1926), insanlarda tehlikeli bir hastalık olan tifonun etkenini (Eberthella typhosa) bulmuştur.

Robert Koch (1843-1910), mikroorganizmaları saf üretebilmek için katı besiyerlerini geliştirmiş ve karışık kültürlerden saf kültürler elde etmeyi başarmıştır. Böylece, bakteriyolojiye yeni teknikler getirmiştir. Koch, aynı zamanda, hastalıklar üzerinde de bazı kriterler ortaya koymuştur. Bunlar da "Koch postulatları" olarak bilinmektedir.

1) Hastalıklar spesifik etkenler tarafından oluşturulurlar,
2) Etkenler izole edilmeli ve saf kültürler halinde üretilmelidir,
3) Duyarlı sağlam deneme hayvanlarına verildiklerinde hastalık oluşturabilmeli ve
4) Tekrar saf kültürler halinde üretilebilmelidirler.

Bu 4 görüş uzun yıllar geçerliliğini korumuştur. Koch, mikroorganizmaları anilin boyaları ile boyama yöntemlerini de geliştirmiş ve bakteriyoloji alanında uygulanabilir hale getirmiştir. Antraks hastalığının bulaşma tarzını ve etkeninin sporlu olduğunu da saptayan Koch, 1882'de, tuberkulozis'in etkenini de izole edebilmiş ve sonraları, tuberkulozlu hastaların teşhisinde çok yararlar sağlayan bir biyolojik madde olan "Tüberkülin"i de hazırlamıştır.

Otto Obermeier (1843-1873), 1873' de, Borrelia recurrentis 'i bulmuştur. Karl Weigert (1845-1904) bakterileri boyamada anilin boyalarını kullanmıştır. B. Bang (1848-1932), sığırlarda yavru atımlarına yol açan hastalığın etkenini (Brucella abortus) bulmuştur. Agostino Bassi, 1835' de, ipek böceği hastalığını açıklamış ve bunun kontak ve gıda ile bulaştığını göstermiştir. George Gaffky (1850-1918), tifonun etkenini (E. typhosa) saf kültürler halinde üretmiş ve tifonun etiyolojisini açıklamıştır. John Snow, 1839'da, epidemik koleranın sulardan bulaştığına dikkati çekmiştir. William Welch (1850-1939), 1892'de, gazlı kangrenin etkenini (C. welchii) ve Hansen'de 1874'de, lepra hastalığının etkenini (Hansen basili, M. johnei) tanımlamışlardır. Nicolaier, 1885'de, topraktan tetanoz mikrobunu izole etmiş ve hastalığı hayvanlarda deneysel olarak meydana getirmiştir K. Shige, 1898'de, dizanteri basilini bulmuş M.leprae'nin de kültürü üzerinde çalışmalar yapmıştır. Friedrich Löffler (1852-1915), Koch ile birlikte difteri basilini üretmeye çalışmışlar ve 1884'de saf kültürler halinde üretebilmişlerdir. W. Löffler, 1882'de, domuz erisipel etkenini bulmuştur. David Bruce (1855-1931), malta hummasının, nagana hastalığının ve uyku hastalığının etkenlerini bulmuş ve uyku hastalığının çeçe sineği ile bulaştığını da ortaya koymuştur. Ronald Ross (1857-1923), 1896'da, Plasmodium malaria 'nın yaşam tarzını saptamış ve bunu aydınlatmıştır. Theobald Smith (1859-1934), Texas sığır hummasının kene ile nakledildiğini saptamıştır. Albert Neisser (1885-1916), insanlarda gonore'nin etkeni olan gonokok'ları bulmuştur. Hideye Noguchi (1878-1928), kültür teknikleri ve hayvan zehirleri üzerinde çalışmalar yapmıştır. Treponema pallidum 'u da saf kültürler halinde üretmiştir.

07. Virolojinin Tarihçesi
Bakteriler üzerinde yapılan çalışmalardan sonra, nedenleri saptanamayan bir çok hastalıklar konusunda da yoğun araştırmalar yapılmaya başlanmıştır. Bakterileri geçirmeyen filtrelerin bulunması, bu yöndeki incelemeleri daha kolay hale getirmiştir. Pasteur, Berkefeld ve Chamberland kendi adları ile tanınan ve bakterileri tutan filtreleri yapmayı başarmışlardır. Iwanowski, 1892'de, ilk defa tütün mozaik virusunu bulmuştur. Yine aynı yıllarda, Löffler ve Frosch, sığırlarda önemli hastalıklara yol açan şap virusunun filtreleri geçtiğini saptamışlardır. Nicolle ve Adil Bey, 1899'da, sığır Vebası virusunun filtreleri geçebildiğini açıklamışlardır. Tword, 1915'de, İngiltere'de ve d'Herelle, 1917'de, Fransa'da bakteriyofajları bulmuşlar ve bunların süzgeçleri geçtiklerini göstermişlerdir. W. Reed ve ark.1901'de, insanlarda sarı humma (Yellow fever) hastalığı etkeninin filtreleri geçtiklerini kanıtlamışlardır.

08. İmmunolojinin Tarihçesi
İnsan ve hayvanları hastalıklardan koruma çalışmaları çok öncelere kadar uzanmaktadır. Bu yöndeki ilk adımı, bir İngiliz olan, Edward Jenner (1749-1823) atmıştır. Bağışıklığın kurucusu olarak tanılan araştırıcı, sığır çiçeği alan bir şahsın, insan çiçeğine karşı bağışık olacağını ve hastalanmayacağını göstermiş ve aşılama ile immunitenin elde edilebileceği görüşünü yerleştirmiştir. Pasteur de aynı tarzda, hazırladığı birçok aşılarla (tavuk kolerası, koyun antraksı ve kuduza karşı yaptığı aşılar) ve bunlarla elde ettiği bağışıklık o devir için çok önemli buluşlar arasındadır. Emil Roux ve Alexander Yersen, 1888'de, difteri toksinini bulduktan sonra, Emil Von Behring de difteriye karşı antitoksin elde etmeyi başarmıştır. August Von Wassermann (1886-1925), frenginin teşhisinde Bordet Gengou, fenomenini uygulamış ve kendi adı ile bilinen Wassermann reaksiyonunu ortaya koymuştur. Nuttal, 1888'de, hayvanların kanında B. anthracis için bakterisidal etkiye sahip maddelerin bulunduğunu saptamıştır. Paul Ehrlich (1854-1916) ve Bordet bağışıklığın humoral ve Elie Metschnikoff (1845-1916) da hücresel (fagositoz) yönlerini açıklamış ve bunların önemi üzerinde durmuşlardır. Jules Bordet (1871-1962) ve Gengou ile birlikte komplement fikzasyon reaksiyonunu bildirmişlerdir. Albert Calmette (1868-1933) ve Guerin ile birlikte BCG 'yi hazırlamışlardır. H. Durham ve Max Gruber, 1896'da, mikroorganizmaların spesifik antiserumlar tarafından aglutine olduklarını göstermişlerdir.

09. Mikolojinin Tarihçesi
Mantarların varlığının tanınması çok eski zamanlara (Devonian ve Prekambium) kadar uzanmaktadır.Bitkiler üzerinde mantarların ürediğini ve bazı zararlara neden olduğuna ait ilk bilgileri Vedas (MÖ. 1200) vermektedir.

Romalılar zamanında, depolarda saklanan danelerde ve tahıllarda mantarların ürediğini Pliny (MS. 23-79) bildirmektedir. Yine bu dönemlerde, mantarlara ait bazı resimlerin çizildiği, Pompei'deki kazılardan anlaşılmaktadır. Loncier, çavdar mahmuzunu (Claviceps purpurae mantarının sklerotiumu) tanıyan ve bunun morfolojik özellikleri hakkında bilgi veren kişi olarak tanınmaktadır (1582). Clusius (1526-1609), mantarlar üzerinde araştırmalar yapmış ve elde ettiği bilgileri 28 sayfalık bir monograf içinde yayımlamıştır.

Gaspard Bauhin (1560-1624), mantar üzerinde araştırmalar yapmış ve hazırladığı "Pinax Theatri Botanici" adlı eserinde 100 kadar mantarın özelliklerini bildirmiştir (1623). Marcello Malpighi (1628-1694), Rhizopus, Mucor, Penicillium ve Botrytis gibi bazı mantarlar üzerinde araştırmalar yapmış ve bunlara ilişkin özlü bilgiler vermiştir (1679). Van Sterbeeck (1630-1693), yenilebilen mantarlarla zehirli olanlar arasında ayrımları belirtmeye çalışmış ve bu konudaki görüşlerini yayımlamıştır.

Hooke (1635-1703), mantarlar üzerinde birçok araştırmalar yapmış ve bunları "Micrographia" adlı yapıtında resimleyerek Royal Society 'ye sunmuştur. Araştırıcı, özellikle, iki mantar üzerinde (Phragmidium ve Mucor) incelemeler yapmış, bunların bitki olduklarına ve bitkilerden orijin aldıklarına inanmıştır (1667).

