Arama

Dinler Tarihi (Genel Bilgi) - Sayfa 6

Güncelleme: 25 Ağustos 2009 Gösterim: 41.702 Cevap: 58
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #51
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi

Hacı Bektaş
Sponsorlu Bağlantılar

Türk mutasavvıfıdır (1210-1271). Bektaşî tarikatının kurucusu olan Hacı Bektaş Veli, Doğu İran'da Horasan bölgesindeki Nişapur kentinde doğdu. Horasan'dan Sivas'a geldi, sonra Amasya'ya giderek Baba İshak'a mürit ve halife oldu. Bir süre Kırşehir ve Kayseri'de kaldıktan sonra Hacıbektaş'a (eski Sulucakarahöyük) yerleşti.

Selçuklular zamanında dinî-askerî bir topluluk olan Bâcıyânı Rum topluluğu önderlerinden Hatun Ana'yı evlât edindi. Şeyhi Baba İshak'ın Selçuklulara karşı ayaklanması sırasında Baba İshak'la birlikte Hacı Bektaş'ın kardeşi Menteş de Sivas'ta öldürüldü.

Bektaşî Babası

Hacı Bektaş ayaklanmadan arta kalan Batınîleri çevresine toplayarak onlara baş oldu. Müritleri tarafından «kalenderler piri, abdallar serveri» sayıldı. Sonraları bütün şiîbatınî zümreleri içinde toplayan onun tarikatına Bektaşîlik adı verildi.

Hacı Bektaş, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan önce yaşadı ve öldü. Ama Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında Anadolu'da yaygın bir örgüt olan ahilikte her esnaf zümresinin kendini bir pir'e bağlaması gelenekti. Ahilerin seyfî (kılıçlı) kolu olan Alp Erenler de Hacı Bektaş'ı kendilerine pir edindiler; yeniçerilerin piri olduğu rivayeti bundan çıktı.

Bir Bektaşî dervişinin (Ali oğlu Musa) XV. yy.da yazdığı Bektaşi Velâyetnamesi Hacı Bektaş'ın hayatını olağanüstü menkıbelerle anlatır; onun çocukluğundan başlayarak birçok keramet gösterdiğini hikâye eder.

Bektaşî tarikatının merkezi, Nevşehir iline bağlı Hacıbektaş kasabasıdır. 1924 yılında tekkeler ve tarikatlar yasaklanıncaya kadar Müslüman dünyasındaki bütün Bektaşîlerin başı sayılan Hacı Bektaş Veli'nin, halifesi burada otururdu; Hacı Bektaş Veli burada gömülüdür. Hacıbektaş'ta bugün de bütün bölümleri yerli yerinde duran büyük bir Bektaşî dergâhı vardır.

Bektaşilik

Hz. Muhammet'i mürşit, halife Ali'yi rehber. Hacı Bektaş Veli'yi pir tanıyan bir tarikattır. Hacı Bektaş tarafından kurulmuş, esasları Hacı Bektaş'ın Makalât adlı eserinde anlatılmıştır Bu eserin Arapça aslı bulunamamıştır. XIV. yy.da yapılmış bir tercümesi vardır. Bunda hırka, sakalık erkâr miyanbestlik, dört tekbir, gülbank ve Bektaşiliğe ait bütün bilgiler bulunmaktadır.

Bektaşiler Caferi mezhebindendir. Peygamber ailesine aşırı sevgi duyar, Muharrem'de yas tutar, Ali'nin doğum günü saydıkları Nevruz'da bayram yapar, saz çalıp nefesler okurlar. Bektaşîlikte ahlâk verilen söze dayanır: «Elini tek, dilini pek, belini berk tut». Bektaşî şiir ve müziği de ünlüdür ve Türk şiir ve müziğinin önemli bir dalıdır.

sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #52
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi

Hıristiyanlık
Sponsorlu Bağlantılar

«Hıristos» da denen (Yunanca «khristos», kutsanmış'tan) İsa Peygamber'e inananların ve öğretisini benimseyenlerin dinidir. İsa, Roma imparatoru Augustus zamanında Yahudiye'de (bugünkü Filistin), Beytüllahm'da Bakire Meryem'den doğdu. 30 yıl kadar sonra, Kudüs'te imparator Tiberius'un saltanatı döneminde çarmıha gerilerek öldürüldü.

Mesaimin kapsamı ve özgünlüğüyle ilgi çeken İsa, Hıristiyanlarca (bugün l milyardan fazladır) İnciri, yani sınırsız bir merhamet yoluyla insanların nasıl kurtulacağını bildiren «Mü j de »yi öğretmek üzere dünyaya indirilmiş, Tanrı'nın oğlu kabul edilir.

İsa'nın öğretisi köklerini Yahudi dininden alır. O, yaşadığı sürece Yahudi yasalarını kaldırmağa çalışmadı, kendisi de o yasalara uydu. Her zaman, Tanrı sevgisinin (bu sevgi onun için,insan sevgisinden ayrılmaz) basit bir görünüşün ötesinde geliştiğini ve «ruhun sözden (kelâm) üstün olduğunu» göstermeğe çalışmıştı.

Kendisine ilk iman edenler (havariler) Yahudiler arasından geliyordu, ama, çarmıha gerildikten, göğe çekilip tanrısal ruhun nefesiyle yeniden dirildikten sonra, onun havarileri anladılar ki, «Müjde» yalnız Yahudiler için değil, bütün insanlar içindir.

Asyalı bir Yahudi olan havari Paulus, Hıristiyan olduktan sonra, İsa dinini Yahudi olmayan ülkelere götürmekle görevlendirildi. 45 yılından başlayarak (İsa'nın ölümünden on iki yıl kadar sonra), Küçük Asya ve Yunanistan'ı dolaştı, oralarda birçok Hıristiyan topluluğu kurdu. Roma'da, İsa havarilerinin başkanı olan ve günün birinde Vatikan'da işkenceyle öldürülen Petrus ile buluştu. Petrus'un öldürüldüğü yere yapılan mezarı, daha sonra, Hıristiyan dininin merkezi sayıldı (Vatikan).

İlk Hıristiyanlar

İncil dininin yayılması, o tarihlerde, uçsuz bucaksız Roma İmparatorluğu'nda hüküm süren barıştan ve bu barışın yarattığı ulaşım kolaylıklarından yararlandı. Bütün inanışları hoşgörüyle karşılayan Roma Devleti, Hıristiyanlara vahşîce eziyet etti. Aslında Roma, kendi bakımından haklıydı; köleleri bile bağrına basan ve tek bir Tanrı tanıyarak, imparatorluğun tanrılığım inkâr eden bir dine göz yumamazdı.

Ama bu güç dönem 310 yılı sonlarına doğru, imparator Constantinus'un. rakiplerini yenerek Hıristiyanları himayesine almasıyla ve Milano Fermanı'nın (313), tam bir iman özgürlüğü tanımasıyla son buldu. 330'da, Constantinus imparatorluğun ikinci başkenti Konstantinopolis'i (İstanbul) kurdu; bu «Yeni Roma», bir din merkezi oldu ve doğu Hıristiyanlarını, Roma yerine, kendine çekti.

Bizans imparatoru ile dört patriğin (en önemlisi Konstantinopolis patriğiydi) çevresinde toplanan doğu Hıristiyanları, bambaşka bir anlayışta gördükleri Latin kardeşlerini kendilerine her gün biraz daha yabancı buluyorlardı. Üstelik, Konstantinopolis'te, imparator ile patrik, Hıristiyanların lideri olarak Roma'daki papayı tanımağa yanaşmıyorlardı.

Papalık ve Batı Hıristiyanları

Batıda da Hıristiyanlık kara günler geçiriyordu. X. ve XI. yy.larda, derebeylik töreleri kilise hiyerarşisine sızmış, kilise bağımsızlığını yitirmişti. Ama reformcu papaların etkinliğiyle kilise yavaş yavaş, İncil mirasının yöneticisi ve bekçisi görevine döndü.

XIV. ve XV. yy.da, bu büyük kargaşalıklar (savaşlar, salgın hastalıklar) döneminde, 1378'den 1417'ye kadar batı kilisesinde biri Roma'da, biri Avignon'da iki papa aynı zamanda saltanat sürüyordu. Sonunda Roma Papalığı galip geldiyse de, Hıristiyan âleminde, çok zengin ve İncil ilkelerinden iyice uzaklaşmış bir kiliseye karşı gelişen geniş Reform akımını önleyecek gücü bulamadı.

Protestanların Reformu

Bir Sakson keşişi olan Martin Luther (1483-1546) haksız saydığı papalık otoritesine karşı çıktı. Milyonlarca Hıristiyan'ı ve Protestan'ı da birlikte sürükledi ve bunlar artık Rönesans'la yozlaşmış Roma'ya boyun eğmek istemediler. İşe hükümdarlar karıştı ve korkunç din savaşları, XVI. ve XVII. yy.larda Avrupa'yı kasıp kavurdu. Luthercilik özellikle Almanya ve İskandinavya'da iyice yerleşti.

Başka bir Protestan, Fransız Jean Calvin (1509-1564) ise İsviçre ve sonra da Fransa'da dinde Reform hareketini geliştirdi. Kalvinizm Hollanda ve İskoçya'da iyice yerleşti.

İngiltere'de Protestanlık, Henry VII Fin kızı kraliçe Elizabeth I sayesinde, kendine özgü bir ulusal kilise, (Anglikanizm) biçimini aldı.
Otuzyıl Savaşı'nın (din savaşlarının sonuncusu) bitiminde, Vestfalya Antlaşmaları imzalanırken (1648) batı Hıristiyanlığı dağılmış, doğu Hıristiyanlığı ise (Rusya dışında) Türklere boyun eğmişti.

XVII. yy., İtalya'da, İspanya'da ve özellikle Fransa'da, maneviyatçılığın parlak bir canlanışına sahne oldu. Ama XVIII. yy.da (aydınlık yüzyıl ve Voltaire yüzyılı) yenilgiye uğradı.

Bu anlayış, Hıristiyanlık anlayışına, yani Hıristiyan inancının herkesçe tanınmasına dayandırılmış bir uygarlığa indirilen öldürücü darbe 1789 Fransız Devrimi'yle zafere ulaştı. XIX. yy.da bilim ve tekniğin kaydettiği ilerlemeler, kiliseleri çağdaş toplumdan ayıran uçurumları genişletti.

Balık ve Kuzu

Yunanca balık ichthus'tur; bu sözcük belki de «İsa-Hıristos, Tanrı'nın oğlu, kurtarıcı» anlamına gelen lesous CHristos THeou Uios Sâter kelimelerinin baş harflerinden oluşturulmuştur. Bunun içindir ki, ilk Hıristiyanların sığındığı Roma katakomplarında balık, duvar resimlerinde İsa'yı tasvir eder.

Saflığın ve temizliğin simgesi olan kuzu da, dünyanın günahlarını ödemek üzere kurban edilmiş İsa-Hıristos'u temsil eder. Kuzu ve balık ilk yüzyılların baskı altındaki Hıristiyanlarınca birbirlerini tanıma işareti, «parola»ydı.

Bir Milyarı Aşkın Hıristiyan

Hıristiyan dinine mensup olanların sayısı, günümüzde 1,043,000,000'u bulmuştur. Bunların dağılımı şöyledir: Katolikler (624,000,000), Ortodokslar (124,000,000), Protestanlarla Anglikanlar (295,000,000).

hiris1 hiris2 hiris3

(Solda) İsa'nın Vaftiz Edilişi. (Ravenna mozaiği, VI. yy.). Bu ve benzeri törenler bazı dinlerde çocuğun topluma katılma simgesi sayılır. Birçok Hıristiyan ülkede vaftiz kayıtları uzun süre nüfus kütüğü yerine geçmiştir.

(Ortada) Martin Luther vaaz kürsüsünde, bir Alman duvar halısından bölüm.

(Sağda) Jean Calvin'in bir portresi. Özel koleksiyon, Cenevre.

hiris4 hiris5

Hıristiyanlar başlangıçta korkunç işkencelere göğüs gerdiler: sağdaki tablo bu yolda işlenen cinayetleri gösteriyor. Solda, 24 ağustos 1572 gününe rastlayan Saint-Barthelemy katliamı.

sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #53
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi
Yılbaşı ve Noel

Yılın birinci günü ve Hıristiyanların, İsa'nın doğum gününü kutladıkları yortudur. Türkiye'de yılbaşı 1935 yılından beri tatil günüdür. Bu tatil, 31 aralık öğleden sonra başlar, l ocak akşamı sona erer. 31 aralığı 1 ocağa bağlayan gece yeni yılın kutlanması da, Hıristiyanlarca yüzlerce yıldan beri bayram kabul edilen Noel yortusu'na özenilerek edinilmiş yeni bir alışkanlıktır.

