Arama

Ekonomide Kaynak Sorunu

Güncelleme: 23 Kasım 2007 Gösterim: 2.023 Cevap: 0
Tiglon - avatarı
Tiglon
Ziyaretçi
23 Kasım 2007       Mesaj #1
Tiglon - avatarı
Ziyaretçi
1991 ikinci yar
ısında ekonomik düzeyde en çok konuşulan konuların başında kaynak sorunu gelmiştir. 20 Ekim seçimlerinde yürütülen propagandalarda, ortaya atılan vaadler karşısında, özellikle ANAP'lıların en büyük karşı hareketi, bu vaadleri gerçekleştirmek için gerekli kaynağın bulunamıyacağı noktasında toplanmıştır. Bir bakıma, mevcut düzen partilerinin birbirlerine karşı yürüttükleri propaganda savaşında ANAP, her zamanki "kurnaz" tutumuyla etkili olmayı düşünmüştür. Özellikle DYP'ye yönelik propagandanın odak noktası olan "kaynak sorunu", aynı zamanda, ANAP yöneticilerinin ve özellikle T. Özal'ın seçim sonrasında planladıkları ekonomi istikrar paketi açısından önemliydi.
Ekrem Pakdemirli tarafından hazırlandığı ileri sürülen ve başta M. Yılmaz olmak üzere tüm ANAP' lılar tarafından sürekli işlenen "kaynak sorunu", seçim propagandasında kitlelere söylenen vaadlerin genel maliyeti ile ülkenin mevcut kaynakları arasındaki farkı ortaya koymakla sınırlıydı. DYP'nin vaadlerinin 400 trilyon liralık bir harcamayı gerektirdiği ileri sürülerek, bunun için gerekli kaynağın bulunamıyacağı ileri sürüldü.
Sponsorlu Bağlantılar
Şüphesiz mevcut ekonomik veriler çerçevesinde kalınarak ülkenin gelişmesi için gerekli kaynakları bulmak olanaksızdır. Ama ortada önemli bir "yalan" ve "demagoji" bulunmaktadır.
Bu "yalan" ve "demagoji" karşısında Demirel başta olmak üzere eski muhalefet partileri hemen hemen hiçbir şey söyleyememişlerdir. Keza Erbakan'lı RP kendi "adil düzen"i için gerekli "kaynak" sorununu, ancak "İslam Ortak Pazarı" ile çözebileceğini söylemekle yetinmiş ve böylece kaynağın ülke dışı olduğunu teyit etmiştir.
Bu bağlamda ele alındığında, bir devrimci halk iktidarının programını gerçekleştirebilmesi için, her şeyden önce anti-emperyalist hedeflerinden vazgeçmesi gerektiği de ileri sürülebilecektir. Nitekim Nikaragua'da geçen yıl yapılan seçimler sırasında, aynı sorunun ortaya atıldı ve bizzat Sandinist önderler tarafından önemli bir "kaynak" sorunu ile yüzyüze oldukları açıklandı.
Aynı şekilde SSCB'nin çökmesiyle birlikte Küba' nın gerek dış satım açısından, gerekse yeni kaynaklar açısından önemli bir darboğazla karşı karşıya olduğu bilinmektedir.
Böylece yerel düzeyde ortaya atılan bir "kaynak sorunu", uluslararası alanda kendi karşılığını bulmakta gecikmemiştir.
Burada "kaynak sorunu"nu iki boyutta ele alacağız.
Birinci boyut, devrimci halk güçlerinin iktidarı ele geçirdikleri koşullarda, ülke ekonomisinin mevcut yapısı ve olanakları çerçevesinde, asgari program hedeflerine ulaşmaları için gerekli kaynakların neler olduğudur.
İkinci boyut ise, bugün Küba'nın karşı karşıya bulunduğu, ama bundan önceki yıllarda gerek SSCB'de, gerekse bazı Doğu-Avrupa ülkelerinde ortaya çıkmış olan ekonomik gelişme için yeni kaynaklar sorunudur.
Bunlardan birincisi, iktidarın ele geçirilmesi koşullarında ortaya çıkan sorun iken, ikincisi devrimci iktidarın sürdürülmesi ve yeni ekonomik yapının sürekli kılınması ile ilgili bir sorundur. Bu açıdan ikisi arasında kesin bir ayrım yapılmak zorundadır.
Ve her iki boyutta da konu yakından incelendiğinde görülecektir ki, sorunun anti-emperyalist hedeflerden vazgeçmekten öte, bu hedeflere daha sıkı sarılmayı gerektirmektedir.

