Arama

Medya Haber - Sayfa 2

Güncelleme: 13 Ekim 2017 Gösterim: 657.598 Cevap: 1.864
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Mart 2006       Mesaj #11
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Annelere Sira Dayagi Çocuklarını arayan annelere sıra dayağı

Sponsorlu Bağlantılar


Medya HaberPKK’dan kaçarak Irak’a sığınan, tecavüze uğrayan ve örgüt içi cinayetlere tanık olan Dilaram (29) Türkiye’den Kandil Dağı’na gidip PKK’ya katılan çocuklarını arayan annelere sıra dayağı atıldığını söyledi. Kendisi gibi tecavüze uğrayan kadınların yaşadıklarını "Özgürlüğe Kaçış" isimli anı kitabında toplayan Dilaram, çocuğu PKK’ya katılan Türkiye’deki anne babaları cesur olmaya, PKK’dan hesap sormaya çağırdı.

İşte Dilaram’ın anlattıkları:

İnfazcısı Gulan’ı 2 kadın boğarak öldürmüş

Tatvanlı Gulan, Murat Karayılan’a bağlı PKK Özel Kuvvetleri’nin komutanıydı. 1992’den beri tanışıyorduk. İki yıl önce Kandil’de öldürüldü ve faili meçhul süsü verildi. Cinayeti hálá sır. Kimin öldürdüğü, nedeni örtbas edildi. Nöbetçi görmüş, o gece iki kadının onu boğduğunu. Tecavüz süsü verilerek battaniye altında boğularak öldürüldü. Gulan örgütün tetikçisiydi. Üstten bazılarının adına kendi arkadaşlarını infaz ediyordu. Gulan’ın Erzurum Karayazılı gerçek adı Faruk Bozkurt olan Merkez Komitesi Üyesi Nasır’ın öldürülmesinde parmağı vardı. Nasır, 2003’te PKK Özel Kuvvetleri tarafından Kandil’de öldürüldü. Murat Karayılan’ın komuta ettiği kuvvetler, Nasır’ın çadırına bomba attılar. Çünkü o, Apo’nun yakalanmasından sonraki kongrede "Bu iş böyle yürümez. Sistemin değişmesi gerekiyor" diye bas bas bağırmıştı. İç hesaplaşma nedeniyle onun ölümünde rolü olan Gulan’ı da başka iki kadına öldürttüler.

Anneler, neden susuyorsunuz sizde hiç mi yürek vicdan yok

Bir hafta kadar önce Irak basını yazdı. On anne Türkiye’den gelip Kandil’e çıktı. "Çocuklarımızı görmek istiyoruz. Sağ mı ölü mü, bilmek istiyoruz. Çocuklarımızı almadan gitmeyeceğiz" dediler. PKK’lılar çocuklarını göstermemekle kalmadı, bir de dayak attılar annelere. Anneler, Zaho’da basın açıklaması yaptılar. Çocukları PKK’ya katılan Türkiye’deki anne babalar, neden cesur davranmıyor, neden sormuyor PKK’ya? Benim bir akrabam 1992’de infaz edildi. Babası biliyor durumu. Neden sorgulamıyor, neden çocuğuna sahip çıkmıyor? Yüzlerce örnek var. Hiç mi yürek, hiç mi cesaret, vicdan yok. Zavallı çocukların hiçbirinin mezarı bile yok. Öldürüp üzerine biraz toprak atıyorlar. Kurda kuşa yem oluyor.

(NOT: Cihan Haber Ajansı Irak Temsilcisi Çetin Erçetin, PKK’ya katılan çocuklarının akibetini öğrenmek için ocak ayının ikinci haftasında Kandil’e giden bir grup annenin PKK’lılardan dayak yediğini doğruladı. Erçetin, annelerin Zaho’da basın toplantısı yapmalarına ise izin verilmediğini söyledi.)

Hayatta kalmayı Türk komutana borçluyum

1996 Temmuzu’nda Zagros Dağları’nın Irak tarafındaydık. 80 kişilik bir taburduk. Şemdin Sakık da oradaydı. O gece çatışmaya giderken gizli günlüğümü ve fotoğraf albümümü gömdüm. Gruplara ayrıldık. Bizim gruptaki tek kız bendim. Asker geleceğimizi biliyordu, tedbir almıştı. İlk atış onlardan geldi. Suriye Kubanlı komutanımız yaralandı. Onu almaya giderken baktım, bizimkiler kaçıyor. Gelin, yardım edin dedim, dönmediler. Tam o sırada bir ateş kümesi gözüme girdi, havaya uçtum. Yere düştüm. Sımsıcaktım. Acı duymuyordum. Kalkmayı denedim. Elim ve ayağım parçalanmış, altımda kalmış. Ellerim kırık kemiklerin arasına girdi. Kokladım, kan kokuyordu. Bağırıyordum, beni bırakmayın diye. Kimse gelmedi. İki gün iki gece kaldım yerde. Bir bakıyordum güneş, bir bakıyordum ay. Kurtlanmıştım. Yaralarıma girip çıkıyorlardı. İki gün daha geçmiş aradan. Rütbeli, bembeyaz saçlı bir Türk komutan geldi. Tertemiz tıraşlıydı. Leş gibi kokuyordum. Yüzünden tiksindiğini anladım. Çırılçıplaktım, her tarafım kan ve kurt içindeydi. Uzun uzun baktı. Öldürebilirdi ya da öleceğimi bilse bile götürmeleri için emir verebilirdi. Ama arkasını döndü, gitti. Hayatta kalmayı ona borçluyum.

Selim ve Aysel Çürükkaya da tecavüzleri anlatmışlardı

Aysel Çürükkaya, PKK’nın eski üst düzey yöneticilerinden. Doz Yayınları’dan 2004 Eylül’ünde çıkan ve 10 kadının anlattıklarına dayanan "PKK’da Kadın Olmak" isimli kitapta tanık olduğu bir tecavüzü de anlattı. PKK’nın "Ulusal Meclis" başkanı, Apo adına savcılık yapıp idamlara karar veren ve 1991’de öldürülmemek için kaçan eşi Selim Çürükkaya da "Apo’nun Ayetleri" isimli kitabında kendi tanıklığını anlatmıştı. O zaman hain olarak gördüğü eşinden iki yıl sonra örgütten kaçan Aysel Çürükkaya halen kendi başından geçenleri yazıyor. Karı koca Çürükkayalar, PKK’nın ölüm listesinde. Aysel Çürükkaya tanık olduğu Apo tecavüzünü şöyle anlatıyor (sayfa 134-135):

"Bu adam bir diktatör, bir ırz düşmanı. Her şeyi kendi çıkarları için kullanıyor. Beni aldı, Şam’daki evine götürdü. Kaldığım birkaç günde daha değişik durumlarına tanık oldum. Orada tüm inancım kayboldu. Bir bayana tevavüze yeltendi. Aslen Bingöllü. Avusturya’dan kaçmış, 16-17 yaşlarında güzel bir bayandı. Bir ara başka bir odadan dehşet içinde bağırarak kaçtı. Benim arkama saklandı. ’Aman Allahım ben nereye gelmişim’ diyordu. Yanımda bulunan bayanlar ki çoğu şimdi buradadır (Almanya) onu ikna etmeye çalışıyor, başkanın kendisini çağırdığını söylüyorlardı. Tekrar götürdüler. Bu kez tekrar aynı tepkiyi gösterdi. Oraya buraya, tuvaletlere kaçıp bağırıyor, ağlıyordu. Arkama geçti. ’Beni kurtar bu canavarın elinden’ diye yalvarıyordu. Kurudum kaldım. Hiçbir reaksiyon gösteremiyordum. Aklımı yitirmiş gibiydim. Kız, yakamdan tuttu ve bana ’Sen hálá ne olduğunu anlamıyor musun’ dedi. O an, daha önce Bekaa’da tutuklanan kızların anlattıklarını, yapılan dedikoduları hatırladım ve bunların yalan olmadığını anladım. Bunları hep düşmanın psikolojik savaş propagandası olarak kabul etmiştim. Meğer doğruymuş. O gece o kız, gelip yanımda yattı. Sabaha kadar ikimiz de ağlamıştık. Bu adam (Apo), Kürdistan bağımsızlık savaşının önderi olarak bizim ırzımıza geçiyor!"
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mart 2006       Mesaj #12
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
12 Eylül askeri darbesinin ardından tam 25 yıl geçmesine rağmen darbenin izleri o günleri yaşayanların hafızalarında hâlâ sıcaklığını koruyor.

