simya
ALŞÎMİ olarak da bilinir, başlangıçta kurşun ve bakır gibi soy olmayan metalleri altın ve gümüş gibi soy metallere dönüştürme girişimleri biçiminde ortaya çıkan yalancı bilim. Ama simya çalışmaları pek çok kimyasal işleme dayandırılmış ve ilk ortaya çıktığı dönemden başlayarak kimyanın gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Eski Çin, Hindistan ve Yunanistan’da maddenin çeşitli oranlarda birleşmiş hava, su, toprak, ateş ve uzay gibi beş öğeden oluştuğu kabul edilirdi. Ayrıca madde dünyasının sıcak ve soğuk, yaş ve kuru, pozitif ve negatif, dişi ve erkek gibi antagonistik, karşıt kuvvetlerin etkisinde olduğu varsayıhrdı. Bu üç kültürün filozofları aldıkları benzer astrolojik mirastan yola çıkarak bu öğeler, gezegenler ve metaller arasında ilişki olduğunu buldular.
Astrologlar büyükevrenin (makrokozmos) doğal dünyasındaki olayların insanın küçük evreninde (mikrokozmos) yansıdığını ve bunun tersinin de geçerli olduğuna inandılar. Böylece uygun astrolojik etkiler altında insan ruhunun cennette kusursuz duruma ulaşabilmesi gibi kurşunun da altına dönüşebileceğini, kusursuz duruma gelebileceğini düşündüler. Bir sanatkâr belki de dikkatli bir gözlem ve uzun bir ısıtma işlemi sonucunda metali öldürüp yeniden oluşturma yoluyla bu süreci hızlandırabilirdi. Deneyci simyacılar geliştirilmiş durumda bugün de kullanılan birçok laboratuvar aygıtı ve işlemi icat edip kullanmakla birlikte, gerçekte birer sanatkârdılar ve sırlarını açıklamak istemediler. Deneylerinin batini doğasını korumak amacıyla çalıştıkları malzemelere gizli, simgesel adlar verdiler. Bunun yanı sıra Yunanlı yazarlar el yazmalarını, daha da gizli kalması için bazı tann, kahraman, kral ve eski filozoflara ithaf ettiler.
Bu karışık eğilimler mistik düşüncelerin simyaya egemen olmaya başlamasıyla yoğunlaştı. Helenistik felsefenin bilimsel bakış açısından uzaklaşıp gittikçe gnostisizm, Yeni-Platonculuk ve Hıristiyanlığın tanrısal vahyine önem vermesiyle simyacıların yazılan da belirsizlik bakımından batini oldu. Ölümsüzlük iksirini bulmak amacıyla altın yapmaya uğraşan Çinli deneyciler de bütün pratik tekniklere karşılık batini görüşlere ağırlık verdiler ve bu sanat bir boşinançlar kütlesine dönüştü. Hint simyası da sonunda aynı bozulmaya uğradı.
Başlangıcında öbür akımlar kadar gizemli olan Arap simyası büyük bir olasılıkla Helenistik dönemde Mısır’a geçti ve ilk simyacı İskenderiyeli Zosimos’un çalışmalarında görüldü. Araplar Çinlilerle ilişkileri sonucunda, daha sonra Avrupa simyasında simyacı taşı olarak görülen gizemli dönüştürücü ilacı öğrendiler. 12. yüzyılda Hıristiyan bilginlerin Arap simyacı Ebubekir Razi’nin çalışmalarını çevirmeleriyle simya sanatı Avrupa’da yeniden doğdu. Bu konu 1300’lerde önde gelen filozoflar, bilim adamları ve ilahiyatçılar tarafından tartışılıyordu. Mineral asitleri ve alkol o dönemin simyadaki en önemli buluşları arasındadır. Bu yeni doğuş iki yüzyıl sonra İsviçreli hekim Paracelsus’un (1493-1541) öncüsü olduğu iyatrokimyanm (tıp kimyası) kökenini oluşturdu.
Rönesans fizikçileri ve kimyacıları Yunan atomculuğuna dayanarak dönüşüm olasılığını ortadan kaldırmaya başladılar. Simyacıların geçmiş yıllardaki kimyasal olaylara ilişkin birikimleri yeniden yorumlandı ve modern kimyanın temelini oluşturdu. Ama 19. yüzyıla değin kimyasal yolla altın yapma olasılığının bulunmadığı bilimsel olarak kanıtlanamadı. Simya felsefelerinin ve tekniklerinin zaman zaman yeniden canlanması ise 20. yüzyıla değin sürdü.
simyacı taşı
simyacıların temel metalleri altına dönüştüreceğine inandıkları, bilinmeyen madde. Kaynaklarda adı “tentür” ya da “toz” (Yunancada “kurutucu toz” anlamına gelen kserion Latinceye, oradan da el-iksir biçiminde Arapçaya geçmiştir) olarak da geçen simyacı taşının, ölümsüzlük getireceğine inanılan yaşam iksirinin kaynağı olduğu düşünülürdü. Simyacılık metallerin değerini artırmanın yanı sıra insan ruhunu kusursuzlaştırmaya da çalıştığından, simyacı taşının hastalan iyileştirdiğine, yaşamı uzattığına ve ruhu canlandırdığına inanılırdı.
Simyacı taşı çeşitli biçimlerde betimlenmiştir. Bazılarına göre bu taş, her yerde bulunmakla birlikte tanınmayan ve değeri anlaşılamayan sıradan bir maddeydi. Bu taşı arayan simyacılar ortaçağda, hatta 17. yüzyıl sonlarına değin, laboratuvarlannda çok sayıda maddeyi ve bunlann birbiriyle etkileşimini incelediler. Bu araştırmaların sağladığı bilgi birikimi, sonunda kimya, metalürji ve farmakoloji bilimlerinin ortaya çıkmasına yol açtı.
Simyacılar demir, kurşun, kalay ve bakır gibi sıradan metalleri altın ve gümüş gibi değerli metallere dönüştürme umuduyla bu metalleri Hermes vazosu adı verilen armut biçimli cam bir eritme kabında ısıtırlar, oluşan renk değişikliklerini dikkatle izlerlerdi. Siyah, eski metalin başka bir maddeye dönüşeceğini gösterirdi. Gümüş elde etmek için maddelerin beyaza, altın elde etmek için ise kırmızıya dönüşmesi gerekiyordu.
kaynak: Ana Britannica