Arama
Günlük Kontrol Paneli
5.00 puan, 4 oy. 5.00 puan, 4 oy.

Geçmişten Bugüne Istanbul İnsanı

ThinkerBeLL 6 Kasım 2009 00:37

Çelik Gülersoy'un kaleminden Istanbul İnsanı

Tarihte, bir tane ve doğru bir çizgi üstünde giden tekdüze bir İstanbul olmamıştı ki, onun durmuş-oturmuş, belirgin hemşehrileri olsun. Üç bin yıla uzanan geçmişi boyunca bu dünya köşesine kurulmuş, yerleşmiş sahipleri büyük değişiklikler gösterdiği için burada yaşayan insanlar da durmadan yeni görünümler alıyor, yeni doğrultular kazanıyordu.
60’lardan sonrasının yerleştiği kimlikler, bu yazının çerçevesine girmez.

Kuruluş

İstanbul'da kurulan ilk yerleşim hakkında günümüze gelmiş kesin bir bilgi yoktur. Bulunan en eski Arkeolojik fragmanlar, MÖ 4. bin sonları ile 3. bin başlarına tarihlenen, Kurbağlıdere Vadisi kenarında kurulan Fikirtepe yerleşimine aittir.

Geçmişten Bugüne Istanbul İnsanı
  • Megralılar
  • Roma İnsanı
  • Bizanslılar
  • Türkler
  • Azınlık Nüfusu
Çelik Gülersoy
İstanbul Dergisi 1992 sayı: 1/Sh: 64
Bu Kategoride: Istanbul, Türkiye
Gösterim 2914  Yorum 5  
Önceki     Ana Sayfa     Sonraki
Toplam Yorum 5

Yorumlar

  1. ThinkerBeLL - avatarı
    İlk Yerleşen Megralılar
    Yüzyıl başında Musevi mahallesi İlk belirgin ve elle tutulur yerleşimin sahibi olarak bilinen Megralılar’ın insanı, bütün öbür çağdaşları gibi, aşağı yukarı aynı yapıdadır. Vahşetten biraz sıyrılmış, ama tam çıkamamış, hayatla Mitolojiyi ve hurafeleri karıştırarak yaşayan, Trakya’nın zorlu tabiatından yılgın, ama İstanbul’un yumuşak iklimiyle artık biraz rahatlamış, içinde bulunduğu en geniş çerçeve olan evren, acun, gezegen, uzay, dünya, hatta kıta ve bölge üstüne hiçbir şey bilmeyen ve onları fazla düşünmeyip, bulanık kavramlar halinde kafasında taşıyan, kendine en yakın gündelik geçim konularıyla uğraşan ve bütün dünyası, doymak için hayvanları avladığı, en uzak yer olarak, diyelim Bakırköy yöreleriyle biten bir canlı.
    Bu insana saldırılarla, birkaç yüzyılı dolduran İyonyalılar, Adalılar, hatta Persler de, değişik diyarlardan gelmekle ve özellikle Perslerin giysileri bütünüyle değişik olmakla beraber, moral yapısı ve iç dokusu ondan çok farklı olmayan insanlardı.
    Yunan ülkesinin darlığı, sık sık yaşanan siyasi kavgalar ve ayaklanmalar insanların koloniler halinde göçmelerine sebeb olmuştur. Bir Orta Yunanistan şehri olan Megara Sitesi'nin halkı da MÖ 680 yılında Khalkedon (Kadıköy)'u ve 17 yıl sonra da Marmara ile Haliç arasındaki burun üzerine (Sarayburnu) gelerek burada yerleşmişlerdir. Yeni ülkeleri Haliç'in ağzına sahip olduğu için iyi bir liman, savunması kolay bir tepe (akropol) ve balık avı için elverişli bir mevki olması dolayısıyla kısa zamanda gelişmişti.
    Şehrin adı, M.S.1.yüzyılda yaşayan Romalı yazar Plinus'un bildirdiğine göre "Lygos" dur; ama çok bilinen bir efsaneye göre, Megaralalılar'ın vatanlarından kopup kendilerine yurt aramaya çıkmadan önce Delfi Apollon Tapınağı'ndaki kahinlerine yeni ülkelerinin yerinin neresi olması gerektiğini sormuşlar ve onlara "körler ülkesinin karşısındaki yeri seçmeleri gerektiği" söylemiş.

