Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 2

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.643 Cevap: 211
ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
1 Mayıs 2006       Mesaj #11
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
Bizim her şeyimiz vardı...

Sponsorlu Bağlantılar
EVİMİZ, arabamız, mutfaklarımız, mutfaklarda buzdolaplarımız...

Onların yoktu.


Ortopedik engelli çocukların yatılı okulunda, akşam yemekler yenildikten sonra, hüzün ve yalnızlık, her zaman yatılacak bir kara çarşaf gibidir.

Son olarak camdan dostlarına bakıp uyurdu çocuklar.

Yandaki parkta köpekler vardı ve çocuklar o köpeklerle dostluk kurmuşlardı.

Uyumadan önce camlara doluşur, köpekleri bir kez daha görür, kendilerine göre el sallayıp sonra yataklarına giderlerdi.

Nöbetçi öğretmenler, çocukların yardımıyla artan yemekleri toplayıp köpeklere götürürlerdi.

Müdür muavininin ve ona yardıma gelen eşinin ilgilerini çeken bir şey vardı:

Çocuklara altışar köfte veriliyordu. Ama onlar üç tanesini yiyip, üçer tanesini tabaklarında bırakıyorlardı. Nöbetçi Müdür Muavini ve eşi, çocuklara ısrar edince anladılar bırakılan üçer köftenin sırrını:

Köpeklere gitsin diye...

*

İznini almadan bu mesajını yazdığım yüce insan Gülay Yoleri notlarında, "Oysa orası bir yatılı okuldu. Akşam 18.00'den sonra yemek olmazdı. Bizler evlerimizde o saatten sonra neler yeriz. Bizim her şeyimiz vardı. Çocuklarımız buzdolaplarının kapısını kaç kez açıp kapatırlardı kim bilir?" diyor.

*

Evet, bizim her şeyimiz vardı.


Evlerimiz, ışıklı salonlarımız, televizyonlarımız, mutfaklarımız ve o mutfaklarda buzdolaplarımız...

Orada saat 18.00'den sonra hiçbiri yoktu.

Ama bizler hiçbir zaman tabaklarındaki altı köfteden üçünü parktaki köpeklere ayıran çocuklar kadar zengin olamadık.

Değil altı köftemizden üçünü, bu koca dünyada bir çöplükte kazdığı çukura yavrularını doğuran anneye orayı bile vermeyecek kadar yoksuluz bizler.

Ne balkonumuzdaki demiri tünemeleri için kuşlara, ne bahçemizdeki kutuların arkasını yavru kedilere verdik.

Sokağın karanlığını bile esirgedik bizler.

Her gece vicdan yoksulu insanların silah sesleri ve canlıların çığlıkları sürüp giderken, yarı aç uyuyan yatılı okul bebeklerinin... Köftelerini parktaki köpeklerle paylaşan o ortopedik engelli çocukların ne kadar varlıklı, duygularının ne kadar sağlıklı ve ne kadar zengin olduklarını hesaplayamam.

Burnumu çeke çeke bu yazıyı yazarken bir cümle başıma vurup duruyor:

"Bizim her şeyimiz vardı..."
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
1 Mayıs 2006       Mesaj #12
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
BİR KARINCA YAVRUSU, ana kraliçenin yeraltında açtığı ve üzerini kapatarak dış dünyadan tamamen soyutladığı bir dehlizde kozadan çıkar. Daha o anda, nereye geldiğini ve kendisinden ne beklendiğini biliyor gibidir. İlk iş olarak, dehlizi genişletmeye koyulur; çünkü yeni doğacak kardeşlerine burası dar gelecektir. Bu işi yaparken, henüz tanıma fırsatını bulamadığı bedenine takılmış iki çift çenesini, üç çift ayağını ve antenlerini bir sanatkâr becerisiyle kullanır. Kendisine, o dehlizden başka bir dünyanın da var olduğunu anlatacak kimse yoktur. Anlatması da gerekmez. O, kendiliğinden, dehlizin tavanında bir delik açar ve dışarı çıkar. Yiyecek toplar, doğduğu yere getirir. Yavru karınca, daha hayatının ilk anlarında, kendisinden sonra doğacak kardeşlerinin bakımını annesinden devralmaya hazırdır.

