Arama

İdealizm (Düşüncecilik)

Güncelleme: 30 Mayıs 2013 Gösterim: 8.952 Cevap: 5
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
3 Ekim 2006       Mesaj #1
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
İdealizm
MsXLabs.org
Sponsorlu Bağlantılar

Evrensel bir teori olarak Newton mekaniğinin gerçek ölüm çanları, 20. yüzyılın başlarında kuantum mekaniğinin beşiğinde duran Einstein, Schrödinger, Heisenberg ve diğer bilimciler tarafından çalınmıştı. “Elementer parçacıklar”ın davranışları klasik mekanik tarafından açıklanamıyordu. Yeni bir matematik geliştirilmeliydi.

Bu matematikte, “faz-uzayı” gibi, “operatörler” gibi önemli rol oynayan kavramlar mevcuttur. Faz-uzayında, bir sistem, koordinat olarak kendi serbestlik dereceleri olan bir nokta olarak tanımlanır. Operatörler ise, bizzat büyüklükten ziyade daha çok işleme benzemesi anlamında cebirsel büyüklüklerle uyuşmayan büyüklüklerdir (aslında sabit özellikleri değil ilişkileri ifade ederler). Olasılık da çok önemli bir rol oynar, ama “içkin olasılık” anlamında: bu kuantum mekaniğinin başlıca karakteristiklerinden biridir. Gerçekte kuantum mekanik sistemler, izleyebilecekleri tüm olası yolların üst üste binmesi olarak yorumlanmalıdırlar.

Kuantum parçacıklar ancak bu parçacıkların “fiili” ve “zımni” durumları arasındaki bir iç ilişkiler kümesi olarak tanımlanabilirler. Bu anlamda tamamen diyalektiktirler. Bu parçacıkların şu veya bu şekilde ölçülmesi sadece “aktüel” durumun açığa çıkmasına yol açar ki, bu “aktüel” durum aslında bütünün görünümlerinden yalnızca biridir (bu paradoks “Shrödinger’in kedisi” hikâyesiyle popüler bir tarzda ortaya konulur). Bu, “dalga fonksiyonunun çöküşü” olarak adlandırılır ve Heisenberg kesinsizlik ilkesiyle ifade edilir. Kuantum mekaniğinin fiziksel gerçekliğe getirdiği bu tümüyle yeni bakış tarzı, çok uzun bir süre boyunca diğer bilimsel disiplinler tarafından “karantina altında” tutuldu. İstisnai bir mekanik türü olarak, yalnızca elementer parçacıkların davranışlarını betimlemeye yarayacak bir şey olarak, klasik mekaniğin kurallarının bir istisnası olarak, herhangi bir önemi olmayan bir şey olarak görüldü.

Eski kesinliklerin yerine artık kesinsizlik hüküm sürecekti. Atomaltı parçacıkların hayal bile edilemez büyüklükteki hızlarla yaptıkları görünüşte rastlantısal hareketler, eski mekaniğin kavramlarıyla açıklanamıyordu. Bilim bir açmaza girdiğinde, artık olguları açıklayamaz hale geldiğinde, bir devrim için ve yeni bir bilimin ortaya çıkışı için zemin hazırlanmış demektir. Ne var ki, yeni bilim, başlangıçtaki biçimleri itibariyle, henüz tümüyle gelişmiş değildir. Ancak bir dönem sonra kendi nihai ve tamamlanmış biçimini ortaya koyar. Bir doğaçlama, bir belirsizlik aşaması, değişken ve sık sık birbirleriyle çelişen yorumlar aşaması, ilk başlarda hemen hemen kaçınılmazdır.

Son onyıllarda, doğanın sözde “stokastik” (“rastlantısal”) yorumuyla determinizm arasında bir tartışma başlamıştır. Temel sorun şu ki, bu tartışmada zorunluluk ve tesadüf mutlak karşıtlıklar, karşılıklı olarak birbirlerini dışlayan zıtlıklar olarak ele alınmaktadır. Böylece, her ikisi de doğanın karmaşık ve çelişik işleyişini açıklamakta yetersiz kalan iki zıt görüşe varırız.

Alman fizikçi Werner Heisenberg, kuantum mekaniğinin kendine has bir versiyonunu geliştirdi. 1932’de, matris mekaniği sistemiyle Nobel fizik ödülünü aldı. Bu mekanik, elektron orbitallerinin enerji düzeylerini yalnızca sayılar aracılığıyla, herhangi bir resme başvurmaksızın tanımlıyordu. Böylelikle “parçacık” ile “dalga” arasındaki çelişkinin neden olduğu sorunları, olguyu gözümüzde canlandırma çabalarından bütünüyle vazgeçerek ve onu saf matematiksel soyutlama içerisinde ele alarak çözmeyi ummuştu. Erwin Schrödinger’in dalga mekaniği de, Heisenberg’in matris mekaniğiyle aynı soruna yoğunlaşır, ancak mutlak matematiksel soyutlama âlemine geri çekilme ihtiyacı duymaksızın. Fizikçilerin çoğu çok daha az soyut gözüken Schrödinger’in yaklaşımını tercih ettiler ve yanılmadılar. 1944’te, Amerikalı-Macar matematikçi John von Neumann, matris mekaniğiyle dalga mekaniğinin matematiksel olarak eşdeğer olduğunu kanıtladı, ikisi de tamamen aynı sonuçları verebiliyorlardı.