Noel

Gece yarısı ayini, ışıklarla donatılmış çam dalları, hediyeler, gece yarısı yemeği gibi gösterilerle kutlanan bir din ve aile bayramı olan Noel (Latince natalis[dies], doğum [gün]'ünden) her yıl 25 aralıkta, İsa'nın Beytüllahm'da bir ahırda dünyaya gelişini anmak için milyonlarca Hıristiyan tarafından kutlanır.

Aslında bu tarih ta Îlkçağ'dan beri, kış gününü, Güneş'in doğuşunu selâmlamak amacıyla çeşitli eğlenceler düzenlenerek karşılanırdı. Eski Mısırlılar da, aynı gün, ışığı temsil eden yeni doğmuş bir çocuğu kutsarlardı. Tanrı Mitra'ya tapan Eski İranlılar ise 25 aralığı kutlarlardı. Roma'da bu tarih solis invicti (yenilmez Güneş) günüydü. IV. yüzyılda Hıristiyan kilisesi, kaybolacağını umduğu bu putatapar inancının yerine, aslında gerçek tarihi bilinmeyen İsa'nın doğumunu kutlamayı koydu.

Kutsal ve Din Dışı

Noel şimdi ayinlerle ve halk âdetleriyle kutlanan dinsel bir bayramdır. Noel töreninde kullanılan yemlik, sözde çocuk İsa'nın, yakınları ve hayranları, çobanlar ve Zerdüşt rahipleriyle birlikte bulunduğu Beytüllahm'daki ahırın simgesidir.

Çiçeklerle, mumlarla, rengârenk süslerle bezenen çam ağacı, Kel t papazlarının tanrılarına sungularını astıkları meşe ağacının yerini almış, sonra bu ağaç Ortaçağ'da, dinsel konulu sahne eserlerinde cennet ağacı olarak ortaya çıkmıştır.

Noel Baba efsanesi ise çok yenidir, XVII. yüzyılda İngiltere'de ortaya çıkmıştır. Binlerce çocuk, üstü karla kaplı ve başlıklı kırmızı bir palto giymiş olan bu beyaz sakallı ihtiyarın, ayakkabıların içine oyuncak koymak için bacadan girdiğine inanır. Belçika gibi bazı ülkelerde Noel Baba yerine ermiş Nicolaus'un armağanlar dağıttığına inanılır.

Bir çocuk ve oyuncak bayramı olan yılbaşı ve Noel, günümüzde zengin ülkelerde verimli işler yapmayı sağlayan bir ticarete vesile olmaktadır. Bugün Hıristiyan ülkelerdeki insanların pek çoğu Noel'i sadece hediye alıp vermeğe ve iyi bir yemeğe vesile olduğu için kutlamaktadır.

Noel Ateşi

Kuzey ülkelerinde eskiden geleneğe göre, her evde bütün Noel gecesi boyunca Güneş'in geriye dönüşünü hatırlatmak için kocaman bir odunun yakılması âdetti, İsveç'te bugün de genellikle ocaklarda yakılmakta olan bu odunun yerini bazı Batı Avrupa ülkelerinde, 24 aralık akşamı, yani Noel günü ailece yenmek üzere yapılan Noel pastası almıştır
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #54
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi
Şamanizm

Şamanizm terimi, daha ziyade Sibirya, Moğolistan ve komşusu olan coğrafyada yaşayan halkların doğa kültüyle karakterize edilen dinlerine göndermektedir.

Şamanizm, esas olarak avcı toplumlarında bulunan bir düşünce tarzıdır. Bu anlayışta, hayvanların ve bitkilerin bir takım 'ruh'lar barındırdığına ve bu ruhların doğaya can verdiğine (hayvanların üremesi, bitkilerin büyümesi, yağmurun yağması, şimşeklerin çakması, vb.) ya da tam tersine ölüme götürdüğüne inanılmaktadır. Şamanlar, belirli anlarda (törenler) transa girerek bu ruhlarla temasa geçme yeteneğine sahip kişilerdir.

Dortier'e (2000) göre, şamanizm, evrimci antropologlar tarafından insanlığın, totemizmin ardından gelen ilk dinlerinden biri sayılmıştır. Bazı yazarlar samanların trans halini merkeze alan açıklamalar yapmış ve şamanlar, akıl hastalarına, trans halleri de histeri veya epilepsi krizlerine benzetilmiştir. Ancak daha yakın yıllarda, trans halinin mizansen yanı üstünde durulmuş ve transın, diğer insanları etkilemeye yönelik bir gösteri olduğu vurgulanmıştır. Bazı yazarlar, trans halini, uyuşturucu özelliği bulunan ve halüsinasyon yaratan çeşitli bitkilerin kullanımına bağlamıştır. Diğer bazıları da, mağaralardaki prehistorik resimlerle şamanlar arasında ilişki kurmuştur.

Şamanizm zaman içinde bir anlam genişlemesine uğramıştır. Nitekim, coğrafyası büyümüş, kehanette bulunma, hastaları iyileştirme ve benzeri bir dizi sihirsel-dinsel pratikleri de içerecek şekilde kapsamı genişlemiştir. Dortier, günümüz Batı dünyasında geleneksel yaşam sanatı ve bilgileri çerçevesinde bir 'şamano-manyak' modasının yayıldığını, atavi pratiklerin bilgisine ve psişik keşif kapasitesine sahip samanların yeniden itibar kazandığını öne sürmektedir (Kaynak: Dortier, 2002; Sciences Humaines).
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #55
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi

Totemizm

Totemizm yaygın kullanımında, bir totem etrafında örgütlenmiş bir dini ifade etmektedir. Totem, bir kabilenin atası olarak kabul ettiği ve adını taşıdığı bir hayvan veya bitkidir. Çoğu kez kutsal bir nitelik taşıyan kabilenin atası, kabilenin yasaklar sisteminin de temel dayanağı olmaktadır.

Ancak günümüzde etnologlar, totemizmi salt bir din olarak görmemektedirler. Etnologların temel ilgi konularından birisi, modern olmayan ya da ilkel toplumlardaki düşünce biçimidir. Bu düşünceler, bazı yazarlara göre canlı varlıkların iki temel öğesi olan 'ruh' ve 'beden' arası ilişki üstüne temellenmektedir.

Zira ruh ve beden arasında süreklilik veya süreksizlik bulunduğunu kabule göre farklı anlayışlar ortaya çıkmaktadır. Bunlardan totemizm, bir hayvan veya bitki kümesini, bir insan topluluğuyla ilişkilendirmekte ve insanlar ile insan olmayanlar arasında ruh ve beden bakımından bir özdeşlik olduğunu savunmaktadır.

Buna karşılık, örneğin samanlıkta rastlanan 'animizm', insan olan ve olmayanlar arasında bir ruh birliği olduğunu, ancak bunların beden bakımından farklılaştığını öne sürmektedir. Sihirsel düşüncelerde rastlanan 'analojizm' ise, insan olan ve olmayanlar arasında sadece bir benzerlik bulunduğunu, ancak ruh veya beden bakımından bir özdeşlik olmadığını savunmaktadır.

Oysa, modem düşüncenin özü sayılabilecek 'natüralizm', insan ile canlılar dünyası arasında maddesel planda bir süreklilik bulunmakla birlikte, spiritüel veya kültürel planda bir süreksizlik olduğu kabulüne dayanmaktadır
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #56
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi

Dionysos ve Orphik Din

Ruh göçü Yunanistan'da "Orphik" denilen dini bir akıma paralel olarak ortaya çıkmıştır. Orphik kelimesi efsanevî bir şarkıcı olan Orpheus'un adından gelir. Ancak bu akımın adından çok, asıl kendisi dikkat çekicidir. Orphik dininin Tanrısı Yunanistan'a kuzeyden, Trakya'dan gelmiş olan Dionysos'tur. Tanrı huzurunda, bağ kütüğü (asma) kutsaldır.

Bir başka deyişle: Dionysos kendinden geçme ve sarhoşluk durumlarını kutsar. Bu dinin inananları kendinden geçme ve sarhoşluk durumunda Tanrıya tapınırlar. Oysa Homer döneminin Tanrıları, herşeyden önce, karşımıza idealleştirilmiş insan biçimlerinde görünürler.

Bu klâsik dönemde Tanrılara tapınmak için muhteşem ve aydınlık tapınaklar yapılır ve tapınmalar ölçülü törenler biçiminde olurdu. Yunanistan'ın klâsik dönemindeki tapınma biçimleri ile Dionysos dininin tapınma biçimleri, biri ötekinden kesinkes ayrıdır. Dionysos'a özellikle geceleri fener alayları düzenlenerek büyük bir coşku ile tapınılır. Bu tören sırasında özellikle kadınlar kendilerinden geçer (cezbe hali). Bu dinî inanışa göre, insan ancak kendinden geçerek Dionysos ile birleşebilir.

Orphik dinin bu tipik niteliğine birşey daha eklemeliyiz: Mythos'a göre Dionysos ölmüş ve sonra da yeniden dirilmiş olan bir Tanrıdır. Yani Dionysos, önce ölüme baş eğen, sonra da ölümün kucağından yaşam fışkırtan bir Tanrıdır. Ölen ve yeniden dirilen Tanrı kavramına tarih boyunca sürekli tanık oluyoruz. Ayrıca, dinler tarihinde bu kavram ile birlikte, böyle ölüp dinlen bir Tanrıya inanan kişilerin, kendilerinin de Tanrının ulaştığı sona ortak olacağı görüşü hâkimdir.

