Arama

Kitap Severler / E-book (ebook) / E-kitap (ekitap) - Sayfa 23

Güncelleme: 3 Aralık 2014 Gösterim: 210.498 Cevap: 232
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
11 Kasım 2012       Mesaj #221
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
KÜRK MANTOLU MADONNA

Sponsorlu Bağlantılar
Yazarı: Sabahattin Ali...

KÜRK MANTOLU MADONNA

Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım.
Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif efendinin saf yüzü, biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insana tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek isteyen bakışları gözlerimin önünde canlanıyor.
Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi.
Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız:
"Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?"
Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkûm birer dimağları bulunduğunu,
bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç âlemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu âlemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde,
en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul âlemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur.
Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak,
muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır. Benim de Raif efendiyi daha yakından tanımam sadece bir tesadüf eseridir.

Bir bankadaki küçük memuriyetimden çıkarıldıktan sonra neden çıkarıldığımı hâlâ bilemiyorum, bana sadece tasarruf için dediler, fakat haftasına yerime adam aldılar Ankara'da uzun müddet iş aradım.
Beş on kuruş param, yaz aylarını sürünmeden geçirmemi temin etti, fakat yaklaşan kış, arkadaş odalarında, sedir üzerinde yatmanın sonu gelmesini icap ettiriyordu.
Bir hafta sonra bitecek olan lokanta karnesini yenileyecek kadar bile param kalmamıştı. Sonu çıkmayacağını bile bile girdiğim birçok kabul imtihanlarının hakikaten sonu çıkmayınca nedense gene
üzülüyor; arkadaşlardan habersiz olarak, tezgâhtarlık için müracaat ettiğim mağazalardan ret cevabı alınca yeis içinde gece yarılarına kadar dolaşıyordum. Birkaç tanıdık tarafından ara sıra davet
edildiğim içki sofralarında dahi vaziyetimin ümitsizliğini unutamıyordum. İşin garibi, sıkıntımın arttığı ve ihtiyaçlarımın beni bugünden yarına çıkarması bile imkânsız hale geldiği nispette,
benim de çekingenliğim, mahcupluğum artıyordu. Evvelce bana iş bulmaları için müracaat ettiğim ve hiç de fena muamele görmediğim bazı tanıdıklara sokakta rastladığım zaman başımı önüme eğip hızla
geçiyordum; evvelce bana yemek yedirmelerini serbestçe rica ettiğim ve sıkılmadan ödünç para aldığım arkadaşlarıma karşı bile değişmiştim. "Vaziyetin nasıl?" diye sordukları zaman, acemi bir
gülümseme ile: "Fena değil” Tek tük muvakkat işler buluyorum!" diye cevap veriyor ve hemen kaçıyordum, insanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu.

Bir gün, akşamüstü, istasyonla Sergievi arasındaki tenha yolda ağır ağır yürüyor, Ankara'nın harikulade sonbaharını doya doya içime çekerek ruhumda nikbin bir hava yaratmak istiyordum.
Tam bu sırada yanımdan hızla bir otomobil geçti. Başımı çevirip baktığım zaman camın arkasındaki çehreyi tanıdığımı zannettim. Nitekim araba beş on adım gittikten sonra durdu, kapısı açıldı;
mektep arkadaşlarımdan Hamdi, başını uzatmış, beni çağırıyordu. Sokuldum.
"Nereye gidiyorsun?" diye sordu.
"Hiç, geziniyorum!"
"Gel,bize gidelim!"
Cevabımı beklemeden bana yanında yer açtı. Yolda anlattığına göre, çalıştığı şirketin bazı fabrikalarını dolaşmaktan geliyordu:
"Geleceğimi eve telgrafla bildirmiştim, herhalde hazırlık yapmışlardır. Yoksa seni davet etmeye cesaret edemezdim!" dedi.
Güldüm.
Sık sık görüştüğüm Hamdi'yi, bankadan ayrıldığımdan beri görmemiştim. Makine vesaire komisyonculuğu yapan, aynı zamanda orman ve kereste işleriyle uğraşan bir şirkette müdür muavini olduğunu ve
oldukça iyi bir para aldığını biliyordum. İşsiz zamanımda kendisine müracaat etmeyişim de hemen hemen bunun içindi: İş bulmasını rica etmeye değil de, para yardımı yapmasını istemeye geldim
zanneder diye çekinmiştim.
"Hep bankada mısın?" diye sordu.
"Hayır, ayrıldım!" dedim.
Hayret etti:
"Nereye girdin?"
İstemeye istemeye cevap verdim:
"Açıktayım!"
Beni baştan aşağı bir süzdü, kılık kıyafetime baktı, evine davet ettiğine pişman olmamış olmalı ki, elini dostça bir tebessümle omzuma vurarak:
"Bu akşam konuşup bir çare buluruz, aldırma!" dedi.
Küçük, fakat şirin bir evde oturuyordu. Biraz çirkin, fakat cana yakın bir karısı vardı. Hiç çekinmeden yanımda öpüştüler. Hamdi beni yalnız bırakarak yıkanmaya gitti.
Beni karısına tanıtmadığı için, ne yapacağımı bilmeden, misafir odasının ortasında dikilip kaldım. Karısı da kapının yanında duruyor ve belli etmeden beni süzüyordu. Bir müddet düşündü.
Galiba zihninden "Buyurun, oturun!" demek geçti. Fakat sonra buna lüzum görmeyerek yavaşça dışarı süzüldü.
Bir sigara iskemlesinin altına dizilmiş bulunan birkaç albüm, misafirler tarafından bir hayli hırpalanmışa benziyordu. Ne yapacağımı bilmediğim için onlardan birini aldım, daha açmadan Hamdi
kapıda göründü. Bir eliyle ıslak saçlarını tarıyor, ötekiyle açık yakalı beyaz Frenk gömleğinin düğmelerini ilikliyordu.
"E, nasılsın bakalım, anlat!" diye sordu.
"Hiç!.. Söyledim ya!"
"Yarın sabah bana uğra" diyordu. "Bakalım, bir şeyler düşünürüz. Sen zeki çocuksundur, bilirim; pek çalışkan değildin ama bunun ehemmiyeti yok. Hayat ve zaruretler insana birçok şeyler öğretir
... Unutma... Erkenden gel, beni gör!"
Bunları söylerken mektepte kendisinin de ileri gelen tembellerden olduğunu tamamen unutmuşa benziyordu. Yahut da, bunu burada yüzüne vuramayacağımdan emin olduğu için pervasızca konuşuyordu.
Yerinden kalkar gibi bir hareket yaptı, hemen doğruldum ve elimi uzatarak:
"Bana müsaade!" dedim.
"Neden canım, daha erken... Ama sen bilirsin!"
Beni yemeğe çağırdığını unutmuştum. Bu anda hatırladım. Fakat o tamamen unutmuş görünüyordu. Kapıya kadar geldim. Şapkamı alırken:
"Hanımefendiye hürmetler!" dedim.
"Olur, olur, sen yarın bana uğra! Üzülme canım!" diyerek sırtımı okşadı.
Dışarı çıktığım zaman ortalık adamakıllı kararmış, sokak lambaları yanmıştı. Derin bir nefes aldım. Hava, biraz tozla karışık da olsa, bana fevkalade temiz ve ferahlatıcı geldi. Ağır ağır yürüdüm.
Ertesi gün, öğleye doğru Hamdi'nin şirketine gittim.
Odanın tenhalaştığı bir anda arkadaşım başını kaldırarak:
"Sana bir iş buldum!" dedi. Sonra, yüzüme o cesur ve manalı gözlerini dikerek ilave etti: "Yani bir iş icat ettim. Yorucu bir şey değil. Bazı bankalarda ve bilhassa kendi bankamızda işlerimizi
takip edeceksin... Adeta şirketle bankalar arasında irtibat memuru gibi bir şey... Boş zamanlarında içeride oturur, kendi işlerine bakarsın, İstediğin kadar şiir yaz. Ben müdürle konuştum,
tayinini yapacağız... Koltuğundan kalkmadan elini uzattı. Sokuldum ve teşekkür ettim.
dışarı çıkınca koridorda bir müddet durakladım ve bana tarif ettiği odaya gitmekle burayı bırakıp çıkmak arasında bir hayli tereddüt ettim. Sonra ağır ağır, başım önümde, birkaç adım yürüyerek
ilk rast geldiğim hademeye mütercim Raif efendinin odasını sordum. Adam eliyle gayri muayyen bir kapıyı gösterdi ve geçti.
kapıyı araladım ve içeride Raif efendiyi gördüm. Onu evvelden tanımıyordum. Buna rağmen, masasının başına eğilmiş gördüğüm bu adamın başkası olamayacağını derhal hissettim.
"Raif Efendi sizsiniz, değil mi?" diye sormuştum.
Karşımdaki bir müddet beni süzdü. Sonra hafif ve adeta korkak bir sesle:
"Evet, benim! Siz de galiba bize gelen memursunuz. Biraz evvel masanızı hazırladılar. Buyurunuz, hoş geldiniz!" dedi.
............................
Raif efendinin bu adeta korkunç sessizliğine kızıyordum. Şirkette olsun, evde olsun, kendisine ruhen tamamen yabancı insanların onu adamdan saymamalarını hoş görmekle kalmıyor,
bunda adeta bir nevi isabet de buluyordu. Yanımda ağzını açmadan yürüyen, karşımda ses çıkarmadan çalışan bu adamdan, ne öğrendiğimi iyice bilmediğim halde, bana senelerce ders veren birinden
öğrenebileceğimden çok daha fazla şeyler öğrendiğime emindim.
.......
Raif efendinin ölümü bana o kadar tesir etmemişti, içimde onu kaybetmiş gibi değil, asıl şimdi bulmuş gibi bir his vardı.
Dün akşam bana: "Seninle şöyle bir oturup konuşamadık!" demişti. Ben artık böyle düşünmüyordum. Dün akşam onunla uzun uzun konuşmuştum.
O bu dünyadan ayrılırken, benim hayatıma, başka hiçbir in¬sana nasip olmayacak kadar canlı bir şekilde giriyordu. Bundan sonra onu daima yanımda bulacaktım.
Şirkette Raif efendinin boş masasına oturdum ve siyah kaplı defterini önüme koyarak bir kere daha okumaya başladım.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
13 Kasım 2012       Mesaj #222
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
DÜNYA TARİHİNDE DEVRİMLER

Sponsorlu Bağlantılar
Yazar: MICHAEL D. RICHARDS




DEVRİMLERİ YENİDEN TARİH İÇİNDEKİ YERİNE KOYMAK

Dünya tarihi darbeler, isyanlar ve ayaklanmalarla doludur. Devrimlerin sayısı ise çok daha azdır. Bunların ilki, tartışmalı olmakla birlikte, İspanyol tahtına karşı on altıncı yüzyıl sonlarında başlayan Felemenk Ayaklanmasıdır. Bu kitap, devrimleri yeniden tarih içindeki yerine koymaya çalışıyor. Bunu, on yedinci yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla kadar dünya tarihinde devrimlerin rolünü inceleyerek yapıyor. Bu amaca ulaşmak için, on yedinci yüzyıl Britanya devrimleri ile Meksika, Rusya, Vietnam ve İran’daki yirminci yüzyıl devrimleri üzerine karşılaştırmalı araştırmalardan yararlanıyor.

Beş devrimin karşılaştırmalı olarak incelenmesine üç önerme yol gösterdi. Bunlardan birincisi, devrim olgusunun siyasal repertuara on yedinci yüzyıldan itibaren girmiş olduğunu ileri sürüyor. Başka bir ifadeyle, devrimler on yedinci yüzyılın bir noktasında, siyaset yapmanın, yani belirli amaçlara ulaşmak için kimin nasıl bir bedel ödeyeceğine karar vermenin bir yolu haline geldi.

İkinci önerme, iktidar kullanımının, iktidarı ele geçirmekten daha önemli olduğudur. Açıktır ki, iktidarı ele geçirmek onu kul¬lanmanın önkoşulu ve önemli bir öğesidir. Ne var ki, bir devrimin, tüm akışı araştırılmadan tamamen anlaşılabileceği öne sürülemez. Bu kitabın bir özgünlük iddiası varsa, bu da, devrimlerin iktidarın ele geçirilmesinin ve pekiştirilmesinin çok ötesine geçtiği düşüncesinde yatmaktadır. Rus Devrimi’nde olduğu gibi, bir devrim farklı dönem ya da bölümlerden oluşabilir. 1930’lardaki olaylar, yani Stalin Devrimi, 1917 Devrimi’nin ikinci ve çok daha sarsıcı bir bölümü olarak kabul edilebilir. Aslına bakılırsa, bir devrimin nerede bittiğini söylemek güçtür. Devrim, çağdaş siyasette sürekli kullanılarak ya da istismar edilerek, bir ulusun tarihinin ayrılmaz bir parçası haline gelir.

Üçüncüsü, devrimlerin tamamlanıp sona ermesi söz konusu olmasa da, bir devrimin “başarı” mı yoksa “başarısızlık” mı olduğunu değerlendirmede kullanılacak ölçütler olduğudur. Böyle bir önerme, son derece öznel bir değerlendirmeye dayanıyor gibi göründüğü için, doğası gereği tartışmalıdır. Bununla birlikte, belli bir devrime uygulandığında, o devrimin nesnel bir değerlendirmesine yol açabilecek birkaç ölçüt vardır. Buna göre “başarılı” bir devrim, (1) bireysel özgürlük sağlamalıdır; (2) ekonomik, toplumsal ve kültürel değişimlerle baş edebilecek esnek ve açık bir siyasal sistemle sonuçlanmalıdır ve (3) etkilediği insanların refahını artırmalıdır.

Devrim olgusunu anlamanın en iyi yolu, ona tarihsel açıdan bakmaktır. Aşağıdaki karşılaştırmalı incelemeler, birçok tarihçinin yaklaşımı olan, tek tek devrimlerin araştırılması ile çoğunlukla siyaset bilimcilerin ve toplumbilimcilerin yaklaşımı olan, devrimin dinamiklerini açıklayan kapsamlı kuramlar arasında bir yerde yer alıyor.

Bir süre önce, on sekizinci yüzyıl sonunun Atlantik devrimlerinden, Avrupa’daki 1848 devrimlerinden ve yarı sömürge denilebilecek ülkelerde (Rusya, İran, Meksika, Çin) 1900-1920 arasında gerçekleşen devrimlerden harekede, “devrim kümeleri” düşüncesini geliştirdim. Devrim kümelerine bakmak, genel kalıpları anlamak için iyi bir yaklaşım oluşturuyor. Bununla birlikte, aynı dönemde ve benzer çevresel faktörlerin etkisinde olan devrimlerde bile, coğrafi konumların ve kültürel geleneklerin farklılık yarattığında ısrar etmek gerekiyor. Kalıplar, tipolojiler aramak, aksi halde bir ayrıntılar karmaşası olabilecek olayları ele almada yararlı oluyor. Öte yandan, bu çabalardan elde edilen yararlı kavrayışların, sonunda belli bir devrimci deneyimin tarihsel ayrıntıla¬rına dayandırılması gerekiyor.

Devrim kavramının kendine özgü bir tarihi olduğunu anlamak da önem taşıyor. Yirmi birinci yüzyıl başlarında devrim hakkında düşünen herhangi bir kimse, yirminci yüzyıl başındakilerden farklı düşünmekten kaçınamaz. Geçen yüzyılda Rusya, Çin, Vietnam, Alman Demokratik Cumhuriyeti ve başka yerlerdeki olaylar, insanların devrimlere bakış tarzını değiştirmiştir. Devrimcilerin de kendilerine ait bir tarihsel bakış açısı vardır. Böylece, kullanabilecekleri geçmiş dersler ve yanıtlar bulmayı umarlar.
Devrim düşüncesi siyasal repertuarın bir parçası haline geldikten sonra, birçok siyasal aktör bunu böyle kabul etmese bile, bireyler ve gruplar gittikçe artan sıklıkla onu kullanmaya çalıştı-lar. On dokuzuncu yüzyıl, 1789 Fransız İhtilali’ni taklit etmeye yönelik, çoğu başarısız çabalarla doludur. Bu çabaların birkaçı, Fransızlar ilk devrimci deneyimlerini defalarca tekrarlamaya mahkûmlarmış gibi, bizzat Fransa’da gerçekleşti.

Sonuç olarak, on dokuzuncu yüzyıl devrimleri, devrimin tarihsel niteliğini ortaya koydu. On dokuzuncu yüzyılda devrim, toplumsal soruna, hatta kültürel değişime ilişkin bazı düşünceler içerse de, çoğunlukla siyaset yapmakla ilgiliydi. On dokuzuncu yüzyılın akışı içinde, sanayi kapitalizmi ve ulus devlet kavramı egemen oldukça, dünya köklü bir değişim geçirdi. En azından siyasal sorunlar ve özlemler değiştiği için, bir siyaset yolu, yöntemi olarak tanımlanan devrim de değişti. Ekonomik ve toplumsal sorunların eklenmesi durumu daha da karmaşıklaştırdı. Bir devri¬min başarabileceklerine ilişkin beklentiler hızla yükseldi.

ONYEDİNCİ YÜZYIL İNGİLİZ DEVRİMİ

Birçok tarihçinin günümüzde İngiliz Devrimi adım verdiği, Britanya Adaları’nda 1640’lar ve 1650’lerde gerçekleşen olayları, bazıları hâlâ İngiliz İç Savaşı olarak adlandırıyor. Bir kısmı onu sadece bir ayaklanma olarak görürken, diğerleri kontrolden çıkmış bir siyasal kriz olarak değerlendirmekte. İngiliz Devrimi bunların hepsi, hatta daha fazlasıydı. Bu bölümde öne sürülen tez, özellikle 1688 Devrimi göz önüne alındığında, bu dönemin olaylarının bir devrim, muhtemelen dünya tarihinin ilk gerçek devrimini oluşturduğudur. Daha sonraki bazı devrimlerde olduğu gibi, var olan siyasal sistemi tümüyle yeni bir şeyle değiştirmek yerine, İngilizler köklü gelenek ve haklan korumaya çalıştılar. Bununla birlikte, zamanla yeni bir şey yaratmayı da başardılar.