Sponsorlu Bağlantılar

Karınca, bu olağanüstü becerisiyle canlılar dünyasında yalnız değildir. Özellikle böcek seviyesindeki canlı türlerinde, hayatının ilk dakikalarından itibaren bir sanatın icrasına girişmek, oldukça yaygın bir uygulamadır. Bu konuda bütün canlı türlerinden çok gerilere düşen birisi varsa, o da insandır.

İnsan, tam bir beceriksizlik ve cehalet içinde hayata gözünü açar. Doğduğu anda bildiği tek şey ağlamak ve emmekten ibarettir. Vücut organlarını kullanmasını öğrenmesi bile aylar, hattâ yıllar alacak, kendi başının çaresine bakacak hale gelmesi ise çok daha uzun sürecektir. Daha da ileri giderek, insanın bütün ömrünü öğrenmekle geçirdiğini de söyleyebiliriz. Bu da onun yaratılış amacını açıklar. Onu karınca ile karşılaştıracak olursak, birinin öğrenmiş olarak, diğerinin ise öğrenmek üzere bu dünyaya geldiğini—yahut gönderilmiş olduğunu—rahatça söyleyebiliriz.
İnsanın araştırmak ve öğrenmek üzere yaratıldığını gösteren en büyük delil, hayatının ilk yıllarıdır. Bir bebeğe dikkat edin: Uyku dışındaki bir dakikasını boş geçirdiğini görebilir misiniz? Elini, ayağını, ağzını, bütün yeteneklerini ve—en önemlisi—zekâsını kullanmak suretiyle, sürekli olarak kendisini ve çevresini araştırmakta, tanımaya çalışmakta, birtakım bilgiler edinmekte ve bu bilgileri, daha ileri düzeyde bilgilere ulaşmak için basamak yapmaktadır. Mükemmel bir araştırma faaliyeti!

Hayatın ilk yılları, araştırmacılığın altın çağı sayılır. Bu yıllarda çocuğun zihninde “zor” veya “imkânsız” şeklinde bir kavram yok gibidir. Yetişkin insanlar için yabancı bir dil öğrenmek veya bir bilim dalında uzmanlık kazanmak son derece güç bir iş iken, en az o kadar zahmet ve sabır isteyen yürümek ve konuşmak gibi son derece ağır işlerin altından her çocuk başarıyla kalkmaktadır.

Fakat bu altın çağ, çocukluk devrelerinin ötesine pek seyrek olarak uzanma şansı bulur. Çocuk, çok geçmeden, herşeyi kurcalamanın ve büyükleri soru yağmuruna tutmanın iyi birşey olmadığını öğrenmeye başlayacaktır. Bunu öğrenmesi, o zamana kadar onu içinde yaşadığı dünyanın sırlarını keşfetmeye iten merak duygusunu belki bütünüyle yok edemez, fakat başka mecrâlara rahatlıkla yöneltebilir. Yeni birşeyler öğrenmek, önüne yeni ufuklar açan bilgiler edinmek, hayatın en heyecan verici faaliyeti olmaktan yavaş yavaş çıkar.
Böylesi, zamanla bize daha rahat gelmeye başlar. Araştırmaktan, yeni bilgiler edinmekten, yeni bilgilerle birtakım problemler çözmekten ve yeni bazı sonuçlara varmaktan, yeni durumlara göre yeni davranışlar geliştirmekten, yeni bilgilerin açtığı ufuklarda daha da yeni bilgilerin peşine düşmekten kaçınmakla, aslında, düşünmekten de kendimizi “korumuş” oluruz. Zaten çevremizdeki pek çok şey, düşünmeyi, Henry Ford’un deyimiyle “dünyanın en zor işi” haline getirmek için düzenlenmiş gibidir.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
1 Mayıs 2006       Mesaj #13
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
Ayşe ARMAN
12b Seks öğrenilebilen bir şey mi?


Bir süredir kafamı kurcalayan bir şey var.

Phizer’in seks araştırması.

Araştırmayı yapan Chicago Üniversitesi, finanse eden Viagra’nın üreticisi Phizer.

Dandik bir şey değil.

29 ülkede 27 bin 500 kişi üzerinde yapılmış bir anket.

Bu araştırmadan yeni neler öğrendik?

Türk erkeklerinin yüzde 51’i seksi seviyor, "Seks iyidir" diyor.

