Arama

Mehmet Akif Ersoy

Güncelleme: 10 Mart 2017 Gösterim: 110.282 Cevap: 25
cckirdax - avatarı
cckirdax
Ziyaretçi
22 Ocak 2006       Mesaj #1
cckirdax - avatarı
Ziyaretçi

ERSOY (Mehmet Akif)

Ad:  MehmetAkifErsoy2.JPG
Gösterim: 6841
Boyut:  64.1 KB

türk şair
(İstanbul 1873 -ay.y. 1936).

Babası, Fatih camii ders i âmlarından ipekli Tahir Efendi'dir. Ortaöğrenimini Fatih Merkez rüşdiyesi'nde ve Mekteb-i mülkiye idadisinde gördü, bir yandan da Fatih camisi'ndeki derslere giderek arapça ve farsça okudu, idadi öğrenimini bitirdiği yıl, yeni açılmış bulunan Halkalı ziraat ve baytar mektebine girdi, dört yıl süren bir öğrenimden sonra okulun baytarlık bölümünü birincilikle bitirdi (1893) Ziraat nezareti umur-ı baytariye şubesine memurlukla girdi, dört yıl kadar Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan'da görevle dolaştı; bir süre sonra, ek görev olarak, Halkalı ziraat ve baytar mektebinde kitabet hocalığı (1906) yaptı.

1908'den sonra, arkadaşı Eşref Edip ile birlikte "Sırat-ı müstakim" (1908) ve daha sonra "Sebil ür-reşad" (1912) dergilerini çıkardı; bu yıllarda, resmi görevi olan Umur-ı baytariye müdür muavinliğinde çalışırken Darülfünun edebıyat-ı umumiye müderrisliğine atandı (1908). Balkan savaşindan sonra Umur-i baytariye şubesindeki görevinden (1913), daha sonra Darülfünun'dan (1914) istifa ederek ayrıldı. Meşrutiyet'in ilk döneminde, Ziya Gökalp'ın öncülüğüyle başlayan "Türkçülük" akımına karşı, mısırlı bilgin Muhammed Abduh'un (1849-1905) etkisiyle, "İslam birliği" görüşünü benimsedi; "Sırat-ı müstakim” ve “Sebil ür-reşad"da yayımladığı makaleler, şiirler, çeviriler ve Fatih, Şehzadebaşı, Süleymaniye, Beyazıt camilerinde verdiği vaazlarla (1912) bu ülküyü yaymaya çalıştı.

Birinci Dünya savaşı içinde, itilaf devletleri' ne karşı Ortadoğu'da bir İslam birliği kurma siyaseti güden Almanya'nın çağrısı üzerine, Harbiye nezareti' ne bağlı "Teşkilat-ı mahsusa” tarafından Berlin'e gönderildi (1914 sonları), oradan dönüşünde yine aynı örgüt tarafından birkaç ay kadar da Arabistan'a yollandı, savaş yılları içinde "Bâb ül-meşihat"e bağlı olarak kurulan "Dâr ül-hikmet il-islamiye" başkâtipliğine atandı (1918). Kurtuluş savaşı sırasında Kuvayı milliye'den yana davranış ve yazılarından dolayı, Dâr ül-hikmet il-islamiye'deki görevinden çıkarıldı (1920); bir süre sonra Anadolu'ya geçerek Birinci Büyük millet meclisi'nde Burdur milletvekili olarak görev yaptı (1920-1923); Konya ayaklanmasını önlemek, halka öğüt vermek için Konya'ya gönderildi; oradan Kastamonu'ya geçti, Nasrullah camisi'nde Sevr antlaşmasının iç yüzünü, Kurtuluş savaşı'nın niteliğim anlatan coşkulu bir vaaz verdi; bu vaaz basılarak (1921) bütün vilayetlere ve cephelere dağıtıldı; yine bu yıllarda "istiklal" marşı'nı yazdı (1921); zafer kazanıldıktan sonra İstanbul'a döndü; çağdaş ve uygar yeni Türkiye'nin kurulması için zorunlu görülen hilafet'in kaldırılması; öğretim ve hukuk birliğinin kurulması (medreselerin, şeriye mahkemelerinin kaldırılması); türbe, tekke ve zavilerin kapatılması; şapka kanunu, laiklik vb. gibi siyasal ve toplumsal hareket ve devrımleri kendi inanç ve ülküsüne aykırı gördüğü için Türkiye'den ayrıldı, mısırlı prens Abbas Halim Paşa'nın çağrılısı olarak Mısır'a gitti, Hilvan'da yerleşti, Kahire'deki "Cami ül-Mısriye" adlı mısır üniversitesende türkdili ve edebiyatı müderrisliğinde bulundu (1925-1936), siroz hastalığına tutuldu; tedavi için döndüğü İstanbul'da öldü.

Türk edebiyatında "toplum için sanat" akımının başlıca temsilcilerinden biridir.
ilkin Tevfik Fikret ve Ali Ekrem Bolayır yolunda, konusu günlük olaylardan alınmış olan birtakım manzum hikâyeler (Hasta, Seyti Baba, Hasır, Meyhane, Mahalle kahvesi, istibdat, Köse imam, Kocakarı ile Ömer vb.) ile dikkati çekti. Yapıtlarını gözlem sonucu yazdığını bir şiirinde açıkça belirtir: "Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim; / inan ki, her ne demişsem görüp de söylemişim; / Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: / Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun teki" Böylece, şiirde gerçekçilik akımının da önde gelen temsilcisi oldu. 1911’den sonra, çoğu konuşma tarzında yazılmış olan öteki yapıtlarında, toplumsal sorunların yanı sıra, siyasal sorunlara da ağırlık verdiği görülür. Bu konudaki görüşleri, batının istilacı siyasetine karşı koyabilmek için İslam dünyasının uyanması ve bir "İslam birliği" kurması düşüncesine dayanır.

Son birkaç yüzyıl içinde cahillik, gerilik, tembellik ve yoksulluk yüzünden harap bir hale gelen İslam ülkelerinin tekrar canlanması için, Batı'nın bilimini ve sanatını almak zorunluğu bulunduğunu; ulusların yükselmesi için marifet ve faziletin birleşmesi gerektiğini; fazileti besleyen suyun ise din olduğunu; Kuran ile hadisi açık anlamlarına göre değil, akla ve zamanın gereklerine göre yorumlayarak bilim ve dini uzlaştırma olanağı bulunduğunu (Süleymaniye kürsüsünde, Fatih kürsüsünde, Berlin hatıraları. Âsim) söylemiş; "İslam birliği” konusunda da. Meşrutiyet döneminde gelişmeye başlayan "türkçülük" (ulusçuluk) akımına karşı koyarak, Yaradan'ın bütün müslümanları "bir aile efradı" olarak yarattığını; Çerkeş, Kürt, Acem, Çinli vb.'nin birbirine üstünlüğü olmadığını, kavmiyetçilik yapmanın, "küfür" (dinsizlik, imansızlık) sayılacağını, kavmiyet fikrini Peygamber'in“telin" ettiğini, bizim dine sekiz dokuz milletin sığmayacağını, bize fırka ve kavmiyet lazım olmadığını, kavmiyet denen zelzelenin (depremin) müslümanlığı temelinden yıkacağını; eğer bu bir siyasetse, bu siyasetin yürümeyeceğini (Süleymaniye kürsüsünde, Hakkın sesleri) öne sürer.

Birinci Dünya savaşı içinde geniş propagandası yapılan "İslam birliği" hayalinin yürümediğini gördükten sonradır ki. Kurtuluş savaşı yıllarında yazdığı istiklal marşı vb gibi manzumelerinde, ulusçuluk (kendi deyimiyle "kavmiyet") düşüncesini benimsemiş görünmektedir (O, benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; / O, benimdir; o, benim milletimindir ancak .. / Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklali).

Balkan savaşı, Birinci Dünya savaşı ve Kurtuluş savaşı yıllarında yazdığı vatanı şiirlerini hep dinsel-ulusal bir heyecanla kaleme almıştır.
"Edebıyat-ı cedide'nin tutumuna karşı, "Gerek konuda, gerek üslupta, elden geldiğince halka söyleyecek yapıtlar meydana getireceğiz; havâs (seçkin kişiler) için yazmaya yeltenecek derecede sersem değiliz" (Sebil ür-reşad sayı 1) diyen Akif, bu konuda "...Bir fenne girmemek koşuluyla, havâs için kitap yazmak kadar dünyada saçma bir şey yoktur" (Bahar-ı diniş önsözü) diyen Namık Kemal’in izleyicisi sayılabilir.

Halka seslenmenin doğal bir sonucu olarak, 1911 yılında Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp tarafından başlatılan ve "Yeni lisan” diye anılan "konuşma dilini yazı dili haline getirme" akımını benimsemiş; "Türkçülük" konusunda karşıtı olduğu Ziya Gökalp'ın adını anmamakla birlikte, onun önerdiği "sade dil”in yayılmasına büyük katkısı olmuş; yine onun görüşüne koşut olarak, "tasfiye"cilerin düşüncelerine karşı çıkmış, "Sade yazmak bizim için asildir; yalnız, sadelikte 'cennet'i beğenmeyip 'uçmak' 'cehennem’i bırakıp 'tamu' diyecek kadar ileri gidecek değiliz" demiştir, ilk kitabında görülen bazı yabancı sözcüklerle yabancı dil kurallarını, bu görüşü benimsedikten sonra yazdığı şiirlerinde gittikçe azaltmış; hâttâ kimi yabancı sözcük ve tamlamaları sonraki baskılarda türkçeleştirmiştir (sözgelimi, "Ebr-i nisanı açık türbene çatsam da tavan1' dizesini, sonradan, "Mor bulutlarla, açık türbene..." [Âsım\ biçiminde değiştirmiştir).

Akif, Tevfik Fikret ile başlayan şiiri düzyazıya yaklaştırma ve sözcüklerin söyleniş biçimlerini bozmadan yazma hareketini daha da geliştirmiştir. Ayrıca, halkın söyleyiş özelliklerini ilk kez şiire uygulamıştır (sözgelimi, Mehmet ağanın yerine Mehmet ağnın; kulağıma yerine kulağma; çocuğu yerine çocuğ; bir parti yerine bi parti; buyurun yerine buyrun vb. diye yazmıştır). Şivenin bütün inceliklerini koruyarak, türkçeyi aruz veznine uydurmakta üstün bir başarı sağlamış; bu yolda manzum dilekçe yazacak kadar beceri göstermeye kalkışmıştır.