İngiliz Devrimi’nin merkezinde İngiltere yer alır. İskoçya ve İrlanda’daki olaylar da kendi başlarına önemli olmakla birlikte, asıl önemleri İngiltere’deki devrimci durum üzerindeki etkilerinden kaynaklanıyordu. Birlikte ele alındıklarında, Britanya’daki olaylar dünya tarihini değiştirmeye yardım etti.

Tarihçiler artık bu devrimi, İngiliz siyasal haklarının krallığın istibdadına karşı uzun, bilinçli bir savunması olarak görmüyorlar, öte yandan 1620’ler ve 1630’larda toplumun her düzeyinden insanlar siyasal konuları son derece ciddiye alıyorlardı. Belki bu konuları I. Charles’dan daha ciddiye alan da yoktu. Bir kralın bir ülkeyi nasıl yönetmesi gerektiğine dair belirli bir anlayışı vardı ve onun bu anlayışı, istemeyerek de olsa, 1640’lardaki iç savaşa ve devrime yol açtı. 1640’larda neredeyse hiç kimse olayları bir devrim olarak görmüyordu, ama Parlamento’nun haklarım savun¬mak için öne sürülen teklifler, giderek kurumsal güç dengesinde önemli bir değişime yol açtı.

MEKSİKA DEVRİMİ

Meksika Devrimi yirminci yüzyılın ilk büyük siyasal ve toplumsal devrimiydi. Ayrıca yaklaşık aynı dönemde Rusya, Çin, Osmanlı imparatorluğu ve İran’da meydana gelen bir dizi devrimden biriydi. Bu devrimlerin, özellikle de Rusya ve Çin’dekilerin yirminci yüzyıl tarihine muazzam bir etkisi oldu.

Kan dökücülük, ihanet ve zalimliğin yanı sıra sınıf mücadelesi, ABD’nin müdahalesi ve efsanevi bir renkli devrimciler topluluğu Meksika Devrimi’nin 1910-1920 arasındaki devrimci on yılın özellikleriydi. Bunlar genel olarak, devrimin ilk bölümde ele alınan niteliklerini sergiler. En önemlisi, devrim Meksika tarihinin bir ürünü, Porfirio Díaz rejiminin yarattığı siyasal duruma tepki göstermenin bir yoluydu. Bu devrim, yirminci yüzyılın geri kala¬nında siyaset yapma yöntemini biçimlendirdi.

Devrimci on yıldaki kargaşa ve altüst oluşu izleyen yirmi yılda, devrim sürecinde iktidara sahip olan Meksikalılar, ülkelerini yeniden inşa etmede ve biçimlendirmede bu gücü, bazen anlayışlı ve düşünceli bir biçimde, bazen de basit bir kurnazlıkla kullandılar. Bu, özellikle 1920’lerde sıkça şiddet ve zorbalıkla kesintiye uğrayan, mücadeleyle dolu bir süreç oldu. Hem idealizm hem oportünizm gelişip serpildi. Devrimci ivmenin, amaçlarına yakınlık duyan Lázaro Cârdenas’ın şahsında bir lider bulduğu 1930’larda idealizm galip gelmiş gibi görünüyordu. Ne var ki, 1940’tan sonra devrim yolunu şaşırdı. Carlos Fuentes’in Artemio Cruz’un Ölümü adlı muhteşem romanında betimlediği gibi, oportünistler en tepeye yükselerek devrimin özünü öldürdüler. Devrimin cesedini mumyalayıp sergilediler. Yüzyılın geri kalan bölümünde, devrim çoğunlukla biçim ve söylemden ibaretti. 1980’lerde sistem çözülmeye başladığında bile, hiç kimse yirminci yüzyıl sonunda Meksika’da yaşamı niteleyen kısır siyaset ve toplumsal adaletsizliğin ötesine geçmenin bir yolunu bulamamıştı.

RUS DEVRİMİ

Rus Devrimi yirminci yüzyılın çığır açan olaylarından biridir. Fransız İhtilali gibi, o da faal evresi sona erdikten çok sonra bile yankılarım sürdürmüştür. Ana ürünü olan Sovyetler Birliği’nin çöküşünün üzerinden on yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına karşın, bugün etkisi hâlâ sürmektedir.

Rus Devrimi, Meksika Devrimi ile Osmanlı İmparatorluğu, İran ve Çin’deki benzer olaylarla birlikte, bir ölçüde benzer neden ve amaçlara sahip bir devrimler kümesinin parçasıydı. Ne var ki, Rus Devrimi’nin etkisi bu kümedeki bütün diğer devrimlerden çok daha büyük oldu. Pek çok yönden, tıpkı Fransız İhtilalı’nın on dokuzuncu yüzyıl için yaptığı gibi, Rus Devrimi de yirminci yüzyılda devrim standardım belirledi. Profesyonel dev-rimcilerden oluşan bir partiye ve proletarya ile köylülük arasında ittifak olasılıklarına ilişkin düşünceleriyle Vladimir Lenin, iktidarı ele geçirmek için izlenecek yolun haritasını çizdi. Lenin’in çömezi ve halefi İosif Stalin ise bu iktidarın, devrimi savunmaya ve genişletmeye muktedir sanayileşmiş, kentleşmiş bir toplumun inşa edilmesinde nasıl kullanılacağını gösterdi.

Rus Devrimi’ni ayrıntılarıyla ele almadan önce değinilmesi gereken en azından iki genel sorun var. Bunlardan biri, Alman tarih yazıcılığında sıklıkla ileri sürülen ve o ulusun izlediği özel tarihsel yol anlamına gelen Sondenvejf'in bir tür Rus versiyonu olan kaçınılmazlık sorunudur. Kaçınılmazlık konusunda kısaca, Rus Çarlığı’nın I. Dünya Savaşı’na kadar, hatta savaş sırasında bile devrim dışında birçok seçeneği olduğu söylenebilir. Siyasal kişilikler, savaşın patlamasından önceki yirmi beş yılda bu imparatorluğu değiştirmek veya reformu başlatmak için çok büyük çabalar harcamışlardı. 1917 sonbaharında bile bir dizi seçenek bulunuyordu.

VİETNAM DEVRİMİ

Vietnam Devrimi bir dayanıklılık ve sebat mücadelesidir. Vi¬etnamlılar 1946-1954 arasında Fransızlarla, ardından da 1960- 1975 arasında, ABD’nin desteklediği Güney Vietnam rejimiyle savaştılar. Zafer, ancak uzun ve acımasız bir mücadelenin sonunda geldi.

Bütün evrelerinde devrime Vietnamlı komünistlerin öncülük etmesine ve geniş destek sağlamayı amaçlayan cephelere egemen olmasına karşılık, mücadelenin ana odağında hep ulusal kurtuluş ve ülkenin birleştirilmesi oldu. Komünistlerce desteklenen cepheler çoğu zaman kırsal kesimde toplumsal ve ekonomik değişim programını vurguladı, ama bu, duruma ve seslenilen kesimlere göre değişiyordu. Devrimin ana hedefleri kurtuluş ve birleşme olduğu sürece, Vietnamlı komünistler Marksist gündemin diğer öğelerine görece daha az önem verdiler.

Vietnam Devrimi, II. Dünya Savaşı sonrası ulusal kurtuluş hareketlerinin mükemmel bir örneğidir. Ayrıca, komünistlerin öncülüğündeki az sayıda başarılı hareketten biridir. Yorumcular onun başarısını çeşidi nedenlerle açıklamaktadırlar. Fransız sömürge yönetiminin zalimliğine karşı Vietnamlıların tepkileri; Vietnam’ın kökü geçmişe uzanan, emperyalizme karşı direniş geleneği; Ho Şi Minh’in karizmatik önderliği; Leninist parti örgütlenmesinin sağladığı örgütsel üstünlük; Komünist Çin’in yardımı ve Güney’deki seçkinlerin miyopluğu bunlar arasındadır. Vietnam Devrimi’nin incelenmesi başarısını açıklamaya yardım edecektir. Bu inceleme ayrıca, savaş sonrası dönemdeki diğer ulusal kurtuluş hareketlerinin farklı sonuçlarının nedenlerini berraklaştırmaya da yardım edebilir.

Vietnam Devrimi’nin uluslararası düzeyde çok önemli etkisi oldu. Bu bakımdan, Rus, Çin ve İran devrimleriyle birlikte yirminci yüzyılın en etkili devrimleri arasında yer alır. 1960’larda, özgürlük ve ulusal egemenlik mücadelesi veren bir halkın en iyi örneğini oluşturdu. Che Guevara’nın “İki, Üç, Daha Fazla Vietnam”, yani ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve özgürlüğü genişletecek diğer çabaların çoğalması düşüncesi, ABD ve Batı Avrupa’nın da içinde olduğu kentleşmiş, sanayileşmiş Birinci Dünya’da birçoklarına çekici geldi. Pek çok kişi idealizmleri için, bazı durumlarda devrimci romantiklik olarak adlandırılabilecek çıkış noktalan bulmak istiyordu. Vietnamlıların Amerikan Savaşı adım verdikleri Vietnam Savaşı, Amerikalıların sadece hükümet politikalarını değil, aynı zamanda Amerikan yaşamının değerlerini ve temel ilkelerini sorgulamaya başlamalarında büyük rol oynadı.

İRAN DEVRİMİ

Din, bu kitapta incelenen devrimlerin her birinde bir rol oynamış, genellikle de yeni devrimci rejimlerin oluşturduğu politi¬kaların kurbanı olmuştur. İran Devrimi farklı bir örnek oluşturur. Bu devrimde din yalnızca etkenlerden biri değil, ana etken oldu. İran’da din, 17. yüzyıl ortasındaki İngiliz Devrimi’nde olduğundan daha fazla belirleyici bir rol oynadı. Ama İngiliz Devrimi’nin aksine, İran’da din devrimi biçimlendirdi ve devrimci deneyim¬den doğan rejime hükmetti. Devrimcilerin iktidara gelmesinden sonra geçen yirmi yılı aşkın bir süredir İslami köktendincilik İran yaşamında en önemli rolü oynamayı sürdürüyor. İslami kökten dinciliğin İran’daki etkisinin uzun vadede ne olacağını tam olarak söylemek ise henüz mümkün değil.

Ne var ki, İran Devrimi sadece İslami köktendincilikle ilgili değildir. Bir yandan otoriter siyasal sistemi sürdürürken, öte yan¬dan ekonomik, toplumsal ve kültürel konularda hızlı bir değişi¬mi gerçekleştirmenin güçlüklerine ilişkin bir örnek olaydır. İran yaşamının siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel alanlarında modernleşme, yeni düzenlemelere karşı çıkan grupların yüksek sesli muhalefetine yol açmıştı. Birçok İranlı kentleşme, laikleşme, ekonomik değişim ve toplumsal hareketlilik fırsatlarını olumlu karşıladı. Diğerleri, özellikle İslami din adamları ve hazarı"ler (sözcük anlamı, pazarcılar), yani orta sınıftan tüccar ve esnaflar geleneksel yaşam tarzının ortadan kalkmasını istemiyorlardı. Pek çok yönden İran’da, hükümetin Batı Avrupa’ya ve ABD’ye ayak uydurma girişimlerinin sorunlar ve istikrarsızlıklar yarattığı Mek¬sika ve Rusya’da görülen gelişmeler yinelendi.

Soğuk Savaş, her ne kadar Vietnam’daki etkisinden farklılıklar gösterse de, İran Devrimi’nde de önemli bir etmendi. 1940’lardan başlayarak İran’da siyaseti biçimlendiren, Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki çekişmeydi. ABD 1950’lerin ilk yıllarından itibaren İran tarihinin akışını güçlü bir biçimde belirledi ve farkında olmaksızın devrim ile onun ürünü olan köktendinci rejimin oluşumunda çok etkili oldu.

İran Devrimi, Fransız İhtilali’ne (hatta on yedinci yüzyıl İngiliz Devrimi’ne) kadar uzanan, daha sonra Rus deneyiminin devralıp dönüşüme uğrattığı gelenekten bir sapma mıdır? Yoksa yirminci yüzyılın ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel güç¬lerinin kendine özgü bir ürünü, Fransız ve Rus devrimlerinin sunduğu modelleri izlemeyen yerel bir olgu mu? Ya da belki, yerel bir olgunun ötesinde, tam anlamıyla İslami köktendincilik temellerine dayanan bir devrimler dalgasının öncüsü mü? İran Devrimi, kendi tarzında, siyaset, ekonomi ve kültürün kesintisiz bir ağını sunarak ütopyacı bir sistemi amaçlamaktadır, ama sistem, yeni ve yenilikçi bir şeyi kurmaktan çok, geçmişi korumaya veya canlandırmaya dayanır. Bununla birlikte, İran Devrimi’nde işlemeyi sürdüren dinamik baskılardan biri, gerek kırsal kesim¬de gerek kentlerdeki yoksulların birçoğu açısından, toplumsal ve ekonomik sorunların üstesinden gelme arzusudur. Son yıllarda aşikâr hale geldiği üzere, dinsel öğretilerin belirli bir rol oynadığı, fakat hâkimiyet kurmadığı demokratik ve temsili bir hükümete yönelik güçlü ilgi sürüp gitmektedir.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
19 Kasım 2012       Mesaj #223
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
DEFTERİMDEN PORTRELER

YAZAR:İLBER ORTAYLI


JULIUS CAESAR (SEZAR)
Temmuz Ayının Sahibi


M.Ö. 100 yılının 12 Temmuzu’nda Caesar doğdu; tabii bu onun kendi zamanında ıslah ettiği ve 1582 yılında Papa Gregorius tarafından yeniden düzenlenen takvime kadar geçerli olan tarihtir. Yeni takvime göre bu doğum 12 gün oynar. Julius Caesar’ın Roma’nın bütün patrici (soylu) aileleri gibi Troyalı kahraman Aeneis’in soyundan geldiği iddia edilirdi. Roma’nın kurucu ailelerinin hepsi Troyalı olarak düşünülür ve onların yarı tanrısal olduklarına inanılır. Caesar her halükârda patricilerin cumhuriyetini sarsan bir tarihi dehadır. Siyasi hayatında Pompei ile birlikte yürüdü, aynı zamanda Pompei’nin kaynatasıydı. Nihayet birbirlerine rakip oldular fakat o tek adam olarak kalmayı başardı (“Roma’da ikinci olmaktansa Tiber Nehri kıyısındaki köyde birinci olmak evladır”, sözü onun tarafından söylenmiştir). Adı hükmeden anlamında kullanıldı. “Out Cacsar out nihil/Ya Sezar olunur ya hiçbir şey” diye çevirmeyelim. Osmanlı ananesinde karşılığı var; “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” denir.

İktidar mücadelesinde kuzeyden Roma’ya yürürken Rubicon Irmağı’nı geçti. “Halea iacta est/Zarlar atıldı” diye çevirmeye lüzum yok, ‘ok yaydan çıktı” denir. Dönüşü olmayan ani ve çılgın kararların sahibi bir strateji ustası olarak bilinir. Öyle mi dersiniz, aslında pek de öyle değil. Galya Savaşları sırasında ilerleyen Roma lejyonlarının komutanları, karşılarında açıkta hedef teşkil eden Galyalı kabileleri görünce; “Sezar şunlara bak, derhal yok edelim” dediler. Tarih biliyordu, yazılı ve sözlü ananeye sahipti. O da Romalı ataları gibi yaptı, bu sefer ananeye itaat etti, ihtiyatı elden bırakmadı; önce “Castra Ordugâhı kurun, etrafını hendek ve çukurlarla çevirin” dedi. Romalı, sığınacağı ahşap ordugâhı kurmadan hücuma geçmez. Çünkü hücumun ricatla biteceğini de hesaba katar. Bu taktiği Caesar’dan öğrenmişlerdir. Nitekim ortadaki Galyalıların bir tuzak teşkil ettiği, onların birkaç mislinin etraftaki ormanlarda saklandığı anlaşıldı. Yüz sene sonra zavallı Quinctilius Varus, kuzeyde Germanya topraklarında Heruskların başbuğu Arminius (Herman) karşısında aynı feraseti gösteremediğinden tuzağa düştü ve bütün lejyonları mahvoldu.

İMPARATOR AUGUSTUS
Ağustos Ayının Sahibi


M.Ö. 63’te Roma’da bile değil, bir taşra kenti olan Velletri’de doğdu. Baba tarafı normal vatandaş sınıfından gelen; hizmette liyakat, tarım ve ticaretle zenginleşen, “equester” yani şövalye sınıfına yükselen kimselerdi.

Ne var ki büyükbaba Roma aristokrasisinin efsanevi ailesi Julian’lardan Julius Caesar’ın kardeşi Julia ile evlenmişti. Bu nedenle bu zeki yeğen, genç yaşlarda tarihin ünlü Julius Caesar’ının dikkatini çekti. Sezar’ın o vakte kadar oğlu yoktu. Yeğenini evlat ve mirasçı edindi. Roma’da evlat edinilenin, edinenden doğanla kanun ve cemiyet adetleri önünde pek farkı yoktur.

Çocuk elhak talihin ve tarihin ona verdiklerini iyi kullandı. 19 yaşında bu dünya devletinin başına geçti. Kamu hayatında olmayacak bir yasa ve protokol kurnazlığı yaptı; kendini Roma’nın asiller meclisi sayılan Senato’nun başkanı yani “princeps senatus” seçtirdi. Herkes ona “principe” diye hitap ederdi ve dönemine de bu sebeple “principatus” deniyor.

Dünya tarihinde senato emsali kurullar çok vardı; bütün Yunan şehirleri, hatta Fenike şehri ve onun ardılı Kartacalıların senatoları vardı. Ama hiçbirinin başkanı yoktu. Senato başkanlığını o icat etti ve devamlı diktatöryayı böylece kurumsallaştırıp yasalaştırdı. Roma 3’üncü asrın sonuna kadar irsî bir monarşi değildi; ama bir Bizans imparatorundan, bir Rus çarından, bir Osmanlı sultanından daha yetkili, üstelik bu yetkilerini kanunlaştıran bir başkan vardı. Bu, Augustus’un Romalı aklının eseridir.