Heisenberg, kuantum mekaniğinde bazı önemli ilerlemeler kaydetmişti. Ne var ki onun tüm yaklaşımına sinen şey, felsefi idealizmin kendine has damgasını bu yeni bilimin üzerine vurma azmiydi. Buradan kuantum mekaniğinin “Kopenhag yorumu” denilen şey doğdu. Bu yaklaşım gerçekten de bilimsel bir düşünce ekolü kılığına ustalıkla bürünmüş bir tür öznel idealizmdi. “Werner Heisenberg” diye yazar Isaac Asimov, “parçacıkları ve bizzat fiziği neredeyse bir bilinemezler âlemine fırlatıp atan temel bir sorunu ortaya koymaya girişti.” Kullanılacak doğru kelime budur. Burada bilinmeyenle ilgilenmiyoruz. Bu, bilimde her zaman mevcuttur. Bilimin tüm serüveni bilinmeyenden bilinene, bilgisizlikten bilgiye ilerleyiştir. Ama insanlar bilinmeyeni bilinemez ile karıştırdıklarında ciddi bir zorluk ortaya çıkar. “Bilmiyoruz” ile “bilemeyiz” sözcükleri arasında temel bir farklılık vardır. Bilim, nesnel dünyanın varolduğu ve tarafımızdan bilinebileceği temel düşüncesinden hareket eder.

Ne var ki, tüm felsefe tarihinde, şu veya bu nedenle “bilemeyeceğimiz” bazı şeylerin olduğunu iddia etmek için, insanın kavrama kabiliyetine sınır koyma çabaları yinelenip durmuştur. Bu nedenle Kant, yalnızca görünümleri bilebileceğimizi ama kendinde-şeyleri bilemeyeceğimizi iddia etmişti. Kant bu düşüncesinde aslında Hume’un şüpheciliğinin, Berkeley’in öznel idealizminin ve sofistlerin ayak izlerini takip ediyordu: Dünyayı bilemeyiz.

1927’de, Werner Heisenberg meşhur “kesinsizlik ilkesini” geliştirdi. Bu ilkeye göre, bir parçacığın konum ve hızını aynı anda istenilen bir kesinlikte belirlemek imkânsızdır. Parçacığın konumu ne kadar kesin ise, momentumu o kadar kesin değildir, ve tersi. (Bu durum diğer özgün özellik çiftleri için de geçerlidir). Farklı yönlerde saniyede 5000 mil hızla hareket eden bir parçacığın hız ve konumunu kesin olarak saptamaktaki zorluk apaçık ortadadır. Ne var ki, buradan, neden ve sonucun (nedenselliğin) genel olarak varolmadığı sonucunu çıkarmak bütünüyle yanlış bir önermedir.

Heisenberg, bir elektronun konumuna nasıl karar verebiliriz sorusunu sorar. Ona bakarak. Ama eğer güçlü bir mikroskop kullanıyorsak, bu, ona bir ışık parçacığını, yani bir fotonu çarptırdığımız anlamına gelir. Işık bir parçacık olarak davrandığına göre, kaçınılmaz olarak gözlenen parçacığın momentumunu altüst edecektir. Bu nedenle, onu tam da gözlemleme eylemiyle değiştiririz. Uyarım öngörülemez ve kontrol edilemez olacaktır, çünkü (en azından mevcut kuantum teorisinde) ışık kuantasının saçılarak merceğe gelme açısını tam olarak önceden kestirme ve kontrol edebilme imkânı yoktur. Konumun doğru belirlenmesi kısa dalga boylu ışığın kullanılmasını gerektirdiğinden, büyük ama öngörülemez ve kontrol edilemez bir momentum elektrona aktarılır. Diğer taraftan, momentumun doğru belirlenmesi, çok düşük momentumlu (ve bu nedenle de büyük dalga boylu) ışık kuantasının kullanımını gerektirir ki, bu da büyük bir kırınım açısı ve böylelikle de konumun kötü bir tespiti anlamına gelir. Konum ne kadar doğrulukla saptanırsa, momentum o kadar az bir doğrulukla tanımlanabilir, ve tersi.

Peki bu sorundan yeni elektron mikroskopları geliştirerek kurtulabilir miyiz? Heisenberg’in teorisine göre hayır. Tüm enerji kuantalarla taşındığına ve tüm maddeler hem bir dalga hem de bir parçacık olarak davranma özelliğine sahip olduğuna göre, kullandığımız her tip aygıt bu kesinsizlik (ya da belirsizlik) ilkesinin hükmü altında olacaktır. Aslında, kesinsizlik ilkesi kavramı yanlıştır, çünkü burada ileri sürülen şey yalnızca, ölçme sorunlarından ötürü kesin hükümlere varamayacağımız değildir. Teori, maddenin tüm biçimlerinin tam da kendi doğasından ötürü belirsiz olduğunu ima etmektedir. David Bohm Modern Fizikte Nedensellik ve Tesadüf adlı kitabında şunları söylüyor:

Böylelikle kuantum teorisinin alışılmış yorumlarında nedensellikten vazgeçilmesi, yalnızca atomik düzeydeki nedensellik yasalarının kapsamına girebilecek değişkenlerin tam değerlerini ölçmekteki aczimizin bir sonucu olarak değil, daha ziyade böyle yasaların varolmadığı gerçeğinin bir yansıması olarak düşünülmelidir.