Mehmet Akif, şiirlerim Safahât genel başlığı altında 7 ciltte toplamıştır: Safahât, birinci kitap (1911); Safahât, ikinci kitap, Süleymaniye kürsüsünde (1912); Safahât. üçüncü kitap, Hakkın sesleri (1913); Safahât, dördüncü kitap, Fatih kürsüsünde (1914); Safahât, beşinci kitap, Hatıralar (1917); Safahât, altıncı kitap, Âsim (1924); Safahât. yedinci kitap, Gölgeler (1933).
Ölümünden sonra, bütün bu yapıtlarla, kitaplarına girmeyen öbür şiirleri bir araya toplanarak, damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından latin harfleriyle de bastırılmıştır: Safahât (2 cilt, 1943; tek cilt 1956).

Akif, bunlardan başka, Ferit Vecdi, Şeyh Muhammed Abduh, Şeyh Abdülaziz Çaviş'ten çevirdiği birtakım dinsel broşürler de yayımlamıştır (1905-1924).

Kaynak: Büyük Larousse
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 23:50
Biyografi Konusu: Mehmet Akif Ersoy nereli hayatı kimdir.
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
9 Şubat 2006       Mesaj #2
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın

Mehmet Akif Ersoy (1873-1936)

Ad:  mae1.JPG
Gösterim: 4334
Boyut:  27.7 KB
İstiklâl Marşı'mızın şairi Mehmet Akif Ersoy İstan­bul'da doğdu. Medrese hocası olan babası oğluna Ragif adını vermişti. Ama bu ad pek yaygın olmadığı için zamanla Akif biçimine dönüştü ve yerleşti. Mehmet Akif'in dört yaşındayken başladığı okul yaşamı Mülkiye Mektebi'nin yüksek bölümüne girene kadar başarılı ve mutlu bir biçimde sürdü.

Ama yüksekokulun birinci sınıfındayken babası öl­dü; ardından evleri yandı. Geçim sıkıntıları başladığı için Mülkiye'yi bırakıp yatılı olarak Halkalı Mülkiye Baytar Mektebi'ne girmek zorunda kaldı. Şiirle bu yıllarda ilgilenmeye başladı. 1893'te okulunu birincilikle bitirdik­ten sonra, dört yıl boyunca Rumeli'de, Arna­vutluk'ta ve Arabistan'da görev yaptı. Daha sonra İstanbul'a döndü ve çeşitli okullarda öğretmen olarak çalıştı.Mehmet Akif Ersoy I. Dünya Savaşı sıra­sında, Almanya'daki Müslüman esirlerin du­rumunu incelemek amacıyla Osmanlı Devleti' nin gizli haber alma örgütü olan Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak Berlin'e gönderildi. Bu arada, sonradan Sebilürreşad adını alan Sırat-ı Müstakim'de şiirleri ve yazıları yayım­lanıyordu. 1919'da İzmir işgal edilince, Ana­dolu'da işgalci güçlere karşı başlayan direnişi desteklemek üzere Balıkesir'e gitti. Camiler­de coşkulu konuşmalar yaparak halkı direnişe çağırdı. Kurtuluş Savaşı başlayınca Ankara'ya geçti ve bu çalışmalarını orada da sürdürdü. 1920'de Ankara'da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Burdur milletvekili olarak katıldı. O yıllarda "ulusal marş" için açılan şiir yarışmasına Mehmet Akif katılmamıştı. Yarışma ödüllü olduğu için şair buna tepki duyuyordu. Çünkü ulusal amaçlı bir hizmet karşılığında ödül beklenmemesi gerektiğini düşünüyordu.

Yarışmaya gönderilen yapıtla­rın hiçbiri beğenilmeyince, ödül verilmemesi koşuluyla, Mehmet Akif "İstiklâl Marşı" baş­lıklı şiirini ilgililere gönderdi. 12 Mart 1921'de mecliste kürsüye gelen Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Mehmet Akif'in şiirini üç kez okudu. Şiir üç okunuşta da ayakta dinlendi ve dinleyenleri coşku içinde bıraktı. Meclisin kararıyla şiir, bestelenecek ulusal marşın söz­leri olarak kabul edildi.Kurtuluş Savaşı sonrasındaki siyasal geliş­meler Mehmet Akif'in dünya görüşüne aykırı gelmeye başlamıştı. 1926'da bu nedenle Tür­kiye'yi terk etti ve daha önce zaman zaman gidip geldiği Mısır'a yerleşti. Kahire Üniversitesi'nde Türk dili ve edebiyatı dersleri verdi. Sağlığının gittikçe bozulması üzerine ülkesin­den uzakta ölmekten korkuyor, bir yandan da yurt özlemi çekiyordu. 1936'da hastalığının ilerlediği günlerde İstanbul'a geldi ve burada öldü.Mehmet Akif Ersoy, İslam inançlarına sıkı sıkıya bağlı bir şairdir. Ama, tutuculuktan uzak, kadere körü körüne boyun eğmeyen bir anlayışı vardı. Bu düşüncelerini yazdığı şiir­lerde ve yazılarda dile getirdi. Şiiri inançlarını anlatmanın bir aracı olarak gördü. "Çanakka­le Şehitleri" ve "İstiklâl Marşı" gibi şiirlerinde dinsel ve ulusal coşkusunu doruğa çıkarmayı başarmıştı. Mehmet Akif'in şiirleri genellikle bir öykü üzerine kuruludur.

Şiirde bir roman­cı gibi güçlü gözlemlerini, çarpıcı ayrıntıları ustalıkla ve gerçekçi bir dille yansıtır. Bu tutumunu bir şiirinde de açıklayarak anlat­mıştır. Bu şiirde hayallerle değil, gerçeklerle ilgili olduğunu, ne görmüşse onu yazdığını söyler. Şiirlerinde temel konular ahlâk, din ve vatandır. Bu konularda öğüt verici bir anlatı­mı yeğler. Şairin 1911'de yayımlanan ilk şiir kitabının adı Safahat'tı. Daha sonra Süleymaniye Kürsüsünde (1912), Hakkın Sesleri (1913), Fatih Kürsüsünde (1914), Hatıralar (1917), Asım (1919) ve Gölgeler (1933) adıyla altı şiir kitabı daha yayımladı. Ömer Rıza Doğrul, Mehmet Akif'in kitap­larına almadığı şiirleri de derleyerek bütün şiirlerini Safahat (1943) genel başlığı altında yeniden yayımladı. Akif'in Kurtuluş Savaşı yıllarında çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalar­dan, çeşitli dergi ve gazetelerde çıkan yazıla­rından oluşan birkaç yapıtı daha ölümünden sonra kitaplaştırılarak yayımlandı. Arapça, Farsça ve Fransızca bilen Mehmet Akif'in çeviri kitapları da vardır.
TAHSİL HAYATI
Mehmet Âkif, dört yaşında iken Fatih’te Emir Buhârî mahalle mektebine (yuva) gönderildi ve tahsil hayatına başladı. Burada iki sene ve sonra sırasıyla üç sene ibtidâî (ilkokul), üç sene rüşdiye (orta okul) ve üç sene mülkiye idâdîsine (lise), sonra da iki senesi (gündüzcü olarak) Ahırkapı’da ve iki senesi (yatılı olarak) Halkalı’da olmak üzere, dört sene de Baytar Mektebi’ne (Veterinerlik Fakültesi) devam etti. 1893’te mektebin ilk mezunu ve birincisi olarak diploma aldı.
Mehmet Âkif, resmî tahsilin dışında, çok bilgili ve şuurlu bir zat olan babası başta olmak üzere birçok âlimden devamlı olarak ders okumuş ve kendisini yetiştirmiştir. Lisana karşı bilhassa kabiliyeti bulunduğundan, devamlı çalışarak Arapça, Farsça ve Fransızca’yı, edebiyatlarını takip edecek ve tercümeler yapacak kadar iyi öğrenmiştir. Çocukken başladığı hâfızlık çalışmalarını, bir müddet ara verdikten sonra, yirmi yaşında iken kendi kendine tamamlamış ve Kur’an-ı Kerîm’i ezberlemiştir. Mısır’daki son seneleri de Kur’an meâli ile meşgul olarak geçmiştir.

SPORCULUĞU
Tahsil hayatı boyunca daima derslerinde birinci olan Mehmet Âkif, aynı zamanda çeşitli sporlarla meşgul oluyor, bunları da, derslerine mâni olmadan, en iyi şekilde yapıyordu. On dört yaşında iken – Osmanlı toplumunda asırlardır en sevilen ve yaygın spor olan – yağlı güreşe başlamıştı. 16-18 yaşlarında, köy düğünlerindeki güreşlere katıldığı olmuştur. Uzun mesafeleri yorulmadan yürüyor; hafta sonları okula giderken, Fatih’ten Halkalı’ya ve bazen güreşmek için Halkalı’dan Çatalca’nın köylerine yürüyerek gittiği oluyordu. Ayrıca gülle atar, ata biner ve çok iyi yüzerdi. İstanbul Boğazı’nı da yüzerek geçmiştir.
Ömrü boyunca daima manevî ve fikrî bir mücadele içinde yaşayan Âkif’in, günün birinde ve ihtiyaç hâlinde, bedenen cihâd etmek için de hazır bulunmayı bir ibadet saydığı ve bunun için gayret gösterdiği anlaşılmaktadır.