Bir defa, ilk sorumu şimdi sormalıyım: Yüzde 51, her an seks düşünmekle ünlü Türk erkekleri için biraz az değil mi? Hatta daha da ileri gidip, utanç verici değil mi? Bu erkeklerin yarısı seksten hoşlanmıyor mu yani? Arka sayfa güzelleri boşa mı gidiyor yani!

Devam edelim...

Türk erkeklerinde durum böyle de, Türk kadınlarında durum şahane mi? Ne münasebet, daha da feci. Sadece yüzde 25’inin seksle arası iyi. Gerisi fos. Seks dendiğinde kaçacak yer arıyorlar.

Oysa, Ortadoğu genelinde kadınların sekste zevk alma oranı yüzde 37.

Haliyle insan, "Nasıl yani?" oluyor.

"Sakın ankette bir yanlışlık olmasın?" diye düşünüyor. Biz Ortadoğu’nun en özgür, en modern Müslüman kadınları değil miyiz?

Nasıl olur da onlar, seksi bizden daha çok sevebilir?

Demek ki din, "libido kırıcı" bir unsur değil.

Olsa, Malezya’da "Seks iyidir" diyen kadın oranı yüzde 50 olmazdı, değil mi?

Ama bizler de zannettiğimiz kadar özgür, rahat, modern değilmişiz.

***

Peki bizde bu oran niye bu kadar düşük?

Bu sonucun tek sorumlusu bizim kadınlarımız mı?

Neden Arap erkekleri de mesela, ya da Avusturyalılar, ya da Kanadalılar Türk erkeklerinden daha fazla seksi seviyor?

Toptan bir sorunumuz var.

Bu konuda Ayşe Karasu güzel bir yazı yazdı. Yazısında Türk kadınının libidosunun neden düşük olduğunu tartışıyordu. Neden dünyadaki diğer kadınların gerisinde kalıyordu? Soğuk muydu? Vajinismusu mu vardı? Neydi? Ahlak mı gelenek mi eğitim mi? Araştırmadan çıkan birtakım kiriterler var, seksten zevk alabilmek için: 1) Kadın-erkek eşitliğinin ileri derecede olduğu Batılı bir ülkede yaşayacaksın. 2) Ama sadece "gelişmiş ülke" kriteri de, seksi sevmek için yeterli değil. O ülkeye hakim kültürün çok fazla erkek merkezli olmaması gerekiyor. Kadınların baskı altında tutulduğu, kadın cinselliğinin hiç önemsenmediği bu ülkelerde doğal olarak kadınların libido görüntüsü de düşük çıkıyor. 3) Ve en önemlisi, erkeklerden farklı olarak kadınlar, beyniyle sevişiyor.

***

Burada bir duralım.

Bu farklılık, önemli bir farklılık.

Çünkü burada sadece kadınların değil, erkeklerin de yetersizliği, bilgisizliği söz konusu. Bir kadının zevk alabilmesi için, önce beynen baştan çıkarılması ve tahrik edilmesi gerekiyor. Bunun için de önce hayal gücü gerekli, oyun oynama kabiliyeti gerekli. İnsanlar önce bunu geliştirmeli. Özgürce kendisini hayallerine teslim edebilme yeteneği. Her türlü baskıdan kurtularak...

***

Bense sizinle şunu tartışmak istiyorum:

Seks öğrenilen bir şey mi?

Ben öyle olduğuna inanıyorum.

Her insanda üreme içgüdüsü var. O yüzden herkes el yordamıyla "nasıl" olacağını bulabilir. Ama nasıl olacağını, ya da nasıl yapılacağını bilebilmek yeterli midir?

Eğer zevk almayı tartışıyorsak, daha fazlası gerekmez mi?

İnsan bu eylemin esasını, tekniğini, duygularını, oyunlarını öğrenebilir.

Ve bu sayede de bir çiftin hayatı renklenebilir, çok daha zevkli hale gelebilir.

Ben logaritma öğrenir gibi seks öğrenelim demiyorum.

Ama bu eylemi keyifli kılan, tecrübe ve bilgidir.

Söyler misiniz, aksi takdirde neden onca Türk erkeği onca Rus kadının peşinde koşar?

Nasıl ruhsal birtakım kurslar, seminerler, work shop’lar var, nefes egzersizlerine gidiyoruz, ruhumuza detoks yapıyoruz, rahatlıyoruz, gevşiyoruz...