Sponsorlu Bağlantılar
12 Eylül’ün Türkiye demokrasisine ve Türk devlet geleneğine verdiği zarar hâlâ tamamıyla onarılmış değil. Bu yüzden 12 Eylül, hâlâ tartışmaya, değerlendirmeye ve anlamaya çalıştığımız bir olay olmaya devam ediyor. İki gün önce darbenin lideri Kenan Evren’in bir televizyon programına katılarak 12 Eylül ile ilgili açıklamalar yapması gündeme yeniden 12 Eylül tartışmalarını getirdi. Öğrencilerin sorduğu sorular karşısında ilginç biçimde yaşanan acılar ve işkenceler karşısında sorumluluğu başkalarına atmaya çalışan bir darbe lideriyle karşılaştık. O günleri yaşamayan ancak anlatılan ve yazılanlarla yetinen gençler için 12 Eylül tarih sayfalarındaki sıradan olaylardan birisi belki. O günleri iyi anlayıp sorgulamanın, bir daha aynısını yaşamamak ve demokrasiye sahip çıkmak için gerekli olduğu açık.
Türkiye tarihinin belki de en ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı dönemi daha iyi anlayabilmek için yaşananların bir değerlendirmesini yapmak ve bilançosunu vermek yararlı olabilir. Orgeneral Kenan Evren’in liderliğini yaptığı ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun’dan oluşan “Milli Güvenlik Konseyi’’ 12 Eylül’de yönetime el koydu. 12 Eylül günü sabahın ilk saatleriyle beraber radyo ve televizyondan, Kenan Evren’in “Aziz Türk milleti... İşte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk milleti adına, emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış, ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur...” şeklinde başlayan bildirisiyle demokrasiye ara verildi. 12 Eylül öncesi 13 ilde yönetimin sıkıyönetim komutanlıklarının elinde olmasına, Başbakan Süleyman Demirel ve sivil yönetimin, yetkileri askerler ile paylaşmasına rağmen her nasılsa toplumsal olaylar önlenememiş, bir anlamda darbe “kaçınılmaz” olmuştu.
12 Eylül: Unutulması zor tarih...
Aslında darbe planları çok önceden yapılıyordu. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Evren, harekât gününü 11 Temmuz olarak belirledi. 3 Temmuz’da CHP hükümetinin düşürülmesi için verilen gensoru ve 10 Temmuz’da Paris’te Türkiye’nin borçlarının ertelenmesinin gündeme gelmesi, darbe tarihinin belirlenmesinde etkili oldu. 11 Eylül 1980 günü, Adalet Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Süleyman Demirel’e o gece darbe yapılacağına dair bilgiler iletildi. O gün saat 17.00’de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Cumhurbaşkanı Vekili İhsan Sabri Çağlayangil haftalık olağan görüşmelerini yaptılar. Çağlayangil, darbe söylentilerini Orgeneral Evren’e ileterek, “Ordunun ve sizin rahatsızlığınız var mı?” diye sordu. Cevap kısa oldu; “Yok”. Ancak birkaç saat sonra İstanbul’da zırhlı araçlar birliklerinden çıkarak planlanmış görev yerlerine doğru yol almaya başlamışlardı bile. Türkiye, izleri uzun yıllar sürecek olan askeri darbenin ilk saatlerini yaşıyordu.
Darbeyle birlikte, TBMM kapatıldı, Anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu. Tüm yurtta sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 12 Eylül sabahı ile birlikte geniş çaplı tutuklamalar başladı. Siyasal partilerin liderleri ve yöneticileri “güvence altına alındı”. Darbenin ardından dönemin AP lideri Süleyman Demirel ve CHP lideri Bülent Ecevit’in de aralarında bulunduğu toplam 16 siyasetçi Zincirbozan’a gönderilerek tecrit edildi. Sol ve sağ kesimden 650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1 Asala militanı). İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi. 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak’’ suçundan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi “sakıncalı’’ olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi “siyasi mülteci’’ olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin “işkenceden öldüğü’’ belgelendi. 937 film “sakıncalı’’ bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci silahla öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi “kaçarken’’ vuruldu. 95 kişi “çatışmada’’ öldü. 73 kişiye “doğal ölüm raporu’’ verildi. 43 kişinin “intihar ettiği’’ bildirildi. Kemik yaşı büyütülerek asıldığı iddia edilen bir genç için Evren’in söylediği, “asmayalım da, besleyelim mi” sözü siyasal tarihimizde yerini aldı. Mamak, Metris ve Diyarbakır cezaevleri adeta bir “toplama kampına” dönüştürüldü. Cezaevlerinde sol ve sağ görüşlü tutuklular aynı hücrelere konarak “karıştır barıştır” taktiği uygulandı. 12 Eylül sol siyasal düşünce üzerine bütün ağırlığı ile çöktü. TCK 141 ve 142. maddeleriyle binlerce sol görüşlü kişi, aydın ve akademisyen yargılandı ve hüküm giydi. Darbenin etkileri, sağ kesim için de ağır oldu. O güne kadar “devleti savunma” iddiasında olan ülkücü hareket de darbenin hedefleri arasındaydı.
Başlangıçta “demokrasiyi korumak ve kollamak” için yapıldığı söylenen darbe, demokrasiye en büyük darbeyi böylelikle vurmuş oldu. Siyasal yaşamın o güne kadar sağlamış olduğu deneyim ve birikim sıfırlandı. 12 Eylül darbesi, yaptığı yasal düzenlemelerle hukuk devleti anlayışı yerine militer-devletçi anlayışı yerleştirdi. Bireysel özgürlük ve haklar askıya alındı. 12 Eylül Anayasası özgürlükleri önemli ölçüde kısıtladı. 1961 Anayasası’nın halka “bol” geldiğini düşünen darbeciler yaptırdıkları “ısmarlama” anayasayı göstermelik bir halk oylamasıyla bu ülkeye onaylattılar. Anayasa aleyhine propagandanın suç olduğu ve tüm devlet görevlilerinin “evet” için çalıştığı antidemokratik plebisitle Evren, hem anayasayı hem kendi cumhurbaşkanlığını hem de MGK üyelerini “Cumhurbaşkanlığı Konseyi” adı altında kabul ettirdi.
Demokrasiye deli gömleği...
12 Eylül, Mehmet Altan’ın deyimiyle, “çoğulculuğa, demokrasiye, bireysel haklara deli gömleği giydirdi”. Darbenin kasıtlı bir biçimde uyguladığı depolitizasyon politikası halkı politikadan soğuttu. Siyaset yapmak, Kenan Evren’in deyimiyle, “herkesin işi” değil, sadece bir avuç profesyonel siyasetçinin ilgilenmesi gereken bir alandı. Milli Güvenlik Konseyi ülkeyi seçimlerin yapıldığı 1983 yılına kadar demir yumrukla yönetti. 1983’te siyasal partilerin kurulmasına izin verildi. Siyasal partilerde görev almak için önceden hiçbir biçimde siyasal faaliyette bulunmamak şartı MGK tarafından gözetildi. İçinde MGK’nın seçtiği Danışma Meclisi üyelerinin de bulunduğu yüzlerce kişi, MGK tarafından veto edildi. Milletvekili seçimlerine, darbeciler tarafından izin verilen adaylar katıldı.
Darbe sürecinde bazılarının demokrasi sınavından da geçtiği de söylenemez. Darbeciler karşısında “hazırolda” bekleyen profesörler, yargıçlar, belki de daha sonraki dönemlerdeki benzer durumlarda nasıl davranacaklarının ipuçlarını veriyorlardı. 12 Eylül, Türkiye’de zaten zayıf olan demokratik refleksleri iyice güçsüzleştirdi. Üniversiteleri, sendikaları, sivil toplumu politika dışına taşıdı ve politika yapmayı bir avuç seçkine has bir iş olarak tanımladı. Toplumun en dinamik, özgürlükler ve demokrasiden yana olması gereken unsurları antidemokratik-baskıcı zihniyetin kaleleri haline getirildi. Bireysel özgürlüklerin temel olduğu hukuk devleti yerine ideolojik devlet vurgusu ağırlık kazandı. Bireysel alan karşısında kamusal alan genişledi. 12 Eylül mevzuatı yargıyı bir anlamda bireyin ve özgürlüklerin koruyucusu olmaktan çıkartarak sadece devletin savunucusu haline getirdi. Bu süreçte Anayasa Mahkemesi onlarca siyasal partiyi kapatarak erişilmesi zor bir rekora imza attı. 12 Eylül, dünyanın en antidemokratik Siyasal Partiler ve Sendikalar Kanunu’nu yaptı. Partiler, sendikalar ve üniversiteler toplumdan tecrit edildi. “Anarşi ve terörün” sorumlusu olarak görülen üniversiteler, üniversite olmaktan çıkartılarak, birer “devlet dairesi”, akademisyenler de sıradan devlet görevlileri haline getirildi. Evren’in meşhur deyimiyle “sapık ideolojilere” mensup yüzlerce akademisyen 1402 sayılı yasa ile işlerinden atıldı. Üniversiteleri “zapt-u rapt” altına almak için YÖK oluşturuldu ve hala işlevine devam ediyor. AB sürecindeki Türkiye’de zaman zaman yaşanan sorunlara rağmen özgürlükler ve demokrasi gelişmeye devam ediyor. Sonraki kuşaklar bu acı günleri filmlerden ve kitaplardan izliyor, okuyor. 12 Eylül’ün Türk siyasal sistemi üzerindeki etkileri azalsa da devam ediyor. Ve hâlâ -her ne kadar oldukça değişmişse de- 12 Eylül anayasası yürürlükte. Demokrasiyi ve anayasayı silah zoruyla ortadan kaldıranlar için dokunulmazlıklar devam ediyor. Hâlâ özgürlükleri genişletmeye çalışıyoruz ve hâlâ demokrasi ve özgürlüklerin tehdit altında olduğunu görebiliyoruz. Türkiye’de tam anlamıyla özgürlükçü demokrasiyi kurabildiğimiz söylenemez. İşte bütün bunların sorumlusu siyasal hafızamızı ve demokrasi tecrübemizi kasıtlı olarak sıfırlayan darbeler ve ara dönemler. Bu nedenle, demokrasiye, özgürlüklere ve haklarımıza sahip çıkmalı ve demokratik reflekslerimizi canlı tutarak belleklerimizden “askeri darbe” kavramını sonsuza kadar çıkartmalıyız...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mart 2006       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Üç maymunu oynayan Metin Uca, ilk maymuna ihanet etti!

