Arama

Dinler Tarihi (Genel Bilgi)

Güncelleme: 25 Ağustos 2009 Gösterim: 41.696 Cevap: 58
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dinler Tarihi

Sponsorlu Bağlantılar
Çalışmalar

Dinler Tarihi çalışmaları Batı'da ilmi anlamda XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlamış; isim, konu ve metod problemleri zamanla aşılarak müstakil bir ilim dalı hüviyeti kazanmış ve bu alandaki çalışmalar gittikçe artarak günümüze kadar gelmiştir.
Dinler Tarihi çalışmalarının günümüzdeki durumunu ortaya koymadan önce, bugünü daha iyi anlayabilmek için geçmişi kısaca özetlemekte fayda vardır.

Dinler Biliminin (Science Des Religions) Doğuşu
XVIII. ve XIX. asırlarda Beşeri ilimler adını alan bilgi dalının gelişmesi çevresinde üç araştırma ekseni oluştu ki bunlar bilim, biyoloji, kültür ve tarihtir (İlk eksen olan bilim, matematik, fizik ve mekanik'ten oluşmakta ikinci eksen olan biyoloji ise zooloji, antropoloji ve palentoloji'yi kapsıyor, XIX. yüzyılda prehistoire (tarih öncesi)in keşfi de buna ekleniyordu) Üçüncü eksen olan kültür ve tarih ise daha sonra beşeri ilimler" adını almıştır.
XVI. yüzyıl, iki belirleyici olaya tanıktır: Hıristiyanlık içindeki bölünme ve yeni dünyaların keşfi. Bu iki olay, din üzerine yeni düşünceyi ortaya çıkardı ki bu düşünce resmi ve teolojik bakış açısını bırakarak Greko-romen mitleriyle, Mısır ve Fenike ilahlarına yöneliyordu.
XVII. yüzyılda bu hareket iyice netleşti. Cizvitlerin misyonerlik faaliyeti Çin, Hint ve Kuzey Amerika kültürlerine açıldı. 1663'te Paris'te kurulan Academie des Inscriptions et Belles Lettres, antik din ve mitlere yöneldi.
XVII. yüzyıl önemli bir merhaleyi teşkil eder. 1725'te Vico Scienza Nuova'yı neşreder. 1724'te J.F.Lafitau "Moeurs des savuvages ameriquains" adlı iki cilt eserini yayınlar. 1760'ta Charles de Brosses "Du culte des dieux fetiches"i neşrediyor ve Laftau'nun mukayese metodunu kullanıyordu.
XVIII. asrın sonunda Almanya 'da Aufklarung'a karşı kuvvetli bir reaksiyon ortaya çıktı. Bu irrasyonel'i yani duyguyu, arzu ve hayalin rolünü bildiren Sturmund Drang hareketiydi. J.G.Herder tabiatın, Tanrı'nın insanlara konuştuğu dil, mitolojinin de bir dünya görüşü olduğunu ifade ediyordu. O, Aelteste Urkunde des Menshengeschlechts (1774)'da kavimlerin eğitiminde dinin temel olduğunu göstermeye çalışıyordu. Böylece romantik mitografi doğmuş oldu.
Fransız İhtilali'nin ertesinde geçmişe yönelik çalışmalar yapıldı ve keşiften keşfe koşuldu. Hint dinleri, Mısır medeniyeti, İran, tarih öncesi kalıntılarının keşfi ortaya kondu. Bu, tarihi bilimlerin (Arkeoloji, Filoloji, Orientalizm, Etnografi) doğuşu idi. Bulunan malzemelerin çoğalması, bu dokümanların envanterinin yapılması, tasnif ve tedkiki "Tarihi tenkid" ve "Mukayeseli Filoloji"nin ortaya çıkmasına sebep oldu.
Hint ve İran dini metinlerinin keşfi, ari dinlerin akrabalığına dair araştırmalara yol açtı. Bu mukayeseli filoloji çalışması Max Müller'e (1823-1900), insanlığın arkaik dini düşüncesine dair araştırma fikrini ilham etti. Dilbilimci, oryantalist, Dinler Tarihinde filolojik ekolün kurucusu olan Max Müller, mukayeseli dillerden hareketle dinleri ve mitleri inceledi.
XIX. yüzyılın ortalarına doğru başlayan prehistorik araştırmalar insanlığın ilk çağlarına dair belgeler ortaya koydular.
Kolonizasyondan doğmuş olan Etnografi, batı insanına yabancı gelen ve ibtidai denilen kavimlerin dini fenomenlerine dikkat çekti.
Pozitif olaylar üzerine kümelenmiş bir dinler araştırması Menşe ve Gelişme kavramlarını ön plana çıkardı ve çeşitli yorumlar (animizm, totemizm, mana vs.) ileri sürüldü. Darwin'in biyolojik şeması dinin menşe ve tekamülüne dair araştırmalara nakledildi. Evrimci teori ve izahlara karşı reaksiyon gecikmedi ve Andrew Lang, W.Schmidt gibi bazı etnologlar, bir yüce varlığa inanca tanıklık eden arkaik medeniyeti bir Urkultur'un kalıntılarını buldular.
Viyana ekolünün çalışmaları yazısız kavimlerin dinlerini tedkike yeni bir yol açtı. Karşılaştırma yolları kullanılarak, akraba medeniyetler tanınmaya çalışıldı. Bu tarihi ve etnolojik metod historico-culturelle metod diye bilinmektedir.
XIX. yüzyılda tarihi araştırma ile romantizm arasındaki zıtlıklar kendini gösterdi. Benjamin Constant (1767-1830) bu iki akımın sentezini hazırladı. Bu yüzyılda arkeolojk, filolojik, epigrafik dokümantasyona dayanan tarihi araştırma ile Sturm und Drang'dan esinlenen romantik akım birbirleriyle çatışmıştır.
Dini düşüncede muhayyile ve hassasiyetin önemini vurgulayan romantik hareket ortamında Fusten de Coulanges (1830-1889)'ın La Cite Antique'i şu temel kuralı vaz etti: Tarihçi doğrudan ve sadece metinleri, en ince detayına kadar incelemek ve onların gösterdiklerine inanmakla yükümlüdür."
Hollanda'da C.P.Tiele (1830-1902) tarafından yönetilen düşünürler grubu, teoloji yerine dinler bilimini koyuyordu. 1877'den itibaren Reforme teoloji kürsüleri Hollanda'da yerlerini "dini fenomenin tedkiki" ile yükümlü kürsülere bırakmıştı.
Chantepie de la Saussaye, bir dini fenomenoloji el kitabı hazırladı: Lehrbuch der Religiens geschichte (1887). Yazar üç yol tesbit etmektedir:
a) Felsefe : Dinin öz ve menşeini tedkik eder.
b) Tarih : Çeşitli dinlerle meşgul olur.
c) Fenomenoloji : Dini fenomenlerle ilgilenir.
Berlin'de Otto Pfleiderer dini felsefe ile d inler biliminin ittifakını gerçekleştirmeye teşebbüs eder. Ona göre dinler bilimi, dini duygunun tezahürleri olarak mülahaza edilen bütün dinlerin tarihi olmalıydı.
Dini fenomen üzerine merkezileşen bu araştırma Fransa'ya da sıçradı ve orada College de France'da tesis edilen Dinler Tarihi kürsüsü Albert Reville'e (1826-1906) teslim edildi. Ernest Renan (1823-1892) bu harekete katıldı. Tiele ekolü çizgisinde bu hareket, dinin tarihi formlarından çok özü üzerine durdu.
1880'den 1900'e kadar genç dinler bilimi, bir takım olaylarla belirlenen bir artış sürecine girer: Hollanda, Paris, Brüksel, Louvain'de dinler tarihi kürsülerinin kurulması; Paris'te, Revue de l'Histoire des religions ve Revue des religions dergilerinin, Louvain'de de Meseon'un çıkmaya başlaması, 11-23 Eylül 1893'de Chicago'da World's Parliament of Religions'un toplanması gibi.
Böylece doğmakta olan dinler bilimi, beşeri bilimlerin tarihi-kültürel ekseninde yerine almış, bir taraftan tanılar, diğer taraftan politik hareketlerin müdaheleleri içinde kendi yolunu bulmuştur.
Denilebilir ki 1900'de Paris'te toplanan Dinler Tarihi kongresi, dinler bilimi alanında bir dönüm noktası olmuştur.

II. Dini Fenomen ve Tarihi Formları
XIX. yüzyılda Dinler Bilimi'nin konusu yavaş yavaş ortaya çıktı. Bir taraftan dini fenomenin evrensel ve spesifik olduğu farkedildi. Diğer taraftan da zaman ve mekan içinde yaşanmış bu fenomenin çeşitli tarihi tezahürleri kendini gösterdi. Böylece XX. yüzyılın başından iki anahtar kelime konuya çift yaklaşımı gösterdi ki bunlar tarih ve fenomenoloji'dir.
XIX. yüzyılın ve XX. yüzyılın başında araştırıcılar, dinler biliminin konusu olan dinin hem fenomen hem de tarihi form olmak üzere iki vechesinin olduğunu farkettiler. Fakat diğer bir temel unsurun yeterince farkında olunmadı ki bu da dini tarihin merkezinde ve yaşanmış fenomenin menşeinde bulunan dindar insan (homme religieux) idi. Nathan Söderblom ve Rudolf Otto, dinler biliminin bu vechesini tedkike koyuldular.
1913'te ERE'deki "Holiness" maddesinde N. Söderblom (1866-1931) kutsalı dinin temel kavramı ve başlıca işareti olarak niteledi. R. Otto (1869-1937), 1917'de neşrettiği Das Hailege'de dini fenomenin temelde kutsalın tecrübesi olduğunu ifade ediyordu.
Otto, dini fenomen üzerinde durması ve bu fenomenin indirgenemez olduğunu göstermesi bakımından takdire şayandır. O, dinler tarihinin merkezine dini fenomeni yerleştirmiştir. Ve yine o, fenomenin tedkikinin, dindar insan ve onun davranışını tedkikten ayrılamayacağını göstermiştir.