Ben inanıyorum ki, günün birinde seksle ilgili de eğitimler verilecek.

Yanlış anlamayın, tekrar ediyorum, ben teknik insanlara dönüşelim demiyorum ama biraz kendi bedenimizi tanıyalım, karşı cinsin bedenini tanıyalım...

Ve en önemlisi beynimizi tanıyalım!
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mayıs 2006       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Demokratik rejimleri, otoriter ve totaliter rejimlerden ayıran özelliklerden birisi de, siyasetin taşıyıcı aktörleri olan siyasi partilerle devlet aktörleri (sivil ve askeri bürokrasi) arasındaki alanın darlığı ya da genişliğidir.

Bu alan, ki siyaset yapma alanıdır, genişledikçe rejim demokratikleşir, daraldıkça otoriterleşir. Türkiye’de çok partili demokrasi deneyimi içinde bu alan, darbeler dışındaki dönemlerde bile her zaman dar bir nitelikteydi ve bu nedenle Türkiye’de demokrasi deneyimi hep bir “demokrasi eksiği” sorunu yaşadı, demokrasi derinleşemedi ve kurumsal ve kültürel olarak toplumsal yaşama yerleşik bir nitelik kazanamadı. 1990’lı yıllar Türkiye’de siyasi aktörlerle devlet aktörleri arasındaki alanın iyice daraldığı, demokratikleşme ve ekonomik sorunların istikrar ve güvenlik adına ikinci plana atıldığı yıllar oldu. Fakat ortaya çıkan, istikrar değil giderek artan ve toplumsal yaşamın her alanında hissedilen istikrarsızlıktı; toplumla bağ kurmak yerine devlet merkezci siyasetin sözcülüğünü yapmak isteyen siyasi partilerin giderek oy kaybetmeleri ve yok olma sürecine girmeleriydi. 2000’li yıllara girdiğimiz zamansa, istikrar yerine aksine ekonomik, siyasal ve kültürel düzeylerde istikrarsız bir Türkiye ortaya çıktı. Siyasi bir deprem niteliğinde olan 3 Kasım 2002 seçiminde de istikrar söylemi adına toplumsal sorunlara sırtlarını çevirmiş tüm siyasi partilerin parlamento dışına düşmesini gözledik.
3 Kasım seçimlerinin sonucu olarak ortaya çıkan AKP tek parti iktidarı ve CHP tek parti anamuhalefeti Türkiye’ye siyasal aktörlerin istikrarı demokratikleşme ve sürdürülebilir ekonomik kalkınmada arama olasılığını verdi. Türkiye’de uzun yıllar sonra siyasi aktörler ile devlet aktörleri arasındaki siyaset yapma alanının genişlemesi, dolayısıyla demokratikleşme yoluyla toplumsal sorunlara çözüm bulma olasılığı da doğdu. Aynı zamanda, Türkiye-AB ilişkilerinde ortaya çıkan tam üyeliğe dönük olumlu gelişmeler ve diğer taraftan Irak Savaşı ve Türkiye-ABD ilişkileri, Türkiye’nin gücünün güvenlikle demokratikleşme ve ekonomik kalkınmayı beraber gerçekleştirmesine bağlı olduğunu gösterdi. Türkiye’nin geleceğinin devlet-merkezci siyaset anlayışında değil, demokratikleşmede aranması gerekliliği, hem 3 Kasım seçimlerinde, hem de 2000’li yıllarda Türkiye’nin yüzleştiği uluslararası ilişkiler sorunları içinde, AKP ve CHP’ye tarih ve değişim tarafından söylenmiş oldu.
CHP ile muhalefet yürümüyor; çünkü...
Türkiye’de 3 Kasım seçimlerinden bugüne kadar olan gelişmelere, değişimlere, dönüşümlere, sorunlara ve bu süreç içinde siyasi alanın gösterdiği performansa, hem iktidar hem de muhalefet temelinde baktığımız zaman, bir ikilem ile karşılaşıyoruz. Objektif bir gözle AKP iktidarının bu süreç içindeki performansına baktığımız zaman, Türkiye’nin içinden geçtiği değişim ve dönüşümün içinde taşıdığı siyasal, ekonomik, kültürel ve uluslararası ilişkiler sorunlarına yanıt vermede belli alanlarda başarılı, belli alanlarda eksikleri ve başarısızlıkları olan bir iktidar yapısı görüyoruz. Bu süreç içinde başarıların ve sorunların beraberliği bugün kamuoyu yoklamalarında iktidara olan desteğin hâlâ çok yüksek seviyelerde olmasından çıkartabiliyoruz. AKP’nin iktidar olduğu bu dönem içindeki performansının daha derin ve kapsamlı tartışılması ve çözümlenmesi gerekir, ama bu başka bir yazının konusu. Yalnız şunu söyleyebiliriz ki, bugünkü Türkiye, yaşadığı sorunları göz ardı edemeyiz ama kabul etmemiz gerekir ki 1995-2001 arası ekonomik, siyasi ve kültürel istikrarsızlar, krizler ve çatışmaların olduğu Türkiye’den daha iyi bir yerde.