Heisenberg, belirsizliği, gelişiminin özel bir aşamasında kuantum teorisinin özgün bir görünümü olarak görmektense, doğanın temel ve evrensel bir yasası olarak postüla etti ve doğanın diğer tüm yasalarının bununla uyum içerisinde olması gerektiğini kabul etti. Bu yaklaşım, bilimin geçmişte düzensiz dalgalanmalar ve tesadüfi hareketlerle ilişkili sorunlarla karşı karşıya kaldığı andaki yaklaşımından tamamen farklıdır. Hiç kimse, bir gazın içindeki tekil bir molekülün kesin hareketini belirlemenin ya da özel bir araba kazasının tüm ayrıntılarını önceden kestirmenin mümkün olduğunu düşünmez. Ama böylesi olgulardan genel olarak nedenselliğin varolmadığı sonucunu çıkarmaya kalkışan bir girişim daha önce asla söz konusu olmamıştı.

Ama yine de, belirsizlik ilkesinden tam da bu sonucu çıkartmaya davet ediliyoruz. Bilimciler ve idealist filozoflar genel olarak nedenselliğin varolmadığını iddia etmeye devam ettiler. Bir başka deyişle, neden ve sonuç yoktur. Böylelikle doğa bütünüyle nedensiz, tesadüfi bir şey olarak görünür. Tüm evren öngörülemez bir şeydir. Hiçbir şeyden “emin olamayız”. “Bunun yerine, herhangi bir özel deneyde, elde edilecek kesin sonuçların tamamen keyfi olduğu, yani bu sonuçların dünyada şu an varolan ya da hep varolmuş olan herhangi bir şeyle ne türden olursa olsun bir ilişkisi olmadığı varsayılır.”

Bu tutum yalnızca bilimin değil aynı zamanda genel olarak akılcı düşüncenin de tamamen yadsınmasıdır. Eğer neden ve sonuç yoksa, yalnızca herhangi bir şeyi önceden kestirmek değil, herhangi bir şeyi açıklamak da mümkün değildir. Kendimizi yalnızca olan şeyi tanımlamakla sınırlayabiliriz. Ama gerçekte, bu kadarını bile yapamayız, çünkü herhangi bir şeyin kendimiz ve duyularımız dışında varolduğundan bile emin olamayız. Bu ise bizi tam da öznel idealizm felsefesine geri götürür. Bu bize antik Yunanlı sofist filozofların tartışmasını hatırlatıyor: “Dünya hakkında hiçbir şey bilemem. Bir şey bilebilsem bile anlayamam. Anlasam da anlatamam.

“Belirsizlik ilkesinin” gerçekte ifade ettiği şey, klasik mekaniğin sade denklemlerine ve ölçümlerine uymayan atomaltı parçacıkların hareketinin anlaşılması son derece zor karakteridir. Heisenberg’in fiziğe katkısından şüphe duyulamaz. Sorun, onun kuantum mekaniğinden çıkardığı felsefi sonuçlardır. Bir elektronun konum ve momentumunu kesin olarak ölçemeyeceğimiz gerçeği en küçük bir şekilde bile, burada nesnelliğin olmadığı anlamına gelmez. Öznel düşünme tarzı kuantum mekaniğinin sözde Kopenhag ekolüne nüfuz etmiştir. Niels Bohr şunu ifade edecek kadar ileri gitmişti; “fiziğin görevi doğanın nasıl bir şey olduğunu anlamaktır diye düşünmek yanlıştır. Fizik doğa hakkında söyleyebileceklerimizle ilgilenir.

Fizikçi John Wheeler “hiç bir olgu, gözlenmiş bir olgu olana dek gerçek bir olgu değildir” fikrini sürdürür. Ve Max Born aynı öznelci felsefeyi tam bir açıklıkla telaffuz eder:

Einstein, Bohr ve benim ait olduğum kuşak, bizden bağımsız değişmez yasalara göre serpilip gelişen nesnel bir fiziksel dünyanın varolduğunu düşünüyordu; bu süreci tiyatroda bir oyunu izleyen seyirciler gibi seyrediyorduk. Einstein hâlâ bilimsel gözlemci ile onun konusu arasındaki ilişkinin bu olması gerektiğine inanıyor.

