İster şehirde isterse köy, kasaba gibi daha küçük yerleşim birimlerinde olsun mahalle, geleneksel olarak caminin etrafında şekillenir. Cami dinî hayatın olduğu kadar sosyal yaşantının, insanî ilişkilerin, buna bağlı olarak yerleşmenin de merkezindedir. Çok yönlü bu merkezîlik herhâlde en çok Ramazan ayında hissedilir.
Çocukluğumun geçtiği köyde iki Kur’an kursunun olduğundan bahsetmiştim. Bunlardan biri resmi Kur’an kursu idi ve daha fazla talebeye sahipti. İkincisi ise fahrî idi ve talebe sayısı daha mütevazı sınırlarda kaldı. Bu ikinci kursun hocası olan Hafız Mehmet (meşhur adıyla Kutuz Hoca) aynı zamanda Büyük Camii’nin imam ve hatibi olduğu için hafız yetiştirme hizmetini fahri olarak yürütebiliyordu.
Bu satırların yazarı 10 yaşında iken ilkokulu bitirmiş olarak fahrî Kur’an kursuna katıldı. Hafızlık yaptığımız dershane Büyük Camii’nin hemen yanı başında olduğu için, orada mahalle camimize nazaran daha kalabalık, daha canlı, daha hareketli bir Ramazan bizi karşılardı.
Hafızlık yapmakta olan talebeler için Ramazan’ın diğer insanlardan farklı tarafları vardı. Büyük Cami’de ikindi ezanı sonrasında kurs talebeleri mukabele okurlardı. Ezber yapmaya başlamış herkes ders seviyesine ve okuma kabiliyetine göre bu mukabeleye katılırdı. Hocamız birkaç gün önceden kimin hangi sayfaları okuyacağını söylerdi. Ramazan’ın ilk gününden itibaren de ezber yapmakta olan bütün hafızlar birinci cüzden has okumaya başlar, böylece hem dersimiz hem de mukabele okuyacağımız cüz aynı cüz olmuş olurdu. (Daha önce ezberlenen sayfalara "has" yeni ezberlenenlere ise "ham" sayfa denmekteydi. Ham okumak, has okumak da buradan geliyor).
Ramazan boyunca has okuyacağımıza sevinirdik, çünkü bu kolay bir şeydi; mukabeleye dahil edilmemiz daha da memnuniyet verici idi, çünkü bayramın arifesinde mukabele okuyanlara toplu bir para verilirdi. 1966 ramazanında her birimize 120 lira verildiğini hatırlıyorum. Bunlara bir de cemaat huzurunda Kur’an okuma, okuyabilme gururunu ve imtiyazını da katarsanız daire tamamlanmış olur.
Hocanın Yanında Ramazan
Bir Ramazan ayının gecelerini de hocamla birlikte geçirmiştim. Hocanın yanında kalan, bir taraftan ona yardımcı olacak diğer taraftan da müezzinlik, aşır okuma, imamlık gibi hizmetlere hazırlanmış olacaktı. Fakat bizi birinci derecede ilgilendiren cami cemaatinin içine eşit bir fert olarak katılmak ve onlarla birlikte sahur ve iftar sofralarına oturmaktı.
Her akşam mahallenin bir evinden camiye yemek gelirdi. Akşama doğru hoca yemek sepetini boşaltır, iftar ve sahurlukları ayırır. Bir taraftan da cemaatin yemekle ilgili takılmalarına, şakalarına cevaplar verir. Muhlama hazırlamaya, yemekler ısıtılmaya başlanır.
Köydeki yabancı bekâr öğretmenler zaten bizimle beraber dershanede iftar edecekler, sahurda da onlarla birlikteyiz. Fakat ailesiyle birlikte köyde bulunan misafir öğretmenler de bu bereket sofrasından nasiplenmeli değil mi? Hocaefendi gelen malzemeyi ve yemekleri ölçüp biçtikten sonra hocanın başyardımcısı olan, cemaattan rahmetli Kubur’un Dursun’u çağırır ve öğretmenlerin oturdukları evlere yağ, peynir, süt, yoğurt göndermeyi ihmal etmez, caminin yakınında kimsesiz yaşayan Hala Esma’yı da unutmazdı. Dursun Dayı meşgul olduğu zamanlarda bu getirme-götürme işleri bize düşerdi.