FATİH SULTAN MEHMED
İki Kıtanın Hükümdarı


29 Mayıs 1453 tarihinin son yıllarda tarih edebiyatımızda münakaşa konusu olduğu görülüyor. Bazı yazarlar fethin gerçek bir kuşatma ve zafer olmadığını, Konstantinopolis’in savunmasının çok yetersiz olduğunu, hatta çocuk ve kadınlara kaldığını bile söylüyorlar. Bu arada karadan gemi yürütme olayını tamamen reddediyorlar. Her şeyi bilenler (!) bu konuda sadece ve sadece okul tarih kitaplarındaki bilgileri ele alıp sözde çürütmeyle meşguller. Fransız’ın tabiriyle “bu açık kapıları omuzlamak” beş buçuk asır evvelki tarihin anlaşılması için hiçbir katkı sağlamaz.

Güya tabu düşünceyi değiştirecek olanlar ne tarih yazımını, ne 15’inci asır vesikalarını, ne Türk ne Ceneviz ne Papalık arşivlerini ve ne de Bizans Helen tarih yazımı kaynaklarını inceleyecek durumdadır. Hatta bu kaynakların modern örneklerini bile takip edemezler.

İkincisi; dönemin Osmanlı kaynakları üzerinde bilgi edinecek durumda değiller. Hatta bu yazarlardan birinin tamamen modern Türkçe kitaplar ve ecnebilerin çevirilerine dayandığını gördüm. Mesela kuşatma günlükleri ve gemilerin karadan çekilmesi gibi konularda Runciman ve Schlumberger gibi Türk milliyetçi ekolünü beslemeye niyeti olmayan, hatta fetih karşıtı Avrupalı yazarları bile pek kullanmadıklarına şahit oldum. Tabuları yıkma gibi işlem tarih yazıcılıkta çok zordur; devamlı tetkik ve muhakeme gerektirir. Moda diye yapılacak iş ve izlenecek yöntem değildir.

Fatih 1432 doğumludur; Türkiye’de bu padişahın annesinin kim olduğu tartışılıyor. Osmanlı resmi tarihlerinin verdiği isimler arasında İsfendiyaroğullarından Huma ismi ağırlık kazanıyor. Öbür delillerin kuvvetli olmaktan çok Fatih’e Batılı bir akrabalık kazandırma niyetine dayandığı anlaşılıyor. Bu boştur; Osmanlı hanedanı aslında Sultan Orhan Gazi’den beri Romalılarla akrabadır. Malum; Halofera (Nilüfer Hatun) İmparator İoannis Kıntakuzinos’un kızıydı. II. Murad’ın eşi ise Sırp kralının kızı olup çocuksuzdu ve padişahın ölümünden sonra ülkesine geri döndü. Dolayısıyla Fatih’in annesi olmadığı açıktır (Üvey analarına ise padişah “valide” der).


YAVUZ SULTAN SELİM VE V. ŞARL
1520’lerin İki Hükümdarı


Tarihteki bazı olaylar ve bazı kişilikler geçen zamanın içinde, gelişmelerin yarattığı yeni sorunlar etrafında önem kazanır. Ortadoğu dünyası 1918’den beri her geçen gün bir sorun yumağı haline dönüştü. Hiç şüphesiz ki bu bölge yerkürenin diller ve dinler bakımından renkli kesimlerindendir. Ama diğer bölgelere göre en önemli farkı; uzun süreli etkileyici bir uygarlık çevresi olmasıdır. İşte bu özelliğinden dolayı da her zaman için uygar dünyanın başat bir merkezi olmuştur.

Sanayi Devrimi’nin sonuçlarının yerküreyi etkilemeye başladığı 19’uncu asırdan itibaren ikinci plana düşen Ortadoğu bölgesi hızlanan bir gerilimin, çatışmanın temel alanı oldu. Özellikle bu gelişimin yarattığı büyük harbin, yani 1914-18 Savaşı’nın bitimiyle de günümüz dünyasının onulmaz bir yarası haline dönüştü.

Ortadoğu’nun beş asırlık tarihine baktığımız zaman; Türk çocuklarının bile tarih derslerinde ismini laf olarak tekrarladıkları, bazılarımızın ise imparatorluk tarihinde bağnaz (!) İslam’ın öncüsü diye vurguladıkları Yavuz Sultan Selim Han, artık üniversal tarihçiliğin temel portrelerinden birine dönüşüyor.

Yavuz Sultan Selim Han’ı iyi tanımak gerekiyor. II. Bayezid ile Dulkadiroğlu hanedanı prenseslerinden Ayşe Hatun’un oğludur. II. Bayezid oğullarını Kırım hanlarının kızlarıyla evlendirmişti, demek ki Kanuni’den itibaren mavi kanlı yani zadegândan valideler geleneği sona ermiştir. Ne tarafa sefer yaptığını bilmediğimiz Yavuz, 21 Eylül 1520’de, Trakya’daki Muratlı’nın Sırt köyündeki durağında teslim-i ruh eyledi. Rivayete göre babası II. Bayezid’i zehirlemiş, ama o da vadesi gelince bilinmez bir seferin başında ölmüştü.


MİMAR SİNAN VE DEVRİ
İmparatorluğun Başmimarı


Kanuni Sultan Süleyman’ın hükümdarlığını tarihçiler imparatorluğun en parlak devri olarak ele almışlar, dönemin kurumları ve toplum düzeni genel bir eğilim olarak imparatorluk tarihinin klasik devri diye nitelendirilmiştir. Bu genel eğilim nedeniyle Osmanlı toplumsal kurumlarının 15’inci asrın sonuna kadarki gelişimi bir olgunluk dönemine ulaşmanın, sonrası da çürüme ve bozulmanın safhaları olarak ele alınmıştır. Kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu’nun idari ve toplumsal hayatını bu biçimde yorumlamak hiç değilse son yıllarda terk edilmeye başlandıysa da, özellikle 16’ıncı asır Osmanlı mimarisini ve yapı örgütünü bütün Türkiye kültür tarihi içinde en orijinal ve soylu devir diye ele almak eğilimi sürmektedir.

Türk sanatı veya Türkiye sanatı gibi bir yaklaşım izlendiğinde bu tür bir değerlendirme de kuşkusuz tartışma götürür. Bu tartışma götürürlüğe rağmen, kabul edilmesi gereken bir gerçek, Mimar Sinan döneminin gerek Osmanlı mimarisi, gerekse dünya mimarisi için gösterdiği önemdir. Bu dönemin iktisadî, kültürel ve toplumsal şartları etraflıca incelenmedikçe bu olgunun yeterince kavranılamayacağı da açıktır.

Mimar Sinan başmimar olduğunda veya olmadan önce henüz mesleğinde yetişirken, bu imparatorluk bir Balkan İmparatorluğu olması yanında bir Ortadoğu İmparatorluğu da olmuştu. Hattâ 200 yıldır kazandığı ve koruduğu birinci niteliği, ikincinin içinde erimeye başlamıştı. İki yüzyıldan beri Balkan İmparatorluğu olma niteliğini, tarihin akışı ve doğal kültür ilişkileri içinde yavaş yavaş kazanan Osmanlılar, şimdi bilinçli bir biçimde Ortadoğu-İslam İmparatorluğu tipine dönüşmekteydiler. Devletin ulema ve ümerası, adeta belirgin ve gayretli bir politika içinde bir tür Ortadoğu-İslâm Rönesansı yaratıyorlardı. 14 ve 15’inci yüzyıllara ait Osmanlı vakayiname ve nasihatname edebiyatında, 16’ıncı yüzyılda olduğu kadar eski İslâm devletlerini, İslâm toplum ahlakını, İslam arazi ve maliye sistemini nakleden kaynaklara atıflar yapıldığı ve başvurulduğu söylenemez. Daha önce pragmatik bir yaklaşımla yaşayan geleneklere Doğu devlet literatürü okunur ve toplum sistemi benimsenirken, şimdi daha bilinçli bir biçimde İslam-Ortadoğu modeli ele alınıyordu.


LUCWIG VAN BEETHOVEN
Beethoven’in Dünyası


27 Mart 1827’de bütün zamanların en çok sevilen bestekârı Beethoven Viyana’da öldü. Cenazesine 20 bin Viyanalı katıldı. O zamana göre büyük bir kalabalık toplanmıştı. Zavallı Mozart’ın sahipsiz cenazesi ve naaşının kitlevi bir çukura atılması ile karşılaştırıldığında, bu cenaze töreni muhteşem bir görünümdü.

Hollanda asıllı Beethoven, 1770’in Aralık ayında Bonn’da doğdu. Hayatını Viyana’da geçirdi. Romantik dönemin en ilginç bestekârı demiyorum, münevveriydi. Bugün en genç hekimin bile teşhis koyup kolaylıkla tedavi edeceği kulak hastalığı hayatını karartmış, sağırlaşmıştı. Bütün Avrupa gibi Napoleon savaşlarından ve onun Avrupa’yı istilasından etkilenmişti; monarşilerin ve kilisenin hâkimiyeti bitecek diye bekliyorlardı.

Avusturya’da bütün zamanların üç müzik dâhisi birbirini tanımıştır; Haydn, Mozart, Beethoven. Birisi en çok beste yapan Mozart, öbürü dâhilere pek çok şey katmış Haydn idi; Beethoven ise sadece musiki dünyasını değil, Avrupa’nın altüst olduğu dönemde bütün grupları etkilemişti. Koruyucusu imparatorluk ailesinden olup kendini kiliseye adayan Kardinal Arşidük Rudolf’tu. Goethe ile ahbaptı; bir gün birlikte yürürlerken İmparator I. Franz, arabadan Weimar’lı devlet adamı, Alman edebiyatının ve ilminin en güzide insanı Goethe’yi değil, Beethoven’i selamlamıştı.

3. Senfoni’yi yani “Eroica”sını Napoleon için bestelemiştir ama Napoleon’un despotizm ve imparatorluğunu ilan etmesi eserin “bir kahramana” ithafıyla sınırlı kalmasına sebep olmuştur.


LEO TOLSTOY
Anarşistlerin Babası


Tolstoy çelişkiler yumağı gibi görünür, değildir, çünkü dünya ve hayat o kadar tekdüze gitmez. Lenin, Maksim Gorki ile yaptığı bir röportajda, Tolstoy’un yurttaşı ve dildaşı olmakla iftihar eder. “Rus köylüsünü hiç kimse bu kont kadar anlayamaz” der ve kısık gözlerinin arkasından iftiharla gülümser. “Bütün Avrupa edebiyatında böylesi var mı?” Doğrusu Tolstoy da Avrupa edebiyatına en keskin eleştiri, itham ve hatta küçümsemelerle yöneltmekten geri kalmadı. “Fransız edebiyatı ahlaksız bir edebiyattır” deyişini basit bir kasabalının veya kilise cemaatinden mutaassıp bir Hristiyan’ın tepkisiyle benzeştirmeyelim. Bu ifadede kendine göre tesbit edilmiş, reddetsek bile ciddiye alınacak kurallar söz konusudur. Geç yaşında Moskova’nın ünlü hahamlarından birinden İbranca dersi ve Judaizm öğrenmeye kalktı. O kadar çok üstüne düştü ki, sonunda ciddi bit şekilde zatürre ve sürmenaj geçirdi.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
yeomyang - avatarı
yeomyang
Ziyaretçi
19 Kasım 2012       Mesaj #224
yeomyang - avatarı
Ziyaretçi
Kitaplar aslında benim dünyam.İlk okuduğum kitap JULES VERNE ...yüzen şehir...kitabı idi.sonra ÖMER SEYFETTİN geldi şimdilerde araştırma ağırlıklı kitapları tercih ediyorum.SONER YLÇIN...bence okuyun çünkü her kitap bir başka fikir ve düşünce alanınızı geliştiriyor.Okuduğum kitapların bir listesini yapsam burada inanın şaşırırsınız.Okuyan bir nesil bence kendisini düşünce alanında gelştirmiş demektir.Paylaşımlarınız harika emeği geçen herkese teşekkürler.
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
27 Kasım 2012       Mesaj #225
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
LA Sonsuzluk Hecesi

Yazar: Nazan BEKİROĞLU


Bir gün Saba Melikesi Belkıs’tan, Âdem’le Havva’nın hikâyesini anlamanın bütün bir insanlığın da hikâyesini anlamak manasına geldiğini öğrendim. Çünkü Âdem cem makamındaydı, yani hayatları, hikâyeleri kendinde toplayıcıydı. İnsanın bütün halleri Âdem’de gizliydi ve bütün macera onun hikâyesinde özetlenmişti. Bu cümleyi yıllarca içimde gezdirdim de bir türlü kalemi elime alamadım, anlatmaya kalkışamadım. Oysa anlatmak, benim için de anlamanın en yetkin biçimiydi. Ne zaman ki, kalmak için değil uğrayıp geçmek İçin kadem bastığımız, kök attığımız değil kısa bir gölge saldığımız şu dünyada
bir cennet sürgünüyle yargılandığımı anladım ve Kelimeler Kitabı çift isimler sahifesinde, Adem'le Havva'nın yanma bir de Habil le 'Kabil ekledim. O zaman anladım anlatma zamanının geldiğini.
Hikâyenin ismi düştü dilime bir gece: LA.
İLLÂ, dedim.
Bir ömür boyu aradığım hece harfinin LA olduğunu bildim.
LA Olumsuzluk eki. Başkaldırı serbestisi.
Ama değil mi ki Tevhit kelimesi de LA İle başlar: LA ilahe.
Bilinçli kabul kelimesi onun ardından gelir: İllallah.