BULUNDUĞU VAZİFELER
Tahsilini tamamladıktan sonra, Ziraat Vekâleti Baytarlık şubesinde vazifeye başlamıştı. İlk dört sene Rumeli, Anadolu ve Arap bölgelerinde dolaşarak baytarlık yaptı. Yirmi yıllık bir memuriyetten sonra – bir başkasına yapılan haksızlık üzerine - istifa ettiğinde, aynı şubenin müdür muavinliği vazifesinde bulunuyordu.
Öğretmenlik hayatına 1906’da Halkalı Baytar Mektebi’ne “kitâbet-i resmiye” (resmî yazışma usûlü) dersi muallimliği ile başladı. 1908’den sonra ise Edebiyat Fakültesi ile Dârülhilâfe Medresesi’nde “Osmanlı Edebiyatı” müderrisliğinde bulundu. Mütareke devrinde, “İslâmiyet’i doğru olarak halka öğretmek, yanlış bilgileri gidermek ve İslâm ahlâkını korumak” için fieyhülislamlık’a bağlı olarak kurulmuş bir “İslâm Danışma, Tebliğ ve İrşad İlim Heyeti” olan “Darülhikmet-il İslâmiyye”de üye ve başkâtip (genel sekreter) olarak çalıştı (Ağustos 1918 – Nisan 1920) ve bu kuruluşun yayın organı olan “Cerîde-i İlmiyye”yi idare etti. İstiklâl Savaşı’nı yapan Birinci Millet Meclisi’nde milletvekili olarak vazife gördü. Mısır’da 1929 yılından 1936’ya kadar, Kahire Üniversitesi’nde Türkçe Hocalığı yaptı. Bütün ömrünü okuyarak ve okutarak geçirdi.
Yirmi beş yaşında iken İsmet Hanım’la (1878-1944) evlenen Mehmet Âkif’in üç kızı ve iki oğlu olmuştur.

SEBÎLÜRREfiAD DERGİSİ
Mehmet Âkif, şiirlerinin büyük çoğunluğunu “baş muharrir”i bulunduğu dergide, ilk sayısından başlayarak yayınlamıştır. 1908’de “Sırâtımüstakîm” adıyla (Prof.) Ebululâ Mardin (1881-1957) ve Eşref Edib (Fergan) (1883-1971) tarafından çıkarılan, 1912’den sonra ise “Sebîlürreşad” adını alarak yalnız Eşref Edib tarafından devam ettirilen bu dergi, 1925 yılı başına kadar çıkmaya devam etmiş ve 641 sayı yayınlanmıştı. Fikir hayatımızda ve yakın tarihimizde çok önemli bir yeri olan bu derginin, 362 sayı yayınlandığı ikinci bir dönemi (1948-1966) daha vardır.

SEYAHATLERİ
Okulunu bitirdikten sonra baytarlık yaparken Arnavutluk’a (İpek) giderek, amcalarını ziyaret etmiş; Edirne merkez olarak Rumeli’yi, Adana merkez olarak Anadolu’yu, fiam ve civarını dolaşmış; 1914 yılı başında, davetli olarak, iki ay devam eden “Beyrut – Kahire – el’Uksur – Medine – fiam” seyahatine çıkmış; aynı yılın sonunda vatanî bir vazifeyle üç aylığına Berlin’de ve yine aynı şekilde 1915 Mayıs’ından sonra beş aylığına “Necid (Riyad) – Medine – fiam – Beyrut”ta bulunmuş; 1918 yılı Temmuz ayında bir ay davetli olarak Beyrut’a gitmiş; İstiklâl Savaşı sırasında, halkı teşvik için Anadolu’yu ve cepheleri dolaşmış ve hayatının son yıllarını Kahire’de geçirmiştir.

ŞİİR HAYATI
Lise yıllarında şiirle meşgul olmaya başlamıştı. Baytar Mektebi’nin son senelerinde bu kabiliyetini ilerletti. Türkçeye ve aruz veznine hâkim olmuştu. Arkadaşlarına uzun manzum mektuplar yazıyordu. Önceleri, Ziya Paşa, Muallim Naci ve Namık Kemal gibi eski üstadlar tarzında şiirler nazmederken, daha sonra kendi üslûbunu bularak onların tesirinden uzaklaşmıştır.
fiâirliğinin ilk devresinde yazdığı, yayınlanmamış binlerce mısralık eski şiirlerini yok etmiştir. Bunlardan elde sadece, bazı dostlarının defterlerinde bulunan veya çeşitli dergilerde daha önce çıkmış olan, iki bin mısra kadarı kalmıştır. Bu eski şiirlerini “Safahat” (Safhalar, Hayattan Manzaralar) adını verdiği şiir kitabına da almamıştır.

YAZI VE KİTAPLARI
fiiirlerini, 1908’de çıkmaya başlayan ve kendisinin baş yazarlığını yaptığı “Sırâtımüstakim” dergisinde yayınladı. Bunlar, o zamana kadar rastlanmamış derecede akıcı, sâde, halkın hayatını anlatan ve duygularını dile getiren, millî şiirlerdi. Bir zaman sonra “Sebîlürreşad” adını alan dergide yayınlanan bu şiirler, tamamlandıkça, “Safahat” genel başlığı altında, küçük kitaplar hâlinde neşrediliyorlardı. 1911-1924 yılları arasında ilk altı kitap çıkmış, yedincisi ise 1933’te Kahire’de yayınlanmıştır.
Mehmet Âkif Bey, şiirlerinden başka, Sebîlürreşad’ın hemen her sayısına tefsir yazıları, makaleler ve tercümeler de vermekteydi. Bunların da bir kısmı kitap olarak yayınlanmıştır.

DESTAN ŞAİRİ
Balkan Harbi sırasında, “Müdâfaa-i Milliye Hey’eti Neşriyat fiûbesi”nde Abdülhak Hâmid, Süleyman Nazif, Cenab fiehâbeddin, Hüseyin Kâzım ve daha birkaç yazar ile birlikte âza olarak bulundu. Hey’etin başkanı, zamanın edip ve şâirleri tarafından büyük saygı gören ve “üstâd” sıfatına lâyık bulunan “Ta’lîm-i Edebiyat” müellifi Recâîzâde Mahmud Ekrem Bey idi.
Bu toplantılar sırasında bir gün Recâîzâde, Âkif’e hitap ederek: “Milletin, millî bir destana ihtiyâcı olduğunu ve bunu da ancak kendisinin yapabileceğini söylemiş ve yazmasını istemiş”tir.

BÜYÜK ŞAİR
Mehmet Âkif, daha önce Muallim Naci ile başlamış olan, Türkçenin sade ve akıcı bir şekilde aruza tatbikinin ilk büyük temsilcisidir. Mizahî fıkralardan en heyecanlı şiirlere kadar, en güzel Türkçe ile, milletine şaheserler vermiştir. fiiirleri, her bakımdan, edebiyat tarihimizde eşsiz güzellikte muhteşem parçalardır. Basit bir hayat sahnesini anlatan mısralarında bile, hem en keskin bir zekânın şimşekleri, hem de titreyen bir gönlün gözyaşları sezilir…
Çağdaşı olan bütün büyük şair ve edibler, Mehmet Âkif’in yüksekliğini kabul edip, bunu itiraf ve takdir eden beyanlarda bulunmuşlardır. Âkif Bey, şiirlerinde ve makalelerinde, “sadelik, millîlik, din ve ahlâka bağlılık” şeklinde özetlenebilecek olan edebiyat görüşünü açıklamıştır. Kendisi, en fazla önem verdiği iki değerin, “dil ve din” olduğunu söylemektedir.
fiiirlerinden bazıları bestelenmiş ve önemli bir kısmı Arapçaya çevrilmiştir.

ARKADAŞININ ÇOCUKLARI
Mehmet Âkif, Baytar Mektebi’nde birlikte okudukları ve sevdiği arkadaşı İslimyeli Hasan Tahsin Bey ile karşılıklı andlaşmışlar ve hayatta kalanın, daha önce ölenin ailesine bakacağına dair söz vermişlerdi.
Hasan Bey, Edirne Baytar Müfettişi bulunduğu sırada 1910 yılında vefat edince, Âkif Bey –daima olduğu gibi– sözünde durarak, merhumun üç çocuğunun bakımını üzerine almıştı. Bu çocukların büyüğü olan Cevdet’i, Baytar Mektebi’nde okutuyordu.
Mehmet Âkif’in büyük oğlu Emin Ersoy, hatıralarında, bu çocuklardan biri olan Süheylâ hakkında şunları söylemektedir:
“Süheylâ Hanım isminde bir evlâd-ı mânevîsi de ablalarım ile birlikte (Ankara’ya) gelmişti. Bu kızcağızı küçüklüğümde öz hemşirem sanırdım. Hasan Tahsin Bey namında babamın pek samimî arkadaşlarından bir zatın kızı olan Süheylâ Hanım’ın pederi ölmüş, babam da bu çocuğu evimize almış, onun tahsil ve terbiyesi ile bizzat alâkadar olmuş, netice Süheylâ ablam Darülmuallimât’ı ikmâl ettikten sonra Darülfünûn’u dahi bitirmişti. Ben alfabeyi ve ilk tahsilimi ondan öğrendim.”
MİLLETİYLE BİRLİKTE AĞLAYAN ŞAİR
Balkan Harbi’nin – Rumeli müslümanlarının çoluk çocuk katledildiği, nehirlerin cesetlerle dolduğu - felâketli günlerinde, 1913 yılının fiubat ayı içinde, İstanbul’da Beyazıd Camii’nde bir ikindi sonrası, Fatih ve Süleymaniye camilerinde ise Cuma namazlarından sonra kalabalık cemaatlere va’az kürsülerinden hitap ederek, halkı birliğe, cihada ve orduya yardıma çağırmıştır.
Mehmet Âkif, bu konuşmalarını, o sırada orduya destek vermek için kurulmuş olan “Milli Müdafaa Cemiyeti”nin İrşad Heyeti üyesi olarak yapmıştı. Bu konuşmaların ilânları günlük gazetelerde ve metni Sebîlürreşad’da yayınlanmıştır.
Bu savaşta, vahşice öldürülen mazlumların, alnına bıçakla haç çizilen ve sarıklarından asılan din adamlarının, sürüklenip götürülen masum genç kızların acı ve ızdırapları, onun feryad eden şiirleriyle millî vicdana ve tarihe yazılmıştır.
Kendisinin ve derginin bütün neşriyatı, daima din, vatan ve millet duyguları ile yapılmış ve bu yayınlar, birkaç sene sonra milletçe kalkışılacak olan Millî Mücâdele’nin de tohumlarını atmıştır. Nitekim Mehmet Âkif, 1920 fiubat ayında, ilk kurşunun atıldığı Balıkesir cephesine koşarak, Zağnos Paşa Camii kürsüsünden halkı cihada çağıracaktır.