YENİ BİR İKTİDARIN EKONOMİK KAYNAKLARI

Ekonomide kaynak, bir yandan mevcut üretim birimlerinin üretimlerini sürdürmeleri için, öte yandan yeni üretim birimlerinin kurulmas
ı için, her ülkenin ve siyasal iktidarın sürekli gelişen ve büyüyen kaynaklara gereksinmesi bulunmaktadır. Herhangi bir yatırım için, kapitalist ölçekte söylersek, "sermaye" gereklidir. Eğer emperyalist ve sömürgeci bir ülke durumunda iseniz, bu kaynakları sömürgelerin ve geri-bıraktırılmış ülkelerin hammadde kaynaklarından, emek-gücüne kadar tüm değerlerine el koyarak, talan ederek sağlamanız olanaklıdır. [1*]
Örne
ğin SSCB'nin dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan "bağımsız" devletler arasında yer alan "Türki" devletlerin yeni kaynaklar olarak "değerlendirilmesi" olanaklıdır. Hatta genel olarak söylersek, Varşova paktı ülkelerinin tümü, bu bağlamda "bakir alanlar" olarak emperyalistler için yeni pazar ve dolayısıyla yeni kaynak anlamına gelmektedir. Ancak burada, bu kaynağın aktarılması kadar, bu kaynakların bu ülkelerde kullanılır hale getirilmesi gerekmektedir. Bu ise, emperyalist sömürünün sürdürülüş biçimiyle doğrudan ilgilidir. Kolonyalist yöntemleriyle, bu ülkelerin hammadde ve yarı mamul madde kaynaklarının sömürülmesi yoluyla, sömürgeci ülkeye yeni kaynak aktarımı en kolay yol olarak görünmektedir. Emperyalist sömürgecilik koşullarında ise, bu bu ülkelere belli oranda sermaye ihracını ve ihraç edilen sermaye ile buralarda orta ve hafif sanayinin geliştirilmesi gerekmektedir. Bu da bir dönem için, sömürgeci ülkeden bir kısım sermaye birikiminin (kaynakların) sömürgeleştirilecek ülkeye aktırılmasını öngerektirir. Bir başka deyişle, "sermaye fazlası"nın bu ülkelerin sömürülmesi için kullanılması şarttır.

"İhraç edilmiş sermaye, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. Böylece, sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun, bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemisine geliştirmek pahasına olduğu da unutulmamalıdır." (Lenin) [2*]
Bundan ç
ıkan sonuç, Türkiye gibi geri-bıraktırılmış ülkelerin, emperyalist sömürgecilik yöntemleriyle kendisine yeni kaynaklar bulmasının olanaksız olduğudur. Bu durum, sadece mevcut empreyalist ülkeler için geçerlidir ve her emperyalist ülkenin elinde bulunan sermaye birikiminin düzeyi ile belirlenir.
Ayrıca şu unutulmamalıdır.
"Kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkca, sermaye fazlası, belli bir ülkede yığınların yaşam düzeylerini yükseltmeye değil -çünkü bu durumda kapitalistlerin kazançlarında bir azalma sözkonusudur-, dış ülkelere, geri kalmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla, bu kârları artırmaya yönelirler. " (Lenin) [3*]
Bundan da ç
ıkan sonuç, halk kitlelerinin emperyalist sömürgecilik yoluyla yaşam standartlarının yükselmesini beklemeleri, gerçek bir hayaldir ve temelinde halkın aldatılmasından başka birşey değildir. Özellikle Almanya'da sürekli olarak görüldüğü gibi, küçük-burjuva kitleler üzerinde etkili olan bu hayal, aynı zamanda emperyalist sömürgeciliğin sürdürülmesinde, oligarşiye önemli bir siyasal destek sağlamaktadır. Son Yugaslavya olayında görüldüğü gibi, Alman emperyalizmi Hırvatistanı bizzat Doğu-Almanya'dan aktarılmış Sovyet silahlarıyla desteklemiştir. Ancak her konuda, örneğin çevre kirliliği gibi, oldukca duyarlı bir kamuoyuna sahip olan Almanya'da, bu olay karşısında küçük de olsa bir tepki ortaya çıkmamıştır. (Bu da Almanya'da önemli bir kitlenin son dönemde yoğunlaşan işsizlik ve yoksullaşma ortamında Alman emperyalizminin etkinliğini artırması karşısında sessiz kalmayı yeğlediklerini göstermektedir. )
Görüldüğü gibi, bizim gibi geri-bıraktırılmış ülkenin kendisine yeni kaynaklar bulabilmesi, isterse SSCB'nin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni pazarların bolluğu ortamında olsun, sanıldığı kadar kolay değildir. Dış kaynaklar, ancak bu yeni pazarların en hayasızca talan edilmesi ve bu talan eylemi sırasında emperyalist ülkelerle çatışmasıyla (o da belli oranda) olasıdır. (Geçmiş yıllarda ran'ın da yapmak istediği bundan başka birşey değildi.) Böyle bir talan eyleminin gerçekleştirilmesi yönünde faaliyet gösterilirken, siyasal alanda ortaya çıkacak bir "anti-emperyalist" söylem, sadece görüntüseldir; anti-emperyalizmle hiçbir ilişkisi yoktur. (İran'daki molla rejiminin anti-amerikancı tutumu gibi)
Şüphesiz, yukarda ortaya koyduklarımız, yeni dönemin, yani SSCB'nin dağılmasıyla ilgilidir. Önceki dönemler açısından (ve belli bir süre sonra gelecek açısından) kaynak sorununun bu boyutu, geri-bıraktırılmış ülkeler açısından ya yoktu, ya da hemen hemen yoktu. Bu nedenle de, kaynak sorunu, kendi içinde sorun olarak varlığını sürdürmek durumundadır ve çözümü başka yerlerde aranması gerekmektedir.
