Arama

Kitap Severler / E-book (ebook) / E-kitap (ekitap) - Sayfa 21

Güncelleme: 3 Aralık 2014 Gösterim: 210.257 Cevap: 232
UmutYavuz - avatarı
UmutYavuz
Ziyaretçi
9 Şubat 2012       Mesaj #201
UmutYavuz - avatarı
Ziyaretçi
Umut YAVUZ tarafından hazırlanmış olan Astral Projection “Kendinizi Geliştirin” adlı e-kitap internet üzerinde en çok okunan ve indirilen Astral Projection kitabı olacaktır, ilk baskı olan bu kitabda Astral Seyahat in nasıl yapılabileceği detaylıca anlatılmıştır, kafanızdaki bütün soruların cevabını yanıtlayacak bu e-kitap sadece 40 MB. E-kitabın içerisinde bir adet’de normalde ücretli satılan Beden dışı deneyim müziği ücretsiz olarak verilmiştir. Bu tür konularda internette her yazana inanmamak, her yayayınlananıda indirmemek gerek. Bu e-kitap fazla uzatılmadan, sadece gerekli bilgiler ile yazılmıştır akıcı bir dil ile yazılmaya özen gösterildi, okurken bunalmamanız için olabildiğince kısa tutuldu.

Sponsorlu Bağlantılar
Bildiklerinizi Unutun !

Bu e-kitap ile bildiklerinizi tamamen unutun, Ruhun bedenden ayrılması, projection esnasında diğer varlıkların size zarar verme olasılığı, projection esnasında bedene birdaha dönememe gibi bütün yanlış bilinenlerden kurtulun ve tamamen yeni bir sayfa açın. Bu e-kitap size bildiklerinizi unutturmak ve doğru yolda ilerlemenizi sağlamak için hazırlanmıştır.

Kitabın içindekiler ;

  • Astral Projection Nedir, Ne Değildir?
  • Astral Projection ve Yanlış Bilinenler Nelerdir?
  • Astral Projection ve Meditasyon
  • Astral Projection ve Gevşeme (başlangıç)
  • Astral Projection ve Gevşeme (bitiş)
  • Astral Projection ve Müzik
  • Astral Projection Nasıl Yapılır?
Kitabın boyutu : 40 MB
Kitabın türü :
Zengin metin belgesi
İçerisinde ek bir adet projection müziği bulunmaktadır.

Kitabı ücretsiz olarak bilgisayarına indir !
Astral Projection 2
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
2 Mayıs 2012       Mesaj #202
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
Kitap Tanıtımı

Sponsorlu Bağlantılar
TEŞKİLAT

Kitap, Mehmetçik'in aziz ruhuna İthaf edilmiştir...

1 Eylül 2007 22.10 Vapuru, Üsküdar
Saat 22.00

"İsmin nedir hanım kızım?"
"Eyzün'dür Baba. Anam, dünyaya gözlerimi açtığım vakit kapamış gözlerini. Eylül'de, hüzünle gelirim diyesi Babam; ismimi Eyzün koymuş."
"Eyvallah kızım!"
"Eylül'de, hüzünlü günümüzde geldin Eyzün. Hoş geldin!"
"Eyvallah Baba!"
Hüsnü Baba, kızın "Eyvallah" sözünden sonra kaşlarını çattı. Sinirlendiği zaman yaptığı gibi sağ elinin baş parmağını diğer dört parmağı ile sıkarak çıtlattı. Eyzün, kusurunu anlayınca boynunu büktü ve sustu.
"Edep dediğin, edebî olmalı ki, güzel ola kızım..."
"Bugün, hemi kadına, hemi erkeğe; edebin kendincesi gerek! Şimdi sorarsın, 'Edebin kendincesi nedir, edebîsi yok mudur?' diye."
"Var tabii... Olmaz mı? Lakin, günün kadını edebin erkekçesini takınmış; günün erkeği edebin kadıncasını giyinmiş. Kadın da edepli, erkek de edepli olmuş amma edepte edep kalmamış..."
"Eyvall..."
"Eyvallah sözü; dilin değil, kalbin zikridir kızım... Kalp dediğinin anlamı Arap lisanında saklı; Kalb etmek; değiştirmek, dönüştürmek demektir. Eyvallah, her gördüğü garipliğe 'Allah Allah' diye şaşırmayı bırakmış kişinin, Allah'ın takdirine boyun büküp teslimiyetini ifade etmek için söylediği kelamdır. Devir, gönlün amelini dilin üslendiği delikanlı devri ya; hoş sözü boş söze çevirenlerin cirit atması da bu yüzden!"
Baba'nın sözleri dilinden tane tane dökülürken; Eyzün, kelimelere ustaca giydirilen mesajları anlayabiliyordu. Konuşmak istiyor, kudret bulamıyordu. Susmak istiyor, Baba'nın gözlerine bakan gözlerini susturamıyordu.
Hüsnü Baba, bakışlarını Eyzün'ün arkadaşına çevirdiğinde, "Öğrenci misiniz hanım kızım?" diye sordu. Baba'nın sorusunu, "Evet efendim" diye cevaplayan genç kız, şaşkınlığını henüz üzerinden atamamış halde, bir Sırrî'nin âmâ gözlerine, bir Baba'nın yüzüne bakıyordu.
"Kitabınız tarih, dersiniz nedir kızım?"
Baba, bu kez kızların elindeki kitaplara baktı. Genç kız, titremekle kekeleme arasında "Avrupa Tarihi" dedi.
"Bizde, Avrupa'nın tarihi fetihle başladı, fetihle bitecekti, değil mi kızım?"
"Anlamadım efendim!"
"Bizans'la Roma'yı söylüyorum kızım..."
"Öyle ya, biz tarihin gerçekleriyle büyümüşüz; siz, gerçekleştirilmiş tarihle... İstersen fazla kurcalamayalım."
Yok hayır, ben çok meraklıyımdır tarihe. Ne demek istediniz?"Demem o ki kızım, siz tarihi hikâye diye okuyorsunuz. İngiliz, his story demiş ya; tam o işte: hikâye!
Hüsnü Baba, derin bir nefes aldıktan sonra hiç konuşmayacakmış gibi başını boynuna doğru eğdi. Birkaç dakika tefekkür edip, yüzünü Topkapı Sarayı'nın olduğu tarafa çevirdi.
"Sırri!"
"Buyur Baba!"
"Gözlerim perdeli, İstanbul'u göremem diye üzülürsün ya evlat! Sana İstanbul'dan hikâye anlatayım, perdesiz gözlerin görmediğine vakıf ol!"
"Eyvallah Baba!"
"Rahmetli dedemden duymuşluğum var: Mehmet, henüz küçük bir çocukken Bursa'da arkadaşlarıyla oyun oynarmış. Çocuklardan birinin adı Hasan, diğerininki Sadık. 'Ben, büyüyünce İstanbul'u alacağım' diyesi Mehmet, arkadaşlarına fetih için söz vermiş. Evvel bu işe inanmayan Hasan'la Sadık, sonraki günlerde, padişah evladı Mehmet'in önünde, 'Sen sefere çıkarsan, biz de orduna katılırız' diye kavilleşmişler."
"Eyvallah Hasan, eyvallah Sadık!"
"Gün gelmiş, Mehmet tahta çıkmış Sırrı! 'Sözüm söz, işim fetih' diyerek, sefer için ferman yazdırmış. Bir gün, yeniçeri destur isteyip, 'Hasan diye biri geldi efendim, Ulubat'tan arka¬daşınız olduğunu söyler' demiş. Sultan Mehmet, çocukluk ar¬kadaşını hemen içeri aldırmış. Hasan huzurda hazır, 'Sadık gelmedi mi sultanımız?' diye sual edermiş: 'Memlekette aradım, benden üç gün evvel yola çıktığını söylediler.'"
"Eyvallah Sadık!"
"Sultan Mehmet, 'Henüz gelmedi' diye cevap vermiş... 'Bugünlerde gelir, sana haber ederim.' Ulubatlı Hasan huzurdan ayrılmış, orduya katılmış. Dünya gözüyle en güzeli görmüş ya, büyük bir aşkla ölümün en güzeline yürümüş."
"Rahmetullahi 'aleyh!"
"Sultan Mehmet, vefat etmeden önce son seferine hazırlanırken, Roma'dan bir mektup almış Sırrı! Mektupta Hıristiyan bir kardinal, 'Efendim, ömrümün son zamanını kendi vatanımda geçirmek dilerim. Beni, İstanbul'da bir kiliseye almanız mümkün mü?' diye ricada bulunmuş. Sultan Fatih çok sinirlenmiş, kardinale emir göndermiş: Göreviniz tamam olmadan asla!"
"Eyvallah sultanım!"
"Mektubu yazan Sadık'tır, Sırrî! Sultan Mehmet, İstanbul'u fethederken Sadık'ı Hıristiyan kimliğine büründürmüş, kiliseye yerleştirmiş. Sadık yükselmiş, yükselmiş, kardinalliğe kadar ilerlemiş. Derler ki, Fatih zehirlenmeseydi de, son seferinde Roma'yı fethetseydi; Sadık'ı Hıristiyan dünyaya papa yapacaktı!"
"Sadık, o günden sonra kilisede bir zincir oluşturmuş Sırrî. Ajanlar yetiştirmiş, papaz diye kiliselere yerleştirmiş. Sultan Abdülhamit'e kadar bu silsile devam etmiş. Sultan Abdülhamit, Sadık'ın mirasını devam ettiren kişiye, kimsenin bilmediği özel bir sandık, sandığın içinde özel bir sancak göndermiş!"
"Eyvallah sultanım!"
Eyzün, arkadaşının gözlerine bakarken, aynı soruyu onun da sormak istediğini anladı. Mahcup bir ses tonuyla "Af edersiniz efendim" dedi... "Anlattıklarınız gerçek mi?"
Hüsnü Baba, olumlu veya olumsuz herhangi bir tepki vermeden Saray'ı izlemeye devam ediyordu.
Eyzün, ayağa kalktı. Yüzünü aydınlatan çocuksu neşe, ayrılma vaktinin gelmesiyle birlikte kayboluverdi. Yüreğini içten içe kemiren sıkıntı, gözlerindeki heyecanı da alıp götürmüş, hüzünlü bir çehre Eyzün'ü esir alıvermişti. Az sonra, ruhunda sıcak rüzgârlar estiren bu mekandan ayrılacak ve kendisine huzur veren şu insanlarla belki de bir daha konuşamayacaktı.
İçindeki Eyzün'le kavgaya tutuşan çok olmuş muydu? Genç kız, henüz anlam veremediği farklı bir hissin kalbini sızlattığını düşünüyor, kabul etmekle direnmek arasında gidip geliyordu. Yüreği, vapurun dalgalar üzerindeki seyrine benziyordu. Gidiyor, geliyordu... Rıhtıma yaklaştığında ise, yine kendi içinden bir güç, onu bütün kuvvetiyle rıhtımdan uzaklaştırıyor du.
Genç kız, Hüsnü Baba'nın elini öpüp birkaç adım geri çekildi.
"Hayırlı geceler Eyzün kızım."
Genç kız, mahzun bir ifadeyle "Hayırlı geceler efendim" dedikten sonra yavaş adımlarla ve fakat sırtını Baba'ya dönmeden yürümeye başladı. "
Eyzün'ün gözyaşından bir damla, el öpmek için eğildiği sı¬rada Baba'nın eline düşüvermişti.Yaşlı adamın her hitabında farklı bir endişeye kapılan genç kız, anlam veremediği o korkuyu yeniden yaşadı. Ürkek bakışlarla "Efendim" dedi...
"Bülbülün güle tavrını ilk anlayan bahçıvandır kızım! Eylül'ün ortasında, uçtuğun yer Boğaziçi, konduğun Göksu olur¬sa; gözün mehtapla, gönlün gül kokusuyla tazelenir."Mehtap gecesi, Göksu'ya gelmesini işaret eden Hüsnü Baba'nın daveti, Eyzün'ün yüzünde güller açmasına yetmişti. Genç kız, içindeki coşkun neşeyle vapurdan ayrıldı.
"Sırrı!"
"Buyur Baba!"
"Ne görürsün evlat!"
"Bir gözümde ateş, bir gözümde kefen var Baba!"
"Yanacak mı, yakacak mı evlat?"
"Yanarsa kefeni yırtıp atar, yakarsa kefene sarar Baba!"
"Vaktinden uzun yanan ateş, ateşi tutan eli yakar Sırrî. Dua edelim, ateşin ömrü uzun olsun!"
"İnşallah Baba!"
……………………………………….
14 Eylül 2007 Boğaziçi, İstanbul
Sesin güzel, gezdiğin mehtapsa...
Hüsnü Baba'nın mehtap vaktini işaret eden davetini büyük bir neşeyle karşılayan Eyzün, o gece yatağına yatmış, fakat geç saatlere kadar uyuyamamıştı. Genç kız, ayın on dördünde, mehtap vakti, endişeyle karışık korkuyla Beykoz sahilinden Göksu'ya yol aldı.
Üç yıldır İstanbul'da yaşamasına rağmen Göksu'ya hiç gitmemişti. Hüsnü Baba'nın iğneli sözlerinden korunmak için; Beykoz, Kanlıca ve Göksu hakkında bulabildiği kitapları satın almış ve iki hafta içinde okumuştu. Mehtap üzerine yazılmış şiirler ile bugüne hatırası kalmış şairlerin hayatlarını da gözden geçirmişti.
Eyzün, mehtap vaktine az bir zaman kala Göksu'ya ulaştı. İçindeki coşkuyu dizginleyemiyor, yavaş ve ürkek adımlarla sahile yaklaşıyordu. Ne olursa olsun, Hüsnü Baba'ya mahcup olmak istemiyordu. "Sakin ol, sakin ol, rahatla" diye mırıldanırken; "Eyzün Hanım!" sözüyle irkildi. Genç kızın yüzü kızardı, elleri ve bacakları titremeye başladı. "Eyzün Hanım, buyurun, aşağıdayız."
Eyzün, sesin geldiği yöne doğru baktı. Hüsnü Baba, Sırrî bir kayığın önünde duruyorlardı. Yanlarında; kendisi¬nin tanımadığı, üstlerindeki kıyafetleri ancak tarih kitaplarında gördüğü garip giyimli beş altı kişi daha vardı. Yine yavaş adımlarla kayığa doğru yaklaştı.
"Hoş geldin Eyzün kızım. Nasılsın?"
"Hoş bulduk efendim..."
Eyzün'ün yüzü kıpkırmızı idi. Elleri titremeye devam ediyordu. "Davetimiz mehtap gecesine idi, sen her geceyi mehtap bilmişsin kızım!"
Eyzün biraz daha utandı, boynunu büktü. Kalbinin sesini ihtiyar adamın duymasından endişe etti.
"Geç yeşermişliğini gördük, âmenna... Tez kızarmayasın diye on gün nadasa bıraktık, lakin sen güneşin peşinde koşmuşsun!"
Hüsnü Baha'nın tatlı üslubuyla söylediği sözler, Eyzün'ün gönlüne saplanıyordu. Genç kız her şeye rağmen yaptığından pişmanlık duymuyordu. "Bu ânı hesap ederek gittim" diye düşündü, "her şeyi göze aldım" diye geçirdi zihninden.
Baba, mesajını verdikten sonra yine Eyzün'ün gönlünü almak istedi.
"Gönlün yanık, gözün bulanık olunca; sesin de buğulu çıkar ya kızım; bugün mehtap nağmeleri senin dudağından dökülsün."
Eyzün, Baba'nın ne demek istediğini anlamadı. İhtiyar adam, kafasıyla "gidelim" işareti verdikten sonra önce Eyzün'ün tanımadığı altı kişi, arkalarından Hüsnü Baba, sonra da Sırrî ve Eyzün kayığa bindiler.
Hüsnü Baba, kürek çeken altı adamı; "süvariler" diye tanıttıktan sonra sırasıyla isimlerini söyledi:
"Cebrail, Mikail, İsrafil, İsa, Musa ve bu da Mehdi'dir kızım."
"Memnun oldum efendim."
Yaşları yirmi beş ile kırk arasında değişen adamlar memnu¬niyetlerini tebessümle ifade ettiler. Genç kız, adamların disiplinine ve küreklerin âhengine hayran kaldı. Kürekler aynı anda sudan çıkıyor, yek vücutmuşcasına birlikte havada takla atıyor ve yine aynı vezin üzere suya dalıyorlardı. Kayık, Göksu'dan denize doğru açıldıktan sonra Anadolu Hisarı'na, ora¬dan da Kanlıca sahillerine doğru aktı.
Hüsnü Baba, eliyle Göksu Deresi yatağını gösterirken, "Eftelya nedir, bilir misin kızım?" dedi.
"Hayır efendim."
"Bugünün insanı bilmez kızım. Eskiden, mehtap vakti geldiğinde, mehtaba has nevaleler hazırlar, ailemizle birlikte bu derede toplanırdık. Sazendeler sazın teline vurup, gezi reisi, "aheste çek kürekleri, mehtâb uyanmasın" dediğinde kürekler suyla buluşur, yol alırdık. Dere yatağı o kadar kalabalık olurdu ki, kürek çekerken bir kayığın küreği diğer kayığın küreğine vururdu. Evvelen Hisar'a, saniyen şimdi aktığımız Kanlıca'ya akar ve sonrasında da Eftelya'yı dinlemek üzere Alamana'nın etrafında toplanırdık.
Alamana dediğimiz, küçük bir sahne. İki tekne Boğaz'ın orta yerinde yan yana getirilir, uzun kalaslar bu iki teknenin üstüne konulmak suretiyle küçük bir sahne oluşturulurdu. İki teknenin birleşmesiyle oluşan bu sahnede saz heyeti saza vurur, Eftelya lakaplı güzel sesli bir bayan mehtap şarkıları okurdu..."
"Ne güzelmiş...'
Eyzün'ün tebessüm ederek verdiği tepkiden sonra, kayığa bineli Boğaz'ı izleyen Hüsnü Baba, bakışlarını genç kızın yüzüne çevirdi:
"Ne, güzelmiş?"
"Şey efendim, yani Eftelya güzelmiş. Keşke bugün de olsa..."
"Evet, Eftelya güzeldi kızım. Lâkin Eftelya bir kişinin ismi değildi. O gün kimin sesi güzel idiyse ona verilen isimdi. Sesin güzel, gezin mehtap olursa; Eftelya sensin kızım..."
Eyzün şaşırmıştı, bir anda bakışlarını Hüsnü Baba'ya çevirdi. Sırrî, Baba'nın sözü biter bitmez yan tarafındaki sazı eline alıp çalmaya başladı. Genç kız susmakta ısrar ediyordu. Sustu, sustu... sonra teslim oldu. Güzel sesiyle, bildiği nağmeleri Boğaz'a serpiştirmeye başladı.
Dün gece mehtaba dalıp hep seni andım Öyle bir an geldi ki, mehtap seni sandım Sevgili, rüyana mı aldın beni bir dem, Öyle bir an geldi ki, mehtap seni sandım...
"Aheste çek kürekleri, mehtap uyanmasın" şarkısına Hüsnü Baba ile birlikte başlayıp
ey gül, sükûta varmayı emriyle bülbüle, gülşen'de mest-ü zevk olan ahbâb uyanmasın
mısraına geldiğinde ilk kez kafasını çevirdi ve kayığın önünden geçmekte olan vapuru izlemeye daldı...
Şarkılar, şiirler ve nağmeler eşliğindeki mehtap gezisinde, Ay'ın Boğaz'a selamı kâh Bebek'ten, kâh îstinye'den alındı. Mehtap sefasının ardından Beykoz'a kürek çeken grup, iki ayrı vasıta ile Beykoz'dan Üsküdar'a hareket etti.