Yani, bu kişilerin de öldükten sonra yeniden dirileceği inancı vardır. İşte bu inanç Orphik dininin ana kavramını oluşturur. Bu din aynı zamanda ruhun evrimine de inanmayı gerektirir. Çünkü insan ölümden sonra yeniden dirildiğinde; insan, hayvan, bitki olarak çeşitli kılıklarda dünyaya gelebilir
gizemli67 - avatarı
gizemli67
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #57
gizemli67 - avatarı
Ziyaretçi
YAHUDiLiK (MÜSEViLiK)
Yaşayan ilâhî kaynaklı dinlerden, mensûbu en az olan bir din. Günümüzde yeryüzünde yaklaşık 15-24 milyon dolayında Yahûdî vardır. Yahûdili'ğin, dinler tarihinde özel bir yeri bulunmakta ve bu din, en eski ilâhi kaynaklı din olarak nitelendirilmektedir. Mâzisi birkaç bin yıl geriye giden bu dinin başta gelen özelliklerinden biri İsrail oğulları ile Tanrı arasındaki "ahd'e kutsal kitaplarında geniş yer ayrılmasıdır. Bu nedenle bu din, bir "ahid dini" olarak da bilinmektedir. İsrail oğullarının başına gelen bütün sıkıntıların, onların bu ahde uymamaları, verdikleri sözü tutmamalarından ileri geldiği, hem kendi mukaddes kitaplarında, hem de Kur'an-ı Kerîm'de belirtilmektedir.
Bu din, Bâbil Sürgünü'nden sonra millî bir din haline getirilmiştir. Ancak bu din, tek Tanrı'ya, vahye dayanan mukaddes kitâba ve peygamberlere yer vermesiyle millî dinlerden; millileştirilip bir ırka tahsis edilmesiyle de, ilâhî dinlerden farklı bir durum arz etmektedir. Aslında bugünkü Yahudiliğin bir din mi, ırk mı, yoksa millet mi olduğu, pek net değildir. Tartışmaya girmeden onun kendine has özellikleri ve nitelikleri bulunan bir din olduğu, benzerinin bulunmadığı ve bu yüzden de tanımının zor olduğu söylenebilir. Çünkü Yahûdilikte din ve ırk içiçe girmiş olduğundan birini dinlerinden ayırmak güçtür. Onun en güzel tanımını, mukaddes kitaplarında yer alan "Balam" hikâyesindeki şu cümle yapmaktadır: "İşte ayrıca oturan bir kavimdir ve milletler arasında sayılmayacaktır"(Sayılar, 23/9).
Yahudiler, mukaddes kitaplarında yer alan ifadelere dayanarak kendilerini, dünya milletleri arasından seçilmiş kavim olarak görürler. Tanrı, bu kavmi Sina'da kendine muhatâp kılmış, onlarla ahidleşmiş, onlardan buyruklarına uyacakları konusunda söz almış ve Hz. Mûsa'nın şahsında onlara Tevrât'ı göndermiştir. Bu dinin odak noktası, Kudüs'deki "Mâbed"dir. Tahribinden önce bu Mâbed'in bir odasında "Ahid Sandığı" bulunmaktaydı. Yahûdiliğin sembolü, "Yedi kollu şamdan" ve "altı köşeli yıldız" (Hz. Dâvûd'un yıldızı)dır.
Yahudiliğin Tarihi Seyri
M. Ö. İkinci bin yılın başlarında Yahudilik Hz. İbrahim'in oğlu İshak'la sahneye çıkmıştır. İshak'tan sonra Yakub (a.s) yerine geçti (İbn Haldun, Tarih,2/40). Yakub'un diğer adı "İsrail" idi. Dolayısıyla Yakub'un oğullarının adıyla anılan on iki kabile de İsrail oğullarını oluşturdu. Bundan sonra Yusuf (a.s)'un daveti (Taberî, Tarih,1/185) üzerine Yakub ve oğulları Mısır'a göç ettiler (İbn Esir, Kâmil, 1/155).
Yahudilik, sözün tam manasıyla İsrail oğullarının Babil'de geçirdikleri sürgünden sonra inkişaf etmiştir. Oradan Filistin'e döndükten sonra (M.d. 538) İlahi şeriatı bildiren Tevrat, daha fazla bütün hayatın merkezi sanılmıştır. Yahudilere mahsus hükümleri havi Tevrat'a göre, Yahudiler yabancılarla evlenemezler. Bu durumda kendilerini ileride üstün ırk saymalarına kadar vahim sonuçlara ulaşmıştır (A. Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, 110).
M. Ö. İki binlere değin İsrail oğulları Mısır'da üçüncü sınıf insan muamelesi gördüler, orada tutsak kaldılar. Ta ki kavmin içinden (İsrailoğullarından) Musa'nın, onları Firavun'un zulmüne karşı Hak'la gelip kurtulmalarına kadar. İsrailoğulları Ken'an iline ulaşarak kurtuldular. Musa, Şeriatıyla İsrailoğullarına iki özellik kazandırdı. Biri, Allah'ın kanunlarına itaat etmek, diğeri ise isyana, başkaldırmaya yönelten bir tabiat hali.
Ken'an ülkesinde başta Filistinliler olmak üzere çeşitli topluluklarla savaşmak zorunda kalan Yahudiler, İ.Ö 990 dolayında Hz. Davud'un peygamberlik ve liderliğiyle bileşik bir devlet (krallık) şeklinde örgütlenerek Kudüs'ü ele geçirdiler.
Hz. Davut'a (a.s) gönderilen Zebur adlı semavi kitap, Tevrat'ın hükümlerini tasdikleyici olarak geldi. Bu yüzden Yahudilik İsa'ya kadar sürecektir.
İ. Ö. Dokuzuncu yüzyıldan beşinci yüzyıla kadar Aramiler, Asurlular ve Babillilerle çeşitli savaşlar sürmüştür. Babilin Yahuda Krallığını ele geçirmesi ile İsrail oğulları yeni bir sürgün dönemine giriyordu.
Yahudilik kendi tarihinde Büyük İskender'in İ.Ö. 322'de Filistin'i ele geçirmesi ile İ.Ö. 4-2 y.y'lar Helenistik bir dönemin başlangıcı olmuştur. Helenistik dönemde Suriye, Anadolu, Babil ve İskenderiye'de Yahudilik önemli merkezler elde etmişti. Bu dönemde Yahudiliğin kutsal metinleri Yunanca'ya tercüme edildi. Mısır'da zengin tarih, şiir, felsefe birikimi Yunan bilgisiyle oluştu.
Bu dönem için biraz farklı bilgi şöyledir: Aşağı yukarı M.Ö. Üç yüz senesinden M.Ö. yüz beş senesine kadar Yâhudi dini büyük bir devir yaşamıştı. Selevkyalı hükümdarların, Yahudileri Helenistik fikir ve siyaset sistemlerine mecbur bırakmalarına karşı 175-143 seneleri arasında Makkabe'lerin isyanları sayesinde Yahudiler evvela dinî, sonra da siyasî hürriyet elde etmişlerdir. Selevkyalıların devrini müteakip Romalı hakimiyet devrinde tekrar Filistinli vatanperestlerin birçok isyan hareketleri meydana gelmiştir.
O zaman da, Eski Ahid çeşitli kaynaklardan gelen, çeşitli yazar tertip edicilerin izlerini gösteren rivâyet, hikayet, tarihi ve şairane kısımlarının bir kül haline getirilmesinden sonra şimdiki şeklini almağa başlamıştır (A. Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, III).
"Yahudiliğin Helenistik dönem"i İ.Ö. 63-İ.S.135 arasında süren Roma egemenliğine kadar devam etti.
Roma egemenliği sırasında bağımsız devlet fikri yoğunlaştı. Hristiyanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte o yıllar Yahudilik en önemli mezhep çatışmaları yaşadı.
Birbirini takip eden başarısız ayaklanmalar Yahudilikte büyük yıkıma yol açtı. Bunun ardından (doğal olarak) Yahudilik kendi içine dönmeye başladı. Bu dönem, "Talmud'un geliştirilmesi" adıyla II. yüzyıldan XVIII. yüzyıla değin sürdü. Filistin ve Babil'deki amoralar Filistin ve Babil talmudlarını vücuda getirdiler. Bunlardan Babil Talmudu Yahudi yaşamının o zamanlardaki temelini oluşturdu. Akdenizdeki Yahudi topluluğu V. yüzyılda parçalandıysa da Yahudi takviminin korunması ve hahamların çabalarıyla Avrupa'da Yahudi topluluğu tutunabildi. Diğer yandan Filistin'den Babil'e geçen hahamlık kurumu Yahudiliğin Şeriat sistemini bu yeni ülkenin şartlarına başarıyla uyguladı. VII. ve VIII. yüzyılda İslâm'ın genişlemesiyle birlikte "goon" adıyla anılan Babilli Yahudi önderler kendi geleneklerini bütün yahudi toplumlarına ulaştırdılar.
Ortaçağda Yahudilik, kültürel köklerini Babil'e dayandıran Sefardi Yahudileri (ki bunlar Endülüs-İspanya'da idiler. Bunlar Müslüman-Arap kültüründen etkilenmişlerdir) ve Aşkenazi yahudileri (ki bunlar da Avrupa'nın latin-hristiyan kültüründen etkilenmiş Fransız-Alman Yahudileridir) türünde biçimlenmişlerdir. Yine XII. yüzyılda Alman Aşkenazileri arasında Hasidilik, XIII. yüzyılda Provence ve Kuzey İspanya'daki Talmud akademilerinde ortaya tefekküre dayalı olarak çıkan bir Kabala türü de Yahudi mistisizminin en tipik örneklerini oluştururlar. Bütün bu sayılan kültürlerin arasında çeşitli çatışmalar ortaya çıktı. Gerek bu çatışmalar, gerek hristiyan yöneticilerin baskıları ve gerekse 1306 yılında Fransa'dan Yahudilerin sürülmesi Yahudi kültürünü çözümsüz ve bağlılarının açıktan dinî bağlılığı söyleyememesi dolayısıyla dinin bağlılar açısından kendi içinde kalmasına sebep olmuş, bu durum XVIII. yüzyıla kadar sürmüştür.
XVIII. yüzyıldan sonraki en önemli hareket Haskala adıyla bilinen Yahudi aydınlanması olarak gerçekleşti. Bu dönemde Haskala özellikle Rusya'da ruhbanlık karşıtı bir harekete dönüştü, toplumsal ve ekonomik reform talepleriyle birlikte gelişerek yayılma ortamı buldu. Batı Avrupa'da 1800-1815'te Napolyon döneminde başlayan "Yahudi Reformu Hareketi" de Haskala'ın ürünü sayılır. Reformcu yahudilik Almanya'da 1840'larda kurumlaşırken Avrupa'nın büyük bölümünde başarısız kaldı. Ancak ABD'de yaygınlaştı.
Yine bu yıllarda "fanatik yahudilik" (1845) Almanya'sında görüldü. Fanatik Yahudilikte de günümüze değin sürecek gelenekçilik hakimdi.
XIX.y.y'larda dindışı özellikleriyle "siyonizm hareketi" reform hareketlerinin sonuçlarından birisi olması açısından önemlidir. Siyonist hareket ulusal canlanma ve ana yurda dönme yönünde geliştirdiği plan ve programla 1948'de İsrail Devleti'nin kurulmasını sağlayacak kadar Yahudilik açısından başanlıydı.
II. Dünya savaşı sıralarında Nazi Almanya'sının giriştiği Yahudi soykırımından bu yana Yahudilerin yerleşim açısından temel olarak Avrupa'nın dışında İsrail, SSCB ve ABD'de toplandıkları dikkat çeker.
Günümüzdeki Yahudi İsrail Devleti resmen "gelenekçi yahudiliği" benimsemiştir.
Bu genel bilgiden sonra, bu kavmin dünya literatüründe "Yahûdî, İbrânî, İsrail oğulları" gibi terimlerle adlandırılmasının kısaca açıklanması yapılacaktır. Çünkü konunun iyi anlaşılabilmesi bu terimlerin bilinmesine bağlıdır:
Yahudî: Hz. İshâk'ın oğlu Hz. Yâkûb'un on iki oğlu vardı; dördüncü oğlunun adı "Yuda" veya "Yahuda" idi. Bu nedenle onun adına dayanarak İsrailoğullarına, "Yahudî" denmiştir. Filistin'in göneyinde kurulan Yuda veya Yahuda Krallığı da, ayrıca bu adın kaynağı olarak ileri sürülmektedir. Çünkü (Ürdün'ün batısı, Samiriye'nin güneyindeki bölge, yuda veya Yahuda adına nisbet ediliyordu. Esaretten sonra genel olarak halk "İsrailliler" diye adlandırılırken, şahıslar birbirine "Yahudi" diyorlardı.
Böylece onların torunları da günümüze kadar bu adla anıldılar.
İbrânî: Bu kelime, "İbrî" veya "Hibrî" kelimelerinden gelmektedir. Bu kelimeler, M.Ö. XV-XIV. yüzyıllarda Filistin'de görülen göçebe bir kabîlenin adıdır; "öte tarafın insanları" anlamında, Fırat ve Ürdün nehirlerinin öbür kıyısından gelmiş olan göçmenleri ifade eder. Yahûdîlere bu ad, Ken'an ülkesinin yerlileri tarafından verilmiştir. Bu konuda Yahûdî mukaddes kitabında bilgi verilmektedir (Tekvîn, XI/27-28; Tesniye, XXVI/5-6).
İsrâîl: Bu kelime, Tanrı ve insanlarla güreşip yenen anlamında Hz. Yâkûb'a, Tanrı tarafından verilmiş bir lâkabdır. Bu husus, Tevrât'ta yer almaktadır (Tekvîn, XXXII/28; XXXV/9-15; Hoşea, XII/4-5). Yahûdi Ansiklopedisinde kelimenin asıl anlamının belirsiz olduğu, Tevrat'ta "Tanrı ile güreşen" şeklinde yer almasına rağmen, "Tanrı ile mücâdele eden" anlamına gelebileceği belirtilmektedir. (The Universal Jevish Encyc, V/613). Taberî ise, Hz. Yâkub'a gece içinde Allah'a giden anlamında "İsrâil" dendiğini yazmaktadır (Taberî, Thiru't-Taberî, I/320). Ayrıca on iki Yahudî kabîlesi de "İsrail” adıyla anılmaktadır (Çıkış Hurûc, III/16). Ancak, bu adın, Hz. Süleymân'dan sonra ikiye ayrılan ülkenin kuzeyinde kalan bölümünü teşkil eden kabîlelerin krallığını nitelendirmek üzere kullanıldığını belirtmek gerekir. Bununla birlikte Bâbil Sürgününden sonra Yahûda (Yuda)'ya geri dönen İbrânîler, Yahûda kabilesine mensup olmalarına rağmen, genel olarak "İsrailliler" adını aldılar.