Burada karşımızda duran şey bilimsel bir değerlendirme değil, belli bir dünya görüşünü –kuantum teorisinin Kopenhag yorumuna tümüyle nüfuz etmiş olan öznel idealizmi– yansıtan felsefi bir kanıdır. Birçok seçkin bilimci, bilimin tüm bakış tarzına ve yöntemine ters düşen bu öznelciliğe karşı durdular. Bunlar arasında Einstein, Max Planck, Louis de Broglie ve Erwin Schrödinger de vardı ve hepsi de yeni fiziğin gelişiminde en azından Heisenberg kadar önemli bir rol oynamışlardı.
Son düzenleyen _Yağmur_; 30 Mayıs 2013 14:52 Sebep: Sayfa düzeni/aktif linkler
NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
9 Kasım 2006       Mesaj #2
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
Felsefede, en geniş anlamıyla, tinsel güçlerin evrendeki tüm süreçleri ya da olup bitenleri belirlediğini savunan tüm Felsefe öğretilerini içerecek biçimde kullanılan "idealizm" terimi, varolan her şeyi "düşünce"ye bağlayıp ondan türeten; düşünce dışında nesnel bir gerçekliğin varolmadığını, başka bir deyişle düşünceden bağımsız bir varlığın ya da maddî gerçekliğin bulunmadığını dile getiren felsefe akımını niteler.

Sponsorlu Bağlantılar
İdealizm, varlığın düşünceden bağımsız olarak varolduğunu kabul eden "gerçekçilik", "maddecilik" ve "doğalcılık" felsefe anlayışlarının tam karşı kutbunda yer almaktadır.

Felsefede İdealizm, dünyanın temellendirilmesinde en önemli görevin, bilince ya da maddi olmayan zihne yönelik bir gerçeklik kuramı geliştirmek olduğu düşüncesi üstüne kurulmuştur. İdealizm anlayışının temelleri önce Platon'un "Idealar Dünyası Kuramı" yla atılmış olmakla birlikte, daha sonra çeşitli filozoflarca sunulan izahlarla güçlendirilmiştir.

Metafizikte idealizm, bütün fıziksel nesnelerin bütünüyle zihne bağımlı olduğu, onların bilincinde olan bir zihin olmaksızın metafızik anlamda hiçbir varlıkları olmadığı anlayışına karşılık gelmektedir. Bir başka deyişle, metafızik idealizme göre gerçeklik her durumda zihne bağımlı olduğu için gerçekliğin gerçek bilgisi ancak tinsel bir bilinç kaynağına başvurularak elde edilebilirdir. Buna karşı, idealizm ile taban tabana zıt bir konuma yerleştirilip temellendirilen Maddecilik, zihnin ya da bilincin bütünler halinde fiziksel öğeler ile süreçlere indirgenebileceğini savunmaktadır.

İdealistler; doğadaki şeyleri ya da nesneleri, her şeyin özünü oluşturan tek bir gücün ya da enerjinin geçici görünümleri olarak görür; varlığın tüm görünüşlerinde tek bir anlamın yattığını düşünür; varoluşu tek bir birlik olarak algılar; aklın sağladıklarının dışında gerçekliğe ulaşmanın olanaksız olduğunu öne sürer; gerçekliği "idea"olarak belirleyip maddeyi bunun bir yansıması sayar.

Felsefi anlamda idealizm dünyanın yalnızca düşüncelerin, zihnin, ruhun, ya da daha doğrusu, fiziksel dünya varolmadan önce varolan İdeanın bir yansıması olduğu görüşünden hareket eder. Duyularımızla bildiğimiz maddi şeyler, kusursuz İdeanın kusurlu kopyalarıdır. Antik dönemde bu felsefenin en tutarlı savunucusu Platon'du. Ancak idealizmin başlangıcı M.Ö. VI. yüzyıla, ilkçağ Yunan felsefesinde Ksenophanes'e değin uzanır. Ksenophanes , çok olanı Bir'e indirgemiş ve bu Bir'i "tüm düşünme" olarak belirlemiştir. Ksenophanes'in öğretisi günümüzde metafıziğin kurucusu olarak gösterilen öğrencisi Parmenides 'in kurduğu Elea Okulu eliyle daha bir gelişim göstermiştir: "Varlık, değişmez ve birdir; özne ve nesne bir ve aynıdır."

Platon'a göre "gerçek varlık idea, 'düşünce varlığı'dır." Platon "düşünülür dünya" (idealar dünyası) ile "duyulur dünya" (görüngüler dünyası) ayrımına gitmiş; duyulur dünyayı gölgelerden ibaret bir görünüşler dünyası olarak betimlerken, düşünülür dünyayı değişmez gerçeklikler diye gördüğü idealardan oluşan gerçek dünya olarak ilan etmiştir.
Aynı fikir Kant'tan önce İrlandalı rahip ve filozof George Berkeley ve klasik İngiliz ampiristlerinin en sonuncusu David Hume tarafından ileri sürülmüştü. Temelde şöyle özetlenebilir: "Dünyayı duyumlarım aracılığıyla yorumlarım. Bu nedenle, varolduğunu bildiğim tek şey duyu izlenimlerimdir. Örneğin bu elmanın varolduğunu söyleyebilir miyim? Hayır. Tüm söyleyebileceğim, onu gördüğüm, hissettiğim, kokladığım, tattığımdır. Bu bakımdan, gerçekte bir maddi dünyanın varolduğunu hiçbir surette söyleyemem." Öznel idealizmin mantığına göre, eğer gözlerimi kaparsam dünya varolmaktan çıkar. Her ne kadar Berkeley idealist düşünceye önemli katkılarda bulunduysa da, idealist düşünce asıl gelişimini Kant 'la birlikte göstermiştir.