Mevcut yatırımların sürmesi ve yeni yatırımların yapılması için yeni kaynaklar sorununun geri-bıraktırılmış ülkelerde düzen içi çözümü ikilidir: Dış borçlanma ve iç borçlanma. Ve bilindiği gibi, ikisi de ülkelere pahalıya oturmaktadır.
Düzenin kendi ekonomik söyleminde "dış borçlar" emperyalist sömürünün ayrılmaz bir parçası olan sermaye ihracının geri-bıraktırılmış ülkeler yönünden ifade edilmesinden başka birşey değildir. Özellikle 1974 ekonomik buhranından sonra yeni-sömürgeciliğin karşılaştığı bunalımı aşmak için yoğun bir biçimde kullanılan "dış borçlanma" yöntemi, 1980 ekonomik buhranıyla birlikte tüm emperyalist ekonomileri, dolayısıyla kapitalist dünyayı sarsacak sonuçlar yaratmıştır. Geri-bıraktırılmış ülkelerin almak zorunda bırakıldıkları büyük dış borçlar karşısında, mevcut üretimlerinin, özellikle sanayi üretimlerinin önemli bir bölümünü emperyalist ülkelere olağanüstü düşük fiyatlarla satmaya mecbur kalmaları, aynı zamanda bu ülkelerin, devlet bütçesi bağlamında önemli bir kaynak sorunuyla yüzyüze gelmelerine neden olmuştur. Ama bu yöntem (ki kendisini "ihracata yönelik sanayileşme stratejisi" adı altında sunmuştur), emperyalist ülkelerin 1980 ekonomik buhranının yıkıcı etkilerinden kurtulmalarının temel unsuru da olmuştur.
Dış borçlarla yeni kaynakların sağlanamadığı ortadayken ve emperyalist ülkelerin geri-bıraktırılmış ülkelerden daha çok değer transfer etmeleri gerekliyken, kullanılan ikinci yöntem "iç borçlanma" olmuştur. Hemen hemen tüm kapitalist ekonomilerde sürekli kullanılan bu yöntem, geri-bıraktırılmış ülkelerde 1980 sonrasında olağanüstü artış sağlamıştır. Bu da varolan enflasyonist ivmeyi hızlandırmış ve tarihlerinin en büyük enflasyon oranlarıyla yüzyüze bırakmıştır. Yükselen enflasyonun, kaçınılmaz olarak, sosyal ve siyasal bunalımı derinleştirici etkiye sahip olması bu yöntemin eski tarzda sürdürülmesini engellemektedir.
İşte bu ortamda, yeni kaynak sorunu, dış borçlanmanın sürdürülmesi ile birlikte iç borçlanmanın yeni bir biçimiyle geçiştirilmeye çalışılmıştır. Bu geçiştirmede kullanılan yeni biçim, devletin elinde bulundurduğu bazı ekonomik birimlerin "özelleştirilmesi"dir.
Özellikle ülkemizde çok yaygın bir biçimde propagandası yapılan bu yeni biçim, iç borçlanmanın daha da büyütülmesinden başka birşey değildir. Ve halk kitlelerinin çift yönlü yeni bir sömürüye maruz bırakılmasının yeni bir yoludur.
