ŞİİR a (ar. şi'r)
—ANSİKL. Şiirin yunanca karşılığı olan poless’in etimolojisinde bile, şiir olgusunun bir yorumu vardır: gerçekten de poiesis "yaratma’’ anlamına gelir Önceleri şarkıcı (aoidos) olarak bilinen şair, gerçek bir sanatçı, bir yaratıcı sayılıyordu, çünkü şair bir yandan değişmeceleri ve ritmiyle dili yaratırken, bir yandan da, şiirin mimarisinde yer alması gereken, dilin nesnesini de yaratıyordu. Böylece şiir kavramı başlanta vezin, prozodi kavramlarıyla bağlanrdı, bu da şiirle müziğin aynı kökten gelberini gösterir. Yalnızca biçimsel açıdan akılırsa, şiir, şarkıya yakın ritim ve sesujmu içinde bir dil olması bakımından üzyazıdan ayrılır. Ayrıca gerçek nesneiri adlandırmaya, onlar arasındaki belirgin bağlantıları ifade etmeye, eylemin amaçlarını ve yollarını belirlemeye yönelen mantıksal ve pratik söylemden de farklıdır. Ancak, bir dil olarak aynı zamanda bir söylem olduğundan şiirde her zaman düzyazıya doğru bir kayma olasılığı vardır; buna karşılık düzyazı da her zaman şiir düzeyine yükselebilir.
Böylece, düzyazı-şiir karşıtlığı az çok belirsiz kalır, çünkü uyaksız dizeden de anlaşıldığı gibi, dizenin ölçüsü şiir için her zaman ayırtedici bir özellik değildir, hatta düzyazıya dolaylı olarak şiirsel bir biçim verilebilir (düzyazı şiir). Nihayet, edebi düzyazının okunması, örneğin bir romanın okunması, gerçeğe göndermeler sistemi gevşemiş ya da terk edilmişse, şiirsel okumaya engel değildir.
Biçimsel bakımdan şiir, Platon'un görüşlerini sistemleştiren Diomedes'in sınıflamasından sonra, genellikle üç kategoriye ayrılır: tarihi ve efsaneyi konu alan ve yazara da, kişilere de aynı ölçüde söz hakkı tanıyan epik şiir; anlatıyı eyleme dönüştüren ve yalnızca kişilere söz hakkı tanıyan dramatik şiir; duyguları doğrudan dile getiren ve yalnızca yazara söz hakkı tanıyan lirik şiir. Buna karşılık Goethe, daha yalın bir biçimde, diyeceğini açıkça diyen taşkın heyecan şiiri ile öznele yönelik şiir arasında bir ayrım yapıyordu. Görüldüğü gibi, bu farklı sınıflamalarda aslında söylemin kişileri sözkonusudur: o (destan), ben (lirik şiir), sen (dram). Bu ayrınlar zamansal bölümlemelerle (lirik-şimdi, 3pik-geçmiş, dramatik-gelecek) ya da gerçeklik karşısında belli bir tutumla (heyecanlanma [lirik], toplubakış [epik], gerilim dramatik]) da birleştirilebilir. Aslında bu eşitli üçlemeler metnin yapısal verileriyi her zaman uyuşmayabilir. Lirizmin kesinlikle şiirin özü olduğunu öne sürmek, tir yandan, Vergilius’unAenels’ini, Dante' tin ilahi komedya'sini, Hugo’nun les 'Jomtemplations'unj ve Apollinaire’in Alcools'ünü aynı anlatım biçimine bağlayan bir okuma etkisini tanımlamak, öte yandan da, nazım biçiminde kaleme alındıkları ve şiir olarak adlandırdıkları halde Voltaire ve Pope’un felsefi şiirlerini şiir saymamak olur.
Bu duraksamalardan da anlaşıldığı gibi, şiirin özünde, söylem biçimleri arasındaki basit bir ayrımı aşan başka bir şey, dil ve dünya karşısında özgün bir tavır vardır. Her iki durumda da yorumların iki uç arasında gidip geldiği söylenebilir: şiir ya bir yapaylık olarak görülür ya da uzlaşmayı da, hesabı da dışlamayan bir ilk sözle özdeşleştirilir. Rimbaud’nun “betimleyici ya da öğretici özelliklerden yoksunluk” olarak tanımladığı şiirsel yaratıcılığın ayırtedici özelliği, Michel Deguy’nin de belirttiği gibi, “kendini özgün olarak duyurarak duymaya çalışan” insanın durumudur. Burada betimlemeye ya da herhangi bir öğretmeye yer yoktur, çünkü özgünlüğün sesi kendi başına bir anlama ve anlaşılma yoludur.