Kendi felsefesini "madde tanımazcılık" diye adlandıran Berkeley 'e göre ise; iki tür gerçek varlık -tinler (zihinler) ve idealar- söz konusudur; fıziksel nesneler ise duyusal ideaların toplamıdırlar. Dolayısıyla, Berkeley'e göre, bir elmayı algıladığımızı söylediğimizde doğrudan farkına vardığımız duyusal görünüşlerin bir toplamıdır. Bundan dolayı sınırlı bir zihin tarafından algılanmayan şeyler yokturlar; şeyler zihnimize sınırli zihin tarafindan algılandıklarında ulaşırlar: "varolmak algılanmış olmaktır." Berkeley şeyleri, onlara atfettiğimiz niteliklere ilişkin duyu deneyimimizden soyutlayarak kavrayamayacağı düşüncesinden hareket ederek, fiziksel nesnelerin varoluşunun algılanmak olduğunu, fıziksel nesnelerin yalnızca idealar olarak varolduklarını ileri sürer. Berkeley 'in fiziksel şeylerin, onları algılayan kimse olmadığında da var gözükmeleri sorusuna yanıtı, onların Tanrı'nın hafızasında varolduklarıdır.
Düşüncemizde şeylerin varlığını yaratan yegane güç Tanrı'dır.


Felsefe Sözlüğü- Bilim ve Sanat Yayınları

Tiglon - avatarı
Tiglon
Ziyaretçi
28 Eylül 2007       Mesaj #3
Tiglon - avatarı
Ziyaretçi
Ruh maddeyi yaratır

Bu, idealist felsefenin ilk biçimidir ve evrenin ruh tarafından yaratıldığını kabul eden bütün dinlerde kendini gösterir.

Evren, düşüncemizin dışında var olamaz

İşte özelliklerin ancak zihnimizde var olduklarını, ve böyleyken onları şeylerin kendilerine atfetmekle yanılgıya düştüğümüzü kabul eden idealistlerin ispatlamaya çalıştığı şey budur. İdealistler için, şu masa ve sıralar vardır elbette, ama sadece düşüncemizde. Çünkü şeyleri yaratan fikirlerimizdir.

Başka bir deyişle, düşüncemizin yansısıdır şeyler. Gerçekten de, madem ki zihnimiz tarafından yaratılmaktadır bizdeki madde fiksiyonu, madem ki madde kavramı zihnimiz tarafından bize verilmektedir; ve madem ki şeylerden aldığımız duyunun nedeni düşüncemizdir, öyleyse bizi çevreleyen şeylerin hiçbirinin bizim zihnimizin dışında bir varlığı yoktur. Ve de bunlar, düşüncemizin yansıları olmaktan öteye geçemezler.