Yahûdî inancına göre bu ad Yâkûb'a, Tanrı tarafından verilmiştir. Bu nedenle Yahûdîlik milli bir din, Yahova da millî bir tanrı olarak kabul edilmiştir. Onlara göre İsrail oğulları seçkin bir kavimdir. Sonraları bu ad genelde, bütün Yahudileri kapsayacak bir biçimde kullanılmıştır. Bugünkü Yahudi Cumhuriyeti de bu adı kullanmaktadır.
Bu kavim, Ken'an diyarına (Filistin) yerleşmeden önce "İbrânî", orada "İsrailliler", Sürgün'den sonra da genelde "İsrailoğulları", ferden "Yahudi" şeklinde adlandırmıştır. Ancak bu üç terim, birbirinin yerine kullanılmış ve halen kullanılmaktadır; yani, üçüyle de aynı din mensuptan ve aynı topluluk ifade edilmektedir (G. Tûmer-A.Küçük, Dinler Tarihi, 110-111; Dinler Tarihi Ansiklopedisi, II 361 vd).
Tevrât'a Göre Yahûdîliğin Tarihçesi
Yahûdîliğin tarihçesi, onların kutsal tarihini oluşturan mukaddes kitaplarına dayanır. Mukaddes kitap, âlem'in ve ilk insanın yaratılışından, peygamber Malaki'ye kadar geçen olayları içinde bulundurur.
Samî ırkından sayılan İbrânîler, kildânilerin Ur şehrinden çıkıp Harran'a gelirler (Tekvîn, XI/27-30). Yahve (Tanrı), Abram'a (Hz. İbrahîm) Harran bölgesinden, Ken'an diyarına göçmesini buyurur. O da karısı Saray'ı, kardeşinin oğlu Lut'u (Hz. Lût) ve Harran'da kazandıklarını da yanına alarak Ken'an diyarına varırlar. O zamanlar orada Ken'ânîler bulunmaktaydı. Tanrı, Abram'a görünüp o ülkeyi, onun nesline vereceğini bildirir. Abram da, kendine görünen Rab için bir mezbah (kurban kesme yeri) yapar. Memlekette kıtlık çıkınca Abram, Mısır'a gider. Mısır'a yaklaştıklarında Abram, karısı Saray şöyle der: "İşte biliyorum ki, sen görünüşü güzel bir kadınsın; ve olur ki Mısırlılar seni görünce: Bu, onun karısıdır derler ve beni öldürürler, fakat seni sağ bırakırlar. Senin yüzünden bana iyi davranılsın, senin sebebinle canım yaşasın diye: Onun kız kardeşiyim' de. Ve vâkî oldu ki, Abram Mısır'a girdiği zaman, Mısırlılar kadının çok güzel olduğunu gördüler ve Firavun'un emîrleri onu gördüler ve onu Firavun'a medhettiler; kadın, Firavun'un sarayına alındı. Ve onun yüzünden Abram'a iyi davrandı; ve onun koyunları, sığırları oldu. Ve Rab, Abram'ın karısı Sara'dan dolayı, Firavun'u ve onun sarayını büyük vuruşlarla vurdu. Ve Firavun, Abram'ı çağırıp dedi: Bana bu yaptığın nedir? Bu senin karın olduğunu niçin bana bildirmedin? Niçin, Bu benim kız kardeşimdir' dedin, ben de onu karı olarak aldım ve şimdi, işte karın, al ve git! Ve onların hakkında Firavun adamlara emretti; ve onu ve karısını ve kendisine ait olan her şeyi gönderdiler" (Tekvîn, XII/1-20).
Abram ve beraberindekiler, Mısır'dan böylece ayrıldılar. Çok zengindirler. Çobanları arasındaki bir tartışmadan sonra Abram'la Lut, birbirinden ayrılırlar. Lut, doğuya doğru gider. Abram ise, Ken'an diyarında oturur. Abram, bulunduğu bölgede hakimiyetini kabul ettirir ve bu arada esir edilen kardeşi (daha önce kardeşinin oğlu olarak belirtilir. Bkz. Tekvîn, XII/5. Karş. Tekvîn, XIV/14-16) Lut'u kurtarıp yanına alır (Tekvîn, XIII-XIV. Bâb.).
Bu olaylardan sonra Rab, rüyâsında Abram'a görünür, ona yardım edeceğini bildirir. Abram, O'ndan zürriyet ister. Tanrı da vereceğini vâdeder. Karısı Saray'ın teklifi üzerine câriyesi Hacer ile evlenir ve ondan İsmail doğar. Bu sırada Abram, seksen altı yaşındadır (Tekvîn, XI-XIV. Bâb). Doksan dokuz yaşına geldiğinde Tanrı ona görünür ve onun zürriyetini çoğaltacağını bildirir. Bunun üzerine Abram, yüzüstü düşer ve Allah, onunla şöyle konuşur: "Ben ise, işte, ahdim seninledir ve birçok milletlerin babası olacaksın ve artık adın Abram (yüce baba anlamında) çağırılmayacak, fakat İbrahim (cumhûr -halk, umûm-'un babası anlamında) olacak; çünkü seni birçok milletlerin babası ettim. Ve seni ziyâdesiyle semereli kılacağım ve seni milletler yapacağım ve senden sonra zürriyetini, Allah olmak için seninle ve senden sonra zürriyetinle benim aramda ahdimi, nesillerince ebedî ahid olarak sabit kılacağım. Ve senin gurbet diyarını, bütün Ken'an diyarını, sana ve senden sonra zürriyetine ebedî mülk olarak vereceğim ve onların Allah'ı olacağım" (Tekvîn, XVII/1-8).
Allah, İbrahim'den ve zürriyetinden gelecek olanlardan ahid olarak her erkek çocuğun sünnet edilmesini ister. Yine Allah, İbrahim'e, karısı Saray'ın, bundan sonra Sara (prenses anlamında) olarak çağırılmasını ve ondan bir oğul vereceğini, adının da İshak olacağını bildirir. Böylece Sara, Hacer'i kıskanmaktan kurtulmuş olacaktır.
İbrahim, ahid gereği, kendisi doksan dokuz, İsmail de on üç yaşında iken, aynı gün sünnet olurlar. Öte yandan Sara, İshâk'ı doğurur. İbrahim, oğlu İshâk'ı sekiz günlükken sünnet ettirir. Çocuk büyüyüp sütten kesildiğinde İbrahim, oğlu için büyük bir ziyâfet verir. Bu sırada İsmail'in güldüğünü gören Sara, İbrahim'den, onu kovmasını ister. Bu durum İbrahim'e kötü görünür. Ancak Allah, İbrahim'e, Sara'nın dediğini yapmasını, çünkü neslinin, İshâk'ın adıyla çağrılacağını söyler. Hacer, İsmail'i alıp çöle gider (Tekvîn, XVII/19-27; XXIXII. Bâb).
Bir gün Allah, İbrahim'i denemek için, ondan biricik oğlu İshâk'ı kurban etmesini ister (İslâm'a göre Hz. İsmail) İbrahim emri yerine getirmek üzere bir mezbah yapıp bıçağı eline aldığında Rabb'ın Meleği göklerden ona çağırıp çocuğu boğazlamamasını, çünkü emri yerine getirdiğini bildirir. Bunun üzerine İbrahim, gözlerini kaldırdığında, çalılıkta bir koçun hazır olduğunu görür ve onu kurban eder. Bu olay üzerine Rab, ona, sözünü yerine getirdiğinden dolayı, zürriyetinin düşmanlarının kapısına hâkim olacağını ve zürriyetinden gelen bütün milletlerin mübârek kılınacağını bildirir (Tekvîn, XXV/1-20).
İbrahim, yüz yetmiş beş yaşında iken ölür. "Ve oğulları İshâk ve İsmail onu Mamre karşısında olan Makpela Mağarasına, Hitti Tsohar oğlu Efro'nun tarlasına, İbrahim'in Het oğullarından satın aldığı tarlaya gömdüler. İbrahim ve karısı Sara, oraya gömüldüler ve vâkî oldu ki, Allah, İbrahim'in ölümünden sonra İshâk'ı mübârek kıldı" (Tekvîn, XXV/8-11).
İshâk'ın çocuğu olmadığından Rabb'a yalvarır, Esav ve Yakub adlı iki oğlu olur. Bir gün ülkesindeki kıtlık sebebiyle İshâk, Filistinlerin kralı Abimelek'in ülkesi Gera'ya gider. Orada karısını, kızkardeşi olarak tanıtır. Durumu anlayan Kral, niçin böyle yaptığını sorar. O da, elinden alınıp kendisine zarar gelme korkusundan böyle yaptığını söyler (Babası Abram (İbrahim)in aynı hareketini karşılaştırmak için bkz. Tekvîn, XII/10-20; XVI/6-12). Bunun üzerine Kral, onları korur. Varlık sahibi olurlar. Ancak, Filistinler, onları kıskanarak ülkelerinden çıkarırlar.
İshâk artık yaşlanmış ve gözleri görmez olmuştur. Bunun üzerine Yakub, babasının sevdiği Esav'ın yerine, hîle ile kendisini mübârek kıldırır. Bunu öğrenen Esav çok sinirlenir ve onu öldüreceğini söyler. Yakub, Harran'a gitmek üzere oradan ayrılır. Gecelediği yerde, rüyâsında, yerden göğe doğru yükselen bir merdiven görür. Bu merdivenden, Allah'ın melekleri çıkıp inmektedir. Başı, göklere ermiştir. Rab, ona şöyle der: "Baban İbrahim'in Allah'ı ve İshâk'ın Allah'ı Rab benim. Üzerinde yatmakta olduğun diyarı sana ve senin zürriyetine vereceğim; ve senin zürriyetin, yerin tozu gibi olacak ve garba ve şarka ve şimâle ve cenuba yayılacaksın ve yerin bütün kabîleleri senden ve zürriyetinde mübârek kılınacaktır..." (Tekvîn, XXVIII/13-15)..
Yakub, uyanınca, "Burası Allah'ın evidir ve bu, göklerin kapısıdır" deyip oraya "Beyt el-Lehem" (Allah'ın evi) adını koyar; yoluna devam edip Harran'a ulaşır. Orada annesinin kardeşi Laban'ın yanında çalışır; onun iki kızı yanında, iki de câriyeden on iki oğlu ve bir de kızı olur. Onları alıp Ken'ân'a babasının yanına döner.
Yakub, çocuklarından en çok Yusuf (Yosef)'u sever. Bu yüzden kardeşleri onu kıskanırlar. Yusuf, bir rüya görür ve kardeşlerine anlatır. Bu rüyâda, "kardeşleriyle birlikte bir tarlada buğday demetleri bağladıklarını, kendi demetinin dik durduğunu, ötekilerin demetlerinin ise, kendisininkinin çevresini kuşatıp eğildiklerini" söyler. Kardeşleri, bu rüyâdan onun, kendilerine hâkim olacağı anlamını çıkarırlar, ona karşı kin ve kıskançlıkları artar. Yusuf, bir başka rüyâsında güneş, ay ve on bir yıldızın, kendisine secde ettiğini görür. Bu rüyâyı babası ve kardeşlerine anlattığında, babası onu azarlayıp, "Gerçek ben ve anan ve kardeşlerin yere kadar sana eğilmek için mi geleceğiz?" der. Kardeşleri onu kıskanırlar, babası da bu sözü yüreğinde tutar. Yakub, Yusuf'u sürüleri otlatmakta olan kardeşlerinin yanına gönderince onlar da onu, elbiselerini çıkararak bir kuyuya atarlar. Daha sonra da kuyudan çıkarıp onu, Mısır'a giden tüccarlara yirmi gümüşe satarlar. Babalarına, kardeşlerini bir canavarın yediğini söyleyip, onun kana batırılmış entarisini gösterirler.
Yusuf, Mısır'da, Firavun'un bir memuru olan Potifar tarafından satın alınır. Potifar'ın karısı Yusuf'a aşık olup, ilgisine karşılık görmeyince iftira ederek onu hapse attırır (Tekvîn, XXXIX/20). Yusuf, hapisteyken, Firavun'un gördüğü bir rüyâyı tâbir ederek (yorumlayarak) hapisten kurtulur ve Firavun'un yanında önemli bir mevkie yükselir (Tekvîn, XLI/40). Daha sonra Filistin'de bulunan babası Yakub ve kardeşlerini Mısır'a getirtir. İsrail oğulları, böylece Mısır'a yerleşmiş olurlar (Tekvîn, XLIII. Bâb). Önceleri burada rahat bir hayat geçiren Yahûdiler, zamanla büyük sıkıntılara, köleliğe düşerler (Çıkış, I/12-13). Onları bu sıkıntıdan kurtarıp "Arz-ı Mev'ûd"a (Vâdolunmuş toprak Filistin'e) döndüren Moşa (Hz. Mûsâ) olur (Tah. M.Ö, 1250).
Musa, Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de boğulup onları izleyememesi sonucu Yahûdileri, Sina'ya getirir. Burada, Sina Dağında, Hz. Mûsâ'ya Tevrât ve On Emir verilir. Yahûdiler Sina çölünde kırk yıl dolaşırlar. Mûsâ'dan sonra Yeşu onları Filistin'e götürür (Çıkış-Hurûc, VII-XL. Bâblar; Yeşu, I-XXIV. Bâb). Filistin'de Hâkimler ve Krallar devrinden sonra Kral David (Hz. Dâvûd, M.Ö. 1013-973), Kudüs'ü alır ve Yahûdilerin en parlak devresini başlatır (bk. II. Samuel, V-IX. Bâblar). Oğlu Kral Şelomo (Hz. Süleymân, M.Ö. 973-933), babası tarafından hazırlatılan yere kutsal Mâbed'i inşa ettirir. O zamana kadar bir çadırda korunan ve içinde On Emir tabletleri bulunan mukaddes Ahid Sandığı, Mâbed'in bir odasına konur (bk. I. Krallar, V-IX. Bâblar).
Hz. Süleymân'ın ölümünden sonra krallık, güneyde Yuda (Yahuda), kuzeyde İsrail olmak üzere ikiye ayrılır (I. Krallar, XI-XII. Bâblar vd.). On kabîle, İsrail; ikisi de, Yuda Krallığına bağlanır. Önce İsrail Krallığı, Asurlular tarafından M.Ö. 721'de; sonra da Yuda Krallığı Babilliler tarafından M.Ö. 586'da yıkılır. Mâbed tahrîb edilir ve Yahûdiler, Babil'e sürgün edilir. Sürgünde Yahûdi halkı, Ezra'nın çevresinde birleşir ve M.Ö. 538'de Kudüs'e döner. Mâbed, M.Ö. 520'den sonra yeniden onarılır (bkz. Daniel, Ezra, Ester).