BERLİN SEYAHATİ
Mehmet Âkif, 1914 yılı sonunda, devlet tarafından vazifeli olarak Almanya’ya gönderilen bir hey’ete dâhil olarak Berlin’e gitti. Burada üç ay kadar kaldıktan sonra 1915 Mart ayının ilk yarısı içinde İstanbul’a döndü.
Harpte müttefikimiz olan Almanlar, Fransız, Rus ve İngiliz ordularında bulunup da savaş sırasında kendilerine esir düşmüş olan Müslümanları, ayrı kamplarda toplamışlardı. Bu kamplardaki esirlere iyi muamele ediliyordu. Bunlar için camiler ve okullar inşâ edilmişti.
Almanlar, Müslümanların lideri olan Osmanlılara, Müslüman esirlere karşı güzel davranışlarını göstererek bir cemîle yapmak; esirleri ise Halife’lerinin kendileriyle birlik olduğunu göstererek kazanmak istiyorlardı. Bu maksatla Almanlar tarafından davet edilen hey’etlerin birine Mehmet Âkif de katılmıştır.
Bu gibi faaliyetler, askerî haberalma ve casusluk teşkilâtı olarak çalışan Osmanlı “Teşkîlât-ı Mahsûsa”sı tarafından yürütülmekteydi.

NECİD SEYAHATİ
Mehmet Âkif, 1915 yılının Mayıs ayı ortalarında yine resmen vazifeli olarak, “Teşkilât-ı Mahsûsa”nın başkanı Kuşçubaşı Eşref Bey’in idaresindeki bir heyete katıldı.
Arabistan’ın Necid bölgesine yapılan ve dört buçuk ay süren bu seyahatin hedefi Riyad idi. fierif Hüseyin’in İngilizlerle anlaştığının ve isyan hazırlığı içinde olduğunun anlaşılması üzerine devlete sâdık kalmış olan Necid meliki İbnürreşîd ile kendisinin hükûmet merkezi olan Riyad’da görüşülecekti. Bu görüşme yapılarak fieyh İbnürreşîd’e gerekenler söylenmiş ve yakınlarına gönderilen hediyeler verilmiştir.
Seyahat dönüşünde fiam’a ve Beyrut’a da uğrayan Âkif Bey, 1915 Ekim ayı başında İstanbul’da idi.
Âkif’in fiam’da bulunduğu günlerde orada olan eski talebesi Baha Kâhyaoğlu, Suriye gazetelerinde “fiâir-i İslâm”ın geleceğinin haber verildiğini ve Damaskus Oteli’nde toplanan yüz kadar âlim ve şâirin Âkif Bey’e hürmetlerini sunduklarını, mütevâzı şâirin bu hâlden çok sıkıldığını yazmaktadır.
Bu seyahat sırasında Medine’yi ikinci defa ziyaret etme fırsatını elde eden Âkif, kendisinin en yüksek eserlerinden sayılan “Necid Çöllerinden Medîne’ye” şiirini bu ziyaretin ilhâmı ile yazdı.

VATAN HİZMETİ
İttihad ve Terakki Hükûmeti’nin düşünce ve idare şekline muhalif olan Mehmet Âkif’in resmî vazife kabul ederek Berlin’e ve Necid’e gitmesi, onun, hükûmet ile devleti birbirinden ayrı görebilen vatanseverliğinin bir gereği idi. Vatanın büyük tehlikeler karşısında bulunduğu bir sırada Âkif’in fikir ayrılıklarını mesele yapması düşünülemezdi. Esasen yerine getirdiği vazifenin İttihad ve Terakki Partisi veya siyaseti ile bir ilgisi olmadığı gibi, Teşkilât-ı Mahsûsa da siyâsî değil, doğrudan orduya bağlı millî bir kuruluştu.
Âkif Bey 1925 sonrasında, on yıllık savaştan çıkmış, maddî manevî zayıf düşmüş ülkesine zarar vermemek için, yanlış bulduğu tutumlar karşısındaki büyük ızdırabına rağmen susmayı tercih etmiştir. Ne kadar doğru da olsa, o yıllarda kabul görmeyecek ve fitneye sebep olarak millete zarar verecek bir hareket tarzı, merhumun yüksek şahsiyetinin ve vatanseverliğinin kabul edebileceği bir tavır değildir.

DARÜLHİKME’DE
Savaş sonrasında, halk arasında sarsılmış olan dinî ve ahlakî değerleri canlandırıp korumak için İstanbul’da, fieyhülislâmlık’a bağlı olarak “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” adıyla bir müessese kurulmuştu. 12 Ağustos 1918’de açılan bu teşkilât, zamanın tanınmış İslâm âlimlerini ve fikir adamlarını çatısı altında toplayan, yüksek seviyede, bir “İslâmî, danışma, tebliğ ve irşâd hey’eti” idi.
Mehmet Âkif, Beyrut’ta bulunduğu sırada “Dârü’l-Hikme”ye başkâtip olarak tâyin olunmuş ve dönüşünde vazifesine başlamış, 23 Ocak 1920 tarihinde başkâtiplik üzerinde kalmak üzere âzâlığa da tâyin olunmuştur.
Dârülhikme kurulunca, Meşîhat (fieyhülislâmlık) dâiresinin resmî gazetesi olan, aylık “Cerîde-i İlmiyye” de Dârülhikme’nin başkitâbetine bağlanmıştı. İlk sayısı 1914 Mayıs’ında yayınlanmış olan mecmua, bu bağlanışa kadar kırk dört sayı intişâr etmişti. Elli üçüncü sayısından sonra on beş günlük olan derginin 45 – 58. sayıları Âkif Bey’in idaresinde çıkarılmıştır.
Mehmet Âkif, Anadolu’ya geçerek “Kuvâ-yı Milliye”ye katıldığı anlaşıldıktan sonra “vazifesinden izin almadan ayrıldığı” gerekçesi ile 3 Mayıs 1920’de Dârülhikme’deki vazifesinden azledilmiştir.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:19
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Şubat 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  mehmet-akif-ersoy2.jpg
Gösterim: 5094
Boyut:  71.2 KB
İstiklal Marşı'nın güftekarı, şair ve yazar.

Mehmet Akif Ersoy, 20 Aralık 1873'te İstanbul'da doğdu. Babası Fatih Medresesi müderrislerinden Mehmet Tahir Efendi, Osmanlı Devleti'ne bağlı Arnavutluk'un İpek kazasına bağlı Şuşise Köyü'nden İstanbul'a gelmiş, annesi Emine Cemile Hanım ise Buharalı Mehmet Efendi'nin kızı olarak Samsun'da doğmuştu. Mehmet Tahir Efendi, ona ebced hesabıyla doğduğu yıl olan 1290'a karşılık gelen Rağıf ismini vermişse de çevresi tarafından Akif olarak çağırıldı. Akif dışında bir de Nuriye adında bir kızları bulunuyordu. Mehmet Akif, İstanbul'da Fatih'in Sarıgüzel semtinin Nasuh Mahallesi'nde doğdu. Çocukluğu Osmanlı Devleti'nin "hasta adam" olarak nitelendirildiği döneme denk geldi. 1878 yılında, Akif 4 yaşındayken Fatih'de Emir Buhari Mahalle Mektebi'ne başladı. Burada iki yıl eğitim gördükten sonra Fatih İbtidaisi'ne geçti. Aynı yıl babası ona Arapça dersleri vermeye başladı.

Babasının yazın Emin Paşa'nın çocuklarına ders vermesi sebebiyle Emin Paşa'nın çocukları ile arkadaşlık kurdu. Mehmet Akif, 1882 yılında ilköğretimini tamamlayarak Fatih Merkez Rüştiyesi'ne başladı. Ayrıca Fatih Camii'nde Esad Dede'nin İran Edebiyatı derslerine katılıyordu. Lise eğitiminde Mülkiye'nin İdadi bölümünde başladıktan sonra yüksek kısmına geçti. Kısa bir süre sonra evlerinin yanması ve babasının vefatı sebebiyle okula devam edemeyip sivil veterinerlik okulu olan Baytar Mektebi'ne geçti. Şiirle ilgisi bu dönemde başlayan Mehmet Akif, ilk şiirlerini bu dönemde yazmaya başladı.

22 Aralık 1893 tarihinde birincilik ile mezun olmasından sonra Orman ve Ma'adin ve Ziraat Nezare'Baytar Müfettiş Muavini olarak tayin edildi. 1895 yılında ilk eseri olan 7 beyitlik gazeli "Kur'an'a Hitab", Servet-i Fünun Gazetesi'nde yayınlandı. 4 yıl boyunca Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da görev yaptı. Bu seyahatler Mehmet Akif'in düşünce ve yazın hayatını çok etkildi.

1 Eylül 1898'de 25 yaşında iken Tophane-i Amire veznedarı Mehmet Emin Bey'in kızı İsmet Hanım ile evlendi. Aynı yıllarda Maarif Dergisi'nde ve Resimli Gazete'de şiir yazıları ve Arapça, Farsça ve Fransızca'dan yaptığı çevirilen yayınlandı. 1906 yılında Halkalı Ziraat Mektebi'ne Kitabet-i Resmiye Muallimi ve 1907'de Çiftlik Makinist Okulu'na Türkçe öğretmeni olarak atandı. Ardından bir yıl sonra II. Meşrutiyet'in ilan edildiği dönem İstanbul'da Umur-i Baytariye Dairesi Müdür Muavinliği'ne getirildi. 1908-1910 yılları arasında "Sırat'ı Müstakim" dergisinde yazdığı dönem en ünlü şiirleri "Küfe" ve "Seyfi Baba" yayınlandı.

Kısa bir süre sonra Darülfünun Edebiyat-ı Umumiye müderrisliğine tayin edilen Mehmet Akif, uzun süre bu kadroda kaldı. 1913'te İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdi. I. Dünya Savaşı sırasında bu cemiyete bağlı bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla Almanya'daki Müslüman tutsakların durumunu incelemek üzere Berlin’e gönderildi. Ardından Arabistan ve Lübnan'a gitmiş ve burada batı-doğu ayrımına şahit oldu. İstanbul'a döndükten sonra Darül-Hikmet-i İslamiye'nin başkatipliğine atandı. Miili Mütareke döneminde kurtuluş hareketine destek verdi. Balıkesir'de yaptığı konuşmadan dolayı İstanbul'daki görevinden alındı. Ankara Hükümeti'nin kurulmasından sonra Burdur Milletvekili olarak meclise girdi.