III. Dini Fenomen ve Onun Tarihi Formlarının İlmi Tedkiki
Dinler Bilimi'nin teşekkülünün ana etapları ve bu lmi disiplinin konusunu kısaca gözden geçirdikten sonra şimdi de dinler biliminin konusunun farklı ele alınış şekillerini açıklayabiliriz ki bunları üç başlık altında toplamak mümkündür:
1) Tarihi yaklaşım : Kutsalın morfolojisiyle bizi karşı karşıya bırakan belgelerin tedkikidir.
2) Fenomenolojik yaklaşım : Fenomenin dini motifini tesis yani tipoloji yaşanmış çerçeve ve dindar adamın tanıklığını ifade eder.
3) Hermenötik etap : Fenomenolojik yaklaşımdan sonra dinler tarihçinin, anlam ve mesajı araştırmaya koyulmasıdır.
Bunları tek tek açıklamak gerekirse:

1. Dinler Tarihi

Tarihi yaklaşım, dinler biliminin ilk teşebbüsüdür. Tarihi yaklaşım, Tarih öncesi uzmanları, arkeologlar, oryantalistler, filolog ve etnologlar gibi uzmanlarca toplanmış dokümanlarla oluşmuş geniş bir tarihi birikime dayanır. Bu dökümanlar öncelikle bu uzmanlarca incelenir.
Tarihi araştırma insanlığın, zaman ve mekan içinde yaşanmış çeşitli dini tecrübeleriyle ilgilenir ki biz bu tecrübeleri metinler, tapınaklar, mezbahlar, kutsal kitaplar, mitler, semboller ve adanmış insan vasıtasıyla bulmaktayız.
Dinler Tarihçi, malzemeleri tesbit ettikten sonra onları, özel sosyo-kültürel çerçevelerine göre yerleştirir. Dinler Tarihçi konunun sosyal boyutunu da hesaba katmalıdır.

2. Fenomenolojik Yaklaşım
Dinler Tarihi dini fenomeni ancak insan, insanın söz ve davranışıyla yakalayabilir. Dini fenomenin her ifadesi belli bir çerçevede yaşanmış tecrübedir. Dolayısıyla özel bir fenomeni genel bir öze bağlamayı hedefleyen fenomenolojik analiz söz konusudur. Fenomenoloji anlama idealini, tarihi araştırmaya bağlı kalaak gerçekleştirmelidir. Tarih ve Fenomenoloji karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdırlar.
Chantepie de la Saussaye'e (1848-1920) göre fenomenolojinin özü bir taraftan temel tezahürler seçmek diğer taraftan da anlamı yakalamaktır. G. van der Leeuw (1890-1950) de öz-tezahür kavramlarını ele alır.
Durkheim, Söderblom, Otto gibi M.Eliade de kutsalı, Dinler Bilimi'nin temeli kabul eder. Eliade, kutsalın tezahürünü hierohanie diye adlandırır. Hierophanique realite ile irtibata geçen insan ise "homo religiosus" olarak adlandırılır.
Eliade'in metodunun teşekkülünde iki temel unsur söz konusudur ki bunlar da kutsal ve homo religiosus'tur.
Kutsalın morfolojisiyle bizi karşı karşıya getiren tarihi yaklaşımı fenomenolojik yaklaşım takip eder. Fenomenoloji, ele aldığı fenomenleri adlandırma ve sınıflandırma ile işe başlar. Buna ilaveten yapılanın envanterini yapar ki bu da tipoloji ile neticelenir. Bununla birlikte fenomenolojinin rolü fenomenleri sınıflandırma veya tipoloji ile sınırlanamaz. O, fenomenlerin anlamını hem tarihi şartları içinde, hem de dindar adamın davranışı içinde anlamaya çalışır.
Pettazzoni'ye göre fenomenoloji tarihin dini yorumu veya anlaşılmasıdır.
Dinler tarihçinin bu yaklaşımı insanın tecrübesi olması açısından dini fenomenleri deşifre etme teşebbüsüdür.

3. Hermenötik (Hermeneutique)
Henmenötik yorum ilmidir. Dinler tarihinde hermenötik, daha önce zikredilen iki yaklaşıma yani bir taraftan morfolojisini inceleyen tarihi yaklaşıma, diğer taraftan onun tipolojisini yapıp insanın kutsalla karşılaşmasındaki tecrübesini açıklayan fenomenolojik yaklaşıma eklenir. Eliade, Dinler Tarihçinin hermenötik alanındaki görevini net bir şekilde şöyle tanımlar: "Dinler Tarihçinin nihai hedefi homo religiosus'un davranış ve zihni dünyasını anlamak ve başkalarını aydınlatmaktır". Eliade'a göre hermenötik yaklaşımda iki etap vardır. İlki, dini fenomenlerin anlam ve manevi muhtevalarını, bu fenomenleri yaşayanlara göstermek, ikincisi de bu fenomenlerin mesajının anlamını modern cemiyetlerin insanına aktarmaktır.

4. Dinler Biliminde Karşılaşmacılık
XVII. yüzyıldaki çeşitli denemelerden sonra karşılaştırmalı mitografi gerçek canlılığını XVII. asırda gösterdi. Yazarlar mitlerin izahı ve kitabı mukaddesteki hikayelerin çerçevesinde yerleştirilmesiyle ilgilendiler. Onlara göre mitler, Kitab-ı Mukaddes hikayelerinin bozulmasıdır.
1856'da M.Müller Essay on Comparative Mythology'yi neşretti. Hind-Avrupa dilleri arasında akrabalığın keşfi karşılaştırmalı filolojinin doğmasına sebep oldu.
XX. yüzyılın başında dini etnoloji alanındaki tartışmalar, karşılaştırma metoduna dair önemli tartışmalara yol açtı. Etnoloji alanındaki iki büyük uzman olan Fritz Graebner (1877-1934) ve Wilhelm Schmidt (1868-1954) tarihi-karşılaştırmalı araştırma için yeni perspektifler açtı. Dinlerin tedkikinde onlar, akrabalıklarını görmek, iyi yorumlayabilmek, değişiklikleri ortaya çıkarmak için çeşitli kültürleri yaklaştırmaya teşebbüs ettiler.
Pinard de la Baullayc eserinde XIX. ve XX. yüzyıl karşılaştırmalı araştırmanın geniş bir sentezini verdi.
Dinler bilimi karşılaştırmalı araştırmadan vazgeçemez, ancak şunu da unutmamak gerekir ki dinler tarihi yaşanmışa eğilir ve onun malzemeleri torihi somutlukta tesis edilmiş olmalıdır.
Mukayeseli metodun yeni vechesi Georges Dumezil tarafından ortaya konulmuştur.


Prof. Dr. Ömer Faruk Harman -M.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Kaynak: Dinler Tarihi Araştırmaları I. Sempozyum 08-09 Kasım 1996, Ankara

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Temmuz 2007       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dinler Tarihi