Tournefort (1656-1708), çeşitli mantarlar ve likenler üzerinde incelemeler yaparak bunları, morfolojik ve diğer karakterlerine dayanarak, 6 gruba (1-Fungus, 2-Boletus, 3-Agaricus, 4-Lycoperdon, 5-Coralloides, 6-Tubira) ayırmış ve "Element de Botanique" adlı eserinde yayımlamıştır (1694). Sebastian Vaillant (1669-1750), mantarlar üzerinde ayrıntılı çalışmalar yapmış, bazılarını alfabetik olarak klasifiye etmiş, önemli gördüklerinin de resimlerini çizmiş ve "Botanicon Parisiense" adlı kitabında açıklamıştır (1727).

Antonio Micheli (1679-1737), mantarlar üzerinde yaptığı inceleme ve araştırmaları grup isimlerinden yararlanarak sınıflandırmış (Clavaria, Clathrus, Geaster, Lycoperdon, Phallus, Tuber gibi) ve bunları "Nova Genera Plantarum" adlı eserde yayımlamıştır (1729). Araştırıcının, çizdiği resimler ve verdiği bilgilere dayanarak spesifik identifikasyon yapılabilir. Bu eserin çok değerli olduğu ve mantarların ayrımlarında bazı önemli anahtarları açıkladığı bildirilmektedir. Kendisinin yaptığı özel klasifikasyonda bazı büyük mantarlara özel yer vermiş ve bunları Fungi lamellati (Agaricaceae), Fungi porosi (Polyporaceae) ve Fungi romosi (Clavariaceae) diye 3 gruba ayırmıştır. Botrys ve Rhizopus gibi bazı mantarları da saf kültürler halinde üretmiştir.

Carl Von Linne (Linneaus, 1707-1778), bir botanikçi olan bu araştırıcı, kendi yaptığı klasifikasyon içinde mantarları "Species Plantarum" adlı yapıtında "Cyrptogamia Fungi" sınıfında toplamış ve Agaricus, Boletus, gibi bazı generik isimler de kullanmıştır. (l753). Gleditsch (l7l4-l786), mantarların sporları ve sporulasyon özellikleri üzerinde araştırma ve incelemeler yapmış ve bu karakterlerine göre mantarları 2 ana bölüme ayırmıştır.

Builliard, Discomycetes, Pyrenomycetes, Mucorales ve Mycetozoa 'lar üzerinde araştırmalar yapmış ve bulgularını "Champignon de France" de yayımlamıştır (l79l). Hendrik Persoon (l76l-l836), mantarlara ilişkin incelemelerini, taksonomik bir yapıt olan "Synopsis Methodica Fungorum" da toplamıştır (l80l). Ayrıca kendisinin 3 volum halinde olan, l822 ve l828 yıllarında yayımlanan "Mycologia Europaea" adlı çalışmaları da vardır. Araştırıcı, mantarları 2 sınıf, 6 ordo ve 71 genusa ayırarak bir klasifikasyon yapmıştır.

Schweinitz (l780-l834), Kuzey Amerika'da, North Carolina eyaletinde 3000 ve Pennsylvania'da da l200 mantar toplayarak incelemiş ve bunları "Synopsis Fungorum Carolina Superioris ve Synopsis Fungorum in America Boreali Medico Degantium" adlı yayınlarda açıklamıştır. Elias Fries (1794-1878), bugünkü mantarlar sistematiğinin esasını kurmuş ve İsveç'de de mantar klasifikasyonu ile bir fonun kurulmasında önderlik etmiş olan araştırıcı çalışmalarını "Systema Mycologicum" adlı eserde toplamıştır.

Josef Cordo (l809-l849)' nun, mantarlar üzerindeki çalışmalarını 6 cilt halinde olan "İcones Fungorum Hucusque Cognitorum" adı altında yayımlanmıştır. Anton de Bary (1831-1888), mantarların yaşam dönemleri üzerinde incelemeler yaparak bir çok kapalı noktaları aydınlığa kavuşturmuştur. Mycetozoa 'nın yaşam siklusunu dönemini 1859'da açıklamıştır. Harton Peck (1833-1917) de 2500 tür mantar üzerinde çalışmıştır.

Andrea Saccardo (1845-1920), mantarlar üzerinde 1880 yılına kadar yapılmış inceleme ve araştırmaları, 25 cilt halinde olan ve ilki 1882'de yayımlanan "Sylloge Fungorum" adlı eserde toplamıştır. Son cilt, ölümünden sonra 1931'de yayımlanmıştır. Bu çalışmalarda, 80.000 mantar türü bildirilmiştir.

Tulasne'nin güzel resimlerle süslenmiş olan "Selecta Fungorum Carpologia" adlı eseri 1861-1865 yılları arasında ve 3 cilt halinde basılmıştır. Bunlardan sonra bir çok araştırıcı, mantarlar üzerinde çok değerli çalışmalar yapmış ve bunları sınıflandırmaya çalışmışlardır. Patouillard, Quelet, Cooke (1871-1883), Massee (1892-1895), Bresadola (1927-1932), ayrıca, Engler, Prantl, Rabenhorst, Sydows, Oudemans, Seymour, gibi araştırıcılar da mantarlar üzerinde inceleme ve çalışmalar yapmışlardır.

Mantarlar, bitkilerde olduğu gibi, insan ve hayvanlarda da çeşitli hastalıklara (mycoses) neden olurlar. Mantarların bitkilerde hastalık oluşturduğuna dair birçok yayınlar vardır (Fontana (1767), Prevot (1807), Berkeley (1832), Kühn (1858), de Bary (1866), Hartig (1874), Woronin (1878), Whetzel (1918). Lafar, mayaların endüstride kullanılmaları hakkında, "Technische Mykologie (1904)" adlı yayında bilgi vermiştir.

Balıklarda (sazanlarda) Saprolegnia türü mantarlardan ileri gelen infeksiyonlar hakkındaki bilgilere, 1748 yılında yayımlanan "Transactions of the Royal Society" adlı bilimsel dergide rastlanmaktadır. Richard Owen (1804-1892), Avian Aspergillosis üzerinde çalışmalar yapmış ve bulgularını neşretmiştir (1832). Agostina Bassi (1773-1856), ipek böceklerindeki mantar hastalıkları üzerinde çalışmalar yapmış ve bulgularını bir monografta ayrıntılı olarak açıklamıştır (1837). Berg (1806-1887), insanlardaki Candida albicans infeksiyonları üzerinde araştırmalar yapmış ve bulgularını yayımlamıştır. David Gruby (1810-1898), insanlardaki Dermatophyt infeksiyonları ile ilgilenmiş ve bunlara ait bir rapor düzenlemiştir. Sabouraud (1864-1938), medikal mikoloji üzerinde çok değerli çalışmalar yapmış ve bu konuda da bir kitap yayımlamıştır (1910).

Bugün mantarların çeşitli yönlerini (morfolojik, fizyolojik, biyokimyasal özellikleri ve antijenik yapıları, patojeniteleri epidemiyolojileri ve diğer karakterleri) açıklayan çok değerli araştırmalar yapılmakta ve henüz kesinlik kazanmamış veya tam olarak bilinmeyen yönleri aydınlatılmaya çalışılmaktadır.

10. Mikrobiyoloji Alanında Nobel Ödülü Kazanan Bilim Adamları
1901 Emil Von Behring Difteri antitoksini ve serumlarla sağaltma yöntemleri
1902 Sir Ronald Ross Malarya üzerinde araştırmalar
1905 Robert Koch Verem etkeninin bulunması ve verem üzerinde çalışmalar, bakteri kültürleri üzerine araştırmalar
1907 C.L.A Laveran Hastalık yapan protozoonlar
1908 Elie Metschnikoff Bağışıklığın hücresel yönü ve fagositoz
1908 Paul Ehrlich Humoral bağışıklık
1913 C.Robert Richet Allerji ve anaflaksi
1919 Jules Bordet Bağışıklık ve komplement fikzasyon reaksiyonu
1928 C.J.H. Nicolle Tifüsun naklinde bitlerin rolü
1930 Karl Landsteiner İnsan kan gurupları üzerinde araştırmalar
1939 Gerhard Domagk Prontosilin bulunması ve antibakteriyel etkisi
1945 Sir Alexander Fleming, E.Boris Chain, Sir H.Walter Florey Penicilinin bulunması ve etkileri
1948 P.Hermann Müller DDT’nin bulunması.
1951 Max Theiler Yellow fever aşısı üzerinde araştırmalar
1952 S.Abraham Waksman Streptomisinin bulunması
1954 J.Franklin Enders, Thomas H.Weller, Frederich C.Robbins Poliomiyelit virusu ve diğer virusların hücre kültürlerinde üretilmeleri.
1958 Joshua Lederberg, George V.Beadle, Edward L.Tatum Mikrop genetiği
1960 Sir F.M.Burnet Transplante dokuların immunolojik kontrolleri.
1965 Andre Lwoff, Jacques Monod, François Jacob RNA’nın bulunması.
1966 Charles Huggins, Peyton Rous Kanser ve kanatlı sarkomu üzerinde çalışmalar
1967 R.Granit, H.R.Hartlin, G.Wald Fotoreseptörlerin fonksiyonları.
1968 R.W.Holley, H.Gobind, M.W. Nirenberg protein sentezinde genetik kodların çalışması.
1969 M.Delbrück, A.D.Hershey, E.Luria Bakteriyofajların hakkında yayınlar
1970 J.Axelrod. S.Bernard Katz, Ulf von Euler, Earl W.Sutherland AMP’nin metabolizmadaki önemi
1971 E.Sutherland AMP’nin metabolizmadaki önemi
1972 Porter,R.R, Edelman,G.M İmmunoglobulinler üzerinde sütrüktürel çalışmalar.
1973 K.Von Frisch, K.Lorenz, N.Timbergen Evolusyon ve analoji üzerinde çalışmalar
1974 C.de duve, G.E.Palade Hücre anatomisi,sitokrom ve mitokondrialar hakkında yayınlar
1975 D.Baltimore, R.Dulbeco, H.M. Temin RNA’ya bağlı DNA polimerase üzerinde
1976 Baruch Blumberg Serum hepatiti.
1976 Daniel C.Gajdusek Latent virus hastalıkları
1977 Rosalyn Yellow Radio immunoloji üzerinde çalışmalar
1977 Andrew Schally, Roger Guillemin Üç ayrı hormon serbest bırakma faktörleri üzerinde araştırmalar
1978 N.O.Smith, D.Nathans, W. Arber Restriksiyon enzimlerinin bulunması ve bunların kullanılması
1980 B.Benarerraf, G.Snell, J.Dausset Histokompatibilite antijenlerinin bulunması
1980 P. Berg, W.Gilbert rekombinant DNA teknolojisinin gelişmesi
1980 F.Sanger DNA sekans analizlerinin yapılması.
1982 A.Klug Kristalografik elektron mikroskobun gelişmesi, virus yapısının aydınlatılması