AKP ve iktidarın performansına karşı bu dönem içinde muhalefetin performansına baktığımız zaman farklı bir tablo ile karşılaşıyoruz. “Türkiye’de ciddi bir muhalefet sorunu var” saptamasını doğru kılan ve bu saptamanın farklı siyasi görüşler arasında kabul bulmasını sağlayan bir başarısızlık performansı, 2002’den bugüne CHP’nin anamuhalefet partisi olarak konumunu belirliyor. Son günlerde çok ciddi ve toplumsal tedirginlik yaratan Kürt sorununa yaklaşımında, Şemdinli davası içinde aldığı konumda, başka ülkelerin cumhurbaşkanlarını kendi iç siyasi söyleminde kullanırken diplomatik olarak Türkiye’yi zor durumda bıraktığını anlamamasında, laiklik tartışmalarına yaklaşımında demokratik ve sosyal çözüm önerilerinin çok uzağında bir muhalefet yapma anlayışını güden bir parti konumunda bugün CHP. Ama bu konum çok uzun zamandan beri sergileniyor. 2002’den bugüne AKP’ye toplumsal sorunlara çözüm önerileri temelinde muhalefet etmeyen bir CHP var. Dolayısıyla da, alternatif bir kamu yönetimi yasası, alternatif bir yerel yönetim yasası, alternatif bir YÖK yasası, alternatif bir Irak politikası, alternatif bir Kıbrıs politikası, alternatif bir sürdürülebilir ekonomik kalkınma anlayışı, son dönemde çok ciddi bir soruna dönüşmüş işsizlik, yoksulluk ve eşitsizlik sorunlarına sosyal adalet temelli çözüm üretme, AB sürecinde itici güç olma, demokratikleşmeyi derinleştirme vb. politikalarla güçlü bir muhalefet üretmek tercihinde olmayan bir CHP yönetimiyle Türkiye’de anamuhalefet partisi işlevi sürdürülüyor. Karşımızda hâlâ 1990’lı yılların siyaset anlayışını sürdürerek ve toplumdan kopuk bir söylemle, devlet-merkezci siyaset anlayışının güvenlik söyleminin sözcülüğünü yapmayı tercih eden bir parti var. AKP ile devlet aktörlerini karşı karşıya bırakıp, bu süreçten AKP’nin yıpranacağını uman dar bir siyaset anlayışıyla hareket eden CHP, hem kendisine oy veren seçmen kitlesi temelinde, hem de Türkiye’yi ciddi bir değişim geçiren dünya içinde güçlü bir aktör yapmak bağlamında ciddi bir sorun olarak ortaya çıkıyor, akademik ve kamusal söylem içinde tartışılıyor.
CHP’nin yaptığı bu hatalı tercih kendisini toplumdan uzaklaştırırken, diğer taraftan da, ironik olarak, AKP iktidarının katılımcı demokrasi, sosyal adaletli bir Türkiye yaratmak, kültürel çeşitliliğe sahip olma ve etkili devlet yönetimi için kadrolaşmadan uzaklaşma temelinde yaşadığı sorunlara rağmen hâlâ gücünü korumasına, hatta bazı kamuoyu araştırmalarına göre giderek toplumsal desteğini güçlendirmesine yol açıyor. Fakat, bununla birlikte, bir taraftan Türkiye’nin iyi ve demokratik yönetilmesi için, diğer taraftan da savaşa indirgenen 11 Eylül-sonrası dünya politikasının demokratik bir dünya yönetimine dönüştürülmesi olasılığına Türkiye’nin vereceği katkının artması için, Türkiye’nin modernleşme ve demokratikleşme sürecinin itici gücü olacak bir sosyal demokratik partiye ya da CHP’nin bu temelde dönüştürülmesine gereksinimimiz var. En azından, kısa dönemde de, giderek güçlenen AKP iktidarını dengeleyecek, bu iktidarın Türkiye’yi yönetiminde ortaya çıkacak olası sorunların demokratik bir temelde çözülmesini sağlayacak ve devlet-toplum/birey ilişkilerinin bireysel hak ve özgürlüklerin korunması ekseninde düzenlenmesini sağlayacak bir sosyal demokratik muhalefete Türkiye’nin gereksinimi var. Diğer bir deyişle, “güçlü ve demokratik bir Türkiye” yaratmak için, hem bugün etkin bir muhalefet partisi işlevini görecek, hem de uzun dönemde sosyal demokrasiyi bir ideoloji olarak toplumsal ilişkiler içinde yaygınlaştıracak sosyal demokratik bir partiye gereksinimimiz var.