Sponsorlu Bağlantılar
Bu bilim beşeri bilimler (humanitas) içinde bulunan, bağımsız, normatif olmayan, her hangi bir dinin ikrarını yapmayan (non-confessional), tarihsel, ampirik ve mukayeseli özgün karakterini korumakla beraber günümüzde çok bileşenli metodolojik yapılara da sahip bir dinler bilimi (Study of Religions) olarak varlığını sürdürmektedir. Dinler Tarihi’nin metot, teorik yapı ve modelleri, genel olarak beşeri ve sosyal bilimlerin kazanımlarından faydalanır. Bu bilimler arasında tarih, sosyoloji, lengüistik, psikoloji, antropoloji, etnografya, felsefe, teoloji, beşerî sanatlar hatta müzik bilimi sayılabilir. Onun en önemli karakteristiği, insanlık tarihi boyunca ortaya çıkan tüm dinlere mukayeseli bir bakış açısıyla yaklaşması, araştırırken kesinlikle seküler karakterde ve beşerin lehine olmayı sürdürmesidir. “Seküler din bilimi olmak”, burada teolojik önkabullere dayanmaktan çok antropolojik teorilere yani insanoğlunun kazanımlarına göre hareket eden teorilere dayanmayı gerektirir. Dünyada ilk Dinler Tarihi (Religionswissenschaft) kürsüsünün 1873 yılında Cenevre’de kurulmasından bu yana bir asırdan fazla bir zaman geçmiştir. Onu takiben Hollanda’da dört yeni kürsü kurulurken 1873’de Danimarka’ da (Kopenhag’da), Fransa’da 1879 yılında College de France’da 1885’de Sorbonne Üniversitesi’nde Din Bilimleri adı altında Dinler Tarihi okutulmuştur. Yine 1884’de Belçika Brüksel’de devlet üniversitesinde, 1910 yılında Almanya’daki önde gelen üç üniversitede (Berlin, Leibzig ve Bonn’da) birer Dinler Tarihi bilim dalı tesis edilmiştir. İtalya’da ise ilk Dinler Tarihi kürsüsü 1886’da kurulmuşsa da iki yıl sonra teologların aşırı baskısı sebebiyle bu kürsü Hıristiyanlık tarihini inceleyen bir bölüm haline dönüştürülmüştü. İtalyan Dinler Tarihi geleneği kuruluş tarihi olarak Pettazzoni’nin Roma Üniversitesi’nde ilk Dinler Tarihi dersi vermeye başlayacağı 1924 yılını bekleyecektir. Batılı Dinler Tarihçiler aynı zamanda 1900 yılında Paris’de ilk uluslarası Dinler Tarihi kongresini düzenlemişlerdir. II. Dünya Savaşı’na kadar yapılan diğer kongreler sırasıyla Basel Kongresi (1904), Oxford Kongresi (1908), Leiden Kongresi (1912), Lund Kongresi (1929), Brüksel Kongresi (1935) şeklindedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde ise Dinler Tarihi en az Avrupa’daki kadar köklü bir geçmişe sahipti. Söz gelişi 1881’de Cornell Üniversitesi’nde Din Tarihi profesör kadrosu tahsis edilmiş aynı yıl Harvard’da Dinler Tarihi kürsüsü kurulmuştu. 1890’da New York Üniversitesi’nde mukayeseli din profesörü olan Ellinwood, Amerika Mukayeseli Din Cemiyeti’nin kurulmasında etkin rol üstlendi. İki yıl sonra (1892) Chicago Üniversitesi’nde Mukayeseli Din Bölümü kurulmuş ve bu yılda Colombia, Cornell, Johns Hopkins, Pennsylvania ve Yale gibi etkili üniversiteleri temsil eden bir komite, Dinler Tarihi Üzerine Amerika Konferansları adıyla bir birliktelik tesis etti. Bu bilimsel gelişmelerin yanısıra dinsizliğe karşı bütün dünya dinlerini bir araya getirmek üzere 1893’de Chicago şehrinde ilk Dünya Dinler Parlamentosu toplanmıştı. Amerikan Dinler Tarihçi Joseph M. Kitagawa (1915-1992), bu ülkedeki pek çok akademik Dinler Tarihi çalışmasının geçmiş dönemde Hıristiyanlığa hizmet eden bir araç olarak düşünüldüğünü ileri sürmektedir. Klasik dönemde özellikle Max Müller (1823-1900)’in 1867’de dinlerle ilgili bütün araştırmaları ifade etmek üzere Dinler Bilimi (Religionswissenschaft) diye anlamlı hale gelen Dinler Tarihi, o dönem için genel olarak tarihsel ve filolojik yaklaşımlara önem veren bir bilim idi. Zira Müller, teologlar başta olmak üzere, filozoflar, filologlar, antropologlar, kültür tarihçileri ve genel tarihçilere ait yazılara aşina olmuş bir kişi olarak tanınır. Bu yüzden de bu dönemdeki Dinler Tarihi, dinlerin tarihlerini mukayeseli bir şekilde anlatan, dinî metinlerin çeviri ve yorumlarını yapan, o döneme hakim din hakkındaki teorileri sistematize etmeye çalışan, filolojik mukayeseli bir disiplin olarak algılanmaktaydı. Bu dönemde Fransa’da ise pozitivist teorilerden etkilenen Fransız üniversite geleneği, Müller’in Almanca Religionswissenschaft adını verdiği bu disipline tarih terimini de ekleyerek Histoire des Religions (Dinler Tarihi) başlığını uygun görmüş bir müddet sonra ise bu ismi uzun haliyle, histoire comparée des religions (Mukayeseli Dinler Tarihi) şeklinde teleffuz etmeye başlamıştı. Zaten Çağdaş Dinler Tarihçilerin önderlerinden Mircea Eliade (Ö. 1986)’e göre Almanca Religionswissenschaft İngilizce’ye kolayca çevrilen bir terim değildir bu yüzden sadece Dinler Tarihi (The History of Religions) anlamına gelmez aynı zamanda dinlerin mukayeseli incelenmesini, dinî morfolojisi ve fenomenolojisini’de kapsar. Böylece Eliade, diğer din bilimlerini bu yelpaze içine almaktan kaçınır. Çağdaş Dinler Tarihçi Jacques Waardenburg ise Religionswissenschaft kelimesini özgün bir metoda sahip tek bir disiplin olarak düşünmez aksine ona göre bu kelime bir terim olarak dinî verileri, onların gözlemlenmesini tayini, tasvirini, izahını, analizini, anlaşılmasını ve yorumlanmasını konu edinen tüm din çalışmalarını kucaklayacak kadar geniştir. Ancak kelimenin anlamını Dinler Tarihi ve Din Fenomenolojisi’nin yanı sıra Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi, Din Felsefesi gibi din bilimlerini kuşatacak kadar genişletmek, kavramın ilk ortaya çıkışı ve kullanım niyetiyle örtüşmediği gibi ismin en çok nispet edildiği bilim olarak Dinler Tarihi geleneği ve onun çoklu metodolojik çatısıyla da uyum içinde olamaz. Kavram olarak Dinler Tarihi, 1900’de Paris’te toplanan ilk Dinler Tarihçileri kongresinde resmi başlıkta yer almış ve daha sonraları, Uluslararası Dinler Tarihi Cemiyeti (International Association for the History of Religions-IAHR)’nin kuruluşuyla beraber (1950) bu isim, cemiyetin resmi başlığına yerleşmiştir. Günümüzde Dinler Tarihi (History of Religions) yerine kullanılan pek çok isim bulunmaktadır. Bu isimler arasında tek bir evrensel insanlık dini olgusuna vurgu yapan Din Tarihi (History of Religion); tarihselliğe vurgu yapmayan bir çaba olarak Din Çalışması (Study of Religion); dinler şeklindeki çoğulculuğu kabul etmekle beraber tarihsellikle sınırlandırılmayan ve diğer metodolojik yaklaşımları da içine alacak kadar genişlikte olan Dinler Bilimi (Science of Religions) ve Dinler Çalışması (Study of Religions); dinlere fenomenolojik yaklaşmak olarak anlaşılan Mukayeseli Dinler (Comparative Religions); tarihsel mukayese metodunu merkeze alan Mukayeseli Dinler Tarihi (Comparative History of Religions); Religionswissenschaft terimini Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi ve Din Felsefesi gibi kardeş bilimleri de içine alacak şekilde geniş anlaşılan Din Bilimleri (Religious Studies). Ancak şu gayet açıktır ki ülkelere ait bilimsel gelenekler, bu bilimin isminde değişiklik yapma arzusunda öncü rol üstlenmişlerdir. Söz gelişi Almanca Religionswissenschaft terimi, İngilizce’ye Science of Religion (Din Bilimi) olarak çevrilmiştir. Özellikle kuruculardan Max Müller, daha çok bu çeviriyi tercih eder. Ancak o dönemde bu ismin tam bir metodolojik yaklaşım geleneği oluşturduğu söylenemez. Hatta Science of Religion isimlendirmesi günümüzde Amerikalılar tarafından Din Sosyolojisi’nin eşanlamlısı olarak kullanıldığı için artık tercih edilmemektedir. Bunun yanında Amerikalılar, Almanca Religionswissenschaft terimini Study of Religion (Din Çalışması) veya daha popüler olarak Religious Studies (Dinî Araştırmalar/ Çalışmalar) olarak anlarlar. Ancak A.B.D.’de bilimsel bazı çalışmalarda Mircea Eliade’nin de benimsediği şekliyle History of Religions (Dinler Tarihi) kullanılmasına rağmen günümüzde Western Michigan Üniversitesi hariç hiçbir Amerikan üniversitesi History of Religions ismini taşıyan akademik bir bölüme sahip değildir. İngiltere’de ise uzun yıllardan beri Comparative Religion (Mukayeseli Din) terimi hakimdir ve bu isimlendirme, İngilizlerin çok dinli araştırma tekniklerine uygun geldiği için özellikle tercih edilmektedir. Avrupa’da yaklaşık bir asır kadar History of Religions (Dinler Tarihi) veya onun Fransızca, Almanca, İtalyanca ve İskandinav dillerindeki karşılığı kullanılmış olmasına rağmen özelllikle 1990’dan itibaren İtalya hariç pek çok Avrupa ülkesinde Study of Religions daha fazla tercih edilmektedir. Hatta Avrupa Dinler Tarihi Derneği (EASR) resmi isminde Dinler Çalışması tamlamasını kullanmaktadır. Kanada’da Dinler Tarihi terimi için en geniş anlamıyla Religious Studies (Dinî Araştırmalar) terimi kullanılır. Global anlamdaki en büyük Dinler Tarihi örgütü olan Uluslararası Dinler Tarihi Cemiyeti (International Association for the History of Religions-IAHR), bilhassa Avrupalı bilimadamlarından gelen tüm baskılara rağmen Dinler Tarihi kavramını hala muhafaza etmektedir. Dinler Tarihi kavramı hakkındaki tartışmalardan sonra disiplinin doğuşu öncesinde din ve dinlerle ilgili çalışmalara genel bir bakış vermemiz uygun olacaktır. Zira insanlık tarihi boyunca yapılan din ve dinlerle ilgili çalışmalar, Dinler Tarihi disiplinin şekillenmesinde önemli birer arkaplan olarak değer taşırlar. Her dinin kendi kültürel zenginliğinin yanında diğer dinleri anlama çabaları birer tarihsel katkı olarak bu bağlamda zikredilmeyi hakkeder. Genel kitlelere açık ilk Dinler Tarihi konferanslarından biri, 1870 yılının Şubat’ında Alman asıllı Oxford Profesörü Friedrih Max Müller (1823–1900) tarafından Londra’nın prestijli Kraliyet Enstitüsü’nde verilmişti. Bu etkili konferans, Dinler Tarihi (Religionswissenchaft/Science of Religion) adını taşıyordu ve sömürgeci kraliçe Victoria döneminin nüfuzlu ileri gelenleri üzerinde derin bir şaşkınlık bırakacak şekilde tesir etmişti. Müller’in en çarpıcı ifadesi şuydu kişinin kendi inancının taşıdığı hakikat, diğer dinlerin araştırılması sonrasında ortaya çıktığında daha güçlü olarak parıldayacaktır. Onun bu konferansı daha sonra Introduction of the Science of Religion (1873) olarak yayınlanacaktır. Çağdaş Dinler Tarihçilerindeki yaygın kanaate göre klasik dönem II. Dünya Savaşı öncesi dönemi kapsar. Nitekim dinler tarihi metodolojilerini klasik diye ayıran Jacques Waardenburg ile çağdaş yaklaşımları tedvin eden Frank Whaling bu ayırıma göre hareket eder. Genel olarak II. Dünya Savaşı sonrası çok bileşenli olarak gelişen çağdaş Dinler Tarihi metodolojisi, beşerî bilimlerle (söz gelişi genel antropoloji, sosyoloji, psikoloji ve mitoloji gibi bilimlerle) gittikçe daha fazla etkileşime girerek yeni araştırma konularına sahip olmaya başladı. Yine din bilginlerin çok geniş yelpaze içinde din ekolojisinden dinlerarası diyaloğa kadar farklılaşmış uzmanlaşma alanına sahip olmalarıyla ortaya çıkan yeni açılımların disiplinin özüne uygun bir ciddiyet ve otonomiyle uygulamaya konmasını ifade eder; çağdaş yaklaşımlar, Dinler Tarihi’ndeki çoklu teorilerin olumlu yansımaları olmuştur. Klasik dönem ile çağdaş dönem arasındaki bir diğer başlıca farklılık, böylelikle beşer bilimlerinde özellikle sosyal bilimlerde gelişen yeni metodolojilerdir. Nitekim Joachim Wach (1898–1955)’a göre Dinler Tarihi incelemesine uygun olan tek bir prosedür yoktur. Ancak ona göre metod, tetkikin yapıldığı zamanın hüküm süren şartlarına ve tüm döneme yeterli olmak zorunda kalacaktır. Bu yüzden Wach bu bilim içinde çok boyutlu metodolojik yaklaşımların meşrulaştırılmasını ve hem nitelik hem de nicelik açısındanteolojinin çalışma alanından farklı kılınmasını öğütler. Ona göre sadece kendi inancımız değil aynı zamanda diğer dinler de tüm ana konularıyla birlikte bu bilimin başlıca konusudur. Yine klasik dönem ile çağdaş dönem metodolojilerini birbirinden farklı kılan bir diğer faktör de gittikçe gelişen kitle iletişim araçlarının etkisiyle, bilim adamlarının kendi araştırma alanlarına daha hızlı ve daha çabuk ve daha güvenilir bir takım araçlara söz