Platon'a göre şiirsel yaratıcılık coşkuya, Tanrı’yla bütünleşmeye bağlıdır: “Şair kanatlı ve kutsaldır, esinlenmeden, kendinden geçmeden ve aklını yitirmeden yaratamaz”. Şiir bir kehanete benzer: Tanrı’ nın sözüdür. Tektanrılı dinlerde de şair bir havaridir, Tanrı’nın sözcüsüdür. Hintli filozoflara göre şiir en yüce biçimini bulduğu zaman, bilge kişinin vecdiyle bütünleşir: şair, Sarasvati’nin inayetiyle yüce söze erişir ve onu anlar. Romantik dönemden başlayarak birçok şiir anlayışı bu sav üzerine kurulmuştur. Bu durumdaki bir şairin elbette sözleri de egemen olacaktır. Bu söylem şairin esinini Tanrıdan alması gerektiğini göstermez, şiirsel girişimin kendini ben ile dünya arasındaki temel bir söylem olarak ortaya koyduğunu gösterir. Lirizm, ben'in sözü, kendi ayrıcalığı içinde bir bütün insanlığa dönüştür. Bu da şiirin kendine özgü anlatımını ancak birtakım özellikler ve ölçülerle bulacağını gösterir; ne var ki bu özellikler ve ölçüler yalnızca birer kalıp, birer uzlaşma değil, bireysel ile evrenselin uyuşmasını yansıtan bir ritim düzenidir Aristoteles'e göreyse şiir, tersine, konusu (kahramanlıkla ya da yergiyle ilgili) ve biçimi (dramatik, lirik ya da epik) ne olursa olsun, taklit sanallarındandır. Şair de bir tarihçi gibi anlatsa bile, şairin konusu apayrıdır: tarihçi yaşanmış olanla ilgilenir, şu ya da bu insan ya da şu ya da bu olay gibi özel bir gerçekliği ele alır ve anlatır; buna karşılık şair, gerçeksiliği ve mantıksal zorunluluğu gözeterek, gerçeği taklit eden olasılık alanına yönelir: şiir, yalın tarihsel kesinlikten daha felsefi ve daha genel bir doğrunun alanıdır. Buna göre masal tarihin anlamlı bir taklididir; ve her şiirsel kurgu, gücünü, hem hayali, hem akla uygun bir yorumunu yaptığı doğadan alır. Aristotelesçi kuram, şiirsel güzelliği bir süs ve doğrunun bir genellemesi sayarak klasik estetikçilere esin kaynağı olmuştur: bu estetikçilerin şiirden bekledikleri, insana özgü olduğunda doğal diye adlandırdıkları seçkin ve ortalama bir doğayı akla yakın ve zarif bir biçimde yansıtmasıydı. Horatius şiiri resme yaklaştırır. Boileau ise şiirsel işlemi akılsal bir işlem olarak görür.
Platondan Aristoteles’e, şiir üzerine çeşitli karma öneriler vardır: Baudelaire bilinçliliği de yazarın çabasını da küçümsemez; Valöry esine de, bir hesap meselesi olan şiirsel yaratıya da yer verir. Aslında her zaman herhangi bir mutlakla bir ilişki sözkonusudur: doğrudan doğruya Tanrı’ ya ya da şairin yaşantısını aşan herhangi bir gerçekliğe bağlanan ya da söz üzerinde araştırma açısından ele alınan dilin mutlaklığı. Ama her durumda şiir var olan dildir ve bir çeşit kendi içinde var olmadır. Bu var olmaya inanmak çağdaş yaratıcılığın ayırtedici özelliğidir: herhangi bir kurama dayansa da dayanmasa da, vurguladığı tek şey, her şeyden önce, dünyanın ve varlığın özü saydığı sözcüğün kendi başına bir mutlak olduğudur. Apollinaire, Ungaretti, Montale gibi şairlerin hepsinde bu vardır. Şiir hem varlıktan hem addan, hem sözden hem yazıdan, hem anlatıdan hem şiirden yanadır. Bu bakımdan temel bir gramer sayılabilir; sözcüklerle sürdürülen bu alışveriş aynı zamanda sözcüğün kendi özüne bir dönüştür. Bu bakımdan da, nesnelere, sözcüklere bağımlılıktan kurtulmayı amaçlayan bir çabadır; bir anı yakalamak isteğidir. Platon ve Aristoteles’in şiir kuramlarında bile bunu görmek olanaklıdır: hakikat yapıttan hareketle ortaya konabiliyorsa, yaratılması ve kurallara bağlanması için başvurulan yollar ne olursa olsun, bu durum, yapıtın kendi içinde saydam ve dolaysız olduğunu gösterir.
Bir anın yakalanmak istendiği açık açık belirtilmiş olabilir: Larbaud dünyadan görüntüler vermenin, Whitman da yolun açık olduğunu söylemenin yeterli olduğuna inanırlar. Bu bir anın yakalanması kendi başına etken de olabilir: otomatik yazının dadanın kendiliğinden yaratıcılığı. Bir anın yakalanması şiiri, her zaman eylem halinde olan sese yaklaştırmak ve onu eylem halinde bir söylemde eritmek ister her söz eylemseldir ve her tasarım bir gösterimdir (Charles Olson). Böylece şiir söylem ve edebi anlatım türleri içinde, hepsini kateden, dolayısıyla onlardan herhangi birine dayanarak açıklanamayan bir değişken haline gelir Şiirin söze, dile gelmemesi edebiyatı aşma gücünü doğrular ve yazının temeldeki kapsamını vurgular: şiir varlığı ve temel grameri ortaya koyarak her şeyi düzenleyebilen bir güçtür.
Bu kapsam şiirin metafizik özelliğini belirler. Varoluşun temelinde varlığı oluşturan odur. Heidegger’in tezine göre, dili dünyanın konumuyla eşit düzeyde insanın konumuna dönüştürür. Sözcüğü ölçüyü de ölçüsüzlüğü de, yereli de evrenseli de belirlemeye yatkın kılan bu kaynaşma, şiirin taşıdığı mutlağı belirler.