Muhalefet ve kriz Fakat, toplumla organik bağ kuracak politikalar üretmek yerine, devlet-merkezci, milliyetçi ve sadece iktidar-karşıtlığı ve iktidarı devlete şikayet etme temelinde dar bir siyaset yapma anlayışını bugüne kadar tercih eden CHP’nin, ne etkin bir muhalefet partisi işlevini görmede, ne de kendisini güçlü ve demokratik bir Türkiye vizyonunu kurabilecek sosyal demokratik bir partiye dönüştürmede başarılı olması zor gözüküyor. Bu nedenle de, bugün Türkiye’nin temel sorunlarından birisi de CHP’nin etkin ve Türkiye’nin sorunlarına çözüm bulmaya yönelik muhalefet yapma eksikliğidir. Bu nedenle de, CHP’nin bugün yaşadığı sorunun eleştirel ve çok-boyutlu bir çözümlemesini yapmak zorundayız. Türkiye’de genelde sosyal demokrasinin krizi, somutta CHP’nin krizi üzerine çalışmaları taradığımız zaman, sorunun sadece bugünle ilişkili olmadığını, aksine son 25 yılda, dolayısıyla da 1980’lerden bugüne, özellikle 1990’larda ve 2000’li yıllarda, giderek ivme ve derinlik kazanan bir sorun olduğu saptamasını yapabiliriz. Türkiye’de sosyal demokrasinin, (i) siyasi bir aktör olarak, (ii) toplumsal bir hareket olarak ve (iii) toplum içinde güvenilirliği ve inandırıcılığı olan bir ideoloji olarak son çeyrek asırda giderek küçüldüğünü, iktidar olmaktan uzaklaştığını, hatta marjinalleştiğini görüyoruz. Bu anlamda, “bugün Türkiye’de sosyal demokrasi ciddi bir sorun ya da kriz yaşıyor” saptaması, sadece siyasi parti düzeyinde, dolayısıyla sadece CHP ya da ondan önceki sosyal demokratik partilere endeksli düşünülmemeli, tartışılmamalı. Böyle bir tartışma, içinde önemli bir doğruluk payı ve açıklama gücü taşısa da, sınırlı ve indirgemeci bir nitelik taşımaktadır. Düşünme ve tartışma alanını sadece sosyal demokrasinin siyasi bir aktör olarak yaşadığı sorunlara indirgemeden, sosyal demokrasinin toplumsal bir hareket ve bir ideoloji olarak yaşadığı sorunları da içerecek bir tarzda genişlettiğimiz zaman, hem “bugün Türkiye’de sosyal demokrasi ciddi bir sorun ya da kriz yaşıyor” saptaması, hem de “bugün Türkiye’de siyasi alan ciddi bir muhalefet sorunu yaşıyor” saptaması ciddi bir anlam kazanacaktır. Türkiye’de sosyal demokrasinin yaşadığı sorunlu durumu, “siyasi aktör, toplumsal hareket ve ideoloji” düzlemlerinde üç-boyutlu görmeliyiz, ki bu boyutlar birbirleriyle ilişkili ve bağlantılıdır. Böyle bir yaklaşım bize bugünü çok-nedenli, tarihsel ve analitik bir temelde çözümleme ve anlama olasılığını verir. Daha da önemlisi, ancak bu temelde yapılan bir çözümlemeyle, sosyal demokrasinin AKP’ye ciddi, etkin ve yapıcı bir muhalefet göstermesi, aynı zamanda da iktidar olarak Türkiye’yi yönetmek olanağını yakalaması olasılık için kazanabilir. Diğer bir deyişle, sadece parti içi iktidar mücadelelerine, lider değiştirmeye ve delege seçimi ya da parti yönetimi düzenlemelerine indirgenmiş bir yeniden-yapılanma girişimi, bugün sosyal demokrasinin yaşadığı çok-boyutlu sorunlu durumu doğru okuyamadığı sürece, başarılı olma şansına sahip değildir. Aksine yapılması gereken bugünü doğru okumak ve bu okumanın içinden yarını kurmaktır.
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
1 Mayıs 2006       Mesaj #15
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
ÖZELLİKLE yaşlı insanlardan şu sözleri çok sık duyarsınız: “Televizyon çıkalı eski muhabbetler kalmadı.” Biz bu haklı sözleri değiştirerek şöyle diyoruz: “Televizyon çıkalı anne babalar çocuklarına eskisi kadar zaman ayıramaz oldu.” Anne gündüz televizyon izlerken eteğine yapışan çocuğu başından savmak için “git oyuncaklarınla oyna, görmüyor musun televizyon izliyorum” der. Baba işten dönüp akşam yemeğini yedikten sonra koltuğuna oturur, eline kumandayı alır, saatlerce şu kanal senin bu kanal benim dolaşır durur. Baba özlemi çeken çocuğuna yarım saatini ayırmaz.