    Megaralılar da kendilerinden önceki göçmenlerin Khalkedon'a yerleştiğini görerek, bulundukları yerin çok daha iyi şartlarını göremeyen bu insanların "kör"olduklarını düşünmüşler, şehirlerini bu tepeye kurmuşlardır.
     
    ThinkerBeLL 6 Kasım 2009 00:38
  2. ThinkerBeLL - avatarı
    Batıyı Temsil Eden Roma İnsanı

    Arcadius sütunu İtalyan çizmesinden çıkıp, Avrupa ve Afrika’ya yayılan İmparatorluğunu ikiye ayırarak Doğu parçasını, “Batının bittiği yer olan” bu bizim coğrafyaya yerleştiren Roma insanı ise, tarihte ilk kez olmak üzere, değişik bir tipti. Bu, tam bir “batılıydı”. Bununla, geniş perspektifli düşünen, uzak menzilli teşkilat kurabilen, hukuku mistisizmden çıkarıp bağımsız ve sistematik bir bütünlük içinde kurabilen, günlük ihtiyaçları uzun vadeli çözümlere kavuşturan, duyguları, korkuları, kaygıları aşıp akıl menziline ulaşmış bir insan.
    Bu niteliğiyle, bu diyarda da, billûr suları Istranca Dağları’nda bularak, soylu ve zor bir malzeme olan taşı işleyerek şehre getiren bu insan olduğu gibi, Beyazıt’ta ilk üniversiteyi kurarak yasaları bir codex içinde yazan ve toplayan da oydu. İçinde bulundukları yeni coğrafyanın, Afrika sıcağını Akdeniz rutubetiyle karıştırarak taşıyan nemli ve gevşetici iklimi, onların enerjisini tüketemiyor, lodoslu havalarda parlamento sorumlusu, Marmara’ya bakan balkona çıkarak ve asası ile yere vurarak, “Bugün güney rüzgârı var. Müzakere yok” diyerek, görüşmeleri ve politik kararları, serin, kuru ve sağlıklı havalara erteleyen bir kafa yapısına sahip bulunuyordu.
    Bu insanlar, Romani. 500 yıl kadar bir zaman, burada Batı’yı temsil ettiler. Görkemli taş ve mermer kaplı yapılarıyla, temiz ve ferah meydanları olan forumlarının ortasına diktikleri sütunlar ve üzerindeki imparator heykelleriyle, yeni başkentlerini süslediler ve ana model olan Roma’ya benzetmeye çalıştılar. Herkese büyük ve görkemli hamamlarda yıkanmayı ve jimnastik yapmayı öğrettiler.
    Romani’nin görünüşleri, (bugünkü Aksaray’a dikili) Arcadius Sütunu’nun üzerine helezoni bir düzenle oyulmuş rölyeflerde açıkça görülüyordu. Ekin biçen köylüler, ürün taşıyan işçiler, onların dolgu tahta tekerlekli arabaları ve hepsinin tepesinde, pilili etekleri, iple bağlı sandal ayakkabıları, kafalarında demir tolgaları ve bellerinde kalın kılıçlarıyla, Roma askerleri.
     