Bu mutlak, anlatımını dolaylı bir biçimde, Nerval’den gerçeküstücülere sık sık kullanılmış olan metafizik ürpertide, kozmik gizemde bulabilir. Ama dolaylılık, pratik açıdan, bir retorik değişmecesidir. Dilin, bir araç dil olmaktan çıktığında her şeyin, hem her nesnenin hem de her varlığın özünü kavradığını belirtir. Şiir bir buluşsa, kendi ritim uzlaşmalarıyla bir ayrıcalığın, bir ayırtediciliğin gizli belirleniminden de kurtulamaz; şiirin bu ayırtedici yanı herhangi bir doğrulamaya gereksinim duymayan bir edebi anlatım yolu olmasındandır; çünkü şiir, dili kullanırken kendi başına bir tür dünyayı bilme yolu olan bir kaypaklığı, bir çokanlamlılığı seçmiştir. Şiir dilinin böylesine bir merkezde yer alması çeşitli tanımlara yol açar: simgecilik Baudelaire'in benzeşimleri, Mallarme’nin yalınlığı, Pound’un güncelden sıyrılması. Şiir dilinin tam anlamıyla dilbilimsel bir koşulu vardır: şiir ister Boileau'nun akılcılığına göre kurulsun, ister çağdaş akımların kurgudan kaçınma çabasını gütsün, sürekli bir anlamsal eşbiçimciliğe dayanır; bu anlamsal eşbiçimcilik ise iç ile dış ilintilerini yansıtan bir benzetmeler ve eğretilemeler düzeninden başka bir şey değildir.
• Türk şiirinin halk ağzından derlenmiş en eski ürünlerinden bazıları Divanu lügat it Türk'tedir (1074). Çuçu adlı bir türk şairinin adının da anıldığı bu kaynaktaki şiirler aşk, doğa, kahramanlık, ahlaksal öğütler gibi dünya şiirinin en eski ve yaygın konularını kapsar. Burada verilen örnekler hece vezniyle söylenmiş uyaklı dörtlüklerden oluşur. VIII-XIII. yy.’lardan kalan manici ve buddhacı Uygurlar’a ait şiirler koşuğ, küğ gibi adlar taşır. Bazılarının adları (Aprınçur Tigin, Sıngku Seli Tutung) da bilinen bu dönem şairlerinin ürünlerinde hece vezni ve uyak gibi öğeler yanında dize başındaki uyaklardan, dize yinelemelerinden, aliterasyondan da geniş biçimde yararlanılmıştır. Şölen, sığır, yuğ gibi dinsel törenlerde kopuz eşliğinde söylenen eski türk şiiri İslam dininin benimsenmesinden sonraki türk halk şairlerinin (âşık) ürünlerinin prototipidir.
Şiirin tanrısal bir esinle (ilham) meydana geldiğine uzun süre inanılmıştır. İslam uygarlığı çerçevesinde din, tasavvuf konularını ele alan şiir yanında aşk, şarap temalarını işleyen dindışı şiirin de esin sonucu oluştuğuna inanılmıştır Halk şiirinin heceyle söylenmiş dörtlüklerine karşılık aruz vezniyle beyit birimine dayanılarak oluşturulan divan şiirinde İran şiiri aracılığıyla alınan biçimler yanında yerli biçimler de (tuyug, şarkı) görülür. Şiirin kapalı olmaması, kolay anlaşılması daima istenmiştir ("Şiirde sözün ruşen ola, açık ola ve sakın ki gamız söylemeyesin, yani örtülü söylemeyesin" [Kâbusname, çev. Mercimek Ahmet]). Büyük ölçüde anlatım ustalığına dayanan eski şiirin bilgi kaynağından da beslenmesi gerektiği ileri sürülmüştür ("ilimsiz şiir esası [temel] yok duvar gibi olur ve esassız duvar gayette biitibar olur" [Fuzuli]). Bu yoldaki görüşlere karşın divan şiiri ve XVIII. yy.’dan itibaren ondan derin biçimde etkilenen halk şiiri gerçek yaşamdan, toplumdan alabildiğine uzaklaştı. (Divanlarımızdan biri okunurken insan onun içerdiği hayalleri zihninde canlandırsa, çevresini maden elli, deniz gönüllü, ayağını Zühal'ün tepesine basmış, hançerini Merih'in göğsüne saplamış övül enler; gökyüzünü tersine çevirmiş de kadeh diye önüne koymuş, cehennemi alevlendirmiş de dağ diye göğsüne yapıştırmış, bağırdıkça arşı âlâ sarsılır, ağladıkça dünya kan tufanlarına boğulur âşıklar; boyu serviden uzun, beli kıldan ince, ağzı zerreden ufak, kılıç kaşlı, kargı kirpikli, geyik gözlü, yılan saçlı sevgililerle dolu göreceğinden kendini devler, gulyabaniler âleminde sanır" [Namık Kemal]). Milli edebiyat akımı ve konuşma diline, günlük yaşama, sokaktaki adamın serüvenine yönelen Garip şiiri ve daha sonraki hareketler şiirde vezin, uyak, söz ve anlam sanatları gibi doğallığa aykırı anlatım öğelerini adım adım geride bıraktı.