gelişi uçak, bilgisayar, internet veya modern teknik araştırma cihazlarına sahip olmalarıdır. Bu tür yeni imkanların yanında özellikle II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle soğuk savaş yıllarında Doğu bloku ülkelerindeki Dinler Tarihçilerin Marxizm gibi din karşıtı söylemleri desteklemek üzere etnografik din araştırmalarına, bilimsel ateizme hatta diyalektik materyalizme yönelebilmeleri, Avrupa ülkelerinde siyasi veya ticari bloklaşmaların artışı, yine bilhassa Roma Katolik Kilisesinin öncülüğünde çeşitli dinlere mensup insanların diyalog gibi olumlu, birbirlerini anlamaya dayalı yeni karşılaşmalara yönelmeleri ve hıristiyan feminist teohojilerin etkisiyle feminal yaklaşımların başgöstermesi gibi metodolojik açılımlar listelenebilir. Çağdaş Dinler Tarihi’ni klasikten ayıran temel metodolojik konular arasında; bilim adamlarının bulundukları coğrafi konumları ve bu konumların getirdiği kültürel, jeopolitik durum ve sorunlar ile bulundukları ülkelerin geçmişteki mirasının bu bilime katkılarından kaynaklanan bazı temel sorunlar (söz gelişi sömürgecilikle ilgili suçlanmaları veya ideolojik davranmakla eleştirilmeleri) da etkili olmuştur. Söz gelişi din tanımlamaları, dinin özü ve fenomenleri yorumlamayönelik yeni fenomenolojik konular, tarihsel ve fenomenolojik yaklaşımlar arasındaki metodolojik gerilimler bulunur. Bunun yanında Dinler Tarihi’nin geleneksel mukayese anlayışına meydan okuyan yeni mukayesecilik (new comparativism) anlayışı ile doğrudan dindar bilincini biyolojik bir insan olarak inceleme konusu eden yeni bir yaklaşım olarak kognitif din anlayışları de burada zikredilmelidir Çağdaş Dinler Tarihi aynı zamanda etnoloji veya ekolojiye dayalı konulara, dinî tecrübe, akıl-din ilişkisi, mitoloji, dinde rasyonalite, ritüel ve kutsal-profana özgün sorunlara, dindeki sosyal formasyonlar ile dinî yapı, dünya görüşleri ve dinî otorite gibi modern dinlarları ilgilendiren konuları da kendi ajandasına almıştır. Bunun neticesinde günümüz Dinler Tarihi, klasik dönemin karşılaşmadığı ölçüde, yaşayan dinlerin etrografik, demografik ve antropolojik durumlarına ilgi duymakta, bilhassa birbirleriyle ilişkileri (dinlerarası diyalog, karşılıklı polemikler veya çatışmalar), özellikle dindarları ve kültürlerini ele alan antropolojik konularla modernizm, postmodernizm, senkretizm, yeni dinî grup veya akımlarla yakından ilgilenmektedir. Eliade’nin talebesi, çağdaş Amerikan Dinler Tarihçi Frank Whaling, Dinler Tarihi’nin metodolojik çatısında tam bir görüş birliği olmamasına rağmen, çağdaş dinler tarihçilerini ortak bazı noktalarda toplayan bazı genel prensiplerin zaman içinde ortaya çıktığını belirtir. Whaling’e göre bunlar; a). Çağdaş Dinler Tarihi, tüm dinleri ve din olgusunu inceleyecek tüm metotlara açık olması gerekir. Buna göre, kadim, modern, ilkel, büyük, yaşayan veya ölü tüm dinler bu alanın içindedir. Dinler Tarihi içinde olup da her hangi bir dini dışlayan bir metot asla düşünülemez. Aynı prensip din olgusunu inceleyen metotlar içinde geçerlidir; ister beşeri ister sosyal bir bilime ait olsun, yaklaşımları ister endüktif ister hermenötik olsun, ister veriler ister kişiler üzerine odaklansın din olgusunu ele almayan hiçbir metot, Dinler Tarihi’nin metodolojisinden sayılamaz. b). modern Dinler Tarihi çalışmalarında birbirlerini tamamlayıcı bir yaklaşım dizisi her zaman göze çarpmaktadır. Bir yaklaşım diğer yaklaşımı eksik veya uygun olmayan bir görüş olarak düşünmemekte hatta bir yaklaşım kendini disiplinin baskın tavrı olarak kabul ettirme çabasına girmemektedir. Ancak birbirinden farklı malzeme, konu, teori ve bakış açıları Dinler Tarihi’ne sokulmasına rağmen, birbirlerini tamamlayıcılık, disiplin içinde genel bir entegrasyon ihtiyacını da ortadan kaldıramaz. c). Dinler Tarihi’nin ampirik araştırmalarla bilhassa tarihsel ve antropolojik çabaların neticesinde ortaya çıkan veriler kaynağı üzerine kurulduğu hususunda ortak bir görüş bulunmaktadır. Ancak aynı ortak görüş bu tür araştırmaların olumlu veya özel olup olmadığı konusunda bir eksikliğin olduğuna dair de dile getirilir. d). Günümüzde bilhassa Dinler Tarihi yaklaşımlarından fenomenolojinin yakın bir gelecekte Din Fenomenoloji olarak ayrı bir disiplin olarak sayılıp sayılmayacağı konusu bir kenara bırakılırsa bu yaklaşımın kategorilerinden olan paranteze alma (epoche) ve empati (Einfühlung) gibi kavramların genelde tüm Dinler Tarihi çabalarına katkı sağlayacağı konusunda ortak bir kanaat vardır. e). Kişileri ele alan verilerle uğraşan Dinler Tarihi, tabiattaki objelere odaklanan verilerle uğraşan bir bilimden tamamen farklıdır. Bir başka değişle Dinler Tarihi, dindar kişilere ve onların sosyal grupları, onların ferdi din tecrübeleri, onların bilinçli dinî eylemleri, onların bilinçsiz kalıtsal veya çevreden gelen basma kalıpları, ve onların tarihlerine ait verileri ele alır. Sonuçta Dinler Tarihi insanı merkeze alır. f). Son olarak Dinler Tarihi ortak bir kanaat olarak dar hareket alanından ziyade çok geniş bir uygulanama alanına sahiptir. Öyle ki İskoç Dinler Tarihçi Ninian Smart ( Ö. 2001), dinle özdeşleşen çok önemli boyutlara sahip olarak komünizm, humanizm, nasyonalizm gibi ideolojileri de din türü kapsamında görebilmektedir. Daha önemlisi daha geniş sınırlardan ziyade daha geniş bir entegrasyon fikrinin yaygın görüş olarak görülmesidir. Bu görüşü benimseyen çağdaş Dinler Tarihçiler arasında Ursula King, Frank Whaling, Kees Bolle ve Ninian Smart sayılabilir. Whaling, tüm farklı metot ve veri incelenmesine rağmen mukayeseli din yaklaşımının tavsiye niteliğinde bu disiplinde göze çarpan bir metot olarak korunmasını savunur. Ninian Smart ise yelpazeyi oldukça geniş tutar ve Din Bilimi derken yapısal empati, fenomenolojik tipoloji, din sosyolojisi, din antropolojisi, din psikolojisi, dinler tarihi ve ikonografiyi kucaklayan bir genel bir alanı kasteder. Metodolojik genişliğe sahip çağdaş Dinler Tarihçiler, sosyal beşeri bilimler hatta din bilimleri içinde en organizeli ve sistematik faaliyetler düzenleyen bilim adamlarının başında gelmektedirler. Diğer din çalışmalarının aksine dinlere çok boyutlu bir perspektiften değerlendirmeleri sebebiyle geniş bir çalışma alanına sahip olan bilim adamları, organizeli olmak zorunda olduklarını daima hissetmektedirler. Bu bağlamda Uluslararası Dinler Tarihi Cemiyeti (IAHR), Dinler Tarihçilere ait küresel bir organizasyon olup Batılı bilimadamlarının öncülüğünde 1950’de Amsterdam’da kurulmuştur. Dinler Tarihi için önemli bir dönüm noktası olan Amsterdam kongresine kadar Dinler Tarihçileri genel kongreler düzenlemekteydiler. Bunların sayısı altı adet olup sırasıyla; I. Paris Kongresi (1900), II. Basel Kongresi (1904), III. Oxford Kongresi (1908), IV. Leiden Kongresi (1912), V. Lund Kongresi (1929), VI. Brüksel Kongresi (1935) şeklindedir. IAHR, hem akademik hem de yapısal açıdan Dinler Tarihi metodolojisine çok bileşenli bir teorik çatı kazandırmaya çabalar ve bunu teşvik eder. Söz gelişi bu küresel birlik, Dinler Tarihçilerin çok boyutlu teorik konuların ele almasını yönlendirmekte aynı zamanda yayınladığı eserler ve düzenlediği çeşitli akademik toplantılarla Dinler Tarihi metodolojisinin gelişimine katkı sağlamaktadır. Her beş yılda bir düzenlediği uluslararası kongrelerle IAHR, bilimadamları arasında daha etkin bir işbirliği sağlamakta ve onları birbirlerine yakınlaştırmaktadır. IAHR, aynı zamanda ülke bazında kurulmuş üye cemiyetlerin bilimsel faaliyetlerini desteklemekte ve yerel kültürlere ait çalışmalar konusunda Dinler Tarihçilerini cesaretlendirmektedir. Bunun yanında IAHR, 1954 yılından itibaren yayın hayatında olan Numen adlı dergisiyle Dinler Tarihi metodolojisine çok önemli katkılar sağlamaktadır. II. Dünya savaşı sonrası oluşan yeni durumlarla beraber bilhassa 1960 sonrası Dinler Tarihi içinde artarak gelişen çok bileşenli ve boyutlu metodolojiler, Dinler Tarihçileri arasında bir anlaşmazlık varmış gibi hissedilebilmişti. Söz gelişi 1970’de İsveç, Stocholm’de düzenlenen IAHR’nin XIII. Kongresi’nin en önemli özelliği, bu kaygıların açık bir dille ortaya konulması bir başka değişle dünyadaki Dinler Tarihçileri arasında metot, tanım ve teori konusundaki anlaşmazlıkların olduğu konusunda ortak bir düşüncenin dile getirilmesine imkan sağlamasıydı. Ancak gene de toplantıya katılan Dinler Tarihçiler, bu farklı teorik çatıları, bir nevi “müzikal bir çok seslilik” olarak değerlendirmekte ve bilimin gelişiminde önemli bir başlangıç olarak önemsemekteydiler. Hatta dönemin IAHR Genel Sekreteri C. J. Bleeker, metodolojik açıdan tamamen kuşatıcı sistematik alan araştırmalarının yapılamamasının sebebini, Dinler Tarihi’nin tamamını veya büyük kısmını araştırabilecek yetenekte bilim adamı fikrinin artık yavaş yavaş ortadan kalkmasına bağlamıştı. Dinler Tarihi, araştırma konusu ile araştırma metodu arasında mevcut olan diyalektik ilişki ile karakterize olmuştur. Din kavramı, bu alanın ana konusu ve maksadını en iyi ifade eden şeydir. Dinler Tarihi, kendi ana konularını tarihsel mukayeseye bağlı kalarak açıklar. Bu metotlar, temelde endüktif olup dini kendi somut haliyle ve tarihsel yaratıcılığıyla kavramaya çaba göstermekte ve dini kültürel, sosyal ve ferdi hayatlar içinde iç içe dokunmuş bir halde buluhah bütünlüğü içinde anlamlı oluşunu kavramaya çalışır. Din kavramının sahip olduğu bu iç içe oluşun meydana getireceği diyalektik araştırmalar, dinler tarihinin ayırt edici geleceğini oluşturacaktır. Dinler Tarihi’nin günümüzdeki statüsü klasik dönemden de oldukça farklıdır. Söz gelişi, bu disiplin, hem üniversitelerin kurumsal çatısı altına tamamen yerleşmiş hem de araştırma merkezlerinin ana araştırma konularına girmiştir. Aynı zamanda güçlü bir uluslararası organizasyona ve uluslararası bir yayın sistemine (dergi, yıllık, bülten gibi) sahiptir. yine çağdaş Dinler Tarihi, yerel bilimsel cemiyet tarafından da desteklenmekte ve en önemlisi bu bilimin uygulayıcıları olarak bilim adamları iyi tanımlanmış kimlikleriyle bilimsel bir cemaat olarak önemli işlevler görmektedirler. Öyle ki çağdaş Dinler Tarihçiler, dinle ilgili araştırmalarınıı beşer normları içinde ele almaya sadakat gösterirler ve analitik terimlere sahip iyi kurgulanmış bir akademik sözlüğe sahiptir. Dahası akademik din bilimi olarak bu disiplinin özüne ait mahiyeti konusunda bilhassa da disiplinin çok bileşenli teorik çatısı hakkında saygın bir mutabakat bulunmaktadır. Klasik dönemden Eliade (ö. 1986) sonrasına kadar Dinler Tarihi genel anlamda pek çok metodolojik yaklaşıma sahip olmuştur. Burada başlıcalarını zikretmekle yetineceğiniz bu yaklaşımlar arasında bilimin geleneksel ve karakteristik metodolojisini oluşturan tarihsel mukayeseli yaklaşım; klasik mukayese anlayışına eleştirel bakan ve Eliade sonrasında etkili olan yeni mukayeseci yaklaşım; tarihsel olmayan fenomenolojileri, tarihsel ve hermenötik fenomenolojileri bünyesinde barındıran fenomenolojik yaklaşım; dinî sembolleri indirgemeci bir tarzda ele alan yapısalcılığı ve yerel kültürleri değerlendiren antropolojik yaklaşım; biyolojik bir varlık olarak dindarın doğrudan bilincinin değerini inceleyen ve 1990 sonrası gittikçe etkili hale gelen bir akım olarak kognitif yaklaşım; bilhassa modern ve postmodern bir ortamda din, dindar tanımlalarını ve tipolojilerine önemli açılımlar getiren ve kavramların tahlilinde önemli roller oynayan tenkitçi bir bakış açısıyla analitik yaklaşım ve son olarak 1970 sonrası Hıristiyan (protestan) teolojide ortaya çıkan feminist teolojinin yansıması olarak şekillenen ve özellikle bayan Dinler Tarihçilerin dinlerde ve bilim içinde sözde hakim olan erkek egemen (androcentric) söylemlere meydan okuyucu mahiyette olan ve dindeki feminal unsurları öne çıkaran feminal yaklaşım, çağdaş Dinler Tarihi’nin genel metodoloji yelpazesinin her bir açılımını belirginleştirmeye yardım edebilebilir.