    ThinkerBeLL 6 Kasım 2009 00:39
  3. ThinkerBeLL - avatarı
    Grek Medeniyeti ve Bizanslılar

    9. yüzyıldan sonra, Yunan yarımadasındaki medeniyetin ışıkları, bu Roma insanını değiştirmeye başladı. Latin dilinin ve kültürünün yerini, Grek lisanı ve kültürü almaya başladı. Ege Denizi’nin her iki yakasını hem etkisi altında tutan, hem de Küçük Asya’nın antik medeniyetlerinden, Roma’ya göre çok daha fazla etkilenmiş olan Grek medeniyeti, başkentteki insan tipini biraz yumuşattı ve renklendirdi.
    Şiir, edebiyatın öbür türleri, felsefe, politika, entrika ve güzel sanatların birçok dalları günlük yaşamının içine girdi. Roma’nın fresklerine, Bizans’ın mozaik sanatı eklendi. Batı Rönesansı’nın ilk öncüleri olan mimarlık eserleri, bu yeni ve “bileşik” insanların elinden çıktı. Katı Romalı’ya oranla bu kişi, Bizanslı, kitap okuyor, edebiyat yapıyor, birbirlerinin kuyusunu kazıyor, ama bir yandan da, Karadeniz kıyılarında binlerce yılın oluşturduğu küçük çakıl taşlarını toplayıp getirerek onları renklerine göre ayırıyor, aralarına, üstüne altın sürülmüş cam küpler katarak, kilise ve manastırlarının kubbe içlerinde, saraylarının ve büyük evlerinin zemininde, zengin insan giysilerini, kuşları ve çeşit-çeşit vahşi hayvanlarıyla doğal manzaraları yansıtan güzellik tabloları üretmekten de büyük zevk alıyordu.
    Buydu, Bizanslı insan. Onu Karadeniz’den, İran’dan ve Başta Suriye olmak üzere Arap ülkelerinden ve Afrika’dan, yüzyıllar boyu gelmiş olan öbür insanlar, çok etkiledi ve biraz değiştirdi. Bilimin, sanatların yerini, bağnazlığın aldığı, insan tasvirlerinin kırılıp parçalandığı dönemler de yaşandı bu şehirde. Eğlencenin ve sefahatin, bilimi ve güzel sanatları aştığı, geçtiği ve unutturduğu devirler de oldu. Bu zaman dilimleri, İstanbul’da artık antik çağlardaki gibi tek tip ve tek düze hemşehri yerine, Bizans mozaiklerindeki gibi, çeşitli dünyalardan gelmiş, çok değişik, dünyası, kökeni ve kimliği çok farklı insan tiplerinin, şehir hayatına eklediği çağlar oldu.
    Tarihi yarımadadaki Bizans vatandaşıyla, onun Afrikalı kölesi, Karadeniz kolonilerinden gelen tüccarları, Romalı, Venedikli, Cenovalı, Pizalı ve Amalfili şirketler erbabı, Galata’daki Rus gemicileri, birbirleriyle pek az benzeşen, değişik malzemelerdi. Bu çeşitlilik ve yan yana yaşayan iç-içe ilişkiler, kanlı olaylara yol açmakta gecikmedi. Bir gece Sirkeci-Eminönü koloni semtlerinde yaşayan İtalyan kökenlilerin üzerine saldıran Bizans insanının 6 bin insanı kesmesi, sadece servet farklarının yol açtığı kıskançlık duygularından kaynaklanmıyordu. Avrupa’nın sona erdiği küçücük üçgen yarımadanın içinde, Avrupa’nın birkaç ayrı tip insanının, yan-yana iç-içe yaşamasının doğurduğu problemlerin bir patlayışıydı kanlı olaylar.