• Şiir sanatı. Şiir sanatını açıklayan incelemelerin en eskisi, özellikle trajediyi irdeleyen Aristoteles’inkidir. Horatius'un Şiir sanatı 'na ve Avrupa’da Rönesans'ta ve klasik çağ süresince yayımlanacak olan tüm “şiir sanatları"na örnek oluşturur. Kimi şiir okulları öğretilerini ünlü bildirilerle belirlemişlerdir: bunların arasında du Bellay'nın kaleme aldığı Defense et illustra- tion de la langue française, V. Hugo’nun Prâface de Cromwell'i, Moreas’ın Mani- feste du symbolismei, A. Breton’un Manifestes du surrealisme'leri sayılabilir. Yazınsal yaratıcılığın ve türlerin bilimi ve kuramı olarak anlaşılan şiir sanatı, günümüzde insan bilimlerinin, özellikle de dilbilimin gösterdikleri gelişmelerden etkilenmiştir.
• Türk edebiyatında zaman zaman divanlara yazılan önsözler (dibace), "söz”, "sühan" (söz), "kalem" redifli kasideler, gazeller eski şairlerin şiiri nasıl algıladığını, değerlendirdiğini ortaya koyar. Sayıları 40'ı aşan divan önsözleri Kuran'da ve hadislerde şiirle ilgili değerlendirmeleri aktarır; şiirin tanrısal esinle ilişkisine değinir; dinsel inanca karşı çıkan, haksız övgüde, haksız yergide bulunan, insanları ahlakdışı yollara iten ürünleri kınar. Tanzimat' tan sonra şiirin halk kaynağından, gerçeklerden beslenmesini, toplumsal içerik kazanmasını amaçlayan yazarlar şiirle ilgili yenilikçi görüşlerini makalelerinde, kitaplarının önsözünde, hatta konuyla ilgili kitaplarında dile getirdiler. (Namık Kemal; Lisan-ı osmaninin edebiyatı hakkında bazı mülahazatı şamildir, Bahar-ı danış mukad- demesi, Mukaddeme-i Celal; Ziya Paşa; Şiir ve inşa; Abdülhak Hamit Tarhan: Mak ber mukaddemesi; Ahmet Haşim; Şiir hakkında bazı mülahazalar; Orhan Veli Kanık: Garip önsözü; Salah Birsel: Şiirin ilkeleri vd .)
—Müz. Senfonik şiir, "program" müziği alanına girer ve şiir, edebiyat, felsefe, resim ya da davranışla ilgili bir fikirden hareket eder. Genellikle, birkaç bölüme ayrılan tek bir parça halinde bestelenir. Senfonik şiir betimsel (birbirini izleyen tablolar); hikâye edici, olayları canlandırıcı (savaşlar, av partileri, fırtınalar); psikolojik (duygular, simgeler ve kişilerle ilgili) olabilir. Senfonik şiirin kökleri, ilkesi, en az barok çağına kadar uzanmakla birlikte (Kuh- nau’nun Musicalische Vorstellung einiger biblischer Historien'i, Marais’nin Opera- tion de lataille'ı, J. S. Bach'ın Capriccio sopra la lontananza del suo fratello dilet- tissimo'su), asıl gelişme dönemi XIXJ„yy.’a rastlar ve XX. yy. başlarına kadar gelir. Senfoni türünün evriminden (Beethoven’in "Pastoral" senfonisi, Berlioz’un "Fantastik” senfonisi), bir dramı özetleyen uvertürden ve birlikte icra edilen dans demek olan baleden hız alan senfonik şiir, ayrıca orkestra çalgılarının kişilik kazanmasından da teşvik gördü. Liszt bütün bu çabaları, türünün en yetkin örnekleri sayılan 13 senfonik şiirlik bir dizide billurlaştırdı. (Prometheus, Orpheus, Prelüdler, Hunların savaşı, Die ideale). Liszt'in girişimini, ondan esinlenerek, Rusya’da Musorgskiy (Çıplak dağda bir gece), Borodin (Orta Asya steplerinde), Rimskiy-Korsakov (Antar, Şehrazat), Çaykovskiy (Hamlet, Romeo ve Juliet); Fransa'da C. Franck (le Chasseur maudit, Psyche), Saint-Saens (Omphale’in çıkrığı, iskeletlerin dansı), Dukas (Büyücünün çırağı); Orta Avrupa'da Smetana (Ma Vlast, 5 senfonik şiirden oluşan dizi); Almanya'da, R. Strauss (Don Juan, Tod und Verklârung, Till Eulenspiegels lustige Streiche, AlsoSprach Zarathustra); Finlandiya’da Sibelius (Finlandia, Tapiola) sürdürdüler.
Şiir ve hakikat (Dichtung und Wahrheit), Goethe'nin özyaşamöyküsel yapıtı. Dört kitaptan (ilk üçü 1809 ve 1814 arasında yazılmış ve 1811 ve 1814 arasında yayımlanmış, dördüncü kitap ise 1816 ve 1831 arasında kaleme alınmış ve 1833'te yayımlanmıştır) oluşan yapıtta şair gençlik yıllarını ve 1775'e kadar olan başarılarını sıralarken bir yandan kişisel gelişiminin öyküsünü, bir yandan da çağdaşlarını ve onların düşüncelerini anlatır.
