Çalışmak ve inancın el ele gitmesi üzerine
Yıllar öncesi Amerika’nın Mississippi Nehiri’nde, yolcuları, nehirin bir yakasından ötekine kayağında taşıyarak geçimini sağlayan yaşlı bir kayıkçının, kayıktaki iki küreğinden birinde İNANÇ, diğerinde de ÇALIŞMAK yazılı imiş. Sebebi sorulduğunda, bu güngörmüş kayıkçı demiş ki:
“Nehiri, karşıdan karşıya geçmek için, her iki küreğe de ihtiyaç var. Çalışmaksızın inanç veya inançsız çalışmak, sizi bir dairede döndürür durur. Hayat yoluna tek kürekle çıkmak, nehiri tek kürekle geçmeye çalışmaktan farksızdır. Hiçbir yere gidemezsiniz.”
Doğruluğun mükâfatı üzerine
Ziya Paşa, “Müstakim [yani doğru] ol, Hazreti Allah utandırmaz seni,” diyor. Aklıma, bir işyerinde çalışmak için müracaat eden gencin hikâyesi geliyor.
Müessese sahibi, gencin doldurduğu fişi incelerken sordu: “Ama son üç yıl içinde ne gibi işler yaptığını burada belirtmemişsin.”
Genç, “Cezaevinde idim,” cevabını verdi.
Fakat bu sözü o kadar tabiî ve canlı bir tarzda söylemişti ki, karşısındaki adam hayret etti: “Adeta bir gurur vesilesi imişçesine cevaplandırdın.”
Genç dedi ki: “Hapishaneden ayrılırken, müdür, artık yalan söylemeyeceğime dair benden söz istedi ve ben de o sözü verdim.”
Müessese sahibi, gence dedi ki: “Yarın sabah, saat sekizde burada ol ve işe başla.”
Duanın yeri ve rolü
Kişinin kısmeti gökten zembille inmez. Ama aramızda öyleleri var ki, giriştikleri herhangi bir işin başarılı bir sonuca ulaşması için fazla bir gayret göstermiyor, sabah akşam dua ederek, Allah’ın yardımını diliyorlar. Bu insanlar bana, küçük çocuğu ile bir göle balık tutmaya giden Amerikalıyı hatırlatıyor. Baba-oğul, göl kenarına gelince, oltayı göle atıp otele döndüler. Bir saat sonra, oltaya balık takılıp takılmadığını görmek için göle gittikleri vakit, dört beş balığın takıldığını gördüler. Çocuk, “Ben, balıkların oltaya takılacaklarını biliyordum,” dedi.
Babası sordu: “Nereden biliyordun?”
“Dua ettim de onun için,” dedi, çocuk.
Oltayı yeniden hazırladılar ve yemek için otele gittiler. Yemekten sonra göle gittikleri vakit, yine birkaç balığın yakalandığını gördüler. “Çocuk, böyle olacağını ben biliyordum,” dedi.
Babası sordu: “Nereden biliyordun?”
Çocuk, “Dua ettim de onun için,” dedi.
Baba-oğul, oltayı tekrar göle attı ve otele döndüler. Yatmadan önce, göle gidip oltaya baktıkları vakit, bu defa bir tek balığın bile oltaya takılmadığını gördüler. Çocuk, “Ben oltaya balık gelmeyeceğini biliyordum,” dedi.
Babası sordu: “Nereden biliyordun?”
Çocuk, “Dua etmedim de onun için,” dedi.
Babasının, niye dua etmediğini sorması üzerine de çocuk, şu cevabı verdi: “Oltaya yem takmadığını hatırladım da onun için.”
Şu halde, biz çalışacağız ki Allah da bize verecek. Sabanının ucuna yapışıp tarlasını ekip biçmeyen köylünün ambarı boş kalır.
Eğitim üzerine iki fıkra
Amerika Cumhurbaşkanlarından James Garfield, politika hayatına atılmadan önce küçük bir üniversitenin rektörü idi. Bir gün, çocuğunu üniversiteye yazdırmak isteyen bir kadın yanına çıkarak, “Rektör Bey, dersleri biraz hafifletemez misiniz?” dedi. “Benim çocuğumun programınızdaki bütün dersleri takip etmesine vakti yok. O, bir an önce üniversiteyi bitirip hayata atılmak istiyor.”
Rektör Garfield, “Evet, hanımefendi, bu mümkündür,” cevabını verdi. “Yalnız, önce, çocuğunuzun ne olmasını istediğinizi sorabilir miyim? Bildiğiniz gibi, Cenab-ı Hak, bir meşe ağacını yüz senede yetiştirirken, bir kabak için iki ay yeterli.