"Polat Alemdar'a açıkça meydan okuyorum"

Merakla beklenen Pişti adlı programın ikinci haftasında "Kurtlar Vadisi Irak" filmine ağır eleştiriler getiren Metin Uca, programdan ayrıldı. Aynı kanalın, Kurtlar Vadisi'nin yeni bölümlerini satın almış olması, Metin Uca'nın "kovulduğu" yorumlarına neden oldu. Metin Uca ısrarla bunun doğru olmadığını söylese de, kulislerde konuşulanlar bambaşka.

• Programdan ayrılmanızın gerçek sebebi nedir?
Birkaç sebebi var. Hakikaten hiçbiri de sahte değil. En önemlisi istediklerimle yaptıklarımın uymaması.
• Ne istiyordunuz, ne yaptınız?
Bu program Almanya'da 'en can sıkıcılar adıyla yayınlanıyor. Bir karşı duruş var ama biz bunu Türkiye'deki medya iktidar ilişkileri nedeniyle gerçekleştiremedik. Çünkü karşı çıktıklarınız sadece magazin, cinselliğin sömürüsü ve bunun dile getirilmesi değildir, hayatın diğer alanlarında da karşı çıktığımız şeyler vardı, bunlara değinemedik Benim neye karşı çıktığım ise ortada. "Çürük elma kurtlan platosu" adlı bu neşriyatın yükselen Türk milliyetçiliğinin sömürüsü olduğunu düşünüyorum. Çalıştığım kurumun bu dizinin yeni bölümlerini almış olması beni ilgilendirmiyor.
• Reha Muhtar'ın yayındaki tartışmanızdan rahatsızlık duyduğu ve yönetimin rahatsız olup gitmenizin istendiği iddia ediliyor.
Ben ikisine de inanmıyorum. Reha Muhtar yola beraber çıktığım biri. Aynı şekilde bir kanalın ticari ilişkileri, onları zedelememek de önemlidir ama ortaya çıkan iş kötüyse eleştirme hakkımız her zaman vardır. Bana iletilmiş bir rahatsızlık yok ama zamanlama olarak arka arkaya geldiği için kovulmuşum gibi algılanıyor olabilir. Oysa bu, benim verdiğim bir karardır.
• Tek sebep de istediğiniz gibi bir program çıkmamasıydı...
Asıl sebebi o. Diğerlerinin hepsi kararıma yapılan eklemelerdir ama esas neden değildir. Bu iş en karşı durulan, en garip konuların ele alacağı bir yer olacaktı.

POLAT KARAKTERİ GERİCİDİR
• Ve son programda size garip gelen de Kurtiar Vadisi Irak'tı...
Garip gelmesinin sebebini anlatayım ben size. Türkiye'de ulusal çizginin en sağlam savunucusu olan orduya gözdağı vermek ve Amerika'nın yaptıklarını hepimizin kafasına kakmak maksadıyla Türk askerinin kafasına çuval geçirdiler. Bunun öcünün Abdullah Çatlı'yla Rambo kırması sanal bir karakterle alındığını düşündürtmek istiyorlar insanlara, ki insanlar böyle düşünmüyor. Bu bir pazarlama tekniği. Garip ve katlanılmaz olan da bu zaten. Polat Alemdar denilen kişi dandik ve şişirme bir kahramandır. Dünyada bugüne kadar gelmiş geçmiş en içeriksiz, en boş ve gerici kahramandır.
• Kontrolsüz, saldırgan tepki vermekle eleştirildiniz...
Olabilir. Bu işe bu netlikle karşı durmak gerekiyor. Bunu sanki tanrısal bir kelammış gibi değerlendirerek eleştirilmezlik zırhı içinde ele aldılar.
Kötü bir film, çok kötü bir oyunculuk-başrol için söylüyorum oyunculuk bile değil. Serdar Akar'ın sinemasını eleştiremem ama film geri bir film. Türk milliyetçiliğinin içini boşaltmak ve bunu ranta çevirmek için yapılmış kötü bir düzenleme.
• Siyasiler tarafından da oldukça beğenilmiş ve ilgi görmüş bir film...
AKP'nin meclis başkanı gibi davranan sayın Meclis Başkanı "Tarihsel gerçeklerle uygun" dedi.
Demek ki tarihsel gerçekleri bilmeyen bir meclis başkanımız var. îşte böyle bir ortamda karşısında durması gerekenlerin adına bir sesti bu. "Benim askerimin başına geçirilen çuvalın bedeli bir filmde alınmış" gibi bir söz olamaz. Bunun hesabını önce Amerikana olmayan bir yönetim gelir, o uluslararası ilişkilerle sorar. O zaman film, film olarak değerlendirir.