Ülkemizde ilkin "köprü, baraj hisselerinin halka satılması" ile başlatılan bu yol, bizzat onlarca yılın vergi gelirleriyle kurulmuş kuruluşların "satılması", aynı vergi mükelleflerinin yeniden vergilendirilmesinden başka birşey değildir. Ancak yapılan ilk satışlar sonrasında elde edilen yeni kaynakların oligarşinin gereksinmelerine uyguh olarak kullanılmasıyla, bu biçiminde yeterli olmadığı ortaya çıkmıştır. Ve yeni biçimler, sözcüğün tam anlamıyla "özelleştirme" olarak geliştirilmiştir. Ama bunun "halka açılma" tarzında gerçekleşmesi de, halk kitlelerinin elindeki son birikimin de yok edilmesiyle devre dışı kalmıştır.
Böylece "özelleştirme" yoluyla iç borçlanmanın artırılması çıkmaza girince, devlet kuruluşlarının yabancı sermayeye satılması gündeme gelmiştir. Ve buna bağlı olarak birkaç devlet kuruluşu satılmıştır. Ama SSCB'nin dağılmasıyla ortaya çıkan çok daha kârlı devlet kuruluşlarının bulunması ve üstelik bunların zaman içinde çok daha ucuza kapatılabilme olanağının doğması üzerine bu da etkisizleşmiştir.
Bugün ülkemizde hükümetlerin karşı karşıya oldukları sorun da buradan başlamaktadır. Hangi parti iktidara geçerse geçsin, karşı karşıya kalması kaçınılmaz olan bu durumun çözümü, mevcut düzen içinde yoktur.
Şüphesiz bu noktada, yeni bir "seçenek" gibi görünen "İslam Ortak Pazarı"na dayalı "adil düzen" savıda etkisiz ve anlamsız kalmaktadır. Çünkü sözü edilen slam ülkeleri hemen her yönden aynı sorunla yüzyüzedir. Bu ortak pazar, ancak bir ya da birkaç büyük "islam" ülkesinin, diğerlerini kendine bağlı birer sömürge haline getirmesi bağlamında, birilerinin işine yarayabilecektir, ki bunun da "adil düzen"le hiç bir ilgisi olmayacağı açıktır. Ve yukarda gördüğümüz gibi, emperyalist sömürgecilikten başka bir anlamı yoktur ve sonuçta halk kitlelerinin yaşam düzeyinin yükselmesini sağlamıyacaktır.
Öyleyse gerçek kaynak nereden bulunacaktır?
Bu sorunun yanıtlanabilmesi için, öncelikle bulunacak kaynakların hangi amaçlarla kullanılacağının belirlenmiş olması gerekir. Bu da siyasal iktidarın ekonomi-politik stratejisi demektir.
Devrimci bir iktidarın temel amacı,
"gerçek ve bağımsız bir sanayileşme ve ileri bir tarımsal ekonomi yaratarak, halkın yaşam koşullarını sürekli yükseltmek"tir. Ekonomik dilde bu amaç ifadesini ekonomik büyüme ve kalkınma olarak bulur. Genel olarak üretimin ve özel olarak halk kitlelerinin tüketiminin, zaman içinde ve sürekli olarak artırılması ve bu sürekliliğin güvenceye alınması, devrimci halk iktidarının ekonomi-politikalarını belirler. Bu amaç, nihai olarak bireylerin maddi ve entellektüel gereksinmelerinin azami tatminine yönelir.
İşte bu amaçlara ulaşmak için gerekli kaynakların bulunması, ilk anda büyük önem taşır.
İlk planda eski düzenin mevcut kaynaklarının düzenlenmesi gündemdedir. Yani mevcut sanayi ve tarımsal işletmeler, bunların donanımları ile mevcut nüfusun ortaya çıkardığı işgücü düzeyinde düzenlemeler yapılmak zorundadır.
Bu düzenlemeler,
1) Toplam kaynak kullanımında, parasal kaynakların dışında kalan gerçek üretim kaynaklarının kullanımında bir genişlemenin sağlanması.
Bu düzenleme, başta toprak devrimi olmak üzere, hammadde kaynaklarının düzenlenmesi ve geliştirilmesine dayanır.
2) Girdi başına mevcut verimliliğin, işgücünün örgütlenmesine bağlı olarak artırılması.
3) Eskimiş, aşınmış ve yıpranmış, dolayısıyla verimliliği düşük olan fabrika ve donanımın değiştirilmesi.
İkinci planda, mevcut düzenin kullanmadığı ya da belli bir azınlık için kullandığı kaynakların üretime sokulması gerekir.
Bunlarda:
a) Toplumda dayatılan ve körüklenen aşırı tüketimin sınırlanması ve lüks tüketimin ortadan kaldırılması;
b) Niteliksiz işgücünün toplumsal eğitimle nitelikli hale getirilmesi;
c) İrrasyonal üretim aygıtının yeniden örgütlenmesi;
d) İşsizliğin ortadan kaldırılmasıdır.