1984 C.Milstein, G.J.F.Köhler Monoklonal antikorların elde edilmesi.
1984 N.K.Jerne İmmunolojide teorik çalışmalar
1986 E.Ruska Transmisyon elektron mikroskobunun gelişmesi

1987 S.Tonegawa antikor çeşitliliğinin genetik prensipleri.

1988 J.Deisenhofer, R.Huber, H.Michel Bakteri membranlarnda fotosentetik reaksiyon merkezleri.
1988 G.Elion, G.Hitching Kanser, malarya ve viral infeksiyonların tedavisinde kullanılan ilaçların geliştirilmesi
1989 J.M.Bishop, N.E.Varmus, S.Altman Onkogenlerin bulunması
1989 T.R.Cech Katalitik RNA’ların bulunması
1990 J.E.Murray İmmunsupresif ajan kullanarak transplantasyon
1992 E.H.Fisher, E.G.Krebs Protein kinasenin bulunması
1993 R.J.Robets, P.A.Sharp DNA’nın farklı segmentlerindeki genler
1993 K.B.Mullıs PCR’nin bulunması
1993 M.Smıth Site directed mutagenezis

Türkiye 'de Mikrobiyolojinin Kurulması
Yurdumuzda mikrobiyoloji alanındaki ilk çalışmalar aşı yapmakla başlamış ve buna da çiçek hastalığı ve aşı hazırlama çabaları önderlik etmiştir. Bu yöndeki aktiviteler, 1840 yılından sonra giderek gelişmiş ve çiçek aşısı hazırlanarak başarı ile kullanılmıştır.

Pasteur 'ün, Paris Tıp Akademisi'nde, 27 Ekim 1885'de verdiği "Isırıldıktan Sonra Kuduzdan Korunma" adlı bildiri dünyada büyük yankılar yarattıktan ve aynı tebliğ 31 Ekim 1885'de İstanbul'da yayımlandıktan sonra, kuduz üzerindeki çalışmaları yakından izlemek amacı ile, Osmanlı Hükümeti tarafından, Tıbbiye Mektebi Dahiliye Muallimi Dr. Aleksander Zoeros Paşa başkanlığında, Veteriner Hekim Hüseyin Hüsnü ve Zooloji Muallimi Dr. Hüseyin Remzi Beyler 'den oluşan üç kişilik bir heyet, Pasteur 'ün yanına Fransa'ya gönderildi (1886). Bu heyetle birlikte, Padişah Abdulhamid, Pasteur 'e verilmek üzere, bir nişan ve laboratuarına yardım için 1000 altın göndermiştir. Paris 'de Pasteur 'ün yanında 6 ay kalan ve kuduz hastalığı aşısının hazırlanması ve kullanılması konularındaki tüm bilgileri öğrenen heyet, yurda döndükten sonra da bu hastalık üzerindeki "Daül-kelb Ameliyathanesi"nde aşı yapımına başlamıştır (1887). Vet. Hekim Hüseyin Hüsnü ile Dr. Hüseyin Remzi Beyler de, Pasteur ve Chamberland'ın eserini "Mikrob Emrazı Sariye ve Şarboniyenin Vesaili Sirayeti ve Usulü Telkihiyesi" adı altında tercüme etmişler ve yayımlamışlardır (1887). Ayrıca, Dr. Remzi Bey, "Kuduz İlleti ve Tedavisi" adlı 19 sayfalık bir broşür neşretmiştir (1890).

Tıp Mekteplerinde 1891'de okutulmaya başlanan bakteriyoloji dersi, Veteriner Mekteplerinde ancak 1893'den sonra ve Dr. Rıfat Hüsamettin Bey tarafından okutulmaya başlanmıştır. İstanbul 'da 1893 'de, kolera vakalarının çıkması üzerine, önleyici tedbirlerin alınması ve hastalığın üzerinde gerekli araştırmaların yapılması için, Fransa'dan Dr. Andre Chantemesse getirildi. İstanbul'da 3 ay kadar kalarak kolera konusunda çok olumlu çalışmalar yapan bu kişiye, Rutbei Üla ile nişan verildi. Bu arada, Dr. Chantemesse, ülkemizde bir bakteriyoloji laboratuarının kurulması üzerinde ısrarla durdu ve böyle bir müessese kurulduğunda bunun idaresi için Dr. Maurice Nicolle'i tavsiye etti. Dr. M. Nicolle, 1893'de, İstanbul'a geldi ve Gülhane'de Tıbbıye Mektebi civarındaki bir binada çalışmaya başladı. Bu laboratuar, sonradan, Bakteriyolojihane-i Osmani olarak adlandırıldı ve Dr. Nicolle buranın müdürlüğüne atandı. Çalışma konularının fazla olması nedeniyle, bu bina da sonraları dar gelmeğe başladı. Bu yüzden, Nişantaşı 'ndaki Süleyman Paşa konağına nakledildi. Bu yeni binada, bakteriyoloji üzerinde kurslar düzenleyen Dr. Nicolle, doktor kursiyerlerin yanı sıra çok takdir ettiği Veteriner Dr. Refik Güran'ı da seçerek iştirak ettirdi.

Dr. Maurice Nicolle (1862-1920), İstanbul'da kaldığı 8 sene içinde, laboratuarları başarı ile yürütmüş, çok kıymetli çalışmalarda (sığır vebası, keçi ciğer ağrısı, şark çıbanı, P. aeruginosa'nın pigmenti, sığır babesiozu, pnömokok, vaksin virusu) bulunmuş ve ülkemizde mikrobiyolojinin yerleşmesi ve gelişmesinde büyük katkıları olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu zamanında bakteriyoloji ve viroloji çalışmaları hem insan hekimliğine ait çeşitli müesseselerde (Telkihhane-i Şahane, Daülkelb Ameliyathanesi, Bakteriyolojihane-i Şahane, Mekteb-i Tıbbıye-i Askeriye ve Mektebi Tıbbiye-i Mülkiye ve diğer laboratuvarlarda) ve hem de Veteriner Hekimliğe ait organizasyonlarla (Bakteriyolojihane-i Baytar'i, Baytar Mektebi Alisi, Askeri ve Sivil Baytar Mektepleri, Pendik Bakteriyoloji hanesi ve diğer müesseselerde) yürütülmüştür.

Dr. M. Nicolle 'den başka, çalışmaları ve buluşları ile adları dünya literatürlerine geçmiş çok değerli meslektaşlarımız bulunmaktadır. Bunlardan kısaca bahsetmek yerinde olur. Ahmet Refik Güran (1870-1963), Dr. M. Nicolle ile birlikte 7 sene gibi uzun bir süre çalışmış, mikrobiyoloji alanında birçok değerli çalışmalar yapmış ve yayımlamıştır. Bakteriyolojihane-i Osmani'de; sularda bulunan kolibasillerin envari, Vebaibakari hastalığı ve serumu, lökosit sayımı, keçi ciğer ağrısı hastalığı; Baktriyolojihane-i Baytari'de: Barbon aşısı, şarbon aşısı, şarbon serumu, tavuk kolerası aşısı, kuru serum, kan alma ve vermeye yarayan alet ve periton kanülü yapan Dr. Refik Güran, ayrıca ilk Türk peptonunu da yapmayı başarmıştır.