ÖZÜR DİLEMESİ GEREKENLER
• Filmin yapımcılarından tepki mi aldınız?

Tepki verdilerse eğer ben bilmiyorum. Bana tepki verip benim işimi engellemeye cesaret edemezler diyorum. Açıkça meydan okuyorum. Bunun dışında bir şey yapılarsa özür dilemesi gereken ben değilim bence televizyonun yönetimidir.
• Pişti programının yayınlandığı kanalda yayınlanan bir diziydi Kurtlar Vadisi. Yönetimin bu noktada projeye sahip çıkması mantıklı değil mi?
Ben yeni bölümlerinin de satın alındığını bilmiyordum. Çalışanların kendi televizyonlarında yayınlanan hiçbir şeyi eleştiremeyecekleri sonucu çıkarsa bu daha da tehlikeli.
• Bir bedeli olur mu sizce?
Olabilir ama her ne olursa olsun aklı başında herkesin bu filmin karşısında durması gerekir. Buna tüm siyasi partilerden insanlar da dahildir. Dizinin son bölümünde "mafya, it, kopuk her ne olursan ol devlet adına kurşun annca sonunda hapisten çkabiliyorsun"un altını çizdiler. Ne hakkınız var küçük çocukların aklına bunu yerleştirmeye? Trabzon'da kendince haklı sebeplerle papaz avlamaya giden çocuk üzerinde acaba bu yapımcıların hiç mi etkisi yok?
• Peki programda yapağınız sert eleştirilerden sonra dizinin hayranlarından tepki geldi mi?
Sete gelmişler o akşam. Benim çekinecek hiçbir şeyim yok, keşke görüşebilseydim ama çıkmıştım.
• Tehditvari bir gelişmiymiş bu? Yani stüdyoyu mu bastılar?
Sanmıyorum. Orada olmadığım için bilmiyorum. Açıkçası tehditten falan çekinmiyorum ben, çekinsem bunları söylemezdim. Tek bildiğim küçük Polat'lar yaratmanın bu ülke için zararlı olduğudur. Ben ucuz kahraman değilim ama ucuz kahramanların karşısında durmayı bilirim.

YENİ KİTABI SATTIRlR MI ?
Gündeme gelişiniz kitap satışlarınızı arttırır mı?

Umarım olur. Hem kitabımın satışını arttırır hem de ayda 12 kez yaptığım tek kişilik gösterime destek olursa Allah razı olsun. O zaman bu tepki bir işe yaramış olur.
Haber:Tuğçe Tatari
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mart 2006       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
"Hayatımda kimseye dilimi çıkartmadım ama Türkçe için canım feda"



TÜRK DİL KURUMU BAŞKANI, TÜRKÇE'Yİ KİRLETENLERE PAZAR VATAN'DA DİL ÇIKARTTI

Reklam Yaratıcıları Derneği'nin "Dilinizden utanmayın" kampanyasını destekliyor musunuz?
Bu tür kampanyaların hepsini kurum olarak destekliyoruz. Zaten kendilerine de bir teşekkür yazısı gönderdik. Türkçe için çalışan herkese hem elimizi uzatır, hem kapımızı açarız.
Sizin fotoğrafınızı kullanmak için bir talep geldi mi?
Hayır, böyle bir teklif gelmedi. Sizin bu haberiniz yayınlandıktan sonra gelebilir belki.

KİMİ İNSANLAR DİLİNDEN UTANIYOR
Sizce "dilinden en çok utanan'lar kimler?
Toplumun büyük bir kesiminde kendi diline yabancılaşma var. Pek çok ülkede radyo ve televizyonların dili örnek teşkil eder. Bizde ise özel kanallar, görüntüsü güzel ama konuşması kötü, söz varlığı kısır, 200-300 kelimeyle konuşan insanları televizyonlara sunucu diye çıkardılar. Bir de harflerden utananlar var. 'Ş'harfini 'eh' diye yazıyorlar mesela. 7G7den utanıyorlar. 'C'nin kaç söylenişi türedi. Bazen 'k'oluyor 'kafe'deki gibi. Bazen 's'oluyor. 'X'ler filan türedi son zamanlarda. Kimi insanlar dilinden utanıyor ama daha kötüsü, bu durumdan en çok Türkçe'nin kendisi utanıyor. Son derece köklü ve güçlü bir dil olan Türkçe bu utancı hak etmiyor.
200-300 kelimeyle konuşan insanlardan bahsediyorsunuz. Hazır işin uzmanını bulmuşken soralım: Türkçe'nin kelime hazinesi ne kadardır?
Bölgesel ağızları, deyimleri filan da eklediğiniz zaman 600 bin kelimeye ulaşır. Türkçe'nin ne kadar büyük bir dil olduğunun ispatıdır bu rakam ve biz ne yapıyoruz? 300 kelimeyle hayatımızı geçiriyoruz.

Kampanya esas itibariyle Türk diline hakim olan yabancı sözcüklere karşı. Bildiğimiz kadanyla bu sizin de en büyük şikâyetlerinizden biri...
Türkçe'nin aslında hiçbir sorunu yok. Türkçe'nin karşı karşıya olduğu sorunlar var. Ve bu sorunların başında da maalesef bu dili konuşan insanlar bulunuyor. Bir takım sözler elbette başka dillere geçecek ama bunun bir ölçüsü olması gerekiyor. Bizde ölçü iyice kaçtı. Bu da sorunlarımızı artırdı. Yazı birliğini bozan olumsuzluklar bunlar. Yabancı kavramları istemiyoruz diyemeyiz. Bizim yaptığımız bu kavramlara Türkçe'nin öz kaynaklarıyla karşılıklar bulmak. Kelimeleri üretip kullanıma sunuyoruz. Ondan sonrasında ise özellikle kitle iletişim araçlarının duyarlılık göstermesi gerekiyor. Önemli olan önerdiğimiz kelimelerin kamuoyunca benimsenmesi.

TDK, DİLİMİZE PEK ÇOK KELİME KAZANDIRDI
Ama bir de şu var: "Gökkonutsal avrat", "tekerçalar" gibi kelimeleri siz gündelik konuşmalarınızda kullanıyor musunuz?
TDK'nm tarihinde hiçbir zaman böyle karşılıklar önerilmedi. Bunlar çeşitli dönemlerde kimi şaka olsun diye, kimi kurum çalışmalarını gölgelemek için çıkarılmış birtakım yakıştırmalardır. Bir de meşhur "ulusal düttürü" vardır mesela. TDK'nm yabancı kelimelere karşılıklar bulma çalışması, kuruluşundan bu yana sürüyor. Bu bizim işimiz. Bugüne kadar, hem de kurum tarafından türetilmeyen birkaç söz hatırda kaldı ama bunun dışında TDK'nm 74 yıllık tarihi boyunca dilimize kazandırdığı pek çok kelimeyi şu anda kullanıyoruz. Basın, uçak, buzdolabı gibi.

KAMPANYANIN "YARATICILARI" REKLEMCILAR
Reklam Yaratıcıları Derneği (RYD) tarafından, 2005 yılının Mayıs ayında başlatılan "Dilinizden Utanmayın!" kampanyasında bugüne kadar 40'ın üzerinde isim "dil çıkarttı". RYD İletişim Koordinatörü Nilay Güngör, kampanyadan haberdar olan insanların da kendilerine "dillerini çıkartmış" fotoğraflar gönderdiğini söylüyor. Kampanya 52'nci haftasında tamamlanacak ve bir yıl boyunca yayınlanan "Dilinizden Utanmayın!" fotoğrafları kitaplaştırılacak. Kitapta, RYD internet sitesine gönderilmiş "dil çıkartmış fotoğraflar da" eklenecek. Güngör; çuvaldızı kendilerine batırmak amacıyla yola çıkmış olsalar da kampanyanın büyük bir ilgiyle karşılaşması üzerine kapsamını genişletme kararı aldıklarını söylüyor.