Bu düzenlemeler parasal maliyeti en düşük olan düzenlemeler olup, toplam ekonomi üzerinde önemli bir kaynak oluşturacak boyuttadır.
Parasal düzenlemeler planında ise, temel olan emperyalizme bağımlılık ve bu bağımlılığın getirmiş olduğu çarpık ekonomik yapının sürekli olarak tükettiği kaynaklara el konulmasıdır.
Bunların başında emperyalist sömürünün temel unsurlarından olan yabancı sermayenin, doğrudan ve dolaylı yatırımlarından elde edilen kârların ülke dışına transferinin önlenmesi gelmektedir. Örneğin ülkemizde 1980 yılında ülkeye giren yabancı sermaye miktarı 33 milyon dolar iken, aynı yıl gerçekleştirilen kâr transferi 47 milyon dolardır. Bunlar yabancı sermayenin nakit para olarak ülke dışına çıkardığı kâr transferlerini ufade eder. Bunun dışında, yabancı sermayenin, ülkeden elde ettiği kârları ülke dışına transferinde kullandığı pekçok yol vardır. Kambiyo sisteminin çeşitli ayrıcalıklarıyla gerçekleştirilen transferler ve ana şirketten yeniden satın alınan mallar karşılığı ödenen paralar bu hesapların içinde yer almamaktadır.
İkinci ve en büyük parasal kaynak ise dış borçlanmadan kaynaklanan faiz ve amortisman ödemeleridir.


(Milyon Dolar)
1977
1979
1980
1983
Borç faiz ödemeleri
369
546
668
1442
Proje kredileri için
hizmet ödemeleri

60
65
82
95
Borçların amortismanı
214
266
575
1093
TOPLAM
643
1155
1325
2630
Yeni kredi ve borçları toplamı
409
1068
2391
1482
FARK
234
87
-1066
1148


Görüldü
ğü gibi, sadece 1983 yılında dış borç ödemeleri ve faizleri toplamı 2 milyar 625 milyon dolar tutmaktadır. 1991 dolar fiyatı ile bu 13 trilyon liradır.
1983'ten sonra ANAP iktidarları döneminde bu durum daha da ağırlaşmıştır.


(Milyon Dolar)
1980
1985
1988
1989
1990
Dış Borç Toplamı
19.119
26.010
40.82
41.419
49.149


1990 y
ılında toplam dış borçlar 245 trilyon liraya eşittir.
Bunların yanında emperyalizme bağımlılığın getirmiş olduğu pekçok parasal kaynak kayıpları bulunmaktadır. Örneğin emperyalist tekellere ödenen patent hakkı, know how, teknik bilgi karşılıkları önemli yekünler tutmaktadır. Ayrıca hammadde ve yarımamül madde ihracatında emperyalist tekellerin uluslararası pazar fiyatlarının çok altında alımda bulunmaları sözkonusudur. Örneğin bir F-16 projesinde, General Dynamic firmasıyla imzalanan off set anlaşması, pekçok ürünün çok düşük fiyatlarla satılmasını kapsamaktadır.
Sonuç olarak, emperyalizme bağımlılık sonucunda ülkeden dışarıya giden nakit para miktarı -ki döviz olarak ödenmektedir- 1991 yılında, sadece dış borç kapsamında 100 trilyon lirayı bulmaktadır. Toplam dış borç miktarı ise 50 milyar dolar civarında olup, 1991 fiyatıyla 250 trilyon liradır. Bunların içinde yabancı tekellerin ülke içindeki faaliyetleriyle elde ettikleri kârlar ve mütahitlik hizmetleri karşılıkları bulunmamaktadır. 1992 yılı devlet bütçesinin 200 trilyon lira olduğu düşünülecek olursa, dış borcun nelere mal olduğu daha kolay anlaşılabilir. Sadece 1992 yılında 7. 5 milyar dolar ana para ve faiz ödemesi yapılacaktır. Bu da yaklaşık 40 trilyon liradır.
Diğer önemli kaynak ise, mevcut çarpık kapitalist ekonominin kronik sorunu olan ekonomik buhrana bağlı sürekli eksik kapasite kullanımının ortadan kaldırılmasıyla sağlanabilir.