Demek oluyor ki, ruhumuzun yaratıcısı olan ve bize evren hakkındaki bütün fikirleri empoze eden daha üstün bir ruh vardır. Buysa, kendiliğinden de anlaşılabileceği gibi Tanrıdır.
Son düzenleyen _Yağmur_; 30 Mayıs 2013 14:53 Sebep: sayfa düzeni
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
1 Kasım 2008       Mesaj #4
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
İDEALİZM, bir felsefe öğretisi olarak nesnele­ri ve olayları düşünceye öncelik vererek açıklar. Başka türlü söylersek, bir yanıyla Maddecilik, bir yanıyla da Gerçekçilik öğreti­lerinin karşıtı olarak İdealizm insan düşünce­sinden bağımsız bir nesneler dünyasının ya da gerçekliğin olmadığını ileri sürer. Felsefe tarihinde, felsefesi İdealizm olarak nitelenen birçok büyük filozof vardır. Ama bu filozofla­rın görüşleri arasında önemli farklar bulunur. İlk büyük idealist filozof Platon'dur. Ona göre, nesneler dünyası idea'\ar\a, yani düşün­celerle ve kavramlarla zihinsel olarak algıla­nır. Platon felsefesi bir yönüyle gerçekçi, bir yönüyle de idealisttir. Gerçek bir dünyanın var olduğu savıyla gerçekçi; ama bu dünyanın duyularla değil, düşünceyle anlaşılabileceği savıyla da idealisttir .
Çağdaş felsefenin kurucularından biri ola­rak kabul edilen Fransız Rene Descartes tüm felsefesini "Düşünüyorum, öyleyse varım" önermesine dayandırdığı için idealisttir. Des­cartes, her türlü önyargıdan kurtulmak için her şeyden kuşku duymakla işe başlar. So­nunda, kuşku duyulamayacak tek şeyin ken­di kuşkusu ya da düşüncesi olduğu yargısına varır. Descartes daha sonra, kendi zihninde bulduğu "yetkinlik" kavramını kendisine ancak yetkin bir varlığın, yani Tanrı'nın verebileceğini kabul eder. Tanrı nesneler dünyasının gerçek olduğuna inanmamızı iste­diğine göre, duyularımızla algıladığımız dün­ya da gerçektir. Böylece Descartes İdea-lizm'in en aşırısından yola çıkarak bir tür ger­çekçiliğe varır.
Felsefe tarihinde, İdealizm en çarpıcı anla­tımını İrlandalı filozof George Berkeley'in (1685-1735) İdealizm'inde bulur. Berkeley'e göre dış dünyadaki her şey, onun hakkındaki düşüncemizden ibarettir. Bu savını, "Var olmak, algılanmış olmaktır" diye dile getiren Berkeley, böylece dış dünyanın gerçekliğini köktenci bir tutumla yadsır ve John Locke'un deneyci felsefesinin karşısında yer alır. Ber­keley her şeyi algıya indirgeyerek, yalnızca algılayan "ben"in var olduğu sonucuna varır. Ama Tanrı'ya inandığı için, "ben" den başka bir de Tanrı'nın varlığını kabul etmek zorun­da kalır. Ona göre, nesnelere ilişkin bilgimizi de Tanrı yaratmıştır.
19. yüzyılda Alman sanat ve siyaset yaşamı­na egemen olan İdealizm'in kaynağı, Imma-nuel Kantin "aşkın" ya da "duyu ötesi" İdealizmidir. Kant varlığı ikiye ayırır: Dış dünyadaki nesne ve olaylar ile hiçbir zaman bilemeyeceğimiz "duyu ötesi" varlıklar. Dış dünyaya ilişkin bilgimiz algıyla başlar. Ama bu algılar, zihnimizde doğuştan var olan kalıplar içinde işlenerek bilgiye dönüşür. Tan­rı gibi duyularımızı aşan varlıkları ise, hiçbir zaman bilemeyiz .
Nesnelerin de onları bilen özne (yani insan bilinci) gibi zihinsel birer varlık olduklarını ileri süren Georg Friedrich Vvilhelm Hegel'in felsefesi, Alman İdealizminin doruğunu tem­sil eder. Ona göre özne (bilen) ve nesne (bilinen), tek bir düşünsel ve tinsel tözün (geist) kendini dışa vurmasıyla oluşmuştur. Dolayısıyla gerçeğin kaynağına, duyular ara­cılığıyla değil, düşünerek ulaşılabilir .
Kant felsefesinden yola çıkarak değişik bir idealist öğreti geliştiren Johann Gottlieb Fichte (1762-1814), "ben" kavramını, felsefesinin merkezine yerleştirmiş, varlığı "ben" ve "ben olmayan" diye ikiye bölmüştür. "Ben" (yani bilinç), "ben olmayan" varlıkları, kendini örnek alarak biçimlendirir.
Ünlü Alman idealistlerinden biri de Fried­rich vvilhelm Schellingfdir (1775-1854). Ona göre tüm evreni, bilinçjten yoksun bir düşün­me yetisi yaratmıştır.! Bu düşünme yetisi, sürekli bir gelişim içindedir ve gelişim süreci­nin en yüksek aşamasında insan vardır. 20. yüzyılda da yeni idealist görüşler ortaya atıl­mıştır.


MsxLabs & TemelBritannica
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Mart 2010       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Idealizm


En genel ve felsefi olmayan gündelik anlamı içinde, yüksek ahlâki amaçlara bağlanma, zihnin tasarım, ide ve ideallerini maddi, kaba gerçekliğin tam kar­şısına geçirme ve onlara, İnsanın değerler cetvelinde başat bir rol ve konum yükleme tavrı; ideallerin, maddi ve deneyimsel ger­çekliğin sınırlama, eksik ve kusurlarından bağımsız olduktan başka, yetkin ve mutlak olanı hedefleyen yönelimler olmalarından dolayı, yetkin olanın önceliğini ve üstünlü­ğünü vurgulama yaklaşımı


I. (Genel anlamda) Ülkücülük: a. Bir ülküyle belirlenmiş olan ve bu ülküye çıkar gütmeden bağlı kalan yaşama biçimi ve dün- ya görüşü. b- Ülkülerin gücüne inanma.

II. Özel biçimleri:

1- (Ahlak açısından) Bir insanı dış görünüşü, başarısı ve eylemlerinin sonuçları ile değil yalnızca düşünüşü ve ahlak karşısındaki iç tutumu ile değerlendiren görüş.

2- (Kılgı alanında) Dünyayı olduğu gibi kabul eden gerçekçi görüşe (realizm) karşıt olarak, gerçekliği tasarım (idea) ve ülkülere (ideal) göre göre biçimlendirmek isteyen görüş.

III. (Felsefede)

1- (Fizikötesi açısından) Gerçekliğin özünü yalnızca görüngü olarak kabul ettiği cisimler dünyasında değil, özdeksel olmayan varlıkta arayan, nesnel gerçekliği; idea, us, tin olarak belirleyen ve özdeği düşüncenin (tinin) bir görünüş biçimi olarak inceleyen görüş; özdekçiliğin ve doğalcılığın karşıtı. Duyulur dünyanın, görüngülerin karşısında hiç bir koşula bağlı olmayanı, saltık olanı bulmaya çalışan öğreti. Böylece gerçekliğin asıl özünü a. değişmez olan, zamandışı olan idealarda ya da ideaların nesnel alanında (Klasik Yunan idealizmi); ya da b. tin, us ve onun yaratıcı biçimlendirme gücünde ve özgürlükte araştırır (Alman idealizmi).