Yukarıda bildirilen çalışmaları yanı sıra, daha birçok önemli incelemeleri ve ihtira beratı almış olduğu buluşları da olan Dr. Refik Güran, yurdumuzda bakteriyolojinin kurulmasında, gelişmesinde, bakteriyoloji laboratuar veya enstitülerinin açılmasında, bakteriyologların yetişmesinde çok büyük katkıları olmuş bir bilim adamımızdır.

Adil Mustafa Şehzadebaşı (1871-1904), Dr. R. Güran'ın çok yakın çalışma arkadaşlarından biridir. Dr. Nicolle ile birlikte ve özellikle sığır vebası üzerinde yaptıkları araştırmalarla kendilerini dünya literatürlerine geçirmişlerdir. Bu iki bilim adamı, ilk defa, sığır vebası etkeninin filtreleri geçtiği ve süzüntünün hastalık yapıcı nitelikte olduğunu deneysel olarak ispat etmişlerdir (1897). Fransa'da Prof. Nocard'in yanında da çalışarak difteri serumu hazırlayan Dr. Adil Bey, ayrıca, malleus ve piroplasmosis üzerinde de değerli araştırmalar yapmıştır. Kendisi, sivil ve askeri okullarda da bakteriyoloji öğretmenliğinde bulunmuştur.

Nikolaki Mavridis (Mavraoğlu) (1871-1955), Veteriner mikrobiyoloji alanında çok değerli çalışmalar yapmıştır. Özellikle, sığır vebası, keçi ciğer ağrısı, malleus, tavuk kolerası, barbon ve diğer hayvan hastalıkları üzerinde kıymetli çalışmaları vardır. Mavraoğlu, Refik Güran ve Adil Şehzadebaşı Bey 'lerin çok yakın çalışma arkadaşlarıdır.

Osman Nuri Eralp (1876-1940), bakteriyoloji ve viroloji üzerinde değerli araştırmalar yapmış bir bilim adamıdır. Çalışmalarını, özellikle, tüberküloz, tüberkülin, şarbon, sığır vebası, kolera, gonokok, frengi, sütte yaşayan ve sütle bulaşan mikroorganizmalar ve diğer konular kapsamaktadır.

Rıza İsmail Sezginer (1884-1963), Baytar Yüksek Mektebinde salgın hastalıklar, bakteriyoloji ve gıda kontrolü dersleri vermiş, İstanbul mezbahasının kurulmasında önemli rol oynamış ve bunun laboratuvar şefi olmuş ve ayrıca kıymetli çalışmalar yapmış olan bir bakteriyoloğumuzdur.

Ahmet Şefik Kolaylı (1886-1976), sığır vebası virusunun insanlarda hastalık oluşturmadığını, sığır vebasına tutulan hayvanların kesilerek etlerinin askerlere yedirilebileceğini, böyle etleri yiyenlerde hastalık görülmesi halinde kendisinin kurşuna dizilmesini isteyen ve bu cesareti gösteren değerli bir bilim adamıdır. Çatalca'da bulunan aç ve gıdasız askerlerin bu etleri yemesinden sonra Edirne şehri düşmandan bu askerler sayesinde kurtarılmıştır. Şefik Kolaylı Bey özellikle, sığır vebasına karşı serum hazırlamış ve böyle müesseselerde bulunmuştur. Ayrıca, tüberkülin, mallein, tavuk kolerası ve barbon aşıları da hazırlamış, sığır vebası, antraksın teşhisi, çiçek aşısı, keçilerin bulaşıcı salgın ciğer ağrısı üzerinde de çalışmıştır.

Yukarıda adları bildirilen bilim adamlarının dışında, kendilerini bu işe adamış daha birçok kıymetli bakteriyologlarımız bulunmaktadır. Bunlar arasında, Cafer Fahri Dikmen, Josef, Ahmet Hamdi, Ethem Eren, Mustafa Hilmi, İbrahim Erses ve diğerleri sayılabilir.

Başlangıçta, hayvan hastalıklarına karşı hazırlanan aşı ve serumlar ile insan hastalıklarını ilgilendiren biyolojik maddeler aynı bina içinde yapıldığından, Veterinerler ile Doktorlar birlikte çalışmaktaydılar. Sonra iş hacminin ve eleman miktarının artması üzerine laboratuarlar birbirlerinden ayrılmak zorunda kalmıştır.

Bakteriyoloji ve viroloji alanında, Osmanlı İmparatorluğu zamanında, çalışmış, değerli araştırmalar ve yayınlar yapmış birçok doktorlar da bulunmaktadır. Bunlar arasında, Hüseyin Remzi, Rıfat Hüsamettin Paşa, Hasan Zühtü, Kemal Muhtar, Sait Cemal, Aleksandr Zoeros Paşa, Ahmet Sadi, Cemalettin Muhtar, Rıza Arif ve diğerleri. Bu kişilerin de aynı şekilde, yurdumuzda mikrobiyolojinin gelişmesinde ve yerleşmesinde önemli katkıları olmuştur.

Prof. Dr. Mustafa Arda
Kaynak : Temel Mikrobiyoloji
Son düzenleyen _Yağmur_; 18 Ocak 2012 13:12 Sebep: Aktif linkler + Sayfa düzeni
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Mart 2007       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
" Biyo " canlı veya yaşam " loji " bilim anlamına geldiğinden, biyolojinin kelime anlamı, canlı bilimi yada yaşam bilimi olarak verilebilir.

Biyoloji: Canlıların yapıları, yaşayışları ve çevre ile ilişkilerini, canlılık özelliklerini araştıran fizik ve kimyanın ilkelerini de kullanarak yaşamı açıklamaya çalışan pozitif bir bilimdir. Kısaca canlı doğayı inceler.

* Biyoloji biliminin gerçek amacı; canlılar dünyasından insanlığa faydalı sonuçlar çıkarmaktır.
Biyoloji 2 büyük alana ayrılır:

1- BOTANİK (Bitki Bilimi)
2- ZOOLOJİ (Hayvan Bilimi)

Tarihi Gelişimi

* İlk insanın çevresindeki bitki ve hayvanlardan yararlanmasıyla başlar.

* Eski Mısır'da mumyalama.

* Çinlilerin zararlı böcekleri yiyen karıncaları kullanması.


M.Ö.7.yy'da TALES > Yaşamın çamur içinde başlağını.

M.Ö.6. yy'da İtalya'da ALKMAİON (ALKMEYN) > Atar, toplar damarı incelemesi.

M.Ö.4.yy'da ARİSTO > Sınıflandırmada.

M.S.3.yy'da ARİSTO, GALENOS, İBNİ SİNA > Şifalı otlar.

M.S.17. yy'da Mikroskobun keşfi

R. Hooke > Hücre keşfi

J. Rey, C. Linneus > Sınıflandırma, İkili adlandırma

M.S.19.yy'da A. Vaysman, E. Benidin > Hücre bölünmesi ve kromozomların varlığı

M.S.20.yy'da C. Mendelin çalışmalarını ileri götüren Boveri, Morgan, Betis > Kalıtım

1997'de İskoçyalı bilim adamı Dr. Wilmut > Kopyalama
Son düzenleyen _Yağmur_; 18 Ocak 2012 12:59 Sebep: sayfa düzeni
GÜLGECELER - avatarı
GÜLGECELER
Ziyaretçi
9 Eylül 2008       Mesaj #4
GÜLGECELER - avatarı
Ziyaretçi
Biyolojinin Tarihi Gelisimi

Biyolojinin Tarihi Gelisimi Yaklasik 2300 yil önce Yunan bilim adami Polibus, “Insanin Dogasi Üzerine” adli bir kitap yazmistir. Aristo, çalismalarini “Hayvanlarin Tarihi, Hayvan Nesli Üzerine” ve “Hayvan Vücutlarinin Kisimlari Üzerine” adli kitaplarinda toplamistir. Aristo, canlilarin olusumlarini ve hayvanlarin davranislarini incelerken onlarin siniflandirma yoluna da gitmistir. Galen, canlilarin organlariyla bu organlarin görevini inceleyen fizyoloji biliminin dogmasini saglamistir. Galileo, 1610’da ilk mikroskobun yapimini basarmistir. Robert Hook, 1665’de bir mantar kesitinin mikroskopta nasil göründügünü açiklamis ve gördügü yapilara “Cellula” (hücre) adini vermistir. Leeuwenhoek, 1675’de mikroskop kullanarak tek hücrelileri göstermeyi basarmistir. Carolus Linnaeus, 1707-1778 yillarinda ilk bilimsel siniflandirmayi yapmistir.

Charles Darwin, 1859’da “Türlerin Kökeni” adli kitabini yayinlayarak evrimle ilgili görüslerini ortaya koymustur. Pasteur, mikroskobik canlilarin fermantasyona neden oldugunu tespit etmis, tavuk kolerasina neden olan mikrobu bulmus ve kuduz asisini bulmustur.
Gregor Mendel, bezelyelerle yaptigi deneyler sonucunda, kalitsal özelliklerin dölden döle geçisi ile ilgili önemli sonuçlar elde etmistir.

Genetik bilimi 19. yüzyilin ortasinda, biyolojide bir alt bilim dali olan moleküler biyolojinin gelisimine olanak saglamistir. Beijrinck, 1899’da tütün bitkilerinin yapraklarinda görülen tütün mozaik hastaligini incelemistir.