Öyleyse Âdem, İLLÂ' ya giden yolda bir LA hecesidir. İsyan tecrübesi onun ilk halidir. Âdem, cümlenin daha başında LA diye¬cek, reddedecek özgürlüğe sahip olduğu halde illallah varmasıyla yaratılmışların en güzelidir, mümkünler alemindeki o en esrarlı heceyle, kendiliğinden değil bile isteyendir. LA, hiçlik mesabesi, öyleyse sonsuzluk ekidir.
Haddele, bu hikâyenin hem ilk sahifesi hem de neticesi. Hamt O'na ki; Ey varlığı kendi kendinden olan. Ey kendi kendisinin hem sebebi hem sonucu. Ey kendi ezelinde ezeli, kendi ebedinde ebedi Bütün bunları. Aklım almıyor. Ama kalbime sığıyor. Ey, sorgulayan aklıma değilse de kalbime bu genişliği veren Allah'ım. Ve ey ki aklımın her şeye yetmediğini sezecek gücü de yine aklıma veren Allah'ım.
Aklım iyi ki almıyor. Çünkü Yaratan, yarattığı şeyin sınırları içine nasıl sığabilir? Onunla nasıl anlaşılabilir, bilinebilir? Onun hükmü altına nasıl girebilir?
Bildim ki başka bilgiler var, bu kitaba sığmazmış. Bu terazi almazmış. Böyle ağır sınanmasa Âdem kendisini nereden bilecekti? Geçici yanılgısının sebebi olan şey, onun sahiplenilmesine de neden olan şeydir. Ve böyle bir sahipleniliş için İnsan olan gözden düşmeyi, sürgün edilmeyi, her bir şeyi göze alabilir. Anlatmak anlamaktır, demiştim ya. Şimdi gözlerimde, onla¬rı neredeyse kaybedeceğim korkusuyla bunca anlatmadan sonra ne anladığım sorulursa: Ben de bu dünyaya düşmüş biriyim. Kimi zaman şeytan dokunmuş düşünü hayra yoramayan Havva, kimi zaman af dileyerek kırk yıl gözyaşı döken Âdem gibiyim. Dünyaydı adı. Sertti, hayattı. Ağırdı ölüm. Katıydı günah. Kaderdi, kazaydı, belâydı. Ama gözlerimi kapatıp da bunca ahdi-i belâya çok uzak bir zamandan baktığımda, cümle kovalıyor cümle¬lerimi; rüyada gibiyim. Uzaktan sesler geliyor. Işık kervanlarının çıngırakları. Ağaç ve ırmak konuştuğunda bana, sanki cennetteyim. Uğultuya uyanıp da azametli derinliğin içinden ruhumu rüzgâra açtığımda cennette bile değil bez mi ezelde gibiyim. Ne yazıda, ne aşkta, ne acıda. Kalbin de daha İleri gidemedi¬ği bir yer ar. Hayal zamanlarda yıkılmış beldeler. Gözlerimi kendi satırlarımda gezdirip de görünce ki gölge üstüne gölge. Kimse üstü¬ne alınmasın, hikâye sadece kul ile Allah arasında; sezer gibiyim Dahası, O'nun da, sırrıyla aynası ismiyle yansıması, ayanıyla beyanı arasında; der gibiyim.
Nokta ki mümkünlerin en mükemmelidir. Her isim, her kelime, her resim OL noktasının içindedir. Sıfır hacim-sonsuz kütle, noktanın sonsuzluk sırrında gizlidir. Öyleyse daha başlarken bile en fazla, nokta diyebilirim. Noktayla başlayıp noktayla bitirebilirim. Her şey gizli. Benim bildiğimse: Gizli bir hazineydi; görünmeyi, bilinmeyi sevdi. Sıfırdan zamana, sonsuz ân’dan ânbeân’a, nâ-mevcûddan vücûda, lâ-mekândan mekâna, noktadan mükemmele, kelimeden cümleye, emirden vakiye. Muhabbeti aşikâr kuvveyi fiil eyledi OL, dedi. Oluverdi. Kûn!
Bir Kaf. Bir nün. Sonra sükûn. Bir seçilmiştik sevinci. Ama O gizli bir hazineydi. Daha fazla bilinmek, farklı bir Nazarla seyredilmek istedi. Yaratmaya devam etti. Birbiri ardınca gelsinler diye, Aydınlatılmış günü, karartılmış geceyi. Yaza dönsün diye kışı, kışa dönsün diye yazı. Yerle gök arasında emre tâbi bulutu, yağmuru. Yaksın diye alevi, ısıtsın diye ateşi, kandırsın diye suyu, boğsun diye ırmağı. Yani dönüşü, deveran sırrını,
Biçimlerin en güzeli olan daireyi, başladığı yerde biten cem¬ beri. Bunları da var etti. Göründü görünmesine ama yine yetmedi, göründükçe perde¬lendi. Yaratmaya devam etti. Gökten inip yataklarına dolan suları. Sığ bataklıkları, derin gölleri, kaynayan denizleri, ummanla-n, okyanusları. Kara toprağı, tam ortasından yarılacak olan taşı, kumu, kumun içinde saklı camı. Düzlükleri, otlakları, eğrelti otlarını, su kamışlarını. Yaprakla donanmış kalın gövdeli ağaçlan, reçine kokulu sık ve derin ormanları. Elma çiçeğini, pembe peygamber gülünün yaprağını, üzümü, inciri, narı. Zeytini, zeytinin içindeki yeşil ışıklı yağı, hurmayı, hurmanın göklere uzanan dallarını, akasyayı, buğdayı. Çizgili zebrayı, uzun boyunlu zürafayı, sırma yeleli tayı. Haritasına göçeceksin yazılmış yazılmamış bütün kuşları. Sürünenleri, yüzenleri, koşanları. Onların arasındaki yarışı, can pazarını. Otu yesin diye kuzuyu, kuzuyu yesin diye kurdu.
Sonra hepsinin kanına susamış yırtıcı parsı, bol yeleli aslanı.
Kan revanı, kan revanı,
Ama bunca kan revan arasında arsalanın masumiyetini, kur¬dun art niyetsizligini,
Âlemin kusursuz düzenini yani, İşleyişini kurdu. Etti. Eyledi. Ayna kıldı kendisine cümle âlemi.
Âlem O'nun cümlesiydi şimdi. Öznesi gizliydi ama isimleri¬nin her biriyle cemi cümlede tecelli etti. Yarattıklarının üzerine İsimlerinden, sıfatlarından, fiillerinden bariz bir ışık düşürüverdi. Lâkin tümünü taşımaya güç yetiremezlerdi. Bölüştürdü bu yüzden. Kimine bir, kimine üç, kimine beş emanet etti.
Oysa sonsuzdu isimleri ve O hâlâ gizli bir hazineydi.
O'na şimdi, ismini esmasını, sıfatını vasıflarını, benliğinde tümüyle taşıyıp toplayacak, sonra bir ayna olup yansıtacak, ısıtacak, bir bakıma O'na temsil O'na misal, O'na halife olacak, O'nu hatırlatacak, O'na emanet O'na emin, şimdiye kadar yarattıklarının hepsinden daha güzel, daha mükemmel, bir şey lâzımdı. İsimlerinin kelime kelimesi değil, cümlesi, ez-cümlesi ve şuursuz değil, ne olduğunun farkında, şuur sahibi, sahip olmakla kalmayıp bu şuurla yapabilen, edebilen, öyleyse İradesiz değil iradeye sahip birisi. Belli ki, Âlemlerin Var edicisi, bal ve süt ırmakları akan cennetinde, hata yapmaya yetene¬ği, kabahat işlemeye meyli, muhalefet edecek hilkati olmayan, masum kılınmış meleklerinin kusursuz tapıncıyla yetinmedi. Hür iradesiyle kendisini bilecek, bilgisiyle kulluk edecek insanın boz bulanık taşkını önündeki bendi bu yüzden çekti Gizli saklı hazineydi. İki nokta arasındaki yek-cümlede kendi sırrını kendine açmak istedi. Evvelini saklı tuttu. Ahirini gösterdi. Varlığın özü muhabbet. Âdem’e sıra geldi akıbet.
SECDE EMRİ
Toprak bedeninin üzerinden tatlı bir ürperti geçti. Şöyle bir silkindi yerinden Âdem, derin bir uykudan sahici bir rüyaya uyanır gibiydi. Hayatın İçindeki cennet bağına muazzam bir göz aydınlığı, umulmadık bir sevinç kaynağı gibi geldi.
Parıltılı ışığı teninde hissetti, içine önce güzel kokular doldu. Hülyalar arasından sesleri seçti. Bir tebessüm indî yüzüne. Görmek ardından geldi.
Bir ağacın altındaydı. Saf çiçekler açmış filbahri dallarının arasından üzerinde bekleyen şeffaf bulutu gördü. Bir şehriyenle tarandı saçları. Işık parılcakları döne döne, zerre zerre dökülünce boynu, göğsü aydınlandı. Gözlerini göklerden yere indirdi. Her şey üzerine eğilmişti merakla. Hepsiyle göz göze geldi.
Merak karşılıklıydı. Üzerine eğilmiş kuşlara, hele ışık yolları¬nın İçinden süzülen yeşil zümrüt kuşuna, meleklere, cinlere, hele içlerinden o birisine, dağlara, ırmaklara, ağaçlara, hele o meyveleri camdan, koku¬dan, hazdan, renkten, ışıktan, sudan olana, gözü ne görüyorsa, Âdem de onlara baktı merakla. Sağ dirseğine dayanarak yavaşça doğruldu, ayağa kalktı. Bir iki adım attı.
Bunca cennet kalabalığının ortasında çok yeniydi Adem. Ama hiç yabancılık çekmedi. Sadece, bir rüyadan uyanmış da bir¬denbire her şeyi hatırlamış gibiydi. Bu hatırlamayla kendi kıymetini kendisinde hazır buldu. Zihni, bir kamaşmayla, sanki hep de varmış gibi oluşunu kavradı. Şimdi, karıştığı büyük ırmağın akışında kendi hacmini, kendi zamanını aşan küçücük dereler kadar aslına yakındı.
Ve şah damarında bir atma hissetti. Geldi, bilinecek olan Bilinmezin kesilip eksilmeyen, bitmeyen tükenmeyen bilgisine erişti: O. Zahir'di Batın'dı. Evvel'di Ahir'di. O'nu bilmek İçin bir gayret sarf etmedi Âdem. Kendisini O'na öyle yakın, öyle parça, öyle ayna hissetti ki O'ndan başka bir yerden gelmemiş olduğunu bir ânda anladı. Yüzünü nereye çevirse oradaydı ve baktığı her cihette O'nunla kendi arasında kurulmuş olan bağın manasına rastladı. Yaratılmış lığının sebebini kavradı ve kulluğuna hiç şaşırmadı:
Muhtaç değildi elbet Yaratan, yarattığının kulluğuna. Lâkin Yaratan o kadar büyüktü ki Âdem’in O'na varmaya kulluktan başka yolu yoktu. Kendisini, ister İstemez değil, istekle kulluk eder buldu. Bu kulluğun sayesinde sayeban oldu. Zorunlu kölelik değil şuurlu kulluktu bu. Bütün isimlerinin önü sıra o kadar güzeldi ki onun Rabbi, Adem'in bu ihtişama tapmaktan, O'na kul köle olmaktan başka yolu yoktu. O ne derse kayıtsız şartsız, sorgusuz sualsiz doğru. O ne isterse koşulsuz kuralsız alacaklı. Aşktı bu, başka izahı yoktu.
Her fermanın altında bir imza, üzerinde bir tasdik mührü. Yaratılış tamamlanınca şimdi bu mükemmele bir onay gerekti. Kabul ve bunun İkrarı gerekli. Âdem kendi rüyasına uyandığı ânda, ilahi hitap geldi. Emir suretindeydi.
O'nun hitabı duyulurken cennetin her köşesinde meyvelerle donanan dallar, altın tahtlar, gümüş ırmaklar. Gel deyince gelen taşlar, getir deyince getiren ağaçlar.
İç içe açılan ışıklı salkımlar, salkımlardan dökülen parıltılar, suya değen yıldızlar, havuzlar, havzalar.
Işıltılarını saça saça kırılan dalgalar, yükünü taşıyamayan kristal bulutlar.
Yan yana duran, bir hizaya gelen, birbirini sema eden, devre¬den gezegenler, devirler, devrî-i daimiler.
Yerden göğe kadar kandiller, nurlar, revnaklar. Şavklar, şualar, tayflar.

Yakamozlar, şevkler, ziyalar.
Bütün bir cennet varlığı ürperdi. Bir varlığı olan her şey edep ve muhabbetle, asalet ve cazibeyle, gözün görmediği kulağın işitme¬diği güzellik suretiyle kendisini gösterdi. Çoğaldı, yenilendi, kendi¬sini gerçeğinde bildi.
Âdem toprağın üzerinden alnını kaldırmamışken daha meleklere de Adem'e secde etmeleri emredildi.
Deniyordu ki: Secde edin.
Yani, onun üstünlüğünü seksiz şüphesiz kabul edin. Değerini bilin. Bilmekle kalmayın bildiğinizi de gösterin. Ona selâm edin. Ona selâm ederken Bana yönelin. Eğilin onun önünde, Benim ruhumdan bir parçanın önünde eğilir gibi eğilin.
Âdem’in gözü o cennet ânında bir daha göklere ilişti. O daha su ile toprak arasındayken bir mim remzinde gökleri doldurmuş aklı evvel aydınlığını fark etti.
Bir daha nokta.
Nuru Muhammedi
Bir daha her şey o Nokta’nın içindeydi.
İsimleri öğrenmemişti henüz Âdem. Senden iki cümle, ben¬den bir cümle. O da tekrar, o da ezber. Bu metni henüz sökemedi, bu müsemmayı çözemedi. Ama ruhunun üzerine, isminin içine, alnının parıltısına, unutamayacağı bir harf mührü, zamanın zarfını bekleyecek bir nur nakşetti.
MELEKLERİN CÜMLELERİ
Âdem eşyanın kelimesini bilip isimlerini söyleyince, melek¬ler lâl kesilip de Adem'in karşısında sadece susabilince; o zaman cennet güllerinin sularıyla yıkandı ışıklı gözleri. Yağmur kuşları yağmuru, denizin balıkları denizi kavrar gibi kavradılar gerçeği. Huzursuzlukları sükûnetin şelâlesinden dökülüverdi. O masum ama güçlü sorulan, hiç sorulmamış gibiydi.
Sıra sıra, dalga dalga geldiler. Âdem’in çevresine saf olup dizildiler. Başlarını hafifçe önlerine eğdiler. Bir esinti. Bir ışık seli. Her şey onlarla doldu. Rüzgâr olup da cennetin üzerinden geçmiş¬lerdi. Yaprak titreyince gölge titrer, şimdi her biri göklerden kendi-ne yer beğenmişlerdi. Üzerlerinden cennet kokuları geçerken, saçları alınlarında halkalanırken,
Bir yanlarından bakan diğer yanlarını seyredebilecekken, o kadar ışık ve suya dönüşmüşlerken,
ve bütün çokluklarına, her yandalıklarına rağmen erişilmezcesine güzellerken, daha güzeli yokken, Âdem onları, bu saklı inciler gibi ölümsüz güzellikleri asla unu-tamayacakken.
Hep bir ağızdan, kendi dillerince ve letafetle terennüm etti¬ler. Bir önsöz yaptılar, bir giriş söylediler: Ey âdemlerin Âdemi. Sana selâm durmaya geldik şimdi. Kabul buyur, bizimki bir selâm secdesi. Cennetin, genişliği gökler ile yer kadar olan o yerin; Dalları birbirine sarmaşan ağaçları, yüklü dalları bükülmüş kirazları, çiçeklerle bezenmiş akasyaları, saikım salkım muzları, dikensiz sedirleri, meyve dolu sidreleri , ağaçlarda münhanileri, nar bahçeleri, yayılıp uzanmış gölgeler' mor zambakları, beyaz gelincikleri, altın kumlan, gök zümrütleri, kızıl yakutları, köşklerinin incileri, ırmaklarının şerbeti, yakamozları, yağmurları, yıldız kümeleri, bilindikten başka güneşleri, bambaşka gökleri. Tuba'sı, Main’im Kevser’i. Cennetin bildiğimiz bilmediğimiz her tasviri, hayale sığar sığmaz resimleri, nesi varsa nesi, cümlesi. Bütün cennet ayetlerini sözcüklerinde çağrıştırarak kendi dillerince bu sedaya katıldı.
Ama belli ki Âdem’in mahiyetini en fazla da onun yaradılı¬şını sual eden melekler anlamıştı.
Dediler ki: Dünya bir tecelli yeridir. Görünen O değil ama O'nun isimleridir. Adem'se halifedir. Aslen değil vekâletendir. Aynen değil suredendir. Temsilendir. Mecazendir. Ama yine de O'nun İçindir O'nun yerinedir.

Bu cümledeki anlam bir netice hükmü, Âdem’in özü özeti, bir sonsözdü haddizatında. Bundan sonra melekler ne demişlerse, bu ilk cümleye eklenmiş birer yan cümlecikti. Ama ezgileri o kadar güzeldi ki Âdem içinden, hiç durmasalar, diye geçirdi. Sermestti.
Melekler başlarını rüzgârda dalgalanan altın başaklan gibi hafifçe eğmişlerdi ki soylu cümlelerin devamı geldi. Mademki Âdem halifelik için seçilmişti, ikinci cümle seçilmiş ligin sebebiyle ilgiliydi:
Üstünlüğün eşyayı tanımanda. Onları bir isimleriyle say¬manda. Konuşmanda. Konuşmak ki düşünmektir, düşünmekse Özgür bilinç halidir. Bildik, üstünsün. Amenna! Meleklerin üçüncü cümlesi Âdem’in hür İrade-tercih hakkı üzerineydi. Melekler bu cümlenin üzerinde biraz fazla durdular. Âdem’e kendi mahiyetini anlatmakta ısrarlıydılar. Söze kendi mahiyetlerinin istikametinden, Âdem’inse karmaşıklığından başla¬dılar. Konuşurken Âdem’den de kendilerinden de bazen üçüncü kişiden bahseder gibi bahsettiler, yeri geldi doğrudan hitap ettiler. Dediler ki: Melek. Kötülük yeteneği yok. Onların içinde, uyanabilir bir kötülük bile yok. İçlerinde ne vesvesenin amansız sesi ne şüphenin gizli ateşi gezinebilir. Başkaldırmaklar. İsyan nedir bil¬mezler. Emre karşı gelmezler. Yaklaşmazlar günaha, bulaşmazlar. Masumlar, korunmuşlar. Sadece iyiler. Serapa güzellikler. Tek özel-likler. Rüzgâr esmekten, kuş ötmekten başkasını nasıl bilmezse; akmamak nasıl suyun elinde değilse, melekler de güzelliğin kayna¬ğına, yaradılış gayelerine doğru akıp duruyor. Teşbih. Tahmid. Tekbir. Başka türlüsü mümkün olmadığı için, öyle oluyor. Oysa Âdem, ey güzel yolcu, sen Öyle misin? Hatırla nasıl yaratıldığını. Bu toprak bedene neler katılıp karıldığını, suyuna Mizacına neler karıştırıldığını. Hani ruhun, hamurunun yoğrulma¬sına tanık tutulmuştu. Bir yanın karanlık senin bir yanın ışık .Bir yanın melek kanadı bir yanın şeytan ıslığı .Bir yanın çamur beden, bir yanın kutsal ruh. Bir yanın iyiliğe açık bir yanın iyiliğe kapalı. Tek başına ne duru iyilik ne de saf kötülük sensin. Ne baştan ayağa cennetsin ne de tümüyle cehennemsin. Aynı ânda birbirine zıt İki şeysin, içinde İyilik ve kötülüğü besleyip büyütecek yeteneğe aynı ânda rastlayacaksın. Hataya da sevaba da aynı derecede ehli¬yetli olacaksın. Bir yanın yükselmeye çekecek seni bir yanın düş¬tükçe düş diyecek. Zirvelerle çukurlar arasında gidip geleceksin. Ama. Bu ikilik kabahatin değil senin mahiyetin. Üstünlüğün, zayıflığın olan bu şeyde. Tepeden tırnağa çamursun Âdem ilk bakış¬ta. Toprağın topaklığına batmış gibisin. Ama bu halinle kıymetli¬sin. Çünkü bu halini aşabilirsin. İçindeki kutsal ruha sahip çıkabi¬lirsin. İşte o zaman melek değil ama melekler gibisin. Ve ey Âdem unutma, böyle bir tartıda melek gibi olmak melek olmaktan ağır çeker. Çünkü sen o iki şey arasında Özgür irade-bilinçli seçimsin. İşte o zaman, her halinle değil ama bu halinle, düşmenle değil yükselmenle, esfel-i safilîninle değil Ahsen-i takviminle, yani insan-ı kâmilinle bizden yücesin İşte o ânda secdeye eğersin. Sözün özü Ey Âdem, Baş dikmeye, isyan etmeye, hataya düşmeye senin gücün var da meleğin gücü yok. Yani bir iktidar çekimi senin insanlığını meş¬rulaştıran .Seç seçebildiğin! .Ne olmak istersen, o sensin. Cümlelerin cümlesi, selâm cümlesi. Yaratıcı' dan başkasına secdesi mümkün olmayanların duru kalplerine koyulan bu kabule secde, mecaz olarak yetti. Melekler secde etti. Halleri. Kelâma sığar gibi değildi. Doğrusu, kendisine secde edilen de, bu toprak beden, bu Âdem değildi. Âdem sadece Âdem değildi.
Bütün insanlığın temsili onda gizli. Ezel bez minin tek sorusu¬na o uğultulu cevabı verenlerin, kıyamete değin şu dünya üzerinden gelip de geçeceklerin hepsiydi. Âdem hepsini arkasına almış, muaz¬zam bir insanlık ümmetinin Önünde tek imam, tek müezzindi.
Şimdi önünde secde edilen, kendisine selâm verilen, kadri kıymeti bilinen, değeri fark edilen de bütün bir insanlık ailesi, benî âdem' di.Âdem. Cennetin gölgeliklerinde, emaneti yüktendi. Masumdu henüz. Omuzlarında bir ağırlık, kalbinde bir ağrı hissetmedi. Dağlara taşlara kalsa bu emanet taşınır gibi değildi.
Cennetin hatırası hatırında böyle canlı durmasa. Dünya böyle güzelken bırakıp gitmek ne kadar zor, diyebilirdi. Ama bir cennet hatırası, bütün dünya gerçeğini hükümsüz kılabilecek denli gerçekti. Arada bir dünya ömrü . Bitti, dediğinde başladığı yerdeydi. Gözlerini son bir kez açtı. Bu kez geriye değil. Başının üzerin¬ de gölgelenen tüllenen, kokusunu verip çiçeklenen dünya ağacına baktı. Elini uzattı. Yaseminler döküldü parmak uçlarından. Tanıklık eden parmağıyla, ağacın gördüğü resmi unutmayan gövdesine kendisinden bir işaret bıraktı. Ağaç eğildi üzerine İyice, dallarını yapraklarını uzattı. Âdem’i sardı, kucakladı Meyveleri sanki ışıktandı, sudandı, kokudandı, nazdandı, rengârenkti, camdandı. Ateş rengi çiçekleri vardı. Gel, der gibiydi yeniden. Âdem gülümsedi. Ey ağaç, dedi, nereye çağırıyorsan oradan geliyorum ben.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
6 Mart 2013       Mesaj #226
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
ADI KONULMAMIŞ DARBE 93
YAZAR: MUHSİN ÖZTÜRK

