Arama

Postmodern Felsefe

Güncelleme: 26 Ocak 2007 Gösterim: 7.337 Cevap: 3
Asi-BeL - avatarı
Asi-BeL
Ziyaretçi
12 Kasım 2006       Mesaj #1
Asi-BeL - avatarı
Ziyaretçi
Aydınlanma düşüncesinin temelini oluşturan rasyonalizmin, yani nesnel bilginin akıl yoluyla edinilebilir olduğuna duyulan inancın sarsılması ile birlikte başlayan ve bir bütün modern felsefenin temel kategorilerinin sorunsallaştırılması ve bu kategorilerin işletildiği epistemolojik ilkelerin yerinden edilmesi ile sonuçlanan felsefe eğilimi. "Özcülük", "temelcilik", "gerçekçilik", "nesnellik", "özne" ya da "ben" gibi modern felsefeye içkin ve aydınlanma düsüncesinin temel dayanakları olan kavramlar burada artık tümüyle işletilemez bir hale gelir. Bu, bir tür felsefenin sonudur, ama tümden felsefenin değil, özellikle vurgulandığı haliyle, Platon'dan beri süregelen ve Modernizmde doruğuna ulaşan metafiziksel felsefenin sonudur.

Sponsorlu Bağlantılar
Felsefe yapmanın imkan ve olanakları bu noktadan itibaren başka bir yol izlemek durumundadır, ki postmodern felsefe eğilimleri çeşitli kollardan bunun açılımlarını yaparlar. En bilinen ve etkili örnekleri Lyotard'ın Büyük Anlatılar'ın sonu eleştirisi, Focault'nun soykütüksel arkeolojisi, Levinas'ın ötekilik felsefesi, Derrida'nın yapısökümcülük'ü, Deleuz'un göçebe şizoid analizler'i, Rotry'nin ironi ve olumsallık kavramları, Barthes'ın göstergebilimsel serüven'i, Kristeva'nın metinlerarasılıkı, Laclau ve Mouffeu'nun anlamın kapatılamazlığı hakkındaki çözümlemeleri şeklinde çok genel olarak belirtilebilir.

Postmodern felsefe, fenomenoloji, yapısalcılık, varoluşculuk, eleştirel teori ve Marksist felsefe gibi öğretiler arasındaki etkileşimlerin oldugu kadar, dilbilim, antropoloji, psikoanaliz, sosyoloji gibi disiplinler arasındaki kuramsal sınır çatışmaları ve geçişkenliklerinin de ürünüdür. Farklı kollardan modern düsüncenin içinde kuramsal sınırları zorlayan Kant, Hegel, Marks, Freud, Nietsche, Husserl,Heidegger, Saussure bir anlamda daha modernizm icinde postmodern felsefenin öncüllerini atmışlar ve derinleştirmişlerdir.Özellikle son dört ismin postmodern felsefenin fikir babaları olduklari söylenebilir. Fransız felsefecileri daha sonra, 1960 ve 70’lerde, bu düşünürlerin açtıkları izlekleri derinleştirerek postmodern felsefenin başlıca yaklaşımlarını şekillendirmişlerdir.

Postmodern durum zaten çoktan belirginleşmeye başlamıştır II.Dünya savaşı'ndan itibaren. Ekonomik, siyasal ve toplumsal düzenlenişlerin ifadesi olan postmodern durumun yanı sıra, mimariden diger sanat dallarına felsefe, din, toplum, kültür ve benzeri her alanda modernizme tepki olarak doğan tutum ve yaklaşımların ifadesi olarak da postmodernizm ortaya çıkmıştır. Postmodern felsefe ise, bu noktada postmodernizmin arkaplanındaki, ya da başka bir deyişle altyapısındaki teorik temeli olusturur. Postmodern felsefe, dolayısıyla modern felsefenin içerdiği kavramsal ikiliklere ve onların epistemolojik temellerine kökten bir itirazdir denebilir.

Postmoder felsefe, her seyden önce en genel anlamda evrensel, tümel, nesnel ve rasyonel bilginin varlığına yönelik derin bir kuşkunun ortaya çıkmasının ürünüdür. Bu kuşkuyla giderek, ikili kavram karşıtlıkları ve onların dayanakları olan epistemolojik konvansiyonları yıkmaya yönelir. Yapısalcı dilbilimin dil’i sorunsallaştırması, psikoanalitik kuramın bilinç’i deşifre etmesi ve antropolojinin kültürel olguların dayandığı derin yapıları açığa çıkarmasının sonuçlarına bağlı olarak düşünce-gerçeklik ilişkisinin, dolayısıyla da bilginin geleneksel felsefedeki yapısının altüst edilmesi sözkonusu olur.

Modernist ve geleneksel felsefe 'nin eleştirisi
Postmodern felsefenin gelişiminde Fransız yapısalcılığı' nın özel yerini belirtmek gerekir: yapısalcılığın kurucu öncüsü Sausseure’ün ve felsefi meseleleri dil bağlamında sınırlarına vardıran Wittgenstein’ın sonrasında yapısalcılık özellikle Fransada etkin olmuş ve yolaçtığı kuramsal tartışmalar yapısalcılık-sonrası-teori ile postmodern felsefenin oluşumunda belirleyici bir rol oynamıştır. Antropolog Levi Strauss, psikoanalitik kuramcı Lacan, göstergebilimci Barthes, marksist filozof Althusser bu oluşumun yakın tarihli mimarlarıdır.

Postmodern felsefenin, belirli bir bakış açısıyla saptanabilecek kimi ortak eleştiri bağlamları ya da tematik toparlanmaları dışında belirli bir savunusu ya da öğretisi yoktur denebilir. Çünkü onu belli bir disiplin ya da öğretiye indirgemek olanaklı değildir, daha çok birkaç koldan farklı felsefelerin toplandığı bir felsefe düzlemi olarak anlamak mümkündür. Yani, farklı felsefi eğilimlerin bir araya geldiği, birbirinden farklı konum ve tutumların savunuldugu ayrışık bir felsefe düzlemi dir postmodern felsefe. Tıpki Modernist felsefelerin akıl ve akılcılık üzerinden okunması gibi, postmodern felsefenin de bunlara karşıtlığı üzerinden okunması sözkonusu olabilir.

Öyle ki, burada, felsefe-dışı sayılan konular da bir şekilde felsefenin içine taşınır ve dahası, kategorik ayrımlarla belirlenmiş olan disiplinler sürekli birarada kullanılır ve sürekli arayüzeyler de çalışılır. Açıkca görüleceği üzere postmodern felsefe, yalnızca modern felsefe düzlemini değil aynı zamanda onun mirascısı ve mantıksal uzantısı olduğu geleneksel felsefenin metinsel yapısını, yani tüm kategorik işletim mekanizmalarını çözüştürmeye yönelmektedir. Burada, yeni bir içerik arayışının değil ama daha çok ve asıl olarak yeni bir biçimsellik arayışının sözkonusu olduğu söylenebilir.

Bu biçimselliğin başlıca özelliği geleneksel formların bütünselliğine, tümelliğine, kapalılığına ve ciddiliğine karşıt olarak, parçalı, yüzeysel, ironik ve çok katmanlı oldugu söylenebilir. İyi-kötü, yüksek-alt ya da yukarı-aşağı, doğru-yanlış, rasyonel-irrasyonel, öz-biçim, gerçek-gerçekdışı ve benzeri ikiliklere dayali epistemelojik yapı çözüştürülür bu yeni biçimsellik girişimleriyle.

İnsan'ın ölümü
Öte yandan, postmodern felsefe, metafizik felsefenin ya da daha doğru bir deyişle felsefenin metafizik yapısının sonunu ortaya koymanın yanı sıra, bir düzine metafizik nosyonun da sonunu ortaya koyar. Bunların başında insan nosyonu gelmektedir. Nietsche’den Derrida’ya izlekler takip edildiğinde açık olarak insan’ın sonu’ nun ortaya konulduğu görülecektir. Hümanizmin teorik statüsünün geçersizliği daha yapısalcılık zamanında belirginleşmiştir.

Althusser, yapısalcı Marksizmini temellendirirken kendi düşünce ayrımlarını ifade etmek için „marksizm bir teorik anti-hümanizmdir“ saptamasını çekincesiz ifade etmiştir ve yaptığı açılımlar bu bağlamda insan nosyonunun nasıl sorunsallastırılacağını gösterir. Öte yandan, felsefe de ben'in imkansızlığı açıkca gösterilmiş ve her bakımdan özne'nin özne oluşunun dayanaklarının kendi dışındalığı belirlenmiştir. Bu noktadan itibaren öznenin yeniden anlamlandırılması kaçınılmaz bir gerekliliktir.

Postmodern durum bu bakımdan yalnızca yeni bir takım iktisadi ve sosyal verilerin ifadesi değil, aynı zamanda teorik düzlemde bu metafizik sonun da adıdır. Postmodern felsefe, dolayısıyla, Kant’ta açık ifadesini bulan „aydınlanma tasarısı“nı ve bütün modern felsefe akımlarına ruhunu veren akıl’ın ve dolayısıyla bilim'in teorik düzlemde mutlaklaştırılması eğilimini, metafizik insan nosyonuyla birlikte geride bırakmaya yönelmiş felsefe duruşudur.

Sonuç olarak, postmodern felsefenin mantığını çarpıcı birkaç formülasyonlarıyla (bunlar postmodern felsefenin kendini ifade ettiği ve temel eleştirileri aldığı noktalardır) şöyle özetleyebiliriz:

Özgünlük yoktur, kopyaya kaynaklık eden de kopyadır ve asıl’a ulaşmak sözkonusu olamaz. Saf gerçeklik ya da olgular yoktur, bakışın bütün olanaklarına yorum'un izleri sinmiştir ve bundan kaçılamaz, ayrıca bütün yorumlar önceki ya da başka bir yorumun yorumlanmasıdır.Hakikat yoktur, öyküleme ve yansılamanın ötesinde tek ve mutlak olarak geçerliliği temellendirilebilecek bir hakikat olamaz.Metnin dışarısı yoktur, her tür bilgi, ontolojik ya da epistemolojik varsayımları içeren her tür bilgi, metinsel bir okumadır sonuçta, dışsal gönderimleri sürekli metnin içine düşer. Dilimizin sınırları dünyamızın sınırlarıdır, Wittgenstein’in söylemiş olduğu gibi, çünkü, dil’in sınırlarının ötesi bilgiye kapalıdır. Ve son olarak, ,ben başkası’dır, ben her zaman zaten başkalarının yaratımı olduğu için.

virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
14 Kasım 2006       Mesaj #2
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi
Modern kelimesi ilk olarak Latince modernus biçimiyle 5.yüzyılda Romalı ve Pagan geçmiş ile Hıristiyan dönemi ayırmak için kullanıldı. İçerikleri sürekli değişse de modernlik hep bir eskiden yeniye geçiş olarak algılandı.

Sponsorlu Bağlantılar
Bazılarına göre ise modernlik, Rönesans ile sınırlanır. Aslında bu çok dar bir tanımdır; zira Avrupa'da modern terimi, hep yeni bir dönem bilincinin, antik çağlarla kendisi arasında yeniden gözden geçirilmiş bir ilişki kurduğu dönemlerde ortaya çıkmaktaydı; hatta bu dönemlerde, hep antik çağ, belli bir takım taklitlerle yeniden oluşturulması gereken bir model olarak görülmekteydi.