    Latin İstilasının Yeni İnsan Tipi Bunların bir cevabı olarak Batı’dan yola çıkan ve Kudüs yerine Bizans başkentini kirli bir deniz gibi 60 yıl süreyle kaplayan Latin istilası ve hegamonyası şehir hayatına, yepyeni diyebileceğimiz insan tipini ekledi.
    Bunlar, Bizans’ın uzun yüzyıllar boyunca, yani hiç değilse, bin yıla yakın zaman, önce Balkanlar’da kılıç-kılıca çarpışarak, sonra başkent önüne hendekler kazarak ve surlar, duvarlar yükselterek, icat ettiği çeşitli silahlarla yukardan kızgın yağlar ve ateşler dökerek durdurmaya çalıştığı ve gerçekten de başkent içine sokmamayı başarabildiği Vandallar, yağmacılar, soyguncular kalabalığındandılar.
    Bu kez Rusya steplerinden, kuzeyden ve Balkanlar’dan değil, onlara göre “medenî sayılan Batı diyarlarından, İngiltere, Fransa ve Almanya’dan geliyorlardı. Ama kılıkları korkunçtu, niyetleri kötüydü. Doğu’da birikmiş olan zenginlikleri yağmalamaya yönelik, kötü kıyafetli, çok içki içen, korkunç görünüşlü insanlar, Bizans başkentindeki kilise ve manastırlarındaki, saraylarında ve evlerindeki, altın ve gümüş eşyayı yağmaladılar, anıtların ve sütunların bronz plaklarını söküp erittiler, şehri yarım yüzyıldan fazla zaman harabeye çevirdikten sonra, Bizans’ın bir karşı saldırısıyla yenilip kaçtılar. Onlar bu şehirli değildi. Ama uzunca bir süre egemendiler.
    Latin işgalinden sonra, başkentinin yönetimini tekrar ele geçiren Bizanslı da, artık eski görkemli dönemin insanı olamadı. Her şeyden önce, yoksullaşmıştı. Uzak vilayetlerden eski gelirleri gelmiyor, harabeye dönen şehirlerini tekrar imar edecek gücü bulamıyorlardı.
    Ekonomik fakirlik, zihinsel yoksulluğu da getirmişti. Skolastik düşünce, eski bereketli zihin ürünlerini engelliyor, dinin kısır ve dar yorumlarına saplanan düşünce odakları, ait oldukları Batı ile bütünleşmeyi bile yasaklayarak, açmazlar içinde yaşıyorlardı. Bu dönemlerin şehir insanı yoksul, umutsuz, geleceğe karamsarlıkla bakan ve çevresini kuşatan yeni ve taze bir gücün, yani Osmanlı’nın tehdidi altında hayatlarını sürüyen bir avuç canlılardır.
    Saraydaki altın kapıların yerini bakır edevatın aldığı bir yaşam ve buna uygun insan tipi, sönen bir güneş gibi, son dönemlerini yaşamaktadır.
     