Affetmek, en büyük intikam...
Yaptığı yorumlarla kitabın senaryosuna ve kurgusuna katkıda bulunan İhsan Sönmez'e,
kitabın içeriğini titizlikle inceleyen, yanlış veya eksik bulduğu noktalan düzeltmem konusunda yardımını esirgemeyen Neval Akbıyık'a,kitabın yayınlanması ve dağıtımı aşamasında emeği geçen Timaş Yayınları'nın değerli çalışanlarına samimi gayretleri için teşekkür ediyorum.(Hüsnü Baba'nın Paşalimanın'nda okuttuğu ve Feyzullah Yiğit'in şiiri olduğunu kaydettiğimiz mısralar, İhsan Sönmez'e aittir.)Metin üzerindeki titiz çalışması için T. Erdoğdu'ya, bilgi kaynaklarına ulaşmam için fedakârlıktan kaçınmayan M. F. Sevindi'ye,senaryoyu okuyup eleştirilerini paylaşan S. Uğuz ve M. Ağır'a ayrı ayrı teşekkür ediyorum.Eyzün isminin tespiti ve karakterinin oluşmasında fikirleriyle senaryoya katkıda bulunan Sayın Nuriye Yılmaz'a teşekkür ediyorum.Son cümlede, kitabın ilk sayfasından başlayıp son sayfasına kadar, yazılanları okumak için sabır gösteren kıymetli okuyucudan helâllik talep ederim...Faydalı olamadığım her bir okurdan özür diliyor; o meşhur sözü, bir kez daha hatırlatıyorum: Affetmek, en büyük. İntikam!
Saygılarımla Selman Kayabaşı


TEŞKİLAT
Yazar SELMAN KAYABAŞI
Zonguldak'ın Devrek ilçesinde dünyaya gelen Selman Kayabaşı ilk ve ortaöğrenimini Karabük'te tamamladıktan sonra 2005 yılında Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümünden mezun oldu. Öğrencilik yıllarından itibaren ulusal basın kuruluşlarında gazetecilik yapan Kayabaşı, Türkiye'de çok ses getiren yayıncılık projelerine imza attı. 2005 yılında ilk kitabı Kafkas Ruleti'ni kaleme alarak yazarlık serüvenine ilk adımı attı. iki sene sonra yayınlanan Teşkilat adlı romanı haftalarca çok satanlar listesinde yer aldı. Kitabın tezi siyasetçiler ve tarihçiler arasında tartışmalara yol açtı. Kurtlar Vadisi ve Aynadaki Düşman gibi dizilere ilham kaynağı oldu. İstanbul'da kitap ve senaryo çalışmalarına devam eden yazar, bir taraftan da siyaset ve tarih kitaplarına danışmanlık yapmaktadır.
Yayınlanmış eserleri:
Kafkas Ruleti,Türkiye'nin Gözyaşları,Teşkilat,Muhafız.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen bekirr; 2 Mayıs 2012 14:45 Sebep: yazım hataları
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
3 Mayıs 2012       Mesaj #203
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
Çılgın Olmayan Türk Mustafa Kemal ATATÜRK


Çılgın olmayan Türk: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Bir sabah... Saat 07.00... Bandırma gemisi, limanı olmayan Samsun önünde demir attı. Kalpaklı, avcı kıyafetli bir grup karacı subay ve erat, deniz tutmasından içleri dışlarına çıkmış, yorgun ve halsiz bir şekilde sandalla kıyıdaki ahşap iskeleye çıktı. Bunlardan birisi de Mustafa Kemal'di.
16 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul’dan başlayan yolculuktan üç gün sonra Mustafa Kemal, tayin edildiği askeri müfettişlik görevi için karargâhıyla birlikte karadaydı.Beş milyon kilometrekarelik imparatorluk toprağı kaybedilmiş, 30 milyon nüfus 10 milyona düşmüş, sığınılabilecek tek toprak parçası olan Anadolu ve 600 yıllık imparatorluk başşehri İngiliz, Fransız ve İtalyanlar tarafından işgal edilmişti. Bu cehennem sürecini yaşayan genç kuşak subayların komuta ettikleri ordular terhis edilmişti. Elde az sayıda asker ve silah kalmıştı.Bunun yanında ordu halk nezdinde değerini yitirmiş, tüm başa gelen belaların sebebi olarak görülüyor; cephelerde kanın, ateşin içinden çıkmış subaylara suçlu gözüyle bakılıyordu.
Kaybetmedikleri şeref ve cesaretleriyle genç subay kuşağı, emperyalist dayatmaya karşı, kendi direniş çözümleriyle ortaya çıkmıştı. Tarih 19 Mayıs 1919'du. Kan, ölüm ve ateş çemberinden geçen genç kuşak subaylarından Mustafa Kemal'in büyük Anadolu macerası başlıyordu.
***
İç çatışmaların yoğun olduğu 22 Haziran 1920'de, Yunan kuvvetleri, İngilizler tarafından çizilen ve Milne Hattı denilen Menderes Nehri Havzası'ndan genel hücuma geçti. Bölgedeki gönüllü birliklerden oluşan Kuvay-ı Milliye cephesi yarıldı. Yunanlılar 8 Temmuz'da Bursa'yı, 29 Ağustos günü Uşak'ı, daha sonra Balıkesir'i işgal etti; Eskişehir ve Afyon'u sıkıştırmaya başladı. Ayrıca 20 Temmuz'da Tekirdağ'a çıkarılan Yunan tümenleri, Edirne de dahil, Trakya’yı denetimi altına aldı. Bölgedeki Türk kuvvetlerinin bir kısmı esir düşerken, bir kısmı da Bulgaristan'a sığındı.
Ankara'da meclis ayağa kalktı. Sorumlu aranıyordu. Sorumlu da, kendi içinden çıkardığı hükümetti.
Mustafa Kemal, bir taraftan mecliste oluşan aşırı duyarlılığı mantık sınırlarına çekmeye çalışırken; bir taraftan da Batı Cephesinde ve bütün Anadolu'da, düşman kuvvetlerine karşı durmak ve zafer kazanmak için, düzenli ordunun gerekliliğini ısrarla anlatarak, meclisi bu çizgiye çekmeye çalışıyordu.
****
Doğudaki isyanın bastırılmasından sonra Mustafa Kemal, bir bildiri yayınladı ve yakın zamanda yapılacak değişiklikleri şöyle haber verdi:
"Türkler; Cumhuriyetin korunmasına, vatanın gelişmesine, milletin yükselme yolunda çalışmasına engel olmak isteyenlerin uğrayacakları hayal kırıklığını kesin olarak ispat etmişlerdir. Milletimiz, takip ettiği kuruluş ve çalışma yolunda ilerlemekten başka bir hal kabul edemez." Çağdaş dünyayla birleşmek, onun bir parçası olmak için ona katkıda bulunmak isteyen Türkiye, soyadı kanununu Çıkardı ve 21 Haziran 1934'te, liderine Atatürk soyadını verdi. ikinci adamına ise, İnönü soyadını layık gördü. 27 Kasım 1934'te, geçmiş dönemin paşa, efendi gibi unvanları kaldırıldı. 5 Aralık 1934'te, kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkını tanıyan anayasa değişikliği gerçekleştirildi. 1 Mart 1935'te, Atatürk dördüncü kez cumhurbaşkanı seçildi. 27 Aralık'ta, hafta tatili cumadan pazara alındı.


SON BAKIŞ
Komalar başladı. Üç gün komada kaldı. Kendine geldiği zaman, uyumuş olduğunu söylediler. İkinci bir komaya daha girdi. Bir ara uyanır gibi oldu, son olarak, "Saat kaç" dedi ve tekrar uykuya daldı. Yüzü giderek renk değiştirdi. Hançeresinden gelen hırıltılar arttı. Bir ara gözünü açtı. Hekimine baktı, bakışıyla son nefesini verdi. Tarih 10 Kasım 1938. Saat 9'u 5 geçiyordu. O, Osmanlı Makedonya’sında doğdu. Ona, kitaplarda "Son Makedonyalı" da dendi. Askeri ve siyasal hayatında tüm ihtimalleri düşünen, hesaplı bir devlet adamıydı. Çılgın değildi, fakat tabuları yıkan bir radikaldi.
Bir ülke kurdu ve çok sevdiği, gençliğinin çılgın şehri İstanbul'da hayata veda etti.

****

"Çılgın Olmayan Türk: Atatürk-Makedonya'dan Ankara'ya" kitabını aslında çok satan bir gazete için hazırlamıştım. Ne yazık ki kitap tam bittiğinde, gazetenin başına olmayacak şeyler geldi ve kitap da ortada kaldı. Yıllar sonra Yakamoz Yayınları kitaba talip oldu; tekrar oturdum ve yeni eklemeler yaptım.Ben bir tarihçi değilim; mesleğim gazetecilik; o nedenle bu kitap bir tarihçinin iddialarını ve yöntemini taşımıyor. Aslında bir derleme olan çalışma, Atatürk hakkında bilinmeyenleri değil, bilinenleri içeriyor. Fakat bir farkla...Yazarken bilinenleri, neden ve sonuçlarıyla birlikte, birbirlerinden kopuk değil, birbirleriyle ilişkili hale getirmeye çalıştım. Yaşananların sonuçlarının ne anlama geldiğine dikkat çekmeye gayret ettim.
Bir asker, bir siyasetçi, bir devlet adamı olan Atatürk'ün, bir insan olduğunu da unutmadan onun aşklarını, hüzünlerini, korkularını, tedirginliklerini olabildiğince okurla paylaşmak istedim. O kadar çok "yarı tanrı - yarı insan Atatürk" yazıldı ve çizildi ki, ayakları yere basan "insan Atatürk"e çok ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Kolay okunan ve sürükleyici olmasına dikkat ettiğim bu kitap, Atatürk'e vücut veren toplumsal ve tarihi iklimle birlikte, onun tüm yaşamını içeriyor. Bu kitabın ortaya çıkmasında bana verdiği destek ve teşvik için, gazeteci dostum Doğrul ÖZKORAY’ a teşekkür etmeden geçemeyeceğim. Umarım kitabı okurken zevk alırsınız...İyi okumalar ve sağlıklı tartışmalar...M.YÜKSEL ÖZBEK



Yazar:M.Yüksel ÖZBEK
1948 Çat doğumlu olan M.Yüksel Özbek, evli ve üç çocuk babasıdır. Mesleği gazeteciliktir. Şimdiye kadar Milliyet, Güneş, Radikal, Gündem, Akşam,
Duvar ve Merhaba gibi gazetelerde ajans editörlüğü, yöneticilik, muhabirlik ve yazı işleri üyeliği yaptı. Aktüel, Panorama, Turkuvaz,
TÜRSAB Dergi gibi dergilerde muhabirlik; Kanal 7 TV'de Odak adlı haber programının içeriğini hazırladı ve sunumunu yaptı.
Yüzyıl ve Binyıl gazetelerinin Pazar eklerinde yazdı. Superonline'a bağlı Süper Haber ile birlikte internet gazeteciliğine başladı;
bianet.org ve kenthaberler.com'dan sonra halen nethaber.com.tr'de haber koordinatörlüğü yapıyor.
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
4 Mayıs 2012       Mesaj #204
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
OD

Yazar: İskender PALA


"Bir garip ölmüş diyeler Üç günden sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar Şöyle garip bencileyin"
Bizim Yunus'un aziz ruhuna!..