Modern diye kabul edilen ürünlerin ayırdedici özelliği yeni olmasıdır; bir sonraki stilin yeniliği ile onun modası geçecektir. Ama modaya uygun olanın kısa zamanda modası geçse de, modern olan, klasikle gizli bağını hep sürdürmüştür. Doğaldır ki, zamana karşı dayanan ne olursa olsun daima klasik olarak değerlendirilmiştir. Ama, açıkça modern olan belgeler, bir klasik olma gücünü, geçmiş bir dönemin otoritesinden almıyorlar; tam aksine, modern bir çalışma, bir zamanlar gerçekten modern olduğu için klasik oluyor.

Modernlik anlayışımız, kendisine ait klasik olma ölçüsünü yaratıyor. Bu durumda, klasik modernlikten bahsediyoruz. Modern ve klasik arasındaki ilişki, sabit bir tarihsel referans noktasını tamamen yitirmiştir. Modernlik, geleneğin normalleştirici fonksiyonlarına karşı bir başkaldırıdır. Modernlik normatif olan her şeye karşı isyan deneyimi ile yaşar.

Postmodernizm, post önekinden de anlaşılacağı üzere bir sonralık, bir aşmışlık, bir başkaldırı boyutu taşımaktadır. Hatta genel yapı itibari ile bir tanıma indirgenemeyecek bir karmaşıklığa, düzensizliğe sahipse de öncelikle modernlikle bir hesaplaşma, onu aşma, belki de ondan öncesini barındırma özelliklerine sahip bir akımdır.

Tarihsel olarak bakıldığında, postmodernizm, askeri ve iktisadi Amerikan hakimiyeti akımının üstyapısal ifadesi yada en azından Avrupa-merkezciliğinin sonu olarak görülebilir. Bu iddiada doğruluk payı bulunmakla birlikte böyle bir dönemselleştirme mutlak değildir. Zira modernlik Eflatun'a kadar götürülebiliyorsa, postmodernlik de Sofistlere kadar bağlanabilir. Bu bakış açısında da modern-postmodern ayırımı daha çok felsefi veya metafizik bir ayırım olarak kalmaktadır.

Postmodernizme bir bütünlük, birlik kazandırmak imkansızdır. Heterojenlik, çokseslilik, bölünmüşlük kadar, bunların beraberinde getireceği yanlış anlamaları, yanılgıları da onaylayan ve geniş bir meşruluk zemini oluşturan bir tavırdır. Katı yaklaşımların oluşturduğu ideolojik kalıplara karşı olan postmodernist akım, bilgi kuramını tekdüzelikten ve katılıktan kurtarıp daha hoşgörülü ve açık hale getirme uğraşıdır.

Postmodernistler hiçbir şeyin kesin ve tam olarak bilinemeyeceğini, ilerleme fikrinin hiç bir şeklinin savunulamayacağını ve ekolojik kaygıların öneminin giderek artığını vurgulamaktadırlar. Postmodernizmin gözle görülür bir yapıya büründüğü, belki de en kesin çizgilerle ayrımının belirginleştiği alan mimarlıktır. Geleneksel mimarlığın dogmatizmine karşı çıkış olan modern mimarinin kendisi de zamanla bir dogma halini almıştı.

Modern mimari, süslemeden, tarihsel göndermelerden arındırılmış, soyut formlar üzerine kurulu, işlevsellik ve teknolojinin gereği olma amaçlarına sahip bir mimarlıktır. Modern mimari, pozitivist bir bakış açısıyla tarihi, irrasyonel geçmiş ve rasyonel gelecek diye ikiye bölüyordu.

Postmodernizme göre modernlik, bitmiş bir mükemmellik, netlik, kesinlik ve çelişkisizlik arayışıdır. Modernizm, mimariyi toplumu düzene sokmak için bir araç olarak görüyordu; sonuçta ise, çirkin çağdaş kentler, beton yığınları çıktı ortaya. Postmodernizm ile çoğulculuğun kapısı açıldı; tarih, gelenek içeri alındı. Bunun yanına ilkesizliğin ilke olarak benimsenmesi de eklenince, ortaya kurallarla oynayıp zenginleştirmeye dayalı bir yaratıcılık, demokratik bir perspektif genişliği çıktı.

Postmodernizmde, sıradan olandan, karmaşadan, hatta gündelik hayat görünümlerinden korku duymayan bir rahatlık söz konusudur. Böylece, kahraman, kurtarıcı, topluma biçim verici önderlik hegemonyasının egemen olduğu bir imaj yerine, oportünist veya alçakgönüllü, toplumun haklı veya haksız olmasını sorgulamakla görevli olmadığının bilincinde, "ya öyle ya böyle"cilikten, "hem öyle hem böyle" mantığına geçmiş, çoğulcu bir ahlak anlayışını savunan bir bakış açısı belirginleşir.

Popülist kültüre bir kirlenme olarak bakan modernist perspektife zıt olarak, post modernizm komplekslerden sıyrılmış, tarihe ve halka önem veren, "istediğini yap" tavrına sahip bir anlayıştır. Postmodernizmin en revaçta görülmeye başladığı yıllar, sanayi sonrası toplum, bilgi çağı, iletişim ideolojisi, gibi kavramların da ortaya çıkışı ile çakışıyor. Artık bilime teknoloji öncülük ediyor.

Cümlelerin kodlanabilen, deşifre edilebilen, mesajlara indirgendiği, dilin basitleştirme ve saydamlaştırma çabalarıyla teknolojinin bir aracı haline geldiği bir bağlamda, bu yeni çağda dilin yeri de büyük değişikliğe uğruyor. Bilgi, bir enformasyon yığını olarak görülmeye başlanıyor. Modernlikte bilimin iki temel işlevi olduğu söylenebilirdi. İlki bilimin insanlık yada halk adına yapıldığı savının çevresinde öbekleşen anlayış. Buna göre bilim insanların eşitlikçi şekilde mutluluğunu sağlamaya yönelik bir araç olarak görüldü.

İkinci ekol ise, bilimin bilim için yapıldığı, onun spekülatif evrensel bir oluşum olduğunu iddia eden yaklaşımdır. Yavaş yavaş bu iki anlayışında gerçeği pek yansıtmadığı görülmeye başladı. Bilimin kendi başına mutluluk veya eşitlik sağlamadığı ortaya çıktı önce. Eğitim alanında da aydınlanmış, vatandaşlık bilincine sahip insanlar yetiştirmek, savaşları önlemek gibi soylu amaçlar giderek gözden düştü.

İdeallerin yerini giderek daha iyi bir meslek sahibi olmak yada beceri elde etme özlemi alıyor. Üniversitelerde feodal disiplin ayrımları yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Daha genelde, cahillikten suçluluk duyanlar pek çıkmıyor artık. İlk bakışta Amerikanlaşma olarak adlandırılabilecek olan bu yaklaşım, modernliğin çıkmazı olarak da görülebilir. Modernizmin bunalımı ile birlikte, insanlık, ulus, halk, vatan, ploreterya, v.s. gibi tinsel bir değeri vücuda getiren bir özne ile kendini özleştirerek yada böyle bir varlıktan yola çıkarak düşünen ve hareket eden "aydın"ın ölümü, hiç değilse, evrensellik, tümellik, bütünsellik fikri kadar özne ideolojisinin de darbe yediği bir ortamda, bir daha gelmemek üzere aydının iktidarının sonunu getirecek gibi görünüyor.

Postmodernizm, modernliğin melankolisi veya sinik eklektizmden öte, bütünlük baskısından, bir üst-söylemin otoritesi altında senteze varma baskısından kurtularak, daha da ileri gitme isteği; eşitlikçi anlatının ve sistem teorisyenlerinin konsensusa varma çabalarını, sağlam, istikrarlı düzen arayışlarını reddeden bir tavır.

Her tartışmanın sonu, anlaşma veya uzlaşma değildir artık. Dogmacı ve pozitivist pragmatik baskıya karşı önerilen, paradoks ve çatışmaların içselleştirildiği bir mantık. Modernlik temelinde, devlet ile toplumun, akılcı doğal hukuk ile siyasal ekonominin, bilme ile inanmanın ayrıştırılmaları ve sınırlar koyma ve sınırları tanıma projesidir.

Modernizmde ayrıştırma yanında bu ayrılıklar korunur. Örneğin, bilim, felsefe ve sanat arasında keskin çizgiler vardır. İşte postmodernizm, mevcut sınırları, duvarları ayırımları tanımayan bir yapıdır. Modernizm, toplum ile kültürün ayrışmasına yol açmıştır. modernist kültür, akılcı yaşamın ahlaki temelleriyle taban tabana bir uyumsuzluk oluşturur. Kültür, bu modern biçiminde, ekonomik ve idari zorunlulukların baskısı altında rasyonelleştirilen gündelik hayatın alışılmışlığına ve erdemlerine karşı nefret hissi uyandırmaktadır.

Uzmanlığın ve işbölümünün belirginleştiği modernist akımda, kültürün her alanı, problemlerin uzmanların işi olarak ele alınabildiği kültürel mesleklere göre ayarlanabilirdi. Kültürel geleneklerin profesyonellik alanlarına bölünerek ele alınışı, kültürün her üç boyutunun da (bilim, ahlak ve sanat) esas yapılarını ön plana çıkartır. Böylece her biri bu belirli alanlarda mantıklı olma konusunda diğer insanlardan daha usta görünen uzmanların denetimi altında, bilim, ahlak ve sanat dallarında aklın yapıları ortaya çıkar.

Sonuç olarak uzmanların kültürü ile daha geniş olan toplumun kültürü arasındaki mesafe giderek artar. Uzmanlaşmış yaklaşım ve düşünce yoluyla kültüre dahil edilen şeyler, hemen ve zorunlu olarak gündelik hayata mal olmazlar. Bu türden bir kültürel rasyonelleşme sonucu, gelenekselin zaten değerden düşürülmüş olduğu bir kültür dünyasının giderek daha yoksullaşması ortaya çıkar. 18.yüzyıl aydınlanma filozofları tarafından formüle edilen modernlik projesi, nesnel bilimi, evrensel ahlak ve yasayı ve kendi iç mantığı çerçevesinde sanatın özerkliğini geliştirme çabalarından oluşuyordu.

Modernliğin başarısızlığı belki de, hayatının bütünlüğünü, uzmanların kesin etkisine terkedilmiş alanlarla parçalamasıydı. Modern estetiğin sorduğu soru "güzel nedir?" değil "sanatsal olan nedir?" sorusudur. İktidar siyasi bir partinin elinde bulunduğunda, gerçekçilik, deneysel öncü sanatçı veya bilim adamları üzerindeki zaferini iftira ve yasaklama yoluyla elde eder. Ancak yine de partinin istediği, seçtiği ve uygun gördüğü anlatı, imaj ve formları talep edecek bir izleyici kitlesine ihtiyaç vardır.

Sanatsal denemelere karşı saldırı politik merci tarafından yürütüldüğünde tamamıyla gericidir: estetik yargı, şu yada bu yapıtın, güzelin yerleşik kurallara uygunluğu üstüne karar vermekten başka bir şey yapmaz. Yapıtın, kendini bir sanat eseri kılan özelliklerde ve amatörlerle buluşabilme olasılığından kaygılanması gerekliliğinin yerini, yapıtları ve alıcıyı bir defada ve her zaman için önceden belirleyen ve bunları empoze eden otorite alır.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Kasım 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Postmodern Felsefe


En genel anlamda, "Aydınlanma Tasarısı"nın temelini oluşturan nesnel bilginin us yoluyla edinilebilir olduğuna duyulan güvenin kökten yıkılmasıyla birlikte, "temeldencilik", "özcülük", "gerçekçilik", "ussallik", "özne", "ben" gibi modern felsefenin en temel tasarımlarının sorunsallaştırılarak ele alındığı felsefe çerçevesi, konumu ya da duyusu.