1993, sadece Özal'ın kalbinin durduğu, Uğur Mumcu'nun suikasta kurban gittiği, Eşref Bitlis'in 'kaza' ile öldüğü; 33 erin katledildiği, Sivas'ta 37 'can'ın yandığı bir yıl değil. Toplumu un ufak etmeye niyetlenmiş bir darbenin yılı…
Oysa ne güzel başlamıştı. 1 Ocak tarihli gazetelerin manşetlerini, "1993, reformlar yılı olacak" haberleri süslüyordu. Söz, dönemin baş¬bakanı Süleyman Demirel’e aitti ve şüphesiz bir karşılığı vardı. Türki¬ye, tarihinin en demokratik birkaç yılını idrak etmiş, sabahlara kadar sü¬ren tartışma programlarında tabular yıkılmış, her şey konuşulur olmuş¬tu. Cumhurbaşkanı Özal, bir panel bile yönetmişti. "İşimiz demokratik¬leşme" diyen bir DYP-SHP koalisyonu vardı ve Demirel-İnönü birlikte¬liği sürüyordu. İç sıkıntılarını çözebilirse Türkiye, uluslararası arenada at koşturabilirdi. Tıpkı 2010 Türkiye'sinde olduğu gibi Kürt meselesinin çö¬zümü, uluslararası sistemde Türk devletinin alacağı rolde anahtar mahi¬yetindeydi.
1993'te neler olduğu biliniyor. 10 Ocak tarihli gazetelerde, Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden'in, ölüm tehdidi aldığını söy¬lediği yazıyor. 24 Ocak 1993'te Uğur Mumcu öldürülüyor. İkinci gün, Baki Tuğ'a dayandırılan "Mumcu, MİT'le PKK ilişkisini araştırıyordu" manşetiyle çıkan Milliyet'ten olayları takip edersek eğer, başlıklardaki muhtevanın büsbütün değiştiği görülüyor. Bir hafta sonra 4 gün boyunca "Suikastlar İran işi", "İran'daki perde arkası", "Türkiye'de İran dosyası", "Katiller İran yapımı" başlıkları ile çıkıyor Milliyet gazetesi. Genelkur¬may Başkanı Doğan Güreş, Mumcu suikastının ardından Özden'i ma¬kamında ziyaret ediyor, "Bu bir nezaket ziyareti değildir. Çünkü buraya çok saldırı oldu." diyerek... 28 Ocak'ta Jack Kamhi, 'hazırlıklıydım' dediği suikast girişiminden yara almadan kurtuluyor. İslami Hareket Örgütü'ne üye oldukları iddia edilen iki kişi, 12 yıl sonra müebbet hapse mahkûm olduklarında bile, 'Devlet biliyor bizim geçmişimizi, biz yapmadık' de¬meye devam ediyor.
Özal’ın yeniden siyasete dönme stratejisinin en önemli ismi meş¬hur Kürt raporunun yazarı Adnan Kahveci, 5 Şubat'ta Bolu-Gerede'de şüpheli bir kaza sonucu hayatını kaybediyor. 17 Şubat 1993'te Kürt re¬alitesinin çözümünün mimarlarından Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, suikast iddialarının neredeyse kaziye haline geldiği bir uçak kaza¬sında ölüyor. 17 Nisan 1993'te Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat ediyor. Mahir Kaynak gibi istihbarat uzmanlarının 'Siyasi şartlar gereği Özal'ın ölmesi gerekiyordu' dediği olay, resmî kayıtlara 'kalp durması' diye geçi¬yor. Bu beklenmedik ölüm sonrasında, ülkede hem cumhurbaşkanı hem de başbakan değişiyor. Özal ve Eşref Bitlis'in pişirdiği dağdakilere kısmi affa MGK'da son şekli verilmişken; ertesi gün (25 Mayıs) Bingöl'de 33 er şehit ediliyor. Af kararı inmemek üzere rafa kalkıyor. Eylemi yaptığı söylenen dönemin PKK yöneticisi Şemdin SAKIK, 'Ben bu işte yoktum' diyor ısrarla. 33 erin silahsız şekilde örgütün kucağına itilmesi hâlâ tar¬tışma konusu.
2 Temmuz'da Sivas katliamında 37 kişi can veriyor, devlet seyrediyor. Pek çokları için büyük bir siyaset ve senaryodan söz ediyorsak, son ve en önemli hamle bu. Hâlâ ne travması bitti ne de bin bir komploya rağmen aydınlatılabildi. Bu olay pek çok yorumcuya göre 'güvenlik zaafını' yö¬netemeyen tecrübesiz yeni başbakanın güvenlik bürokrasisine tabi ol¬duğu andı. Sonraki yıllarda iki kişilik Çiller kabinesi retoriği oluşacak ya da oluşturulacaktı.
Ergenekon bu olsa gerek; var olan, bilinen, vuku bulmuş pek çok şeyin aslında olmadığını kamuoyuna kabul ettirmek... Ya da olmamış şeyleri varmış gibi göstermek... Fotoğrafın bütününe bakmaya ne dersiniz?
"Asker bize iktidarı verir mi?" Kitabın başlığı bu. İsmet Berkan, Türkiye'nin son on yılının en önemli sorusuna, 3 Kasım 2002 tarihinden önce muhatap oluyor. O anda verdiği bir cevap var elbette; hâlen gün¬celliğini koruyan sorunun on yıllık hikâyesini kendi kişisel gözlemleriy¬le zenginleştirdiği bir süreç analizi yapıyor. "Herkesin okuyabileceği ko¬laylıkta bir metin yazdım. Sanki Mars'tan gelmişim de anlatıyormuşum gibi..." diyor. Türkiye'de neler yaşandığını en yalın dille okuma imkânı veriyor bu yüzden. "Türkiye ideolojik anlamda modernleşmeyi yerli ye¬rine oturtabilmiş değil. Bu bizim entelektüellerimizle ilgili bir sorun. So¬kaktaki adamın böyle bir sorunu yok..." Sokaktaki adamca anlaşılan şe¬yin seçkinler katında idrak edilememesinin sonuçlarını tartışıyoruz. AK Parti'nin zor yılları ve askerin olup bitenlerle ilgili geliştirdiği darbe si¬yasetini konuşmaya devam edeceğiz. Kesin olan, yeni nesil siyasetçile¬rin 'dik' durmayı anbean öğrendiğidir. Yasal bir zemine kavuşmasa bile.
Türkiye'nin refah artışıdır. Türkiye'de öyle bir refah artışı yaşan¬dı ki, son on yılda ekonomi öyle büyüdü ki geçmişle kıyaslama yapma imkânlarımız kayboldu artık. Geçmişte o kadar fakirdik ki, bugünle kı¬yaslayınca o kadar küçüktük ki kıyaslama yapmak anlamlı olmaktan çık¬tı. Ben yıllar önce bir temizlik yapıyorum. Kupürler kesmişim, bir kenara atmışım, sonra bakıyorum anlamsız bunlar. Bir tanesinin arkasında şöyle bir şey gözüme çarptı. Herhalde 12 Eylül dönemi. Turgut Özal, ekono¬miden sorumlu başbakan yardımcısı. Haberde "Bugün Paris'e gidiyor, 120 milyon dolar istemek için." deniliyor. Şaka gibi. Şirketler satılıyor bugün milyar dolarlara Türkiye'de. Kıyaslanamaz artık. En önemli şey budur. İşte bu refah artışı sayesinde çok ciddi bir orta sınıf oluştu. Es¬kiden Türkiye'deki zenginler 10 kişi, 20 kişi, 50 kişiydi. Şimdi bin kişi, 5 bin kişi, 10 bin kişi... Hepsini tanımıyorsunuz bile. Sermaye birikimi de sağlandı doğal olarak. Ve pazar ekonomisi biraz daha yerleşti. Siyaseten ne oldu? Böyle geri döndürülemez bir şey olmadı hâlâ Türkiye'de.
Şimdi şöyle; burada her zaman kafamızın bir yerinde bulundurma¬mız gereken bir parametre var: PKK ile mücadele... Askere sistem içinde yüksek ağırlık veren de bu, askeri kendini her şeyden sorumlu bir ku¬rum olarak gördüren şey de PKK ile mücadele. Ve PKK ile mücadele çok uzun sürüyor. Dünyanın hiçbir yerinde olmaması gereken bir şey bu. Orada diyelim ki 80'lerin sonunda ya da 90'ların başında yüzbaşı veya binbaşı olarak karakol komutanlığı yapmış, dağda toprağın üstünde uyumuş insanlar bugün general rütbesinde. O insanların fikrî yapıları, devletle ve siyasetle ilgili görüşleri, büyük ölçüde o dağın tepesinde şekillendi. Bu vahim bir şey. Orada şekillenen şey; biz burada tek başımıza dövüşüyoruz, bizden başka hiç kimse yok. Devlet benim, ben devletim; her şey bende, ben bu yurdu savunuyorum... Bu ruh hâli içindeler. Buna dikkat etmek lazım.
O dönemi en iyi Hasan Cemal'in "Kürtler ve Türkiye'nin Asker So¬runu" kitabından okuyabiliyoruz. Benim kendi teorim şu: Kısmen Hasan Cemal'de de var. Ne oluyor? Turgut Özal beklenmedik bir şekilde ölü¬yor, Demirel Köşk'e çıkıyor ve başbakanlığa siyasi meşruiyeti tartışmalı Tansu Çiller geliyor. Zayıf bir başbakan. Çünkü herhangi bir seçimden çıkmış gelmiş değil. Çiller'in kısa süren bir arayış dönemi var. Ne ka¬dar bilinçlice yapılan bir şeydir bilmiyorum ama önce Bask modeli gibi şeylerden bahsediyor, sonra hızla geri adım atıyor ve şahin başbakan oluyor. Genelkurmay'a ne istiyorsanız veriyorum, dönüyor Emniyet'e ne istiyorsanız veriyorum, diyor. Şimdi Çiller'in başbakanlığından yaklaşık 1 yıl önce önemli bir şey oldu Türkiye'de. Çok büyük bir karakol baskı¬nı yaşandı Hakkâri'nin bir yerinde. O baskının hemen arkasından Özal, o sırada bir yurt gezisinde, Cumhurbaşkanı olarak uçağını döndürüyor, Diyarbakır'a gidiyor. Ankara'dan Genelkurmay başkanı, kuvvet komu¬tanları geliyor. Diyarbakır'dan helikopterlere biniliyor, bir gün önce ba¬sılmış olan karakola gidiliyor. O karakolun bahçesinde Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş bir brifing veriyor Özal'a. Benzeri brifingleri ben de dinledim. Bizim Irak sınırımız, Cudi'den başlayarak Hakkâri'nin öbür ucuna kadar dağların tepesinden geçiyor. Bu sınır boyunca da karakollar var. Vakti zamanında Irak'ta bir hükümet varken, Irak'la, bu vadiyi senin karakolun kontrol etsin, şu vadiyi biz izleyelim anlaşması yapılmış. Karakollar kaçakçılığı önlemek için kurulmuş, dolayısıyla terörle mücadelede yetersiz. Ya geri çekilerek dağın eteğine kurulacak ya da ileri gideceğiz. Geri çekilmek gibi bir şey söz konusu olamaz ve ileri gidiliyor, o tampon bölge yaratılıyor. Bu strateji değişikliği, alan kontrolü yapacağız, diyor. Her şeyin brifingi odur. TSK, PKK ile mücadelede bütün taktiğini değiştiriyor. Daha çok asker yığacağız, alanı biz kontrol edeceğiz...
90'lar tek kutuplu dünyanın başlangıcı. Siyasetin ezberi bozuluyor. Siyasetin merkezinde bulunan DYP ve SHP'den birisi şapkasını alıp giden gelenekten geliyor, askerle ilişkisi korkular üzerine kurulu. CHP zaten devletin asıl partisi; SHP biraz daha sola açıldı ama o da dünyayı ve Türkiye'yi iyi okuyamadı. Askerin güçlü pozisyonu karşısında kendi ülkesine uygun siyaset üretmekten uzaklar, merkezi büsbütün boşaltı¬yorlar. Asker ise telaş içinde: 'Dünya değişiyor, Türkiye de değişecek.' Türkiye demokratikleşir ve AB'ye girerse askerin gücü azalacak. Asker bunu gördü, 90'lara damgasını vurdu, siyaseti istediği gibi yönetti. Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın gibi 5-6 cinayeti kimse araştıramıyor. Ankara'nın göbeğinden Cem Ersever alınıp götürülüyor, kimse üzerine gidemiyor. SHP'deki solcuları düşünün; kendi dönemlerinde bu kadar faili meçhul cinayet oluyor, sesleri çıkmıyor. Meclis'te faili meçhul komisyonu oluş¬turuluyor, raporu çıkıyor ama bir tane askerin ifadesi alınamıyor. Bu, askerin ne kadar güçlü ve müdanasız olduğunu gösteriyor. 28 Şubat sü¬recinde göz göre göre zorla, zulümle başbakanı iktidardan uzaklaştırdı. Erzurum'daki bir komutan kalktı inanılmaz küfür etti. Bu süreç 1999'daki Kopenhag kriterleriyle bir biçimde değişmeye başladı.
2003 MGK kararlarına ve o günkü darbe süreçlerine bakıldığında hiç vazgeçmedikleri anlaşılıyor. Ama değişen şartlar var. 90'larda Tür¬kiye dış dünyanın umurunda olmadı ama bugün öyle değil. Bir de din¬dar damarın zorlamalar sonrası demokrasi ile buluşması Türkiye'nin bü¬yük şansıdır. Zamanın ruhu diye bir şey var. Özal'ın başlattığı açılım¬lar, 90'lı yıllarda küresel dünya ile buluşma süreci özellikle de 92'de Gü¬len Hareketi'nin dünyaya açılması, Anadolu sermayesinin güçlenmesi Türkiye'yi dünyaya açtı.
Askerin 90'lı yıllarda özellikle de 93'te ve 97'de inanılmaz baskısı vardı medya üzerinde. 98'de Kuzey Irak'tan bir barış grubu gelmişti, biz de bir kamera gönderdik diye başımıza gelmeyen kalmadı. 90'lı yılların tek tek gazete manşetleri incelense yeter; hangi yönlendirmelerin, hangi haberle¬rin nasıl yapıldığı o kadar açık ki. Hangi gazete kime hizmet etmiş, man¬şeti neye göre atmış, devletle ilişkisi açısından çok net görülüyor. Bu kadar çirkin bir durum olamaz yani. Devlet eksenli medya zihniyeti var, hem patronlarda hem de medya çalışanlarında. Medyada Kürtlerin, dindarların bir sorunu yoktu. 94'ün başıydı, bütün faili meçhuller ile ilgili haberler geliyordu. Üst düzey patronlardan birine kulisleri aktardım, Türkiye çok kötüye gidiyor, şöyle yapabiliriz' diye. Bana, "Mahmut ne sen buraya gel¬din, ne de biz seninle konuştuk. Ne olur git, bu dönemde olmaz!" dedi. Sabah grubu Ateş diye bir gazete çıkardı, o da sadece bir gün çıktı. Veli Küçük'le ilgili küçük bir haber vardı. Kurumsal anlamda asker sizinle ya da gazetenin en başıyla konuştuğunda üslup şu: 'Bu bir vatan meselesi¬dir!' Böyle bir argümanla kimse baş edemez, edemedi. Niye Türkiye'nin bütün kurumlarının yönetim kurullarında bir tane emekli asker vardır? Askerlerle bağı olmayanın yaşama şansı zayıftır diye düşünürler.



BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
7 Mart 2013       Mesaj #227
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
AVRUPA BİRLİĞİNDE İNSAN HAKLARI
YAZAR: Mehmet ÖZCAN


Avrupa bütünleşmesinin temellerinin atıldığı 1951 yılın¬dan 1987 yılına kadar geçen süre zarfında, AB nezdinde te¬mel hak ve özgürlüklere ilişkin herhangi bir düzenleme yapıl-mamıştır.Ilk bakışta bu durum, uluslararası platformda insan haklarının savunuculuğunu üstlenen AB bakımından şaşırtı¬cı gibi gözükse de, "Toplulukların" ekonomik entegrasyon ile sınırlı yapısı dikkate alındığında neden temel hak ve özgürlüklere ilişkin bir düzenleme yapılmadığı anlaşılabilmektedir. Keza, 1950'li yıllar boyunca Toplulukların yasal ve politik ze-mininde "insan hakları" kavramını görebilmek mümkün de¬ğildir. Hatta dikkat edilecek olursa, Toplulukların temelini oluşturan AKÇT, AAET ve AET antlaşmalarının sadece in¬san haklan özelinde değil, anayasal konularda da nötr kaldık¬ları görülecektir.
Topluluktan "Birliğe" evrilen süreçte uluslararası değişim ve dönüşümler Birliği temel hak ve özgürlükler konusunda adım atmaya, daha kararlı ve tutarlı olmaya zorlamıştır. Nor¬matif anlamda düzenlemelerin başlangıcı Soğuk Savaş önce¬sine kadar ertelenmiştir. Ama asıl düzenlemeler Soğuk Sa-vaş'm sona ermesinden sonra 1993 Maastricht Antlaşması ile başlamıştır. Bu süre zarfında normatif anlamdaki eksiklikler, bir taraftan Avrupa Parlamentosu'nun girişim ve çabaları ilekapatılmaya çalışılırken diğer taraftan Avrupa Toplulukları Adalet Divanı'nın içtihatlarıile çözüm aranmıştır. Ancak bu çabalar yeterli olmamış ve Birlik, uzun süre insan hakları ko¬nusunda tutarsızlık hatta çifte standartlı olma eleştirilerin¬den kurtulamamıştır. Hatta Birliğin insan haklarını sadece "ihraç ürünü" olarak kullandığı bile ileri sürülmüştür.
Gerçekte bu eleştiriler haksız da değildir. 1951 yılından 1993 yılına kadar geçen 42 yıllık süreçte kurucu antlaşmala¬ra insan hakları ile ilgili bağlayıcı hükümler konulamazken, dünyada "insan haklarının savunucusu" olmak çok tutarlı bir davranış değildi. Soğuk Savaş sona erdikten sonra Merkezi ve Doğu Avrupa Ülkeleri'ni "Batı Kulübüne" entegre etmek, Batı ile bütünleştirmek onları sadece "kapitalist sisteme" en¬tegre etmekle sınırlı olamazdı. Aynı zamanda bu ülkeleri de¬mokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarını merkez alan, Batı değerler sistemine ya da "Değerler Avrupasf'na enteg¬re etmeyi de gerektirmekteydi. Bu gereklilikler, Birliği temel hak ve özgürlükler konusunda daha somut adımlar atmaya zorlamıştır. Aday ülkelere yönelik insan haklan konusunda eleştirel duruşu meşrulaştırmak, zorunlu olarak Birliğin nor¬matif anlamda düzenleme yapmasını gerektirmekteydi.
Tutarsızlığı ortadan kaldırmak için atılması gereken adım¬lar belliydi. Avrupa Birliği'ni, kurumlarını ve Birlik hukukun¬dan doğan üye ülke eylemlerini insan hakları açısından hu¬kuken bağlayacak bir temel haklar katalogunun hazırlanma¬sı ve tüm üye ülkelerin taraf olduğu Avrupa insan Hakları Sözleşmesi'ne taraf olmak suretiyle insan haklan konusunda dışsal denetimi kabul etmek.
Avrupa Birliği'nde insan hakları konusunda inandırıcılığı¬nı test eden bu iki konuda adımların atılması ancak yeni mi-lenyumdan sonra mümkün olabilmiştir. Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı 2000 yılında bir haklar katalogu olarak hukuken bağlayıcı olmamak üzere kabul edilmiş ancak Lizbon Antlaş-ması ile 2009'dan sonra bağlayıcılık kazanabilmiştir. Diğer konuda yani Birliğin Avrupa insan Hakları Sözleşmesi'ne ta¬raf olması konusunda ise, Lizbon ile karar alınmış ancak Bir¬liğin Sözleşme'ye katılımına ilişkin Anlaşma henüz sonuçlan¬dırılamamıştır.
Bu iki önemli hususta eleştirilerin yoğunlaştığı 1990'lar-dan 20 yıl sonra cevap verebilen Avrupa Birliği, eğer Sözleş¬me'ye taraf olma konusunda bir sorun çıkmaz ise, ortaya çı¬kışından 60 yıl sonra teknik olarak insan hakları konusunda ideal aşamaya gelecektir.
20. yüzyılda iki büyük dünya savaşına tanıklık eden Av¬rupa kıtasında yaşanan savaşlar ve acılara bir son verilme¬si amacıyla, 1940'lı yıllar itibariyle çeşitli bütünleşme çabala¬rı ve görüşleri ortaya atılmıştır. Bu görüşler arasında ön pla¬na çıkan ve klasik bütünleşme kuramları olarak adlandırılan üç önemli bütünleşme kuramı bulunmaktadır. Bunlar; Fede¬ralizm, Fonksiyonalizm (İşlevselcilik) ve bu iki kuramın sente¬zi olan Neo-Fonksiyonalizm (Yeni İşlevselcilik)'dir. II. Dünya Savaşı sonrası Avrupada kalıcı barışın ancak bir federasyon yoluyla tesis edilebileceğini savunan görüş, Avrupa genelinde güçlü bir federalist hareketin doğmasına yol açmıştır. Avrupa bütünleşmesinin fikir babası olarak bilinen ve 1950 yılındaki Schuman Planı'nın ilham kaynağı olan ünlü Fransız iktisatçı-siyasetçi Jean Monnet, kömür ve çelik sektörlerinin uluslarüs-tü bir otorite altında yürütülmesini, "barışın korunmasınınolmazsa olmaz koşulu olan Avrupa federasyonunun ilk somut temeli" olarak tanımlamıştır. Bundan başka, ünlü italyan fe-deralist Altiero Spinelli, savaş esnasında farklı ülkelerdeki di¬reniş hareketleri içerisinde yer almış olan kişileri 1944 yılında Cenevre'de bir araya getirerek federalizmin en güçlü şekilde savunulması için uygun bir zemin hazırlamıştır. Bu çerçeve¬de, federasyon yanlısı yaklaşım yerel, bölgesel, ulusal ve Av¬rupa ölçeğindeki güç odakları arasında diyaloga ve tamamla¬yıcı bir ilişki kurulmasına dayanmaktadır.
Öte yandan Fonksiyonalizm (Işlevselcilik), ekonomik ve sosyal politikaların teknokratik yönetimine duyulan ihtiya¬cın, uluslararası örgüt oluşumunu hızlandıracağı varsayı¬mına dayanan bir bütünleşme modeli olarak gündeme gel¬miştir. Bu tür örgütler ekonomik refahı teşvik edecek, sü¬reç içerisinde meşruiyetlerini güçlendirecek ve en nihayetin¬de gerçek bir devlet yapılanması teşkil etmese de uluslarara¬sı hükümet benzeri bir yapıya dönüşecektir. Bu kuramın en önemli savunucuları arasında ingiliz ekonomist Lionel Rob-bins ve ünlü tarihçi-siyaset kuramcı David Mitrany dikkatle¬ri çekmektedir.
Neo-Fonksiyonalizm (Yeni Işlevselcilik) ise, yukarıda açık¬lanan iki bütünleşme kuramının bir sentezi olarak ortaya çık¬mıştır. Bu kuramın fikir babası olan Amerikalı siyaset bilim¬ci Emst B. Haas, Avrupa bütünleşme sürecini açıklayan L/ni-ting of Europe adlı eserini 1958 yılında yayınlamıştır. Haas'a göre, uluslararası bütünleşmenin ekonominin bir alanında yarar sağladığını gören çıkar grupları, ekonominin sektörel bağımlılığından da hareket ederek diğer sektörlerde de ben¬zer bir bütünleşmeye gidilmesini destekleyeceklerdir. Sira¬yet etkisi (spill-over effect) olarak nitelendirilen bu etki so¬nucunda, uluslararası bütünleşmenin faydalarını gören ulusal çıkar grupları ortaya çıkan yeni bölgesel örgütlere daha çok bağlanacaklar; en nihayetinde aidiyet duyguları ulusal düz¬lemden uluslararası düzleme kayacaktır (loyalty shift). Top¬luluklar özelinde ise egemenliğin ulusal düzeyden Topluluk düzeyine aktarılması tedrici gerçekleşecektir. Bu kuramın en önemli ayrıntısı, entegrasyon sürecinin ulusal egemen¬lik devrinin ciddi sorun oluşturacak hassas politika alanla¬rı yerine ekonomik konulardan başlatılacak olmasıdır. Neo-Fonksiyonalizm'i Fonksiyonalizm'den ayıran nokta, tedri¬ci olarak ilerleyecek sürecin sonunda siyasal entegrasyonun sağlanacağını öngörmesidir
Avrupa Topluluklarının ve devamında Birliğin üzerine inşa olduğu düşünsel zemini büyük ölçüde ortaya koyan bu teori çerçevesinde bakıldığında, kurucu antlaşmalarda temel hak ve özgürlüklere ilişkin düzenlemelerin yer almıyor olu¬şunun nedeni anlaşılabilmektedir. Zira 1950'li yılların şart¬ları ancak ekonomi ile sınırlı bir entegrasyona müsaade et¬miştir.
Temel hak ve özgürlüklerin AB düzleminde norma-tif olarak korumadan yoksun olması bir yandan ATAD'ı bu alanda içtihat geliştirmeye zorlarken diğer taraftan da Topluluk kurumlarının bu alanda belirli bir çabanın içi¬ne sokmuştur. Bu kurumlar arasında temel hak ve özgür¬lüklerin korunması konusunda en faal organ şüphesiz Av¬rupa Parlamentosu'dur. AB yönetişiminde kabaca üç fark¬lı çıkar grubu üç farklı organ tarafından temsil edilmekte¬dir: Birliğin çıkarları, üye ülkelerin çıkarları ve bireyin çı¬karları. Komisyon antlaşmaların bekçisi olarak AB çıkarla¬rının temsilcisi ve savunucusudur. Konsey ise üye ülkelerin ülkesel çıkarlarını sonuna kadar savundukları, antlaşmala¬rın öngördüğü hallerde veto hakkını kullandıkları bir organ¬dır. AP ise temel olarak Birlik vatandaşlarının çıkarını ko¬ruyan organdır. 1979 sonrası doğrudan seçimlere geçilme¬si ile AP giderek etkinliğini ve kurumlar arası dengede gü¬cünü artırmıştır. AP diğer iki kuruma nazaran siyasi anlam¬da daha bağımsız, üye ülke yasama organlarına ve hükümet¬lerine karşı sorumluluğu olmayan bir organdır. Öte yandan antlaşmaların imzalandığı ilk dönemlerden itibaren AP gi¬derek kendi gücünü artırmıştır. Parlamento bunu yaparken en önemli meşruiyet kaynağı olarak AB halklarının temsil¬cisi olma sıfatını kullanmıştır. Parlamento halkın çıkarlarını korumayı halkın kendisine verdiği temsil gücünden almak¬tadır. Parlamento bu gücünü kullanarak AKÇT'deki "Ge¬nel Kurul" tanımlamasından, zamanla kendi çabası ve gay¬reti ile "Avrupa Parlamentosu" ismini almıştır. Parlamento¬nun temel hak ve özgürlüklerin korunması konusundaki ça¬balarını Avrupa'da giderek artan ve bu alanda farkındalık yaratan toplumsal talepler ve bu taleplerin savunucusu sivil toplum örgütleri daha da hızlandırmıştır. Parlamento bu sü¬reç içinde bünyesinde barındırdığı çeşitli komisyonlar mari¬fetiyle temel hak ve özgürlükler alanında çeşitli girişimler¬de bulunmuştur.
Parlamentonun insan haklarına yaklaşımı, insan hakları¬nın geniş bir biçimde ele alınması, bölünmezliği, evrenselli¬ği ve demokratik ilkelerle kalkınma politikalarının eşgüdümü ilkelerine dayanır. Bu ilkeleri temel olarak kabul eden Parla¬mento, insan hakları konusunda üç önemli görevi yerine ge-tirmektedir. Tartışma-görüşme, izleme ve denetleme. Parlamen¬to bu görevler kapsamında genel ve özel nitelikli raporlar, ka¬rarlar ve bildiriler yayınlar. Bağlayıcı olmayan bu metinler ile hem AB içinde hem de dışında insan haklarının korunma¬sı konusunda duyarlılık kazandırmakta ve toplumsal bilinç oluşmasına katkıda bulunmaktadır.
AP insan haklarının korunması konusunda yukarıda sayı¬lan üç görevi yerine getirirken kullandığı etkili araçlardan bir tanesi raporlar hazırlamaktır. Ayrımcılık, azınlık hakları, ilti¬ca, çocuk hakları, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi alanla¬rı kapsayan raporlar hazırlamakta ve yayınlamaktadır. Bu ra¬porlardan önemlileri 1983 yılından bu yana yıllık olarak ya-yınlanmakta olan "Dünyada İnsan Hakları" raporu ile, 1993 yılından itibaren yayınlanan "Avrupa Birliğinde İnsan Hak¬ları" raporudur
Bu raporların hazırlanmasında AP içinde bulunan değişik Komisyonlar/Komiteler çalışmaktadır. Bu Komisyonlardan en önemli olanları; Özgürlükler ve Vatandaş Haklan Komis¬yonu, Adalet ve İçişleri Komisyonu, Kadın Hakları Komis¬yonu, Hukuk ve Yurttaş Hakları Komisyonu, Kurumsal işler Komisyonu, Kadın Hakları Komisyonu, Dış Ekonomik ilişki¬ler Komisyonu, İşbirliği ve Kalkınma Komisyonudur.
AB insan hakları konusunu aday ülkeler ile ilişkilerinde önemli bir araç olarak kullanmıştır. Adaylık sürecinde bu ül¬kelerden insan hakları standartlarını yükseltmesi için koşul-luluk ilkesi çerçevesinde ciddi taleplerde bulunmaktadır. AB sadece aday ülkeler ile ilgili olarak değil, dış ilişkilerinde özel¬likle üçüncü ülkeler ile yapılan ticaret ve işbirliği anlaşmala¬rı çerçevesinde 1990'lardan sonra insan haklarına daha faz¬la ağırlık vermeye başlamıştır. Haziran 1991'de yapılan Lük-sembourg Zirvesi'nde kabul edilen İnsan Hakları Bildirgesi ile
Avrupa Topluluğunun dış ilişkilerinde insan haklan konusu¬nun temel ilkeleri belirlenmiştir
1977 yılında Parlamento, Konsey ve Komisyon'un ortak Bildirgesi Topluluk organlarının üye devletlerin anayasaları ile AIHS'den kaynaklanan hali ile temel haklara saygılı ola¬caklarını belirtmeleri, ATAD'ın insan haklarına ilişkin da¬valarda AIHS'ye dayanarak karar vermesine imkân tanımış¬tır. 1977 yılındaki Bildirge'nin yasal bağlayıcılığı olmamasına rağmen ATAD'ın içtihat hukuku açılımına destek vermesi temel hak ve özgürlüklerin korunması anlamında önemlidir.
Eski italyan Ko¬münist, Komisyon üyesi ve ateşli bir federalizm yanlısı olan Altiori Spinelli 1980 yılı Temmuz ayında Parlamentoda fark¬lı siyasi düşüncelere sahip ancak "Avrupa Birliği" konusun¬da benzer düşünceleri paylaşan 10 kişiden oluşan bir grubu Strasbourg'daki Crocodile lokantasına davet etti. AP'ye üye olduğu 1976 yılından ölümüne kadar 10 yıl Parlamento da ka¬lan Spinelli'nin etrafındaki sayı kısa sürede 70'i bulmuştur. Bu aşamadan sonra grup Crocodile Grubu olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Grup 1980 yılı şartlarında siyasi sorunlar ile bu¬nalan AET'yi yeniden canlandıracak ve yeniden yaşama dön¬dürecek reformlar yaparak tek pazarın tamamlanması ve AT yerine federal bir Avrupa Birliği oluşturma fikri üzerinde yo¬ğun bir çabanın içine girmiştir. Adına aldığı lokantaya sığma¬yacak kadar büyüyen Crocodile Grubu, Brüksel'deki bir komi¬te odasına taşınarak Parlamento içinde etkili olan Kurumsal İşler Komitesi'ni kurmuştur. Spinelli'n/nraportörlüğünü üst¬lendiği Komitede alt gruplar oluşturulmuş ve bu gruplar Av¬rupa Birliğini kuran Antlaşma Taslağı'nı ortaya çıkarmışlar¬dır. Taslak 1984 yılı Şubat ayında yapılan oylamada AP'de farklı siyasi grupların desteği ile kabul edilmiştir. Parlamen¬todan başka herhangi bir kurumda kabul edilmemiş olsa bile Taslağın, AB bütünleşmesinin bugün gelmiş olduğu aşama¬da çok önemli bir fonksiyon icra ettiği düşünülmektedir. Bu Taslağın Avrupa devletlerinin federal bir çizgide daha etkin demokratik yapıya gelmesini düzenleyen hükümleri ve temel haklar konusundaki düzenlemeleri dışında ilk kez katmanlı yetki ilkesine yer vermiş olması da önemlidir
Spinelli Projesi kapsamında yukarıda yapılan bu önerilerin dönemine göre ne kadar reformist ve radikal olduğu bunların bir kısmının 2009 Lizbon sonrasında bile hâlâ yürürlüğü gi¬rememiş olmasından anlaşılabilir. Örneğin Birliğin AİHS'ye katılımı Antlaşmada yer almasına rağmen teknik detay çalış¬maları nedeniyle 2010 yılında fiili anlamda gerçekleşememiş¬tir. Spinelli Projesi 80'li yıllarda bir Birlik anayasası sonucu¬nu doğurmamış olmakla birlikte, anayasal bir çalışmanın ya¬pılabilirliği ve içerdiği hükümlerin Topluluk gündemine geti¬rip farkındalık oluşturması anlamında çok verimli bir tartış¬mayı başlatmıştır.
AP 11 Temmuz 1990 tarihinde AP Temel Haklar ve Öz¬gürlükler Bildirgesi olarak adlandırılan bir Bildirge yayın¬lamıştır. Bu bildirgede, insan onuruna saygı, yaşam hakkı, yasa önünde eşitlik, düşünce özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, özel hayatın korunması, ailenin korunması, mülkiyet hak¬kı, toplantı ve dernek kurma özgürlüğü, mesleki özgürlükler, eğitim hakkı ve mahkemelere başvuru hakkı gibi temel hak ve özgürlükler düzenlenmiştir. AP bu Bildirge ile, Maast¬richt Anlaşması'na ayrıca yabancı düşmanlığına karşı resmi bir Bildirgenin de eklenmesi istenmiştir. Avrupa'da günü¬müzde çok daha önemli hale gelen ırkçılık ve yabancı düş¬manlığı karşı o tarihte daha etkin düzenlemeler yapılması gerektiği bugün gelinen aşama itibariyle çok daha net anla-şılmaktadır.
Birçok düşünür özgürlüğün devletten önce geldiğini ve onun önünde yer aldığını belirtmektedir. Dolayısıyla, birey ile devlet arasındaki egemenlik sınırının tayininde bireye ön¬çelik tanınması gerekmektedir. Katmanlı yetki ilkesi, işte tam bu noktada bireyin önceliğini ve özgürlüğünü koruyabilecek bir anayasal ilke olarak karşımıza çıkmaktadır. Birey, toplum ve devlet arasında sorumluluklar paylaştırılırken bu ilke, bi¬reyi ve toplumu merkeze alarak kural olarak her şeyin on¬lara ait olduğunu belirtir. Devlet, ancak kendisine Anayasa tarafından bırakılan alanlarda ve hedeflenen amaçlara birey veya toplumun bizzat kendi eylemleriyle ulaşamayacağı du¬rumlarda eylemde bulunabilir, karar alabilir. Bir diğer anla¬tımla, katmanlı yetki ilkesi, toplumsal yaşamın merkezinde¬ki bireyden başlayarak, bir üst toplumsal varlığa ve en tepede devlete kadar uzanan bir piramit oluşturmaktadır. Piramidin alt basamağında yer alanların tatmin edici eylemleri ile yapı¬lacak bir faaliyette, hiçbir zaman bir üst basamaktakinin mü-dahalesine izin verilmez
Avrupa Birliğinde temel hakların tanınması, ilk kez, Av¬rupa Toplulukları Adalet Divanı'nın 60'lı yılların sonundan itibaren geliştirmeye başladığı içtihat hukuku ile olmuştur.
5 Nisan 1977 tarihinde Avrupa Parlamentosu, Konsey ve Komisyonun kabul ettikleri ortak bir bildiri ile temel haklar Topluluğun siyasî kurumları düzeyinde de tanınmıştır.
Temel haklar konusunun antlaşma metnine girmesi ise, 1992 yılında imzalanan Avrupa Birliği Antlaşması ile olmuş¬tur. Antlaşmanın F(2) maddesinde, Avrupa Birliği'nin, İn¬san Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunması Hakkın¬da Avrupa Sözleşmesi ile teminat altına alınan ve üye devlet-lerin ortak anayasal teamüllerinden kaynaklanan temel hak¬lara, hukukun genel ilkeleri olarak saygı göstereceği hükme bağlanmış, ancak Antlaşmada bir haklar manzumesine yer verilmemiştir.
3-4 Haziran 1999 tarihlerinde gerçekleştirilen Köln Zirvesi'nin sonuç bildirgesinde, Avrupa Birliği'nin geldi¬ği aşamada, Birlik düzeyinde uygulanan temel hakların, bir Şartta toplanmak suretiyle açıklığa kavuşturulmasının gerek¬liliği vurgulanmıştır.
Köln Zirvesinin bu direktifi doğrultusunda sürdürülen ça¬lışmalar, Nice'de 7 Aralık 2000 tarihinde "Avrupa Birliği Te¬mel Haklar Şartı "nın imzalanmasıyla sonuçlanmıştır.
Şartın Antlaşmalara dâhil edilip edilmeyeceğine ve edile¬cekse bunun ne şekilde yapılacağına ileride karar verilecektir.
Sahip bulunduğu manevi ve ahlakî mirasın bilincinde ola¬rak, Birlik, insan saygınlığı, özgürlük, eşitlik ve dayanışma¬nın bölünmez ve evrensel değerleri ile demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri üzerine kurulmuştur. Birlik; Birlik vatandaş¬lığı kavramını getirmek ve bir özgürlük, güvenlik ve adalet alanı yaratmak suretiyle, bireyi eylemlerinin odağına yerleş¬tirmiştir.
Birlik, bir yandan bu değerlerin korunmasına ve gelişti¬rilmesine katkıda bulunurken, diğer yandan Avrupa halkla¬rının kültür ve gelenek farklılıklarına, üye devletlerin milli kimliklerine ve üye devlet kamu kurumlarının ulusal, bölge¬sel ve yerel düzeylerde örgütlenme biçimlerine saygı gösterir. Birlik, dengeli ve sürdürülebilir gelişmeyi destekler; kişilerin, malların, hizmetlerin, sermayenin serbest dolaşımını ve yer¬leşme serbestisini temin eder.
Bu amaçla, sosyal değişimler ve bilimsel ve teknolojik ge¬lişmelerin ışığında, temel hakların korunmasının, bu haklara bir Şartta yer vererek güçlendirilmesi gereklidir.
Bu hakların kullanılması; diğer kişilere olduğu kadar, in sanlık âlemine ve gelecek kuşaklara karşı olan ödev ve so rumlulukları da içerir.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
7 Mart 2013       Mesaj #228
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
MANİPÜLASYON SUÇU
YAZAR: SİNAN BAYINDIR