1. Seslerin, ritimlerin, armonilerin yoğun bir biçimde birleştirilmesiyle, özellikle de dizelerle en canlı duyumları, izlenimleri, heyecanları uyandırmak ya da sezdirmek sanatı.—Müz. Bazı bestecilerin, edebi ve hatta duygusal etkiler uyandırmak amacıyla besteledikleri yapıtlara verdikleri ad (indy' nin piyano için Dağların şiiri, Chausson’ un keman ve orkestra için PoĞme'i; Skryabin’in orkestra için Vecd şiirleri ve Ateş şiiri). || Senfonik şiir, metni önceden yazılmış ya da yazılmamış müzikdışı bir konudan esinlenilerek orkestra için bestelenmiş serbest biçimli parça. (Senfonik şiir, dayandığı bu müzikdışı temel metnin gereklerine göre bestelendiğinden, anlaşılması bakımından sözkonusu metnin bilinmesinde yarar vardır.) [Bk. ansikl. böl ]
2. Şiir türü: Lirik, epik şiir Dramatik şiir3. Bir şaire, bir ülkeye, bir döneme özgü dize kurma sanatı: Orhan Veli'nin şiiri. Türk şiiri. Divan şiiri.Sponsorlu Bağlantılar
4. Dizelerden oluşan, fazla uzun olmayan yapıt: Tevfik Fikret'in şiirleri. Şiir derlemesi.
5. Ed. Özellikle insanın hayal gücüne, gönlüne seslenen, coşturan, duygulandıran, heyecanlandıran, büyüleyen bir şeyin özelliği: Gün batımındaki şiiri duymak.
6. Şiir gibi, bir şiir kadar güzel duygular uyandıran bir şey için kullanılır: Şiir gibi bir tablo, bir film.

Böylece, düzyazı-şiir karşıtlığı az çok belirsiz kalır, çünkü uyaksız dizeden de anlaşıldığı gibi, dizenin ölçüsü şiir için her zaman ayırtedici bir özellik değildir, hatta düzyazıya dolaylı olarak şiirsel bir biçim verilebilir (düzyazı şiir). Nihayet, edebi düzyazının okunması, örneğin bir romanın okunması, gerçeğe göndermeler sistemi gevşemiş ya da terk edilmişse, şiirsel okumaya engel değildir.
Biçimsel bakımdan şiir, Platon'un görüşlerini sistemleştiren Diomedes'in sınıflamasından sonra, genellikle üç kategoriye ayrılır: tarihi ve efsaneyi konu alan ve yazara da, kişilere de aynı ölçüde söz hakkı tanıyan epik şiir; anlatıyı eyleme dönüştüren ve yalnızca kişilere söz hakkı tanıyan dramatik şiir; duyguları doğrudan dile getiren ve yalnızca yazara söz hakkı tanıyan lirik şiir. Buna karşılık Goethe, daha yalın bir biçimde, diyeceğini açıkça diyen taşkın heyecan şiiri ile öznele yönelik şiir arasında bir ayrım yapıyordu. Görüldüğü gibi, bu farklı sınıflamalarda aslında söylemin kişileri sözkonusudur: o (destan), ben (lirik şiir), sen (dram). Bu ayrınlar zamansal bölümlemelerle (lirik-şimdi, 3pik-geçmiş, dramatik-gelecek) ya da gerçeklik karşısında belli bir tutumla (heyecanlanma [lirik], toplubakış [epik], gerilim dramatik]) da birleştirilebilir. Aslında bu eşitli üçlemeler metnin yapısal verileriyi her zaman uyuşmayabilir. Lirizmin kesinlikle şiirin özü olduğunu öne sürmek, tir yandan, Vergilius’unAenels’ini, Dante' tin ilahi komedya'sini, Hugo’nun les 'Jomtemplations'unj ve Apollinaire’in Alcools'ünü aynı anlatım biçimine bağlayan bir okuma etkisini tanımlamak, öte yandan da, nazım biçiminde kaleme alındıkları ve şiir olarak adlandırdıkları halde Voltaire ve Pope’un felsefi şiirlerini şiir saymamak olur.
Bu duraksamalardan da anlaşıldığı gibi, şiirin özünde, söylem biçimleri arasındaki basit bir ayrımı aşan başka bir şey, dil ve dünya karşısında özgün bir tavır vardır. Her iki durumda da yorumların iki uç arasında gidip geldiği söylenebilir: şiir ya bir yapaylık olarak görülür ya da uzlaşmayı da, hesabı da dışlamayan bir ilk sözle özdeşleştirilir. Rimbaud’nun “betimleyici ya da öğretici özelliklerden yoksunluk” olarak tanımladığı şiirsel yaratıcılığın ayırtedici özelliği, Michel Deguy’nin de belirttiği gibi, “kendini özgün olarak duyurarak duymaya çalışan” insanın durumudur. Burada betimlemeye ya da herhangi bir öğretmeye yer yoktur, çünkü özgünlüğün sesi kendi başına bir anlama ve anlaşılma yoludur.