Felsefede postmodern yönelimli düşünürlerin evrensel, tümel, nesnel, ussal bir doğruluğun varlığına yönelik derin bir kuşku duydukları, bu kuşkuları doğrultusunda da özellikle değişik dil ve deyiş stratejileri aracılığıyla Batı felsefesi dilinin keskin kavram karşılıkları üstüne bina edilmiş ikilikleri yıkmayı amaçladıkları, hep "dilin yaşamsallığı" ile "yaşamın dilselliği" düşüncesini öne çıkardıkları gözlenmektedir. Düşünceleriyle postmodern felsefenin oluşumuna katkıda bulunan düşünürlerin en önde gelenleri olarak, Nietzsche, Heidegger, Wittgenstein, Foucault, Levinas, Derrida, Lyotard, Baudrillard, Rorty, lngaray, Kristeva, Cixous adları sayılabilir.

Görüngübilim, varoluşçuluk, Marxçılık gibi düşünce okullarının tersine postmodern felsefenin temel bir savunusu olmadığı gibi belli uslamlamalarla özetlenebilecek genel bir öğretisi de yoktur. Bu nedenle postmodern felsefe denince daha çok II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan, Marxçılık, yapısalcılık, varoluşçuluk, post-yapısalcılık, yapısökümcülük gibi bir dizi felsefe akımından çeşitli biçimlerde etkilenmiş pek çok Fransız felsefecinin değişik bakımlardan belli yaklaşımlara karşı çıkmalarını anlatan ortak bir felsefe düzlemi anlaşılmalıdır. Bu anlamda postmodern felsefe kendi içinde alabildiğine değişik felsefe eğilimlerinin biraraya geldiği, birbirinden son derece farklı konumların ya da tutumların savunulduğu kendi içinde bütünlüğü olmayan ayrışık bir felsefe bağlamına göndermede bulunmaktadır. Postmodern felsefenin çok büyük ölçüde yaşam bulduğu XX. yüzyılın ikinci yansındaki Fransız felsefe bağlamının biçimlenişinde kimi felsefe anlayışlarının çok özel bir yeri vardır. Kuşkusuz bunların arasında en önemlisi Alman felsefe geleneğidir. XIX. yüzyıl düşünürlerinden Hegel, Marx ve Nietzsche bir yanda, XX. yüzyıl düşünürlerinden Freud, Husserl ve Heidegger öbür yanda, özünde Fransa kökenli postmodern felsefenin doğuşunda çok önemli bir yer tutmaktadırlar. Bütün bu Alman fılozoflarına ek olarak, çoğunluk yapısalcılığın doğuşunu olanaklı kıldığı düşünülen Isviçreli dilbilimci Ferdinand de Suassure de ayrıca anılmayı hak etmektedir.

Nitekim bütün bu düşünürlerden çok değişik açılardan beslenen Fransız felsefecileri 1960'lı ve 1970 li yıllarla birlikte postmodern felsefenin temel çatısını kuracak kilit değerde önemi bulunan düşünceler dile getirmişlerdir. Genel olarak postmodernizm terimi, terimin ilk ortaya atıldığı mimari başta olmak üzere sanat dallarında, felsefede, dinde, toplumda, kültürün hemen her alanında modernizm diye anılan anlayışa tepki olarak doğmuş bir dizi tutum ve yaklaşımı anlıyor olmakla birlikte, postmodern felsefe denince çoğunluk postmodernizmin kuramsal altyapısını oluşturmaya dönük bütün araştırmaların birlikte durduğu kendine özgü bir felsefe düzlemi anlaşılmaktadır. Postmodern felsefe söylemine genel çizgileriyle bakıldığında değinilmesi gereken önemli noktalardan biri, postmodern kavrayışın geleneksel felsefeden bütün bütün bir kopmayı gerçekleştirmek amacıyla özel olarak tasarlanmış konu seçimleriyle biçemsel özellikleridir.

Bu bağlamda postmodern felsefe metinleri, geleneksel felsefe metinleri gibi salt felsefenin sorunları ile teknik konuları üzerine yazılmış metinler olmaktan çok, çoğu durumda klasik filozofların gözünde felsefe dışı konular olarak görülecek toplum ile kültürün hemen her yönüyle, hergünkü yaşamın bütün anlarıyla ilgilidirler. Bu anlamda post- modern felsefenin ana izlencelerinden birisini, bütün öğeleriyle, yeter koşullarıyla, olmazsa olmazlarıyla "geleneksel felsefe metni tasarımları"nın çözüştürülmesini olanaklı kılacak birtakım yeni yazma stratejilerinin üretimi oluşturmaktadır. Nitekim postmodern felsefe metinlerinin en belirgin özelliği bölük pörçüklükleridir. Bu nitelikleriyle hem geleneksel felsefe metni tasarımındaki kendi içinde bütünlüklü olma ülküsüne karşı çıkarlarken hem de çağdaş varoluş deneyinin bölük pörçüklüğünü dile getirmektedirler.

Derinlikli olmak yerine kimileyin sığlığa varacak ölçülerde yüzeysel olma, ağırbaşlı yazılar olmak yerine alaycı, dalgacı, tiye alıcı olmalarıyla yazı yazma ediminin bir oyun oynamaya dönüştürülmesi yine postmodern felsefe metinlerinin ayırt edici özellikleridir. Bütün bu metinsel ve dilsel yeniliklerle gerçekleştirilmek istenen başlıca amaç, geleneksel felsefe değerlerinin olduğu denli, yerleşik kültürel değerlerin ve ayrımların da altlarının oyularak yerlerine yeni bir şey koymadan çökertilmeleridir.

Postmodern felsefenin büyük mimarları felsefe yapmanın her şeyden önce bir yazı yazma etkinliği olduğunu, aynı biçimde felsefecinin de değme bir yazar olduğunu düşündüklerinden ortaya koydukları metinlerde "yüksek kültür ile alt kültür", "iyi ile kötü", "dış dünya ile iç dünya", "ussal ile deneysel" gibi belli başlı bütün ayrımların çözüştürülerek felsefe metnini öteden beri taşımış bulunan bu geleneksel dayanakların kuşkuya açılmaları söz konusudur. Bu anlamda postmodern felsefenin belirleyici öğelerinden biri, öteden beri birer dayanak oldukları düşünülmüş kimi kavram ya da terimlerin aslında öyle savıldığı gibi herhangi bir şeye dayanaklık edebilmelerinin söz konusu olmadığına yönelik temel farkındalıktır.

Gerek insancılığın insanmerkezcilik olduğunun açıklıkla görülmesi bakımından olsun, gerekse Descartes 'ta temelleri atılan Kant ile Hegel 'de ise doruğuna ulaşan modern felsefenin sorunlarının ayırdına varılması bakımından olsun, postmodern felsefenin en başından beri Nietzsche, Heidegger, Lacan, Foucault, Deleuze, Derrida gibi felsefecilere düşünsel borçlan büyüktür. Postmodern felsefenin en temel görüşlerinden birine karşılık gelen, "insanın ölümü"ne bağlı olarak metafizik insanlığın sonuna gelinmiş olması düşüncesi, postmodern durum diye anılan genel insanlık durumunun da en ayırt edici özelliğidir. Kuşkusıız bu durumun en iyi anlamı Nietzsche 'nin yoksayıcılık (nihilizm) duyurusu ile varlıkbilgisel yoksayıcılık çözümlemelerinde bulunmaktadır. 1979 yılında yayımladığı Postmodern Durum başlıklı kitabında önemli postmodern felsefecilerden Lyotard , postmodern felsefenin felsefi anlamına yönelik oldukça yararlı açımlamalarda bulunmaktadır. Lyotard burada postmodern felsefenin, bütün her şeyi açıklama savıyla ortaya ¢kan bütüncül (totaliter) üst anlatılara duyulan genel güvensizlik durumunun değişik biçimlerde dile getirilmesi olarak anlaşılabileceğini ileri sürmektedir. Foucault 'nun soykütük çıkarmaya yönelik kazıbilimsel çalışmaları, Derrida 'nın Batı felsefesinin sorunlu metafizik tasarımlarının yapısını sökmeye yönelik yaptığı okumalar, Deleuze 'ün göçebe düşünceleriyle ortaya koyduğu şizoanalizleri postmodern felsefenin içerden, nasıl yapıldığının görüp izlenerek en iyi öğrenilebilecegi yerlerdir.

Açıkça görüleceği üzere, postmodern felsefenin geleneksel felsefe yapma anlayışına karşı dillendirdiği en güçlü meydan okumalardan biri, tarihin büyük ölçüde, modernciliğin ise bütün ülkü ve tasarılarıyla birlikte kesinkes sonuna gelindiği savıdır. Bu sav kimileyin Nietzsche 'nin metafizik eleştirisine dayandırılarak, kimileyin de Hegelciliğin çökmüş olmasına dikkat çekilerek tanıtlanıyor olsa da, çoğu postmodern felsefecinin gözünde buralardan destek almaya dahi gerek yoktur. Nitekim bütün her şey gibi tarihin de sona ermesinden daha doğal bir şey olamayacağım dile getiren postmodern felsefeciler, tarihin sonunun gelmiş olduğunu görmek için postmodern dünya ile postmodern insan deneyiminde fazlasıyla gösterge bulunduğunu ileri sürmektedirler. Modernliğin ilerlemeci ideolojisinin kendi sonunu getirmiş olmasının yarı ironik yarı trajik bir gerçek olarak okunduğu postmodern felsefe çerçevesi, hem Kant'ın aydınlanmacı Aydınlanma Tasarısı'nın hem de Hegel ile Marx 'ın tarihsel usu saltıklaştırmaya yönelik olarak verdikleri felsefe temellendirmelerinin ölümcül hastalığa yakalanmış modernliğin ölmeden önceki son hastalıklı çırpınışları olduğu sonucuna varmaktadır. Bu sonuçla doğrudan ilintili bir başka nokta da kökleri Alman İdealizmi'ne dek uzanan Avrupa yoksayıcılık deneyiminin edindiği yeni açılımdır. Buna göre postmodern felsefe geçmişte olumsuz bir hastalık tanısı konulan yoksayıcılığı, Nietzsche 'nin son bir fırsat olduğunu söylediği yoksayıcılık açıklamasından da destek alarak günümüz postmodern dünyası için en anlamlı insanlık deneyimi olarak göklere çıkarıp adeta kutlamaktadır. İnsanlık tarihinin geldiği bu noktada yaşanan yoksayıcılık deneyimi, göklerin adaletinin kimilerine göre bir ceza kimilerine göreyse bir armağan olarak gerçekleşmesi diye görülmektedir. Vincent Descombes hiç de hoşnut olmadığı bu durumdan yakınışını dile getirirken son derece açıklayıcı bir postmodern felsefe betimi vermektedir "özgün olan tek bit şey olsun yok; kopyaya ya da taklide model olanın kendisi de halis bir kopya ya da taklit. Gerçek olgular yok; yalnızca yorumlar var, bütün yorumlarsa daha eski bir yorumun yorumlanmasından öte bir şey değiller. Sözcüklere uygun anlamlar yok, yalnızca betili anlamlar dolaşıyor ortada. Hiçbir metnin sahici biçimi korunmamış, yalnızca çevirileri var elimizde. Doğruluk ya da hakikat diye bir şey yok; yalnızca "pastiş" (benzek; öyküntü) ile "parodi" (gülünçleme; yansılama) hayaletleri cirit atıyor dört bir yanda."