Yahûdi Mukaddes Kitabı, önceki peygamberler kadar, sonraki küçük peygamberlere de yer verir. Bâbil Sürgünü döneminde İşaya, Yermiya (Yeremya) gibi peygamberler gelmiştir. İlya-Mesih'ten önceki peygamber, Malaki'dir.
Yahûdi tarihinde Kudüs, İskender'den sonra Ağidler, Selefkî'lerin eline geçti. Mâbed (Tapınak), M.Ö.168'de yağma edildi. Makkabî'ler, yeniden hâkimiyeti sağladılarsa da, M.Ö. 63'de başlayan Roma esâreti dönemi, M.S. 70'de Roma'lı komutan Titus'un, Kudüs'ü ve bu arada Mâbed'i de yakıp-yıkmasıyla sonuçlandı. Yahudiler, dünyanın her tarafına dağıldılar. Mâbed'den arta kalan Batı Duvarı (Ağlama Duvarı) yüzyıllarca onlarda millî ve dinî şuûru ayakta tutmuştur. Mesîh inancının verdiği ümit, onlarda bu şuûrun devamlı varlığını sürdürmesini temîn etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'e Göre Yahudilik
Kur'n'da, Yahudilikten bahsedilen âyetlerin sayısı oldukça fazladır. Onlardan "Ben İsrail", "Yahud" vb. deyimlerle söz edilen âyetler bulunduğu gibi, bir bölümünde bazı peygamberler (Hz. Yakub... gibi) konu edilirken, Yahudilerle ilgili olarak bilgi verilir. Ayrıca Kur'ân'daki "Ehl-i Kitap" deyiminin şümûlüne, onlar da girerler.
Kur'ân'da, Yahûdiler ile ilgili olarak verilen bilgileri şöylece sınıflandırmak ve sınırlamak mümkündür:
1- Allah tarafından Yahûdilere bahşedilen nimetler.
2- Uymakla yükümlü oldukları dînî hükümler.
3- Peygamberler tarafından kendilerine getirilen hükümlerle tebliğleri değiştirmeleri ve doğru yoldan sapmaları.
4- Allâh'a karşı ahidlerini bozmaları, verdikleri sözden dönmeleri ve bunu alışkanlık hâline getirmeleri.
5- Yaptıkları kötü işler yüzünden zillet ve meskenete uğramaları.
6- Yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışmaları.
7- Bazı peygamberler ile sâlih kimselere iftirâ etmeleri veya onları öldürmeleri.
8- Basit menfaatleri uğruna gerçeklere yüz çevirmeleri.
9- Allah'ın, Yahûdilere tavsiyeleri. Yahûdilerin tarihçesiyle ilgili olarak Kur'ân'da, Hz. Musâ'ya kadar olan dönem hakkında yer alan bilgiler şu şekilde özetlenebilir:
Hz. İbrahim, Ulu Allah'ın seçkin kıldığı peygamberlerden biridir (Alu İmrân, 33-34; Meryem, 58-59). O, ne Yahûdi ve ne de Hıristiyan'dır. O, müşriklerden de değildir. Allah'ı "bir" tanıyan gerçek müslümanlardandır (Alu İmrân, 67, 95; Meryem, 43, 47). Ulu Allah, onu dost edinmiştir (Nisâ, 125). O çok içli, yumuşak huylu, konuksever ve kendini Allah'a adamış, dosdoğru bir kimsedir (Hûd 75; Tevbe,114; Meryem, 41; Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IX,107). O, görevini tam olarak yapan (Bakara, 124) ve kendisine suhuf verilen (A'lâ, 19) bir peygamberdir. Ona, göklerin ve yerin sırları, yakînî bilgi bahşedilmiştir. Bununla ilgili olarak Kur'ân'da şöyle denir: "Biz İbrahim'e, yakînen bilenlerden olması için, göklerin ve yerin melekutunu şöylece gösteriyorduk"(En'âm, 7/75). Hz. İbrahim, Allah'dan başka putlara, ay, güneş ve yıldızlara tapınan babası (Âzer) ile kavmine karşı, görmeyen; batan, zevl bulan şeylere, Şeytana tapınılmayacağını anlatmaya çalışır. Kendicinin Ulu Allah'a tapındığını, O'na hiçbir şeyi ortak koşmadığını, onları ve yonttuklarını O'nun yaratığının, dolayısıyla o'na ibadet, şükür etmeleri gerektiğini, çünkü O'na döneceklerini bildirir. Onlar, hattâ babası, bu dâvete uymadılar. Ona, babalarını da böyle bulduklarını söylediler (En'âm, 74-80; Enbiyâ, 58-67; Sâffât, 85-95: Meryem, 44; Ankebût, 17; Şuarâ, 70-82). Hz. İbrahim, düşmanının putlar; dostunun da âlemlerin Rabb'i olduğunu belirterek şöyle diyor: "Beni yediren de, içiren de O'dur. Hasta olduğumda bana O şifâ verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O'dur. Âhiret gününde yanılmalarını bana bağışlamasını umduğum O'dur" (Şuarâ, 26/79-82). Hz. İbrahim, görevini yapmış, tebliğde bulunmuştur. Onu ateşe atarlar, fakat Ulu Allah onu ateşten kurtarır (Ankebût, 24; Enbiyâ, 70; Sâffat, 93).
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim ile ilgili olarak verdiği kıssalarda insanlara, Allah ve âhiret inancı konusunda yol göstermekte, ibret vermekte ve onları düşünmeye dâvet etmektedir (bkz. Bakara, 260; En'âm, 76-79; Sâffât, 85-94).
Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'i ve onun soyundan gelenleri peygamber kıldı. Onlara iyi işler işlemelerini, namaz kılmalarını, zekât vermelerini emretti (Enbiyâ, 73). Hz. İbrahim, Allah'dan, iyilerden olacak bir çocuk istedi (Sâffât,100-101). Allah da ona ihtiyarlığında İsmail ve İshâk'ı verdi (İbrahim, 39).
İsmail çocukken babası, rüyasında onu kurban ettiğini gördü ve bunu ona açtı. İsmail, babasına emrolunduğu şeyi yapmasını, kendisini sabredenlerden olacağını söyledi. Böylece Hz. İbrahim, oğlunu kurban etmek için yanı üzere yatırdı. Ulu Allah, rüyasındaki emre bağlılıkları sebebiyle bir kurban gönderdi (Sâffat, 102-107). Hz. İsmail doğru, uysal, sabırlı, sözünde sâdık bir kimse olarak Cebrâîl aracılığıyla kendisine vahyedilen, Allah'ın bir peygamberidir; çevresine zekâtı, namazı emretmiştir (Sâffat,101; Meryem, 54-55; Enbiyâ, 85; Sâd, 48; Bakara, 156; Âlu İmran, 84).
Hz. İshâk da doğru, sâlih, mübârek kılınmış, hidâyete erdirilmiş, âhiret yurdunu düşünen, gönülden Allah'a bağlı bir peygamberdi (Enbiyâ, 72; En'am, 84; Saffât, 113; Sâd, 45-47). İshâk, annesi çok yaşlıyken Allah'ın bir lütfu olarak bahşedilmiş ve annesi bu olaya çok sevinmiştir (Zâriyât, 29-30; Hd, 72-73; Meryem, 49; Sâffat 112). Hz. İshak da, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail gibi, kendisine vahyolunan peygamberlerden olmuştur (Nisâ, 163; Hd, 71).
Hz.Yakûb, Hz.İshâk'ın ardından müjdelenen, kendisine vahiy indirilen peygamberlerden, dinde kuvvetli, hâlis, sâlih, sabırlı, hidâyete erdirilmiş bir kimse idi (Bakara, 136; Âlu İmran, 84; Nisâ,163; Hûd, 71). Hz. Yakûb'un en sevgili oğlu Hz. Yusuf; ihlâslı, ilim ve hikmet sahibi, güzel bir yaratılışa sahip, Rüyâ tâbirini bilen, kendisine vahiy gelen peygamberlerdendi (Yûsuf, 4-8,15, 21-24; En'âm, 84; Mü'min, 34).
Hz. Yusuf, çocukluğunda bir gün babasına, "rüyamda on bir yıldız, güneş ve ay'ın sona secde ettiklerini gördüm" der (Yûsuf,12/4). Bu rüyâyı dinleyen babası ona, bunu kardeşlerine anlatmamasını söyler (Yûsuf, 5). Ayrıca Hz. Yakub, ona, Allah tarafından seçileceğini, kendisine rüyâ tâbiri öğretileceğini, daha öncekilere olduğu gibi, Allah'ın hem ona, hem Yakub âilesine nîmetini tamamlayacağını söyler (Yûsuf, 6). Kardeşleri, rüyâsında gördüğü gibi, Yûsuf'u kıskanırlar. Onu, ortadan kaldırmayı plânlarlar. Babalarının iknâ ederek onu yanlarında götürür ve kuyuya atarlar. Onu bir kurdun yediğini söyleyip, kanlı gömleğini babalarına gösterirler. Bir yolcu kafilesi, Yusuf'u kuyudan çıkarıp beraberlerinde Mısır'a götürerek bir vezîre satarlar. Vezirin karısı, Yusuf'a âşık olur ve kendisine sahip olmasını ister. Yusuf reddedince de kadın, ona iftirâ eder ve Yusuf zindana atılır. Zindanda, rüyâ tâbir eder. Mısır Melîki, bir rüyâ görür. Bu rüyâyı, kimse tâbir edemez. Yusuf'un iki hapishane arkadaşı, onu Melîke tavsiye ederler. Melîkin rüyâsını yorumlayan Yusuf, saraya alınır ve Mısır hazînesine memur yapılır. Bir süre sonra, zahîre almak üzere Mısır'a gelen kardeşleri, onun huzûruna çıkarlar. Yusuf, kardeşlerini tanır, bir vesileyle ailesini Mısır'a getirtir. İsrail oğulları, böylece Mısır'a yerleşirler (Yusuf, 7-100).
Hz. Yusuf zamanında Mısır'a yerleşmiş olan İsrailoğulları, daha sonra Firavun'un zulmüne uğrayarak, uzun bir esâret hayatı yaşamaya başlarlar. Onları bu sıkıntıdan Hz. Musa kurtarır.
Tevrât'a Göre Hz. Musa
Yusuf un ölümünden sonra Mısır'da Yahûdiler çoğalmaya başlayınca, yeni Firavun, Yusuf'un hizmetlerini unutup bundan endişelendi. ilerde ülkelerine yönelecek bir saldırıda düşmanla işbirliği yapmaları endişesiyle onlara eziyet etmeye başladı. Bu arada onların çoğalmalarını önlemek için, her doğan erkek çocuğun öldürülmesini emretti. Musa, işte böyle bir zamanda doğdu. Annesi onu, ancak üç ay gizleyebildi. Sonra onu ziftlenmiş bir sepete koyarak ırmağa bıraktı. Nil kıyısındaki sazlıklara bıraktığı sepetin durumunu, Musa'nın kız kardeşi Meryem gözlüyordu. Nil'de yıkanmakta olan Firavun'un kızı, onu buldu ve bir İbrânî çocuğu olduğunu anlayıp ona acıdı. Meryem, çocuğu emzirmesi için bir İbrânî kadın çağırabileceğini söyledi. Firavun'un kızının kabul etmesi üzerine gidip annesini çağırdı. Çocuk ona verildi ve "sulardan çekilmiş" anlamına gelen "Moşe" (Musa) adı verildi (Hurûc Çıkış, I/8-22; II/1-7). Musa, gençlik yıllarında Yahûdilerin yanına gider, şikâyetlerini dinlerdi. Yine bir gidişinde, Mısırlılardan birinin, bir Yahûdiyi dövdüğünü gördü. Yahudiyi koruyarak Mısırlıyı öldürdü. Olayın duyulması üzerine Musa, Midyan'a kaçtı. Orada Midyan kâhininin kızıyla evlendi. Kâhinin sürüsünü otlatırken, Tanrı'nın meleği, Horeb'de bir çalı ortasında, ateş alevinde ona göründü. Yanan çalının ateşi bir türlü bitmek bilmiyordu. Bunu merak edip geri dönen Musa'yı çalının ortasından Allah çağınp şöyle dedi: "... Ben, babanın Allah'ı, İbrahim'in Allah'ı, İshâk'ın Allah'ı ve Yakub'un Allah'ıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Allah'a bakmaya korkuyordu. Ve Rab dedi: Gerçekten Mısır'da olan kavminin sıkıntısını gördüm... Onların feryâdını işittim; çünkü onların acılarını bilirjm... Ve şimdi gel ve benim kavmimi, İsrailoğullarını Mısır'dan çıkarmak için seni Firavun'a göndereyim" (Hurûc-Çıkış, III/1-13).
Böylece Musa, Yahûdîleri Mısır'dan çıkarmak üzere görevlendirilmiş oldu. Kardeşi Hârun da ona yardımcı olarak verildi. Bu görevi yerine getirmek üzere Musa Mısır'a geri döndü. Kavmini Mısır'dan çıkarıp Ken'an diyarına götürmek istediğini, bunun Allah'ın emri olduğunu söyleyince Firavun, "Allah kimdir ki, ben ona itaat edeyim" diyerek onları saraydan kovdu. İkisi arasında mücâdele başladı. İş, mucize göstermeye kadar vardı. Firavun, bütün sihirbazlarnı topladı. Onlar da bütün hünerlerini ortaya koydular. Musa'nın asâ'sı (değneği) kocaman bir yılan olup, onların bütün sihirlerini yuttu. Bütün bunlara rağmen Firavun, İsrailoğullarının Mısır'dan çıkmalarına izin vermedi. Bunun üzerine Rab Yahve, "Mısırlılara belâ vereceğini, insandan hayvana kadar bütün ilk doğanları öldüreceğini" bildirdi. Allah, Musa aracılığıyla Mısır topraklarına "on felâket" verdi. Firavun, bu işlerin olduğunu görünce onların Mısır'dan çıkmalarına izin verdi.
İsrail oğulları, Kızıldeniz'e doğru yola çıktılar. Ancak Firavun, kararından pişman olarak onların peşlerine düştü. Kızıldeniz'e ulaştıklarında Musa elini denize uzattı, sular yarıldı, İsrail oğulları geçti. Sonra Musa tekrar elini uzattı, sular eski halini uldı ve Firavun ile ordusu boğuldu (Hurûc Çıkış, VII/9-12; XII/21-31).