O sırada Maarif Vekili Hamdullah Suphi'nin desteği ile İstiklal Marşı için açılan yarışmaya giren Mehmet Akif Ersoy, 724 şiir arasından yarışmayı kazandı. 18 Mart 1921'de kabul edilen şiir, 1924 yılında Osman Zeki Üngör tarafından bestelenerek "Türkiye Cumhuriyeti'nin Milli Marşı" olarak ilan edildi. Mehmet Akif Ersoy yarışmadan kazandığı 500 lirayı kabul etmeyerek Türk Ordusu'na armağan etti.

Sakarya Zaferi'nden sonra İstanbul'a geldi ancak İslami uyanışçı düşünürlerden olan Mehmet Akif Ersoy, Cumhuriyet'in laik düzeninin oturması sebebiyle Mısır'a gitti.1936 yılına kadar Mısır'da Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. Siroz'a yakalanması üzerine 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya gitti. Hastalığının ilerlemesi üzerine ülkesine döndüve 27 Aralık 1936'da İstanbul'da vefat etti. Mezarı Edirnekapı Şehitliği'nde bulunmaktadır.
Mehmet Akif Ersoy'un en önemli eseri olan "Safahat", 7 kitabtan oluşmaktadır. 1911 yılında yazdığı birinci bölümde osmanlı toplumunun meşrutiyet dönemini; 1912 yılında yazdığı "Süleymaniye Kürsüsünde" adlı ikinci kitapta, Osmanlı aydınlarını işlemiştir. 1913'de Safahat'ın üçüncü bölümü olan "Halkın Sesleri"ni ve 1914 yılında dördüncü bölüm "Fatih Kürsüsünde"yi yazdı. Ardından 1917 tarihli "Hatıralar" ve I. Dünya Savaşı hakkında görüşlerinin yer aldığı 1924 tarihli "Asım"ı yazdı. Son ve 7. bölüm olan "Gölgeler"i 1933 yılında yazdı. Şiirlerinin toplu olarak yer aldığı 7 kitaplık eserine "İstiklal Marşı"nı koymayarak bu eserini Türk Milleti'ne armağan etmişti.
Başlangıcı 1911 olan "Safahat", 1933 yılında tamamlandı. Özmer Ziya Doğrul, Mehmet Akif Ersoy'un kitaplarına almadığı şiirlerini de ekleyerek eseri, 1943 yılında tekrar yayımladı. Ardından 1987 yılında M. Ertuğrul Düzdağ, eseri önceki baskıları arasındaki farkı gösteren yeni bir basımını yaptı. "Kur'an'dan Ayet ve Hadisler" ve "Mehmet Akif Ersoy'un Makaleleri" adlı çalışmaları da ölümünden sonra yayımlanmıştır.

Mesnevi, Hafız Divanı, Güllistan, Fuzuli'nin Leyla ve Mecnu'nu, Victor Hugo, Lamartine ve Emile Zola gibi eserleri okumuş olan Mehmet Akif Ersoy'un eserleri anlatıya ve övgüye dayalıdır. "Sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkmış dini yönü ağırlıkta bir edebiyat tarzı benimsemiştir. Edebiyat dili olarak Milli Edebiyat akımına karşı çıkmış, aruz kullanmıştır. Hatta edebiyatta batılılaşma konusunda Tevfik Fikret ile çatışmıştır.

Ad:  Mehmet Akif Ersoy.jpg
Gösterim: 4539
Boyut:  65.2 KB

ay yildiz

Son düzenleyen Safi; 15 Nisan 2016 23:45
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mart 2006       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İstiklâl mücâdelesinin en çetin bir safhasında milletin duygularını belirtecek bir “İstiklâl Marşı”nın yazılması istenmiş ve böylece, Maarif Vekâleti tarafından bir müsabaka açılmış ve yarışmada birinciliği kazanacak kişiye 500 lira nakdî mükâfat verileceği ilân edilmişti. Yurdun her tarafından 500’den fazla şâir müsabakaya girmişti. Fakat yazılan marşlar, milletin hissiyatına tercüman olacak bir durumda değildi. Mehmed Âkif, marşın ödüllü olmasından dolayı yarışmaya katılmamıştı. Zamanın Maarif Vekili Hamdullah Suphi böyle bir marşın ancak, Mehmed Akif Bey tarafından yazılabileceğine inanmış ve 5 Şubat 1337, Milâdî 1921 tarihinde şu mektubu kendisine yazmıştır:
“Pek aziz ve muhterem efendim, istiklâl marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamaklarındaki sebebin izâlesi için pek çok tedbirler vardır. Zât-i üstadânelerinin matlûb şi’iri vücûda getirmeleri maksadın husûli için son çâre olarak kalmıştır. Asl endîşenizin icâbettiği ne varsa hepsini yaparız...’’
Ad:  mehmet-akif-ersoy.jpg
Gösterim: 3895
Boyut:  45.3 KB
Bu mektubun yazılmasından bir ay bile geçmeden milletin istediği İstiklâl Marşı yazılmış ve kahraman orduya ithaf olunmuştu. Marş, Maarif Vekili Hamdullah Suphi ve arkadaşları tarafından beğenilmişti. Yalnız bu marşın üstadı rencide etmeden Büyük Millet Meclisi’nden nasıl geçirileceği üzerinde düşünülmüştü. Bu sıralarda Maarif Vekâleti’nce seçilen yedi marş da Büyük Millet Meclisi’ne getirilmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 Mart 1337 (1921) tarihindeki toplantısında kararı, Karesi Meb’usu Basri Çantay, Meclis’e gelen marşlardan birinin okunması için bir takrir vermişti. Bu takrir Meclis üyelerinin re’yine sunulmuş ve tasvîb olunmuştur. Marşlardan birinin okunması için Meclis Reisi tarafından, Hamdullah Suphi Bey kürsüye davet edilmiş ve ezcümle şöyle konuşmuştur:
-Arkadaşlar, hatırlarsanız, Maarif Vekâleti son mücâdelemizin ruhunu terennüm edecek bir marş için şâirlerimize müracaat etmiştir. Birçok şiirler geldi, burada yedi tanesi en fazla vasfı hâiz olarak görülmüş ve seçilmiştir.
Hamdullah Suphi, gür sesiyle Meclis’in kürsüsünde İstiklâl Marşı’nı okumuştur. “Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin İSTİKLÂL” mısraları ile bu marş, Meclis üyelerinin şiddetli ve heyecanlı tezahüratına vesile olmuş, salon alkış sesleriyle dolmuştur. Kastamonu Meb’usu Dr. Suad Bey, 12 Mart 1337 (1921) tarihinde Büyük Millet Meclisi Riyaseti’ne, “Riyâset-i Celîle’ye: Müzâkere kifayetini ve Mehmed Akif Bey’in İstiklâl Marşı’nın kabulünü teklif ederim.” şeklinde takrir vermiştir. Takrir Meclis Reisi tarafından oya sunulmuş ve kabul edilmiştir. Böylece Mehmed Âkif tarafından yazılan şiir İstiklâl Marşı olarak ekseriyetle kabul edilmiştir. Kırşehir Meb’usu Müfid Efendi, bu marşın, Hamdullah Suphi Bey tarafından kürsüde tekrar okunmasını, Konya Mebusu Refik Koraltan da milletin ruhuna tercüman olan işbu İstiklâl Marşı’nın ayakta dinlenmesini teklif etmiştir. Bunun üzerine 12 Mart 1337’de (1921) kabul edilen ve kanunlaşan İstiklâl Marşı tekrar Hamdullah Suphi tarafından okunmuş ve marş ayakta dinlenmiştir.

Mehmed Âkif’e niçin istiklâl Marşı’nı Safahât’ına koymadığı sorulduğunda o büyük insan, “O benim değildir. Ancak milletimindir.” diye cevapta bulunmuştu. Akif, 500 lira olan ödülü fakir çocuk ve kadınlara örgü öğretmek, bir geçim sağlamak gayesiyle faaliyette bulunan Darü’l-Nisaiyye’ye bağışlamıştır. Bu büyük insan bu bağışta bulunurken Ankara’nın o yakıcı soğuklarında bir arkadaşının paltosunu dönüşümlü giyerek dışarı çıkabiliyordu.

Âkif denince aklımıza ne geliyor?
İstiklal Marşı’nı pek çoğumuz ezbere biliriz. Ya ötesini... “Çanakkale Destanı’nı, Âkif’in ideal genci Asım’ı, Köse İmam’ı tanıyor muyuz? Hele Kocakarı ile Ömer’in hikâyesini, Âkif’in dilinden okuduk mu hiç? Necid çöllerinde Âkif’le birlikte yürüdük mü? Göğsünü kabarta kabarta İstiklal Marşı’nı dinleyen bir nesil, o eşsiz marşı yazan şairi de yakından tanımalıdır. Doğruluğu, edebi, vefası, cömertliği, kerem ve mertliği ile hep sevilip sayılmış olan Âkif’i tanımamak çok büyük bir kayıptır.
İSTİKLAL MARŞI
Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak
O benimdir o benim milletimindir ancak

Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal
Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celal
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal
Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal

Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım
Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım
Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var
Ulusun korkma nasıl böyle bir imanı boğar
Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış cavanar

Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın
Siper et gövdeni dursun bu hayasızca akın
Doğacaktır sana va'dettiği günler hakkın
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı
Sen şehid oğlusun incitme yazıktır atanı
Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda
Canı, cananı bütün varımı alsın da hüda
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda

Ruhumun senden ilahi şudur ancak emeli
Değmesin mabedimin göğsüne na-mahrem eli
Bu ezanlar -ki şehadetleri dinin temeli-
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım
Her cerihamdan ilahi boşanıp kanlı yaşım
Fışkırır, ruh-u mücerred gibi yerden na'şım
O zaman yükselerek arşa değer belki başım

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal
Ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlal
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:16
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
22 Mart 2006       Mesaj #5
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

HAYATI


İstiklâl Marşı şâiri. 1877 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tâhir Efendidir. İlk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasının vefâtı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayâtı boyunca yabancı dil derslerine ilgi duydu. Fransızca ve Farsça öğrendi. Babasından Arapça dersleri aldı.

Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldı. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulaşıcı hayvan hastalıkları tedâvisi için bir hayli dolaştı. Bu müddet zarfında halkla temasta bulundu. Âkif'in memuriyet hayatı 1893 yılında başlar ve 1913 târihine kadar devam eder.