MOLLA KASIM
1320, herhangi bir gün:
Her şeyi bildiğimi zannettiğim zamanlar da artık geride kaldı. Ne var ki, eski bilgiçliğim ağır bir bedel ödememe sebep oldu ve bu yüzden tarih benim adımı "her şeye karışan çokbilmiş bir ukala" olarak kaydetti. Oysa size anlatacağım günün hikâyesinden sonra hayata ve eşyaya bakışım değişmişti. O günden sonra bildiğimi unuttum, unutarak yeniden bildim.
Bilgi ile hikmetin, malumat ile irfanın ayrımına vardım ve geri kalan hayatımı asla bilgiçlik taslayarak yaşamadım.
Adım Kasım. Talebelik yıllarımdan kalma lakabımla bana Molla Kasım derler.
Hayatım boyunca hep çok şeye sahip olmayı değil, az şeye ihtiyaç duymayı istemişimdir.
Zenginliğim ilim yolundan olsun diyerek ilmin peşine düşenlerdenim. Şimdi anlatacağım şeyleri yaşamamış olsaydım,
Bizim Yunus'u anlatan bu kitap size ulaşmayabilir, bunun yerine Bizim Yunus'un iki bin kadar şiirini daha okuyor olabilirdiniz.
Evet, ben suçluyum!.. Kendimi Yunus'a adamış biri olarak bu suçumu affettirebileceğimden de şüpheliyim.
Çünkü bütün yazacaklarım, bir zamanlar yırtıp yaktığım veya ırmağa attığım bir tek şiirin bir tek mısrası bile etmez.
O şiirler ki Yunus demişti, elbette onların tek bir mısrası benim bir cilt dolusu sayıklamalarıma bedeldir.
On yıl Şam, üç yıl Isfahan ve altı yıl da Konya medreselerinde okudum. Fıkıh ve hadis ilmiyle meşgul oldum.
O yıllarda Anadolu’nun her yanında pıtırak gibi bitiveren tarikatlar, oldum olası asabımı bozardı.
Bir adamın şeyh sıfatıyla çıkıp ‘İslam’ı şöyle yaşayın Allah’ı böyle anın!’ diye kurallar koymasını da, o şeyhin öldükten sonra bölünen tarikatını ve kurallarını da insanları aldatan birer tuzak gibi görür, bunların şeriat ilmiyle de, Kur’an ile da alakaları yok diye düşünürdüm.Hafız idim, çok kitap okur, her okuduğum kitabı Allah’ın Kitabı’yla tartar, eksiklerini bulursam kaldırır atardım. Konya'da Müderris Fazlullah Efendi diye birisinin "ilmi fıkıh" adı altında Kitab'a aykırı şeyler anlattığını duydum.
Ona haddini bildirmek üzere Söğüt'ten yola çıkmış, Konya'ya gidiyordum. Sakarya Suyu kenarında bir çeşme başında azıcık oyalandım. Hemen yan tarafta üstü açık bir türbe ile birkaç kabir vardı. Birisi kötü bir yazı ile "Burada Turakçın Baba ile erenlerden birkaç yoldaşı yatar.!" diye yazmıştı. Kim ola ki diyerek bir Fatiha okudum. Mekânın ruhaniyeti var gibi geldi bana. Hani insanı kuşatıp sarıveren bir ruhaniyet. Biraz rahatlamaya, ferahlamaya ihtiyacım olduğunu düşündüm. Sonbahar rüzgârları esiyordu. Kendime siperli bir yer bulup eşyamı yerleştirdim ve oltamı çaya saldım.
Birkaç çalı çırpı yaktım. Bir yandan ısınıp, bir yandan tutacağım balıkları pişirecektim. Sonra aklıma geldi.
Akşam yolda yarı çıplak, saçı sakalına karışmış meczup bir derviş, yağmurun altında elime bir tomar kâğıt tutuşturmuş,
"Bunu sana gönderdi gönderen, oku bakalım!" diyerek kaçıp gitmişti. Yağmur çok şiddetliydi ama dervişin açık elindeki tomara bir damla bile düşmemişti.
Hayret etmiştim. Tabii hızla elinden alıp torbama attım. Bırakınız içinde ne var diye bakmayı, o anda başlığını bile okumaya fırsatım yoktu. Şimdi aklıma gelince pek sevindim. Oltama balık vurasıya kadar beni eğlerdi. Torbadan çıkardım.
Üst üste konulup katlanmış el ayası büyüklüğünde kâğıtlarla tomarlaşmıştı. Her kâğıt parçasının iki yüzünde birer şiir yer alıyordu. Tomarın tamamının şiir olduğunu görünce neşem arttı. Gönderen her kim ise benim neleri okumaktan hoşlandığımı biliyor olmalıydı.Baş sayfada "Hazâ Divanı Derviş Yunus" yazılıydı. Bu Derviş Yunus kimdi, bilmiyordum. Mısralara bakınca usta bir şair tarafından tertiplenmiş olduğunu
anladım. Hem yazı güzeldi, hem de şiirler parmak hesabıyla pek okkalı duruyordu. Başladım okumaya.
"Sensiz yola girer isem / Çarem yok adım atmağa // Gövdemde kuvvetim sensin / Başım götürüp gitmeğe".
Güzel bir şiirdi. Allah’ın birliği üzerine sağlam bir iman eseri olduğu belliydi. Şairine aferin okuyup geçtim ikinci şiire.
Ama hayret!.. İkincisi sofilerin hezeyanlarına benziyordu. İnsanları Kuran’dan uzaklaştırıp başka yollar aramaya itecek bu tür safsatalara tahammül edemezdim.Öfkelendim. Kâğıdı tomarından çıkardım, avucumda buruşturup ırmağa attım. Üçüncü şiir gözüme daha da kötü göründü. Şairine, kâtibine, hatta kâğıdını hazırlayana lanetler okuyarak "Cehennem ateşinde yanasıcalar!" bedduasıyla onu da alevleri kabaran ateşe attım.
Üçüncü şiir aşktan bahsediyordu: "Aşk davasın kılan kişi / Hiç anmaya hırs u hevâ / Aşk evine girenlere / Ayrık ne meyi ü ne vefa". Tam onu da yırtıp suya atacaktım ki "aşk" kelimesiyle "din" kelimesini değiştirmek geldi aklıma. Baktım, bu şekliyle şair doğruyu söylemiş, ama ne hikmetse dinin adını aşk koymuştu. Onu tuttum. Sonraki şiiri beğenmedim, suya, bir sonrakini ateşe.Böyle böyle sayısız şiirler okudum. Kimini tuttum, kimini attım. Bu arada oltama kaç balık takılıp kurtuldu, ateşe kaç odun daha verdim hiç bilmedim. Kuşluk vaktinde oturmuştum, ikindi olmak üzereydi. Kalkıp aceleyle öğle namazını kıldım. Allah beni affetsin Bütün namaz boyunca zihnimde yine şu Yunus denen adamın şiirleri dolanıp durdu. Herhalde bu onun gerçek adıydı.
Çünkü mahlasa benzemiyordu. Yine de onun hesabına üzüldüm. Zavallı, dünyaya eser bıraktığını zannediyordu
ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan, sonunda hiç yaşamamış gibi ölen adamlardan bir farkı yoktu. Şiirlerinin çoğu sûfî zırvalarından ibaretti.
Namazdan sonra oltamı yokladım. İrice bir balık vardı ucunda. Kim bilir ne zaman takılmış ve çırpına çırpına ölmüştü. Şiirlerle oyalanırken hayli
zaman geçmiş, iyiden iyiye acıkmışım. Balığı temizleyip bir söğüt dalına geçirerek ateşe koydum. Ama aklım yine şiirlerdeydi.
Balık pişedursun, tomarı elime aldım. İlk şiiri başladım okumaya. Fakat o da ne? Neler söylüyordu bu adam? Allah'ım!..
"Ben dervişim diyene / Bir ün edesim gelir // Tanıyuban şimdiden / Varıp yetesim gelir; Sırat kıldan incedir / Kılıçdan keskincedir /Varıp onun üstüne / Evler yapasım gelir." Bu kadarına vurulmuşken son beyit kanımı dondurdu:
"Dervîş Yunus bu sözü / Eğri büğrü söyleme // Seni sîgaya çeker / Bir Molla Kasım gelir"
Tomarı elimden atıp secdeye kapandım. Bu adam benim adımı nereden bilmişti? Gönderen bir tomar şiir değil, bir dehşet göndermişti besbelli. Tevbe ediyor ve ağlıyordum. Ağladığım iki sebeptendi; ilki o güne dek tarikat ehline hor bakmış olmam; ikincisi de o şiirleri ateşe ve ırmağa atmış olmam.
Birinci pişmanlığımdan geri dönebileceğime seviniyordum; lakin ikincisini neyle telafi edebilirdim ki?!..
İki bin kadar şiiri ahmakça yok etmiştim. Bu Derviş Yunus her kim ise bana çok şiddetli bir şamar vurmuştu. Kederim büyüktü.
****
TAPDUK SULTAN
Daha evvel "gönüller sultanı" diye gözümün önünde beliren yüzü. Demek benden haberdardı ve beni yönlendirmişti. Demek erik de, üzüm de, ceviz de aslında oydu.
Eğer öyle ise derdim de dermanım da, suçum da fermanım da onun elindeydi. Dilim tutulayazdı. Başımı yere eğdim. Göz göze gelmeye tahammül edemeyeceğimi düşündüm. Kurbanlığa hazır olduğumu hissettim. Sanki bacaklarım birbirine dolanıyordu:
"Ne kadar geciktin Yunus? Hey Aslanlı yadigarı!"
"Aaaslanlı Hacı Be Bektaş hühünkârımın selamını gegegetirdim efend..."
"Aslanlı yadigarı! Sen ne kadar dünya kokuyorsun?!"
Bu sözden alınmalı mıydım; dünya koktuğum için beni azarlamış mıydı, kestiremedim. Elleriyle başımı tuttuğunda anladım gözlerinin görmediğini.
Parmaklarını yüzümde gezdirdi. Tanımak istediği herkese böyle yaparmış. Sonra iki omzumdan tuttu. Bütün yorgunluğumun bedenimden akıp gittiğini hissettim.
O da bunu hissetti zannederim:
"Var hizmet et, emek yetir, nasibini al!"
"Ne hizmet var ise yapalım efendim!"
"Hele bak, ne eksikse; dağdan odun getir, kuyudan su!"
Beni her şeyimle teslim aldığını hissetmiştim. İrademi elimden eline verdim. İçimdeki kavgaların sükûna varacağını anladım.
Huzurundan ayrılmak için hareketlendiğim sırada "Aslanlı yadigarı!" dedi beni kabul ettiğini ima eden bir sevecenlikle,
"Yanlış olan, zor olan, hüsrana götüren kulun hata yapması değil, hatada ısrar etmesidir. Allah'ın bir değil, bin tövbe kapısı vardır.
Senin de amel defterini dürdükleri bir günün geleceğini sakın unutma. Azrail canını alır, zaman şanını unutturur, kara toprağa tenini karacakları gün olur.
Var işini doğru yap, bu dergâhta adını güzellikle andır. Özünü tevhide uydur, yüzünü Mevla'ya döndür. Kimseye razını açma, iven davranma,
özünü tevhide tapşır, bedenini dergâha bağışla."

**********

İSKENDER PALA
1958, Uşak doğumlu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni bitirdi (1979).
Divan edebiyatı dalında doktor (1983), doçent (1993) ve profesör (1998) oldu.
Divan edebiyatının halk kitlelerince yeniden sevilip anlaşılabilmesi için klasik şiirden ilham alan makaleler, denemeler, hikâyeler ve gazete yazıları yazdı.
Düzenlediği Divan Edebiyatı seminerleri ve konferansları geniş kitleler tarafından takip edildi.
"Divan Şiirini Sevdiren Adam" olarak da tanınan İskender Pala, Türkiye Yazarlar Birliği Dil Odülü'nü (1989),
AKDTYK Türk Dil Kurumu Odülü'nü (1990), Türkiye Yazarlar Birliği İnceleme Odülü'nü (1996) aldı.
Hemşehrileri tarafından "Uşak Halk Kahramanı" seçildi.
Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk, Katrei Matem ve Şah&Sultan adlı romanlarının baskıları yüz binlere ulaştı, pek çok ödül aldı.
Türk Patent Enstitüsü tarafından marka ödülüne layık görüldü ve adı tescillendi.
Evli ve üç çocuk babası olan Pala, halen İ. Kültür Üniversitesi öğretim üyesidir.

***

OD'u yazarken pek çok kişiden teşvik ve yardım gördüm.
Yunus hakkında bir roman fikrini ilham ile beni ikna eden aziz kardeşim Sabri Koz ve sevgili oğlum Alperen Ahmed'e;
Çalışmam sırasında Yunus Emre Köyü (Sarıcaköy/Sarıköy) seyahatimi kolaylaştıran değerli dostlarım Nabi Avcı, Mehmet Kılıçlar ve Burhan Sakallı'ya;Yazdıklarımı okuyarak kıymetli eleştiri ve görüşlerini benimle paylaşan İsmail Gülal, Aliye Akan, Elif Dilasa ile Emin Köse ve Hilye Banu ile Melih Gülseren'e;
Satırlarımı tarihi açıdan inceleyip kıymetli eleştirilerini esirgemeyen değerli bilim adamı Haşim Şahin'e;
Yunus Emre üzerine yaptığı çalışmalar ve yayımladığı külliyat ile Türk kültürüne büyük hizmetleri dokunan ve kitabımı okuyup
tasavvufi eksiklerini gideren değerli bilim adamı Mustafa Tatcı'ya;
Romanın ortaya çıkması için gayretle çalışan Kapı Yayınları çatısı altındaki dostlarıma;
Ve nihayet, yazdıklarımın her zamanki ilk okuyucusu ve ilk eleştirmenim, hayat arkadaşım F. Hülya Pala'ya teşekkür ederim.



BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
7 Mayıs 2012       Mesaj #205
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
İSTANBUL HATIRASI

Yazar: Ahmet ÜMİT

Sevgili arkadaşım Ali Taygun'un değerli anısına...



"Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul..."
Yahya Kemal


Byzantion Kral Byzas'ın Efsanevi Kenti

Tanrı, Kral'a bakıyordu. Kutsanma töreniydi: Şükran günü, bedel anı, saygı zamanı. Tanrı kutsal bir armağan olarak sunmuştu bir kartal başı gibi
denize uzanan bu güzel ülkeyi onlara. Hemen söze başlamalıydı. Daha fazla beklemek olmazdı.
"Ey Poseidon," diye gürledi, itaatkar bir sesle. "Ey denizlerin, yer sarsıntılarının, atların tanrısı. Ey Kronos ile Rheia'nın oğlu, ey Zeus'un ve Hades'in
kardeşi. Ey ölümsüzlerin en güçlüsü. Ey en güçlülerin ölümsüzü. Sana binlerce şükür. Sana binlerce saygı. Sana binlerce sevgi.
Sen ki bizi kendi çocukların gibi sevdin, sen ki bize acıdın, bize şefkat gösterdin, bizi savundun. Biz de sana şükranlarımızı, bu boğayı kurban ederek
sunmak istiyoruz. Lütfen adağımızı kabul et. Lütfen bugüne kadar yaptığın gibi bundan sonra da bize acı, bizi koru, bizi gözet.
Lütfen öteki tanrıların da bize acımasını sağla. Çünkü sen bizi en çok sevensin. Çünkü sen güçlüsün. Çünkü sen adilsin..."
Tanrı sanki bu sözleri duymamış gibi ateş saçan gözlerle bakmayı sürdürüyordu bu genç ülkenin genç kralı Byzas'a. Kral hiç üzülmedi Tanrı'nın bu kayıtsız
tavrına. Saygısını zerrece yitirmeden diz çöktü, boyun eğdi, selam verdi. Sonra usulca doğruldu, hedefinden emin bir savaşçı gibi, dört askerin güçlükle zapt
ettiği siyah boğaya yöneldi. Boğa kendisine doğru yürüyen Kral'dan önce kılıcını fark etti.Askerleri de sürükleyerek bu cendereden çıkmaya çabaladı.
Ama dört savaşçı izin vermedi ona, sımsıkı sarıldılar güçlü hayvanı tutan iplere.Tanrı, Kral Byzas'a bakıyordu. Byzas, usulca boğaya yaklaştı.
Kral'ın kokusunu alan boğa daha çok sinirlendi, öfkeyle burnundan solumaya başladı.
Kral, keskin, enli kılıcının kabzasını yeniden sıkı sıkıya kavradı. Boğaya doğru bir adım attı. Elindeki kılıcı, alttan boğanın gırtlağına çaldı.
Kan, kâhinin tuttuğu çanağa fışkırırken boğa birden acıyla irkildi, bütün gücüyle ileri atılmak istedi. Eğer boş bulunsalar dört askeri de peşi sıra
sürükleyip kanını etrafa saçarak takati tükenene kadar kaçacaktı ama kaslı kollar yine izin vermedi. Hayvan kısa sürede gücünü yitirdi, önce titreyen
dizlerinin üzerine çöktü, sonra gürültüyle sağ yanına yıkıldı.
Tanrı, Kral'a bakıyordu. Kral artık umursamıyordu Tanrı'yı; üzerine sıçrayan kanın etkisi mi, kadim bir güdü mü bilinmez, bakışları az önce öldürdüğü boğaya
takılı kalmıştı. Boğanın gözleri artık öfkeli değildi, sadece şaşkındı, bir parça da mahzun. Kral pişman değildi yaptığına, görevini yerine getirmiş birinin
huzuru vardı yüreğinde ama nedense, o da bakışlarını kurbanının donuklaşan siyah gözlerinden bir türlü alamıyordu.
"Adamı Atatürk'e kurban mı ettiler diyorsun?"
Kurbanın siyah gözleri, Atatürk'e takılıp kalmıştı. Elli yaşlarında gösteriyordu; kolları yukarı uzatılmış, avuç içleri birbirine bakacak şekilde,
elleri naylon iple bileklerinden bağlanmıştı, iki yana açılmış ayakları deniz yönüne çevriliydi.
İnce, kırçıl bir sakalın süslediği çenesi göğsüne düşmese, muhtemelen adamın ölümüne neden olan boğazındaki derin kesiği rahatlıkla görebilecektim.
Bu tür manzaralarla defalarca karşılaşmış olmama rağmen, daha sabahın ilk saatleri olduğundan mı, yoksa artık yaşlanmaya başladığımdan mı bilinmez, nedense,
cesede bakmak canımı sıktı. Rengi giderek açılan denize döndüm.İki çilekeş şehir hatları vapuru, denizin iki ağır işçisi, usulca kıpırdanan maviliğin üzerinde
köpükten şeritler bırakarak hemen önümden geçtiler. İnce bir esinti vardı Sarayburnu'nda. Süt mavisi bir aydınlık. Ortalık mis gibi deniz kokuyordu.
Arkamızda, asfalt bir yolla ayrılan sarayın eteklerindeki ağaçlar çiçeğe durmuştu çoktan. Eski güzel günleri anımsar gibi oldum, çocukluğumun İstanbul'unu.
"Bu bir rastlantı mı?"
Ses küçük meydanda hafifçe yankılandı, denizin kıpırtıları arasında yitip gitti. Sesin sahibi bizim delişmen Ali'ydi, gözlerini Atatürk'ün tunçtan heykeline
dikmişti. Soruyu kime sorduğu belli değildi, Zeynep benden önce davrandı.
"Neymiş o rastlantı olan?"
Önemli bir ayrıntıyı mı kaçırdım endişesi vardı güzel yüzünde. Ali, elindeki cızırdayan telsizle Atatürk anıtını gösterdi.
"Kurbanın, diyorum, böyle heykelin önüne bırakılması." Soru dolu gözlerini bana çevirdi. "Ne diyorsunuz Başkomserim, bu bir rastlantı mı?"
Yanıtı bilmiyordum, heykele yaklaştım. Sivil giysiler için¬deki Mustafa Kemal, elleri belinde, gözleri mavi sularda, derin düşüncelere dalıp gitmişti.
Benden ses çıkmayınca, "Ne yani," diye sürdürdü tartışmayı Zeynep. "Adamı Atatürk'e kurban mı ettiler diyorsun?"
"Olamaz mı?" Sıradan bir olaydan bahsediyor gibi sakin çıkmıştı Ali'nin sesi. "Ne manyaklar var bu memlekette..."

*****
"Hem sanılmasın ki Fatih Sultan Mehmed Han artık uzaklardadır. Hayır, o hiç terk etmedi bizi. Onun mübarek ruhu, bu ibadethanede her zaman bizimle
birliktedir." Sesinin inançla titrediğini fark ettim. Gözleri nemlenmiş, heyecandan alt dudağı hafifçe sağa çekmeye başlamıştı. "O büyük insanın gül kokulu
nefesi hep ensemizde, gölgesi üzerimizdedir. Sabah namazında minareden ezan okuyan birçok müezzin arkadaşımız, onun selviler arasından yükselen siluetini
görmüşlerdir kaç defa..."Yüzümdeki ifadeyi gizleyememiş olacağım ki, "inanmıyorsunuz, değil mi?" diye yazıklandı. "Size kızmıyorum, bizzat gözlerimle
görmeseydim, ben de inanmazdım. Evet, gözlerimle gördüm... Tıpkı şu anda sizi gördüğüm gibi. iki sene önce bir ramazan günü, o muhteşem sultan, kendi
suretiyle belirdi gözlerimin önünde."
Yalan söylemiyordu, içten görünüyordu. Belki de bir halüsinasyon görmüştü de gerçek sanıyordu. Ne olursa olsun, kendisini ilgiyle dinlememi sağlayacak kadar
etkilemişti beni. Adamın bir adım gerisinde duran Zeynep'e baktım, onun da güzel yüzünde bir merak esintisi vardı. Sözlerinin üzerimizde yaptığı etkiyi fark
edince, az önce yaşadığı yabancılıktan kurtulur gibi oldu, sanki daha bir iştahla anlatmaya koyuldu.
"Sabah namazından önceydi, camide hiç kimse yoktu. Teheccüt namazı için erkenden girmiştim camiye. İbadetimi tamamlayıp, abdest tazelemek için dışarı
çıkacaktım ki, caminin içinde bir ışık gördüm. Işık o kadar güçlüydü ki, gözlerim yanacak sandım. Ama saniyeler geçtikçe alıştım. Ve ışığın ortasında
birinin durduğunu fark ettim. Dikkatli bakınca, bu kişinin Allah'ın sevgili kulu, Fatih Sultan Mehmed Han olduğunu anladım. Minberin hemen önündeydi.
O kartal burun, o ince sakal, o kendinden emin yüz. İpekten bir seccadenin üzerinde diz dökmüştü. Seccade yerden bir metre yüksekte, boşlukta Öylece
duruyordu. Ben de öylece kalakaldım olduğum yerde, sonra bu mübarek ruhu rahatsız etmemek için sessizce çekildim huzurundan. Önce kimselere anlatamadım
gördüklerimi. Sonra o zamanki başimam Sadık Hoca'ya gittim. Bir bir anlattım başıma gelenleri. Ama endişeliydim, beni eleştirecek, uykunu almamışsın,
gözlerin açık rüya görmüşsün diye alay edecek sandım, yapmadı.
'Tam olarak nerede gördün hünkârı,' diyerek heyecanla sürükledi beni caminin içine. Ben de ulu hakanı gördüğüm yeri gösterdim.
'Emin misin?' diye sordu ısrarla. 'Tam minberin önünde gördüğüne emin misin?'
Emindim, yemin bile ettim. İnandı bana.
'Sultanın mezarı o minberin altındadır,' diye fısıldadı kulağıma. 'Demek biz faniler çekilince çıkıp Allah'ına niyaz ediyor.'
Benim bildiğim, ulu hakanın mezarı işte şu dışarıdaki türbedeydi. Türbeyle caminin içindeki minber arasında metrelerce uzaklık vardı.
'Bir yanlışlık olmasın hocam... Türbe dışarıda, minber caminin içinde...' diyecek oldum, bana Ekrem Koçu adındaki bir zatın romanından okuduğu şu hikâyeyi
aklında kaldığı kadarıyla nakletti.
'II. Abdülhamit devrinde bir yıl Fatih semtini seller bas¬mış. Yağmur mu çok yağmış, borular mı patlamış, işte neyse, evler, dükkânlar, camiler, sokaklar
sular altında kalmış. Semt halkından bazı kişiler geceleri rüyalarında Fatih Sultan Mehmed'i görür olmuşlar. Farklı farklı insanların rüyalarına giren
ulu hükümdar, "Boğuluyorum... Beni kurtarın," diye feryat figan ediyormuş. Rüyayı görenler, kahvehanelerde, pazarlarda, sultanın halini anlatmaya başlayınca,
çok sürmemiş, bu konuşulanlar Abdülhamit Han'ın kulağına kadar gitmiş. Abdülhamit Han da gizlice Fatih itfaiye Kumandanı Mehmet Paşa'yı huzuruna çağırıp
ceddinin mezarını kontrol etmesini buyurmuş. Mehmet Paşa emri yerine getirmek için ser verip sır vermeyecek yiğitlerini yanına alıp türbeye girmiş.
Türbedeki sandukayı kaldırıp kabri kazmışlar. Fakat metrelerce derinliğe inmelerine rağmen sultana dair hiçbir kalıntıya rastlayamamışlar. Sonunda
karşılarına demir bir kapak çıkmış. Kapağı kaldırınca taş bir merdiven belirmiş önlerinde. Merdivenin basamaklarından inmişler. Aşağıda kocaman bir mahzen
onları bekliyormuş. Mahzeni görünce burasının daha önce Havariyim Kilisesi olduğunu hatırlamışlar. Konstantin gibi, Jüstinyen gibi imparatorların
mezarlarının burada olduğunu duyduklarından içlerini bir korku kaplamış. Ama Abdülhamit Han'a söz verdikleri için korkularını bastırıp mahzenin altında
bir süre yürümüşler, sonunda büyükçe bir mermer altlık bulmuşlar. Fatih'in tabutu işte bu mermerin üzerinde duruyormuş. Tabutu açınca da Fatih Sultan
Mehmed'in o mübarek bedeninin hiç çürümemiş olduğunu görmüşler.'
Bunları anlattı Sadık Hoca. Bazı insanlar, sultanın, Eyüp El Ensari gibi bedeninin çürümemiş olmasını, Fatih'in mumyalanmasına yorsalar da, bizim
Sadık Hoca'ya göre adamların buldukları padişahın hiç dokunulmamış bedeniydi. Zaten bu nedenle, aceleyle mahzeni, merdiveni ve kabri kapattılar, demişti.
Sultan Abdülhamit de bu meseleyi kimseye açmaması konusunda Fatih itfaiye Kumandanı Mehmet Paşa'yı sıkı sıkıya uyarmış. Ama insanoğlu boşboğazdır,
Mehmet Paşa bir dost meclisinde dayanamamış, masadakilere olayı anlatmış. Olay da böylece yayılmış, tarihi vesikalarda yerini almış. Tabii, kimi inanmış buna
kimi rivayet saymış. Ama işin tuhafı, tabutu bulduk dedikleri yer, tam bizim minberin altına geliyormuş. Sadık Hoca bunu söyleyince, 'Aman hocam, yanılıyor
olmayasın?' dedim emin olmak için. 'Bir efsaneye kapılıp kendimizi kandırmayalım.'
Elini elimin üstüne koydu, gözlerini gözlerime dikti.
'Önceleri az da olsa şüpheliydim,' diye fısıldadı. 'Ama sen, minberin önünde namaz kılarken gördüm, dedin ya, artık tamamen eminim.'

"Selatin, Arapçada sultanın çoğulu anlamına gelir. Selatin camileri de sultanların ve eşlerinin yaptırdıkları camilerdir. Hepsinde en az iki minare vardır.
Selatin camilerinin tamamı külliye şeklindedir, tik selatin cami burasıydı, yani Fatih'in ibadethanesi. Selatin camileri günün her saati açıktır. Çoğunlukla
seferlerde elde edilen ganimetlerle yapılmıştır bu mabetler. Ama Padişah I. Ahmed hiçbir sefere katılmadığı halde Sultanahmet Camii'ni yaptırmakta bir
sakınca görmemiş..."
Osmanlı ibadethaneleri hakkındaki bu ayrıntılar da çok ilginçti ama bizi ilgilendiren, katillerin yeni kurbanlarını hangi camiye bırakacaklarıydı.
"Buradan sonra yaptırılan ilk selatin cami hangisiydi?"
Hemen yanıtladı Cevaz Efendi:
"Beyazıt Camii. Fatih'in oğlu II. Beyazıt'ın yaptırdığı ibadethane... Onun da külliyesi vardır. Yerini biliyorsunuz, değil mi? Beyazıt Meydanı'nda..."
Kurbanın kesik ellerinin gösterdiği yön üzerindeydi Beyazıt Camii... Katillerin kurbanlarını bırakacakları yer orası olabilir miydi? Düşünceye kapıldığımı
gören Cevaz Efendi yanlış anladı.
"Ama bu şehirdeki selatin camilerinin en güzeli hangisi derseniz, elbette Süleymaniye'dir derim."