Wilhelm Röntgen, 1895’de tipta teshis ve tedavi amaciyla kullanilan Röntgen isinlarini bulmustur.
Otto Mayerhof, 1992’de kastaki enerji dönüsümlerinin solunumu ve isi akisini incelemis. Bu çalisma ile Nobel tip ödülünü almistir.

Alexander Fleming, 1927’de penisilini, E.A.F Ruska’da 1931’de elektron mikroskobunu bulmustur.
James Watson ile Francis Crick 1953’te günümüzde kabul edilen DNA’nin yapisina ait bir model ortaya koymuslardir.

Steven Howell, 1986’da ates böceklerinin isik saçmasini saglayan maddenin yapimini kodlayan geni ayirarak tütün bitkisine aktarmis ve bu bitkilerin isik saçtigini görmüstür. Bu olay gen naklinin baslangici olmustur.

Dr. Wilmut, yetiskin bir koyundan alinan vücut hücresinin çekirdegini, baska bir koyuna ait çekirdegi alinmis bir yumurta hücresine yerlestirerek genetik ikiz elde etmistir.

Biyolojinin Alt Bilim Dallari:

1)Botanik:
Bitkiler alemini inceleyen bilim dalidir.
2)Zooloji:
Hayvanlar alemini inceleyen bilim dalidir. Biyolojinin bu bölümlerinden her biri, canlinin degisik özelliklerini incelemeleri bakimindan kendi içinde alt bölümlere ayrilir. Bu bölümlerin baslicalari sunlardir; Morfoloji: Canlilarin dis görünüsünü, seklini inceleyen bilim dalidir.

Anatomi:
Canliyi olusturan organlari, bu organlarin birbirleri ile iliskilerini inceleyen bilim dalidir.

Fizyoloji:
Organizmadaki organ ve dokularin görevlerini, isleyislerini inceleyen bilim dalidir.

Embriyoloji:
Organizmanin gelisme devrelerini inceler. Özellikle döllenmis yumurtadan (zigot) itibaren meydana gelen gelisme ve farklilasmalari inceleyen bilim dalidir.

Sitoloji:
Hücrenin yapisini ve çalismasini inceleyen bilim dalidir.

Histoloji:
Çok hücreli canlilardaki dokularin yapisini ve bu dokularin vücudun nerelerinde bulundugunu, hangi organlarin yapisina katildigini inceleyen bilim dalidir.

Genetik: Canlilardaki kalitsal özelliklerin dölden döle nasil geçtigini inceler. Ayrica genin yapisini, görevini ve genlerde meydana gelen degisiklikleri inceleyen bilim dalidir.

Moleküler biyoloji:
Canlilarin yapisini, moleküler düzeyde inceleyen bilim dalidir.

ekoloji:
Canlilarin birbirleriyle ve çevreleriyle olan iliskilerini inceleyen bilim dalidir. Ekoloji, çevre biyolojisi ile es anlamda kullanilabilmektedir.

Taksonomi (sistematik):
Canlilari benzerliklerine göre siniflandiran bilim dalidir. Dogadaki çesitliligi ve çevremizdeki canlilari görmemizi saglar.

Mikrobiyoloji:
Gözümüzle göremedigimiz mikroorganizmalarin beslenme, üreme gibi yasam sekillerini inceleyen bilim dalidir.

Uzay biyolojisi:
Uzay sartlarinda canlilarin karsilastiklari yeni durumlari, bunlarin canli üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerini, canlilarin uzaya uyum sartlarini arastiran bilim dalidir.

Parazitoloji:
Asalak olarak yasayan canlilarin yapi ve özelliklerini inceleyen bilim dalidir.

Biyokimya:
Canlilarin yapisindaki kimyasal maddeleri ve yasamin temeli olan biyokimyasal tepkimeleri inceleyen bilim dalidir. Ayrica entomoloji böcekleri, mikoloji mantarlari, bakteriyoloji bakterileri, viroloji virüsleri, ihtiyoloji baliklari, ornitoloji kuslari, mammaloji memeli hayvanlari inceler.
Biyolojik Uygulama Alanlari: Tip, biyoteknoloji, tarim, veterinerlik, su ürünleri, biyomekanik, genetik mühendisligi, ekoloji, fizyoloji, mikrobiyoloji, moleküler biyoloji, eczacilik, dis hekimligi biyolojinin bazi uygulama alanlaridir. Kentlesme ve sanayilesme ise dolayli olarak biyolojiden gelen verilere göre yönlendirilir.

Biyolojinin Önemi:
Dogumdan ölüme kadar yasamin her evresinde bilinçli ve saglikli yasama, ekonomik gelismeyi sürekli kilma, çevreyi bozulmadan tutma, üretimin kalitesini ve miktarini arttirmada biyoloji bilimi önemli yer tutar. Çevre kirlenmesi, erozyon, madde kaybi, yesil alanlarin azalmasi, hizli nüfus artisi, plansiz kentlesme, biyolojik zenginliklerin ortadan kalkmasinda rol oynayan faktörlerdir. Biyoteknolojinin amaci, bir canlinin belirli özelliklerini sifreleyen genetik bilginin bir baska canliya nakledilmesidir. Böylece nakledilen bilginin geregi, ikinci canli tarafindan yerine getirilir.

Biyolojinin Gelecegi: Insan topluluklarinda kalitsal hastaliklara neden olan genler, döllenme sirasinda saglamlariyla degistirilerek kanser, yüksek ve düsük tansiyon, seker hastaligi, cücelik vb. hastaliklar önlenebilecektir.

Canlilarin ömür uzunlulugunu kalitsal olarak denetleyen genler kontrol altina alinarak ya da degistirilerek, uzun bir yasam saglanabilecektir.

Bir canlida önemli bir özelligi ortaya çikaran gen ya da genler, diger canlilarin kalitsal yapisina eklenerek bazi eksiklikler bu yolla giderilebildigi gibi fazladan bazi özelliklerin kazanilmasi da saglanacaktir. Örnegin C vitamini karacigerde sentezlettirilecegi için besinlerle alinmasi gerekmeyecektir.

Genlerdeki degisiklikler sonucu yeni hayvan ve bitki türlerinin ortaya çikmasi saglanacaktir.
Canlilardaki genlerin tümü kataloglanabilecek, bunlarla ilgili bankalar kurulacak, ilaç sanayii biyoteknolojik yöntemleri genis oranda kullanabilecegi için birçok ilacin etkili ve ucuz yoldan üretilmesi saglanacaktir.

Bitki ve hayvanlarin islahinda olaganüstü atilimlar gerçeklesecek, verim arttirilacak, birçok maddenin sentezi özellikle büyük miktarda mikroorganizmalara yaptirilabilecektir.

Biyolojideki Gelismelerin Insanliga Katkilari:
Günümüzde birçok ülke seralarda tozlasma görevini bombus adi verilen arilara yaptiriyor. Bombus özellikle sebzecilikte yüksek verim elde etmek amaciyla hormon kullan üreticilere bir çikis, hatta kurtarici oldu. Arinin tasidigi çiçek tozlari etrafa yayilarak, seradaki domates ve çileklerdeki verimi arttirdi.

Günümüzde birçok tibbi bitki ve hayvanin üretimi, antibiyotik, asi, interferon, çesitli pestisitlerin üretimimleri, insandaki zararli genlerin ayiklanmasi isi gibi alanlarda biyoteknolojiden yararlanilmaktadir.

Tipta uygulanan asilama yönteminde vücuda virüs verilerek, vücudun virüsü tanimasi ve ona karsi antikor üretmesi saglanir. Oysa gen teknolojisinin sagladigi olanaklarla, vücuda virüs verilmeden de antikor üretmek mümkün olmustur. Böylece vücut virüsün yan etkilerinden korunabilmektedir.
Biyoteknolojinin katkilari arasinda insülini de sayabiliriz. insülin, insanlarda seker metabolizmasini düzenleyen bir hormon olup, pankreas hücreleri tarafindan üretilir, dolasima katilir. Eksikliginde ise seker hastaligi ortaya çikar. Bugün bakteri DNA’si yardimiyla insülin hormonu bol miktarda ve ucuza üretilebilmektedir.

Büyüme hormonu, eskiden sadece kadavralarin hipofiz bezinden çok büyük zorluk ve masraflarla elde ediliyordu. Artik biyoteknolojik yöntemlerle çok miktarda ve ucuza elde edilmektedir. Tek hücre proteini: alg, bakteri, maya ve küflerin büyük miktarda üretilmesinden ve bu canli hücrelerin kurutulmasi sonucu olusan biyolojik kütleye denir. Tek hücre proteini, insan besinlerinden; çorbalarda, hazir yemeklerde ve diyet yiyeceklerinde katki maddesi olarak kullanilmaktadir. Ayrica aroma kaynagi, vitamin kaynagi ve emülgatör destekleyici olarak da kullanilir.