HIRISTIYANLIK
Hz. İsa'nın tebliğ ettiği fakat daha sonraları tahrif edilen din.
Günümüzde dünyanın her tarafından mensubu bulunan ve dünya nüfusunun l/5'inin dini olan Hrıstiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuş evrensel bir dindir. Bir milyar civarında mensubu vardır. Menşei itibariyle vahye dayanan ve kutsal kitabı olan, özde tek tanrılı olmakla beraber, sonradan teslis inancına dönüştürülmüş bir dindir. Bu dinde ayrıca peygamber, melek, âhiret kader gibi dini kavramlar bulunsa da, bu kavramları anlayış ve açıklayış şekli İslâm'dakinden farklıdır. Hristiyanlıkta Hz. İsa merkezi bir öneme sahiptir. Bugünkü Hristiyanlık, Yahudilikteki inanç ve ibadet gelenekleriyle, Yunan-Roma (Greko-Romen) âleminin kültürlerini birleştiren bir kurtarıcı tanrı dinidir. Nâsıralı İsa'yı merkeze alan bir Yahudi Mesihi hareketidir. İsa, İsrâil'i, gelecek tanrı'nın krallığı'na hazırlamak istemiştir. Ancak bugünkü Hristiyanlık, İsa'nın havârîlerinin arasına sonradan giren Pavlus'un yorumları ile değişik bir hüviyet kazanmıştır (Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s. 117 VD. A. Abdullah Masdûsi, Yaşayan Dünya Dinleri (trc. Mesud Sadak), İstanbul 1981, s. 170-201; Ekrim Sarıkcıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983, s. 200 vd.; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s. 136 vd.)
Hristiyan, Mesih'e bağlı demektir. Bu kelime, Yunanca "Hristos"tan gelir. İbranîcesi "Maşiah"dir, yağlanmış anlamını ifade eder. İncillerde "Hristiyan", "Hristiyanlık" gibi terimler yer almaz. Bu terimler, ilk defa Hz. İsa'dan 20-30 sene sonra Antakya'da kullanılmıştır (Resullerin işleri, XI, 26). İnciller daha çok, Hz. İsa'ya ağırlık vermektedirler ve onun bir tür hayat hikayesi durumundadırlar.
Hristiyanlık aslında tek tanrı anlayışını esas alan bir dindir. İncillerde ve diğer yazılarda bu hükmü doğrulayacak ifadeler vardır. Allah'ın birliğinden söz edilmektedir (Yuhanna, V, 44). Fakat yine aynı metinlerde bir kısım ifadeler, mecâzî deyimler, daha sonraları bir üçleme (teslis) anlayışına yol açmıştır. Bunda, İncil yazarları ile Hz. İsa arasındaki zaman aralığının rolü vardır. Öte yandan, Hristiyan Kutsal Kitabı'nda teslis, hiç bir yerde açıkça zikredilmemiştir. Ancak "ben ve baba biriz", "baba'nızın ruhu", "Allah'ın ruhu" gibi ifadeler, zamanla Allah'ın yanında İsa ve kutsal rûhun da tanrı sayılmasına kadar varan yorumlara yol açmıştır. Bu yorumları ilk başlatan, havârîlere sonradan katılan Pavlus olmuştur. "Hz. İsâ zamanındaki en büyük ilâhiyatçısı" olarak tanımlanan Pavlus, bugünkü Hristiyanlığın kurucusu olarak bilinmektedir. Modern bilginlere göre günümüz hristiyanlığı, Hz. İsa'nın getirdiği nizamdan çok, Pavlus'un yorumlarından ibarettir. Hatta denilebilir ki, sonraki yüzyıllar, dini inançlarını İncillerden çok, onun yorumlarına dayandırdılar. Pavlus'un telkinleri, Allah'ı değil, İsa Mesih'i ağırlık merkezi olarak almıştır. Ona göre İsa, sâdece bir insan değil, Tanrı'nın kudretiyle diriltilen bir kimse idi.
Hz. İsa'nın çarmıha gerilmiş olması ve tekrar dirilmesi, insanların Hz. Âdem'in Cennet'te, yasak meyveden yemiş olması sebebiyle doğuştan günahkâr oldukları inançları da Pavlus tarafından Hristiyanlığa sokulmuştur.
Görüldüğü gibi bugünkü Hristiyanlık, Pavlus'un yorumlarına dayanır. Gerek dinin aslî şekli, gerekse kutsal kitabları olan İncil, tahrifata uğramıştır. Artık Hristiyanlık muharref bir dindir. Bunun içindir ki, günümüz hristiyanlarının benimsediği Hristiyanlık ile, Kur'ân-ı Kerîm'in bize bildirdiği Hristiyanlık, birbirinden tamamen farklıdır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hristiyan için "Nasrânî", Hristiyanlar için de "Nasârâ" kelimeleri kullanılmıştır (Âli İmran, 3/67; el-Bakara, 2/62, 111, 113, 135, 140; el-Mâide, 5/14, 18, 51, 69, 82; et-Tevbe, 9/30; el-Hacc, 22/17). Ayrıca, "Ehl-i Kitap" ifadesinin yer aldığı âyetlerde, Hristiyanlar da muhatap alınmıştır. Meselâ "De ki; ey Ehl-i kitap! Aramızda eşit olan bir kelimeye gelin. Yalnız Allah'a kulluk (ibadet) edelim ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım" (Âli İmrân, 3/64) âyetinde olduğu gibi.
Kur'ân-ı Kerim'e göre, Yahudiler gibi Hristiyanlar da verdikleri sözde durmadıkları için, kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin salınmıştır. Hz. Muhammed onlara da gönderilmiş bir elçidir. O, Ehl-i Kitab'ın gizledikleri ve sakladıkları şeylerin çoğunu onlara açıklamıştır. Ancak Yahudi ve Hristiyanlar, kendilerinin "Allah'ın oğulları ve sevgilileri" olduklarını söyleyerek, Hz. Muhammed'e karşı çıkmışlardır. Yahudiler Uzeyr'i, Hristiyanlar da İsa'yı Allah'ın oğlu saymışlardır. İnsanları tanrılaştırdıkları için de küfre girmişlerdir. (el-Mâide, 5/12-18; et-Tevbe, 9/20) Allah'a çocuk isnad etmekle Tevhid'in özüne ve rûhuna aykırı hareket etmişlerdir. Halbuki "Allah, bu tektir. Her şeyden müstağnî ve her şey O 'na muhtaçtır. O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiç bir şey O'na denk değildir." (İhlâs, 112/1-4) .
Kur'ân-ı Kerim, Hz. İsa'nın Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu, O'nun da tevhid'i tebliğ ettiğini açıklar. (el-Mâide, 5/46-47, 62-69, 72-77). Bu durumda Meryem oğlu İsa'yı ilah edinen Hristiyanlar, "Allah, üçün üçüncüsüdür" (el-Mâide, 5/72-75) diyerek doğru yoldan sapmışlar, tevhid çizgisinden uzaklaşmışlardır. Tevhid esasından uzaklaşan Hristiyanların yüce Allah, dinlerinin aslına, tevhid ve İslâm yoluna çağırmaktadır. (el-Mâide 5/46).
Yukarıda da belirtildiği gibi hristiyanlık, aslı itibariyle hak dinlerderdendir. Peygamberi Hz. İsa, kitabı da İncil'dir. Bugünkü Hristiyanlığın odak noktasını oluşturan ve Pavlus teolojisinin temelini teşkil eden Hz. İsa, yalnız Allah'ın kulu ve Rasûlü'dür. Bunu bizzat kendisi şöyle ikrar etmiştir: ''Hz. İsa: Ben şüphesiz Allah'ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni Peygamber yaptı; nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve annene iyi davranmamı emrelti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde ve dirileceğim günde bana selam olsun" dedi (Meryem, 19/30-33). Ayrıca Hz. İsa'yı ve annesini tanrılaştırıp "teslis" akidesini oluşturan Hristiyanlarla Hz. İsa, kıyamet gününde yüzleştirilecekler ve böylece Hristiyanların uydurdukları yalanlar bir kere daha ortaya çıkmış olacaktır. Bu husus, Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle belirtilir: "Allah Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah'tan başka iki tanrı olarak benimseyin," dedin?" demişti de; ''Hâşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen benim içimde olanı bilirsin, ben Senin içinde olanı bilemem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak Sensin" demişti, ''Ben onları sadece, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahiddim, beni aralarından aldığında onları sen gözlüyorsun. Sen her şeye şâhidsin" (elMâide, 5/117).
Şu halde bugünkü Hristiyanlık, Hz. İsa'nın tebliğ ettiği Hristiyanlık değildir; ''Mesih, Allah'ın oğludur" gibi sözleri kendi ağızlarıyla uydurmuşlar (et- Tevbe, 9/30) ve "Meryem oğlu Mesih'i'de, kendilerine Allah'tan başka Rab edinmişlerdir" (et-Tevbe, 9/31). Aynı şekilde, mevcut Hristiyanların, Hz. İsa'nın getirdiği İncil'le hiç bir ilgileri yoktur (el-Mâide, 5/68). Çünkü Yahudi bilginleri gibi, Hristiyan râhipleri de birtakım menfaat temini için, Allah'tan kendilerine indirilmiş olan Kitab'ın hükümlerini değiştirmişlerdir (et-Tevbe, 9/34).
Özetle söylemek gerekirse; İslâmiyet ile bugünkü Hristiyanlık arasındaki belli başlı ayrılıklar şunlardır:
1. Hristiyanlık'ta teslis akidesi olduğu halde İslâm'da tevhid akidesi vardır. 2. İslâm bütün semâvî dinleri ve peygamberleri içine alır; Hristiyanlık ise, yalnız Kitab-ı mukaddes'i hak bilir ve Kur'an-ı Kerim'i vahye dayalı bir kitap olarak kabul etmez. 3. Hristiyanlık, insanın doğuştan günahkâr olduğunu ve bu sebeple temizlenmesi için vaftiz edilmesi gerektiğini savunur; İslâm ise, bütün insanların günahsız doğduğunu ve hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceğini belirtir. 4. Hristiyanlıkta papaz ve rahiplerin günah çıkarmak ve affetmek yetkisi vardır; İslâmiyet'te ise, günahlar yalnız Allah tarafından bağışlanır. 5. Hristiyanlık'ta Hz. İsa'nın sözleri Allah kelâmı olarak telakki edilir; İslâmiyet'te ise, ilâhi emirler vahiy yoluyla, Cebrâil vasıtasıyla bildirilir. 6. Hristiyanlar'a göre İsa (a.s) çarmıha gerilmiştir. İslam'a göre ise, Allah onu kendi katına yükseltmiştir. 7. Her ne kadar bugünkü Hristiyanlar, kendi dinlerinin son din olduğunu iddia ediyorlarsa da, bu iddiânın İslâm nazarında hiç bir geçerliliği yoktur. Çünkü "Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet'tir..." (Âli İmrân, 3/19) Ye artık "Kim İslâm'dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir ve o, âhirette de kaybedenlerden olacaktır" (Âli İmran, 3/85).