    ThinkerBeLL 6 Kasım 2009 00:39
  4. ThinkerBeLL - avatarı
    ...ve 1453'ten sonrasının İstanbullusu

    1453 yılı, şehrin uzun tarihi içinde, büyük bir dönemeçtir ve yepyeni, ama eskilerinden de bambaşka bir sahneyi açar. Batı kopyası başkent, bundan sonra artık yerini, iki başlı ve çelişkili bir tiyatro eserine bırakacaktır.
    Bir yandan en az iki yüz yıl sürecek ekonomik bir zenginlik, payitahtın üzerine altın yağdıran bir dış yağma, bir para bolluğu ve servet çağıltısı. Ama öbür yandan, bunların hiçbirine değer vermeyen, maddî zenginliklere değil, sadece ve sadece ahrete dönük, Tanrı’nın gücüne ve onun eseri doğal güzelliklere vurulmuş bambaşka ve de bu eski şehir için yepyeni, mistik bir moral dünyası.
    Bu yapı bambaşka bir insan tipini, Fetih’ten sonra belki yüzyıl bile geçmeden, tarihe kazandırmış oldu ve şehrin sahnesine, 500 yıl süreyle gelip oturttu: Bugün amaçladığımız anlamda ve bugün anladığımız hüviyetiyle, bir İstanbullu.
    Bu insan, önce temizliği her yönüyle günlük yaşamına entegre eden bir yaratıktır. Roma’nın hamamlarından da daha insancıl olarak, efendisiyle, kölesiyle, herkesi gacur-gucur yıkayan, Roma sarnıçlarının durgun ve yosunlu, kokuşmuş sularını beğenmeyip, payitahtını batıdan ve kuzeyden, yepyeni, taptaze billûr suları, pişmiş topraktan künklerle taşıyıp getirmiş bir temizlik aşkı.
    Akan yüzyıllar ve dünyadaki genel bir aydınlanma, zamanla ona da yansıdı. O yüzden, giysileri geçmiş dönemlere göre büyük bir gelişmişlik gösteriyor, çeşitlilik kazanıyor ve en arınmış, en ince, en soylu boyalarla renkleniyordu.
    İstanbulluların, erkek olsun kadın olsun, efendi olsun, köle ya da cariye olsun, derviş veya asker olsun, her kesiminin, belki bin türdeki, bin tipteki giysileriyle Osmanlı başkenti, tam bir operet sahnesine dönmüştü. Bu renk ve biçim arınmışlığı, o insanın kişiliğinin ayrılmaz bir parçasıydı.
    Kumaş işlemelerinin, altın tellerle yapılan süslemelerine, kürk çeşitlerine, dantellere, oyalara, kasnak ve gergef ürünlerine ve ipliklerin, boyaların her türlerine ve nüanslarına, bu insanların verdikleri, buldukları ve yakıştırdıkları adların bolluğu, çeşitliliği ve zenginliği, tarihte daha önce hiçbir kente ve hiçbir diyara nasip olmamıştır.
    Lâlenin bin çeşidini, çiçeğin içindeki tüylerin tozunu karıştırmak suretiyle üretebilen bir medeniyet, görevli, “şair ve bahçıvan” kurulları oluşturarak, bunlara çoğu fars dilinde ve şiir güzelliğinde, bin adet isim de üretiyordu. Bunun da, tarihte hiçbir yerde benzeri yoktu.
    Dünya güzelliklerine bu kadar düşkün olan o İstanbul insanı, aynı zamanda, içinde ince bir hüzün duyarak, bunların hepsinin geçici olduğunu da anlıyor ve o yüzden bütün varlığıyla bu dünyanın ötesinde ikinci bir yaşama da yönelmiş ve uzamış oluyordu. Bu kadar cami, tekke, hânıkah, çilehane ve türbe bolluğu, ancak o moral dünyasının ürünleridir. Adına bugünkü anlamda İstanbullu dediğimiz insan, işte bu ortamın, çerçevesi, koşulları ve unsurları belli bir ürünüydü.
    Yoksullaştığı zamanda bile temiz ve özenli giyinen, kişi ilişkilerinde olabildiğince nazik, zor koşullarda yaşayanlara karşı, her zaman yardımsever ve elden tutan, lisanı gelişmiş ve dili, hem düzgün söyleyişli, hem de kullandığı kelimeler ve deyimlerle zengin çağrışımlı, ağaç, yeşillik ve doğal güzelliklere vurgun, evi ve bahçesi, tavuk, horoz, hindi, ördek, kedi, köpek gibi evcil hayvanlarla, camileri güvercinlerle, kumrularla, leyleklerle dopdolu olan bu insan tipi yılda bir ay, sofrasını gelen-geçen herkese açmak ve elden tutup içeri davet etmek gibi dünya gariplikleri ve davranışları alıyor, yaşarken ya da ölürken, bütün parasını vererek, yoksulların doyurulması, fakir ailelere kışın odun kömür alınması, gençlerin okutulması, okul çocuklarının giydirilmesi, Boğaz köylerinin şehirle bağlantısı için kayıklar alımı, kitaplıklar kurulması ve kitapların onarımı, ormanlarda su bendleri yükseltilmesi ve mahallelerde çeşmeler yapımı, kışın sıcak ülkelerine geri dönen leyleklerden hastalanıp İstanbul’da kalanlar olursa, onların bakımı ve iyileştirilmesi... amaçlarıyla sayısız vakıflar kuruyorlardı.
    İstanbullu kimliği, buydu. Ve bu insan tipi 500 yıl süreyle önce tarihî yarımada dediğimiz üçgen içinde ve Boğaz’da yuvalanmış birkaç köyde, 18. ve özellikle 19. yüzyılda ise, Kadıköy arkalarında gelişen Suadiye ekseniyle, Adalar’da yaşadı.
    O 500 yıl süresince, yarımadanın Kumkapı, Samatya, Yedikule gibi Marmara kıyılarında, Balat, Hasköy gibi Haliç semtlerinde, Galata içlerinde yaşayan Rum, Ermeni ve Musevî azınlıklar ile, Beyoğlu platosuna yerleşen Frenkler ve Lövantenler, hatta rıhtımlarına gelip-giden ve bir süre meyhanelerini dolduran yabancı ve sık gelen gemiciler de, yine bu şehrin insanıydılar.
     