İKİ KARŞIT GÖRÜŞ
"Sokaktan doğan dilin önünü kimse kesemez"

...Statükoyla değişimin bu kadar güzel savaştığı başka alan yok. Fahri halk musahhihlerinin, 'O kelime öyle yazılmaz, böyle yazılır' türünden fetvalarından elbette yararlanıyorum. Ama yazıda gördüğü her yabancı kelime karşısında tüyleri diken diken olan, gençlerin yarattığı her argo kelimeyi elindeki satırla doğramaya kalkan insanlarla anadilimizin aynı olup olmadığını da merak ediyorum.
***
... Türkçe'ye İngilizce kelimelerin girişinden rahatsız olan insanlara bir şeyi hatırlatmak isterim. Dünyanın egemen dili sayılan İngilizce'nin dil zaptiyeleri de New York sokaklarında konuşulan 'hip hop dilinden' rahatsızlar. Hiç fark etmez. Sokaktan doğan dilin önünü kimse kesemez. Bir bakarsınız müziğinize sızmış. Arkasından sinemanıza. Size de kala kala gazete köşelerindeki dil tabyaları kalmış. Bazen bu tabyaların ağzından kafamı uzatıp şunu söylemek istiyorum. Attila İlhan'ın o müthiş kavramları, İkinci Yeni şiirinin o cıvıl cıvıl kelime oyunları birer dil balesi. Ama Avrupa Yakası'ndaki Selin'in 'Oha oldum'u pespayelik...
***
... Allah'tan artık kimse bu çifte standartlı dil zaptiyelerini takmıyor. Sokak bütün yaratıcılığıyla dile canlılık getirmeye devam ediyor. Türkiye, Türkçe'nin klasik güzelliği ile sokağın yaratıcı canlılığının altın dengesini kuruyor. Bir yandan Orhan Kemal'in 'Cemile'si en çok satanlar listesine giriyor. Öte yandan sokak dili üzerinde dans eden genç insanların filmleri de reyting yapıyor. Çünkü bunlar birbirinin düşmanı değil, tamamlayıcısı.

"Dilimizi yabancı kelimelerin istilasından koruyan her girişimi destekliyorum"

Benim kendime görev bildiğim husus, dil konusunu sürekli gündemde tutmaya çalışmaktır. Dili öğretmeye gücüm yetmez. Ama "Dil Ya resi" adlı köşemde yapmaya çalıştığım, Türkçe'nin doğru kullanımının altını çizmek, konuyu güncel ve gündemde tutmaktır. Zaten konuşurken veya yazarken Türkçe'yi doğru kullanmıyor ve hatalar yapıyoruz. Yapılan yanlışların üzerine bir de kendi dilimizi unutmanın eklenmesini istemiyorum. Bu yüzden de dilimizi yabancı kelimelerin istilasından korumayı amaçlayan, unutulmamasını sağlayan her türlü girişimi gönülden destekliyorum.