************

Teşekkür

İstanbul Hatırası’nın yazılma sürecinde Roma, Doğu Roma, Osmanlı sikkeleri ve tarihi konusunda önemli bilgiler sunan Prof. Dr. Oğuz Tekin'e,kriminalistik hakkında değerli fikirleriyle beni aydınlatan Adli Tıp Uzmanı Dr. M. Süalp Bengidal'a, Adana Cinayet Büro Amiri Şehmuz Akdemir'e, Topkapı Sarayı'yla ilgili derin bilgilerini paylaşma cömertliğini gösteren Topkapı Müzesi eski müdiresi Dr. Filiz Çağman'a, Ayasofya Müzesi Müdürü Haluk Dursun'a, Ayasofya Müzesi Müdür Yardımcısı Halil Arça'ya, Arkeolog Defne Tekay'a, Arkeolog Tülay Urun'a, Dr. Meltem Doğan Alparslan'a, cerrahlık konusunda önemli ayrıntılardan haberdar olmamı sağlayan Dr. Hüseyin Meşe'ye, hukuk bilgileriyle önemli katkılarda bulunan sevgili arkadaşlarım Avukat Mehmet Ata Ucum ve Avukat Hatice Uçum'a, Jako papağanları konusunda önemli bilgiler veren Veteriner Hekim Halil Aykan'a, SİT alanlarıyla ilgili konularda açıklayıcı bilgiler sunan Mimar Nazir Korkmaz'a, verdiği dini bilgiler için Hüseyin Erek'e, tasavvuf konusundaki aydınlatıcı fikirleri için Mustafa Alagöz'e, desteğini hep yanımda hissettiğim Doğan Kitap Kurumsal İletişim Müdürü Özlem Yaşarlar'a; İstanbul Hatırası'nın ilk bölümlerini okuyup görüşlerini benimle paylaşan Doğan Kitap'ın değerli editörü Deniz Yüce Başarır'a, Balat semti konusunda önemli bilgiler veren Kadir Turan ile Murat Aksu'ya,
Yunanca isimler hakkında yardımcı olan Anna Maria Aslanoğlu'na; romanlarımın ilk okurları, ilk eleştirmenleri olan sevgili dostlarım Figen Bitirim, Kemal Koçak, Erdinç Çekiç, Erhan Çekiç, Oral Esen, Ayhan Bozkurt, Ali Arda'ya ve eşim Vildan Ümit'le kızım Gül Ümit Gürak'a,damadım Gürkan Gürak'a sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Bu değerli insanların katkısı olmasaydı bu roman da olmazdı.
****
Yazar:AHMET ÜMİT

Ahmet Ümit, 1960'ta Gaziantep'te doğdu. 1983'te Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'nü bitirdi.
1985–1986 yıllarında, Moskova'da Sosyal Bilimler Akademisi'nde siyaset eğitimi gördü, ilk kitabı 1989'da yayımlanan Sokağın Zulası adlı şiir kitabıdır.
1992'de ilk öykü kitabı Çıplak Ayaklıydı Gece yayım¬landı. Bunu 1994'te Bir Ses Böler Geceyi, 1999'da Agatha'nın Anahtarı,
2002'de Şeytan Ayrıntıda Gizlidir adlı polisiye öykü kitapları izledi. 1995'te hem çocuk¬lara hem de büyüklere yönelik Masal Masal içinde ve 2008'de yayımlanan Olmayan Ülke ile farklı bir tarz denedi. 1996'da yazdığı ilk roman Sis ve Gece, polisiye edebiyatta bir başyapıt olarak değerlendirildi.
Bu romanın ardından 1998'de Kar Kokusu, 2000'de Patasana, 2002'de Kukla yayımlandı. Bu kitapları, Ninatta'nın Bileziği, İnsan Ruhunun Haritası, Aşk Köpekliktir, Beyoğlu Rapsodisi, Kavim, Bab-ı Esrar ve İstanbul Hatırası,sultanı öldürmek adlı kitapları izledi. Ahmet Ümit'in İsmail Gülgeç'le birlikte yayımladığı iki adet de çizgi romanı bulunmaktadır: Başkomiser Nevzat - Çiçekçinin Ölümü, Başkomiser Nevzat - Tapınak Fahişeleri. Davulcu Davut'u Kim öldürdü adlı eseri de Everest Yayınları tarafından çizgi roman olarak yayına hazırlanmaktadır.


bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
8 Mayıs 2012       Mesaj #206
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
FİŞİNİ SEN Mİ ÇEKTİN RÜYALARIMIN

Yazar:ÇAĞLAR YERLİKAYA

Saat:01.59…
Sokaktasın ve evine doğru yürüyorsun. Elinde ne zamandır aradığın ama hala bulamadığın bir aşkın boşluğu var. Mağazaların önünde geçerken, gözün vitrindeki mankenlere takılıyor. Hepsinin bakışlarını bana benzetiyorsun. Hepsi çıplak. Sanki hepsi bir eliyle, diğer elinin arasına adresini tutuşturuyor. Sanki camları kırsan, hemen koşup sarılacaklar sana. Sonbahar-Kış sezonunda hayat ne kadar yalnız değil mi?

Rüzgâr kirpiklerine değdiğinde sis yüzünden kaybolmuş bir uçak gibi geçiyorum içinden. “Acaba nerede şimdi “ diye sorarken buluyorum kendini. Sokakta olduğumu olduğumu bilseydi bu saatte, benim için bir kez daha düşermiydi” diye… Şehir uyku ilacı içip yatmış yine, sana cevap vermesi imkânsız.
Ve evine doğru iyice yaklaşıyorsun. Üzerine ne zamandır ördüğün ama sana hep küçük gelen bir çocuğun anısı var. Yağmur yağdığında beni bir kez daha hatırlıyorsun. “Acaba kiminle şimdi” diye soruyorsun. Boşlukta olduğumu bilseydi bu saatte benim için bir kez daha gelir miydi” diye…

Suların üzerinde yüzüyor sokaklar. Şimşekler çakıyor, en yakındaki lunaparkın üzerine yıldırım düşmüş bile. Balerinin etekleri alev alıyor. Tanrı bu gece senin için bir korku filmi sipariş etmiş. “Sakın arkana dönme “ diye bağıran sarışın kız çocuklarına değil, çarpışan arabaların içinden birbirini sevmeye çalışan çocuklara rastlayacaksın. Hepsi atlıkarıncadan kovulmuş. Hepsinin ayağının altındaki uçan halıyı kaydırmışlar.

Yağmur hızlanıyor koşturmaya başlıyorsun. Kaldırıma siyah bir araba yanaşıyor. Arabanın arka camı açıldıkça çıkan sigara dumanı, yüzüne çarpıyor. Camdan uzanan el, seni içeriye davet ediyor, seans… Yağmurda sana uzanan elden, adımı buğulanan camlara yazmasını isteyecek kadar çok mu sevmiştin beni ?
Mavi bir muhabbet kuşuna susmasını öğretmeye çalıştım, o da bana uçmaya öğretmeye çalıştı… ikimizde yeteneksiz çıktık, ikimizde birbirimizi aldığımız yere geri bıraktık.

Farkındayım izlediğimiz hiçbir film mutlu bitmiyor artık, seyrettiğimiz bütün gösterilerin ikinci yarısına geçmeden bir baletin bacağı kırılıyor. Dans bitiyor, müzik susuyor.
Dışarı çıkarsan bana biraz Beyoğlu alır mısın? Bende hiç kalmamış. Eğer bulamazsan, karşına çıkan ilk çocukla seviş, hemen söyler sana yerini, yataktan kalkabilsem, biraz ayrılıkta alacağım, hangi aşka gitsem gösterir yerini. Sen bilmezsin Eski Beyoğlu’nu. Bende hiç bilmezdim, eğer tramvay sarhoş olup anlatmasaydı her şeyi. O kaldırımlarda vurmasaydık birbirimizi, belki hiç özlemezdim o günleri.
Ceplerimde otobüs biletleri, tren rayları, dalga sesleri var. Kaç uçak kalktı üzerimden, kaç tren kaçtı, kaç otobüs alev aldı. Sevgilim, korkma! Bedenim, elimde kalan son jetonla bedenimi arıyor yine…
Şimdi hangi sokağın altında baksan sadece kedileri, kedilerin tırmaladıkları sözcükleri ve gözleri çizilmiş geceleri buluyorsun…
İstiklal Caddesi’nde Umay bağırıyor: “Söyle ona, evine giden bir gemi yapsın sana.” Kar yağmaya başlıyor…
Beni hatırlıyor musun? Hani o gece ikimiz de saatlerce içmiş, saatlerce ağlamış ve saatlerce… Hani o gece dünyadaki en güzel gülümseyen çocuk bendim, hani o gece kalbimi alıp sana taşınmıştım.
Biraz sokaktık, biraz bahçe… Son kullanma tarihi geçmiş vişne suları gibi döküldük sokağa… Hepimiz çoktan geç kalmıştık randevumuza. Kimi öpsek üzerimizde lekemiz kalacaktı. Hepimiz dağılsak da başkalarının hayatlarına… Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, bir aşkın altında buluşacağımıza söz verdik.
Aşk ölümün en hileli oyunudur, suç onda kalmaz hiçbir zaman. Ellerin silaha dönüşür, aşk müzikli bir cinayete. Dizelerin kalbinin sokağa atmış… Duyuyor musun? Kaldırımda kırık bir radyo, şaraptan şarkılar çalıyor.
Çocukken oynadığın oyuncaklar kadar çok kırılmış yatağında bıraktığın vücut, tamir edilmez artık… Kışın başladığını anımsatıyor, saçlarında yaktığın bir avuç kibrit. Kendinden kaçmaya başlarken, dönüşün düşsüzlüğüne tanık oluyorsun…
Biliyorum, bu gün yazın en sıcak günü olması, senin en çok üşüyeceğin gün olmasına engel olmayacak… Coğrafya dersine hiç dinlemediğin, başlangıç meridyeninin sevdiğin adamın sol avucunun içinden geçtiğini iddia etiğin için pişmanlık duymayı bırak artık…

Biliyorum, bu gün nüfus sayımında en kalabalık şehirlerden biri seçilen İstanbul’da olman, senin dünyadaki en yalnız çocuk olduğun gerçeğini değiştirmeyecek…
Biten bir ilişkiden kaçıp buraya taşındığım ilk günlerde görmüştüm seni. Koskoca bir hayat içinde karşılaştığımız o ilk anı, o anın üzerindeki mevsimin rengini dün gibi hatırlıyorum. Birbirimize bakarken sıra arkadaşına kopya diye dudaklarına veren çocuklar gibi heyecanlı ve ürkektik. Beklide daha önce aşka yakalanıp aldığımız cezalardan olsa gerek, aylar boyunca sadece bakıştık. Başkalarının fotoğraflarına, başkalarının anılarına konuk olmaya devam ettik.
Sonra bir gece, saat tam üçü çeyrek geçerken karşılaştık seninle.
Yanıma gelip ‘Tanışalım artık’ dediğim anı… Biliyorsun işte…
Hatırladığım son şey; durmadan başa saran bir mektuptan seni dinlerken uyuyakaldım…
Uyandığımda anlatacağım hiçbir şey yok artık. Ne sana, ne suya, nede karşı komşuya…

Hatırladığım son şey; birisin rüyalarımın fişini çektiği…

ÇAĞLAR YERLİKAYA
16 Temmuz 1983 tarihinde Hamburg’da doğdu. 1985-2007 yılları arasında İzmir’de yaşadı. Üniversitede ekonomi eğitimi gördü. Şiirleri, birçok edebiyat dergisinde ve fanzinde yer aldı. 2007 yılında, ilk kitabı ‘Sevişen Kadınlar Matinesi’ yayınlandı. Sabah gazetesi ve Kaos dergisinde röportajlar yapmaya ve yazmaya devam etmektedir. Ayrıca kendi adıyla yazdığı blog sayfasında, hayatın ve sanatın kalbindeki izdüşümlerini okuyucularla paylaşmaktadır. Senaryo ve şarkı sözü alanında da çalışmaları bulunan Çağlar Yerlikaya 2007 yılından beri, aşık olduğu İstanbul’un aşkla ve yalnızlıkla çarpan kalbi Beyoğlu’nda yaşamaktadır.
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
8 Mayıs 2012       Mesaj #207
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
ÇİY DÜŞTÜ GÜL ÜŞÜDÜ
Yazar; Gül Karabuda


ÇİY DÜŞTÜ GÜL ÜŞÜDÜ

Annem seneler senesi ufak bir bohça içinde ağabeyim Tuğrul'a ve bana ait, kenarları tığ işlemeli birer zıbın, bebek takkesi ve bezden patikleri saklamış. Ben de aynen muhafaza ettim. Hafif sararmışlar ama yıkamak istemiyorum; olduğu gibi kalsınlar! Benden sonra ne olur, onu bilemem. Bazen insanlar yıllar yılı, bazı şeyleri saklıyor - hissi bir bağlantı, hatıra vesaire bu gibi nesnelerin muhafazasına yönlendiriyor kişileri. Bir gün gelecek, birileri "aman bu da neymiş" deyip atıverecek. Geçmişten kopmak pek kolay olmuyor! Sade bu bebeklik veya çocukluk eşyaları mı? Bu yaşa geldikten sonra evimdeki birçok nesnenin, kıymetli-kıymetsiz, bana çağrıştırdığı pek çok hatıra var. Bunlar işte hayatımın izleri. Benden sonra dahi "yaşayacaklardır", nerelerde olursa olsunlar.,
Mustafa Nedim Bey aynı zamanda Mason'muş ve "Vefa Locası"na dahilmiş. Zaten 1885'te kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti mensubu olan şahıslar çoğunlukla Mason'du. Büyük ideallerle kurulmuş. İstibdadı yok etmek ve hürriyet mefhumunu yerleştirmek, padişahın Kanun-ı Esasî-yi yürürlüğe koymasını ve Meclis-i Mebusan'ın açılmasına izin verilmesini istiyorlardı. Annemin anlattığına göre babası Cemiyet'in kurucuları arasındaymış, fakat zaman içinde ve bilhassa Enver Paşa da dahil olup da suikastlar başlayınca, Büyükbabam "bu cemiyeti insan öldürmek için kurmadık" demiş ve uzaklaşmış.
Annemin söylediklerinden hatırladığım kadarıyla, Kaiser Wilhelm harp esirlerine iyi davranıldığı için babasına madalya vermiş. Madalyalardan birinin kutusunda bulunan bir kartvizitte çok okunaklı eski Türkçe bir el yazısı şöyle diyor:
"Beyefendi Hazretleri, Almanya İmparatoru tarafından zatıâlilerine Kızıl Kartal nişan-ı celilisinin yıldızlı bir kıta’sı ihsan buyururmuş olduğundan dolayı hörmetkârâne arz-ı tebrikat ederim.
Baki Cenabı Hak zatıâlilerine sağlık, devlete satvet ve muzafferiyet bağışlasın.4 Haziran 1332"
Anneme göre büyükbabam nasıl bir insandı. Otoriter olduğu kadar müşfik, medenî kafalı (kendisine "Alafranga Nedim Bey" de derlermiş), iyi bir aile reisi.
Mustafa Nedim Bey sadece aile fertlerinin giyim-kuşam, oturup kalkmalarına dikkat etmekle kalmaz, kendi bakımına da titiz davranırmış. Mesela sakalı ve bıyığı için özel tarak ve fırçaları varmış.