Platon'a göre şiirsel yaratıcılık coşkuya, Tanrı’yla bütünleşmeye bağlıdır: “Şair kanatlı ve kutsaldır, esinlenmeden, kendinden geçmeden ve aklını yitirmeden yaratamaz”. Şiir bir kehanete benzer: Tanrı’ nın sözüdür. Tektanrılı dinlerde de şair bir havaridir, Tanrı’nın sözcüsüdür. Hintli filozoflara göre şiir en yüce biçimini bulduğu zaman, bilge kişinin vecdiyle bütünleşir: şair, Sarasvati’nin inayetiyle yüce söze erişir ve onu anlar. Romantik dönemden başlayarak birçok şiir anlayışı bu sav üzerine kurulmuştur. Bu durumdaki bir şairin elbette sözleri de egemen olacaktır. Bu söylem şairin esinini Tanrıdan alması gerektiğini göstermez, şiirsel girişimin kendini ben ile dünya arasındaki temel bir söylem olarak ortaya koyduğunu gösterir. Lirizm, ben'in sözü, kendi ayrıcalığı içinde bir bütün insanlığa dönüştür. Bu da şiirin kendine özgü anlatımını ancak birtakım özellikler ve ölçülerle bulacağını gösterir; ne var ki bu özellikler ve ölçüler yalnızca birer kalıp, birer uzlaşma değil, bireysel ile evrenselin uyuşmasını yansıtan bir ritim düzenidir Aristoteles'e göreyse şiir, tersine, konusu (kahramanlıkla ya da yergiyle ilgili) ve biçimi (dramatik, lirik ya da epik) ne olursa olsun, taklit sanallarındandır. Şair de bir tarihçi gibi anlatsa bile, şairin konusu apayrıdır: tarihçi yaşanmış olanla ilgilenir, şu ya da bu insan ya da şu ya da bu olay gibi özel bir gerçekliği ele alır ve anlatır; buna karşılık şair, gerçeksiliği ve mantıksal zorunluluğu gözeterek, gerçeği taklit eden olasılık alanına yönelir: şiir, yalın tarihsel kesinlikten daha felsefi ve daha genel bir doğrunun alanıdır. Buna göre masal tarihin anlamlı bir taklididir; ve her şiirsel kurgu, gücünü, hem hayali, hem akla uygun bir yorumunu yaptığı doğadan alır. Aristotelesçi kuram, şiirsel güzelliği bir süs ve doğrunun bir genellemesi sayarak klasik estetikçilere esin kaynağı olmuştur: bu estetikçilerin şiirden bekledikleri, insana özgü olduğunda doğal diye adlandırdıkları seçkin ve ortalama bir doğayı akla yakın ve zarif bir biçimde yansıtmasıydı. Horatius şiiri resme yaklaştırır. Boileau ise şiirsel işlemi akılsal bir işlem olarak görür.
Platondan Aristoteles’e, şiir üzerine çeşitli karma öneriler vardır: Baudelaire bilinçliliği de yazarın çabasını da küçümsemez; Valöry esine de, bir hesap meselesi olan şiirsel yaratıya da yer verir. Aslında her zaman herhangi bir mutlakla bir ilişki sözkonusudur: doğrudan doğruya Tanrı’ ya ya da şairin yaşantısını aşan herhangi bir gerçekliğe bağlanan ya da söz üzerinde araştırma açısından ele alınan dilin mutlaklığı. Ama her durumda şiir var olan dildir ve bir çeşit kendi içinde var olmadır. Bu var olmaya inanmak çağdaş yaratıcılığın ayırtedici özelliğidir: herhangi bir kurama dayansa da dayanmasa da, vurguladığı tek şey, her şeyden önce, dünyanın ve varlığın özü saydığı sözcüğün kendi başına bir mutlak olduğudur. Apollinaire, Ungaretti, Montale gibi şairlerin hepsinde bu vardır. Şiir hem varlıktan hem addan, hem sözden hem yazıdan, hem anlatıdan hem şiirden yanadır. Bu bakımdan temel bir gramer sayılabilir; sözcüklerle sürdürülen bu alışveriş aynı zamanda sözcüğün kendi özüne bir dönüştür. Bu bakımdan da, nesnelere, sözcüklere bağımlılıktan kurtulmayı amaçlayan bir çabadır; bir anı yakalamak isteğidir. Platon ve Aristoteles’in şiir kuramlarında bile bunu görmek olanaklıdır: hakikat yapıttan hareketle ortaya konabiliyorsa, yaratılması ve kurallara bağlanması için başvurulan yollar ne olursa olsun, bu durum, yapıtın kendi içinde saydam ve dolaysız olduğunu gösterir.
Bir anın yakalanmak istendiği açık açık belirtilmiş olabilir: Larbaud dünyadan görüntüler vermenin, Whitman da yolun açık olduğunu söylemenin yeterli olduğuna inanırlar. Bu bir anın yakalanması kendi başına etken de olabilir: otomatik yazının dadanın kendiliğinden yaratıcılığı. Bir anın yakalanması şiiri, her zaman eylem halinde olan sese yaklaştırmak ve onu eylem halinde bir söylemde eritmek ister her söz eylemseldir ve her tasarım bir gösterimdir (Charles Olson). Böylece şiir söylem ve edebi anlatım türleri içinde, hepsini kateden, dolayısıyla onlardan herhangi birine dayanarak açıklanamayan bir değişken haline gelir Şiirin söze, dile gelmemesi edebiyatı aşma gücünü doğrular ve yazının temeldeki kapsamını vurgular: şiir varlığı ve temel grameri ortaya koyarak her şeyi düzenleyebilen bir güçtür.
Bu kapsam şiirin metafizik özelliğini belirler. Varoluşun temelinde varlığı oluşturan odur. Heidegger’in tezine göre, dili dünyanın konumuyla eşit düzeyde insanın konumuna dönüştürür. Sözcüğü ölçüyü de ölçüsüzlüğü de, yereli de evrenseli de belirlemeye yatkın kılan bu kaynaşma, şiirin taşıdığı mutlağı belirler.