1980 sonrasında piyasalardaki liberalleşme dalgası sonucu finans sektörün¬de serbestleşme yeni finansal araçların ortaya çıkması aynı zamanda bilgi ve ile¬tişim teknolojilerindeki hızlı gelişimler finansal piyasaların ekonomi içindeki önemim her geçen gün daha arttırmıştır.
Ekonomik göstergelerin en önemlisi olan finans piyasalarında yukarıda be-lirttiğimiz gelişim ve değişim yeni ekonomi suç tiplerinin ihdas edilmesini ve ceza hukukunun ekonomik alana müdahalesini adeta zorunlu kılmıştır.
Sermaye piyasalarının ekonomik işlevlerini gereği gibi yerine getirebilme¬leri ancak yeterli derinliğe ve etkinliğe sahip olmaları ile mümkündür. Sermaye piyasalarının güven açıklık ve kararlılık içerisinde çalışmaları yatırımcıların piya¬saya güven duymaları bu piyasalarının gelişebilmesi için vazgeçilmez esaslardır. Finansal araçların çeşitlilikten yoksun olduğu, hisse senedi işlemlerinin sığ ol¬duğu bir piyasada manipülasyon fiilleri ön plana çıkmaktadır.
Sermaye Piyasası Hukuku alanında en yaygın olarak işlenen ekonomik suç olarak manipülasyon suçu karşımıza çıkmaktadır. Kendine özgü yapısı ve hızlı değişen işleniş yöntemleri dolayısıyla yabancı kaynaklarda "sanat" kavramıyla da ifade edilen bu suç esasen, piyasanın etkinliğini ve derinliğini, zedeleyen do-landırıcılık fiilinin özel bir türü olarak ifade edilebilecek hileli hareketlerdir.
Şüphesiz sermaye piyasası hukukunda düzenlenmiş olan suç tiplerinin da¬ha iyi analiz edilmesi üst kavram olan ekonomik suçların irdelenmesi ile müm¬kün olacaktır.
Doktrinde ekonomik suçlar konusunda henüz uzlaşılmış bir tarif yer alma-maktadır. Dolayısıyla bu suçlar ortak özellikleri yönüyle bir kısım tasniflere ta¬bi tutularak incelenmektedir.
Ceza hukuku ile ekonomi arasında her geçen gün artan ilişki Ekonomik Ce¬za Hukuku disiplinini ortaya çıkarmıştır
Ekonomik suçlara tarihin çok eski dönemlerinde dahi rastlanmaktadır
Esasen insanların yerleşik hayata geçmelerinin tabi bir sonucu olarak aralarında basit bazı ekonomik ilişkilerin kurulması bu alanda insanların çeşitli sorunlarla karşılaşmasına yol açmış ve ekonomik hayattaki bazı fiillerin yaptırım altına alınması gereğini doğurmuştur. Nitekim Eski Yunan ve Roma'da ticaret hayatın¬da yapay fiyat oluşumlarına sebebiyet veren tacirlere yönelik cezai yaptırımlara rastlanmaktadır
Ticari ilişkilerin çok-uluslu bir hal aldığı günümüzde ekonomik suçların tespiti ve soruşturulması kimi zaman devletlerarası yardımlaşma ve işbirliğini zorunlu lalar. Ekonomik suçların tüm ülkelerde yeknesak olarak düzenlenmesi ve böylece faillerin ceza almaktan kurtulmalarının önüne geçilmesi, denetleme görevi üstlenen bağımsız idari otoriteler arasında bilgi akışının sağlanması, he¬sap bilgilerinin ve hesap hareketlerinin paylaşılması, yargılama makamları arasında adli yardımlaşmanın kurallara bağlanması gibi konular bu işbirliğinin içe¬riğini oluşturur.
Ekonomik suçlar klasik suç tiplerine göre daha hızlı nitelik değiştirir. Eko¬nomik ilişkilerin ülkeler arası boyut kazanması ve ekonomik faaliyetlerdeki çe¬şitliliğin her geçen gün artması mevcut düzenlemeleri yetersiz kılabilmektedir. Aynı zamanda teknolojik gelişmelerin ekonomik alana yansıması faillerin suç iş¬lerken bu teknolojik imkânlardan faydalanması sonucunu da doğurmaktadır. Bu durum zaman içerisinde belirli fiillerin suç olmaktan çıkarılmasını gerektire¬bileceği gibi bazen da yeni suç tiplerinin ihdasını gerektirir. Örneğin inceleme konunuzu oluşturan SerPK ‘da düzenlenmiş olan kimi suçlar daha sonra ya¬pılan değişiklik ile idari suç haline getirilmiştir.
Kanaatimizce bu ilkenin günümüzde mutlak olarak uygulanması ekono¬mik alandaki cezai normların etkinliğini önemli ölçüde azaltacaktır. Ayrıca eko¬nomik cezaların, cezanın bireyselleştirilmesini temin etmemesi ve her fail üze¬rinde eşit ölçüde caydırıcı olmaması, faillerin malvarlıklarını kaçırmak suretiyle yaptırımdan kaçabilmeleri, enflasyon karşısında sembolik kalmaları gibi neden¬ler bu görüşümüzü desteklemektedir. Ancak hürriyeti bağlayıcı cezalara ek ola¬rak bu tür ekonomik yaptırımlar öngörülmesi daha yerinde bir yaklaşımdır. Ni¬tekim 5237 Sayılı TCK 'da da ekonomik alandaki bir çok suçta karma sistem esas alınmıştır.
Bir ülkenin ekonomik işleyişini düzenleyen normlar, o ülkenin ekonomik sistemiyle doğrudan ilgilidir. Öyle ki serbest piyasa ekonomisinin uygulandığı bir sistemde devletin ekonomik alana müdahalesi de düzenleyici (regülatör) bir müdahaleden öteye gitmeyecektir. Diğer taraftan devletçi yapıya sahip bir eko¬nomik sistemde ekonomik ceza hukuku sadece kişinin menfaatlerini korumak¬la kalmayıp; ekonomik faaliyetlerde bir araç rolü de üstlenebilmektedir
1982 Anayasası'nda "Çalışma ve Sözleşme Hürriyeti" başlığı altında 48. mad¬dede "(1) Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. (2)Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır." hükmüne yer ve-rilmiştir.
Anayasanın bu maddesi sözleşme hürriyetini düzenlemektedir. Öte yandan devletin hukuki ilişkilere başta ceza hukuku kuralları olmak üzere emredici hu¬kuk kuralları ile müdahale etmesi irade serbestisini ve sözleşme özgürlüğünü önemli ölçüde sınırlayabilmektedir. Öyle ki sözleşme özgürlüğünün en geniş uygulandığı Borçlar Hukuku'nda dahi bu müdahaleyi görmek mümkündür
Anayasa Mahkemesi, konuya ilişkin vermiş olduğu bir kararında sözleşme hürriyetini, sözleşmenin ne zaman ve ne şekilde sona erdirileceğine karar ver¬me yetkisinin ancak sözleşmenin taraflarına ait olmasını ve sözleşmelere dışarı¬dan müdahale yasağım içerdiğini ifade etmiştir
Türk Hukukunda ekonomik suçlara uygulanacak normlara ceza hukuku¬nun genel kısmında ve özel kanunlarda yer verilmiştir.
Yasama tekniği açısından Türk Hukuku'nda, ekonomik suçların genellikle özel hukuk alanındaki kanunlarda "Cezai Hükümler" başlığı altında düzenlendi¬ği görülmektedir . Özel kanunlar ile tanımlanan ekonomik suçların yanında 5237 Sayılı TCK'nın İkinci Kitap Üçüncü Kısım, Dokuzuncu Bölümünde Ekono¬mi, Sanayi ve Ticarete İlişkin Suçlar başlığı altında ekonomik suç olarak değerlen¬dirilebilecek bazı suçlara yer verilmiştir.
Bu açıdan bakıldığında suçun tamamlanma anı, işleme dayak manipülas¬yon açısından alım satım işleminin gerçekleştirilmesidir. Madde metninde ma¬nipülasyon oluşturmaya yönelik emir verilmesi suç olarak tanımlanmadığın¬dan, bu amaçlı "emir" lerin suç oluşturmayacağı kanaatindeyiz. Bizce manipülasyonu önlemeye yönelik düzenlemelerle piyasadaki fiyatın gerçek arz ve talep çerçevesinde oluşmasının amaçlandığı düşünüldüğünde, manipülatif amaçlı emirlerin de suç kalıbına dahil edilmesi gerekmektedir. Çünkü DVÜKB'ye iletilen emirler sisteme aktarıldığında aleniyet kazanıp yatırımcıların karar verme süre¬cini alım satım kadar etkilemektedir. Nitekim 2006 tarihli Sermaye Piyasası Ka¬nun Tasarı Taslağı'nda da bu tür emirlere suç kalıbında yer verilmişti. Yine ko¬nuya ilişkin AB Direktifinin (2003/6) 1. maddesinde de manipülasyon kapsa¬mında işlemin yanı sıra işlem yapmak için emir vermeye de yer verilmiştir. Bu konuya teşebbüs kısmında ayrıntılı olarak yer verileceğinden burada detaylı açıklama yapılmayacakta.
Bilgiye dayak hareketlerle manipülasyon suçunun işlenmesi halinde suçun tamamlanma anı yalan, yanlış, yanıltıcı, mesnetsiz bilginin açıklanması anıdır. Bilgi vermeme hareketi açısından ise mevzuatta belirli bir süre öngörülmesi ha¬linde bu sürenin sona ermesiyle tamamlanmış olacaktır. Bilgi vermeme hareke¬ti ihmali bir suç olduğundan neticesi harekete bitişik olup; hareketin gerçekleş¬mesi (sürenin geçmesi) ile suç oluşacakta.
Her ne kadar İMKB Yön. m. 24'te fiyat ve miktar balonundan piyasayı yan¬lış yönlendirecek mahiyette borsa emri vermek hükmüne yer verilmiş ise de bu hüküm bir ceza normu olmayıp, disiplin cezası uygulanması sonucunu doğuran bir düzenlemedir
Kurul tarafından hazırlanan 2005 tarihli Sermaye Piyasası Kanunu Tasarı Taslağında manipülasyon suçu tehlike suçu olmaktan çıkarılıp bir zarar suçuna dönüştürülmesi öngörülmüştür
Konuya ilişkin olarak Yargıtay içtihatlarının yok denecek kadar az olması ve bu konunun doktrinde yeterince işlenmemiş olması bu konuda yorum yap¬ma ve analiz etme imkanının büyük ölçüde kısıtlamaktadır. Yine kanun koyucu¬nun manipülasyon suçunun sınırlarını kesin çizgilerle belirtmeden genel bir ifa¬deyle düzenlemiş olması hakime geniş bir takdir yetkisi tanımakta ve keyfiliğe yol açabilecek bir durum yaratmaktadır.
Manipülasyon suçunun tamamen teknik konular içermesi ve özel hukukla doğrudan ilişkili olması, bu davaları görecek ihtisas mahkemelerinin henüz ku-rulmamış olması ve yetersiz bilirkişi raporları kamu vicdanında bu suçların ye¬terli tepki bulmasına engel olmaktadır.
Ayrıca bu konuda yeknesak hükümlerin ortaya konulması suretiyle faille¬rin, ülkeler arası uygulanma farklılıklarından yararlanarak cezadan kurtulmala¬rının önlenmesine yönelik çalışmalar sürdürülmektedir.
Manipülasyon suçunun daha çok birden fazla kimse tarafından ve bir örgüt çatısı altında gerçekleştirilmesi bu suçun örgütlü suçlarla mücadeleye ilişkin dü-zenlemelerle birlikte değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Zira bir suçun bir örgüt çatısı altında işlenmesi suçun daha kolay işlenmesini ve ortaya çıkarılması bireysel suçlara nazaran daha güç olması kanun koyucunun bu suçlar için daha ağır cezalar öngörmesini zorunlu kılmıştır.
Bu suçların etkin olarak önlenmesi noktasında atılacak en önemli adım¬lardan biri bu konuda ihtisas mahkemelerinin kurularak alanında uzmanlaş¬mış yargılama makamları tarafından suçların kovuşturulmasıdır.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
8 Mart 2013       Mesaj #229
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
SİYASET SOSYOLOJİSİ
YAZAR: PROF.DR.H.MUSA TAŞDELEN


Halk, koyun gibidir; bey onun çobanıdır; çoban, koyunlara karşı merhametli olmalıdır. (Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig'den)