Dr. Wilmut, bir koyundan alinan bir vücut hücresinin çekirdegini, baska bir koyuna ait çekirdegi alinmis bir yumurtaya yerlestirerek yeni bir koyuna yasam vermistir. Dolly adi verilen kuzu orijinal DNA sahibi koyunun kopyasidir.
Son düzenleyen _Yağmur_; 18 Ocak 2012 13:04 Sebep: Sayfa düzeni
jaws - avatarı
jaws
Ziyaretçi
1 Ekim 2010       Mesaj #5
jaws - avatarı
Ziyaretçi
BİYOLOJİNİN TARİHÇESİ

Biyoloji ilkeleriyle ilgili bazı bilgilerin Tarihöncesi'nde ortaya çıkmış olduğunu arkeoloji buluntuları ortaya koymuştur. Cilalıtaş Devri'nde, çeşitli insan toplulukları tarımı ve bitkilerin tıp alanında kullanımını geliştirmişler, sözgelimi eski Mısırlılar, bazı otları ilaç olarak ve ölülerin mumyalanmasında kullanmışlardır.

Bununla birlikte bir bilim dalı olarak biyolojinin ilk gelişmeleri, ancak eski Yunan döneminde ortaya çıkmıştır. Tıbbın kurucusu sayılan Hippokrates, tıbbın ayrı bir bölüm olarak gelişmesine büyük katkıda bulunmuşsa da, biyolojinin temel gereçleri olarak gözlem ve çözümlemeyi kurumlaştıran, Eflatun'un öğrencisi Aristoteles'tir. Aristoteles'in özellikle üremeye ilişkin gözlemleri ve bir sınıflandırma sistemiyle ilgili görüşleri önemlidir.

Biyoloji incelemelerinde öncülük daha sonra Roma'ya, ve İskenderiye'ye geçmiş, İ.Ö. II. yy. ile İ.S. II. yy'a kadar incelemeler özelikle tarım ve tıp çevresinde odaklanmıştır. Ortaçağ'daysa, biyoloji incelemesinde islâm bilginleri öne geçmişler ve eski Yunan metinlerinden öğrendikleri bilgileri geliştirerek, özellikle tıp bilimine büyük katkıda bulunmuşlardır.

Rönesans'la birlikte Avrupa'da, özellikle de İtalya, Fransa ve İspanya'da biyoloji araştırmaları hızla gelişmiş, XV. ve XVI. yy'larda Leonardo da Vinci ve Micheangelo, güzel sanatlarda kusursuzluğa erişme çabaları içinde, son derece usta birer anatomi bilgini haline gelmişlerdir. Bu arada, Andreas Vesalius, öğretim gereci olarak ölülerin kesilip incelenmesinden (teşrih) yararlanma uygulamasını başlatmış (Fabrica adlı yapıtının 1543'teki basımında ve 1552'deki ikinci basımında ayrıntılı anatomi çizimlerine yer vermiştir), XVII. yy'da VVİlliam Harvvey insanda dolaşım sistemine ilişkin çalışmalarıyla deneysel yöntemi ve memeliler fizyolojisini başlatmıştır.

Ortaçağ'da Biyoloji

Ortaçağ İslâm Dünyası'ndaki biyoloji araştırmalarını, bitkibilim ve hayvanbilim çerçevesinde değerlendirilecek olunursa, bu alanların daha çok Aristoteles ve Dioscorides gibi Yunan bilginleri tarafından derlenmiş olan bilgi birikimine dayandırılmış olduğunu söylenebilir. Ancak, bu birikime Müslüman araştırmacıların yaşamış oldukları çevreden edindikleri bilgilerle kişisel gözlemleri de eklemek gerekir.

Erken tarihli biyoloji yapıtları, genellikle ansiklopedik bir nitelik taşır. Bunlarda, bitkilerle ve hayvanlarla ilgili yüzeysel gözlemlerin yanı sıra, hikayelere ve hadislere de yer verilmiştir. İncelenen bitkiler, daha çok tıbbî bitkilerdir. Hayvanlara ilişkin açıklamaların ise, özellikle at, deve ve koyun gibi gündelik yaşantıyı doğrudan doğruya etkileyen canlılar üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir.

Bitkibilimle ilgilenenler genellikle doktorlardır; bunlar tedavi sırasında daha çok bitkilerden yapılan ilaçlar kullanılmaktadır. Hayvan türlerinden ve onların yararlarından ve zararlarından söz eden hayvanbilim ise, Aristoteles tarafından kurulmuş ve Ortaçağ İslâm Dünyası'nda özellikle Câhiz ile Demirî'nin yapıtları sayesinde tanınmıştır.

Ancak Müslüman hayvanbilimcilerin, Yunanlıların bilimsel birikiminden yeterince yararlandıklarını ve hayvanbilimi, mesela bir coğrafya veya bir tıp ölçüsünde geliştirdiklerini söylemek olanaklı değildir.

İslâm ülkelerinin zengin bir hayvan örtüsü ile kaplı olduğu, Aristoteles'in Hayvanların Tarihi'nin daha 8. yüzyılın sonlarında Arapça'ya tercüme edildiği ve İslâm Hukuku'nun hayvanlara büyük bir ilgi gösterdiği hesaba katıldığında, Müslüman düşünür ve bilginlerin hayvanbilim alanındaki bilimsel kayıtsızlıklarını anlamak oldukça güçtür.

Yeniçağ'da Biyoloji

Bu dönemde geliştirilen mikroskop aracılığı ile Malpighi, Leewenhook ve Swammerdan gibi bilim adamları, değişik canlı yapılar üzerinde araştırmalar yapmış ve böylece Hücre Kuramı'nın kurulmasını sağlamışlardır. Ayrıca, Willis, Hooke ve Mayow yapmış oldukları çalışmalar sırasında canlı ve cansız yapıların çok küçük parçacıklardan oluştuğunu ve temel yapılarının benzer olması dolayısıyla işlevlerinin de birbirine benzemesi gerektiğini düşünmüşlerdir.

Yakınçağ'da Biyoloji

Bu dönemde doğa bilimlerinden botanik ve zooloji alanlarındaki çalışmalar gelişmiş ve özellikle Darwin'in dedesi Erasmus Darwin ve Lamarck'ın yapmış olduğu araştırmalar sonucunda, yeni bitki ve hayvan türlerinin oluşumunu açıklamaya yönelik Evrim Kuramı'nın temelleri atılmıştır.

Bu dönemde hücrenin yapısı ve işlevlerine ilişkin çalışmalar biyolojiyi büyük ölçüde etkilemiştir. Bunun yanı sıra genetik alanında çok önemli adımlar atılmış ve özellikle son dönemde yapılan araştırmalarla klonlama yöntemine götüren yol açılmıştır. Ayrıca kimyaya dayanan hormon çalışmaları, tarım alanındaki verimi arttırmış ve canlıların kökeni ve evrimiyle ilgili araştırmalar, yeni bilimsel bulgularla güç kazanmıştır.
Son düzenleyen _Yağmur_; 18 Ocak 2012 13:05 Sebep: Sayfa düzeni.
Efulim - avatarı
Efulim
VIP VIP Üye
18 Ocak 2012       Mesaj #6
Efulim - avatarı
VIP VIP Üye
Biyolojinin Tarihçesi
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Biyolojinin tarihinde antik çağlardan günümüze yaşayan dünyanın incelenmesi ele alınmaktadır.Her ne kadar biyoloji kavramı belirli bir bilimsel alan olarak 19. yüzyılda ortaya çıkmış olsa da biyoloji bilimleri ayurveda, Antik Mısır tıbbı ve Greko-Romen dünyada Aristoteles ile Galen'in çalışmalarına kadar uzanan tıb tarihine ve doğa tarihine dayanmaktadır. Antik çağlarda ortaya çıkan bu çalışmalar Orta Çağ'da İbni Sina gibi müslüman bilimadamları ve doktorlar tarafından ilerletilmiştir. Avrupa Rönesans döneminde ve modern çağın başlarında ampirizme yeniden duyulan bir ilgi ve bir çok yeni organizmanın keşfiyle birlikte biyolojik düşünce alanında bir devrim ortaya çıkmıştır. Bu dönemde öne çıkanlar arasında fizyoloji alanında deneysel çalışmalar ve çok dikkatli gözlemler yapmış olan Vesalius ile Harvey; fosilleri ve yaşam çeşitliliğini sınıflandırmaya başlayan ve organizmaların gelişmeleri ile davranışlarını izleyen Linnaeus ile Buffon gibi doğa bilimcileri sayılabilir. Mikroskobun bulunması ile daha önceden bilinmeyen mikroorganizmaların dünyası ortaya çıkmış ve hücre teorisinin ilk çalışmaları başlamıştır. Özellikle mekanik felsefenin çıkışına karşı doğal teolojinin giderek artan önemi doğa tarihi üzerine yapılan çalışmaların gelişmesine cesaret vermiştir.
Botanik ve zooloji 18 ve 19. yüzyıllarda giderek daha profesyonel bilim dalları hâline gelmiştir. Lavoisier ve diğer fizikçiler canlı ve cansız dünyaları fizik ve kimya ile birleştirmeye başlamıştır. Alexander von Humboldt gibi kâşif - doğa bilimcileri organizmaların kendi aralarında ve çevre ile olan ilişkilerini ve bu ilişkilerin coğrafyaya olan bağlılıklarını incelemeye başlamış ve biyocoğrafya, ekoloji ve etolojinin temelleri atılmıştır. Doğa bilimcileri özcülüğü reddetmeye, soy tükenmesinin ve türlerin mutasyonun önemini kavramaya başlamışlardır. Hücre teorisi yaşamın temeli üzerine yeni perspektifler getirmiştir. Bu gelişmeler ve embriyoloji ile paleontolojinin getirdiği sonuçlar ışığında Charles Darwin'in doğal seleksiyon ile evrim teorisi ortaya çıkmıştır. Canlı maddelerin cansız maddelerden kendiliğinden meydana geldiği teorisi 19. yüzyılın sonlarında artık kabul görmemeye başlamış, hastalık yapıcı mikrop teorisi yükselişe geçmiştir ama kalıtımın işleyişi hâla bir gizem olarak kalmıştır.
Mendel'in çalışmalarının 20. yüzyılın başlarında tekrar bulunması kısa sürede Thomas Hunt Morgan ve öğrencilerinin genetik bilimini geliştirmelerini sağlamıştır. 1930'lara gelindiğinde popülasyon genetiği ve doğal seleksiyon neo-Darwinci sentez olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle Watson ve Crick DNA'nın yapısını önerdikten sonra yeni disiplinler hızlı bir gelişme kaydetmiştir. Merkezi dogmanın ortaya atılışından ve genetik kodun çözülmesinden sonra biyoloji organizmaların bütünüyle ve organizma gruplarıyla ilgilenen "organizma biyolojisi" ve hücre ve moleküler biyoloji olarak ayrılmıştır. Bu ayrım 20. yüzyılın sonlarına doğru organizma biyologlarının moleküler teknikler kullanması ile birlikte moleküler ve hücre biyologlarının da genlerin çevre ile ilişkilerini araştırması ve doğal organizma popülasyonlarının genetiği gibi tersine dönerek genomik ile proteomik gibi yeni alanlar ortaya çıkmıştır.