Geliri yerinde, okumuş ailelerin çoğu çocuk odasına da televizyon almaktadır. Alırken çocukla bir anlaşma yapar ve söz vermesini isterler: “Ancak ödevini yapıp dersini çalıştıktan sonra televizyon izleyeceksin.” Çocuk hiç düşünmeden söz verir. Aslında bu anlaşmada iki taraf da birbirini aldatmaktadır. Anne babanın amacı çocuktan kurtulmak, çocuğun da amacı televizyon sahibi olmaktır. Araştırmalar, odasına televizyon alınan çocukların, beklenenin aksine okul başarısında düşme olduğunu göstermektedir. Çocuk, televizyon izleyebilmek için ödevlerini çala kalem yapmakta, derslerine yeterince çalışmamakta ve sınavlara iyi hazırlanamamaktadır.

Çocuklarda televizyon seyretme alışkanlığı sadece okul başarısını etkilemekle kalmıyor; fiziksel, sosyal, zihinsel ve duygusal gelişimlerini de yavaşlatıyor. Çocuk, televizyon başında yeterince hareket etmediği ve biriken enerjisini harcayamadığı için devamlı kilo almaktadır. Sokakta arkadaşlarıyla oyun oynayan ve koşan bir çocuk birikmiş vücut enerjisini boşalttığı için rahatlamakta; eve sakinleşmiş olarak dönmektedir. Halbuki televizyonun karşısında saatlerce oturan bir çocuk enerjisini boşaltmak şöyle dursun, aksine bu cihazlardan yayılan elektronlara maruz kalmakta ve vücudundaki statik elektrik yükü artmaktadır. Bu sebeple, televizyon bağımlısı çocuklar daha sinirli ve daha saldırgandır. Yaşlarına uygun olmayan programları izlemeleri halinde kafaları karışır, ruh sağlıkları bozulur.

Televizyona düşkün çocuklarda sosyal beceriler zayıflamaya ve içe dönük bir kişilik gelişmeye başlar. Ailesiyle, arkadaşlarıyla ve diğer insanlarla sosyal ilişki kurmada isteksiz davranırlar. Televizyon izleyen bir çocuk, kendisi birşey üretmemekte, sadece başkaları tarafından üretilen şeyleri izlemekte veya oynamaktadır. Hazırı kullanmaya alışmış bu çocuklarda el becerileri ve motor hareketler gelişmez, büyüklerin yardımı olmadan kendi başlarına bir iş beceremezler. Zihinsel ve duygusal gelişimleri de normal değildir. Olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi kuramaz, bilgiyi yorumlayamazlar. Kitap okumak ve ders çalışmak gibi zihinsel çaba gerektiren işlerden hoşlanmazlar. Televizyon karşısında daima alıcı durumunda oldukları için konuşmaya ihtiyaç duymamakta, dolayısıyla dil becerileri gelişmemektedir. Dil becerileri zayıf olduğu için başkalarıyla diyalog kuramaz, duygularını ve düşüncelerini doğru ifade edemezler.