Memuriyetinin yanında Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn'da edebiyat dersleri veriyordu.
1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedârı M. Emin Beyin kızı ismet Hanımla evlendi.
Âkif okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, dışarda kendi kendini yetiştirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genişletmeye çalıştı. Memuriyet hayatına başladıktan sonra öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sâhasındaki çalışmalarına devam etti. Fakat onun neşriyat âlemine girişi daha fazla 1908'de İkinci Meşrutiyetin îlânıyla başlar. Bu târihten itibaren şiirlerini Sırât-ı Müstakîm'de neşretmeye başladı.

Âkif, yazı ve şiirlerini hiçbir zaman geçim kaynağı olarak görmedi. Buna rağmen onu memlekete tanıtan, halka sevdiren asıl vasfı şâirliğidir.
Ad:  Mehmet-Akif-Ersoy1.jpg
Gösterim: 4120
Boyut:  32.3 KB

Birinci Cihan Harbi sırasında Berlin ve Necid'e (Arabistan) gitti. Çanakkale harbi, onun Berlin seyahati sırasında meydana gelmiş, şâir o günlerin ıstırap ve heyecanını orada yaşamıştır. Şâir, bu iki seyâhatiyle ilgili Berlin Hatıraları ve Necid Çöllerinden Medîne'ye adlı eserlerini yazmıştır. Harbin son senesinde, çok sevdiği dostu İsmail Hakkı İzmirli ile Lübnan'a gitti.
Cihan Harbi 1918'de imzâlanan Mondros Mütârekesi ile nihayete erdikten sonra, galip devletler Türk vatanını parçalamak ve paylaşmak için dört taraftan saldırmağa başlamışlardı. Harpten son derece bitkin bir halde çıkan Türk milleti, vatanını müdâfaa için silâha sarıldı. Âkif, vatan müdâfaasının ehemmiyetini anlatmak için hutbelerle halkı, istiklâlini muhâfaza etmek için savaşmaya çağırdı. Anadolu'da millî mücâdele rûhunun yayılması üzerine, Anadolu'ya iltihâka karar verdi.
İstanbul'dan deniz yoluyla İnebolu'ya çıktı. Oradan Ankara'ya hareket etti. Konya isyanı üzerine Konya'ya gidip, ayaklanmanın bastırılmasında mühim rol oynadı. Sonra tekrar Ankara'ya döndü. Ankara'dan Kastamonu'ya giderek Nasrullah Câmiinde verdiği vaazlar neşredilerek memleketin her tarafına dağıtıldı. Sonra Ankara'ya döndü.
1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti.

Zaferden sonra İstanbul'a geldi. Abbâs Halîm Paşanın dâveti üzerine 1923'te Mısır'a gitti. O kışı Mısır'da geçirip, baharda döndü. Artık her yıl kışı Mısır'da, yazı İstanbul'da geçiriyordu. Halîm Paşa geçimini karşılamayı taahhüt etti. Ertesi yaz İstanbul'a dönünce Diyanet İşleri Riyâseti tarafından Kur'ân-ı kerîmi tercüme etme vazifesi verildi. Âkif yıllarca çalıştı. Sonunda bu konudaki ilmî kifâyetsizliğini anlayarak vazgeçti.

1926 yılından îtibâren Mısır Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur'ân-ı kerîm tercümesiyle de meşgul oluyordu, fakat bu sırada siroza tutuldu. Önceleri hastalığının ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişimiyle geçeceğini zannetti. Lübnan'a gitti. Ağustos 1936'da Antakya'ya geldi. Mısır'a hasta olarak döndü.
Hastalık onu harâb etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. İstanbul'a geldi. Hastanede yattı, tedâvi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığı'ndadır.

Şahsiyeti: Mehmed Âkif'in Sırât-ı Müstakîm ve onun devâmı olan Sebîl-ür-Reşâd mecmuasında çıkan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve şiirleri vardır. Fakat Âkif günümüzün hatta Türk târihinin en önde gelen destan şâirlerinden biridir. Şiirleri edebiyat târihimizde büyük önem taşır.

Şiirlerinde bâzan düşünce, bâzan duygu ön plandadır. Aruzu en güzel şekilde kullanan şâirlerdendir. Şiirlerinde bir taraftan hürriyet, doğruluk, samimiyet, vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî kıymetleri telkin ederken, diğer taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan riyakârlık, münâfıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi fenalıklara şiddetle hücûm eder.
Mehmed Âkif yaşadığı devri bütün genişlik ve derinliği ile şiirlerinde yansıtmaya çalışmış bir Türk şâiridir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Türk milletinin içinde bulunduğu acıları, sevinçleri, ümidleri ve hayal kırıklıklarını manzum bir târih, bir roman, bir hikâye, bir destan havası içinde anlatmaya çalışmıştır. Eserlerindeki kişiler de aydın, cahil, yobaz, züppe, şehirli, dinli, dinsiz, sarhoş, gariban, külhanbeyi vs. gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardır. Çevre olarak da saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri, mevlit cemiyeti, savaş yeri, mahalleler, köhne evlerin odaları, oteller vs. şeklinde yaşadığı devrin bütün husûsiyetlerini aksettiren yerleri seçmiştir. Çalışma tarzı olarak, önce görüp incelemeyi, not ederek veya aklında tutarak ve sonra şiir taslakları kurup, onun üzerinde çalışmayı prensib edinmiştir. Müşâhade ve kompozisyona büyük önem vermiştir. Şiirinde kapalılık yok gibidir. Her şeyi açık açık yazmaya çalışmış, mübhem duygulardan, yüce ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmuştur. Kişilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmıştır. Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist, biçim verdiği değer bakımından parnasçı ve bâzı şiirlerinde de naturalist bir hava içindedir. Şiirlerinde şahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir. Toplumun dertlerini konu edinmiş, onlar adına gülmeye ve ağlamaya çalışmıştır. Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir.

Âkif, ahlâksız edebiyata düşmandır. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanları sevmemiştir. Şiirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alır.
Şiirleri manzum hikâyeler, hitâbet şiirleri, lirik şiirler ve taşlama şiirleri şeklinde sınıflandırılabilir. Bunlardan manzum hikâyeleri sosyal konulu, hitâbet şiirleri didaktik muhtevalı, lirik şiirleri vatanî, millî ve dînî coşkunluklarla dolu, taşlama şiirleri de şakadan hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur.
Mehmed Âkif şiirlerini çoğunlukla kuralsız nazım şekliyle yazmıştır. Vezin olarak yalnız aruzu kullanmış, ama heceye de karşı olmamıştır. Üslûbu, şiirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar. Süse ve yapmacığa kaçmadan yaşayan halk ifâdeleriyle kurulmuş, çekici bir anlatışı vardır. Halk dili ve üslûbunu hemen her şiirinde kullanmasına rağmen, bu konuda en çok muvaffak olduğu eseri Âsım oldu. Bol fiil ve sıfat kullandığı şiirlerinde aşırı sadelikten ve yapma dilden kaçınmış, Servet-i Fününcuların ağır ve cansız lisanından da uzak durmuştur.

Şiirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi bütün anlatım yollarını başarıyla kullanmıştır. Bilhassa muhâvere (karşılıklı konuşma) anlatım yolu onun şiirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmuştur. İç âhenk, daha çok lirik şiirlerinde görünür. Fazla mecaz kullanmaktan kaçınmıştır.

Memleketin sosyal meseleleri, şâhit olduğu elem verici olaylar ve çilekeş Anadolu insanlarının hâlini sık sık şiirlerine konu edinerek ele almış, duygu ve düşüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmiş, çâre için çeşitli teklifler öne sürmüştür. Osmanlı Devletinin Tanzimâtın îlânıyla başlayan, meşrutiyet îlânlarıyla devam eden ve İttihat ve Terakki Partisinin iktidârı zamanında son hadde vardırılan yıkılışa götürücü hareketlerle kısa zamanda târih sahnesinden silinmesi, dünyâdaki Müslümanların ilim ve teknikte Avrupa'dan geri kalmış olması ve başsız kalarak herbirinin ayrı ayrı yollar tutup parçalanmaları karşısında, feryâd edici şiirleri vardır.
Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, şâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şâiridir. İstiklâl Marşı şâiri olması bakımından da "Millî Şâir" ismini almıştır.

Çanakkale Şehitlerine

Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar...
O, rûkü olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Vurulmuş temiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.
Herc u merc ettiğin edvara ya yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyyetler eder istiab.
"Bu, taşındır" diyerek Kabe'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namiyle,
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramiyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına,
Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;
Sen ki; a'sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber

MEHMET AKİF ERSOY
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:16
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
25 Mart 2006       Mesaj #6
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  mae3.jpg
Gösterim: 3321
Boyut:  31.0 KB
Mehmet Akif Ersoy'un Hayatı (1873 - 1936)
İstiklâl Marşı şâiri. Asıl adı Mehmet Ragif olan Mehmet Akif 1873 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tâhir Efendidir. İlk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasının vefâtı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayâtı boyunca yabancı dil derslerine ilgi duydu. Fransızca ve Farsça öğrendi. Babasından Arapça dersleri aldı.
Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldı. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulaşıcı hayvan hastalıkları tedâvisi için bir hayli dolaştı. Bu müddet zarfında halkla temasta bulundu. Âkif'in memuriyet hayatı 1893 yılında başlar ve 1913 târihine kadar devam eder.
Memuriyetinin yanında Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn'da edebiyat dersleri vermiştir.
1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedârı M. Emin Beyin kızı İsmet Hanımla evlendi.
Âkif okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, dışarda kendi kendini yetiştirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genişletmeye çalıştı. Memuriyet hayatına başladıktan sonra öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sâhasındaki çalışmalarına devam etti. Fakat onun neşriyat âlemine girişi daha fazla 1908'de İkinci Meşrutiyetin îlânıyla başlar. Bu târihten itibaren şiirlerini Sırât-ı Müstakîm'de yayınlanır.
1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti.
1926 yılından îtibâren Mısır Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur'ân-ı kerîm tercümesiyle de meşgul oluyordu, fakat bu sırada siroza tutuldu. Önceleri hastalığının ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişimiyle geçeceğini zannetti. Lübnan'a gitti. Ağustos 1936'da Antakya'ya geldi. Mısır'a hasta olarak döndü.
Hastalık onu harâb etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. İstanbul'a geldi. Hastanede yattı, tedâvi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığındadır.
Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, şâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şâiridir. İstiklâl Marşı şâiri olması bakımından da "Millî Şâir" ismini almıştır.
Şairin en büyük eseri Safahat genel adı altında toplanan şiirleri şu 7 kitaptan oluşmuştur:
1.Kitap: Safahat (1911)
2.Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (1912)
3. Kitap: Hakkın Sesleri (1913)
4. Kitap: Fatih Kürsüsünde (1914)
5. Kitap: Hatıralar (1917)
6. Kitap: Asım (1924)
7. Kitap: Gölgeler (1933).
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 3 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 15 Nisan 2016 23:46
HayLaZ61 - avatarı
HayLaZ61
VIP BuGS_BuNNY
5 Mart 2007       Mesaj #7
HayLaZ61 - avatarı
VIP BuGS_BuNNY
MEHMET ÂKİF