Hiç kuşkusuz postmodern felsefenin oluşumunda Fransız yapısalcılığının önde gelen düşünürleri, dilbilimci Saussure , insanbilimci Levi-Strauss , rohbilimci Lacan göstergebilimci Barthes 'ın yapakları çalışmaların büyük katkılan vardır. Ama bu oluşumda düşünürlerin çalışmalarından çok daha belirleyici olan, Platon, Descartes, Hegel gibi felsefe tarihinin en büyük dizgeci fılozoflarının yapıtlarında karşılaşılan ve şaşmaz kesinlikleriyle dikkat çeken bilgi savlarına yönelik ortak yürütülen "salakçı Felsefe" eleştisisidir. Bu eleştirilerin kökleri Kierkegaard ile Nietzsche 'ye dek uzanır. Nitekim, salak bilgiye ulaşmak adına açık seçik anlamları ve kesin doğrulukları belirlemeye yönelmiş geleneksel felsefe soruşturmasına karşı, postmodern felsefe çok büyük ölçüde Nietzsche'nin "Tanrı'nın Ölümü" duyurusunu bütün içerimleriyle birlikte "Felsefenin Sonu" duyurusu olarak okumaktadır. Nitekim bu bağlamda postmodern felsefenin oluşumunda son derece belirleyici olinuş ana izlencelerden ikisini, Heidegger 'in "varlığın yapıçökertimi" ile Derrida 'nın “bulunuş metafiziğinin yapısökümü" oluşturmaktadır. HEIDEGGER 'in ilk olarak 1927 yılında yayımlanan Varlık ve Zaman ’da kendisinden söz ettiği yapıçökertimi zaman içersinde aşama aşama gelişerek 1957 yılında çıkardığı Özdeşlik ve Ayrım ’da metafıziğin onto-theo lojical (varlık-tanrı-mantıksal) yapısının eleştirilerek çökertilmesine dönüşmüştür. Heidegger in bu uğrakta kalkış noktasını pek çok bakımdan birlik bütünlük içinde olduğunu söylediği Aristoteles 'in varlık tasarımı oluşturmaktadır. Aristoteles 'e göre kategorik düzeyde, tüm parçalılıkları bir bütün haline getiren ilk ilke işlevini eksiksiz olarak yerine getiren tözdür. Bu uğrakta asal tözler dünyasının kendisinin nasıl bütünleşik bir duruma getirildiği sorusu ise en yüksek töz yani ilk varlık olmaktalığıyla tümel, aynı zamanda en üstün töz de olan Tanrı ile yanıtlanmaktadır. Bir başka deyişle, bütün bir varlıklar alanı ancak ve ancak bu varlıkların varlık olmaktalıklarına düzen kazandıran en yüksek varlığa başvurmak yoluyla anlaşılabilir. Heidegger , varlıkbilgisinin tümelliği ile tanrıbilimin önceliğinin bütünleşmesini, kavuşup birlikte denize dökülmelerini onto-tbeology (varlık-tanrı-bilgisi) diye adlandırmaktadır. Tipik bir postmodern tutum içerisinde, bu göklere çıkartılmış ilkenin modern felsefede en üst doyuma kavuşturulduğıı yerin Hegel olduğu saptamasında bulunduktan sonra, açık açık "saygısızca" davranmaktadır. Varlik-tanrı-bilgisinin tanrısallığın ancak ne adına, ne için, neyi başarmak amacıyla felsefeye sokulduğunun açık kılınması koşuluyla Felsefeye girebileceğini öne süren Heidegger, Aristoteles'ten Hegel 'e dek uzanan ontotheologic (varlıktannbilgisel geleneğin her durumda Tanrı'yı kendi amaçlarına ulaşmak için kullandığını dile getirerek, modern teknolojinin ruhunu da bir anlamda önceden görüleyerek, kendi güç istencinin hizmetinde bütün bir varlığı anlaşılır kılma izlencesi kılığı altında Tanrı'yı dahi kullanabilen böyle bir geleneğin hiçbir saygı duyulmaksızın çökertilmesi gerektiğini savunmaktadır. Heidegger bu geleneğin dışına çıkabilmek için, bir yandan bir sonluluk yorumbilgisi geliştirirken, öbür yandan tanrı inancına bürünmüş söylemlerin gerisinde üstü örtük olarak yatanları ortaya çıkarmaya yönelik -en ince ayrıntısına varana dek- bir "kuşku yorumbilgisi' tasarlamıştır. Heidegger bu iki yorumbilgisel stratejiyi özellikle Hegel 'in "Mantık Bilimi" nden "Doga Bilimleri" ne, oradan da `Tinin Görüngübilimi" ne birtakım saltık kategorik şemalandırmalar yoluyla varlığın saltık bilgisine ulaşılabilir olduğu düşüncesi üstüne kurulu "bütüncülük"üne karşı kullanmaktadır. Öte yanda, DERRİDA 'nın, Heidegger' inkinden bağımsız kendine özgü bir Hegel eleştirisi olması bir yana, bulunuş metafıziğinin yapısökümü düşüncesi büyük ölçüde yavaş yavaş da olsa, aşama aşama da gerçekleştirilse en sonunda kesin anlamlara ve sonul doğrulara ulaşılabileceğini savunan temedenciliğe karşı yapılan şiddetli bir felsefe hareketi olarak değerlendirilebilir. Derrida 'nın bulunuş metafiziğiyle tam olarak anlatmak istediği, bu tür anlamlar ile doğmaların bulunduğu, bunların hiçbir aracıya konu olmaksızın dolaysız bir biçimde yaşantılanabilir oldukları biçiminde özetlenebilecek, sorunsuz olduğu düşünülen varsayımın tam da kendisidir.

Şimdi, yaşanan, tam şu anda burada olanın olduğu gibi Derrida 'nın bulunuş tasarımının da değişik uzamsal ve zamansal uzantıları vardır. Anlamlar ya da dogmalar aracılığıyla bütünüyle burada olmanın, bölük pörçük bir biçimde olsa da saltık bilgiye ulaşmak için zorunlu olması, hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın aşkın bir gösterilenin varlığına duyulan sarsılmaz inancın kanıtıdır. Buradaki aşkın gösterilen inancı, açıklığı, seçikliği ya da geçerliliği adına kendi dışında hiçbir şeye göndermede bulunma gereksiniminin duyulmadığı, hem kendine yeter bir anlam ya da doğruluk alanına hem de böyle bir ana duyulan inanç ile özdeştir. Bu bağlamda çoğunluk sanıldığı gibi yapısöküm, bütün bir açıklık ile sonul bir kesinlik savlarının alanı oyan uzamsal ayrımlar ile zamansal ertelemelerin sürekli gösterimine dayalı olarak aşkın gösrerilenin her durumda ulaşılmaz olduğunu ileri sürüyor değildir.

Nitekim 1968 yılında Derrida, Hegel 'in öngördüğü gibi insan düşüncesinin varlıkla yüz yüze ilişkiye girmesinin ilkece olanaklı olmadığı, dile önsel ya da ondan bağımsız salak bilginin olanaksızlığı üstüne bina edilmiş sözmerkezcilik eleştirisi bağlamında "ayrım" ile "erteleyim" düşüncelerinin birleşip kaynaştığı différance terimini ortaya atmıştır. Bu bağlamda, Derrida'nın uslamlamasının uzamla ilgili bölümü büyük ölçüde yapısalcılıktan türerken, buna karşı zamanı ilgilendiren bölümüyse Husserl 'in "iç zaman bilincinin görüngübilimi"ne yer etmiş temeldenci apodiktik sezgi savlarına karşı geliştirilmiştir. Bu anlamda postmodern felsefenin çok şeyler borçlu oldugıı dört fılozof; Kierkegaard, Nietzsche, Heidegger ile Derrida insan düşüncesinin bengiseliğinden ya da sonulluğundan söz etmenin bile saçma olduğunu savunurlarken bütünüyle Kantçıdırlar. Heidegger ile Derrida için olduğu gibi, Kierkegaard ile Nietzsche için de insan düşüncesinde aşkın gösterileni aşkın bir yanılsama yapan tam da insan varoluşunun zamansal yapısıdır. Bütün bu düşünürler de metafıziğin bütün öğeleriyle birlikte geride bırakılmasının şu an için olanaksız olduğunun bütünüyle ayırdında olarak, metafızik tasarımlar ile bağlanımların Platon' dan bu yana insan düşüncesi ile diline sökülüp atılmazcasına kök salıp iyicene yerleşmiş olması gerçeğine parmak basmaktadırlar. Bu bağlamda her biri de "metafızik sonrası felsefenin" metafızik eğilimlerden bütünüyle enson anlamda bir özgürlüğe geçişi olanaklı kılan bir eşik olmaktan çok, söz konusu eğilimlere karşı körü körüne tutsak olmanın olabildiğince önüne geçmek, temelsiz temeller üstüne bina edilmiş metafızik tasarımlara karşı elden geldiğince farkındalığımızı çoğaltmak anlamına geldiğinin altını özellikle çizmektedir. Nitekim kendisini postmodern olarak tanımlayan çoğu düşünürün "felsefenin sonu" deyişini yanlış anlayıp olur olmaz çıkarımlarda bulunuyor olması gerçeği karşısında Derrida, "felsefenin sonu" sözünü ha anlamda felsefenin sona erişi olarak okumak yerine, felsefe için bir dönemin yani metafizik dönemin kapanışı olarak, dolayısıyla da yeni bir felsefe döneminin açılışı olarak, hatta felsefenin daha yeni başlıyor oluşu olarak okunmasını önermektedir.

Yeni bir felsefece düşünme olanağı olarak postmodern felsefenin SİYASET FELSEFESİ üzerindeki olumlu ya da olumsuz içerimlerine ilişkin çok sayıda düşünce ileri sürülmekle birlikte, bütün bu değişik görüşler arasında özellikle postmodern felsefenin siyasal getirileri ile götürüleri bağlamında ortak bir uzlaşım henüz kurulmuş olmadıgı görülmektedir. Çok genel bir açıdan bakıldığında post- modern felsefecilerin çok büyük bir bölümünün sürekli üzerinde durduğu ana nokta, «ussallık", "normallik", "iyilik", "sorumluluk" gibi Batı modernizminin temel ahlâksal ve siyasal kavramlarının baştan beri "öteki"leri toplumun kıyılarına itekleyerek ya da sindirip dışlayarak denetim altında tutmaya yönelik olarak tasarlanıp öyle de işletilmekte oluşlarıdır. Nitekim pek çok postmodern felsefecinin gözünde Batı'nın liberal demokrasi doğrultusunda yol alışını kendisini kutsayarak göklere çıkarmaşı, tarihin en başından bu yana toplum üzerinde oynanan geleneksel baskıcı iktidar oyunlarının en yetkin, en yeni modem biçiminden başka bir şey degildir. Postmodern Felsefe bu durum karşısında çoğunluk, modem liberal demokrasilerde siyasal kimliğin yapımı ve temel toplumsal değerlere işlerlik kazandırılışı doğrultusunda, "biz/ onlar'', "ussal/usdışı", "yasal/yasadışı" gibi kavramsal karşıtlıkların değergelerini soruşturmaktadır. Postmodern felsefe yaklaşımının bu noktada, büyük bir özen göstererek yürümeye yoğun bir çaba harcadığı görülmektedir. Nitekim her bir karşıtlıkta yer alan terimlerden ilki üzerine yoğunlaşıp saplanmamak, başka bir deyişle baskıcı Batı usunun ekmeğine yağ sürmemek ya da Batı'nuı büyük ölçüde zaten başarmış olduklarım bir kez daha olurlayıp kesinlemek anlamına gelen kimi düşünsel tuzaklara düşmemek için postmodern felsefecilerin hemen bütünü iki terim arasındaki sınırın nasıl çizildiğine, bundan da önemlisi karşıtlik dolaşıma sokulurken toplum nezdinde nelerin gözetilmiş olduğuna dikkat çekmektedirler. Bu düşünsel yaklaşım hiç kuşkusuz modernliğin "ben", "toplum", "doğa" tasarımlarına yönelik en belirgin kimi bağlanımlarım da çok iyi çözümlemiş olmayı gerekli kılmaktadır. Bu noktada özellikle Levinas 'ın "ben ile öteki ilişkisi'nde kendisini açığa vuran bütüncül (totaliter) yapılara yönelik olarak verdiği derinlikli çözümlemelerden büyük esin alan günümüz postmodern felsefesi, karşıtlıkların çoğu durumda biri iyi biri kötü, biri doğru biri yanlış, biri güzel biri çirkin, biri istenir biri istenmez terimler barındırıyor olması gerçeğinin ötekileri uçlara iteklemesi sonucunu doğurduğu saptamasında bulunmaktadır. Daha açık bir deyişle söylenecek olursa, karşıt kavramlar ya da ikili karşıtlıklar üstüne kurulu Batı dilleri doğaları gereği ırksal, etnik, cinsel, ulusal gibi birtakım egemenlik pratiklerinin aralıksız olarak yeniden üretiliyor olmalarına olanak tanımaktadır.