*
Eski zamanlarda, üç yolcu bir çölde gidiyordu. Kurumuş bir nehir yatağından geçerlerken gaipten bir ses geldi: “Durunuz!”
Yolcular, hemen atlarını durdurdular. Ses, atlarından inmelerini söyledikten sonra devam etti: “Şimdi, yerden bir avuç taş alarak ceplerinize koyunuz ve yolunuza devam ediniz.”
Yolcular atlarına bindikleri zaman, ses dedi ki: “Emrimi yerine getirdiniz. Yarın güneş doğduğu zaman, hem sevinecek hem de üzüleceksiniz.”
Ne diyeceklerini bilemeyen atlılar yollarına devam ettiler. Ertesi sabah, güneş yükseldiği zaman, ellerini ceplerine soktukları vakit, bir mucizenin gerçekleştiğini gördüler: ceplerindeki çakıl taşları, elmaslara, yakutlara ve diğer kıymetli taşlara dönüşmüştü. Seviniyorlardı, çünkü taşları ceplerine koymuşlardı; üzülüyorlardı, çünkü daha fazla taş almamışlardı.
İşte, eğitimin hikâyesi de bu.
Faziletli insan üzerine
Halife Mansur, Bağdat kadılığı için Ebu Hanefi’yi seçmişti. Fakat o, içine siyaset bulaşacak böyle bir görevi kabul etmek istemedi. “Senin kadı olman gerek,” diyen halifeye şu cevabı gönderdi:
“Ey Emir! Ben bu işe lâyık değilim. Eğer doğru söylüyorsam, gerçekten lâyık değilim demektir ki, kadı olmam yanlış olur. Yok eğer, lâyık isem ve lâyık değilim diye yalan söylüyorsam, Halifenin önünde yalan söyleyen birini, Müslümanlar’ın başına kadı yapmak doğru olmaz.”
Halife, bu cevap karşısında Ebu Hanefi’yi kadı yapmaktan vazgeçti.
Hayat mücadelesi
Bir Amerikalı baba, çocuğuna, hayâtta karşılaşacağı güçlüklerle nasıl mücadele etmesi gerektiğini bir misâlle anlattı. Bu çocuk, sekropiya denen bir tür güve kozalarını topluyor ve bahar gelince, güvelerin kozalardan çıkışlarını hayret ve ilgi ile seyrediyordu. Fakat güvelerin kozalardan çıkarken sarfettikleri gayret karşısında da içinde bir acıma hissi gelişiyordu. Babası bir gün, bu böceklerin bir tanesinin kozadan çıkmasını güçleştiren ipliği makasla kesti, ama böcek de, çok geçmeden öldü. Baba, o zaman oğluna dedi ki:
“Böcek, kozadan çıkarken sarfettiği gayret neticesinde, vücudundaki zehiri dışarı verir. O zehir dışarı verilmezse böcek ölür. İnsanlar da, daha güçlü, daha iyi olmak ve böylece istediklerini yapabilmek için karşılaştıkları zorluklarla çarpışarak, mücadele ederek güçleşir, olgunlaşır, ve gelişirler. Şayet insanlar, arzularına kolayca erişirlerse, karakterleri zayıflar, âdeta, içlerindeki bir şeyin kaybolduğunu, öldüğünü hissederler.
Hüküm vermeden önce
Günümüzde, bilhassa biraz isim yapan birinin, sadece bir yönüne, bazı düşüncelerine bakarak tenkit eden pek çok insan var. Bu insanlar bana, dört oğlunun herhangi bir kimse veya şey hakkında acele hüküm vermekten kaçınmasını isteyen babayı hatırlatıyor. Baba, bir gün en büyük oğluna, kışın, ülke dışına bir yolculuk yaparak mango ağacını görmesini söyledi. (Mango, nar büyüklüğünde fakat beyzî [yumurta biçiminde] bir meyvadır. Tadı armudu andırır; bilhassa tropikal bölgelerde, ve Mısır’da da yetişir.) Bahar gelince, ikinci büyük oğlunu mango ağacını görmesi için gönderdi. Yazla birlikte, onun bir küçüğü yola çıktı. En küçük oğlu da sonbaharda çıktığı yolculuktan dönünce, bu akıllı adam, dört oğlunu yanma çağırarak, “Gördüğünüz mango ağacını bana anlatınız,” dedi.
En büyük oğlu—ki ağacı kışın görmüştü— ağacın, yanmış, kavrulmuş bir kütükten farksız olduğunu söyledi.
Onun bir küçüğü, “Dantel gibi yaprakları var,” dedi.
Üçüncü oğlu, ağacın çiçeklerinin gül kadar güzel olduğunu söyledi.
Çocukların en küçüğü ise, “Ağacın, armudun tadını andıran nefis meyvaları var,” dedi.