MÜSLIM, MÜSLÜMAN
İslâm dinini kabul eden, Allah'a teslim olmuş kişi.
"Es.le.me" fiilinin ism-i faili olup "İslâm" ile aynı kökten gelir. İslâm lügatta itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, kendini Allah'a vermek, ihlaslı davranmak, samimiyetle ve içten gelerek yönelmek, müslüman olmak, İslâm'a girmek; Yüce Allah'a itaat etmek, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in getirdiği din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini benimsemek, şer'î hükümlere bağlılık göstermek, İslâmiyeti bir din olarak kabul etmektir (Bkz. el-Bakara: 2/112, 131-133; Âlu İmrân: 3/20, 83; en-Nisa: 4/125; el-Mâide, 5/44; el-En'âm: 6/14; en-Nahl: 16/81-83; el-Hacc: 22/34; en-Neml: 27/44; Lokman: 31/22, es-Sâffât: 37/103; ez-Zümer: 39/54; el-Fetih: 48/16; el-Cinn: 72/14).
"İslâm" ile "müslim" veya "müsliman" kelimeleri arasında sıkı bir ilişki vardır. Bu sebeple, "İslâm" kelimesinin Iüğat ve ıstılah manasında zikredilen özellikleri taşıyan kimseye de müslim veya müsliman denilmiştir. Müsliman, Farsça "müslim''in çoğuludur. Halk dilinde bu kelime müslüman şeklinde kullanılmaktadır ve bu şekilde şöhret bulmuştur.
Kur-'ân-ı Kerim'de iman ile İslâm, bazan aynı manada kullanılmış, bazan da farklı kavramlar olarak ele alınmıştır. İman ile İslâm, aynı manâda kullanılırsa; bu durumda İslâm deyince, İslam'ın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslâm'ı bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek manâsı anlaşılır.
İslâm çok geniş bir kavramdır ve kısaca "İhlâs, inkıyad ve teslimiyet" demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur: Ya kalben olur ki; bu kat'î inanç demektir. Veya dil ile olur ki; bu da ikrardır. Ya da organlarla olur. Bunlar da ibadetlerdir. Bu üç şeklin en üstünü kalb ile olanıdır. İşte İslâm'ın üç şeklinden biri olan kalbin teslimiyet ve bağlılığına iman denilir. Matüridîler bu anlayıştan hareketle, imanla İslâm'ı bir telakki etmişlerdir (bk. Matüridî, Kitabü't-Tevhîd, s. 398).
İslâm inançları açısından da iman ile İslâm bir kabul edilmiştir. Zira İslâm, şer'î hükümleri kabul etmek manâsında boyun eğmektir. Bu da tasdikin hakikatıdır. Aynı şekilde İslâm'ın bir zâhirî, bir de bâtınî yönü vardır. Bâtınî yönden inkıyad ve boyun eğmek tasdikın kendisidir. Zâhirî yönden boyun eğmekse ikrar etmektir. Şu halde bir kimse hakkında "mü'mindir, fakat müslüman değildir"; yahut "müslümandır, fakat mü'min değildir" şeklinde bir hüküm doğru olmaz. Çünkü insanlar Hz. Peygamber zamanında üç fırka üzerinde toplanmaktaydı: "Mü'min, münafık, kâfir. Bunlar arasında bir dördüncüsü yoktur" (İmam A'zam, Fıkh-ı Ekber Aliyyü'l-Kari Şerhi, trc. Yunus V. Yavuz, s. 361-362).
Hz. Peygamber'in tebliğ etmiş olduğu dine İslâm, o dinin mensuplarına "müslüman" adının bizzat Yüce Allah tarafından verilmiş olması da mü'min ile müslüman arasında bir ayırım yapılmadığını göstermektedir (Alû İmrân, 3/85; el-Mâide, 5/3, el-Hacc, 22/78; ez-Zâriyat: 51/35). İman ile İslâm'ın aynı mefhumlar olduğu Kur'ân'ın da ifade ettiği bir husustur (Yunus, 10/84; en-Neml: 27/81; ez-Zâriyât: 51/35 vd). Şu halde "iman kalben tasdik etmek olup bâtınî bağlılıktan ibarettir. İslâm ise, bu bâtınî bağlılığı dil ile ikrar ederek açıklamak ve İslâm'a âit hükümleri kabul etmektir. Bu sebeple namaz kılmak ve zekât vermeyi İslâm'ın manâsı içine sokmakta bir sakınca yoktur... (İmam A'zam, a.g.e., s. 363). Bu gerçek şu âyette açık bir şekilde dile getirilmiştir: "... Daha önce ve Kur'ân'da, Peygamber'in size şahid olması, sizin de insanlara Şahid olmanız için size müslüman adını veren O'dur. Artık namaz kılın, zekat verin, Allah'ın emirlerine sarılın. O sizin sâhibinizdir. Ne güzel sahib ve ne güzel yardımcıdır!" (el-Hacc, 22/78).
Buna göre, "iman-İslâm" veya "mü'min-müslim" kelimeleri arasında netice itibariyle bir fark yoktur. Ancak, Kur'ân-ı Kerim'in bir yerinde "İslâm", "dış görünüş itibariyle müslüman olmak" anlamında gelmektedir. Şöyle ki: "Habibim! Bedevîler, "inandık" dediler. De ki: "İnanmadınız ama İslâm olduk deyin (çünkü iman gönülden olur... İslâm ise itaat ederek barışa girmek, savaşı "bırakmaktır. Savaşı bırakmakla İslâm olup güvene girdiniz). Fakat henüz iman gönüllerinize yerleşmedi; eğer Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz, işlediklerinizden bir şey eksilmez..." (el-Hucurât, 49/14).
Müslim sözcüğü tekil olarak yalnız iki âyet-i kerimede geçer. "Îbrahim ne Yahudi idi ne de Hristiyandı. Fakat o, doğruya yönelmiş bir müslim(müslüman)dı. Müşriklerden de değildi" (Âlû İmrân, 3/67). Başka bir âyette, Yûsuf(a.s.)'ın Mısır'da büyük mülk ve nimetlere kavuştuktan sonra şöyle dua ettiği bildirilir: "Rabbim! Bana mülk verdin, bana rüyaların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünya ve âhirette dostum Sen'sin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlere kat" (Yusuf, 12/101).
Hz. İbrahim ve İsmail (a.s.) Kâ'be-i Muazzama'nın temelini yükseltirken şöyle dua etmişlerdi: "Rabbimiz! İkimizi de Sana teslim olan (müslimeyn) kıl. Soyumuzdan da, Sana teslim olan bir ümmet meydana getir" (el-Bakara, 2/128).
Müslim kelimesi pek çok âyette çoğul olarak geçer. Bu arada Kur'ân-ı Kerim'de erkek müslümanlardan çokça söz edildiği halde, kadınlardan söz edilmemesi bazı sahabe hanımlarının dikkatini çekmiş ve Allah'ın Rasûlüne bu konuda başvuranlar olmuştur. bunun üzerine şu âyet inmiştir: "Müslüman erkeklerle müslüman kadınlara, mü'min erkeklerle mü'min kadınlara, ibadete devam eden erkeklerle ibadete devam eden kadınlara, sadık erkeklerle sadık kadınlara, sabırlı erkeklerle sabırlı kadınlara, Allah'tan hakkıyla korkan erkeklerle Allah'tan hakkıyla korkan kadınlara, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlara, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlara, iffetlerini koruyan erkeklerle iffetlerini koruyan kadınlara, Allah'ı çok zikreden erkeklerle, Allah'ı çok zikreden kadınlara, şüphesiz ki Allah mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır" (el-Ahzâb, 33/35).
Râgıb el-Isfahanî'ye göre İslâm iki kısma ayrılır: Birincisi, iman'ın daha aşağısındadır ki bu, dil ile itiraftır. Yukarıda geçen âyette bu kasdedilir. İkincisi ise, imanın üzerindedir ki, bu da dil ile itirafın yanında kalb ile itikad, fiil ile yerine getirme ve Allah'ın tüm kaza ve kaderinde O'na teslimiyet göstermektir. Nitekim İbrahim (a.s.)'a "Rabbi: "Teslim ol" buyurduğunda, "Âlemlerin Rabb'ine teslim oldum" demişti..." (el-Bakara, 2/131). Yine "Allah katında din İslâm'dır..." (Âl-u İmrân, 3/19): "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır" (Âl-u İmrân, 3/85) âyetleri İslâm'ın ikinci türünü belirtir (Râgıb el-İsfahanî, el-Müfredat, s. 351-352).
Sa'd b.Ebi Vakkas'ın, babası Sa'd'tan naklen haber verdiğine göre, Rasûlüllah (s.a.s.), (Sa'd da aralarında oturmakta iken bir kaç kişiye dünyalık vermiş) Sa'd hâdiseyi şöyle anlatmıştır: "Rasûlüllah (s.a.s.) onlardan birine bir şey vermedi. Halbuki en çok beğendiğim o idi. Bunun üzerine ben:
- Ya Rasûlüllah! Filanı niçin kenara bıraktın? Vallahi ben onu iyi bir mü'nıin görüyorum, dedim. Rasûlüllah (s.a.s.): "Yahud müslim" dedi. Biraz sustum. Sonra yine o zat hakkındaki bilgim galebe çalarak;
-Ya Rasulallah! Filanı niçin kenara bıraktın? Vallahi ben onu iyi bir mü'min görüyorum, dedim. Rasulüllah (sas): "Yahud müslim" buyurdu. Sonra yine o zat hakkındaki bilgim galebe çaldı. Ve; ya Rasûlüllah! Filanı niçin bıraktın? Vallahi ben onu iyi mü'min görüyorum, dedim. Rasûlüllah (s.a.s.) tekrar:
"Yahud müslim" buyurdu ve ilave ederek: "Ey Sa'd! Ben -başkası benim için daha makbul olduğu halde- bazan sırf bir adam yüz üstü Cehenneme atılır endişesiyle ona bir şeyler veriyorum" buyurdular (Buhârî, İman: 19; Müslim, İman, 236, 237). Hadisin zahiri: "... De ki: Siz iman etmediniz, bâri müslüman olduk deyin" (el-Hucurât, 49/14) ayetine uymaktadır. Hadiste Rasulullah (s.a.s.), imanın İslâm'a nazaran daha özel olduğuna işaret etmiştir. Ayrıca, o şahsın münafık olmadığını, müslüman olduğunu da belirtmiştir. Ona vermeyişinin sebebi ise, onun müslüman olduğunu bilmiş olmasıdır. Rasûlüllah'ın esas gayesi, daha çok müellefe-i kulûb durumunda olan kimselere bir şeyler vermek suretiyle onların kalblerini İslâm'a kazanmaktı. Aynı zamanda "yahud müslim" sözü ile bir gerçeğe de işaret etmek istiyordu. O da imanın bir kalb işi olduğu ve kalbde olana kolay kolay vakıf olunamayacağı, onun için de "müslim" demenin daha uygun olacağı gerçeği idi. Aynı şekilde, bir kimseyi överken onun bâtınî (iç) durumunu söylemekten sakınmak gerekir. Çünkü insanın iç dünyasını yalnız Allah Teâlâ bileceğinden, insanın zâhirî durumuna bakarak "müslim" demenin daha uygun olduğu dile getirilmek istenmiştir (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm, IV, 219; Tecrîd-i Sarih tercemesi, I, 40).
Genel olarak Hz. Peygamber de "iman" ile "İslam" veya "mü'min" ile "müslim" arasında ayırım yapmamıştır. Hattâ aynı şeyi ifade etmek üzere söylenen hadislerde bazan "müslim", bazan da "mü'min" kelimeleri kullanılmıştır (bkz. Buhârî, İman: 20, 36; Nesâî, İman: 3, 4; Ebu Davud, Edeb, 47; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 89, 90, 162).
Müslümanın tanımı, karakteristik özellikleri ve birbirlerine karşı nasıl olmaları gerektiği özetle şöyle belirtilmiştir:
"Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir" (Buhârî, İman: 4; Müslim, İman: 64, 65, 66; Ebu Davud, Cihad: 2; Tirmizi, Kiyame: 52; Nesâî, İman, 8, 8);
"Kim bizim kıldığımız namazı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimiz kurbanın etinden yerse, işte o müslümandır" (Nesaî, İman: 9);
"Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez ve başkalarının zulmetmesine de razı olmaz..." (Buhârî, Mezâlim, 3); "Bir müslümana küfretmek fâsıklık, onu öldürmek ise küfürdür"(Buhârî, İman: 36; Müslim, İman: 116).
"İslâm'a gir, kurtulursun" (Buhârî, Bed'ul Vahy, 6, Cihâd, 102, Tefsîru Sûre 3, 4; Müslim, Cihâd: 74; İbn Mâce, Mukaddime, 10); "Müslümanın müslümana kanı, malı ve ırzı haramdır" (Müslim, Birr: 32; Ahmed b. Hanbel, III, 491); "Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmını almak, davetine icabet etmek, cenazesinde hazır bulunmak, hastalandığı zaman ziyaret etmek ve aksırdığı zaman Allah'a hamdederse "yerhamüke'llahü (Allah sana rahmet etsin)" demek" (Buhârî, Cenâiz: 2; Müslim, Selâm, 4-6; Tirmizî, Edeb: 1; İbn Mâce, Cenâiz: 1; Ahmed b. Hanbel, II, 332, 372, 412, 540).
İman kalb işi olduğu halde, İslâm daha çok imanın amel olarak dışarıya yansımasını ifade eder. Nitekim Cibril hadisinde, iman tarif edilirken; "Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kıyamet gününe, hayır ve şerrin Allahû Teâlâ'dan olduğuna inanmandır" buyurulurken; İslâm'ın tarifinde, topluma ilân edilen ve amel olarak yapılması gereken prensipler, yani İslâm'ın beş şartı sayılır: "İslâm, Allah'tan başka hiç bir ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve gücün yetiyorsa hac farizasını yerine getirmendir" (Buhârî, İmân, 34, 37, Şehâdat: 26, Tefsîru Sûre: 31/2; Müslim, İmân: 5, 7, 8; Ebû Dâvud, Sünne: 16; Tirmizî, İmân: 4).
"Müslüman, sevdiğini Allah için seven, Allah'ı ve Rasûlü'nü her Şeyden çok seven ve Allah kendisine imanı nasip ettikten sonra tekrar küfre dönmeyi, cehenneme yüz üstü atılmaktan daha tehlikeli gören kimsedir" (Nesâî, İmân: 3, 4);
"Müslüman, diğer müslümanların canına, malına ve namusuna saygı duyan kimsedir" (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., II, 491);
"Bir müslümanın, din kardeşine üç günden fazla dargın durması helâl olmaz" (Buhârî, Edeb: 57; Müslim, Birr: 23, 25; Ebu Davud, Edeb: 47; Tirmizi, Birr: 21, 24; İbn Mace, Mukaddime: 7; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., I, 176).
Hangi müslümanlık daha hayırlıdır diyen birine Rasûlüllah (s.a.s.); "Tanıdığın ve tanımadığın herkese yemek ikram eder ve selam verirsin " cevabını vermiştir (Buhârî, İman: 6, 20; Müslim, İman: 63; Nesaî, İman: 12). Şu halde cömertlik ve Allah'ın selâmının yayılması da İslâm'ın prensiplerinden ve müslümanların örnek vasıflarındandır.
Kalbinde imanı olan her insan aynı zamanda müslümandır. Fakat her müslüman mü'min olmayabilir. İslam'da asıl olan iman ve amelin birlikte bulunmasıdır. İbadetler, insanlar arası münasebetleri düzenleyen hükümler ve bunlara uymayanlar için öngörülen dünyevî ve uhrevî müeyyideler bir bütün olarak alınır, birbirini tâmamlayacak şekilde kişi ve toplum hayatında uygulamaya konulursa "İslâm'a gir, kurtulmuş olursun" hadisinin haber verdiği gerçek ortaya çıkar.
İbadet ve muamelelerden soyutlanmış, kalbteki bir imanın korunması güçtür. Aylarca veya yıllarca namaz, oruç, zekât ibadetini tanımamış, günlük işlerinde İslâmî bir endişesi olmayan bir kimsenin kalbi kararabilir ve İlâhî duygulara karşı duyarlılığını kaybedebilir. Özellikle kendilerini amelden müstağnî görerek başkalarını irşad etmeye çalışmanın çirkinliği Kur'an-ı Kerim'de şöyle belirtilir: "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söyleyip duruyorsunuz?" (es-Saff, 61/2). "İnsanlara iyiliği emrediyor da, kendi nefsinizi unutuyor musunuz? Oysa siz, kitabı da okuyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?" (el-Bakara, 2/44).
Sonuç olarak müslüman; özü, sözü ve işleriyle en doğru hareket eden, haksızlık yapmayan, daima her işin iyi yanını görmeye ve almaya çalışan, dünyada her davranışının yazıcı melekler tarafından tespit edildiğine inanan kimsedir (Ayrıntı için bk. "İslâm" mad.).
Son düzenleyen gizemli67; 19 Eylül 2007 13:11 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
eXcaLLaNT - avatarı
eXcaLLaNT
Ziyaretçi
20 Haziran 2008       Mesaj #58
eXcaLLaNT - avatarı
Ziyaretçi
Deprem İnanışları