2- (Bilgi kuramı açısından) Nesneyi özneye, bilineni bilene bağlı kılan görüş. // Bu görüşe göre özne nesneyi belirler ve onu oluşturur:

a. Bireysel özne, bireysel bilinç söz konusu olabilir, var olmak = algılanmış olmaktır (Berkeley).

b. Genel bir özne, genel bir bilinç söz konusu olabilir; bu, bireysel ben'i aşar, salt tin olarak genişler (Alman idealizmi); özdek ve doğa yalnızca bilincin, tinin bir ürünü- dür; us, öznel, öznenin yarattığı biçimler dizgesi olarak anlaşılır (öznel idealizm-Fichte); doğa olaylarının arkasında yaratıcı bir güç saklıdır, asıl gerçeğin kendisi yaratıcı ve yapıcıdır, doğa öznenin bir ürünü olmayıp, doğanın kendisi de bir güçtür. böylece us nesnel bir dizge olarak anlaşılır (nesnel idealizm-Schelling); özne-nesne karşıolumunun karşısında us, salt bir dizge olarak ortaya çıkar, ide, us, tin bütün var olanların temelinde bulunan ilkedir, varlık bu ide'nin kendini açması, belli bir ereğe doğru gelişmesidir (salt idealizm-Hegel).

3- (Ahlaksal açıdan)

a. İyi ideasını ya da değerleri en yüksek şey olarak belirleyen görüş.

b. (Kant'ta) Başarı, mutluluk, yarara bakmaksızın, hiç bir koşula bağlı olmayan salt gerekliliği ölçü olarak koyan görüş (yararcılık.ve mutçuluğun karşıtı).

c. Us-duyarlık, özgürlük-doğa gerginliğinde kendini gerçekleştiren insanın, ahlakın temeli olan özgürlüğü, erişilmesi gereken biricik ödev ve insan yaşamının anlamı olarak görmesi gerektiğini savunan anlayış (Fichte).

Kant'ın transsendental idealizmi: Bizden bağımsız bir dış dünyanın var- oluşunu yadsımayan Kant, gerçekliği bilinçten bağımsız bir kendinde şeyler dünyası olarak kabul eder, ama bilgimiz deneyle sınırlıdır, biz yalnız görüngüler dünyasını bilebiliriz, kendinde şeyleri görüleyemeyiz. Çünkü bunlar hiçbir zaman duyular yolu ile bize verilemezler. Deney ve yaşantılarımızı belirleyen de bilgi yetimizin kalıplarıdır, duyarlığın bu kalıpları da zaman ve uzaydır, bunların,bir gerçekliği yoktur, kendinde şey olarak nesnelerin belirlenimi ve koşulu olamazlar, ama zaman ve uzayın duyularımızı aşan düşüncelliği (transsendental idealitesi) vardır, böylece bütün görüngüleri şeyin kendisi olarak değil, salt tasarımlar olarak kabul etmemiz gerekir.

Ama bu transsendental idealizm deneysel gerçekçiliktir aynı zamanda, çünkü dış görülerimize uzayda gerçek bir şeyin karşılık olduğunu kabul eder.

Edebiyatta İdealizm

Dünyayı ve varoluşu bilinç ve düşünceye öncelik vererek açıklama öğretisinin temel olduğu felsefi akımın edebiyattaki uzantısıdır. İdealist felsefenin tüm özellikleri edebi eserlerde de görülür.

20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Bireyci dünya görüşü ve sembolizm akımına bir tepki olarak doğmuştur. Çağcıl yaşamın artık makineleşen toplumları ve alabildiğine serpilip gelişen kentleriyle bireyi topluluk içinde yaşamaya zorladığını vurgulayan idealizm, bir arada yaşamanın yarattığı ortak kanı ve duyguları dile getirmeyi amaçlamaktadır.

Topluluk bilincini ve bu bilince göre bireyin varoluşunu, yaşamı belli belirsiz yönlendiren kimi tinsel gerçekleri betimlemeyi ön planda tutar.

En büyük temsilcisi Fransız yazar
Sembolizm (Simgecilik), 19. yüzyılın sonlarında Fransa'da ortaya çıkmış ve 20. yüzyıl edebiyatını önemli ölçüde etkilemiştir. Bireyin duygusal yaşantısını dolaysız bir anlatım yerine simgelerle yüklü ve örtük bir dille anlatmayı amaçlar. Simgecilik, geleneksel Fransız şiirini hem teknik hem de tema açısından belirleyen katı kurallara bir tepki olarak başladı.

Jules Romains’tir. Bu akımın temelleri, Romains’le Chenneviere’nin yazdığı Petit Traite de Versification (Şiir Üzerine Küçük İnceleme) ve Georges Duhamel’le Charles Vildrac’ın kaleme aldığı Notes su la Technique Poetique (Şiir Tekniği Üzerine Notlar) adlı eserlerde ortaya konulmuştur.