İftar sofrasında, hoca, Dursun ve benden başka iki üç tane öğretmen, varsa misafir hafızlar ve dilenciler bulunurdu. (Cemaatin, bizimle beraber yiyip içen öğretmenlerden bazılarının oruç tutmadıkları yolundaki sözlerini Hocaefendi duymazlıktan gelirdi). Muhlama esas itibariyle elle ve banarak yenmesine rağmen sofradakiler rahatsız olmasın diye hocamız kendine mahsus usullerle kaşıkla yenecek biçimde hazırlamayı tercih ederdi. İftar boyunca yemekle ilgili şakalaşmalar, fıkralar devam ederdi. O sene her gün oruç tutmadığım için iftar ve sahurda bana da takılmayı ihmal etmezlerdi; tuttu mu tutmadı mı, kaç eliyle tuttu, bilerek mi bozdu unutarak mı?..
Biz daha sofradan kalkmadan yakın evlerden cemaat gelmeye başlar. Akşam namazı cemaatle kılınacaktır. Namazdan sonra yatsı ve teravihe kadar sohbet üstüne sohbet...
Dershanede dilenciler için ayrı, misafir hafız ve hocalar için ayrı yataklar vardı. Teravihten sonra yataklar hazırlanır, herkese yeri gösterilirdi. Hoca ile birlikte kalan talebe ise üst katta yatardı.
Sahur vakti için saatin zili çaldığında Hoca’dan önce kalkıp sobayı yakmak gerekiyor. Aslında Kutuz Hoca en ufak işini dahi cemaatten ve talebelerinden birine yaptırmak istemezdi fakat rahatsız olduğu için soğuğa karşı dayanıksızdı.
Sobayı yakmak ve sahur borusu vurmak üzere ben daha alt kata inmeden Dursun kapıda belirmişti: "Hoca, Hocaaa, vakittir, vakit!" Kapıyı açar, birlikte içeri gireriz. Misafirler ve dilenciler de yorganları oynatmaya başlarlar. Bir taraftan sobaya fer verir, diğer taraftan da gaz ile çalışan Almanya’daki köylü işçilerimizin getirdiği lüks lambası uyandırılmaya çalışılır.
Hoca aşağıya indiği zaman yemekleri kontrol etmeye başlar. Dursun ise gazlı-idareli feneri eline alıp bizimle beraber sahur sofrasına oturacak olan bekâr öğretmenleri uyandırmaya gider. Döndüğü zaman hep aynı şikâyet: "Öğretmenlerimiz çok iyi öğretmenler, fakat geç yatıyorlar, uyandırması zor oluyor. Kaç defa bağırdım!" Rahmetli Dursun Dayının kulakları ağır işittiği için caminin etrafında oturan öğretmenlere canhıraş bir şekilde bağırdığını biz de dershanede duyardık. Öğretmen sesini duyuyor, cevap da veriyor ama duyan kim. Kalkıp ışığı yakıncaya kadar Dursun kapıda bekleyecek ve bağıracaktır.
Şükür bir sahur yemeği daha yenmiş, bir oruca daha başlanmış, bir sabah namazı daha kılınmıştır. Bizim için artık yatmak yok. Biraz sonra hafızlar gelmeye başlayacak ve o günün dersi, mukabele sayfaları okunmaya başlayacaktır. Hoca ise yaklaşık bir saatlik uyku ve dinlenme için dershanenin üst katına doğru çıkmak üzeredir...
Biraz sonra kalkıp gelecek ve öğle ezanına kadar bütün ciddiyeti ve titizliğiyle hafızlarla uğraşacak (uğraşacak ne kelime, didişecek, harp edecek demeliydim) olan Hocaefendi babamdır.
Toplam Yorum 0