Hindistan: Dünya, bir kaplumbağanın üzerinde duran dört fil tarafından tutulmaktadır. Kaplumbağa da bir kobranın üzerinde dengede durmaktadır. Bu hayvanlardan herhangi biri hareket edince, Dünya sallanır.

Assam (Bangladeş ve Çin'in arasında): Dünya'nın içinde yaşayan bir insan ırkı vardır. Bu insanlar, yer yüzeyinde insan olup olmadığını anlamak için zaman zaman yeri sallarlar. Çocuklar sarsıntıyı hissettiklerinde, Yaşıyorum, yaşıyorum diye bağırdıkları zaman Dünya'nın içindeki insanlar yer yüzeyinde insan olduğunu anlarlar ve sarsıntıyı keserler.

Sibirya: Dünya, bir kızak üzerindedir ve bu kızağı kullanan kişi Tanrı Tuli'dir. Birkaç pireli köpek de bu kızağı çekmektedir. Köpekler kaşınmayı durdurduklarında Dünya sallanır.

Meksika: El Diablo isimli bir canavar, Dünya üzerinde dev yarıklar açmaktadır. Bu yarıklar da şimdiki faylardır. O ve şeytansal arkadaşları, yeryüzünü karıştırmak istedikleri zaman bu dev yarıkları kullanmaktadır ve deprem olmaktadır.

Mozambik: Dünya, yaşayan bir yaratıktır ve problemleri insanlarınki ile aynıdır. Bazen yaratık ateşlenir ve üşür, biz de titrediğini hissederiz.

Belçika: Dünya üzerinde yaşayan insanlar, aşırı günahkár oldukları zaman, Tanrı insanlara gezegenimizi çevreleyen havayı savurmak üzere kızgın bir melek gönderir. Meydana gelen fırtınalar, Dünya'da bir dizi şok şeklinde hissedilen bir müzik tonu yaratır.

Doğu Afrika: Büyük bir balık, üzerinde bir taş taşımaktadır. Bir inek de o taşın üzerine oturmuştur ve Dünya da ineğin bir boynuzunun üzerinde dengelenmiştir. İneğin boynu ağrıdığı zaman, Dünya'yı boynuzu ile fırlatıp diğer boynuzunda tutmaktadır. Böylelikle de yer sallanmaktadır.

Romanya: Dünya üç direk üzerinde durmaktadır. Yardımseverlik, umut ve güven. İnsanoğlu bu öğelerden birisini veya birkaçını kaybederse direklerin taşıma gücü azalır ve Dünya sallanır.

Yeni Zelanda: Dünya adlı Anne'nin karnında bir çocuk vardır. İsmi Genç Ru'dur. Ru, ne zaman Dünya Anne'nin karnını tekmelerse o zaman Dünya sallanır.

Kızılderililer: Birgün Chickasaw şefi, Choctaw prensesine aşık olmuş, şef çok yakışıklıymış, fakat ayağının birisi yamukmuş, bu yüzden de ismi Aksakayak'mış. Daha sonra şef prensesi istemiş ve prensesinin babası reddetmiş. Bunun üzerine şef ve ordusu prensesi kaçırmış ve hep birlikte evliliklerini kutlamaya başlamışlar. Ama Büyük Ruh, çok sinirlenmiş ve ayağını yere hızla vurmuş. Meydana gelen sarsıntı, Mississipi Nehri'nin taşmasına neden olmuş. Böylece düğündeki herkes boğulmuş. (Mississipi Nehri'nin yanındaki Aksakayak Gölü, 1812 yılındaki Yeni Madrid depreminden sonra oluşmuştur.)

Batı Afrika: Dünya, büyük bir dağ ile bir devin arasındaki bir yatay bir disk şeklindedir. Devin görevi, Dünya'yı, karısınınki ise gökyüzünü taşımaktır. Dev karısına her sarılışında Dünya sallanır.

Hindistan: Yedi tane yılan, gardiyan cennetin en alt noktasında, 7 odayı korumakla görevlendirilmiştir. Bu gardiyanlar, aynı zamanda sırayla Dünya'yı tutmaktadırlar. Gardiyanlar görevleri birbirlerinden devralırken Dünya sarsılmaktadır.

Litvanya: Drebkuhls isimli bir Tanrı, cehennemde yürürken Dünya'yı da kollarında taşır. Drebkuhls, ne zaman kötü bir gün geçirirse o zaman Tanrı'nın elleri yorulmaktadır ve Tanrı'nın taşıma gücü azaldığı için Dünya sallanmaktadır.

Kolombiya: Dünya ilk oluştuğunda üç tane kalas üzerinde duruyormuş. Fakat birgün Chibchacum isimli bir Tanrı, Bogota Ovası'nın sular altında kalmasının çok eğlenceli olacağını düşünmüş ve bir sel meydana getirmiş. Bundan dolayı Chibchacum, Dünya'yı omuzunda taşımak üzere cezalandırılmış. Sonra Chibchakum çok sinirli olmuş ve zaman zaman kızdığında Dünya'yı sallamaya başlamış.

İskandinavya: Tanrı Loki, erkek kardeşinin ölümünden dolayı cezalandırılır ve yeraltındaki bir mağaraya kapatılır. Kafasının üzerindeki bir yılan da, durmadan zehirini damlatır. Loki'nin kız kardeşi de bir kapta bu zehiri toplar. Zaman zaman kızkardeşi kabı boşaltmak üzere oradan ayrılır. O durumda da zehir Loki'nin yüzüne damlar. Zehir damlalarından kurtulmak için Loki eğilip kafasını oynattıkça yer sarsılır, deprem olur.

Yunanistan: Aristotle ve William Shakespeare'e göre, Henry adlı oyunda, kuvvetli, vahşi rüzgárlar yeraltındaki mağaralarda tutulmaktadır. Kaçmak için uğraştıklarında, verdikleri mücadele depremlere neden olurlarmış.

Japonya: Japon Adalarını sırtında taşıyan büyük bir kedi balığı (ya da Namazu), denizin altında kıvrılmış halde durmaktadır. Diğer taraftan Tanrı Daimyojin, kafasının üzerinde çok ağır bir taş olduğundan hareket edememektedir. Bir ara Namazu hareket ederek Naimyojin'in dikkati dağılır ve yer sarsılır.

Orta Amerika: Dünya, dört köşesinde dört Tanrı bulunan bir kare şeklindedir. Yeryüzünde nüfus arttığında fazlalığı dökmek için bu kare alanı sallarlarmış.
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
25 Ağustos 2009       Mesaj #59
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Dinler Tarihi Slayt Gösteri

History Of Religion

Benzer Konular

8 Mart 2018 / Misafir Biyoloji
31 Ağustos 2012 / Misafir Coğrafya
21 Ocak 2007 / Misafir Taslak Konular