"Biyoloji"nin etimolojisi
Biyoloji sözcüğü Yunanca yaşam anlamına gelen βίος (bios)sözcüğü ile Yunanca seçmek, toplamak anlamına gelen λέγειν (legein) filinden türetilen ve bilim anlamına gelen '-loji',ekinin birleşmesinden oluşmuştur. Günümüzdeki anlamıyla biyoloji sözcüğü birbirlerinden bağımsız olarak 1800 yılında Karl Friedrich Burdach, 1802 yılında Gottfried Reinhold Treviranus (Biologie oder Philosophie der lebenden Natur, 1802)ve Jean-Baptiste Lamarck (Hydrogéologie, 1802)tarafından kullanılmıştır..[1][2] Sözcüğün kendisi ise 1766 yılında yayımlanan Michael Christoph Hanov'un Philosophiae naturalis sive physicae dogmaticae: Geologia, biologia, phytologia generalis et dendrologia,adlı kitabının üçüncü cildinde geçer.
Hayvanlar ve bitkilerin incelenmesi için biyoloji,sözcüğünden önce başka terimler kullanılmıştır. Biyolojinin tanımla işlevi için doğa tarihi adı kullanılmıştır ama bu terimin içinde aynı zamanda mineraloji gibi biyoloji dışı alanlarda yer alıyordu. Orta Çağldan Rönesans'a kadar doğa tarihinin birleştirici ekseni scala naturae ya da Büyük Varlık Zinciri olarak tanımlanıyordu. Doğa felsefesi ve doğa teolojsi bitki ve hayvan yaşamının kavramsal ve metafizik temellerinin ötesine geçerek organizmaların neden var olduğu, davranışlarının temelinde ne yattığı konularıyla ilgileniyordu ve ayrıca günümüzde jeoloji, fizik, kimya ve astronomi dallarını da içinde barındırıyordu. Fizyoloji ve (botanik) farmakoloji tıp alanında inceleniyordu. Genel olarak biyoloji terimi kabul görmeden önce 18 ve 19. yüzyıllarda doğa tarihi ve doğa felsefesi terimlerinin yerine botanik, zooloji ve fosillerle ilgili olarak da jeoloji kullanılmaya başlandı.Günümüzde de "botanik" ve "zooloji" oldukça yaygın olarak kullanılmaktadır ama yanlarına mikoloji ve moleküler biyoloji gibi biyolojinin diğer altdalları da eklenmiştir..

Antik ve Orta Çağ dönemi
Erken dönem kültürleri İlk insanlar, hayatta kalabilmek için gerekli olan bitkiler ve hayvanlar hakkında sahip oldukları bilgileri nesilden nesile aktarmış olmamalılar. Bu aktarılan bilgilerin arasında hayvan ve insan anatomisi ve göç dönemleri gibi hayvan davranışları hakkında olan bilgiler de yer almış olmalıdır. Yine de biyoloji bilgisi açısından ilk önemli dönüm noktası 10,000 yıl önce ortaya çıkan Neolitik Devrimdir. İnsanlar ilk defa bu dönemde tarım yapmak için bitkileriden yararlanmış ve yerleşik toplulukların yararlanması için ilk olarak hayvanlar evcilleştirilmiştir.

Mezopotamya, Antik Mısır, Hindistan altkıtası, Çin gibi eski kültürler birbirinden bağımsız ve karmaşık doğa felsefesi üzerine görüşler oluşturan Sushruta, Zhang Zhonjing gibi tanınmış cerrahlar ve doğa bilimleri ile ilgilenen kişiler ortaya çıkarmıştır. Ancak modern biyolojinin kökeni Antik Yunan felsefesinin seküler geleneğine dayandırılır.
Bilinen en eski tıp sistemlerinden biri olan Ayurveda Hint altkıtasında MÖ 1500 yıllarında, Hint kültürünün en eski dört kitabından biri olan Atharvaveda'dan kaynaklanmıştır. Dİğer antik tıp metinleri arasında Antik Mısırlılardan kalma Edwin Smith Papirüsü sayılabilir. Ayrıca bu metinde insan kalıntılarını koruma ve çürümesini engelleme için kullanılan mumyalama işleminin geliştirilmesinden de söz edilir. Antik Çin'de biyoloji konularının Çinli herbologların, doktorların, simyacıların ve filozofların eserleri arasında yer aldığı görülmektedir. Örneğin, son hedefi "hayat iksiri" olan Çin simyasının Taocu geleneği, sağlık üzerine verdiği önem nedeniyle yaşam bilimlerinin bir parçası olarak görülebilir. Klasik Çin tıbbı sistemi genellikle yin ve yang teorisi ile beş element çevresinde şekillenmiştir.Zhuangzi gibi Taocu filozoflar MÖ 4. yüzyılda evrim ile ilgili fikirler oluşturmuş, biyolojik türlerin değişmezliğini reddetmiş ve türlerin değişik çevrelere cevap verebilmek için değişik özellikler geliştirdiklerini öne sürmüştür.
Antik Hint Ayurveda geleneği Antik Yunanistan tıbbının dört mizaç kuramına benzeyen üç mizaç kavramını bağımsız olarak geliştirdi, ancak Ayurveda sisteminde ayrıca vücudun beş elementten ve yedi temel dokudan oluştuğu da yer almaktaydı. Ayurveda yazarları yaşayan nesneleri doğum yöntemlerine göre; rahimden, yumurtadan, ısı ve nemden, ve tohumlardan olmak üzere dört kategoriye ayırdı ve fetüsün döllenmesi kavramını açıkladı. Aynı zamanda, insan diseksiyonu ve hayvanları canlı olarak kesme yöntemleri kullanmadan dahi cerrahi üzerine önemli ilerlemeler kaydettiler.Sushruta Samhita, MÖ 6. yüzyılda Sushruta tarafından yazıldığı öne sürülen İlk Ayurveda bilimsel eserlerinden biridir. İlk tıp metinlerinden biri sayılan bu eserde 700 tıbbî bitki, mineral kaynaklarla hazırlanan 64 ve hayvansal kaynaklardan hazırlanan 57 ilâç tanımlanır.