post 69 1141560857
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mart 2006       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
milo Balkanlar’ı 1990’lı yıllarda kana bulayan eski Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Miloşeviç, Hollanda’nın Lahey kentinde tutulduğu hapishanede ölü bulundu.
2001’den beri Savaş Suçları Mahkemesi’nde soykırım ve insanlığa karşı suçlardan yargılanan Sırp liderin ölüm nedeni araştırılıyor. 64 yaşındaki Miloşeviç, yüksek tansiyon ve kalp rahatsızlığı gerekçesiyle Moskova’da tedavi olmak için izin talep ediyordu. Avukatı Steven Kay, ailesindeki intihar geleneğine rağmen Miloşeviç’in kendisini öldürmüş olamayacağını söyledi. ‘Balkan kasabı’nın kardeşi Borislav ise ölümden Lahey Mahkemesi’ni sorumlu tuttu. Miloşeviç'in zehirlenme korkusu yaşadığını belirten ailesi, otopsiye güvenmediklerini açıkladı. Bosna Savaşı’nda katledilen Müslümanların yakınları ise Miloşeviç’in ceza almadan hayatını kaybetmesine üzüldü. Arnavutluk Başbakanı Sali Berişa, ölüm haberinin ‘yüz binlerce kurbanın ailesini ferahlattığını’ söyledi. Berişa, “Allah, mahkemeden önce hükmünü verdi.” dedi. Hırvatistan lideri Stipe Mesiç de Miloşeviç’in hüküm giymeden ölmesine üzüldüğünü söyledi.
Miloşeviç’in zehirlendiğinden şüphelenen avukatının “Otopsi Moskova’da yapılsın” talebi ise Lahey Mahkemesi’nce reddedildi. Reuters, Avukat Zdenko Tomanoviç’in “Miloşeviç’in dün cezaevinde zehirlendiğini söylediğini hatırlıyorum.” dediğini belirtirken, AP ajansı ise Sırp liderin sadece “birilerinin kendisini zehirlemek istediği” şikayetinde bulunduğunu söylediğini duyurdu. Miloşeviç’in zehirlendiği iddiaları ve Sırp liderin talebi üzerine müvekkilinin korunmasını istediğini kaydeden avukat; ancak talebine cevap almadığını söyledi. Miloşeviç’in zehirlenme endişesiyle ilgili şikayetinin somut bir iddia mı olduğu, yoksa genel bir endişeyi mi işaret ettiği netlik kazanmadı. Bir Sırp patoloji uzmanının da katılacağı otopsi sonucunu beklediklerini belirten Lahey Mahkemesi Başsavcısı Carla Del Ponte ise Miloşeviç’in ölümünü, “Şahitler, hayatta kalıp adaleti bekleyenler ve kurbanlar için üzüntü verici.” diye niteledi. Del Ponte, “Derin üzüntü duydum; çünkü mahkemesinin yaz başında sona ermesi bekleniyordu.” dedi. Bosna barış anlaşmasının mimarı olarak bilinen ABD’nin eski BM Büyükelçisi Richard Holbrooke ise Miloşeviç için “gözyaşı dökmeyeceğini” söylerken, “Yaptıkları, Avrupa’da 300 binden fazla kişinin ölümüne, 4 savaşa ve Avrupa’nın güneydoğusunda istikrarsızlığa sebep oldu.” dedi.
Miloşeviç’in ölüm haberinin ardından AB, Sırbistan’a Lahey’deki mahkeme ile işbirliğini sürdürmesi çağrısında bulundu. Dönem Başkanı Avusturya’nın Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik, olayın Sırbistan’ın savaş suçlularını teslim etme sorumluluğunu değiştirmeyeceğini belirterek, “Belgrad’ın AB’ye katılım sürecinin hızlanabilmesi için Miloşeviç’in mirasının temizlenmesi gerektiğini’’ söyledi. Uluslararası toplum, Ratko Mladiç ve Radovan Karadziç gibi azılı Sırp savaş suçlularının mahkemeye teslim edilmesi için Belgrad’a baskı uyguluyor. Öte yandan Sırbistan Dışişleri Bakanı Vuk Draskoviç, Miloşeviç’in kendi ülkesinde yargılanmamasından ötürü üzgün olduğunu açıkladı. Draskoviç, “Miloşeviç, kendi ailemden, partimden birçok insanın ölümlerini örgütlemişti.” derken, eski liderin birkaç kez kendisinin öldürülmesi yönünde emir verdiğini de belirtti. Miloşeviç’in ölümü birçok Sırp lider tarafından ise üzüntüyle karşılandı.
“Kafamın içine beni çok yorgun düşüren sesler üşüşüyor. Bu, günden güne artıyor.’’ diyen Miloşeviç, dönme garantisi vererek Rusya’da tedavi olmak için izin istemiş; ancak Lahey’deki mahkeme bu talebi reddetmişti. Mahkeme kararında, “çok ciddi suçlarla itham edilen sanığın davasının son aşamaya geldiği ve geri döneceğine ikna olunmadığı’’ belirtilmişti. Miloşeviç’in yüksek kan basıncının kalp, böbrek ve merkezî sinir sistemini harap etmesinden endişe ediliyordu. Boşnak halkına, Hırvatlara ve Kosovalı Arnavutlara karşı ağır savaş suçu işlemekten yargılanan Slobodan Miloşeviç’in davası Lahey’deki mahkemede 12 Şubat 2002’de başlamıştı. Hakkında 66 ayrı dava bulunan Sırp liderin, hüküm giymesi halinde müebbet hapis cezası alması bekleniyordu. Miloşeviç’in kalp ve yüksek tansiyon sorunları mahkeme sürecini yavaşlatmıştı. Miloşeviç, “Savunma, Tarih ve Gelecek İçin Konuşuyor’’ adlı bir kitap da hazırlıyordu. Sırp lider, gelecek ay çıkması beklenen kitabında, ABD ile Avrupalı müttefiklerini, “ortak devletlerini küçük sömürge devletçiklere bölmekle” suçluyor.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Mart 2006       Mesaj #16
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
milo1 Sırbistan’ın Pozerevac kasabasında 1941’de doğan Miloşeviç, Sırbistan ve Yugoslavya’ya hükmettiği 13 yılda, Balkanlarda 2. Dünya Savaşı’ndan beri yaşanan en feci trajedilere imza attı.
Çıkardığı savaşlar yüzünden Bosna, Hırvatistan, Sırbistan ve Kosova’da yüz binlerce insanın ölümüne, yüz binlercesinin de mülteci durumuna düşmesine yol açan Miloşeviç’in serencamında sıra dışı bir aile hikâyesi var. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra evi terk eden babası 1962’de, sıkı bir komünist olan öğretmen annesi de 1972’de intihar eder; ailedeki intihar serisini amcası devam ettirir. Okul yıllarında ‘sıkı komünist’ Mira Markoviç ile tanışarak evlenen Miloşeviç, 1964’te Komünist Parti’ye katılır. Siyasi kariyerinin basamaklarını 1986’da Sırp Komünist Partisi lideri olarak tırmanmaya başlayan Slobodan Miloşeviç asıl çıkışını, Osmanlı ordusunun 1389’da Sırp ordusunu yenilgiye uğrattığı Kosova Savaşı’nın yıldönümü dolayısıyla 1989’da Kosova’da yaptığı konuşma ile gerçekleştirir. Sırp azınlığa, onları Arnavutlara karşı koruyacağına söz veren Miloşeviç, aynı yıl Sırbistan Devlet Başkanı seçilince Kosova’nın özerkliğini kaldırır.
Tito’nun hassas dengeler üzerine kurduğu ülkede Büyük Sırbistan hayalleriyle Slav milliyetçiliği estirmeye başlayan Miloşeviç, kısa sürede Balkanları ve Yugoslavya’yı felakete sürükler. 1991’de bağımsızlık ilan eden Hırvatistan ile Slovenya’yı engellemek için ordu gönderir; ancak istediğini alamaz. 1992’de ise Bosna’yı kana bulayan 3 yıllık savaşın fitilini tutuşturur. Bosnalı Sırpların onun desteğiyle yürüttüğü kanlı savaşta Müslüman Boşnaklar, II. Dünya Savaşı sonrası şahit olunan en kanlı katliamlara maruz kalır. ABD baskısıyla 1995’te Dayton Anlaşması’na imza atan Miloşeviç, 1997’de ise Büyük Sırbistan hayaliyle giriştiği savaşlardan küçülerek çıkan Sırbistan ve Karadağ’dan müteşekkil Yugoslavya’nın başkanı olur. Ülkesindeki muhalif siyasi hareketleri bastırmakla vakit geçiren Sırp lider, 1998’de de Bosna Savaşı sebebiyle rafa kaldırdığı Kosova’ya el atar. Büyük Sırbistan hayaliyle bölgede giriştiği son etnik temizlik harekatı, ülkesinin bir beden daha küçülmesiyle son bulur; NATO’nun 2,5 aylık operasyonu sonrası Haziran 1999’da Kosova, BM kontrolüne geçer.
Buna rağmen dünyanın Miloşeviç’in devrilmesini görmesi için iki yıl daha beklemesi gerekecektir. Miloşeviç, Sırp halkının sabrını taşıran son hamlesini, Eylül 2000’de yapılan seçime hile karıştırarak yapar. Halk ayaklanarak, 5 Ekim’de Miloşeviç’i devirir. Ekonomik ve siyasi açıdan bir enkaz devralan yeni Belgrad yönetimi, Lahey’deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne teslim etmek için Sırp lidere çok yüksek bir değer biçerer karşılığında Batı’dan 1,3 milyar dolar yardım alır.
Slobodan Miloşeviç’in Lahey’e 28 Haziran 2001 tarihinde teslim edilmesi çok ilginç bir ‘tevafuk’ olur. Miloşeviç, tam 12 yıl önce, 28 Haziran 1989’da Kosova’da Sırp azınlığa silaha sarılmalarını öğütleyerek Yugoslavya’nın dağılma sürecini başlatmıştır. Sırp prensi Lazar’ın Kosova’da Türklere yenilerek Balkanlardaki Osmanlı hâkimiyetinin yolunu açtığı tarih de 28 Haziran 1389’dur. Büyük Sırbistan hayaliyle giriştiği savaşlardan Yugoslavya’yı küçülterek çıkan Miloşeviç, Kosova’nın bağımsızlık görüşmeleri ve mayısta Karadağ’ın bağımsızlığı için yapılacak referandumun sonucunu ise göremedi. Tarihe ‘Balkan kasabı’ diye geçen Sırp lider, suçları karşılığı verilecek ‘dünyevî cezadan’ da kurtuldu...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Mart 2006       Mesaj #17
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Irak Savaşı’nın 3. yıldönümüne (19 Mart 2003) üç gün kala Amerika, Irak’ta yeni bir askeri operasyon başlatmış bulunuyor.