Mehmet Âkif’i iki yıl uzaktan tanıdım: Sabahları Beylerbeyi iskelesinden vapura beraber binerdik. 0, Darülfünun şerh-i mütûn Profesörü Ferit Kam'la yan yana otururdu. Bazı üç kişi olurdular: Meşhur Şeyh Muhsin-i Fânî, Hüseyin Kâzım Bey de katılırdı aralarına... Ben, uzak düşmemeğe çalışır , karşılarında bir yere ilişirdim.
Ad:  mae2.jpg
Gösterim: 3685
Boyut:  20.1 KB

Köprüye kadar kendi dünyaları içinde ne tatlı, ne özlü konuşurlardı. Elimde kitap; ama tek sahife çevirmeden, tek satır okumadan bütün uyanıklığımla onları dinlerdim.
Güzeller mihriban olmaz hemen yalvârı görsünler!
Mısraındaki “yalvâr“ ın “yalvarmak” anlamına gelmediğini, bir paranın adı olduğunu, yine böyle bir sabah yolculuğunda üstad Ferit Kam merhumdan duymuştum. Bana söylerken değil, kendi aralarında konuşurlarken!
İki yıl sonra, artık hecenin beş şairinden biri olan ben, nihayet Mehmet Âkif Bey’e de takdim edildim: Büyük şair, güzel insan, iyi dost Mithat Cemal'in zarif evinde. Âkif, boyu ortanın üstünde, siyah çenber sakallı, siyah, dolgun kaşlı, seyrek saçları makine ile kesilmiş, sağlam yapılı bir insandı. Yüzüne bakanın her şey aklına gelebilirdi: Evkaf katibi, Asmaaltında yağ tüccarı, sarığını yeni çıkarmış mahalle imamı, bağ, bahçe sahibi toprak ağası... Ama şair, asla!...
O gün, hiç incitmeden beni imtihan etti. Şiirler okuttu. Ben gittikten sonra, Mithat Cemal'e:
-İyi yazıyor bu oğlan, demiş.
Ondan sonra, bir kere Nureddin Artam'ın havuz başındaki dergâhında beraber bir akşam yemeği yedik. İki kere de yine Mithat Cemal'in apartımanında akşam çayı içtik, o kadar... Sonraki konuşmalarımız hep vapur yolculuklarına, ayak üstü tesadüflere kaldı. Her görüşte, benim hep artan hürmetim, onun hiç eksilmeyen muhabbetiyle karşılaşıyordu.
Âkif'in babası İpek'li Mehmet Tahir Efendi’dir. Köyünde biraz okuduktan sonra İstanbul'a gelmiş, medreseye girmiş, yıllarca çalışmış, dirsek çürütmüş, Fatih dersiâmlarından olmuştu. İçi dışı tertemiz bir insanmış. Onu, başka Tahirlerden ayırt etmek için ”Temiz Tahir Efendi” diye anarlarmış. Annesi Emine Hanım, Buharalı bir anne ile bir babanın kızıdır. Ama, Anadolu'da doğmuştur. Anadolu'da büyümüştür.
Babasını ve kendi çocukluğunu “Fatih Camii” nde şöyle anlatıyor:
Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak,
Vücudu zinde, fakat saç, sakal ziyadece ak,
Mehîb yüzlü bir âdem: Kılar edeble namaz.
Yanında bir küçücük kızcağızla pek yaramaz
Yeşil sarıklı bir oğlan, ki başta püskülü yok,
İmamesinde fesin bağlı sade bir boncuk!
İşte bu yeşil sarıklı püskülsüz yaramaz, yarının büyük şairi Mehmet Âkif'tir .
Âkif şair miydi, değil miydi?.. Onu, Hamit'lerle, Fikret'lerle bir hizaya getirenler de var , edebiyat sınırları dışına sürenler de. ..
Şüphesiz, bir Hamit olmasaydı, hele bir Fikret olmasaydı, hattâ bir Muallim Naci olmasaydı bir Safahat şairi de olmazdı. Bakınız şu mısralara:
Siyeh reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâziler,
Civârından kaçar bulmaksızın bir lâhza istikrar.
Tabiat perde pûş-i zulmet olmuş, hâba dalmışken
O gûya kalb-i nuranîsidir leylin, durur bîdar.
Hâmit değil mi ?... Hattâ yarım Hâmit Faik Âli !... Sonra, rastgele şu mısralar:
Coşkun, koca bir sel gibi, daim beşeriyet
Müstakbele koşmakta verip seyrine şiddet.
Dağlar, uçurumlar ona yol vermemek ister.

Nasıl, bunlar da sanki Âkif'in değil de Fikret'in...
Safahat'tan değil de Halûk'un Defteri'nden dökülmüş !
Ama bu deyiş yakınlığı dışında öyle kocaman bir Mehmet Âkif vardır ki, hiç kimseye benzemez, herkesten ayrı ve yalnız kendisidir ve elbet, elbet, elbet gürül gürül, çağıl çağıl bir şairimizdir. O olmasaydı, Çanakkale dilsizdi :
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i.
Bedr'in arslanları ancak bu kadar şanlı idi!
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem sığmazsın!
Yalnız Çanakkale mi ?... Ya İstiklâl Marşı ?... Otuz altı yıldır , her hafta sonu, bütün memleket ayağa kalkıp onu dinliyor:
Korkma ! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak!
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak,
0 benimdir, o benim milletimindir ancak!

Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın !
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakkın,
Kimbilir, belki yarın, belki yarından da yakın !
Aradan yıllar , yıllar , yıllar geçti. Hâlâ her mısra bir ürpertidir. Bu şiirleri yazan adama şair , hem de büyük şair denmez mi ?
Âkif, Mahalle Kahvesi ile, Küfe’si ile, Seyfi Baba’sı ile ve bunlara benzer manzumeleriyle bir realist şairdir. Ama, çirkinliklere bir sanatkâr mizacının arkasından bakmaz, onu, duygusuz bir fotoğraf makinesi gibi çeker:
Duyuldu bir iri ses, arkasından istiğfar...
Meğer geğirti imiş...
-Pek şifalı şey şu hıyar !
Cacık yedin mi, ne hikmet, hazır hemen teftih...
Evet, şifalı yemiştir...
-Yemiş mi !... lâ teşbih!

Kahvedeki müşterileri yalnız pislikleriyle anlatır:
Al işte: “Beyne burundan gerek demiş de hulûl”
Taharriyat-ı amîkayla muttasıl meşgul !
Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam,
Zemine, daire şeklinde attı bir balgam.
Abanmış olduğu bir yamrı yumru değnekle
Mümâslar çekerek koydu belki yüz şekle !
Hayır , sanatkâr pislikle de oynar. Ama böyle deli pisliğiyle oynar gibi değil, tıpkı kimyager titizliğiyle, kendisi tertemiz kalarak ! ...
Mehmet Âkif Bey’de güzelle çirkin, büyükle küçük yan yanadır. Bu da galiba çok yazmaktan... Bir de, onun, yalnız Allah’ını, Peygamber’ini, vatanını, milletini sevmiş olması, kalbinde başka aşka yer kalmaması, sanırım eksiklerinden biridir.
Âkif, kaba görünüşünün adamı değildi. Zarifti, hazır cevaptı. Bir gün, Neyzen Tevfik'e öğle yemeğine dâvetlidir. Gider. Berbat bir han odası. Sofraya oturmadan önce muslukta elini yıkar. Neyzen havlu getirir. Ama Âkif silmek istemez, havada biraz salladıktan sonra mendilini çıkarır. Neyzen havluda kurulaması için zorlayınca:
-Yoook Tevfik, der, şimdi gıcır gıcır temizledim, kirletemem !
Safahat şairinin damadı Muhiddin Bey ; bir otomobil şirketinin acentesiydi. İş yüzünden her gün o ilden o ile gezip duruyordu. Ona yazdığı mektupta:
“Süpürge bilmecesinden farkın yok. Çat şuradasın, çat burada... Nereye, hangi adrese mektup göndereceğimi bilmiyorum ki...” diyor.
Meşhur bir edibimizin cinsî hayatına dair yüz kızartıcı sözler söylenirdi. Hattâ bu sözleri yalnız başkaları değil, kendisi de söylerdi. Bir gün:
-Yahu, dedi, bu adam kendisine iftira ediyor , övündüğü kadar edepsiz değil !
Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Burdur mebusuydu. 0, ayaklanan Anadolu ile beraberdi. Yer yer kaynaşan isyanlara îmanlı sesiyle karşı koymuştur. Hele Kastamonu'da, Nasrullah Camii’nde verdiği büyük siyasî vaaz bütün gönülleri fethetmisti.
Mehmet Âkif ömrünün son yıllarını Mısır’da geçirmiştir. 0, şapka giymemek için memleketten uzaklaştı derler. Yalan!... Safahat şairini Abbas Halim Paşa dâvet etmişti. Hayalindeki eserleri, hele büyük bir aşk ile yazmak istediği Salâhaddin-i Eyyubî isimli manzum piyesi yaratabilmesi için, geçim zorluğundan uzak, rahat bir hayat hazırlamıştı ona... İşte Âkif'in seyahat sebebi.
Orada, Mısır hükûmeti ona bir vazife de verdi: Üniversitede Türkçe ve Türk edebiyatı profesörlüğü... Mithat Cemal'e yazdığı mektupta:
“İstanbul’da Türkçe’yi ve Türk edebiyatını okutacak Âkif'ler çoktur. Ama ana dilimi ve millî mefahirimizi burada Araplara öğretecek ve sevdirecek başka Âkif bulamayız! “ diyor .
Onu, hastahanede gördüğüm zaman hastalıktan korktum: Yalnız söz meydanının değil, er meydanının da sayılı bir pehlivanı olan dağ adam, erimiş, yorgan altında bir kemik yığını kalmıştı. Değişmeyen yalnız ışık dolu, güzel, canlı gözleriydi.
Ölümü, toprağa götüreceği eserleri yazamamanın hasreti, ama Tanrısına kavuşmanın bahtiyarlığı, vecdi içinde bekliyordu:
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme ilâhî bir avuç toprağını!