    ThinkerBeLL 6 Kasım 2009 00:40
  5. ThinkerBeLL - avatarı
    Azınlık Nüfusu İstanbul Kimliğinin İçindedir

    Tarihî yarımadanın, Haliç’in ve Boğaz’ın azınlık nüfusu, genel çizgileriyle, İstanbul kimliğinin içindedir. Bu, özellikle insan ilşkilerinde kendini gösterir. Nezâket, yardımseverlik, doğal güzelliklere düşkünlük ve insanlar arasında dostluğa önem veren anlayışlar, bütün İstanbul nüfusuna egemendir.
    Fakat belki eşyanın tabiatı gereği olarak, kendi dillerini büyük ve yapmacıksız bir doğal ortam içinde konuşan azınlık nüfusun, Türkçenin zenginliklerinden, gereğince pay alamadıkları gibi, biraz, üst-baş ve ev temizliğine ait alışkanlıklar ve değer yargılarında ve hayır-hasenat duygularında, bazı farklılıklara sahip oldukları gözlenir.
    Azınlık vakıflarının kendi vatandaşlarına öncelik veren yapısı ve koşullarıyla, Müslüman-Hıristiyan ayırımı yapmadan hatta yerli-yabancı farkı bile gözetmeden bütün yolculara eşit ve ücretsiz hizmet sunan Türk/Müslüman vakıflarının, kervansaraylarda, imaretlerde, aşevlerinde, bu belirgin ayırımlarını görmek, bilimsel bir zorunluluktur.
    Bir diğer kesin fark, bütün tarih boyunca süren, ama özellikle 19. yüzyıldan itibaren Batı etkisiyle artan bir olaydır: Azınlık insanları ve lövanten tipleri, Roma-Bizans çizgisinin bir devamı ve Batı’yla her zaman ilişkide olmanın bir etkisi sonucu, ekonomiye ağırlık veren ve madde değerlerine öncelik tanıyan bir anlayışı da her zaman sürdürmüşlerdir. Bu da İstanbullu içinde, ayrı bir vatandaş kimliğidir.
    Ama onu Fatih’te, Sultanselim’de, Edirnekapısı’nda, Eyüp’te... bulamazdınız. Batılıya yakın kimlikteki İstanbullular biraz yukarıda saydığım, Marmara ve Haliç kıyılarıyla, Galata içlerinde ve en son da Beyoğlu platosunda yaşıyordu.
    Herkes iç-içe, herkes el-ele, herkes yakın ve sıcak duygular içindeydi. Hepsinin, dostlukta, tabiat aşkında ve birbirine yardımcı olmada, ortak olan kimlikleri vardı.
    Tarihte ve İstanbul’da birçok şeyi değiştiren 1950’li hatta 1960’lı yıllara kadar devam etti, bu az farklı İstanbullu karakteri ve hüviyeti.
     
    ThinkerBeLL 6 Kasım 2009 00:40