Sözgelimi tam bu nokrada FOUCOULT ' nun Gözetleme ve Cezalandırma Hapishanenin Doğuşu adlı yapıtında sunduğu Batı' nın normallik anlayışına yönelik soykütüğü, günümüzde postmodern felsefenin içinden yöneltilebilecek eleştiriye örnek gösterilecek ölçüde klasikleşmiş sayılmaktadır. Ayrıca Foucault'nun pek çok öteki yapıtı da özünde yine bu tür Batılı egemenlik yapılarının izlerinin sürülerek soykütüklerinin çıkartılması amacıyla yazıya alınmışlardır. Bunların arasında tarih boyunca cinsellik rejimlerinin başta dil rejimlerine dayalı olarak hangi stratejilerle denetim altında tutulduğunun açıklıkla sergilendiği Cinselliğin Tarihi hiç kuşkusuz en ön sırada yer almaktadır. Post- modern felsefenin özellikle toplum ve siyaset bağlamındaki bu özel duyarlılıkları nedeniyle, "çokkültürcülük", "feminizm", "kadın, lezbiyen ve gay çalışmaları", "sömürgecilik sonrası çalışmalar', "üçüncü dünya araştırmaları" gibi görece yakın dönemli araştırma alanlarıyla yan yana, omuz omuza yürüdüğü görülmektedir. Bununla birlikte postmodern felsefeye en azından siyaset felsefesi bağlamında yöneltilen eleştirilerden en dikkat çekici olanı, postmodern felsefecilerin eleştirilerinin gerek kapsamını gerekse içeriğini alabildiğine genişleterek yeni bir postmodern totalitarizmin doğmasına yol açıyor olmalarıdır. Bu eleştiriye karşı post- modern felsefecilerse, eleştiriyi yöneltenlerin temel bir noktayı yeterince özümsemediklerini belirterek, postmodern felsefenin siyaset alanında bütünüyle gerçekleştirmeye çalışacağının liberal demokrasi eleştirisini olabildiğince derinleştirerek, günümüz kapitalist demokrasilerinin destekçileri ile yandaşlarını ötekilik sorununa daha duyarlı bakmayâ özendirmek olduğunu dile getirmektedirler.

Ancak bu noktada ilginç olanı Amerikalı Marxçı felsefe yönelimli toplum eleştiricisi Frederick Jameson 'ın postmodernizmi, dolayısıyla da postmodern felsefeyi geç dönem kapitalizmin doğal bir uzanması ya da manaj;ı olarak görüp bu düşünceyi kitabına başlık olarak koymuş olmasıdır. Postmodern felsefe çerçevesinde kimileyin "ötekiler siyaseti" diye adlandırılabilecek siyasalı yeniden tanımlama arayışlarına karşın, bu arayışların gündelik yaşam pratiklerindeki somut karşılıklarının tam olarak neler olduğu çok belirgin değildir. Sözgelimi, şimdi olandan, burada olmakta olandan bütünüyle sıyrılmış yeni bir siyasal yaşam ufkuna göndermede bulunan Derrida , bir başka hukukun geleceğinden, bulunuş metafıziğinin yol açacağı totaliterliğin dışında yatan bir gelecekten söz etmektedir.

Öte yanda Foucoult ise, "yeni bir hak biçimi" anlayışını onaya atarak, yerleşik siyasal hak anlayışımız ile bu anlayış doğrultusundaki yaşam pratiklerimizi bütünüyle başka bir bağlama taşımanın peşindedir. Ne var ki, hem ötekileri hem de bir bütün olarak ötekiliği özgürleştirmeye dönük bütün bu postmodern felsefe çıkışlı arayışların anlamlan, henüz tam olarak enine boyuna değerlendirilmediklerinden açıklığa kavuşmuş değillerdir. O nedenle, ötekilerin geleceği gözetilerek yapılan bu gibi siyasal önerilere pek çok siyaset kuramcısı bir hayli kuşkuyla bakmakta, bu gibi önerilerin içerimlerine kimileyin sessizliğe varacak denli temkinli yaklaşmaktadırlar. Bu bağlamda postmodern felsefe çerçevesinin bütün ayrışıklığına karşın önerdiği siyasalı yeniden düşünme anlamında sergilenen yaklaşımlardan birisi, liberal demokrasinin genel ruhu ile yerleşik kununlanm ötekiliğe karşı çok daha konuksever bir konuma getirecek bir biçimde yeniden yapılandırmaktır. Söz konusu yaklaşımın üzerinde en çok durduğu konuların başında, yerleşik demokratik egemenlik anlayışımız ile halkın kayıtsız koşulsuz egemenliği üstüne kurulu toplum tasarımımızı yeni baştan düşünmek gelmektedir. Postmodern siyaset felsefesine göre, demokratik siyasal sistemin bu iki varsayımı da fazlasıyla tektipleştirici olduğu gibi, bunların gerçekte olan bitenle, yani yaşanan süreçlerle de alınan toplumsal kararlarla da uzaktan yakından bir ilintisi yoktur. Daha açık bir deyişle, değişik halk katmanlarının istekleri toplumun siyasal tercihleri üzerinde eş ölçüde yansıtılıyor değildir. Yaşanan bu sözde demokrasi durumu karşısında postmodern felsefecilerin pek çoğu, çok daha açık bir biçimde siyasal istencin öteden beri bir biçimde hep içinde "olanlar"ın egemenliği üstüne kurulduğunu, bu nedenle söz konusu istencin dışında kalmışları yani içinde "olmayanları yeni baştan düşünmemiz gerektiğini ileri sürmektedir.

II. Dünya Savaşı sonrası Fransası'nda irili ufaklı pek çok düşünsel akım arasında iki felsefe geleneğinin öbürleriyle karşılaştırılamayacak ölçülerde egemen bir konumda bulunduğu görülmektedir.

Nitekim 1930'larda Alexandre Koyre ile Alexandre Kojeve aracıhğıyla başlayan Jean Hyppolire 'e dek uzanıp gelen "Hegelcilik" bir yanda, Merleau-Ponty, Ernmanuel Levinas ve Jean-Paul Sartre tarafından oldukça etkili bir biçimde temellendirilen varoluşçu görungübilim öbür yanda Fransız düşün yaşamı üzerinde son derece belirleyici durumdadırlar. Kimileyin Fransız Yeni Hegelciliği diye de anılan ilk gelenek, dönemin Yeni Kantçılıkadıyla bilinen pek çok konuda söz sahibi düşünce okulunun egemenliğine son verip yerine geçmek amacıyla yola çıkmışlar. Bu amaç uyarınca bu geleneğin savunucuları hem Hegel 'in tarihin diyalektik ilerleyişine yönelik olarak sunduğu düşüncelerinden hem de dönemin toplumsal hareketliliğinden en iyi biçimde yararlanarak, bir dizi felsefı, siyasal, toplumsal olanağı dillendirme arayışı içindedirler. Buna karşı, öbür gelenekte yer alan düşünürler ise hem Husserl 'in bilinç görüngübiliminin hem de Heidegger in varlık çözümlemesinin ışığı altında varoluşçu Felsefeye yeni açılımlar kazandırmanın peşindedirler. Bunun yanında Jean-Paul SARTRE 'ın, gerek yazınsal çalışmalanyla gerek etkin bir biçimde dönemin siyasal olayları içinde yer alişıyla, Marxçılık ile varoluşçu görüngübilimi kaynaştırarak popüler bir felsefe konumu oluşturması ayrıca anmaya değer bir çabadu. Nitekim Sartre 'ın Fransız düşünsel yaşamın doğrudan etkileyişi, 68 olaylarına gelinip de popülerliğini yitirene dek özellikle solcu gruplar üzerinde ağırlığını giderek artan bit oranda hissettirmiştir. Sartre 'ın Varoluşçu Marxçılığı yeni bir "insancılık" yorumudur; hem tek tek bireylerin hem de bir bütün olarak toplumun sahici (aııthentic) varoluşlarını gerçekleştirmelerine yönelik bir aydınlanmayı olanaklı kılacak tarihsel bir bilinç sürecinin ideolojik bir savunusu. Varoluşçu Marxçılık 1930'lardan başlayıp 1960'ların ortalarına dek giderek yükselen bir popüler değer olarak Fransız kamuoyunu derinden etkilerken, 1950 lerin başında diğer bir düşün hareketi dönemin düşünsel gündemini belirler olmuştur. Saussure 'ün genel dilbiliminden esinlenen değişik disiplinlerden bir dizi düşünür, çözümleme yöntemi anlam kuramı bağlamında "YAPISALCILIK" adıyla anılan çığır açıa değerde birtakım yeni görüşler ortaya koymuşlardır.

Hiç kuşkusuz bu düşünürler arasında insanbilimci Levi-Strauss , ruhçözümlemeci Jacques Lacan ve yazın kuramcısı Roland Barthes 'ın ayrı bir önemi bulunmaktadır. Bu üç düşünürün de özellikle üstünde durdukları konu, değişik alanlarda çeşitli çözümlemelerde bulunurken ne türden bir gönderme çerçevesi doğrultusunda yürüneceğidir. Bu bağlamda yapısalcılığın bu önde gelen kuramcıları, bireyin bilincindeki durumlara ya da bilinç yaşanmasına odaklanmaya şiddetle karşı çıktıkları gibi, Varoluşçu Marxçıların yatığı gibi insan doğasının aydınlanmasına yönelik ilerleme tasarımı ile belli bir tarihsel görüngünûn öncesinin ancak kapsamlı bir ideolojinin ışığı altında görülebilir olduğu savı doğrultusunda düşünmeyi de son derece yanlış bulmaktadırlar. Yapısalcılığa göre, bir sözcüğün ya da daha doğru bir deyişle bir göstergenin anlamı bireyin bilincindeki niyet ya da tasarımlarla değil, ait olduğu dili oluşturan göstergeler dizgesinin ayrım ilişkileriyle belirlenmektedir. Dolayısıyla anlamlar her durumda Hegel inki gibi öte dünya yönelimli tümel bir insan bilincinin ürünleri olmaktan çok belli bir dil kültürüne görecedirler. Bu çok temel saptamadan hareketle, araştımıalatım dizgesel yapıları ortaya çıkarmaya, bu yapıların dilsel, toplumsal ve ruhbilimsel görüngü alanlarındaki karşılıklarının izini sürmeye yoğunlaştıran yapısalcılar, geliştirdikleri bu araştırma yönteminin,hem Hegelcilik ile Marxçıliğın insancı ideolojik özniteliği hem de görüngübilimsel bilinç felsefelerinin özne temelli olması karşısında bütünüyle bilimsel ve nesnel olduğunu ileri sürmektedirler.