Mavi Peri - avatarı
Mavi Peri
Ziyaretçi
7 Temmuz 2012       Mesaj #6
Mavi Peri - avatarı
Ziyaretçi
İdealizm

Tüm varlığı düşünceye indirgeyen ve düşüncenin dışında tüm nesnel gerçekliği ya da maddî gerçekliği yadsıyan öğretilerin genel adı. İdealist öğretilerin en eskileri Elea filozoşarının öğretileridir. Elea filozofları (Ksenophanes, Parmenides, Elealı Zenon), çokluklar ve hareketler dünyası olan fizik dünyayı ancak usla kavranabilen, düşünülür dünyadan ayırıyorlar, bu düşünülür dünyayı mutlak ve evrensel bir bütünlük olarak belirliyorlardı. Onların bu belirlemeleri gerçek anlamında hareketi ve oluşu olanaksız kılıyordu. Felsefe tarihinin ilk büyük idealisti Platon'dur. Platon da Elealılar gibi bir duyulur dünya, düşünülür dünya ayrımı koyuyor, duyulur dünyayı bir gölgeler dünyası, bir görüntüler dünyası olarak belirliyor, sarsılmaz gerçeklikler olan idealarla donatılmış saydığı düşünülür dünyayı gerçek dünya olarak gösteriyordu. Platon'un idealistliğini Elealılarınkinden ayıran başlıca nokta, Platon'da duyulur bir önem taşıyan bir gerçeklikler dünyası olmasıdır. Bu yüzden bu duyulur dünya, düşünülür dünyanın bilgisine ulaşmada bize bir çıkış yolu sağlar, düşünülür dünyada almış olduğumuz bilgileri anımsamada ilk etkiyi kazandırır. Descartes'ın idealistliği Platon'unkine göre çok ılımlı bir idealistliktir, çünkü Descartes, maddenin varlığını benimsediği gibi madde dünyasında yapılan deneylerden giderek sahip olduğumuz edinilmiş bilgileri doğuştan fikirler kadar olmasa da önemser, ayrıca deney dünyasını birtakım bilgilerin doğrulanmasında bize sağlam veriler sağlayan bir alan olarak görür. Gene de "ben"i bilgi edinmede belirleyici saymasıyla, buna göre doğuştan fikirleri bilginin temeline koyuşuyla Descartes felsefesi tam anlamında idealist bir felsefedir. Descartes'ta dış dünya gerçeğiyle dengelenen idealistlik, Berkeley'de en aşırı anlamını kazanır, öyle ki Berkeley dış dünyanın varlığını tümden yadsır ve varlığı varlığın fikrine indirger, bu yüzden onun felsefesine maddesizcilik adı verilir. Berkeley'e göre maddî şeylerin varlığı onlardan elde ettiğimiz algıdadır, bir başka deyişle şeyler algılandıkları için vardır. Bu öznelci bakış, sonuna kadar götürülemez. Çünkü Tanrı'nın varlığını göstermek de gerekecektir. Tanrı, insan düşüncesinde şeylerin varlığını yaratan aşkın güçtür. Kant'ın göreli ya da aşkın idealistliğinde, dış dünya kendisinden kendi öznel koşullarımıza göre elde ettiğimiz fikirlere indirgenir. Kendinde şeyler vardır ama biz bu kendinde şeylerin bilgisine varamayız, bunlar bizim deneylerimizi aşar, biz ancak olguların bilgisine ulaşabiliriz, biz dış dünya üzerine elde ettiğimiz bilgileri de olgulardan elde ederiz. Bu yönüyle Kant idealistliği kendinde şeyi bilinmez saymakla bilinmezci idealistliktir. Bu idealistlik her bilginin insan zihninin özelliklerine göre oluştuğunu bildirmekle göreli idealistlik diye belirlenir. Hegel ve Schelling'in idealistliği varlığı evrensel fikre indirger; bu fikrin gelişimi algılanabilir varlıkların çeşitliliğini oluşturacaktır. Buna göre evren gelişen bir mutlak varlık anlamı kazanır. Schelling "ben"i ve "ben olmayan"ı ayrı ayrı şeyler saymakla birlikte onları mutlaktan getirir, bu mutlak özneyle nesnenin, maddeyle biçimin özdeşleştiği yerdir. Hegel ise mutlakın yerine fikri koyar, ama onu mutlak bir şey olarak koyar. Bu yüzden Schelling'in ve Hegel'in idealistliği temelde aynı bakış açısına dayanır. Hegel'i yeni kılan, evrensel oluşuma diyalektiği getirmiş olmasıdır. İdealistlik, ne olursa olsun, maddeye karşı fikri koyuşuyla maddeciliğe tam anlamında karşı olan bir düşünce biçimidir, bilgi edinmede özneyi nesne karşısında belirleyici saymakla birlikte deneyin bilgisini yadsımadığından hatta kendi ölçümleri içinde zorunlu gördüğünden tam anlamında deneyciliğe karşı bir görüş olarak belirmez. İdealizm, sanat ürününü yetkinlik kavramıyla açıklar. Bu anlamda sanat, yetkinliğe ulaşma çabasıdır. Nitekim bir sanat yapıtını salt biçim olarak değerlendiren düşünüş de temelde idealist öğretilere dayanmaktadır.

MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi

Benzer Konular

7 Ocak 2012 / Mira Edebiyat