Annem büyükbabam hakkında bir vaka daha anlatmıştı. Mahkeme reisliği yaparken bir zat kendisinden mahkemesi devam eden bir yakını için yardım istemiş. Büyükbabam da "Yapılabilecek bir husus varsa bakarım ama söz veremem" demiş. Adam teşekkür edip kalkarken masaya bir kutu bırakmış. Büyükbabam: "Bir şey unuttunuz" deyince "Hayır, size bıraktım" demiş. Büyükbabam açınca içinde kıymetli bazı öteberi görünce ayağa kalkmış ve kapıdan çıkmak üzere olan adama fırlatmış
Alın ve derhal çıkıp gidin" diye bağırmış.
Anneannem, Fatma Mahmure Hanım'a gelince, Kızanlık'ta doğmuş. Babası Hacı Süleyman Efendi, annesi Ümmü Gülsüm Hanım. Hacı Süleyman Efendi, Kızanlık eşrafından olup, gül bahçeleri varmış ve İstanbul'a saraya ilk mahsulden elde ettikleri gül suyunu ve esansını sevkederlermiş.
Kızanlık 1600'lü yıllarda Türkler tarafından kurulmuş bir kent, fakat gel zaman-git zaman, oradaki gayrimüslim ahali Osmanlılara karşı ayaklanınca yıllardır orada yaşayan Türk aileler anavatana göç etmeye başlamışlar.

Aile İstanbul'a göç etmek mecburiyetinde kalınca, anneannem daha bebekken, annesinin kucağında arabayla tıngırmıngır gelirken, annem yorgunluktan bir ara uyumuş bir sarsıntı ile uyandığında bakmış bebek kucağında değil. Hemen durmuşlar ve geri gitmişler. Yavrucak bereket yol kenarında sağsalim bulununca hepsi derin bir nefes almış.
"Soldu Gül, sustu bülbül
İster ağla, ister gül"
"Bülbül gül'e "gel gül" dedi
Gül gelmedi, gitti
Bülbül gül'e, gül bülbüle
Yâr olmadı - gitti!"

Yazar hakkında;
Gül Karabuda 1929'da Fransa'nın Nice kentinde doğdu. Çeşitli ülkelerde, çeşitli okullarda okuduktan sonra Cenevre Üniversitesi'ne bağlı Ecole d'Interpretes'i bitirerek mütercim-tercümanlık diploması aldı. Birleşmiş Milletler'de staj gördükten sonra Türkiye'ye döndü, birçok uluslararası konferansta simültane tercüman olarak görev yaptı. BM Teknik Yardım Bürosu'nda, Türkiye Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğü'nde, Ereğli Demir Çelik'te baş mütercim olarak çalıştı. 1980-84 yılları arasında Çalışma Bakanlığı özel kalem müdürlüğü görevini üstlendi. Kuruluşundan itibaren baş mütercim olarak çalıştığı TUSAŞ'tan 1994' te emekli oldu.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
11 Mayıs 2012       Mesaj #208
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
ŞAH SULTAN

Yazar; İskender PALA

Hıtayî hâl çağında
Hak gönül alçağında
Kabe yapmaktan yeğdir
Bir gönül al çağında

Hıtayî

Bu bab, Erdebil yakınlarında bir yerlerde yıldız toplayan çocuğun sevgiyle tanışması beyanındadır.
Ağustos 1501,
Kamber söz perdesini açanda:

Ilık yaz akşamlarında, meşe dallarının yaprakları arasın¬dan göz kırpan yıldızlara doğru uçup gittiğimi düşünmek, tekdüze ömrümün en heyecanlı eğlencesi haline gelmişti.
"Bütün inançların temeli sevgidir. Her kim bir şey veya kimseyi severse ona inanmış, boyun eğmiş, kulluk etmiş olur. Kulluk, sevginin yedi derecesinden biridir ki ilk adımda dostluk başlatır. Bu dereceler ezeli 'ilgi'den doğar, ilgiyi 'sev¬gi' takip eder. Sonra 'tutku', 'aşk', 'şevk' ve 'kulluk' diye de¬vam edip ebedi 'dostlukta’ nihayet bulur. İyi veya kötü, ya¬rarlı veya zararlı her tür sevginin bir etkisi, sonucu, meyvesi ve hükmü vardır. Coşku, zevk, özlem, yakınlaşma, ayrılma, uzaklaşma, terk etme, sevinme, üzülme, ağlama, gülme...Hepsi sevginin etkileri ve hâlleridir. Kişi sevgi basamakla-rında sürekli bir kazanç ve güç kazanarak ilerlemelidir. Belli bir yol aldıktan sonra sevgi yüzünden ağlasa da, gülse de; sevinse de, üzülse de; hatta sıkılsa yahut coşsa da bundan yarar görür. Nitekim sevgiden uzaklaştığı zaman bunun tersi olacak, her hâlden üzülecektir. Akıllı insan kendisine zarar verecek sevgiyi istemez.
"Hakikati sevmek, babacım, sevgilerin en güzelidir. Çünkü hakikat Mutlak Güzellikten doğar ve bütün güzeller O'nun güzelliğinden bir ilham taşıdıkları için sevilirler. Hakikati ayırt etmeyi bilirsen sevgiliye karşı sevgide ortak edinmemiş olursun. Sevgiliyi sevmek, sevgilinin sevdikleri¬ni sevmek, sevgili için ve sevgili yolunda sevmek, sevgiliyle birlikte sevmek, bunların hepsi insanın tabiatına uygundur. Büyüyünce bu dediklerimi çok daha iyi anlayacaksın, ama şimdilik sevgiyi bir su farz et. Ona ulaşmak zevk, ayrı kalmak acı verir insana!.."
Babaydar'ın daha sonraki sözlerini anlamakta hakikaten zorlanmaya başlamıştım. Bilmediğim bir dilden sırlar akta¬rıyor gibiydi. Onun hiç bu kadar ciddi ve anlaşılmaz olduğu bir zamanı hatırlamıyordum. Ne kadar çok şey bildiğini gör¬mekti belki beni hayretlere düşüren. Cümlelerini bir ayinde neşideler okur gibi ağırlaştırarak kuruyor, karşımda heybet¬le oturuyor -belki de söylediklerinden dolayı ben onu her sa-niyede daha heybetli görüyordum- ve yüzüme bakan gözleri sanki kalbime iniyordu.
***
Kapı kethüdası konağın hizmetlerini görsün diye bir cariye tahsis etmişti. Bu cariye her akşam Sultan'ın yatağını serer, başucuna su testisi ve bardak koyar, havlusunu, ibriğini, leğenini yerli yerince bırakır, sabah da bunları değiştirir, temizler, odanın hizmeti¬ni yürütürdü. Meğer bir gün cariye geç kalmış, yahut Sultan odasını erken teşrif etmiş. Göz göze gelmişler. Bakışları kısa bir müddet, ipek giysiden esen sabah rüzgârı misali birbiri¬nin gözbebeklerinden süzülüp geçmiş. Sonra kız telaşa ka¬pılmış ve berrak sular kadar temiz yüzünü hemen yere indir¬miş. Sultan'ın bakışlarından etkilenmiş elbette. Sonraki gün, daha sonraki gün, daha sonraki gün derken cariyecik daya¬namamış bir gün Sultan'ın yatağı üzerine bir not bırakmış:
"Derdi olan neylesin?"
Sultan, akşam odasına gelip de yatağının üzerinde küçük kâğıt parçasını bulunca durumu anlamış, karşılaştıkları günü hatırlamış ve gülümseyerek kağıdın arkasına bir cevap yazıp aynı yere bırakmış:
"Durmasın, söylesin!"
Zavallı cariyecik ertesi gün odaya girince önce kâğıdı aramış. Bakmış ki bıraktığı yerde duruyor, yüreği duracak gibi olmuş. Sultan'ın cevabını okuyunca da cesareti iyiden iyiye artmış. Kâğıdı çevirip kendi ilk cümlesinin altına bir soru daha ilave etmiş:
"Korkuyorsa neylesin?"
Akşam Sultan cevabı yine yazmış:
"Hiç korkmasın söylesin."
Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiş. Ak¬şam olunca aşkını Sultan'a söyleyecekmiş. İçinden de "Ne olacaksa olsun artık!" demekteymiş. Temizliğini bitirdiği hâlde gitmeyip beklemiş. Sultan geldiğinde cariyeyi utandır-mamak için başını yere eğmiş ve "Buyurunuz, sizi dinliyo¬rum," deyivermiş. Mahcup kız, bütün cesaretini toplamaya çalışmış ama nafile. Dizleri titremekte, ayaklarının dermanı kesilmekteymiş. Titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dir¬seklerini tutup kollarını kavuşturmuş. O kadar ki kolları, titreyen ellerini titremesin diye tutmaktan kaskatı kesilmiş. O sırada Sultan yüzüne bakmış. Kız utanmış. Kalbinin yerin¬den fırlayacağını sanmaktaymış. Dili dolaşmış, bütün cesa¬retini toplayarak kekelemeye başlamış:
"Efendim... Şeyyy... Cariyeniz... Size..."
Eski bir kitapta yazılıdır; Mecnun'un kabilesi bir araya gelmiş ve Leyla'nın obasına bir haber göndermişler: "Bu delikanlı aşktan helak olacak; azıcık merhamet gösterseniz de bir kere olsun Leyla'yı görmesine izin verseniz ne ziya¬nı olur?" Leyla'nın obasından cevap gelmiş: "Onun Leyla'yı görmesini engellememiz Leyla için değil, onun içindir. Zira o Leyla'yı görmeye dayanamaz diye korkuyoruz." Bunun üzerine Mecnun'u getirmişler. Daha Leyla'nın kapısını ara¬ladıkları vakit Mecnun, Leyla'nın gölgesini görmüş ve yere yığılıvermiş. Zavallı cariyecik de, işte bu hâle girmiş olmalı ki Sultan'ın huzurunda cümlesinin sonunu getiremeden yığılıp kalmış. Sultan, bir kalbe sığmayacak kadar büyük olan bir aşkın yere düşmesine elbette razı olmamış, cansız bedeni¬ni yakalayıp kucağına almış. Başını dizlerine koymuş. Kızın serpuşunu çıkarıp kapkara saçlarını önüne yaymış. Donuk gözleri artık tam da gözlerine bakmaktaymış. Öylece karan¬lık iyice çökesiye kadar göz göze bakışmışlar. Kız öte âlem¬den, Sultan bu âlemden...
****
Birkaç gün sonra Sultan bana ordunun para sıkıntısın¬dan bahsetti. Bu dert ile çaresizlik içindeydi. O akşam ünlü âlim Şeyh Muhiddin Arabi'nin kitaplarından okuduk. Sultan, onun kabrine gidip ruhu için dua etmek istedi. Şam halkı Şeyh'in kabrini bilmiyorlardı. İki gün bu konu araştırıldı ve tellallar bilenin ödüllendirileceğini halka duyurdular. Kimse çıkmadı. Yalnızca dağda koyun otlatan bir çoban geldi:
"Efendim, Kasyun Dağı'nın yamacında bir yer biliyorum; oradan ne koyunların birisi bir ot yer ne de oraya bir hayvan basar. Oranın otları kendi hâlinde büyür ve zamanı gelince de kurur gider. Zannım o ki aradığınız yer orasıdır."
Çobanın tahmini doğru çıktı. Kazılan yerde Şeyh-i Ekber'in cesedi hiç çürümeden durmaktaydı. Sultan onun için bir tür¬be yaptırdı ve defin işlemini bizzat kendisi takip etti. Defin bitince Şam halkının Şeyh hakkında bildiklerini öğrenmek is¬tedi. İleri gelenlerden bazı âlimleri ve güngörmüş kişileri hu¬zura çağırdılar. Onlar da kendilerine intikal eden bir rivayeti sanki ağız birliği etmişçesine anlattılar.
Meğer vakt ü zama¬nında Şeyh, Şam halkının maddeye düşkünlüğünden yakına¬rak onlara nasihat etmiş, sonunda da ses tonunu yükseltip ayağını yere vura vura "Sizin taptığınız benim ayağımın al¬tındadır!" diye haykırmış. Halk, bu söz ile kendi inançlarına hakaret edildiğini, kendilerinin Allah'a taptıklarını, Şeyh'in bu sözüyle küfre girdiğini iddia ederek kadılara şikâyet et¬mişler ve onlar da Şeyh'in cezalandırılmasına hükmetmişler. Şeyh'in haksız yere eza cefa çekmesine gönlü razı olmayan dostlarından biri Muhiddin'e gelip "Neden sözünden dön¬müyorsun, neden sır gibi davranıyorsun?" diye sorunca da o acı bir tebessüm ile "İza dahale's-Sin ila'ş-Şın zahira sırrî!" demiş. Sultan bunu duyunca çok şaşırdı. Bu söz, "Sin Şın'a girince sırrım anlaşılır!" demeye geliyordu. Sultan, bu sefer Şeyh'in bu sözü tam olarak nerede söylediğini araştırttı. Aradan üç yüz yıla yakın zaman geçmiş, yalnızca bir kişi yeri tahminen bilebildi. Sultan bizzat oraya kadar gitti. Yüksekçe bir tepe olduğu görüldü. Sultan tepeyi kazmalarını emretti.
Çok geçmeden kazılan yerden bir küp altın çıktı. Sonra Sultan şöyle söyledi:
"Peygamberimiz, zamanın küfür meclislerine binaen 'Dininiz paranız, kıbleniz kadınlarınız,' buyurmadı mı? Muhid-din-i Arabî de buna dayanarak, taptığınız ayağımın altında demekle, benim ayağımın altında altın var demek istemiş ama, o zaman bunu kimse anlayamamış ve Şeyh-i Ekber'i haksız yere idam etmişler."
Şam halkı günlerce bu hadiseyi konuştu ve Sultan'ın kerametine bir kez daha inandılar. Çünkü Sin, Selim adının ilk harfi, Şın da Şam isminin ilk harfi idi. Sin'in Şın'a girmesi gerçekleşmişti. Halk bu keramette büyük bir uğur telakki edip Sultan ve ordusuna hizmet için canla başla yarıştılar, Şeyh'in altınlarını akçeye tahvil ettiler. Böylece ordunun pa¬rası bulundu ve kararlaştırılandan üç gün Önce yola çıktık. Kış yaklaşmıştı. Ama önümüz çöl idi. Gazze istikametinde gidilecekti. Sina Çölü kelimenin tam manâsı ile bir bela sa¬yılırdı. Yer sarı, gök sarı... Güneş kışa rağmen bir sini kadar iri. Hava zerre zerre toz yüklü. Kum tepecikleri durmadan yer değiştirdiği için yol bulmak, kılavuzluk edecek işaretleri takip etmek müşkülden müşkül. Bir tek vaha bile olmayan çölde konaklasan dert, yürüsen dert.
Sina Çölü'nü Sultan'ın dua ve kerametleri sayesinde geçtik. Allah, veli bir kulunun nazına cevap verir gibi yağmurla¬rıyla ona ihsanda bulundu. Kahire camiinde dökülen gözyaş¬ları bu kerametlerin "halife" adına dönüşmesinin mührüydü.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
14 Mayıs 2012       Mesaj #209
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
AY HIRSIZI
Yazar; Sunay AKIN