Bu üç büyük yapısalcı düşünür post- modern felsefe bağlamının biçimlenişinde en az iki bakımdan büyük yer tutmaktadırlar. Bunlardan ilki, sürece karşı süregelen yapının, evrensel tek bir anlam dizgesine karşı göstergebilimsel dizgeler çokluğunun varlığını en iyi biçimde tanıtlayarak, Marks ile Hegel 'inki başta olmak üzere kültürlerötesi tarihdışı felsefeleri geçersiz kılmış olmalarıyla açıklanabilir. Böylelikle erekbilgisel tarih tasarımı ile diyalektik ussallık anlayışının bütünüyle içleri boş varsayımlar olduğu kuşkuya yer bırakmayacak bir belirginlikte kesinlenmiş olmaktadır. Öte yanda ilkiyle doğrudan bağlantılı olan ikinci büyük katkı, dilsel dizgelerin çokluğunun, dolayısıyla da bir sözcüğün ya da göstergenin olası anlamlarının çokluğunun tanıtlanmasıyla birlikte kavramların tek anlamlı oldukları yollu geleneksel yaklaşımın bütünüyle çökertilmiş olmasında kendisini göstermektedir. Buna bağli olarak, Descartes'ın "cogito felsefesi'nde kilit bîr konumda bulunan özdeşlik kavramının, yani öznenin kendisiyle özdeşliği varsayımının bütünüyle Avrupa felsefe geleneğinin anlamsız bir yapınası ya da sosun yaratmaktan öte bir değer taşımayan bir kurmacası olduğu da görülmüş olmaktadır. Hegelci tarih tasarımı ile bu tasarımın üstüne bina edildiği öznellik anlayışına yönelik yapılan yapısalcılık eleştirisi, Louis ALTHUSSER 'in yapısalcı felsefesinde Marxçılığın yeni baştan temellendirilmesi sonucuna olanak tanıması bakımından ayrıca önemlidir. Kendi Marxçılık anlayışım betimlerken "insancılık karşıtlığı" terimini kullanan Althusser , bireylerin geleneksel Marxçılığın ileri sürdüğünün tam tersine genel bir tiretim dizgesinin alanları olduğunu, tarihinse hiçbir biçimde özneye yer olmayan, belli bir yönle, erek ya da amaçla açıklanamayacak bir süreç olduğunu savunmaktadır.

Postmodern felsefenin oluşumunda bir başka önemli düşünce damarı da, Nietzsche felsefesinin yapılan özgün yorumlarla Fransız felsefe çerçevesine taşınmasından oluşmaktadır. Bu bağlamda Gilles Deleuze, Geosges Bataille ve Pierre Klossowski 'nin 1950'li ile 1960'li yıllarda son derece değerli Nietzsche okumaları yapmaları, çoğu yerde Nietzsche' yi Fransızların Almanlara göre çok daha iyi anlayıp özümsemiş oldukları değerlendirmesine yol açmıştır. Kuşkusuz bir yanda Nietzsche 'nin postmodern felsefeyi destekleyen düşüncelerinin Fransız felsefesinin gündemine oturmuş, öbür yanda Heidegger 'in etkili teknoloji eleştirisiyle "hesapmakineci us" anlayışına yönelik saptamaları yapısalcılığın Hegelcilik karşın görüşlerini daha da bir pekiştirmiştir. Günümüzde postmodern felsefenin çatısının kurulmasında son derece önemli bir yeri bulunan Fransız Nietzscheciliği'nin belli başlı savunuları arasında özdeşlik, öznellik, ussallık kavramlarına yönelik eleştiriler en ön sırada yer almaktadır.

Bu eleştiriler yanında dile her durumda birincil değerde öncelik tanınması,'"olgu sorularının yerine'`yorulama soruları"nın geçirilmesi, ilerlemeci ya da erekbilgisel tarih anlayışlarının bütün bütün yadsınması postmodern felsefenin Nietzsche ile arasında bulunan kanbağının önemli izlekleri arasındadır

Felsefe Sözlüğü- Bilim ve Sanat Yayınları
POSTMODERN SÖYLEM ÜZERİNE BAZI GÖZLEMLER

Gencay Şaylan –Postmodernizm

Postmodern söylem, insan ve toplumla ilgili bilgi ya da yorumlar (hermeneutics anlamında) açısından herhangi bir açılım sağlayabilmekte midir? Kuşkusuz, bu ve benzeri soruları yanıtlandırmak hiç de kolay değildir ama bugünün toplum ve insan bilgisinin gündeminde söz konusu sorular ağırlıklı bir yer tutmaktadır.

Postmodern söylem ve bu söylem çerçevesinde tartışma gündemine gelen sorular, öncelikle postmodernizmin yeni ve farklı bir toplumsal aşama olup olmadığı noktasında düğümlenmektedir. Örneğin Fukuyama tarafından geliştirilen tarihin sonuna gelindiği çözümlemesini postmodern söylem içinde düşünmek pek olanaklı gözükmemektedir. Zaten bu ve benzeri türdeki “tarihin sonu” tezlerini daha çok normatif bir istem olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Örneğin bugünün kara Afrikasına bakıldığında, bütün kıtayı saran açlık, yoksullaşma, kitle kırımları, iç savaşlar, yüzlerce yıllık ilkel nefretlerin (kabile çatışmaları gibi) yoğun bir biçimde gündeme gelmiş olması tarihin sonuna gelindiği yolundaki çözümlemeleri adeta bir kara mizah konumuna getirmektedir. Açıkça gözlenen olgu, yaşanan yoğun ve kapsamlı değişimdir. Bir başka deyişle yeni bir toplumsal aşamaya geçilip geçilmediği sorusu ciddi, yanıtlanması gerekli bir soru olma özelliği taşımaktadır.

Genel olarak postmodern söyleme bakıldığında insan toplumunun ya da daha somut bir ifade ile kapitalizmin yeni bir aşamaya ulaştığı düşüncesinin altı çizildiği söylenebilmektedir. Bilindiği gibi, toplumları belli özelliklerini esas alarak sınıflandırmak ve böylece bir tarihsel gelişme aşamalar zinciri inşaya kalkışmak toplum kuramcıları ve kuramları için ortak bir özellik sayılabilmektedir. Örneğin genel olarak “ akademik toplum kuramları” olarak adlandırılan kategori (Weberci ya da yapısal-işlevselci çözümlemeler gibi) içinde toplumsal aşamalar vardır; kuramsal çözümleme bu farklı aşamalar üzerinde inşa edilmektedir. Bununla beraber, akademik toplum kuramlarında genel olarak zaman boyutu çözümleme dışında tutulmakta; bir aşamadan diğerine geçiş sorusu üzerinde pek durulmamaktadır. Bilindiği gibi, aşamalar daha çok birer ideal tip yaklaşımı çerçevesinde belirlenmektedir. Buna karşılık, örneğin, Marksist kuramlarda çözümleme zaman boyutu üzerinde oturtulmaktadır. Bir aşamadan diğerine ne zaman, hangi değişken ya da koşullara bağlı olarak nasıl geçildiğini belirleyen kuramsal inşalara başvurulmaktadır.
Postmodern söylem, içindeki karşıtlıklar ve gerilimler bir yana bırakılacak olursa, esas olarak yeni bir aşama anlayışı üzerine oturtulmuş gözükmektedir. Postmodernitenin tanımı, belli bir aşama olarak kabul edile moderniteye gönderme yolu ile yapılmaktadır. Eğer postmodernite, esas olarak modernitenin bitmesi ya da tükenmesi ile ortaya çıkmış yeni bir toplumsal durumu ifade ediyorsa acaba yeni bir aşama mı söz konusu edilmektedir? Postmoderniteyi toplumun yeni düzeni ya da kapitalist gelişmenin bugünkü hali olarak tanımlayınca, ifade edilmemiş olsa da bir kuramlaştırmanın kaçınılmazlığından söz edilmez mi? Kuşkusuz bu ve benzeri soruların sayısını alabildiğince artırmak olanaklıdır. Hem kuramı değil, kuram düşüncesini yadsımak hem de bu yadsımayı kuramsal bir temele oturtmak ciddi bir paradokstur. Bu nedenle yeni bir toplumsal aşama çözümlemesi üzerinde durmak gerekmektedir.

Postmodern söylem, yukarıda ortaya konmaya çalışıldığı üzere toplumu açıklamak ve kuramlaştırmak çabalarını eleştirmektedir. Bu eleştirilerin, en azından bazıları, yukarıda da altı çizildiği gibi tutarlı ve geçerli tezleri ortaya atmaktadır. Örneğin postmodern söylem Marksizmi eleştirmektedir ve bu eleştiriler Marksizmin uygulamada kaybedip çöküşü ile bir tür tutarlılık ve geçerlik kazanmış sayılabilecektir. Bununla beraber, bu noktada ortaya ilginç bir tartışmanın çıktığı gözden kaçmamaktadır. 20. yüzyılda Marksizm, uygulama alanı bulduğu yerlerde insanı özgürleştirme projesini gerçekleştirememiştir. Ekonomik ve politik karar alma sürecinin otoriter ve hiyerarşik yapısı, kuramda öngörülen Marksist demokrasiyi engellemiş, Marksizm adına yapılan uygulamalar ciddi çevresel tahribatlara yol açmış, bireysel özgürlük ve yaratıcılık sürekli olarak dışarıdan ve tepeden baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Ama unutmamak gerekir ki, 20. yüzyıldaki Marksist uygulama deneyi, esas olarak kapitalizmin çok gelişmediği, göreli olarak marjinal kaldığı yöreler için geçerli olmuştur. Buna karşılık, uygulamadaki Marksizm çökerken kapitalizm 20. yüzyılın sonunda, Marksist kuramda öngörüldüğü gibi evrenselleşmiştir.
Bir başka deyişle, postmodern çağ olarak tanımlanan yeni aşama kapitalizmin evrenselleşmesi, düşünce ve kültür alanının da bütünü ile metalaşması biçiminde tanımlanabilmektedir.
Halen içinde yaşanılan dönemde, siyasal tartışma alanının en önemli konularının başında bir özgürleşme söyleminin geldiği görülmektedir; bu, aynı zamanda siyaset kuramının da ağırlıklı sorunsalı haline gelme eğilimi göstermektedir. Bu tartışma alanı içinde bireyin güçlendirilmesi, kendi kaderi hakkında gerçekten söz sahibi olması ve sorumluluk alması gibi sorular, aynı zamanda normatif bir değer olarak da ön plana çıkarılmaktadır. Bugünün etkin ve bir anlamda güçlü bir moda haline gelmiş yönetişim (governance) paradigması, sivil toplum alanının giderek kamu alanını da içine alacak biçimde genişlemesi ve yerelleşme sloganı sözü edilen özgürleşme söyleminin kuram ve uygulamadaki ürünleri arasında sayılabilmektedir.