Geçen perşembe günü sabah saatlerinde başlayan ve halen devam eden bu operasyonun adı Swarmer Operasyonu. Swarmer, İngilizce swarm fiilinden türetilen bir isim; swarm da arı ya da böceklerin sürü halinde hareketini ifade ediyor. Bu operasyonda yer alan çok sayıda helikopter ve uçaktan dolayı operasyona işte bu ad verilmiş anlaşılan.
Nitekim, bu özelliğinden dolayı operasyon 2003 yılından bu yana yapılan en büyük hava indirme operasyonu ya da saldırısı olarak takdim ediliyor. Takdim eden de operasyonu ifa eden Amerika’nın meşhur 101. Hava İndirme Tümeni sözcüsü. Bu operasyon kartal başlı armalarıyla tanınan 101. Hava İndirme Tümeni’nin 3. tugayına bağlı muharip ve hava operasyon birlikleri ve Irak’ın 4. Tümeni’ne bağlı Iraklı komando birlikleri tarafından birlikte icra ediliyor.
Pek uygun düşmediği için bizim Swarmer yerine Samarra operasyonu olarak adlandırdığımız bu operasyona 1.500 civarında Amerikalı ve Iraklı asker, 50 civarında uçak ve helikopter ve 200 kadar taktik muharebe aracı katılıyor. Chinook ağır nakliye ve UH-60 Blackhawk nakliye helikopterlerinin birlik taşınmasında kullanıldığı, AH-64 Apache saldırı helikopterleri ve bazı savaş uçaklarının bunların korumasını yaptığı operasyonun hedefi Bağdat’a 111 kilometre uzaklıktaki Samarra şehrinin kuzeydoğusunda bulunan bir bölge ve bu bölgede bulunan bazı Sünni köyleri.
Haberlere göre, bu köyler Cillam, Mamlala, Benat Hasan ve Bukaddu adlı köyler. Bu köyler ve civarlarında yer alan 100 kadar çiftlikte direnişçilerin, yabancı savaşçıların bulunduğu, ayrıca söz konusu mahallerde gizli silah ve patlayıcı depoları ve bomba imalathanelerinin de var olduğu istihbaratı alındığı için işte bu Samarra operasyonu yapılıyor. Operasyonun yapıldığı alan yaklaşık 16X16 kilometrelik düz, çıplak bir alanı kapsıyor. Bu bakımdan alanda direnişçi varsa saklanmaları ya da kaçmaları son derece zor; ama tabii bu husus operasyondan önce saklanmadılarsa, kaçmadılarsa geçerli; aksi halde değil. Nitekim, dün bu yazıyı yazdığımız sırada aldığımız haberlerden operasyon bölgesinde Amerikalıların deyimiyle ‘yüksek değerde hedeflere’ rastlanılmadığı söyleniliyordu. Diğer taraftan, aynı haberlerde silah ve patlayıcı malzeme depolarının bulunduğu, şüpheli görülen 40 kadar köylünün gözaltına alındığı da söyleniyordu.
Bu haberler ve bilgiler şüphesiz geçici ve henüz doğrulanmayan haber ve bilgiler. Bu bakımdan ‘ne kadar gerekiyorsa o kadar sürecek’ denilen operasyonu değerlendirmek için nihai sonuçları (ki bunlar da açıklanırsa tabii) beklemek gerekiyor.
Samarra operasyonun askeri yönleri hakkında bugün bundan fazlasını söylemek mümkün değil; ama operasyonun vermeyi hedeflediği birtakım mesajlarının olduğunu söylemek de pekala mümkün.
Bu mesajların arasında, Amerika’nın direnişçilere karşı yeni bir gövde gösterisinde bulunup, durumu kontrol altında tuttuğunu bir kere daha göstermek istemesi; operasyonu Iraklı askerlerle birlikte yaparak Irak ordusunun güçlendiğini, operasyon yapacak yeteneğe ulaştığını vurgulaması ve son olarak da Irak Savaşı konusunda kamuoyu desteği gittikçe düşen Bush yönetiminin hem Amerikan halkına hem de dünyaya bir tür güven aşılaması çabasının olduğu da söylenebilir.
2003 yılından bu yana yapılan en büyük hava indirme operasyonu olarak takdim edilen Samarra operasyonu, muhtemelen daha önce çok yapılan diğer büyük operasyonlar gibi tartışmalı ve şüpheli sonuçlarla sona erecek ve taraflar bu sonuçlardan kendilerine göre pay çıkarıp kamuoylarını kendi yönlerinde etkilemeye çalışacaklar.
Sonuçta bu operasyon da sürpriz olabilecek sonuçlarını bir tarafa koyarsak, uzun vadede diğerleri gibi hafızalarda yer etmeyecek; büyük ölçüde unutulup gidecek bize göre...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Mart 2006       Mesaj #18
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
dis Fransa’da gençleri ayaklandıran yeni iş yasasını geri çekmemekte ısrar eden hükümete tepki giderek büyüyor.
Dün sendikaların verdiği rakamlara göre bir buçuk milyon Fransız ülke genelinde düzenlenen 160 gösteride hükümeti proteste etti. Yasanın geri çekilmesini isteyen işçiler de öğrencilere destek için sokaklara indi. Gösterilerde güvenlik güçleri ve eylemciler arasında yer yer çatışmalar yaşandı. Protestolar karşısında şimdiye kadar ‘diyalog’ çağrısı yapmakla yetinen Fransız hükümeti ise zor günler yaşıyor. Dün bir açıklama yapan öğrenci ve işçi sendikaları, tansiyonu yükseltmekle sorumlu tuttukları hükümeti ve Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ı göreve çağırdı. Tepkiler karşısında giderek popülarite kaybeden Başbakan Dominique De Villepin ise önceki gün üniversite rektörleriyle bir araya geldi. Rektörler, isyanın yatışması için ‘İlk iş sözleşmesi’ yasasının 6 aylığına askıya alınmasını ve gençlerin istihdamı üzerine bir tartışma başlatılmasını önerdi. Görüşmenin ardından yapılan açıklamada “Başbakan’ın önemli bir jest yapmaya hazır olduğu” bildirildi.
Protestocu öğrencilerin üniversite ve liselerdeki blokaj eylemi ise sürüyor. Fransa Öğrenciler Ulusal Birliği’ne (Unef) göre ise 60 üniversitede grev var. Bu üniversitelerden 16’sının tamamen kapatıldığı bildiriliyor. Liselilerin de eyleme destek vermesiyle ülkede eğitim durma noktası geldi. Ülke genelinde yüzden fazla lisenin grevden etkilendiği açıklandı. Hafta içi meydana gelen şiddet olaylarında iki yüzden fazla kişi tutuklanmıştı.
Gençlerin işe girmesini kolaylaştırmayı hedefleyen CPE, 26 yaşından küçükleri ilgilendiriyor. Yasa, şirketlere işe aldıkları gençleri iki yıl boyunca deneme hakkı veriyor. İki yıl içerisinde şirketler bu kişileri istedikleri takdirde hiçbir gerekçe göstermeksizin işten çıkarabilecek. Uygulamanın daha çok patronların işine yarayacağını öne süren işçi ve eğitim sendikaları, şirketlerin gençleri hiçbir iş garantisi olmaksızın işe alıp çıkaracağı gerekçesiyle uygulamaya karşı çıkıyor. Ağır vergi ve primlerden dolayı zaten kadrolu işçi almak istemeyen şirketler de tecrübesiz gençleri doğrudan işe almaya yanaşmıyor. Fransızların üçte ikisi yasanın iptalini istiyor. Gençlerin isyanı, gelecek yıl yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi muhafazakar Halk Birliği Hareketi (UMP) hükümeti için kritik bir sınava dönüşmüş durumda. Fransızların üçte ikisi yasanın iptalini istiyor.
[UZMANLAR, ÖĞRENCİ KRİZİNİ ZAMAN İÇİN DEĞERLENDİRDİ]
Prof. Göle: 68 olaylarına benzemiyor
“Fransız toplumu değişimden korkuyor. Bundan dolayı da büyük bir güvensizlik yaşıyor. Gençlerin eylemlerini bunun bir parçası olarak düşünüyorum. Fransa'daki memnuniyetsizliğin, bloke olmuş bir toplumun ve gelecekle ilgili genel bir korkunun ifadesi. Liberalleşmeden ve sosyal güvenceleri kaybetmekten korkuyorlar. Avrupa Anayasası'nı da bu şekilde reddetmişlerdi. Öğrencilerin eylemleri, 68 olaylarına hiç benzemiyor. Çünkü hiçbir ütopi taşımıyor. Gençlik hareketi olarak da ortaya çıktığını düşünmüyorum. Daha çok kendi haklarını korumak ve iş dünyasındaki güvensizlikle ilgili bir durum. Gelecek endişesi var. Bu açıdan 68 hareketine benzetmiyorum. 68'de hayatın bütün safhalarını içine alacak şekilde toplumu değiştirmek isteyen kültürel bir boyutu vardı hareketin. Örneğin, savaşa karşı, kadın-erkek ilişkilerini değiştirmek istiyorlardı. Gençlerin eylemleri ise değişime karşı bir hareket. Fransa'da neo-liberalizm korkusu had safhada. Liberalleşmenin genel güvenceleri yok edeceği endişesi var. Yasa, belki de liberal dünyaya ayak uydurmaları açısından o kadar da aleyhlerine değil. Ama bu korku ile yaşanıyor.”
* Prof. Dr. Nilüfer Göle, Paris Sosyal Bilimler Yüksek Etütler Okulu’nda (EHESS) öğretim üyesi.
Prof. Kastoryano: Fransa pusulayı şaşırdı
“Fransız hükümeti, banliyö isyanının ardından sorunun işsizlikten kaynaklandığını düşünerek işsizlikle mücadeleyi hızlandırdı ve gençlerin işe girmesini kolaylaştırmak amacıyla işverenleri de düşünerek bir yasa hazırladı. Yasanın ne olduğu anlaşılamadı. Başbakan acemice davrandı, sendikalarla, gençlerin temsilcileriyle görüşmedi. CPE, hem şirketlerin hem de işe girme sorunu yaşayan gençlerin çıkarları düşünülerek hazırlanmış bir yasa. Patron, işe alacak ama işine yaramazsa, uygun değilse işten çıkarma hakkı istiyor. Hükümet de bu garantiyi vermek istiyor. Diğer yandan Fransız toplumunun son yıllarda yaşadığı rahatsızlığı görmek gerekiyor. Toplum kontrolünü kaybetmiş durumda. Her şey kırılgan. Toplum ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel açıdan çok zayıfladı. Ülkede bir huzursuzluk hakim. CPE yerine başka bir reform paketi de olsa toplum patlayacaktı. Aslında sorun ne Avrupa ne diğer gelişmeler. Sorun Fransa'nın kendisinde. Fransa çok kötü durumda. Siyasetçilerin derdi sonraki seçimleri kendi iktidarları için hazırlamak. Bugün, gençlerle birlikte hükümeti protesto eden sol da, sendikalar da şimdiye kadar bu konuda hiçbir çözüm getirmedi.”
* Fransa Uluslararası Araştırmalar Merkezi'nde çalışan Prof. Dr. Riva Kastoryano, Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü ve Harvard Üniversitesi'nde ders veriyor...
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
21 Mart 2006       Mesaj #19
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Memura 100 YTL’lik ek artış