Akıllı baba, o zaman, “Evlâtlarım, hepiniz haklısınız,” dedi. “Çünkü her biriniz, ağacı ayrı mevsimlerde gördünüz.”
Şu halde, diğerlerinin düşünce ve davranışları hakkında hüküm vereceğimiz zaman, ağacı her mevsimde görüp görmediğimize emin olmalıyız.
Sıradan insanların baştâcı edilmeleri üzerine
Türkiye, çok az sayıda istisnaları dışında, gazeteci Ahmet Güner’in deyişiyle, bir “sıradanlar ülkesi”. Politikacılarımız sıradan insanlar, akademisyenlerimiz sıradan, “sanatçı” denilen şarkıcılar sıradan, gazetecilerimiz sıradan, sporcularımız sıradan . . . Akla, ister istemez, Bekri Mustafa geliyor.
Bekri Mustafa, sırtında cüppesi, başında sarığı, bir öğle üzeri çakır keyif, küçük bir cami önünden geçerken, cemaat heyecanla önünü keser ve der ki:
“Hoca efendi, bizim imam ânide hastalandı, evine götürdük. Fakat musalla taşında bir mevtamız var. Lütfen gelin, namazını kıldırın.”
Bekri Mustafa, imam olmadığını, ve bilhassa o hâliyle namaz kıldıramayacağını söylerse de, cemaat dinlemez, âdeta yakapaça musalla taşının önüne getirirler. Bekri Mustafa, namazı kıldırırken, bir ara tabuta doğru eğilir ve bir şeyler söyler.
Namaz sonunda cemaat, Bekri Mustafa’ya, namaz sırasında mevtaya ne söylediğini sorduğu vakit, Bekri Mustafa şu cevabı verir:
“Ona dedim ki: ‘Öteki dünyadakiler, bu dünyada nelerin olup-bittiğini sordukları vakit, Bekri Mustafa imam oldu dersin, onlar anlarlar.’ “
Şefkat ve iyilikseverlik üzerine
Amerikalı kadın şair Emily Dickenson’un, aşağıdaki mısralarını benimseyerek uygulamaya çalışan insanlarımızın sayısı ne kadar çok olursa, ülkemizin, o kadar iyi bir ülke olacağina inanıyorum:
Eğer durdurabilirsem acımasını bir kalbin, Yaşamış olmayacağım beyhude.
Eğer hafifletebilirsem ıztırabını bir hayatın, Veya acısını bir ağrının;
Veya koyabilirsem tekrar yuvasına,
Baygın ve halsiz bir serçeyi,
Yaşamış olmayacağım beyhude.
Türk: “Dünyanın en asil insanı”
Geçen asırlarda Türkiye’yi ziyaret eden ecnebiler hâtıralarında, Türk insanının asaletini, zarafetini, nezaketini, terbiyesini, dürüstlüğünü anlata anlata bitiremiyorlardı. Tarih Hâzinesi mecmuasının Haziran 1951 tarihli sayısında, geçen yüzyılların o asil Türk’ü şöyle anlatılıyor:
İstanbul’da Bahçekapı’da, meşhur bir terzihânenin sahibi olan Macar Mösyö Bak, bir gün, Serkl Doryan Klübü’nde, aralarında İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Rum, Ermeni, ve Yahudi bulunan bir topluluğa şunları da söyledi.
“Ticarethanemizde kapıcılık yapan bir Türk, harbe giderken, daha evvelden ticarethanemizden aldığı on, onbeş lira borcu veremeyeceği için af diledi. Fakat harpten sağ dönerse bizzat kendisinin, şehit olursa, ailesinin bu borcu mutlaka ödeyeceğini söyledi. Umumi Harp bittikten bir müddet sonra, bir gün pek genç bir delikanlı ziyaretime geldi ve kapıcının oğlu olduğunu söyleyerek, ‘Babam, harpte şehit oldu,’ dedi. ‘Vasiyeti mucibince size olan borcunu getirdim. Paramız olmadığı için, daha evvel getiremedim. Kusura bakmayın.’
“Ben, parayı almamakta ısrar edince, çocuk çok müteesir oldu, ve Bu babamın vasiyetidir,’ dedi. ‘Eğer almazsanız, onun ruhu muazzep olur. Bu, bir namus borcudur.’ “
Hakikî bir Türk dostu olan Mösyö Bak, fıkranın sonunda gözleri yaşarmış olarak, gür sesiyle ve kendine mahsus edasıyla şöyle dedi:
“Efendiler! Dünyanın en asil, en doğru, en namuslu milleti Türk milletidir.”
Kaynak: Nejat Muallimoğlu, Bütün Yönleri ile Hitabet, Yeni Binyıl (Altıncı) Baskısı 2000, İstanbul
Toplam Yorum 2