Bu mutlak, anlatımını dolaylı bir biçimde, Nerval’den gerçeküstücülere sık sık kullanılmış olan metafizik ürpertide, kozmik gizemde bulabilir. Ama dolaylılık, pratik açıdan, bir retorik değişmecesidir. Dilin, bir araç dil olmaktan çıktığında her şeyin, hem her nesnenin hem de her varlığın özünü kavradığını belirtir. Şiir bir buluşsa, kendi ritim uzlaşmalarıyla bir ayrıcalığın, bir ayırtediciliğin gizli belirleniminden de kurtulamaz; şiirin bu ayırtedici yanı herhangi bir doğrulamaya gereksinim duymayan bir edebi anlatım yolu olmasındandır; çünkü şiir, dili kullanırken kendi başına bir tür dünyayı bilme yolu olan bir kaypaklığı, bir çokanlamlılığı seçmiştir. Şiir dilinin böylesine bir merkezde yer alması çeşitli tanımlara yol açar: simgecilik Baudelaire'in benzeşimleri, Mallarme’nin yalınlığı, Pound’un güncelden sıyrılması. Şiir dilinin tam anlamıyla dilbilimsel bir koşulu vardır: şiir ister Boileau'nun akılcılığına göre kurulsun, ister çağdaş akımların kurgudan kaçınma çabasını gütsün, sürekli bir anlamsal eşbiçimciliğe dayanır; bu anlamsal eşbiçimcilik ise iç ile dış ilintilerini yansıtan bir benzetmeler ve eğretilemeler düzeninden başka bir şey değildir.
• Türk şiirinin halk ağzından derlenmiş en eski ürünlerinden bazıları Divanu lügat it Türk'tedir (1074). Çuçu adlı bir türk şairinin adının da anıldığı bu kaynaktaki şiirler aşk, doğa, kahramanlık, ahlaksal öğütler gibi dünya şiirinin en eski ve yaygın konularını kapsar. Burada verilen örnekler hece vezniyle söylenmiş uyaklı dörtlüklerden oluşur. VIII-XIII. yy.’lardan kalan manici ve buddhacı Uygurlar’a ait şiirler koşuğ, küğ gibi adlar taşır. Bazılarının adları (Aprınçur Tigin, Sıngku Seli Tutung) da bilinen bu dönem şairlerinin ürünlerinde hece vezni ve uyak gibi öğeler yanında dize başındaki uyaklardan, dize yinelemelerinden, aliterasyondan da geniş biçimde yararlanılmıştır. Şölen, sığır, yuğ gibi dinsel törenlerde kopuz eşliğinde söylenen eski türk şiiri İslam dininin benimsenmesinden sonraki türk halk şairlerinin (âşık) ürünlerinin prototipidir.
Şiirin tanrısal bir esinle (ilham) meydana geldiğine uzun süre inanılmıştır. İslam uygarlığı çerçevesinde din, tasavvuf konularını ele alan şiir yanında aşk, şarap temalarını işleyen dindışı şiirin de esin sonucu oluştuğuna inanılmıştır Halk şiirinin heceyle söylenmiş dörtlüklerine karşılık aruz vezniyle beyit birimine dayanılarak oluşturulan divan şiirinde İran şiiri aracılığıyla alınan biçimler yanında yerli biçimler de (tuyug, şarkı) görülür. Şiirin kapalı olmaması, kolay anlaşılması daima istenmiştir ("Şiirde sözün ruşen ola, açık ola ve sakın ki gamız söylemeyesin, yani örtülü söylemeyesin" [Kâbusname, çev. Mercimek Ahmet]). Büyük ölçüde anlatım ustalığına dayanan eski şiirin bilgi kaynağından da beslenmesi gerektiği ileri sürülmüştür ("ilimsiz şiir esası [temel] yok duvar gibi olur ve esassız duvar gayette biitibar olur" [Fuzuli]). Bu yoldaki görüşlere karşın divan şiiri ve XVIII. yy.’dan itibaren ondan derin biçimde etkilenen halk şiiri gerçek yaşamdan, toplumdan alabildiğine uzaklaştı. (Divanlarımızdan biri okunurken insan onun içerdiği hayalleri zihninde canlandırsa, çevresini maden elli, deniz gönüllü, ayağını Zühal'ün tepesine basmış, hançerini Merih'in göğsüne saplamış övül enler; gökyüzünü tersine çevirmiş de kadeh diye önüne koymuş, cehennemi alevlendirmiş de dağ diye göğsüne yapıştırmış, bağırdıkça arşı âlâ sarsılır, ağladıkça dünya kan tufanlarına boğulur âşıklar; boyu serviden uzun, beli kıldan ince, ağzı zerreden ufak, kılıç kaşlı, kargı kirpikli, geyik gözlü, yılan saçlı sevgililerle dolu göreceğinden kendini devler, gulyabaniler âleminde sanır" [Namık Kemal]). Milli edebiyat akımı ve konuşma diline, günlük yaşama, sokaktaki adamın serüvenine yönelen Garip şiiri ve daha sonraki hareketler şiirde vezin, uyak, söz ve anlam sanatları gibi doğallığa aykırı anlatım öğelerini adım adım geride bıraktı.