Medya HaberMeclis Genel Kurulu’nda memurlara ve sözleşmeli personele ek ödeme yapılmasını öngören yasa tasarısının 5 maddesi daha kabul edildi. Kabul edilen maddelere göre, polis ve din görevlilerinin maaşlarında aylık ortalama 100 YTL’lik daha artış yapılacak.
Genel Kurulda kabul edilen maddelere göre teknik hizmetler kadrosunda görev yapanlara kurum ayrımı yapılmaksızın ayda yaklaşık 90 YTL ek özel hizmet tazminatı verilecek.
Milli Eğitim Bakanlığı’nda ortaya çıkan öğretmen ihtiyacının kadrolu öğretmen istihdamıyla kapatılamaması durumunda, öğretmenler de sözleşmeli olarak istihdam edilecek.
Öğretmenlerin ek ders ücretleri 5 YTL’ye çıkarılacak. 13 maddeden oluşan ve 8’nci maddesine gelinen tasarının görüşmelerine gelecek hafta devam edilecek

hikaye1001729am
pasaklikedi - avatarı
pasaklikedi
Ziyaretçi
21 Mart 2006       Mesaj #20
pasaklikedi - avatarı
Ziyaretçi
NEVRUZ KUTLAMALARI YİNE OLAYLI 245391SmallPicture

Diyarbakır ve Şırnak'ın Silopi ilçesindeki Nevruz etkinlikleri sırasında bazı kişilerin taş atmaları sonucu 7 polis memuru yaralandı. Diyarbakır üzerinde jet uçakları uçtu. Mersin'de izinsiz gösteri yapmak isteyen 10 kişi gözaltına alındı. İstanbul'daki kutlamaların adresi Zeytinburnu'ndaki Kazlıçeşme Meydanı'nda. Diyarbakır'daki kutlamaları Alman ARD, Japon NHK, Katar El Cezire ile İngiltere BBC Televizyonu'nun da aralarında çok sayıda yabancı gazeteci izliyor





Her 15 saniyede 1 çocuk susuzluktan ölüyor.






245414SmallPictureBM Çocuk Fonu (UNICEF), dünyada her 15 saniyede bir çocuğun susuzluk ya da uygun sıhhi tesis eksikliğinden öldüğünü açıkladı.
AA-UNICEF, Meksika'nın başkenti Meksiko'da yarın sona erecek 4. Dünya Su Forumu dolayısıyla, Dünya Su Günü'nden bir gün önce yayımladığı bildiride, susuzluk ve uygun tesis yokluğunun çocukların ölümüne yol açmasının yanı sıra okula gitmelerini olumsuz etkilediğini, bunun ise çocukların sefaletten kurtulma şanslarını azalttığını belirtti.

Bildiride, "Çocuklar hijyen eksikliğini en pahalı ödeyenlerdir ve bu durumda 400 milyon çocuk vardır. Sıradan ishal, 5 yaş altındaki çocukları diğer hastalıklardan çok daha fazla etkiliyor ve her gün 4 bin 500 çocuğu öldürüyor. Suya bağlı hastalıklar çocukların enerjilerini ve öğrenme kapasitelerini tüketiyor" denildi.

Kalkınmakta olan ülkelerde her gün birçok çocuğun okula gidemediği vurgulanan bildiride, çünkü bu çocukların hasta olduğu ve uygun sıhhi tesisler olmadığı için ergenlik çağına gelmiş genç kızların okula gitmekten vazgeçtiği ifade edildi. Bildiride, "Bu koşullarda, çocukların sefaletten kurtulmak için çok az şansları var. Kronik az gelişmişlik kaçınılmaz" denildi.



"Kriz döneminde kadınlar tacize daha çok boyun eğiyor".






Kadınların, özellikle kriz dönemlerinde, işlerini kaybetme korkusuyla cinsel tacize boyun eğerek sineye çektikleri ve yasal yollara başvurmadıkları bildirildi.

Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) Bilecik İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Aydemir, cinsel tacizin, cinsiyete dayalı bir ayrımcılık olduğuna işaret ederek, istenmeyen cinsel talepler ile istihdam edilme, yükseltilme ve diğer çalışma haklarının ilişkilendirilmeye çalışıldığını söyledi.

Aydemir, araştırmalara göre en çok dullar olmak üzere bunun yanında genç, geçici olarak çalışan, azınlıklara mensup ve özürlü kadınlar ile homoseksüeller ve genç erkeklerin cinsel tacize maruz kaldığını vurguladı.

Cinsel tacizi artıran birçok sebep olduğuna değinen Aydemir, şöyle devam etti.

"Kadın ve erkekler arasındaki eşit olmayan güç farklılıkları, hızlı kentleşme, kırsal ve kentsel değerlerin çatışması cinsel tacizi artırmaktadır. Mağdurların toplumca suçlu olarak görülmesi, tacizci yerine taciz edilen kadınların suçlu olarak gösterilmesi, dışlanması, işyerinden uzaklaştırılması, başka işyerlerine de alınmaması bir diğer faktör olarak görülüyor. Bunun yanı sıra eğitimsizlik ve bilinçsizliğin de bir diğer faktör olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle kriz zamanlarında kadınlar işlerini kaybetme korkusuyla cinsel tacize boyun eğme, sineye çekme ve yasal yollara başvurmama eylemi gösteriyorlar."

Aydemir, Türkiye'de bu konuda sınırlı sayıda bulunan araştırmaların genellikle sağlık sektörü üzerinde yoğunlaştığını belirterek, şöyle konuştu.

"Buna göre hemşirelik okulu öğrencilerini kapsayan bir araştırmada, yüzde 53'ünün cinsel tacize maruz kaldığı görülmüş. Ankara'da hemşireler üzerinde yapılan bir araştırmada ise yüzde 75'inin cinsel tacize maruz kaldığı ortaya çıkmış. İki önemli hastanede yine hemşirelerin önemli bir kısmının cinsel tacize uğradığı görülmüş. Bir başka araştırmada da sekreterlerin önemli bir kısmına yönetici ve iş arkadaşları tarafından cinsel tacizde bulunduğu saptanmış."



Son düzenleyen pasaklikedi; 21 Mart 2006 13:13 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi

Benzer Konular

28 Ekim 2016 / ThinkerBeLL İletişim Bilimleri
20 Ekim 2015 / Jumong Genel Mesajlar
24 Ekim 2008 / CrasHofCinneT Bilgisayar
18 Kasım 2010 / ThinkerBeLL X-Sözlük
21 Şubat 2010 / ThinkerBeLL Bilim ww