MUSTAFA KEMALİN PİLOT OĞLU

Sarıyer PTT müdürü İrfan Bey o gün, Nüfus Müdürlüğü'nde alır soluğu ve oğlunun adını "Mustafa Kemal" olarak yazdırmak istediğini söyler. Memur, çocuğa bu adın konulması konusunda Ankara'dan onay almak gerektiğini söyleyince de, İrfan Bey başkentin yolunu tutar...
Mustafa Kemal, kendi adını oğluna koymak isteyen İrfan Bey'e bir şartla izin verir: "Çocuk benim gibi subay olacak!"
1953 yılının 25 Ağustos'unda, Adapazarı'nın Arifiye Beldesi'ndeki hava üssünde bir kaza yaşanır. Şehit olan pilot, İrfan Bey'in oğlu Üsteğmen Mustafa Kemal Kutlu'dur!
İrfan Bey, karısı Safiye Hanım'la Pendik'teki köşklerinde otururlarken, 1969 yılının sıcak bir yaz günü karşılarına dikilen delikanlının sözleri karşısında ne diyeceklerini bilemezler: "Ben Hava Harp Okulu'nun sınavlarına girdim. Pilot olacağım!.."
Karşılarında duran, şehit oğullarının biricik çocuğu Gürol Kutlu'dur. İrfan Bey'in gözünün önüne, adını Mustafa Kemal koyabilmek için Ankara'ya kadar gittiği oğlu
gelir; onun havacılık okuluna yazıldığı ilk gün, mezuniyet töreni, ilk uçuşu, ölüm haberi... Torununun da gözlerinde aynı kararlılık ve aynı sevgi vardır. Sözcükler İrfan Bey'in boğazında düğümlenirken, sessizliği Safiye Hanım'ın kararlı sesi bozar: "Ol oğlum. Şehit düşersen arkandan dua ederiz. Gazi olursan yanımıza gelirsin sana bakarız."
Tarih 28 Eylül 1973...Ankara, Mürted'den havalanan 102A tipi uçağın kokpiti elektrik arızası yüzünden bir anda cehenneme döner. Alevin yakıcı dili ve kara dumanlarıyla dolan kokpitteki pilot, kanopi adı verilen cam kapağı atarak, yangının etkisinden kurtulmayı düşünse de, kapağın uçağın kuyruğuna çarpma olasılığının yüksek olduğunu anımsar ve vazgeçer. Geriye bir tek yol kalmıştır: Paraşütle atlamak...
Kokpiti alev alan uçak, köylülerin yaşadığı Ayaş'ın üstünden geçmektedir. Bu durumda pilotun kendi canını düşünerek uçağı terk etmesi, kontrolsüz kalan uçağın bir bomba gibi evlerin üstüne düşmesi demektir. Kararını verir genç adam; havaalanına geri dönecek, ulaşamasa bile yerleşim bölgesinden uçağı kurtarıp, bir tarlaya zorunlu iniş yapmayı deneyecektir! Bu kararla feda ettiği yalnızca kendi canıdır. Ensesindeki Azrail'in uçağın dışına çıkıp başka can almasına izin vermeyecektir. Kokpitteki pilot, şehit babası Mustafa Kemal ile aynı rütbede olan, Üsteğmen Gürol Kutlu'dur.
Yangın, uçağın motorunu da etkilemeye başlamıştır. Pilot Kutlu, havaalanına ulaşamayacağını anlayınca bir tarlaya iniş yapmaya karar verir. Uçak, belli bir irtifanın altına düştüğü için, atlama koltuğunun devre dışı kaldığını bilmektedir…
Uçağın iniş takımları yere vurduğunda, son şansını deneyen Gürol Kutlu, atlama koltuğunun kolunu çeker. Bir mucize gerçekleşir o an; kokpitten kurtulan koltuk pilotu havaya fırlatır ve paraşüt açılır. İrtifa çok alçak olduğu için Gürol Kutlu, uçağın yanan enkazının içine düşer.
Belkemiği kırılan, omurilik hasarı oluşan ve bedeninin pek çok yeri vanan Gürol Kutlu'yu komadan çıktıktan sonra ziyarete ilk gelenler, hayatlarını kurtardığı Ayaş köylüleri olur. Enkazın içinden kendisini kurtaranlar da aynı köylülerdir. Aralarından biri titrek bir sesle konuşur: "Üsteğmenim, köy halkı geçmiş olsun ziyaretine geldik. Sana minnettarız. Hatıra olarak paraşütünden bir parça getirdik. Hayatta kalmana çok sevindik. İnşallah tez zamanda iyileşir, kısa zamanda uçmaya başlarsın. Merak etme başına bir şey gelirse, biz yine koşar seni kurtarırız. Aramızda bir karar aklık; köyde doğacak ilk erkek çocuğa senin adını koyacağız.."
Yıllar süren zor ve bir o kadar da acılı tedaviden sonra Gürol Kutlu, THY'nin "uçuş emniyeti" bölümünde başarılı bir çalışma hayatının ardından emekli olur ve de İstanbul Oyuncak Müzesi'nin dış hatlar terminalinde görev alır! Dört yılda oyuncak tarihini öğrenen Gürol Kaptan, sergilenen oyuncakların pek çoğunu açık arttırmalarda takip edip, maddi ve hukuki tüm sorumlulukları yerine getirerek müzeye kazandırılmasını sağlar.
İstanbul Oyuncak Müzesi'nin bahçesine bir yaz günü, tek kanadını açamayan, yaralı bir martı konar. Gürol Kaptan, martıyla çocuğuymuş gibi ilgilenir, yaralarını sarar, eliyle besler. Günler sonra iyileşen martının, Caddebostan sahilinden Adalar'a doğru uçuşunu görünce gözünden damlayan birkaç damla yaşa engel olamaz... Ve Sunay Akın’a şunu söyler "Düşen, parçalanan uçağımın bağlı olduğu filonun adı 'Martı'ydı"


Dünya'dan Ayrılırken
1978 yılının sonbaharında, Amerika'nın Ohio Eyaleti'ndeki bir çiftlikte, tahıl kamyonunun arkasından atlayan bir adamın yüzüğü, kamyon kasasını çevreleyen çengellerden birine takılır ve parmağı kopar...
Adam, büyük bir soğukkanlılıkla kopan parmağı yüzükle birlikte asılı kaldığı yerden alarak içi buz dolu bir kaba koyar. Parmak, Kentucky Hastanesi'nin mikro cerrahi kliniğinde yerine başarıyla dikilir. Adamın parmağının kopmasına neden olan evlilik yüzüğüdür... Hastanede yattığı günlerde, başucunda bekleyen karısı Janet Elizabeth Shearon ile 1962 yılının 28 Ocak günü ölen üç yaşındaki kızları Karen Anne'nin, ilaç kokulu hastane günlerini bir kez daha yaşarlar. Kızlarının gözlerini hayata kapadığı bu tarih, çiftin 6. evlilik yıldönümüdür!
Yeşilçam'da izleyiciyi en çok güldüren aşk sahnelerinden biri de pilot rolündeki Şener Şen'in sevdiği kıza uçağıyla yaptığı kurlardır. 1977'de çekilen "Gülen Gözler" filminde, Ayşen Gruda'ya âşık olan Şener Şen'in adı "Vecihi"dir. Pilot Vecihi, uçağıyla Ayşen Gruda'nın evinin üstünde uçmakta ama her seferinde sakarlığıyla eve zarar vermektedir. Kızın annesi Adile Naşit, iki sevgilinin evliliğine taraftar olsa da, babası Münir Özkul Vecihi'nin uçağına iniş izni vermeyen uçuş kulesi rolündedir. Sinemamızın en saygın sanatçılarının bir araya geldiği bu film, komedi dalının başarılı örneklerinden biri olsa da, Vecihi adının, uçuş tarihimizin en saygın, en değerli adlarından biri olduğu izleyicilerin büyük çoğunluğu tarafından bilinmez.
Vecihi Hürkuş, gökyüzü tarihimizde ilklere imza atan bir pilottur. 1917'de, Kafkas cephesinde, ilk Türk hava zaferi onun sayesinde kazanılmıştır...
1918 yılında, Ruslardan ele geçirilen Nieuport uçağının bozulan pervanesinin yenisini yaparak bir ilki gerçekleştirmiştir...
Kurtuluş Savaşı sırasında, uçakların kanatlarının onarımı için gerekli olan jelatin ve emait imalatını o başarmıştır...
İzmir'e ilk giren ve hava meydanını işgalden kurtaran pilotumuz Vecihi Hürkuş'tur...
Kurtuluş Savaşı'nın ilk ve son uçuşunu yapan da odur...
Kurtuluş Savaşı'nda, TBMM takdirnamesini 3 defa kazanmıştır...
1924 yılında, İzmir'de ilk Türk uçağını yapmıştır...
1930 yılında, İstanbul'da, tarihimizdeki ilk sivil uçağı yapan "Pilot Vecihi"den başkası değildir...
1933 yılında, ilk deniz uçağı onun elinden çıkmıştır...
1934 yılında, ilk kadın pilotumuz olan Bedriye Gökmen Bacı'yı yetiştirir...
Ankara'da, 1936'da uçan ilk Türk planörlerinin uçuşunu gururla seyreden imalatçı da Vecihi Hürkuş'tur...
İlk Türk özel hava yollan kuruluşunu 1954'de kuran kimdir dersiniz?..
Türkiye'de, toprak altındaki radyoaktif zenginliği keşfeden uçağı kullanan yine pilot Vecihi'dir...
Şener Şen'in beyazperdede herkesi güldürdüğü "Pilot Vecihi"nin hayatı hüzünle doludur oysa... Kız kardeşi Remziye Hanım'ı, Yunan savaş uçaklarının 12 Ocak 1921'de Eskişehir'e yaptığı hava saldırısında kaybeder.
Babaları Binbaşı Bedri Bey, Kurtuluş Savaşı'nda şehit düştüğünden öksüz kalan Emel, Nahit ve Eribe adlı üç yeğenini yanına alır. Ne var ki, Emel yolda can verecektir...
29 Ekim 1936'da, Cumhuriyet'in 13. yıl kutlamalarında yapılan havacılık gösterilerinde büyük bir uğursuzluk yaşanılır: O gün, Türkkuşu Başöğretmeni Vecihi Hür kuş'un eğittiği paraşütçülerin atlayışı merakla beklenmektedir... Vecihi Bey'in aklı, paraşütçüler arasındaki 17 yaşındaki bir genç kızdadır. Bir kez deneme atlayışı yapan genç kız, hastalanınca sonraki günlerdeki çalışmalara katılamamıştır. Yeterli sayıda atlayış yapmamış olsa da, Vecihi Hürkuş'a böylesine anlamlı bir günde atlayış yapmayı çok istediğini söylemiş, adeta yalvararak izin koparabilmiştir.
Uçak, kutlamaların yapıldığı Ankara Hipodromu'nun üstüne geldiğinde kapıda genç kız belirir. Vecihi Hürkuş, yüreğinde bir şüpheyle ve sanki biraz da pişmanlıkla uçağa bakarken, genç kız kendini boşluğa bırakır...
Ciğerleri parçalanırcasına bağırır Vecihi Bey:"Açççç... Paraşütünü açççç... Aç artııııkkk!" 800 metreden atlayan genç kız hızla yere düşmekte, paraşütü açılmamaktadır... Düz bir şekilde başlayan düşüş esnasında paraşüt devreye girmediği için, havada dengesini kaybeden genç kız taklalar atmaya başlar... Paraşüt yere 100 metre kala açılsa da, sert bir şekilde çamur zemine düşmesine engel olamaz.
Vecihi Hürkuş, yanına koştuğu genç kıza sıkıca sarılır. Ağzından kan gelirken, "Babacığım, kabzayı çektim, çektim, çok uğraştım ama paraşüt açılmadı," diyerek kendisini teselli etmeye çalışan ve kaldırıldığı hastanede son sözleri "Babacığım, üzülme iyiyim," olan genç kız, kız kardeşi Remziye Hanım'ın çocuğu Eribe'den başkası değildir.
Yaşamının son yıllarında, kurduğu hava yolu şirketinin kapanmasına yönelik baskılara ve suikastlara dayanamayan Vecihi Bey iflas eder; borçlarından dolayı Kurtuluş Savaşı'nda gösterdiği kahramanlıklardan dolayı bağlanan maaşına bile haciz konur... Ve, Ankara'da anılarını yazarken beyin kanaması geçirir...

Türkiye’nin ilk kahraman Havacı’sı Vecihi Hürkuş’un cenazesine üç beş yakınından başka kimse gelmedi
VECİHİ HÜRKUŞ
Cesur bir pilot olarak kendi yaptığı uçakla çeşitli savaşlara katılan Vecihi Hürkuş Erzincan’da Ruslara esir duşmuş fakat daha sonra tekrar
Türkiye’ye kaçarak Yunanlılarla Çarpışmış ve düşmanın iki uçağını düşürmüştü.
"Pilot Vecihi", 16 Temmuz 1969'da toprağa verilir...
O gün, Ay'a adım atacak ilk insanı taşıyan Apollo 11 dünyadan ayrılmaktadır!..
Amerika'da milyonlarca insan, havacılık tarihlerinin bu en önemli gününde bir araya gelirken, aynı gün toprağa verilen Türk havacılık tarihinin büyük kahramanı Vecihi Hürkuş'un, cenazesine katılan insanların sayısı, iki elin parmağını geçmemektedir.
Ay'da yürüyen ilk insan Neil Armstrong, kendisi gibi pilot olan Vecihi Hürkuş'un ruhunun, Apollo 11’le birlikte gökyüzüne yükseldiğini elbette bilemez... Tıpkı, evlilik yüzüğünün on yıl sonra, 1978'de, Ohio'daki çiftlikte bir kaza sonucu parmağını koparacağını bilemeyeceği gibi!..
Neil Armstrong ve Vecihi Hürkuş... 16 Temmuz 1969 tarihinde, kızlarını kaybetmenin acısını taşıyan iki babanın yüreği birlikte ayrılırlar dünyadan!
Gülen Gözler filminin sonu mu? Münir Özkul sonunda razı olur ve Ayşen Gruda'yla evlenen Pilot Vecihi parmağına evlilik yüzüğünü takar.