Eğer modernitenin, bütün başarıları yanında insanın özgürleşmesi açısından büyük atılımlar sağlayamadığı kabul edilecek olursa, yeni ve özgürleştirici bir siyaset bilgisi paradigmasına gereksinim olduğu düşünülebilecektir. Modernitenin temel öncüllerinden biri insanın doğaya egemen olarak doğanın kör güçlerine karşı özgürleşmesidir. Ama modernite, hem kuram (örneğin liberal ya da marksist) hem uygulama alanında ciddi bir çevre sorununa yol açmışsa artık bir özgürleşmeden kolaylıkla söz edilemeyecektir ya da bir başka deyişle doğal çevresi ile bütünleşmiş insanın özgürleşme sorunu hala gündemdedir.
Postmodern söylem içinde tartışma alanına gelen diğer bir sorun kategorisi toplumsal kimlik olarak tanımlanabilir. Toplumsal kimlik, bilindiği gibi toplumsal rol kavramından farklıdır ve bireyin ya da topluluğun bilinçli bir inşası kimlikte söz konusu olmaktadır. Toplumsal kimlik sorununun, özellikle yeniden yapılanan kapitalizmin dönüşüm süreci içinde, giderek artan ölçüde önem ve ağırlık kazandığı söylenebilmektedir. Postmodern söylemin, politik süreç ile ilgili en ilgi çekici yönü, Lyotard’ın deyimi ile “ büyük anlatıların” yadsınması olmuştur. Bu, hiç kuşkusuz, politika bilim ve uygulamasının yadsınmasıdır. Postmodern söylem, genel olarak büyük anlatıların teleolojik (örneğin tarihin belli bir amacı gerçekleştirecek biçimde akması) kurgular olduğunu ileri sürmektedir. Bir başka deyişle, postmodern söylem haklı bir biçimde büyük anlatıların yani kuramsal paradigmaların teleolojik özelliklerinden dolayı gönüllülüğü içerdiğini ve bunun da kaçınılmaz olarak açıklayıcı bilgi ile evrensel bir etiği doğrudan ya da dolaylı bir biçimde üst üste getirdiğini öne sürmektedir. Bunun, dilin doğasından kaynaklanan sınırlılıklara ek olarak yeni bir paradoksu gündemine getirdiği açıktır. Bu paradoks, bilgiyi dile getiren kişinin dışındaki gerçeklik (bilginin konusu) ile etik arasında ortaya çıkacak kaçınılmaz gerilimden kaynaklanmaktadır.
Postmodern söylem, hem bilginin (kuramın) hem de etiğin kurgusallığına işaret edip bunların çoğulculuğunu ve göreliliğini dile getirmektedir. Yani postmodern söyleme göre doğruyu temsil eden kuram ve bu kuram ile özdeş, “diğerlerini” dışlayan etik özgürleşmeyi önleyicidir. Bu nedenle de artık bunların ya da bir başka deyişle bu tür bir insan ya da toplum bilgisinin yadsınması gerekmektedir. Örneğin, etiksel olarak hümanizme ya da Aydınlanma çağının değerlerine dayalı büyük öğretiler (kuram, ideoloji ve uygulama olarak) politik keyfiliğin ve baskının meşruiyet ölçütü olmuşlardır. Böyle bir çözümlemenin doğal uzantısı, politika bilgisinde yeni yaklaşım ve kavramsal çerçevelerin gündeme gelmesidir. İşte toplumsal kimlik sorunu, bu çerçeve içinde politika kuram ve uygulamasında giderek ağırlığını arttırma eğilimi göstermektedir.
Yukarıda da belirtildiği gibi kimlik esas olarak bir inşadır ve farklılaşmayı belirler. Bir başka deyişle kimlik, öbürlerinin olmadığını olmak ya da öbürlerinde olmayan özelliklere sahip olmaktır. Kimlik, dünyayı ve insanın dünyadaki yerini algılamasını sağlayan bir mekanizma olarak değerlendirilebilmektedir. Bu çerçeve içinde kimlik, birey tarafından da bir insan topluluğu yani kolektivitesi tarafından da inşa edilebilmektedir. Özellikle bir kolektivite için söz konusu olan kimlik bir yönü ile insanları içermekte bir yönü ile de dışlamaktadır.

Acaba kapitalizmin bu yeniden yapılanma süreci içinde bir kimlik sorunu ya da bunalımı ile karşı karşıya kalınmakta mıdır? Yeniden yapılanma sürecinin temel öğelerinden biri olan küreselleşmenin bir kimlik sorununu gündeme getirdiği genellikle kabul görmüş bir çözümleme olarak değerlendirilebilir. Buna göre, küreselleşme bir evrenselleşmeye yol açmakta, yerleşik normlar, referans çerçeveleri ya da kısaca ifade etmek gerekirse total yaşam biçimi hızla değişmekte; bireyler ve toplumsal kolektiviteler karmaşık ve dinamik ortamda kendilerini yeniden tanımlama gereksinmesi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Söz konusu gereksinmesi kimliklerin yeniden tanımlanması ile aşılmaya çalışılmaktadır. Küresel ile yerel olan arasındaki diyalektik etkileşim, insanların kendilerini tanımlayacak kimliklerini inşa etmelerini belirlemektedir. Böylece birey için dinamik, çok sayıda seçeneği ortaya koyan bir seçme yapma zorlaması söz konusu olmaktadır.
Nitekim içinde yaşanılan çağda dinsel-mezhepsel, etnik, ulusal, aile ya da aşiret türünde yerel kimlik arayışlarının olağanüstü bir yoğunluk gösterdikleri söylenebilmektedir. Bir başka deyişle, modernite çağının en önde gelen kimlik türü olan ulusallık yeniden yorumlanırken ona rakip çok sayıda kimlik tür ya da ölçütlerinin de siyasal yaşamı belirlemeye başladığı ileri sürülebilmektedir.
Postmodern söylem ile ondan önce gelen kuramlar arasında tam bir kopukluk ya da karşıtlık yoktur. Aksine ciddi ölçeklere ulaşan ortaklıklar ya da geçişler bulunabilmektedir. Örneğin, Derrida ve Foucault ile Marksist paradigma arasında önemli geçişlere işaret edilebildiği gibi diğer bazı postmodern düşünürler ile liberal söylem arasındaki büyük ortak alanlardan söz edilebilmektedir –bu nedenle postmodern söyleme zaman zaman “yeni liberalizm” yakıştırması yapıldığı görülmektedir.

Belki de postmodern söylemin en önemli ve ciddiye alınması gereken katkıları, bilim anlayışı ile ilgili kritikleri sayılabilir. Ancak modernitenin bilim anlayışı ya da başka bir deyişle epistemoloji modernite dönemi düşünürleri tarafından ciddi ve kapsamlı eleştirilere konu edilmiştir. Postmodern söylem içinde ortaya atılan bütün kritiklerin, en azından düşünce olarak daha önceki dönemlerde dile getirildiği söylenebilmektedir. Nitekim, 20. yüzyılın büyük bilim atılımlarının epistemoloji alanında çok önemli gelişmelere kaynaklık ettiği bilinmektedir ve bu konu üzerinde durulmuştur. Bir başka deyişle, bilimsel temsilin ya da doğruluğun zaman ve uzay ile sınırlı olması, nedensellik yerine olasılığa dayalı bir doğru kavramının geçerlik kazanması, ve doğru olduğu varsayılan temsilin bir entersübjektiviteden başka bir şey olamayacağı türünden çözümlemelerin Aydınlanma felsefesi içinde ortaya çıktığı ileri sürülebilmektedir. Jürgen Habermas’ın modernitenin bitmediği, kesilmediği tezi de esas olarak bu noktaya dayanmaktadır.
Postmodern olarak nitelenebilen düşünürler, Aydınlanmanın ya da modernitenin akılcılığına karşı radikal bir eleştirel tutum takınmışlar; estetikten toplum kuramına ve bilim felsefesine kadar uzanan bütün düşün alanlarında modernite ile bir hesaplaşmaya kalkışmışlardır. Aydınlanma ya da modernite felsefesinde, örneğin Descartes’dan Kant’a uzanan çizgi akılcılığa ve otonom-rasyonel özne ilkelerine dayalı olarak gelişmiştir. Bu ilkelerin etik alandaki yansıması da batı hümanizmi olmuştur. Postmodern söylem içinde bütün bunların radikal bir eleştirisi ön plana çıkmaktadır ama, değinildiği gibi bu eleştiriler yeni değildir.
Postmodern kritiklerin kaynağında, en azından ampirik olarak hümanizm etiğinin önemli bir ağırlığa sahio olduğu açıktır. Postmodernizm, bütün bilimcilik söylemine karşı insanın üzerindeki baskının, yoksulluğun, geriliğin kalkmamış olmasını moderniteye yönelttiği kritiğin çıkış noktası almaktadır. Postmodern kritiğin belki en özgün noktası, insanoğlu üzerindeki baskı, yoksulluk, gerilik gibi sorunları modernite olarak tanımladığı total olgunun ontolojisi ile ilişkilendirmesidir. Bu da kaçınılmaz bir biçimde, temel çıkış noktasının, yani otonom, bağımsız ve rasyonel öznenin yadsınmasına modernitenin insanı ve toplumu açıklayan kuram ya da paradigmalarında da dile getirilmiş bulunmaktadır. Örneğin Marksist paradigmaya göre, öznenin ya da bir başka deyişle tarihini yapan insanın bilgisi, düşünce ve duyguları (yani rasyonel ve irrasyonelliği) içinde bulunduğu tarihsel koşullar tarafından belirlenmektedir.

Postmodern söylemin belki de en önemli katkılarından biri bilgi ya da kuram kavramlarının fetişizmine ağır bir darbe vurmasıdır. Bilgi ya da kuram kavramlarının fetişizminin yıkılması bu olguların ortadan kalkması anlamına gelmemektedir. Akıl yürütme, bilgi, adalet, doğru gibi kavramlar geçerliliklerini, beğenilse de beğenilmese de, geçerliliklerini korumaktadırlar; çünkü insanın bütün totalitesi içinde yeniden üretilmesi başka türlü mümkün olmamaktadır. Eğer insanın ve toplumun yeniden üretimi, herşeyden önce, bir öğrenme süreci ise bunun var olabilmesi için bilgi, doğru, adil olan ve olmayan türünden kavramlar zorunludur. Postmodern söylem aklın dünyasallığının altını çizmektedir ve bu yadsınması olanaksız bir kritiktir. Ama insanın yeniden üretimi için akla, doğruya ya da kısaca açıklayıcı bilgiye (kurama) gereksinim vardır. Doğrunun ve bilginin geçerlik ölçütü entersübjektivite üzerine oturtulması ile beraber postmodern kritiklerin önemli ölçükte aşılabilmesi söz konusu olacaktır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Ocak 2007       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Jean Baudrillard (düşünürleri)

Hayatı

Fransa'da bir devlet memurunun çocuğu olarak doğdu. Sorbonne Üniversitesi'nde Almanca okudu, ailesinde üniversiteye gitmiş olan ilk kişiydi.
Mezun olduktan sonra bir süre eğitim kurumlarında Almanca öğretmiştir. 1950-1960lardaki bu dönemde, Cezayir sorunu yaşamını ve düşüncesini fazlasıyla etkilemiştir. Almanca öğrettiği bu dönemde doktora tezine de (sosyoloji üzerine) devam etti. 1966'da doktora tezini bitirdi, tezinin başlığı "Thèse de troisième cycle: Le Système des objets" idi.
1966 yılının Eylül ayında Université de Paris-X Nanterre'de (Nanterre Üniversitesi - Paris-X) asistan oldu. 1968'deki öğrenci eylemlerinin etkisinde kaldı, Yapısal Marksizm ve medya teorileri ile ilgilendi. 1972'de aynı üniversitede, profesör olarak, sosyoloji öğretmeye başladı. 1987'dan 1990'a kadar Université de Paris-IX Dauphine'de (Dauphine Üniversitesi - Paris-X) görev aldı.