Burjuva ekonomistlerin sürekli olarak enflasyonu indirmenin yolları üzerine tartışırken bazılarının iddia ettikleri gibi, üretimin artırılması önemli bir yere sahiptir. İşte eksik kapasite kullanımı, kurulu üretim birimlerinin rasyonelleştirilmesi ile birlikte ortadan kaldırılarak, hem üretimin artması sağlanabilir, hem de yeni kaynaklar yaratılabilir. Ortalama olarak, ülkedeki mevcut büyük üretim birimlerinde %20 ile %40 arasında eksik kapasite kullanımı söz konusudur. Bunların tam kapasiteye yükseltilmeleri, hemen hemen aynı oranlarda yeni iş olanakları ortaya çıkaracağı gibi, aynı oranlarda üretim artışı meydana getirecektir. Özellikle eksik kapasitenin yoğun olarak ortaya çıktığı gübre sanayinde meydana gelecek üretim artışı, tarımsal üretimin artırılması açısından özel bir öneme sahiptir.
Ülkemizde KİT'ler olarak sürekli gündemde bulunan devlet işletmelerinin yukarda ortaya koyduğumuz ölçeklerde yeniden düzenlenmeleri ile sağlanacak üretim artışı, herşeyden önce genel olarak sanayide üretimin artmasını getirecektir. Bu nedenle KİT'ler sorunu, bunların devlet işletmeleri olarak ortadan kaldırılmaları değil, gerçek birer devlet işletmesi olarak işletilmelerinin sağlanmasındadır. Mevcut düzen partilerinin kendi yandaşları için birer "arpalık" olarak kullandığından şikayet edilen KİT'ler, mevcut düzen içinde özel sanayi için ucuz girdi kaynağı olarak kullanılmaktadır. Böylece aradaki farklar sürekli bir biçimde devlet bütçesinden karşılanmakta ve bu da enflasyonun en önemli unsurlarından biri olmaktadır. KİT ürünlerine yapılan her zaman özel sanayi kuruluşlarının, yani tekelci sanayi burjuvazisinin kâr oranlarını düşürücü etkiye sahip olduğundan, bu zamlar tekelci sanayi burjuvazisi tarafından doğrudan kendi ürünlerine yansıtılmaktadır. Böylece özel şirketlerin ürünlerine yaptıkları zammın nedeni olarak devlet kuruluşları, yani KİT'ler gösterilerek, kendilerine yönelik tepkiler pasifize edilmektedir. Bu nedenle, sorun sadece KİT'lerin rasyonelleştirilmesi ile sınırlı değildir. Aynı zamanda, KİT ürünlerini yarı-mamül mal olarak kullanan özel sanayi kuruluşlarının, belirlenen fiyatlara bağlı olarak belli bir kâr oranı üzerinden faaliyette bulunmalarının sağlanması gerekir. Bu da mevcut ekonomik dengelerin yeniden kurulması ile olanaklıdır. Kurulacak yeni denge, her üretim alanında yeni bir kâr oranı düzeyinin belirlenmesi demektir. Bugüne kadar devlet kuruluşlarının sağladığı ucuz girdilerle oluşturulmuş kâr oranları kesinkes ortadan kaldırılması gerekmektedir. Ve mevcut düzenin hiçbir siyasal partisi bunu gerçekleştirebilecek durumda değildir. Yapabildikleri tek şey, alınan "ekonomik istikrar tedbirleri"nin başarılı olması için "özel sektörün de yardımcı olmasını" istemektir. Ki bu da, onların daha alt düzeyde bir kâr oranını "gönüllü" olarak kabul etmelerini istemektir ve bu da öve öve bitiremedikleri "serbest piyasa ekonomisinin", yani kapitalizmin doğasına aykırıdır.
Görüldüğü gibi, gerek üretimin artırılması için, gerekse yeni yatırımlar için bulunabilecek kaynaklar mevcut ekonomi içinde oldukca önemli bir toplam oluşturmaktadır. Kaba bir hesaplama ile, bu kaynaklar toplamı (parasal ve ürün olarak) neredeyse gayri safi milli hasılanın bir buçuk katı kadardır. Yani 600 ile 900 trilyon lira arasında bir rakama eşittir. Bunun ülke ekonomisi üzerinde nasıl bir etkide bulunacağı ise açıktır. Bu kaynakların etkin biçimde devreye sokulmasıyla, yıllık kalkınma hızının %13 ile %15 arasında gerçekleştirilmesi olanak içindedir.