170px 161Theophrastus 161 frontespizio

Antik Yunan gelenekleri
Sokrates öncesi düşünürler yaşam hakkında çok soru sordular ancak özellikle biyoloji ile ilgili çok az sistematik bilgi ürettiler. Yine de atomcuların yaşamı yalnızca fiziksel terimlerle açıklama çabaları biyoloji tarihi boyunca dönem dönem ortaya çıkmıştır. Ama Hipokrat ve takipçilerinin tıbbî teorilerinin, özelikle mizaç kuramının etkisi kalıcı olmuştur.
Düşünür Aristoteles Klâsik Antik Çağın yaşayan dünya hakkında en nüfuzlu bilginiydi. Her ne kadar doğa felsefesi hakkındaki ilk eserleri spekülatif olsa da biyoloji hakkında verdiği daha sonraki eserlerinin çoğu ampirik kaynaklıydı ve biyolojik nedensellik ile yaşamın çeşitliliği üzerineydi. Özelikle çevresinde bulunan bitki ve hayvanların nitelikleri ve yaşam biçimleri hakkında sayısız doğa gözlemi yapmıştır ve kategorizasyona büyük önem vermiştir. Aristoteles 540 hayvan türünü sınıflandırmış ve en az 50'sini keserek incelemiştir. Entellektüel amaçların ve formel nedenin tüm doğal süreçleri yönlendirdiğine inanmıştır.
Aristoteles ve ondan sonra 18. yüzyıla kadar gelen tüm Batı âlimleri, yaratıkların bitkilerden insanlara, giderek artan bir mükemmeliyet skalasında ( scala naturae ya da Büyük Varlık Zinciri) yer aldığına inanmıştır. Aristoteles'in Lykeion'daki halefi Theophrastus, botanik üzerine Bitkilerin Tarihi adında bir seri kitap yazmıştır ki antik çağların botanik üzerine en önemli katkısıdır. Theophrastus'un kullandığı terimlerin birçoğu, örneğin meyve için carpos ve tohum kanalı için pericarpion gibi günümüzde hâlâ kullanılmaktadır. Gaius Plinius Secundus da bitkiler ve doğa hakkındaki bilgisi nedeniyle tanınmıştır ve zoolojik tanımlamaları biraraya getirmiştir.
Helenistik dönemde Ptolemaios Hanedanı zamanının bazı âlimleri, özelikle Herophilos ve Erasistratos, Aristoteles'in fizyolojik çalışmalarına eklemeler yapmış ve deneysel diseksiyonlar yapmıştır.Claudius Galen tıp ve anatomi alanında en önemli otorite olmuştur. Her ne kadar Lucretius gibi birkaç antik atomcu, Aristoteles'in yaşamın tüm yönlerinin belirli bir tasarım ya da amacın sonucu olduğunu söyleyen teleolojik görüşlerine karşı çıkmışsa da teleoloji ve özelikle de hristiyanlığın yükselişinden sonra doğa teleolojisi 18 ve 19. yüzyıllara kadar biyolojik düşüncenin merkezinde yer almıştır. Ernst W. Mayr, "Lucretius ve Galen'den sonra Rönesans'a kadar biyolojide önemli bir şey olmamıştır." diye belirtmiştir. Doğa tarihi ve tıp üzerine olan Antik Yunan gelenekleri yaşamaya devam etmiş ancak Orta Çağ avrupasında genellikle sorgulanmadan kabul görmüştür.

Orta Çağ ve İslam bilgisi
Roma İmparatorluğu'nun gerilemesi birçok bilginin ortadan kaybolmasına ve yokolmasına neden olduysa da birçok tıb adamı eğitim ve uygulama yoluyla Antik Yunan geleneklerini sürdürüyordu. Bizans ve İslami dünyada birçok Antik Yunan eseri Arapçaya çevrilmiş ve Aristoteles'in eserlerinin çoğu korunabilmiştir.

Orta Çağ müslüman tıp adamları, âlimleri ve düşünürleri 8 ile 13. yüzyıllar arasında, "İslam'ın Altın Çağı" ya da "İslam tarım devrimi" diye bilinen dönemde biyoloji bilgisine çok önemli katkılarda bulunmuşlardır. Örneğin zooloji alanında Doğu Afrika kökenli Arap âlim el-Cahız (781–869) yaşam için mücadele gibi evrim ile ilgili fikirleri ilk defa ortaya koymuştur Aynı zamanda besin zinciri fikrini de ortaya atmıştır ve çevresel determinizmin ilk takipçilerindendir. Kürt biyolog el-Dinaveri (828–896) Arap botaniğinin kurucusu sayılır. Yazdığı Kitab-el Nebat en azından 637 türü tanımlar, filizlenmeden ölüme kadar bitki gelişmesini, bu gelişmenin etaplarını ve çiçekler ile meyvelerin oluşumunu anlatır.El-Birûni yapay seleksiyonu tanımlamış ve doğanın da benzer şekilde işlediğini söylemiştir; bu fikir doğal seleksiyon ile kıyaslanır.
Deneysel tıp alanında İbn-i Sina (980–1037) El-Kanun fi't-Tıb adlı eserinde klinik denemeler ve klinik farmakoloji kavramlarını ileri sürdü.Bu eser 17. yüzyıla kadar Avrupa tıp eğitiminde çok önemli bir metin olarak kullanılmıştır. Endülüslü-Arap tıp adamı İbn-i Zühr (1091–1161) deneysel diseksiyon ve otopsinin ilk takipçilerindendir. Yaptığı otopsilerle bir deri hastalığı olan uyuzun nedeninin bir parazit olduğunu kanıtlayarak mizaç teorisini sarsmıştır.Aynı zamanda insanlar üzerinde kullanmadan önce hayvanlar üzerinde test yapılmayı öngören deneysel cerrahiyi başlattı. Mısır'da 1200 yılında bir kıtlık sırasında Abdullâtif el-Bağdadi birçok iskeleti inceleyerek Galen'in alt çene ve leğen kemiklerinin oluşumuna dair görüşlerinin yanlış olduğunu buldu.
Endülüslü-Arap biyolog Ebu Abbas el-Nebati, 13. yüzyılın başlarında, botanik alanında sayısız tıp metninin test edilmesi ve tanımlanması için ampirik ve deneysel tekniklerden oluşan bir bilimsel yöntem geliştirerek gerçek deneyler ve gözlemlerle desteklenen metinleri doğruluğu kanıtlanamamış metinlerden ayırdı.Öğrencisi İbn el-Baytar (d. 1248) içinde 300'ü kendi keşfi olan 1.400 bitki, gıda ve ilacın tanımlandığı bir eczacılık ansiklopedisi yazmıştır. Bu eserin Latince çevirisi 18 ve 19. yüzyıllarda Avrupalı biyolog ve eczacılara çok yararlı olmuştur.

Arap tıp adamı İbn Nefis de (1213–1288) deneysel diseksiyon ve otopsinin ilk takipçilerindendir ve 1242 yılında dolaşım sisteminin temelini oluşturan pulmoner dolaşım ve koroner dolaşımı bulmuştur. Aynı zamanda metabolizma kavramını tanımlamış, ve Galen ile İbn-i Sina'nın dört mizaç teorisi ile birlikte nabız,kemikler, kaslar, bağırsaklar, duyu organları, safra kanalları, özofagus ve mide hakkındaki görüşlerinin doğru olmadığını gösterdi.
Orta Çağın ortalarında Bingenli Hildegard, Albertus Magnus ve II. Friedrich gibi az sayıda âlim doğa tarihi üzerinde çalışmalar yapmıştır. Avrupa üniversitelerinin ortaya çıkışı fizik ve felsefe alanında önemli gelişmelere yol açtıysa da biyoloji alanında pek etkili olamamıştır.

Rönesans ve ilk modern gelişmeler
Rönesans ile birlikte ampirik doğa tarihi ve fizyoloji üzerine büyük bir ilgi gösterilmiştir. Andreas Vesalius 1543 yılında, insan anatomisi hakkında olan ve cesetlerin disseksiyonuna dayanan De humani corporis fabrica adlı eseriyle Batı tıbbında modern devri başlattı. Vesalius ve sonrasında gelen bir dizi anatomist, otoriter bilgi ve soyutlamanın ötesinde ilk elden deneysel çalışmalara dayanarak fizyoloji ve tıp alanında skolastik görüşün yerine deneyciliği koydu. Herboloji yoluyla tıp aynı zamanda bitkiler üzerine edinilen bilgilere yeni bir deneysel kaynak oluşturdu. Otto Brunfels, Hieronymus Bock ve Leonhart Fuchs bitkiler üzerine oldukça fazla eser vererek bitki yaşamının tamamı üzerine yeni bir doğal yaklaşımı başlattılar. Hayvanlar hakkında hem doğal hem de figüratif bilgilerin toplandığı eserler de giderek daha sofistike hâle gelmeye başladı. Hayvanlar hakkında önemli eserler verenler arasında William Turner, Pierre Belon, Guillaume Rondelet, Conrad Gessner ve Ulisse Aldrovandi sayılabilir.
Doğa bilginleri ile çalışan Albrecht Dürer ve Leonardo da Vinci gibi sanatçılar da hayvan ve insan bedenleriyle ilgilendiler ve detaylı fizyoloji çalışmalarıyla gittikçe büyüyen anatomi bilgisine katkıda bulundular. Simya ve doğal büyü gelenekleri, özellikle Paracelsus'un çalışmaları yaşayan dünya hakkında varolan bilgilere katkı sağladı. Simyacılar organik maddeyi kimyasal analize tabi tuttular ve hem biyolojik hem de mineral farmakoloji ile ilgili deneyler yaptılar. Bu gelişmeler 17. yüzyıla kadar devam eden mekanik felsefenin ortaya çıkışıyla geleneksel organizma olarak doğa metaforunun makina olarak doğa metaforuyla değişmesinin bir parçasıydı.
Sen sadece aynasin...

Benzer Konular

24 Nisan 2008 / Misafir Biyoloji
26 Eylül 2007 / The Unique Biyoloji
22 Şubat 2007 / virtuecat Biyoloji
30 Nisan 2010 / jaws Biyoloji
2 Mayıs 2009 / UnknowN Biyoloji