Çalışmaları

Bugünün siyasi ve ideolojik akımlarını reddetmesi ününün artmasına neden olmuştur. Bugüne kadar birçok önemli çalışmaya imza atmıştır. Simülasyon kuramını oluşturmuş, kitle zihni üzerine çarpıcı satırlar yazmıştır. Tüketim üzerine düşünceleri ve yapıtları ise onun ününe ün katmıştır. Medya ve kitle iletişim araçlarına dair eleştirileri de diğer düşünceleri kadar çarpıcıdır. Birinci Körfez Savaşı üzerine yaptığı açıklamalarla, Körfez Savaşı'nın oluşumunu ve etkilerini entelektüel bir açıdan farklı bir şekilde yorumlamıştır

Gilles Deleuze,(düşünür)

18 Ocak 1925'te Paris'te doğdu, 4 Ekim 1995'te aynı yerde intihar ederek hayatına son vermiştir. Fransız filozof ve Michel Foucault, Jacques Derrida, Jean Baudrillard gibi önemli isimlerin yanı sıra yapısalcılık-sonrası-teori'nin yani postyapısalcı felsefe'nin öncü isimlerindendir. Dolayısıyla postmodern düşüncenin ya da felsefenin yetkin bir temsilcisi olarak anılır. Hem kişisel eserleri hem de Fellix Guattari ile ortak çalışmları postmodern düşüncenin teorik temelleri bakımından yetkin örnekler olarak ortaya çıkmıştır.


HAYATI
Deleuze Paris'de doğmuş ve hayatının büyük bir kısmını bu şehirde geçirmiştir. 1944'de Sorbonne Üniversitesi'ne kaydolmuştur.
Deleuze çeşitli liselerde 1957 yılında Sorbonne'da öğretim üyeliği pozisyonuna kadar öğretmenlik yapmıştır. 1956 yılında Denise Paul "Fanny" Grandjoun ile evlenmiştir.
1969 yılında Paris Üniversitesine atanmış ve 1987'de emekliye ayrılıncaya kadar da burada eğitim vermeye devam etmiştir.
Deleuze ömrünün son 25 yılında kalp rahatsızlığı çekmiş, son yıllarında buna dolaşım problemleri de eklenince yazma gibi en basit işlemleri bile yapamaz duruma gelmiş ve 1995 yılında kaldığı apartmanın penceresinden kendisini atarak intihar etmiştir.

Felsefesi

Deleuze’de öteki postyapısalcı düşünürler gibi, genel felsefe tarihinin eleştirisiyle çalışır, ve onu yeniden kurgular. Bu girişim, bilinen anlamda Felsefe tarihi anlayışının yerlebir edilmesi anlamına gelir. Sabit bir varlık fikrini sorgular Deleuze ve özne-nesne ilişkileri üzerine kurulu kuramları devirmeyi amaçlar. Bir tür Ayrım Felsefesi’dir Deleuz’un istedigi diyebiliriz. Başka bir değişle ise olay ya da oluş felsefesi sözkonusdur burada. Bu yepyeni bir düşünmenin temelendirilmeye çalışılmasıdır.
Fellix Guatari ile birlikte yaptıkları çalışmalarda " kök-sap " (rizom) kavramının ortaya çıktığı ve belirleyici bir rol oynamaya başladığı görülür. Kök-saplar birlik ve bütünlügü olmayan çokluklardır, ki Deleuze'un felsefesinde çokluk önemli bir kavramdır. Sabit bir düzenleri sözkonusu degildir bu kök-sapların, ancak kök-sapın belli bir noktası başka bir nokta ile ilişkili olabilir. Şu ya da bu noktada kopmalar olabilir, kesintiler olabilir. Kök-saplar belli bir yapıya ya da köke bağlanmazlar Deleuze'un düsüncesinde. Dolayısıyla kök-sap, gerçekliğin temellük edilmesi anlamında bir model degildir, yalnızca belirli karşılaşmaların (olayların ya da oluşların) bilgisine dayalı bir düşünme girişimidir.
Felsefe tarihi içinde Deleuze’un ilgisini çeken düşünürler ilginc bir seyir gösterir.Örneğin başlıca olarak şunlar: Stoacılar, David Hume, Henri Bergson, Friedrich Nietzsche, Leibniz ve belirgin olarak da Spinoza. Bunların aralarında çok az düşünsel bağlantı noktaları vardır, buna rağmen Deleuze’un üzerinde değişik yönlerden etkileri sözkonusudur. Her biri belirli şekillerde felsefe yapmayı sorun etmiş kişilerdir bunalr ve felsefe dışına doğru çaba göstermişlerdir. Felsefe yapmanın eleştirisi Deleuze’un ilgisini çeken noktadır, cünkü o soyut kuramlardan daha çok oluşun yaratıcılıgının düşünülmesinden yanadır. Dolayısıyla İmmanuel Kant gibi filozoflar yoğun bir eleştirellikle değerlendirilir.
Deleuze, özgül terimler ve kavramlar üretir.Bunların her biri yine bağlamları itibariyle de özgül konumlara sahiptirler; bu bakımdan öteki postyapısalcılar gibi ve belkide çok daha fazla onun yazılarını anlamanın zorlukları vardır. Bir yanda Kant türü bir ussalcılığın eleştirisi bir yanda kuramsal bir donukluk anlamına gelen Hegelciliğin reddedilmesi Deleuzecu düşüncenin özelliklerini gösterir. " Bergsonculuk " kitabında Hegel karşıtlığının çerçevesi görülür.
Deleuze’e göre bedenler ve olaylar her zaman şimdide (şimdiki-an'da) varolurlar ve bu nedenle Deleuze bir tür oluş felsefesi geliştirmeye çalışır. Her eylem sonsuz bir oluşun parcasıdır, asla dil yoluyla belli bir özneyle bağlantılandırılabilecek bir nitelik arz etmezler. Özne degil ama Beden kavramı Deleuzecu felsefede temel öneme sahiptir. Spinoza da gerçek anlamda bedenin ne oldugunu kavramış bir düşünür olarak kabul edildiği için Deleuze tarafından hayli önemsenir.
Deleuze 1969 yılında psikanalizci ve siyasal eylemci Fellix Guattari ile tanışır.Bu tanışma onun düşüncesinde önemli bir uğrak olarak kabul edilmektedir.İkili bu andan itibaren birlikte derinlikli ve etkili ortak çalışmalara imza atmışlardır.
Felsefe Nedir? başlıklı kitap ikilinin Felsefe hakkındaki fikirlerini vermektedir açık olarak.Buna göre felsefe bilimden ayrı olarak, kavramlar yaratmaktır, ama öyle ki ancak dışsal bir gönderme düzlemine ya da aşkın bir doğruluk mantığına dayanmaksızın.
Deleuze, felsefenin ötesinde sanat alanlarının pek çoğu üzerinede çalışmalar yapmıştır. Margures de Sade, Franz Kafka ve Marcel Proust üzerine bilinen çalışmalarının ve Michel Tornuer'a yönelik göstedigi ilginin ötesinde müzik, resim, roman ve öykülere dair birçok makalesi sözkosudur. Deleuze’un geleneksel felsefeye karşı köksüz ve merkezsiz düşüncelerini en iyi ve açık olarak anlatacak kavramlar, yine kendi eseri olan " yersizyurtsuzluk " ve " göçebe düşünceler " kavramlarıdır.


Michel Foucault


Fransız filozof Michel Foucault, 15 Ekim 1926’da Poitiers’de doğdu. Babası, oğlunun kendi kariyerini takip etmesini isteyen bir cerrahtı. Foucault, Saint-Stanislas Okulunu bitirdikten sonra, saygın bir okul olan Paris’teki 4. Henry Lisesi’ne girdi. 1946’da, daha önce sınavlarında başarısız olduğu École Normale Supérièure’e kabul edilen dördüncü öğrenciydi. Okul yıllarında eşcinselliğini keşfetti. Maurice Merleau-Ponty ile felsefe çalıştı. 1948’de felsefe diplomasını, 1950’de psikoloji diplomasını aldı ve 1952’de psikopatoloji diplomasıyla ödüllendirildi.
1954’ten itibaren dört yıl İsveç’te Uppsala Üniversitesi’nde, birer yıl da Varşova ve Hamburg Üniversitelerinde Fransızca öğretti. 1960’da Fransaya Clermont-Ferrard Üniversitesine Felsefe bölüm başkanı olarak döndü. "Delilik ve Medeniyet" kitabındaki teziyle doktorayla ödüllendirildi. Aynı yıl Foucault, kendinden on yaş küçük olan felsefe öğrencisi Daniel Defert’la tanıştı. Defert’ın politik aktivizmi çalışmalarında ona yol gösterdi. Foucault, Defert’la aralarındaki ilişki için çok sonraları bunun zaman zaman da aşka benzeyen uzun soluklu bir tutku ilişkisi olduğunu söyledi.
Foucault’nun ikici önemli eseri "Şeylerin Düzeni" (The Order of Things) 1966’da yayınlanan karşılaştırmalı bir ekonomi, doğa ve dil bilimleri çalışmasıydı. Çok satan bu kitap Foucault’nun adının tanınmasında büyük rol oynadı.
1966-1968 arasında Defert’la birlikte Tunus’a gitti ve birlikte tekrar Paris’e döndüler. Foucault, Vicennes’deki Paris-VIII Üniversitesi’nde Felsefe bölüm başkanı oldu, Defert da sosyoloji bölümünde ders vermeye başladı. 1968 öğrenci hareketinden oldukça etkilendiler. Aynı yıl Foucault başka aydınlarla beraber Hapishane Bilgilendirme Grubu’nu (The Prison Information Group) kurdu.
1969’da "Bilginin Arkeolojisi"’ni (Archeology of Knowledge) yayınladı. 1970’de en önemli araştırma enstitülerinden biri olan Fransa Koleji’ne Düşünce Sistemleri Tarihi profesörü olarak seçildi. 1975’te belki de en etkili kitabı olan "Hapishanenin Doğuşu"’nu (Discipline and Punish: The Origine of the Prison) yayınladı.
Ömrünün kalan yıllarında kendini "Cinselliğin Tarihi" çalışmasına adadı. 1976’da ilk cildini yayınladı, çalışmasını tam bitirememiş olsa da ikinci ve üçüncü ciltler 1984’teki ölümünden hemen sonra yayınlandı.
Michel Foucault, daha çok toplumdaki daimi doğruları inceleyen bir filozoftu. Nietzsche ve Heidegger’in düşüncelerinden oldukça etkilenen Foucault, çalışmalarında çoğunlukla Karl Marx ve Sigmund Freud’un fikirleriyle mücadele etti. Hapishaneler, polis, sigorta, delilik, eşcinsellik ve sosyal haklar konularında çalıştı. Bütün çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni güç ilişkileri üstüne kurdu.

Benzer Konular

21 Temmuz 2014 / Misafir Felsefe
17 Ocak 2010 / HipHopRocK Taslak Konular
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Mimarlık