KAYNAKLARIN SÜREKLİLİĞİNİN SAĞLANMASI

Yukarda ortaya koydu
ğumuz gibi, iktidarın ele geçirildiği koşullarda mevcut üretim düzeyinden ve ilişkilerden başlayarak gerçekleştirilecek ekonomik yapının yeniden düzenlenmesi, mevcut girdilerin düzenlenmesi, emperyalizme bağımlılığın getirdiği parasal ve üretimsel kayıpların ortadan kaldırılması ve işgücü ile hammadde, toprak vb. girdi kullanımının artırılması ile sağlanacak yeni kaynaklar ve üretim artışları ile halkın tüketim düzeyinin belli oranda yükseltilmesi olanaklıdır. Ancak sorun bununla bitmemektedir. Aynı zamanda, bu üretim düzeyinin, zaman içinde sürekli artırılması ve tüketim düzeyinin de geliştirilmesi zorunludur. Bu da, elde edilen üretim düzeyinin salt korunması için gerekli fonların sağlanması ve yeni yatırımlar için yeni kaynakların bulunması demektir. ktidarın sürdürülmesi ve geliştirilmesinin yolu da buradan geçmektedir.
Devrimci halk iktidarı koşullarında, devralınan ekonomik yapının halk ekonomisine donüştürülmesiyle sağlanacak gelişmeler, aynı zamanda, merkezi planlama ve beş yıllık kalkınma planları çerçevesinde sürekli kılınmak durumundadır. İşte "ekonomide istikrar" ancak bu süreklilik durumuyla sağlanabilir.
Öncelikle, böyle bir istikrar, ekonomik yapının kapitalist ekonominin irsi hastalıklarından kurtarılmasıyla olanaklıdır. Bu da ancak ekonominin planlanmasıyla gerçekleştirilebilinir.
Burjuva liberal ekonomistlerinin şiddetle karşı çıktığı, ama aynı zamanda pratik ekonomide sürekli olarak kullandıkları bu belirleme, yani ekonominin planlanması, sadece devrimci iktidar koşullarında değil, aynı zamanda, emperyalist ekonomiler açısından da büyük bir öneme sahiptir. En basit bir ifadeyle, herhangi bir sanayi kuruluşunun oluşturulmasında, ilk başta projelerin yapılması, fizibilite çalışmalarının gerçekleştirilmesi planlamanın yeri ve rolünü gösterir. Bu açıdan, merkezi planlamaya karşı sürdürülen her türlü karşı çıkış, sadece böyle bir planlama ile burjuvazinin gereksiz bir sınıf olduğunun halk kitleleri tarafından görülmesinin engellenmesi için yapılan ideolojik yanılsama üretme çabasından başka birşey değildir. Yalın olarak her devlet için geçerli olan bütçe planlamanın en çarpıcı örneklerinden birisini oluşturur. Hele ki, enflasyonun arttığı dönemlerde devlet harcamalarının sınırlandırılması ve "denk bütçe" istemlerinin ortaya atılması, planlamanın ne denli gerekli ve zorunlu olduğunu tüm kapitalistlere açıkca göstermiştir.
Burjuvazinin merkezi planlama karşısında sürdürdüğü ideolojik saptırmaları bir yana bırakarsak, bu planlamanın ekonomik istikrar açısından ne denli önemli olduğu ortadadır.
Bir ülke ekonomisinin ya da bütün olarak dünya ekonomisinin merkezi planlaması, her şeyden önce, mevcut üretim malları üretiminin potansiyel kaynaklarla birleştirilmesi demektir. Böylece uzun dönemli bir kalkınmanın sürekliliği ve istikrarı sağlanabilinmektedir. Fiktif, yani hayali kaynaklara dayanarak gerçekleştirilecek yatırımların ekonomi üzerindeki enflasyonist baskısı ancak böyle bir planlama ile ortadan kaldırılabilinmektedir. SSCB ekonomisi üzerinde araştırma yapan tüm burjuva ekonomistlerinin bile kabul ettiği bir gerçek, bu ülkenin 40 yıl süresinde %10 ile %15 arasındaki bir kalkınma hızı ve sıfır enflasyonla varlığını sürdürmesidir. Bunun sırrı sadece merkezi planlamada yatmaktadır. [
4*]
Merkezi planlaman
ın ve devletin elinde tuttuğu üretim birimlerinin varlığı, tek başına kapitalizmin ortadan kalkması değildir. Ancak bu yönde atılmış önemli adımlardan birisidir. Bu nedenledir ki, burjuvazi her yerde bu adımları engellemeye çalışır. Devletin alabildiğine "küçültülmesi"ni ister, devletin elinde tutuğu ve kâr eden üretim birimlerinin kendilerine devredilmesini ister. Bu yüzden, merkezi planlamaya ve "devletciliğe" karşı yoğun bir ideolojik saldırı konumunda bulunur. ktidarın kesin kes işçilerin eline geçmediği ülkelerde, bu yönde atılmış adımları etkisiz kılmak için elinden gelen her çabayı gösterir.