Siyaset tabiri, Arapça kökenli bir kavram olup Sâse-yasûsu kökün¬den türemiştir. At bakıcılığı anlamına gelen seyis kelimesi, siyaset kav¬ramıyla aynı kökten türemedir. Anlam itibariyle, hayvanları, daha ziyade atları terbiye etmek, bakmak, gözetmek ve yönetmek demektir. Toplumları yönetmek anlamında kullanılagelen
bu tabir, dilimize de bu anlamıyla yerleşmiştir. Siyaset kavramıyla eşanlamlı olarak batı dillerinden dilimize giren politika tabiri ise, Yunanca polis, politeia ve politie kelime-lerinden gelir. 'Polis'in manası, site, kent, yöre veya kenti oluşturan vatandaşların toplantısıdır. Aristo'nun kullandığı "Zoon Politikon" kavramı, siteye bağlı hayvan -yaratık- anlamındadır. Bu kavramı, sosyal hayvan yerine, "siyasî hayvan" diye tercüme etmek daha yerinde olur. Zira hayvan sosyal olabilir ama insan siyasîdir, insan, sürüler hâlinde değil, ortakla¬şa belli bir yönetim hiyerarşisine dâhil olarak yaşar
Politikanın yani siyasetin çeşitli tarifleri yapılagelmiştir. Siyaset bir tarife göre, insan toplumlarını yönetme sanat ve faaliyeti iken bir diğerine göre, devletleri yö¬netme bilimi veya çok kısa ve daha geniş anlamda "iktidar bilimi"dir
Birinci tarife göre, siyaset sadece bir sanat ve faaliyet türü olarak görü¬lürken, ikinci tarife göre, bilimdir. Ancak siyaset bir bakıma her ikisidir de denilebilir. Siyaset bilimi kavramı ile siyaset sosyolojisi kavramını bazı sosyal bilimciler aynı anlamda kullanırken, bazıları, her ikisi arasında bir ayrım yapar. Buna göre, siyaset bilimi devletten yola çıkarak devletin toplumu nasıl etkilediğini, buna mukabil siyaset sosyolojisi, toplumdan yola çıkarak toplumun devleti nasıl etkilediğini araştırır
Siyaset sosyolojisinin devlet bilimi mi yoksa iktidar bilimi mi olduğu hususu tartışmalıdır. M. Duverger, siyaset sosyolojisini iktidar bilimi ola¬rak gören görüşün devlet bilimi olarak gören görüşten daha işlemsel ol¬duğu ve bu sayede devlet içindeki iktidarla diğer toplum ya da topluluklardaki iktidar olgusunu bilimsel açıdan mukayese etme imkânına sahip olunabildiği düşüncesindedir
Devlet, iktidarın en üst seviyede gerçek¬leştiği kurumdur. Ancak, iktidarın sadece siyasî münasebetlerde değil, sosyal hayatın her alanında ortaya çıktığı, bilinen bir gerçektir. Siyaset biliminin konusunu tamamen devletin varlığıyla sınırlamak, daha baş¬ka alanlarda ortaya çıkan iktidar olgusunun göz ardı edilmesine yol aça¬bilir. Ancak, iktidarın sosyal iktidar, ekonomik iktidar ve siyasî iktidar şeklinde çeşitleri vardır.
Kourvetaris ve Dobratz'a göre, çağdaş siyaset sosyolojisinde 5 temel yaklaşım vardır: Yapısal-fonksiyonalist, çatışmacı, sınıfsal, elitist/seç- kinci ve çoğulcu yaklaşımlar. Yapısal-fonksiyonalistler, toplumu birbi¬rine bağımlı, sosyal birimlerin -gruplar, kurumlar, sınıflar, örgütler şeklinde- çok iyi bütünleştiği bir sosyal sistem olarak ele alırlar. Bu siste¬mi ise, üyeleri tarafından ortaklaşa paylaşılan ortak değer ve hedeflerin bir arada tuttuğu kabul edilir. Çatışmacı yaklaşım ise toplumu, iyi bü-tünleşmiş bir sistem olmaktan çok, çatışma ve ihtilâfların egemen oldu¬ğu bir yapı olarak değerlendirir. Sınıf yaklaşımı -K. Marks örneğinde ol¬duğu gibi- toplumu farklı sınıfların çatışma hâlinde olduğu dinamik bir yapı olarak görür. Diğer iki yaklaşım ise, son zamanlarda daha fazla ge¬nel kabul görmektedir. Seçkinci yaklaşımın aristokratik-muhafazakâr ve radikal olmak üzere iki alt tipi mevcuttur. Aristokratik yaklaşıma göre, (Mosca, Pareto, Michels) yönetici seçkinlerin ekonomik seçkinler ol-duğu iddiası her zaman doğru değildir. Halkın çoğunluğu kendi kendi¬sini yönetme yeteneğine sahip olmadığından seçkin zümre, halkı yöne¬tir. Seçkinler analizinin daha radikal yaklaşımını ise, W. Mills yapmıştır. Onun Askerî-Endüstriyel Kompleks veya İktidar Seçkinleri tezine göre, ekonomik, siyasî ve askerî seçkinlerin hepsi birden iktidar seçkinleri¬ni oluşturur. Aralarında bir uzlaşma mevcuttur, iktidar seçkinleri, di¬ğer seçkinlere göre daha baskın olup, özellikle ekonomik alanda toplu¬mu yönetirler. Seçkinci bakışın aksine, çoğulcu yaklaşım, bir iktidar seç¬kinleri zümresinin varlığını tanımaz; toplumda birçok fonksiyonel sos¬yal seçkinle birlikte birbirleriyle rekabet hâlinde olan diğer özel menfaat gruplan vardır. Ancak, hiçbir grup iktidar tekelini elinde bulunduracak kadar yeterli güce sahip değildir. Ancak, bu kitapta, mevcut bu yakla¬şımları esas alınmak yerine, toplumdaki siyaset kurumunun bütün yön¬leriyle ortaya konulması hedeflenmiş ve üç ana başlık altında ele alın¬mıştır. Siyasî iktidar, siyasî sistem ve siyasî davranış, bir toplumsal ku¬rum olarak siyasetin üç ana sacayağını teşkil etmektedir. Birinci bölüm¬de, iktidar ve devlet kavramlarının tahliline ağırlık verilmiş, ikinci bölümde ise, siyasî sistem ve demokrasi tartışmasına ayrılmıştır. Üçüncü bö¬lüm, özellikle, siyasî davranışın ortaya çıkması, yönlendirilmesi ve etki altına alınması ile ilgili süreçlere hasredilmiştir.
Halkın adaletli ve insaflı, değeri büyük bir devlet başkanına ihtiyaçları yağmurun azlığı sebebiyle kıtlık istilâsına uğrayan bölge ahalisinin yağmura olan ihtiyaçlarından daha çoktur. Çünkü yağmura olan ihtiyacın vakti ve zamanı vardır. Ama devlet başkanının idare gölgesine muhtaç olmanın vakit ve zamanı yoktur. Millet fertleri-halk her durumda ve her zamanda sürekli olarak, büyük devlet başkanının adalet ve şefkatine en şiddetli bir ihtiyaçla muhtaçtır. (Ebu'n-Necib Sühreverdi, Nehcu s-Sülûk Fî Siyâseti'l-Mülk'ten)
Fizik âlemdeki son derece hassas ve o derecede istikrarlı düzenin te¬mel nedeni, gerek mikro gerekse makro seviyede çekim gücü-manyetik güçtür. Bu güç sayesinde maddî âlem zapturapt altına alınır. Mikro âlemde, atomların yapısındaki çekirdeğin bünyesinde mevcut olan çe¬kim gücü ile ve makro âlemdeki yıldızların çekim alanı sayesinde olu¬şan galaksiler, bütün bir evrende kendiliğinden bir düzen ve dengenin oluşumuna neden olur. İşte fizik âlemdeki bu gücün fonksiyonunu in-san topluluklarında, iktidar görmektedir, insanlar bir iktidara/güce bo¬yun eğdikleri müddetçe sosyal düzen ve istikrar gerçekleşir. Ancak, in¬san şuur ve irade sahibi olduğu için zaman zaman bu iktidarı tanımaz, iktidar değişime uğrayabilir veya bir iktidar boşluğu yani kargaşa doğa¬bilir. Fakat insanoğlunun önünde sonunda, bir iktidara tâbi olması kaçı¬nılmazdır. Bu, insanlık tarihinin tıpkı fizik âlemde olduğu gibi değişmez bir kanunudur, iktidar olgusu, bazen insanların birbirlerine karşı uygu-ladıkları bir tahakküm aracı olmuş, aralarındaki mücadele ve savaşla¬rın başlıca sebebini teşkil etmiş, bazen de huzur, barış ve istikrara vücut vermiştir, iktidar, yöneten-yönetilen ilişkisinde, yönetenin konumunu belirleyen başlıca kavramdır. B. Russell'a göre, fizikte enerji nasıl temel bir kavram ise, sosyal bilimlerde de iktidar aynı şekilde temel bir kav¬ramdır. Çünkü sosyal dinamiğin kanunları, sadece iktidara dayanılarak ifade edilebilir
Siyaset bilimcilerin iktidar kavramı ile ilgili tanımlamalarını iki ana kategoriye ayırmak mümkündür. Birinci kategoriyi, sosyal ve siyasî iliş¬kilerin mahiyeti itibariyle rekabetçi ve çatışmalı olduğu varsayımından hareketle, iktidarı, mevcut veya muhtemel çatışma ve muhalefeti ihti¬va etme eğilimi gösteren asimetrik türden bir ilişki olarak değerlendiren tanımlamalar oluştururken; ikinci kategoriyi, sosyal ve siyasî ilişkilerin muhtemelen uyumlu ve ortaklaşmak/dayanışmalı olduğu faraziyesinden hareketle, iktidarı kolektif bir kapasite ve başarı olarak gören tarifler teşkil eder.
Siyasî parti sistemleri için en yaygın sınıflama, rekabetsiz ve reka¬bete dayalı parti sistemleri olarak yapılan ikili sınıflamadır. Siyasî parti siyasî partilerin siyasî sistemle ve birbiriyle oluşturdukları etkileşim ka¬lıbı, bir parti sistemini ortaya çıkarır. Parti sistemleriyle yapılan gelenek¬sel tahliller, siyasî sistem içinde yer alan parti sayısını esas alırlar. G. Sartori, rekabetten mahrum ve rekabete dayalı siyasî sistemlerde siyasî par¬tileri yedili bir ayrıma tâbi tutmuştur. Rekabete dayalı sistemlerde siyasi partiler, birbirleriyle rekabetlerinde, merkezcil ya da merkezkaç eğilim¬ler gösterebilir
1-Tek Parti: Tek parti sistemi rekabetten mahrum bir sistemdir. Bu sistemde yer alan partiler, totaliter ve otoriter partiler olmak üzere iki ana gruba ayrılırlar. Totaliter tek partiler, toplumu tek tipleştirici bir ide¬olojiye sahiptir ve kendisinden başka hiç bir siyasî fikre var olma hak¬kı tanımayan bir sistemi uygularlar. SSCB ve Nazi Almanya'sında oldu¬ğu gibi. Otoriter tek partiler, toplumun bütününü kavrayan bir ideoloji¬ye dayanmazlar; ancak bu sistemde katı ve baskıcı bir yönetim söz konu¬sudur. Bir dönem ispanya ve Portekiz örneklerinde gibi. Pragmatik tek partiler de otoriter partilerdir. Ancak, belirli bir ideoloji ve öğretiyi esas almazlar. Siyasî konjonktür gereği ortaya çıkmış bir tek parti sistemi uy¬gulanır. 1946 öncesi Türkiye'de olduğu gibi.
2-Hegemonya Partisi: Bir diğer rekabetten mahrum siyasî sistem, he¬gemonya partisinin olduğu sistemdir. Bu sistemde fiilî olarak, iktidarda tek parti bulunur. Birden fazla siyasî parti kurulmasına rağmen, bu şek¬len böyledir; iktidar partisi haricinde hiçbir partinin siyasî iktidara talip olmasına izin verilmez. Diğer partiler, siyasî iktidara karşıt değil, kamuo¬yunu oluşturmada yardımcı partilerdir. (Doğu Bloğu döneminde, D. Al¬manya ve Polonya örnekleri)
3-Hâkim Parti: Bu sistem rekabete dayalı bir sistemdir, birden fazla siyasî parti bulunur ve her siyasî parti, iktidar için serbestçe rekabet ede¬bilir. Ama toplumun çok geniş bir kesiminin siyasî tercihi diğer muha¬lif partilerin iktidara gelmesine imkân tanımaz. Bu durumda, çok parti¬li bir siyasî sistem içerisinde fiilen tek parti düzeni bulunur. (Bir dönem Hindistan'da, Kongre Partisi)
4-İki Partili Sistem: Bu sistem, oyların çoğunluğunun iki büyük par¬ti tarafından paylaşıldığı bir sistemdir. İki partinin dışında kalan diğer siyasî partilerin oy oranları son derece düşük kalır, iki büyük parti ara¬sında genelde köklü bir dünya görüşü farklılığı yoktur. Yapıları itibariyle herkese açık ve esnektirler, iktidar rekabetinde diğer partiler devreye gi¬remezler. Bir üçüncü partinin devreye girmesi, sistemi iki partili olmak¬tan çıkarır, iki büyük partinin dışında kalan siyasî akımların iktidar şansı bulunmadığından, daha sağda ve daha soldaki oyların başka yerlere git¬me ihtimali düşüktür. Bu nedenle, iktidara ulaşmak için, siyasî yelpaze¬nin ortalarında yer alan oyları, yüzergezer oyları toplamak, iktidara ge¬lebilmek için önem taşır. Dolayısıyla iki büyük partinin propagandaları ve siyasî çizgileri, ister istemez, ortalama seçmenin temayüllerine hitap eder. (ABD, İngiltere, Yeni Zelanda, Kanada, İsveç)
5-Mutedil Çok Partili Sistem: Bu sistemde parti sayısı ikiden fazladır ancak beşi aşmaz. Sınırlı birçok partililik durumu söz konusudur. Bu du¬rumda, siyasî partilerin politikaları daha çok ılımlılık arz eder. Ilımlı sis¬temde, siyasî güçler arasındaki kutuplaşma hükûmet-muhalefet mihver¬leri etrafında döner. Partiler arasındaki rekabet büyük ölçüde, iki kutup etrafında cereyan eder. Dolayısıyla ılımlı çok partili sistemde iki kutup¬luluk öne çıkar. (Almanya, Belçika üç partili)
6-Aşırı Çok Partili Sistem: Aşırı çok partili sistemde partilerin sayı¬sı kesinlikle beşi aşar. Aşırı çoğulculuğun hâkim olduğu sistemlerde ge¬nelde ikili bir kutuplaşma yerine en azından sağ, merkez, sol şeklinde üçlü bir ilişki şeması görülür. Muhalefetteki partilerin birbiriyle mücade¬lesi söz konusu olur. Aşırı çoğulculuk, sistem karşıtı muhalefet partileri¬ni güçlendirir. Uzun vadede, merkezin uzağında yer alan partiler güçle¬nir. Siyasî sistem yoğun ölçüde ideolojik bir hüviyete bürünür. Çok sa¬yıda siyasî parti barındıran bir sistem, zorunlu olarak ideolojik ölçülere başvurmak zorunda kalır. Bu tip sistemlerde iktidara gelme ihtimali ol¬mayan siyasî partiler sorumsuz muhalefet örneği verebilirler. Siyasî parti¬ler arasında gerçekleştirilemeyecek vaatler ve demagoji yaygın hâle ge¬lerek meşru olmayan rekabete yol açabilir.
7-Atomlaşmış Parti Sistemi: Bu tür bir sistemde partilerin sayısı aşırı derecede yüksektir. Ancak, bunların henüz siyasî çizgileri tam anlamıyla billurlaşmış ve belirginleşmiş değildir. Özellikle yeni bağımsızlığa kavu¬şan ülkelerle, köklü bir siyasî sistem değişimi yaşayan ülkelerde başlan¬gıçta, bir süreliğine bu sisteme rastlanır. (Sosyalist dönem sonrası Rusya, Polonya gibi)
Toplumsal denetimin biçimlerini üç grupta ele almak mümkündür: 1. Törenler, saygınlık, tabu yani daha çok, içgüdüye yönelik denetim şekilleri. 2. Dinî, hukukî, siyasî ve ekonomik müesseseler. 3. Kamuo¬yu. Kamuoyu ile ilişkileri kurma ve geliştirmede, gelişen iletişim tek¬niklerinin büyük rolü vardır. Kamuoyu en fazla iki ilişki biçimine yani reklâm ve propagandaya muhatap olmaktadır. Her ikisinin de kamuo¬yu üzerindeki etkisi büyüktür. Biri ticarî diğeri ise siyasî amaçlı iletişim tarzlarıdır
Karşı propaganda da dâhil olmak üzere her tür propaganda, etkili olabilmesi için kendi içerisinde tutarlı olmak durumundadır. Totaliter yönetimlerde karşı propaganda oldukça sınırlı vasıtalardan istifade eder. Bunlar, genellikle duvar yazıları, elden dağıtılan bildiriler gibi, gerekti¬ğinde gizlilik imkânı veren vasıtalardır. Bu gibi durumlarda, sözlü karşı propaganda önem kazanır ve çoğu defa, fısıltı gazetesi şeklini alır. Totoliter propaganda bir yerde, kendi kendini bitirir. Belirli şeylerin sürekli bir şekilde, karşıt bir propagandaya geçit vermeksizin tekrarlanması, kitlelerde bıkkınlık duygusu uyandırır, yalan haberlerin gereğinden fazla kullanılması da güveni yok eder.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
sturan78 - avatarı
sturan78
Ziyaretçi
9 Mart 2013       Mesaj #230
sturan78 - avatarı
Ziyaretçi
Olasılıksız kitabını KitapOkuyoruz.com | Kitapseverler Topluluu | ok Satan Kitaplar, Yeni Kitaplar, Kitap siteden nasıl online okuyacağız bilen varmı ?

Benzer Konular

22 Aralık 2010 / melile Cevaplanmış
7 Mart 2017 / ThinkerBeLL Bilgisayar
9 Kasım 2012 / karayel Edebiyat
17 Ekim 2011 / Misafir Soru-Cevap