Dinler Tarihi (Religionswissenschaft)
Yrd. Doç. Dr. Mustafa ALICI
Rize Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Öğretim Üyesi

Mert Ünal - avatarı
Mert Ünal
Ziyaretçi
10 Ağustos 2007       Mesaj #3
Mert Ünal - avatarı
Ziyaretçi
Aforoz
Gerek Hıristiyanlık'ta ve gerekse Musevilik'te, dinin hak ve ayrıcalıklarına karşı suç işleyen kişilerin din dışı sayılması demektir. Bu ceza Hıristiyanlığın ilk günlerinden itibaren uygulanmaktadır. Ortaçağ'da Papalar, aforozu bir silah gibi kullanarak, kralların, imparatorların bile gözünü korkutmuşlardır.Aforoz cezasını vermeye yalnızca papalar, piskoposlar, bir de ruhani meclisler yetkiliydi. Aforozun kaldırılması ise ancak papayla ruhani meclisin elindeydi.Katoliklerde iki tür aforoz vardır: Büyük ve küçük aforoz. Büyük aforoza uğrayan bir kimse, bütün dini haklarını kaybettiği gibi, başka Hıristiyanlarla görüşmesi de yasak edilir. Küçük aforozda ise sadece bazı haklarda kısıntı yapılır. Aforoz cezasının ayrıca sürekli ve geçici şekilleri de vardır.Avrupa tarihinde aforoza uğramış pekçok hükümdar vardır. Bunların en tanınmışı Alman Kralı 3. Heinrich'tir. 1077 yılında aforoz edilen kral, kendisini bağışlaması için Papa 7. Gregorius'un kapısında yalınayak beklemek zorunda kalmıştır. Aforoz cezası Musevilerde de vardır. Filozof Spinoza, Musevi aforozuna uğrayanların en ünlüsüdür.