Revizyonizmin SSCB'deki uygulamaları, aynı zamanda burjuvazinin sosyalizme yönelik ideolojik saldırıları için uygun malzemeler temin etmiştir. Böylece merkezi planlamanın ne denli gereksiz ve yanlış olduğunu "kanıtlama" olanağına sahip olmuştur.
Herşeyden önce bilimsel ve teknolojik gelişmeler merkezi planlamanın gücünü artırıcı sonuçlar sağladığı bir ortamda, burjuvazinin merkezi planlamaya yönelik saldırılarının yoğunlaşması hiç de şaşırtıcı değildir. Bilgiişlem alanındaki gelişmelerle, sadece bir ülke ölçeğinde değil, dünya ölçeğinde üretim ve tüketimin merkezileştirilmesi olanaklı hale gelmiştir. Elektronik iletişimle birbirine bağlanan üretim ve tüketim birimleri, stok kontrol yöntemleriyle eşgüdümlü hale getirilmesi için kapitalizmden başka hiçbir engel bulunmamaktadır.
Bu konuda en basit örneği, ülkemizde bile yaygın bir biçimde kullanılan banka kartları sistemi vermektedir. Emperyalist-kapitalizmin ancak kendi kârlarını artırdığı alanlarda, özellikle de büro ve mali işlemlerinde kullandığı bu sistem, geniş ölçekte kullanıldığı zaman, ister istemez üretim ile tüketim arasında gerçek bir dengenin kurulmasını sağlayacaktır.
Tabi böyle bir dengenin kurulması ve bu dengenin, doğrudan bilimsel ve teknolojik gelişmeyle gerçekleşmesi, kapitalist sınıfın olduğu kadar bürokrasinin de gereksiz olduğunu halk kitlelerine gösterecektir. Çünkü kapitalizmin doğası, böylesine bir dengenin kurulmasına elverişli değildir. Bu nedenle de, bu gelişmelerin belli bir evresinden sonra temel bir engel durumunda bulunmak zorundadır. İster "soğuk savaşın bir ürünü" olarak tanımlansın, isterse sosyalizmin emperyalist sistem üzerindeki baskısının bir ürünü olarak tanımlansın, ortaya çıkan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, sadece kapitalizmin ne denli gereksiz bir sistem olduğunu göstermektedir.
Bu açıdan, ekonomide kaynak sorunu, ancak kapitalizmin, ya da popüler söylemdeki ifadesiyle "serbest pazar ekonomisi"nin tasfiyesi ile ortadan kalkacaktır. Bu ise, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması demektir. Böyle bir gelişme, öncelikle ülkemizdeki KİT'ler sorununu çözecektir. KİT'lerin ürettiği ürünlerin özel mülk sahibi kapitalistler tarafından kullanılmasıyla ortaya çıkan büyük kârlar, doğrudan bu kapitalistler tarafından kullanılmaktadır. Büyük şirketlerin devletleştirilmesi, aynı zamanda, bu kârların devlete, dolayısıyla topluma geçmesini getirecektir. Devlet bütçesinin bütünselliği ancak bu şekilde kurulabilecektir. Bir başka deyişle, KİT'ler sorunu, ürünlerinin özel şirketler tarafından kendi kârları için kullanılmasının sona erdirilmesiyle çözümlenebilir. Bugün oligarşinin ekonomistlerinin önerdikleri "KİT'lerin özelleştirilmesi", son tahlilde, ekonomideki ikili mülkiyet ilişkilerinin sona erdirilmesi anlamına gelmektedir. Oligarşinin istediği, ikiliği kendi lehlerine ortadan kaldırmaktır. Bu da halkın aleyhine çözümlenmesi demektir. Mülkiyet ikiliğini ortadan kaldırmak gerekir, ama halkın lehine olarak ortadan kaldırılması ile toplumsal gelişme hızlanır ve halkın yaşam düzeyi yükselir.
Görüldüğü gibi, mülkiyet sorunu, ekonomide kaynak sorununun en temel unsurlarından biri olarak ortaya çıkmakta ve ekonomik kaynakların sürekliliğinin sağlanabilmesinin yolu, mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesinden geçmektedir. Sık sık düzen partilerinin "vergi reformu"ndan söz etmeleri, kendilerinin aynı mülkiyet ilişkilerinin yarattığı açmaz içinde olduklarının bir kanıtıdır.


Benzer Konular

15 Kasım 2015 / ThinkerBeLL X-Sözlük
9 Nisan 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
17 Ağustos 2012 / BARIŞ Müzik tr
2 Ekim 2012 / Misafir Soru-Cevap