• Şiir sanatı. Şiir sanatını açıklayan incelemelerin en eskisi, özellikle trajediyi irdeleyen Aristoteles’inkidir. Horatius'un Şiir sanatı 'na ve Avrupa’da Rönesans'ta ve klasik çağ süresince yayımlanacak olan tüm “şiir sanatları"na örnek oluşturur. Kimi şiir okulları öğretilerini ünlü bildirilerle belirlemişlerdir: bunların arasında du Bellay'nın kaleme aldığı Defense et illustra- tion de la langue française, V. Hugo’nun Prâface de Cromwell'i, Moreas’ın Mani- feste du symbolismei, A. Breton’un Manifestes du surrealisme'leri sayılabilir. Yazınsal yaratıcılığın ve türlerin bilimi ve kuramı olarak anlaşılan şiir sanatı, günümüzde insan bilimlerinin, özellikle de dilbilimin gösterdikleri gelişmelerden etkilenmiştir.
• Türk edebiyatında zaman zaman divanlara yazılan önsözler (dibace), "söz”, "sühan" (söz), "kalem" redifli kasideler, gazeller eski şairlerin şiiri nasıl algıladığını, değerlendirdiğini ortaya koyar. Sayıları 40'ı aşan divan önsözleri Kuran'da ve hadislerde şiirle ilgili değerlendirmeleri aktarır; şiirin tanrısal esinle ilişkisine değinir; dinsel inanca karşı çıkan, haksız övgüde, haksız yergide bulunan, insanları ahlakdışı yollara iten ürünleri kınar. Tanzimat' tan sonra şiirin halk kaynağından, gerçeklerden beslenmesini, toplumsal içerik kazanmasını amaçlayan yazarlar şiirle ilgili yenilikçi görüşlerini makalelerinde, kitaplarının önsözünde, hatta konuyla ilgili kitaplarında dile getirdiler. (Namık Kemal; Lisan-ı osmaninin edebiyatı hakkında bazı mülahazatı şamildir, Bahar-ı danış mukad- demesi, Mukaddeme-i Celal; Ziya Paşa; Şiir ve inşa; Abdülhak Hamit Tarhan: Mak ber mukaddemesi; Ahmet Haşim; Şiir hakkında bazı mülahazalar; Orhan Veli Kanık: Garip önsözü; Salah Birsel: Şiirin ilkeleri vd .)
—Müz. Senfonik şiir, "program" müziği alanına girer ve şiir, edebiyat, felsefe, resim ya da davranışla ilgili bir fikirden hareket eder. Genellikle, birkaç bölüme ayrılan tek bir parça halinde bestelenir. Senfonik şiir betimsel (birbirini izleyen tablolar); hikâye edici, olayları canlandırıcı (savaşlar, av partileri, fırtınalar); psikolojik (duygular, simgeler ve kişilerle ilgili) olabilir. Senfonik şiirin kökleri, ilkesi, en az barok çağına kadar uzanmakla birlikte (Kuh- nau’nun Musicalische Vorstellung einiger biblischer Historien'i, Marais’nin Opera- tion de lataille'ı, J. S. Bach'ın Capriccio sopra la lontananza del suo fratello dilet- tissimo'su), asıl gelişme dönemi XIXJ„yy.’a rastlar ve XX. yy. başlarına kadar gelir. Senfoni türünün evriminden (Beethoven’in "Pastoral" senfonisi, Berlioz’un "Fantastik” senfonisi), bir dramı özetleyen uvertürden ve birlikte icra edilen dans demek olan baleden hız alan senfonik şiir, ayrıca orkestra çalgılarının kişilik kazanmasından da teşvik gördü. Liszt bütün bu çabaları, türünün en yetkin örnekleri sayılan 13 senfonik şiirlik bir dizide billurlaştırdı. (Prometheus, Orpheus, Prelüdler, Hunların savaşı, Die ideale). Liszt'in girişimini, ondan esinlenerek, Rusya’da Musorgskiy (Çıplak dağda bir gece), Borodin (Orta Asya steplerinde), Rimskiy-Korsakov (Antar, Şehrazat), Çaykovskiy (Hamlet, Romeo ve Juliet); Fransa'da C. Franck (le Chasseur maudit, Psyche), Saint-Saens (Omphale’in çıkrığı, iskeletlerin dansı), Dukas (Büyücünün çırağı); Orta Avrupa'da Smetana (Ma Vlast, 5 senfonik şiirden oluşan dizi); Almanya'da, R. Strauss (Don Juan, Tod und Verklârung, Till Eulenspiegels lustige Streiche, AlsoSprach Zarathustra); Finlandiya’da Sibelius (Finlandia, Tapiola) sürdürdüler.
Şiir ve hakikat (Dichtung und Wahrheit), Goethe'nin özyaşamöyküsel yapıtı. Dört kitaptan (ilk üçü 1809 ve 1814 arasında yazılmış ve 1811 ve 1814 arasında yayımlanmış, dördüncü kitap ise 1816 ve 1831 arasında kaleme alınmış ve 1833'te yayımlanmıştır) oluşan yapıtta şair gençlik yıllarını ve 1775'e kadar olan başarılarını sıralarken bir yandan kişisel gelişiminin öyküsünü, bir yandan da çağdaşlarını ve onların düşüncelerini anlatır.
Kaynak: Büyük Larousse
Son düzenleyen perlina; 23 Şubat 2017 15:18

Şiir Nedir?