Animizm
Animizm, doğada insan ruhuna az çok benzer ruhlar bulunduğunu kabul eden dindir. Ruh, sadece insanda yoktur. Canlı cansız her şeyin ruhu vardır.İnsan, teolojik hale fetişizm ile başlamış, buna iyi ve kötü ruhları sokmuştur. Sonra çoktanrıcılığa geçmiş daha az ama daha kudretli ruhları işin içine katmıştır. Ardından bu tanrıları tek bir tanrıda birleştirerek tektanrıcılığa geçmiştir.İlkel insana göre ruh, bedene veya bedenin belli parçalarına bağlıdır. Can,insanın dışına çıkabilir ama bu halde bile bedeni yönetir. Can (dış can) çalınabilir, yenebilir, geri getirilebilir, bazen yamanabilir, onarılabilir ya da yerine başkası konabilir.Kişiliküstülük, sadece bedende değil onun attığı salgılar, saç, tırnak, sperm, idrar gibi bütün atıklarında da bulunur. Onun için bu atıkların kötü niyetli bir başkasının eline geçmemesi için herkes bunları saklar. Hatta bazen buna ayak izi bile eklenir.Kişinin gölgesi, sudaki aksi ve resmi, kişiliğine dahil nesnelerdir. Bu nedenle hemen tüm ilkel toplumlarda insanlar, resimlerinin yapılmasına karşı çıkarlar. Hatta insanın ismi bile bu listeye dahil olabilir. Bazen giysi de kişiliğe ait sayılır.Hayatın özü olan can, bedeni terkedince, insan ölür. Bununla beraber ruhun bedende kaldığına ve yaşayanlardan öç alabileceğine inanıldığından, cesede büyük saygı ve özen gösterilir. Ölüler, bu alemin tam tersi bir alemde yaşamaktadırlar. Buradaki her şeyin tersi, ölüler aleminde geçerlidir.
Ölülerin öbür alemde yaşadığına inanılır. Bu düşünce, hemen hemen evrenseldir. Yine bunun gibi evrensel olan bir başka düşünce ise ölülerin de öldüğüdür. Onlar için geçerli bir sonsuz hayat yoktur.Animizmin başlangıcı, ruhun öldükten sonra varolduğu düşüncesidir. Böylece ruh, insanların etrafında dolaşan, onlara müdahale eden doğaüstü bir hal alır. O zaman bu ruha adaklar adamak, dualar etmek, kurbanlar kesmek eylemleri başlar ki bunlar dinin temel öğelerindendir.Zamanla sadece insanın değil, hayvanların ve bitkilerin de ruhları olduğuna, bunların da insanları iyi-kötü yolda etkilediğine inanılarak, bunlara da tapılmaya başlanmıştır. Böylece, önce atalarının ruhlarına tapan insanlar, daha sonra doğaya tapmaya başlamışlardır. Her nesnede ruh olduğuna inanılmasıyla, insanlarda canlı-cansız ayrımı kalkar.Bu dinin mistik yanını Levy-Bruhl şöyle anlatıyor: "İlkel zihniyetin müşterek tezahürlerinde nesneler, varlıklar, olaylar, bizim için anlaşılmaz bir şekilde hem kendileri, hem kendilerinden başka şey olabilirler. Yine aynı anlaşılmaz şekilde bir takım kuvvetler, meziyetler, mistik hareketler neşreder veya alırlar ki bunlar oldukları yerde kalmaya devam etmekle beraber, kendilerini yine de bulundukları yerin dışında hissettirirler."Maddi alemin dışında, manâ alemi düşüncesini geliştirmişlerdir ki mistik yan budur. Bu insanların ibadetlerinin amacı; manâ ile temasa hazırlıksız oldukları zaman, kendilerini ondan korumak ya da hazır oldukları zaman manânın daha fazlasını benliklerinde tutmaktır.Rahip, manâya tamamen sahip olan kişidir ve bunu istediği gibi kullanabilir. Tapınak ise manânın büyük miktarda toplandığı yerdir.Mistik kuvvetler, doğada da vardır ve insan bunlara hakim olabilir: Bir takım sözler söyleyip, danslar edip, değişik karışımlar oluşturarak ya da bazı ufak heykelcikler yaparak. İşte büyü buradan doğmuştur.Salomon Reinach’a göre büyü, Animizm’in tekniği ve stratejisidir. Bazı nesnelerde büyülü bir kuvvet vardır; felaketi kovar ve mutluluk getirirler. Büyünün iyi tarafı (rahipler yapar) ve kötü tarafı vardır (büyücüler yapar).Bu inanışşa göre, resmin, heykelin, dansın, müziğin, bütün güzel sanatların ana kaynağı doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Animizm’dir.

Ateizm
Ateizm kelimesi Yunanca da "Tanrı" anlamına gelen "Theos"tan türemiştir. Bu kelimeden de "Tanrı inancına sahip olmak" ya da "Tanrı'ya inanmak" anlamına gelen theism anlayışı ortaya çıkmıştır. Ateizm kelimesi de İngilizce "theism" kelimesinin başına "a" ön takısının eklenmiş hali olup Türkçe’de "tanrı tanımazlık" anlamına gelmektedir.İnançsızlık denilince hemen akla ateizm gelmemelidir. Mesela insanların çoğu inanç sahibi ve bir dine mensup olmasına rağmen diğer dinleri reddetmektedirler. Diğerleri de aynı şekilde davranmakta, sadece kendi anlayışlarını savunarak karşısındaki inanışları yanlışlamaya çalışmaktadırlar.Felsefe tarihinde dindar olmadığı halde Tanrı inancına sahip olan düşünürler de bulunmaktadır. Buna karşın günümüzde çok sık rastlandığı gibi özellikle Batı dünyasında görünüşte dindar olduğu halde gerçekte Tanrı’ya inanmayan pek çok kişi vardır. Bu durum gerek teizmin ve gerekse ateizmin tanımlanmasında birtakım güçlüklerin bulunduğunu göstermektedir.Tanrı'nın varlığına inanan ve bu inancını da ifade eden kişiye mümin denmektedir. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye ise ateist denmektedir. Yani bir anlamda ateist, ilâhi dinlerin ifade ettiği biçimde, varlığının öncesi veya sonrası bulunmayan, evreni yaratan ve yasalarını belirleyen, irade ve kişilik sahibi olan, her şeyi yapma, bilme ve görme kudretinde bulunan, insanlara hayatı bahşeden bir varlığa inanmayan kişidir.Diğer bir deyişle ateist, hem düşünce seviyesinde hem de günlük yaşantısında söz konusu Tanrı’nın varlığını reddeden bununla birlikte peygamberi ve ahiret inançlarını da kabul etmeyen kişidir.
Budizm

M. Ö. 4. yüzyılda, Hindistan’ın kuzeydoğusunda, Brahmancılık'ın sert uygulamalarına alternatif olarak kurulan, Buddhacılık veya Budizm olarak bildiğimiz ekolün mimarı olan Gautama Buddha’nın yaşamı hakkında kesin ve net bir bilgi birikimine sahip değiliz.Çeşitli kaynaklarda, O'nun M. Ö. 560-480 yılları arasında yaşadığı belirtilmektedir. Gautama’yı Himalayaların eteklerinde Lumbini Ormanı'nda dünyaya getiren annesi, doğumdan yedi gün sonra ölmüştür. Çocukluk ve gençlik çağını sorunsuz bir şekilde yaşayan Buddha, çevresindeki acılardan etkilenerek, ailesini bırakıp çok sıkı bir çileye girmiştir.Yavaş yavaş etrafında bir cemaat oluşmuştur. Bundan sonraki yıllarda, öğretisini yoğun bir şekilde, Hindistan’ın kuzeydoğusundaki Ganj Havzası'nda yaymaya çalışmıştır. 80 yaşına bastığı gün, Kuşinagara’da eceliyle ölmüştür. Hint adetlerine göre, cesedi yakıldıktan sonra külleri sekiz kişi tarafından paylaşılmıştır.Düşünceleri, ölümünden sonra dört ayrı şekilde ele alınmıştır. Buddha’ya göre "akıl, gelip geçici olaylardan temizlenmelidir. Düşünce zinciri, kontrole imkan olmayan girdaplarda mahvolur gider." Mutlak Yaratıcı için "Hiçbir fani göz O’nu görememiştir, O’nu görmek için açılan perdenin arkasında, kendisini saklayan bir başka perde çıkar; fakat perdeler sonsuzdur." ifadelerini kullanır ve şöyle devam eder:
"Mutlaka, karanlıklar aydınlanacaktır; ama kurbanlar, armağanlar vererek güçsüz tanrıların himayesini aramaya kalkışmayınız. Göklerde melekler bile geçmiş zamanların meyvesini toplamaktadır. Cehennemin en geniş çukurlarında da şeytanlar cezalarına katlanıyorlar. Kainat ise durup dinlenmeden doğmasına devam ediyor. Sizi bu aleme bağlayan zincirleri koparın. Eşyanın ruhunu ve özünüzü tadın, göksel bir rahatlığa kavuşun."