CENK MARŞI

ey sürüden arkaya kalmış yiğit
arkadaşın gitti haydi sen de git
bak ne diyor ceddi şehidin işit
haydi git evladım uğurlar ola
haydi git evladım açıktır yolun
zalimlere karşı bükülmez kolun
bayrağı çek ön safa geçmiş bulun
uğurun açık olsun uğurlar ola.

eşele bir yerleri örten karı
ot değil onlar dedenin saçları
dinle şehit sesleridir rüzgarı
haydi git evladım uğurlar ola
haydi git evladım açıktır yolun
zalimlere karşı bükülmez kolun
bayrağı çek on safa geçmiş bulun
uğurun açık olsun uğurlar ola
haydi levent asker uğurlar ola

yerleri yırtan sel olup taşmalı
dağ demeyip taş demeyip aşmalı
sende ki coşkunluğa er şaşmalı
kahraman askerim uğurlar ola
haydi git evladım açıktır yolun
zalimlere karşı bükülmez kolun
bayrağı çek ön safa geçmiş bulun
haydi levent asker uğurlar ola
haydi git evladım uğurlar ola.
Mehmet Akif ERSOY
Son düzenleyen Safi; 15 Nisan 2016 23:47
Pirana Kovalayan Çılgın Hamsi...
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
25 Temmuz 2009       Mesaj #8
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi

Hasta


- Bence Doktor, onu siz soyarak dinleyiniz;
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.
Sade bir nezle-i sadriyyemi illet? Nerede?
Çocuğun hali fenalaştı son günlerde,
Ameliyata çıkarken sınıf on gün evvel,
Bu da gelmez mi? Dedim 'Kim dedi, oğlum sana gel?
Nöbet üstünde adam kaçmalı yorgunluktan;
Hadi yavrum, hadi söz dinle de bir parça uzan.'
O zamandan beridir za'fi terakki ediyor;
Görünen: bir daha kalkınması artık pek zor;
Uyku yokmuş; gece hep öksürüyormuş; ateşin
Oluyormuş biraz dindiği

- Ben zaten işin,
Bir ay evvel biliyordum ne vahim olduğunu
Bana ihtara ne hacet, a beyim. Simdi bunu?
Maamafih yeniden bakalım dikkatle:
Hükmü kat' i verelim, etmeye gelmez acele.
- Çağırın hastayı gelsin.
- Kapının perdesini,
Açarak girdi o esnada düzeltip fesini,
Bir uzun boylu çocuk.. Lakin o bir levha idi..!
Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedi,
Rengi uçmuş yüzünün, gözleri çökmüş içeri.
Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri.
O şakaklar göçerek cepheyi yandan sıkmış;
Fırlamış alnı, damarlarla beraber çıkmış,
Bet-beniz kül gibi olmuş uçarak nur-i şebâb;
O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bitâb!
O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi;
Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi!
Kafa yük gibi kesilip boynuna, çökmüş bağrı;
İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı.
- Otur oğlum seni dikkatlice bir dinleyelim …
Soyun evvelce, fakat …
- Siz soyunuz yok halim!

Soydu bîçâreyi üç-beş kişi birden, o zaman
Aldı bir heykeli uryân-i sefalet meydan
Yok bu kemik külçesinin dinlenecek bir ciheti:
' Bakmasak hastayı nevmid ederiz belki ' diye;
Çocuğun göğsüne yaklaştım biraz dinlemeye:
Öksür Oğlum … Nefes al…Oldu, giyin;
Bakayım nabzına... A’ la... Sana yavrum, kodein
Yazayım, öksürüyorsun, O, keser, pek iyidir…
Arsenik hapları al, söylerim eczacı verir.
Hadi git, kendine iyi bak…
- Nasıl ettin doktor?
- Edecek yok, çocuk artık yola girmiş, gidiyor!

Sol taraftan rienin zirvesi tekmil çürümüş;
Hastalık seyr-i tabiisini almış yürümüş.
Devri salisteki asarı o mel'un marazin Var tamamıyle, değil hiçbir eksik arazin.
Bütün a'raz, sehikiyle, zefiriyle…

- Yeter!
Hastanın çehresi meydan da! İnsanda meğer
Olmasın his denilen şey.. O değil, lakin biz
Bunu ' Tebdil-i hava ' derde nasıl göndeririz?
Surda üç-beş günü var.. Gönderelim Yolda ölür….
' Git! ' demek, hem, düşünürsek ne büyük bir zuldür!
Hadi göndermeyelim.. Var mı fakat imkanı?
Kime dert anlatırız? Bulsan a derdi anlayanı!

- Sözünüz doğru, Müdür bey; ne yapıp yapmalı; tek
Bu çocuk gitmelidir. Çünkü eminim, pek pek,
Daha bir hafta yasar, sonra sirayet de olur;
Böyle bir hastayı gönderse de mektep ma'zur.
- Bir mübaşşir çağırın.
- Buyrun efendim.
- Bana bak:
Hastanın gitmesi herhalde muvafık olacak.
' Sana tebdil-i hava tavsiye etmiş doktor.
Gezmiş olsan açılırsın..' diye bir fikrini sor.
' İstemem! ' de o fakat dinleme, iknaa çalış;
Kim bilir, belki de biçare çocuk anlamamış?

- Şimdi tebdil-i hava var mı benim istediğim?
Bırakın halime artık beni, rahat öleyim!
Üç buçuk yıl bana katlandı bu mektep, üç gün
Daha katlansa kıyamet mi kopar? Hem ne içün
Beni yıllarca barındırmış olan bir yerden.
' Öleceksin! ' diye koğmak? Bu koğulmaktır. Ben,
Kimsesiz bir çocuğum nerde gider yer bulurum?
Etmeyin sokaklarda perişan olurum!
Anam ölmüş babamın bilmiyorum hiç yüzünü;

Sanki atideki mevhum refahım giderek,
Onu çalkandığı hüsranlar, içinden çekecek!
Kardeşim kurduğun amali devirmekte ölüm;
Beni göm hurfe-i nisyana, ben artık öldüm!
Hangi bir derdim için ağlıyayım, bilmiyorum.
Döktüğüm yaşları çok görmeyiniz; mağdurum!
O kadar sa'y-i beliğin bu sefalet mi sonu?
Biri evvelce eğer söylemiş olsaydı bunu,
Çalışıp ömrümü çılgınca heba etmezdim,
Ben bu müstakbele mazimi feda etmezdim!
Merhamet bilmeyen insanlara bak, Yarabbi,
Koğuyorlar beni bir sail-i avere gibi!

- Seni bir kerre koğan yok, bu sözün pek haksız.
' İstemem yollamayın ' dersen eğer, kal, yalnız..
Hastasın..
- Hem Verem'im! Söyle, ne var saklayacak!
- Yok canim, öyle değil…
- Öyle ya herkes ahmak,

Bırakırlar mi, eğer gitmemiş olsam acaba?
Doğrudur gitmeliyim.. Koşturunuz bir araba.
Son sınıftan iki vicdanlı refikin koluna
Dayanıp çıktı o biçare, sefalet yoluna.
Atarak arkaya bir lemba-i lebriz-i elem, Onu teb'id edecek paytona yaklaştı ' Verem'!
Tuttu bindirdi çocuklar sararak her yerini,
Öptüler girye-i matem dökerek gözlerini;
- Çekiver doğruca istasyona ….
- Yok, yok, beni ta,
Götür İstanbul’a bir yerde bırak ki; guraba,
- Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada -
Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada!

Mehmet Akif Ersoy
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:20
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
30 Temmuz 2009       Mesaj #9
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi

Necid Çöllerinde


Yâ Nebi...
Şu halime bak
Nasıl ki bağrı yanar gün kızınca sahranın,
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın.
Hârimi Pâkine can atmak istedim durdum,
Gerildi karşıma yıllarca ailem yurdum.
Tahammül et dediler, hangi bir zamana kadar,
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak,
Önümde durmadı artık ne hanuman ne ocak.
Yıkıldı hepsi, ben aştım diyar-ı Sudan’ı,
Üç ay tihame deyip çiğnedim beyebanı.
Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada,
Yetişmeseydin eğer Ya Muhammed imdada.
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin,
Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin.
İradem olduğu gündür senin iradene râm,
Bir an olsun yollarda durmak bana oldu haram.
Bütün hayakil-i hilkat ile hasbihal ettim,
Leyâle derdimi döktüm, cibali söylettim.
Yanıp tutuşmadan yummadım gözümü,
Nücuma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azab-ı Hecrine katlandım elli üç senedir,
Sonunda anlıma çarpan bu zalim örtü nedir?
Üç beş sineyi hicran içinde inleterek,
Çıkan yüreklere husran mı, merhamet mi gerek.
Demir nikabını kaldır mezarı pâkinden,
Bu hasta ruhumu artık, ayırma hakinden.
nedir o meşale, nurun mu ya Resulallah
Sükûn içinde bir an geçti, sonra kısa bir âh....

Mehmet Akif Ersoy

Nevruz'a


İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz?
Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek.
Lafı bol, karnı geniş soyları taklid etme;
Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek.

Mehmet Akif Ersoy
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:20
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
30 Temmuz 2009       Mesaj #10
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi

Zulmü Alkışlayamam


Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdımı,hatta boğarım!...
-Boğamazsın ki!
-Hiçolmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördümmü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticanın şu sizin lehçede ma'nası bu mu?

Mehmet Akif Ersoy
Son düzenleyen Safi; 10 Mart 2017 22:20

Benzer Konular

16 Ocak 2009 / Misafir Taslak Konular
1 Ekim 2009 / Misafir Cevaplanmış
3 Ocak 2010 / Misafir Cevaplanmış
16 Kasım 2012 / Misafir Cevaplanmış