Piri Reis’in Haritasının Şifresi!..
Topkapı Sarayı'nı müzeye dönüştürme çalışmalarının yoğun bir şekilde devam ettiği 1929 yılında, Ethem Eldem, Harem Dairesi'nden geçerken, bekçiler ve birkaç işçi yemek yedikleri masaya davet ederler, müze müdürünü. Ethem Eldem, tam teşekkür ederek uzaklaşmaktadır ki, gözü masaya serilen ve üstünde yiyeceklerin bulunduğu beze takılır. Birkaç adım atıp dikkatlice baktığında, gördüklerine inanamaz. Bu bir haritadır!.. Şaşkınlık ve kızgınlıkla bağırır: "Kaldırın derhal yiyecekleri..." İşte, Piri Re is'in ünlü haritası böyle bulunur!
Piri Reis'in Amerika haritası resimler ve "tahin helvası yağı"yla doludur! Elimizde bulunan, haritanın beşte birlik kısmıdır. Ünlü haritanın beşte dördü kayıptır. Hepimiz görmüşüzdür; bizde geçici olarak kurulan sofralarda, üstünde ekmeğin, peynirin, domatesin, helvanın yenildiği bez ya da kâğıt yemek sonrası atıklarla birlikte bohça yapılarak çöpe atılır. Ben diyorum ki, Piri Reis'in haritası Ethem Eldem tarafından cuma günü bulunmuş olmalı!.. Pazartesi, salı, çarşamba, perşembe... Haritanın bulunamayan dört parçasını başka nasıl açıklayabiliriz?...
Amerika Kıtası'nın Atlas Okyanusu kıyılarının, günümüzde uzaydan çekilen bir fotoğrafla neredeyse aynı
Çizildiği bu harita hakkında pek çok söz söylendi, iddia ortaya atıldı. Bunlar arasında en gülünç olanı, haritayı uzaylıların dünyayı ziyaretleri sırasında yanında getirdikleridir! Uzaylılar haritayı bizzat mı verdiler, yoksa düşürdüler de Piri Reis mi buldu, orası pek bilinmez!.. Ama bildiğimiz bir şey varsa, o da bu iddiaları atanların lütfedip de, haritanın sol alt köşesine yazılan metni okumadıklarıdır. Söz konusu yazıda Piri Reis, çalışmasına kaynak olarak kullandığı pek çok haritadan bahseder. Ünlü denizci, dönemin en başarılı 34 haritasını bir araya getirerek, o belgelerin ışığı altında çalışmalarını yürütür. Piri Reis'in yararlandığı haritalardan biri de, Kolomb'un günümüzde kayıp olan ünlü Amerika haritasıdır. Kolomb'un 1498'de yaptığı kabul edilen haritasının, kâşifin üç seferine katılan bir denizci tarafından Piri Reis'in amcası Kemal Reis'e verildiği kabul edilmektedir. Kayıp olan Kolomb'un haritası hakkında bize bilgi verecek tek belge, Piri Reis'in çalışmasıdır.

Piri Reis'in haritasında papağan, fil, devekuşu, puma gibi hayvan resimlerinin yanı sıra bir de masal çizilmiştir!.. Haritanın üst kısmında, bir balina üstünde ateş yakmış iki insanın görüldüğü resmin yanında şu yazılıdır: "Rivayet ederler ki zamanı evvelde Santo Brandan derler bir papaz yedi deryayı gezmiş derler. Mezbur bu balığın üzerine uğramış kuru yer sanıp balık üzerine ot yakmışlar; balığın sırtı kızınca denize dalmış, bunlar sandala koyulmuşlar, gemiye kaçmışlar..."
Kimi araştırmacılar, tarihteki pek çok olayın abartıldığını, aslında öyle bir şeyin olmadığını iddia ederler. Bu gibilerinin haklı oldukları yerler yok değildir, ama yanıldıkları konular da çoktur. Örneğin, Fatih Sultan Mehmet'in 1453 yılında gemilerini karadan yürüterek Haliç'e indirmesi!..Tarihi yalnızca taht, saltanat, soyağacı ve kılıçla açıklamaya çalışanlar için bu bir palavradır. Anlatıların "masal" olduğunu söyleyenler, Bizans'ın Boğaz'ın girişini bir zincirle kapattığı Haliç'te bir sabah Türk gemilerini gördüklerini ama, o gemilerin Haliç'in iç kısımlarında kurulan tersanelerde yapıldıklarını kabul ederler!.. Tarihi tarih yapanın düşler, hayaller olduğunu unutanlar, masalların içindeki gerçekleri küçümseyerek kendilerinin "ciddiye" alınmasını isteyenlere verilecek en güzel yanıt, Piri Reis'in haritasına yazdığı ve resimlediği masaldır... O masallar dünyasıdır ki, oraya dalmaya her tarihçinin nefesi yetmez. Oraya Piri Reis gibi ciğeri ve yüreği büyük bilim insanları ve de yazarlar dalabilirler. Masalları küçümseyenler dizlerine kadar gelen suda deve güreşi yapmaktan bir adım ileriye gidemezler. Onları konferanslarda, televizyon programlarında görebilirsiniz... Bilgi sahibi olmadıkları konularda ahkâm keserken, alay etmeye çalışırlarken öylesine komik duruma düşerler ki, saray soytarısı olduklarının farkında bile değillerdir.
Piri Reis'in haritasında da, farklı büyüklüklerde on tane yelkenli gemi resmi vardır. Nâzım Hikmet, Piri Reis'in haritası için yazdığı şiirin son dizelerinde, o gemileri bırakın karadan yürütmeyi, okuyun bakalım nerelere çıkarıyor:

Yelkenlilerle gidiliyor kosmosa
Piri Reis'in haritasın da yüzen yürek kadar yelkenlilerle.

Koca şairin şiiri 29 Aralık 1960 tarihlidir. O yıllarda, Amerika ve Rusya uzayın fethi için yarışmaktadır. Amaç, Ay'a gitmek, oraya bayrak dikmektir... Nâzım Hikmet, Gelibolu'da iki yıl kitap okuyan, kendinden önceki haritaları karşılaştırarak en kusursuz dünya haritasını yapmayı hayal eden ve başaran Piri Reis'in çizdiği yelkenli gemilerle uzaya gidilebileceğini söylüyor...
2008 yılının temmuz ayında, Orlando'da bulunan Kennedy Uzay Üssü'nün müzesini gezerken, Apollo 12'nin arması karşısında gözyaşlarımı tutamadım. Nâzım Hikmet'in ölümünden yıllar sonra Ay'a inen ikinci roket olan Apollo 12'nin arması, dünyayı geride bırakmış, uzaya doğru yol alan bir yelkenli gemidir!..


YAZAR HAKKINDA;

Şükrü Sunay Akın (d. 12 Eylül 1962), şair, yazar, gazeteci, araştırmacı, tiyatro oyuncusu.

12 Eylül 1962 tarihinde Trabzon'un Maçka ilçesinde doğdu (bu yüzden 18 yaşından beri doğum gününü kutlamamaktadır). Ailesi, onun daha iyi eğitim görebilmesi için, 10 yaşındayken İstanbul'a taşındı. Lise öğrenimini İstanbul Haydarpaşa Lisesi'nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Fizik Coğrafya Bölümü'nden mezun oldu.

İlk şiirini, Meteoroloji Müdürlüğü'nde çalışan bir memurun kızına yazar. Henüz 9 yaşındadır. Kızın isminin baş harflerinin dizelerini oluşturduğu şiiri, evlerinin terasında bulunan odunluk kapısının iç kısmına yazar. Kız, balkona geldiğinde odunluğun kapısını açar mahsusçuktan!. Ama şiir kızın gözüne hiçbir zaman takılmaz. Sunay Akın yıllar sonra (ki bir şairdir artık) çocukluğunun geçtiği Trabzon'a gittiğinde, sert geçen bir kışta, içindeki odunlarla birlikte kapının da sökülüp yakıldığını öğrenir. Şairin ilk şiiri "hava muhalefeti" nedeniyle kayıptır!.. 1984 yılında yayınlanan ilk şiiri de bir sobanın içinde kütürdeyen odunu anlatır! İlk şiir kitabı 1989'da "Makiler" adıyla yayınlanır. Arkadaşlarıyla birlikte 1989'da Yeni Yaprak şiir dergisini ardından, 1990 yılında da Olmaz adlı şiir dergisini çıkardı. Adını Cemal Süreyya'nın koyduğu bu kitabı "Antik Acılar, Kaza Süsü, 62 Tavşanı" izler.

1987 yılında Halil Kocagöz Şiir Ödülü’nü Noktalı Virgül adlı dosyasıyla aldı. 1990 yılında ise Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü'nü Makiler şiiri ile kazandı.

Anlık ilhamlara dayanan ve genellikle kısa olan şiirleri, Orhan Veli'nin şiirindeki bazı özelikleri günümüzde sürdüren bir yapıya sahiptir. Ayrıca, bu tür şiirlerde genellikle rastlanmayan, yumuşak, lirik bir tonu vardır. Şiirlerinde özellikle ince yergi ögelerini kullanmadaki rahatlığı ile dikkat çeker. Cemal Süreyya'nın etkisinde sürdürdüğü şiirlerde, dil oyunlarına dayalı yoğun bir alaycılık ve şaşırtma; çocuklar ve hüzünle birlikte şairin ilgi ve duyarlılığını göstermektedir.

Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ders verdi, Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde 5 yıl boyunca hem ders verdi hem ders aldı. Bu deneyimin de yardımıyla, tek kişilik oyunlar hazırlayıp oynamaya başladı. Türkiye'nin çok sayıda merkezinde ve yurtdışında (Frankfurt, Nürnberg, Londra) sayısız kez tek kişilik oyunlarını sergiledi. Halen Sunay Bey Tarihi adlı gösterisini sunmaya devam etmektedir.

23 Nisan 2005 tarihinde 11 yıldır dünyanın dört bir yanından topladığı oyuncaklarla, yıllardır hayalini kurduğu İstanbul Oyuncak Müzesi'ni Göztepe, İstanbul'da ailesine ait dört katlı tarihi bir konakta açtı. Müze, Türkiye'de türünün ilk ve tek örneği olup, Avrupa Konseyi'ne bağlı Avrupa Müze Forumu (European Museum Forum) tarafından verilmekte olan Avrupa Yılın Müzesi Ödülü'ne 2010 yılı için aday olmuştur.

TRT 2 ve CNN Türk'de "Stüdyo İstanbul", "İzler", "Akşama Doğru", "5N 1K" gibi kültür sanat programları ve belgeseller hazırlayan, katkıda bulunan Sunay Akın, TV 8'de de "Gezgin Korkuluk" ve Ramazan Ayı boyunca Mahya Işıkları adlı programı hazırlayıp sundu.

Yaşam Radyo, Radyo Kent, Best FM'de radyo programları yaptı. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ve Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde öğretim görevlisi olarak ders verdi. [2] Atv'de Hıncal Uluç, Haşmet Babaoğlu ve Nebil Özgentürk ile birlikte Yaşamdan Dakikalar adlı uzun soluklu bir televizyon programını halen yapmaktadır.

Şu an Skyturk360 isimli kanal'da her cumartesi yayınlanan "Hayat Deyince" programını sunmaktadır.

Yayınlanmış Kitapları [değiştir]

* Bir Çift Ayakkabı (2011)
* Çorap Kaçığı (2010)
* Ay Hırsızı (2009)
* Tuncay Terzihanesi (2007)
* Kule Canbazı (2004)
* Kırdığımız Oyuncaklar (2003)
* Onlar Hep Oradaydı (2002)
* İstanbul'da Bir Zürafa (2001)
* Önce Çocuklar ve Kadınlar (2000)
* Ayçöreği ve Denizyıldızı (2000)
* Kız Kulesi'ndeki Kızılderili (2000)
* Antik Acılar (1999)
* Makiler (1999)
* 62 Tavşanı (1998)
* Kırılan Canlar (1997)
* İstanbul'un Nazım Planı... (1996)
* Kaza Süsü (1996)
* Makiler (1996)
* Antik Acılar (1995)
* Küçük Asker...Küçük Asker... (1995)
* Veşaire...Veşaire (1994)
* Şairler Matinesi (1993)
* Şiir Cumhuriyeti (1993) - Safa Fersal ile birlikte
hikmett - avatarı
hikmett
Ziyaretçi
15 Mayıs 2012       Mesaj #210
hikmett - avatarı
Ziyaretçi
KİTABIN ADI: Suç ve Ceza

KİTABIN YAZARI: F. M. DOSTOYEVSKİ


BASIM TARİHİ: 1994


KİTABIN YAYIM MAKSADI: Hayattaki bazı acı ve sıra dışı olayları insanlara aktarmak


YAZARI:

1822’ de Moskova’ da doğdu. Koyu katolik olan bir ailenin oğludur. Babası doktordu. Hasta bir annesi vardı. Evleri babasının çalıştığı hastanenin bitişiğindeydi. Ama babası onun dış dünyayla, özellikle hastahaneyle ilişki kurmasını yasaklamıştı. Dostoyevski bu yüzden içine kapanık bir çocuk olarak büyüdü. Annesi ölünce babası içkiye düştü, oğluyla da ilgilenmedi. On altı yaşına geldiği zaman Petersburg’ daki mühendis okuluna gönderildi. Okuldayken babasının bir cinayete kurban gittiğini öğrendi. Bir daha da onun adını ağzına almadı. Bu arada hayallerinin ürünlerini vermeye başladı. Yarım yaratılmış insanların hikayesi olan “ insancıklar “ adlı romanını yazdı. Bundan sonraki dönemlerde aydınlarla birlikte hareket etti. Çarı devirip yerine cumhuriyet yönetimini getirmek için yapılan hareketlere katıldı.En sonunda tevkif edildi. Önce ölüm cezasına çarptırıldı, kurşuna dizilmek üzereyken cezası sürgüne çevrildi. Çarın emriyle Sibirya’ ya kürek mahkumluğuna gönderildi. Omak kalesinde ayakları zincire bağlı olarak dört yıl kaldı. Bundan çok etkilendi, ruhunda silinmeyecek izler meydana geldi. Bunun sonucu olarak sara nöbetlerine tutuldu. 1859 yılında Petersburg’ a yeniden dönme izni çıktı. Geçimini sağlamak için durmadan yazdı.Eserlerinde güçlü psikolojik çözümlemeler vardır.İnsan ruhunu kendi hayat tecrübelerini de katarak ustaca yansıtmasını bilmiştir.Çocukluğundan beri rüyalarını dolduran yoksul, merhamata layık, garip insanların romanlarını yazmaktan büyük zevk duyuyordu. Ölü Bir Evden Hatıralar,Ev Sahibesi, Budala , Karamazof Kardeşler, kumarbaz önemli eserleridir.

Benzer Konular

22 Aralık 2010 / melile Cevaplanmış
7 Mart 2017 / ThinkerBeLL Bilgisayar
9 Kasım 2012 / karayel Edebiyat
17 Ekim 2011 / Misafir Soru-Cevap