"Ben ki, kardeşlerimin ızdıraplarına ağlarım ve bu alemin tüm acıları ile yaralanmış olan Buddha’yım. Şimdi gülüyorum ve bahtiyarım, zira, hürriyetin varolduğunu, iradenin acılardan ve elemlerden daha üstün olduğunu biliyorum. Ey ızdırap çekenler, sizler de bilin ki, bu ızdıraba sebep olan yine kendinizsinizdir. Geçmişte yapılan hareketler elem, ileride yapılan hareketler ise, bireye mutluluk verir. Ama bunlar izafidir. Şayet ızdırabın kaynağını bilen kimse, bu ızdıraba sabırla katlanabilirse, aşk ve hakikat için savaşabilirse, hergün biraz daha hareketli ve merhametli olur. O kişi öldüğü zaman, hesaba hazırdır."
"Sonunda, işkence halini alan tutkuları bilmez, lekeleyen günahı tanımaz. Yeryüzünün hep işkence ve elemden başka bir şey olamayan sevinç ve kederleri, artık onun esenliğini bozamaz. O Nirvana'ya girmiştir, bizim gibi yaşayamaz. Fakat, yine hayatla birlik halindedir. Nirvana’ya ereni, bu fani alemde sarsacak hiçbir kuvvet bulunmaz."
"Dünya, Ahiret'in tarlasıdır. İnsan, dünyada ihtiyar ve iradesiyle iyilik ve kötülükten ne yaparsa Ahiret'te onun karşılığını bulur" diyen Buddha’nın yaşamı boyunca çektiği çileler sayesinde, bazı gerçekleri somut bir hale dönüştürdüğü, bir beşerin kazanç hanesinde gördüğü izafi değerleri kayıp olarak nitelendirdiği; özellikle de kendi aslına ve hakikatine ulaştığı, yaşam verilerinden kaynaklanan cümlelerle belirginleşmiş durumdadır. Budizm; ahlakı, doğruluğu, akıl ve aksiyon bakımından kötülüklerden uzak kalmayı yeğler.
Son düzenleyen Mert Ünal; 10 Ağustos 2007 15:16 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #4
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi
Buda « Dinler Tarihi


Tanrısız bir dinin, Budizm'in kurucusu (M.Ö. 560'a doğru).

Kral Suddhodana ile kraliçe Maya'nın oğlu, sonradan Buda (yani «Tanrı'dan esin almış») adını alacak olan bu bilge, M.Ö. VI. yy.'da Hindistan'ın kuzeyinde doğdu. Mutlu bir gençlik dönemi geçirdi ama bir gün, insanların çektiği acıları seyretmek, onun yaşamını altüst edecekti. 29 yaşında, bir incir ağacının altına oturmuş düşünürken, «ilham» geliverdi: her türlü ıstırabın kaynağı, başkalarının olan şeylere göz dikmekti. Ve sağduyunun yolu, en yüce mutluluk hali olan nirvana'ya ulaşmaktı. Bunun için her türlü isteğin kesinlikle yok edilmesi gerekiyordu.

Ganj kıyılarının kutsal kenti Benares ve dolaylarında, Buda, tam dört yıl vaazlar verdi. Vaazlarında dile getirdiği ilkeler ölümünden sonra Asya'ya yayılmağa başladı.

Günümüzde Hinduluk, Budizm'in (Budacılık) yerini almıştır; ancak, 1949'da komünizmin yerleşmesine kadar Çin'de derin etki gösterdikten sonra, gene de, Güneydoğu Asya'nın, Moğolistan'ın, Kore ve Japonya'nın esas dinlerinden biridir. 500 milyon mensubu vardır, bunlara örnek kişiler, bonzlar yön verir ve bu bonzlar, din eğitimi yaptıkları gibi, bazı ülkelerde (bu arada Vietnam'da), siyasal yaşamı da derinden etkiler.

Acaba, Budacılık gerçekten bir din midir? Batılıların genellikle olumlu cevap verdikleri bu soru, her zaman rahatça sorulabilir. Bununla birlikte, bonz topluluğu gerçek bir din adamları sınıfı oluşturmaz ve budistler, Hıristiyanlığa veya Müslümanlığa benzetilebilecek bir inanç sahibi olmağa yanaşmazlar. Onlara göre Budacılık, bir tanrı olmayan ve insan sağduyusunun örneği olan Buda'nın koyduğu temel kurallara uyarak, bir tür yaşam tarzına yönelmekten başka bir şey değildir.

Çağımızda, Buda ve Budacılık üstüne yapılan incelemelerde büyük bir gelişme oldu. Buda dinine ait kuralların yorumunu ve tarihini konu alan bu yeni bilim dalına Budabilim denir.

buda

Bir Tibet manastırında bulunmuş olan yukarıdaki resimde Buda, kutsal haberciye kulak verdiği sırada gösterilmiştir.
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #5
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi
Şeytan « Dinler Tarihi

«Kur'an»da, «Kutsal Kitap»ta, Hıristiyan ve Yahudilerin din kitaplarında Tanrı'nın, iyinin ve iyiliklerin karşısında yer alan isyancı varlık. Kötü ruhların başı olan şeytanın çeşitli adları arasında «Lucifer», «Mephistopheles», «Belzebuth» v.b. vardır.

Şeytan, Tanrı'nın rakibi olan, cennetten kovulmuş bir kötülük meleğidir. Çeşitli kılıklara bürünür ve her kötülüğün altında onun parmağı vardır, cehennemin efendisi, karanlıkların hükümdarıdır.

Ortaçağ'da bilgisiz toplumlar, açıklayamadıkları ve bu nedenle de kork­tukları olayların (yıldırım, şimşek v.b.), sara gibi bazı sinir hastalıklarının, kısaca olağanüstü saydıkları her olayın ardında şeytanı aradılar. Şeytanın kötülüklerinden korunmak için muskaların, okunup üflenmiş suların, istavroz çıkarmanın koruyucu gücüne sığındılar. Şeytanın insanlara acı çektirmek ya da onları kötü yola saptırmak için yılan, kurbağa, yarasa hattâ güzel bir kadın kılığına büründüğüne inanırlardı. Yarı insan-yarı hayvan olan bu yaratık genellikle korkunç resimlerle canlandırılırdı; bu resimlerde çoğu zaman vücudu sert kıllarla kaplı, boynuzlu, ayakları çatallı, uzun kuyruklu ve korkunç bakışlı olarak tasvir edilir.
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #6
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi

4 İncil « Dinler Tarihi


LUKA İNCİLİ

Dört İncil’den biridir. Yazarı Luka, Antakyalı Yahudi olmayan bir aileden gelir. Luka’nın kaynakları hem yazılı kaynaklardır hem de İsa ile birlikte bulunmuş olanların sözlü şahitliğidir. Antakya'daki bir çok Hıristiyanın sözleri Onun için belirleyici olmuştur.

Luka’nın yazdığı İncil, daha çok Yahudi kökenli olmayan Hıristiyanlar içindir. Bunun için inananları cezbedecek öykülere yer vermiştir. Hıristiyan görüşüne göre, Luka ve diğer İncil yazarları, bu metinleri kaleme alırlarken, Kutsal Ruh’dan ilham almışlardır. Bu İncillerin kıymeti de buradan kaynaklanır.

MATTA İNCİLİ

Bu İncili havari Matta’nın yazdığı düşünülmektedir. Matta aslında bir vergi memurudur ve İsa’nın ilk havarilerinden biridir. Matta İncilinin 65 yılları dolaylarında yazıldığı sanılmaktadır. Önce Aramice yazılmıştır ve sonra Yunanca’ya tercüme edilmiştir.

Matta İncili'nin en büyük özelliği sık sık Tevrat’a göndermeler yapması, onu kendisine kaynak olarak göstermesi, ona karşı haklı olma çabası içinde olması ve İsa’nın şeriatı değiştirmek için değil de onu geliştirmek için geldiğini belirtmesidir.

MARKOS İNCİLİ

Markos, havari Petrus’un şakirdidir. Pavlus’a birinci seyyahatinde eşlik etmiştir. İskenderiye Hıristiyan Cemaati'nin kurucusudur. İsa ile ilgili bilgilerini Petrus’un vaazlarından öğrenmiştir. İncilini 63-70 yıllarında Roma cemaatının yoğun isteği üzerine yazmıştır. İncil yazarları arasında anlatım kalitesi en düşük olan yazar Markos’dur. Bir çok cümleyi ‘ve’ bağlacıyla bağlayıp geçirir. Sözcük dağarcığı çok küçüktür.

YUHANNA İNCİLİ

On iki havariden biridir. Havarilerin en genç olanıdır. 90-110 tarihleri arasında Efes ya da Antakya’da yazdığı tahmin edilmektedir. Yuhanna, İsa’nın öğretisini mistik bir şekilde anlatır. Örneğin girişteki ilk cümlesi “önce söz vardı” çok tartışmalar yaratan, bir çok değişik yoruma götüren bir cümledir. İsa’nın mucizelerinden çok az söz eder. Sadece yedi tanesinden. Felsefi olarak yeni Platonculukla yakınlığı göze çarpmaktadır.

Yuhanna İncili özellikle İsa’nın tanrılığına vurgu yapar. Bir çok yorumcu İsa’nın tanrılığını kabul etmeyenleri ikna etmek için yazıldığını düşünmektedir.
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #7
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi

Aforoz « Dinler Tarihi


Gerek Hıristiyanlık'ta ve gerekse Musevilik'te, dinin hak ve ayrıcalıklarına karşı suç işleyen kişilerin din dışı sayılması demektir. Bu ceza Hıristiyanlığın ilk günlerinden itibaren uygulanmaktadır. Ortaçağ'da Papalar, aforozu bir silah gibi kullanarak, kralların, imparatorların bile gözünü korkutmuşlardır.

Aforoz cezasını vermeye yalnızca papalar, piskoposlar, bir de ruhani meclisler yetkiliydi. Aforozun kaldırılması ise ancak papayla ruhani meclisin elindeydi.

Katoliklerde iki tür aforoz vardır: Büyük ve küçük aforoz. Büyük aforoza uğrayan bir kimse, bütün dini haklarını kaybettiği gibi, başka Hıristiyanlarla görüşmesi de yasak edilir. Küçük aforozda ise sadece bazı haklarda kısıntı yapılır. Aforoz cezasının ayrıca sürekli ve geçici şekilleri de vardır.

Avrupa tarihinde aforoza uğramış pekçok hükümdar vardır. Bunların en tanınmışı Alman Kralı 3. Heinrich'tir. 1077 yılında aforoz edilen kral, kendisini bağışlaması için Papa 7. Gregorius'un kapısında yalınayak beklemek zorunda kalmıştır. Aforoz cezası Musevilerde de vardır. Filozof Spinoza, Musevi aforozuna uğrayanların en ünlüsüdür.
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #8
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi


Afrika Dinleri

Afrika insanının dinsel dünyası Avrupalılarınkinden oldukça farklıdır. Bununla birlikte Avrupa dininin temelinde yatan birçok kavramda Mısır, Hint ve Avrupa etkisini birarada görmek mümkündür. Bu nedenle de çeşitli inanç sistemleriyle dolu olan Zenci Afrika'nın dinsel yaşamını bütünüyle kavramak oldukça güçtür. Ne var ki, Afrika'daki yerli dillerin yeterince öğrenilmesi ve Afrika asıllı incelemecilerin katkıları ile Afrika dinleri daha bir açıklık kazanmış, dinsel olguları açıklamak için gerekli olan terim ve kavramları saptamak kolaylaşmıştır.

Afrika'daki ilkel çağdaş dinler arasında en çok Animizm, Fetişizm ve Totemizm yaygındır. Özellikle Orta Afrika'da, Asya'da ve Pasifik Okyanusu'nun bazı adalarında, hâlâ, yaklaşık olarak 140 milyon kadar insanın kabul ettiği Animizm (Canlıcılık) inanışına göre, yalnız canlı varlıkları değil cansız varlıkları da, birer rufa yönetir. Animizmi tabiatta insan ruhuna az çok benzer ruhlar bulunduğunu kabul eden din olarak tanımlayabiliriz. Zenci Afrika'da Animizm, tslamiyetten hemen sonra gelmektedir. Yapılan istatistiklere göre Afrika'daki müslüman sayısı 102 milyon, animist sayısı 95 milyon, Hıristiyan (katolik, protestan ve kıptî) sayısı ise, yaklaşık olarak 60 milyondur.

Animizm terimini, ilk kez 1871 yılında antropolog E.B. Taylor "ruhsal varlıklar" a inanma anlamında kullanmıştır. Taylor'a göre animizm, tikel ruhların ölümden ya da bedenin tahribinden sonra da yaşamaya devam ettikleri inancına dayanır. Buna göre ruhlar, önemle-lerine göre, değişik düzeylerde bulunan ve tikel ruhlardan tanrılara kadar uzanan bir hiyerarşi meydana getirir.

Taylor, "ruh" kavramının kökenini, insanların rüyalarında ve hayallerinde temellendirmiştir. Ona göre ilkel insanlar, özellikle uyku sırasında ruhun bedenden ayrılıp dolaştığını, değişik biçimler aldığını düşünmüşler, bu yüzden insanın ölümünde de ruhun, ama bu kez sürekli olarak, bedenden ayrıldığını sanmışlardır, Çağdaş antropoloji açısından kesinlikle bilinen bir şey varsa o da, birbirinden çok farklı kültür ortamlarında yaşayan insan topluluklarının tümünde "hayalet-ruh" kavramının bulunduğudur. Taylor, bu verilere dayanarak "Animizm" i, dinlerin evreminde bir başlangıç aşaması saymıştır.

Animizm, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra başıboş kalmadığına, canlı ya da cansız başka nesnelere de girdiğine, başka bir deyişle "ruh gücü"ne inanır. Yalnız hayvanlar yada bitkiler değil, taşlar bile, ölümle bedenden ayrılan insan ruhu için birer barınak meydana getirir. Animizm inancına göre, ruhun bedenden kesinlikle ayrılması için, ölümü beklemek de şart değildir. Ruh, geçici bir süre için bedenden ayrılıp, canlı ya da cansız başka bir bedene girebilir, daha sonra yeniden eski bedeninedönebilir. Dinsel anlamda fetişizm düşüncesi de bu inanca bağlanır.
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #9
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi

Agnostisizm

Bu anlayış, Tanrı'nın varlığı karşısında şüpheci bir tavır almaktır. Bu görüş, İlkçağ'da Sofist filozof Protagoras tarafından öne sürülmüştür. Protagoras'a göre, Tanrı'nın duyularla algılanamaması, insanın ömrünün kısa oluşu, Tanrı hakkında bilgi edinmeyi engeller.

Huxley, agnostisizm deyimini ilk kullanandır. Ona göre, duyularımızın kavrayamadığı şeyler arasında Tanrı kavramı da vardır. Tanrı'yı duyularımızla algılayamadığımız için var olup olmadığını yargılayamayız. Agnostisizm, doğrudan Tanrı'yı reddetmemekte, ancak onu bilmenin mümkün olmadığını öne sürmektedir.
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #10
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi


Animizm

Animizm, doğada insan ruhuna az çok benzer ruhlar bulunduğunu kabul eden dindir. Ruh, sadece insanda yoktur. Canlı cansız her şeyin ruhu vardır.

İnsan, teolojik hale fetişizm ile başlamış, buna iyi ve kötü ruhları sokmuştur. Sonra çoktanrıcılığa geçmiş daha az ama daha kudretli ruhları işin içine katmıştır. Ardından bu tanrıları tek bir tanrıda birleştirerek tektanrıcılığa geçmiştir.

İlkel insana göre ruh, bedene veya bedenin belli parçalarına bağlıdır. Can,insanın dışına çıkabilir ama bu halde bile bedeni yönetir. Can (dış can) çalınabilir, yenebilir, geri getirilebilir, bazen yamanabilir, onarılabilir ya da yerine başkası konabilir.

Kişiliküstülük, sadece bedende değil onun attığı salgılar, saç, tırnak, sperm, idrar gibi bütün atıklarında da bulunur. Onun için bu atıkların kötü niyetli bir başkasının eline geçmemesi için herkes bunları saklar. Hatta bazen buna ayak izi bile eklenir.

Kişinin gölgesi, sudaki aksi ve resmi, kişiliğine dahil nesnelerdir. Bu nedenle hemen tüm ilkel toplumlarda insanlar, resimlerinin yapılmasına karşı çıkarlar. Hatta insanın ismi bile bu listeye dahil olabilir. Bazen giysi de kişiliğe ait sayılır.

Hayatın özü olan can, bedeni terkedince, insan ölür. Bununla beraber ruhun bedende kaldığına ve yaşayanlardan öç alabileceğine inanıldığından, cesede büyük saygı ve özen gösterilir. Ölüler, bu alemin tam tersi bir alemde yaşamaktadırlar. Buradaki her şeyin tersi, ölüler aleminde geçerlidir.

Ölülerin öbür alemde yaşadığına inanılır. Bu düşünce, hemen hemen evrenseldir. Yine bunun gibi evrensel olan bir başka düşünce ise ölülerin de öldüğüdür. Onlar için geçerli bir sonsuz hayat yoktur.

Animizmin başlangıcı, ruhun öldükten sonra varolduğu düşüncesidir. Böylece ruh, insanların etrafında dolaşan, onlara müdahale eden doğaüstü bir hal alır. O zaman bu ruha adaklar adamak, dualar etmek, kurbanlar kesmek eylemleri başlar ki bunlar dinin temel öğelerindendir.

Zamanla sadece insanın değil, hayvanların ve bitkilerin de ruhları olduğuna, bunların da insanları iyi-kötü yolda etkilediğine inanılarak, bunlara da tapılmaya başlanmıştır. Böylece, önce atalarının ruhlarına tapan insanlar, daha sonra doğaya tapmaya başlamışlardır. Her nesnede ruh olduğuna inanılmasıyla, insanlarda canlı-cansız ayrımı kalkar.

Bu dinin mistik yanını Levy-Bruhl şöyle anlatıyor: "İlkel zihniyetin müşterek tezahürlerinde nesneler, varlıklar, olaylar, bizim için anlaşılmaz bir şekilde hem kendileri, hem kendilerinden başka şey olabilirler. Yine aynı anlaşılmaz şekilde bir takım kuvvetler, meziyetler, mistik hareketler neşreder veya alırlar ki bunlar oldukları yerde kalmaya devam etmekle beraber, kendilerini yine de bulundukları yerin dışında hissettirirler."

Maddi alemin dışında, manâ alemi düşüncesini geliştirmişlerdir ki mistik yan budur. Bu insanların ibadetlerinin amacı; manâ ile temasa hazırlıksız oldukları zaman, kendilerini ondan korumak ya da hazır oldukları zaman manânın daha fazlasını benliklerinde tutmaktır.

Rahip, manâya tamamen sahip olan kişidir ve bunu istediği gibi kullanabilir. Tapınak ise manânın büyük miktarda toplandığı yerdir.

Mistik kuvvetler, doğada da vardır ve insan bunlara hakim olabilir: Bir takım sözler söyleyip, danslar edip, değişik karışımlar oluşturarak ya da bazı ufak heykelcikler yaparak. İşte büyü buradan doğmuştur.

Salomon Reinach’a göre büyü, Animizm’in tekniği ve stratejisidir. Bazı nesnelerde büyülü bir kuvvet vardır; felaketi kovar ve mutluluk getirirler. Büyünün iyi tarafı (rahipler yapar) ve kötü tarafı vardır (büyücüler yapar).

Bu inanışşa göre, resmin, heykelin, dansın, müziğin, bütün güzel sanatların ana kaynağı doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Animizm’dir.

Benzer Konular

8 Mart 2018 / Misafir Biyoloji
31 Ağustos 2012 / Misafir Coğrafya
21 Ocak 2007 / Misafir Taslak Konular