Küçük yaştan itibaren televizyon izlemeye alışan çocuklarda gelişim bozuklukları daha belirgin ve daha ciddidir. Bu çocuklar akranlarına nazaran daha geç yürür ve daha geç konuşurlar. Konuşulanları ve kendilerine verilen direktifleri anlamakta güçlük çekerler. Dil becerileri gelişmediği için isteklerini büyüklerin elinden tutarak veya işaret ederek anlatmaya çalışırlar. Anneye aşırı bağımlıdırlar. Yabancılarla duygusal ilişkiye giremezler. Öpülmekten ve kucaklanmaktan hoşlanmazlar. İsimleriyle çağırıldıkları zaman tepki vermezler. Yaşıtlarıyla oyun oynamayı ve oyun kurmayı beceremezler. Ellerini ve parmaklarını iyi kullanamazlar. Çarşı, pazar, toplu taşıma araçları gibi kalabalık yerlerde bulunmaktan hoşlanmaz, huysuzluk gösterirler. Doğuştan zihin geriliği olan ve fazla televizyon izleyen çocuklarda otizm belirtileri artmakta, bu çocukları eğitmek daha da zorlaşmaktadır.



Çocuklarınıza Zaman Ayırın


Çocukları televizyon bağımlılığından kurtarmanın tek çaresi onlara zaman ayırmaktır. Anne baba olarak öncelikli görevimiz çocuklarımıza iyi bir eğitim kazandırmaktır. Hiçbir işimiz çocuk eğitiminden daha önemli değildir. Eğer çocukların yapmaktan zevk alacakları müzik, resim, spor, kitap okumak gibi faydalı bir becerileri yoksa; anne babaların televizyonu yasaklamaları problemi çözmeyecek, daha da ağırlaştıracaktır.

Çocuğunun inatçılığından, söz dinlememesinden, aşırı televizyon izlemesinden ve okuldaki başarısızlığından yakınan bir babaya “çocuğunuza zaman ayırın” tavsiyesinde bulunduğumuzda, “her akşam en az bir saat beraber ders çalışıyoruz, ödevlerine yardım ediyorum, ama değişen bir şey yok” demişti. Gülerek: “Hayır, dedim, bizim kastettiğimiz beraberlik bu değil. Çocuk bu beraberlikten zevk almaz, aksine bir an önce bitmesini ister. Siz çocuğunuza zaman ayırmıyorsunuz, ona ders çalıştırıyorsunuz.”

Çocuğunuza ayırdığınız zamanın süresi değil, kalitesi önemlidir. Eğer bu beraberlikten iki taraf da zevk alıyorsa, kaliteli bir beraberlik var demektir. Birlikte yürüyüşe çıkmak, çocuk parkına gitmek, piknik yapmak, akşam yemeğinden sonra ailece çaylı-pastalı sohbet etmek, birlikte televizyonda kaliteli bir film veya program izlemek, uyku saatinde çocuğunuza masal veya kısa bir hikaye okumak ilk anda aklımıza gelebilen kaliteli beraberliklerdir.

Çocuğunuzla birlikte iken iyi bir dinleyici olmalısınız. Çocuk duygularını, hayallerini, düşüncelerini, endişelerini, korkularını çekinmeden dile getirmeli ve sizinle paylaşmalıdır.
Çocuklarını dinlemeyen anne babalar onları tanımakta güçlük çekerler. Çocuğunuzu ne kadar çok tanırsanız, yetenekleri konusunda beklentileriniz o kadar gerçekçi olur.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
2 Mayıs 2006       Mesaj #16
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Dünyanın üstündeki hayalet.. Küresel Terörizm

Dünyada gittikçe yükselen şiddet dalgası sonunda Türkiye’yi de vurdu. İstanbul’da yaşanan terör olayları hakkında yapılan yorumlarda, “Türkiye’nin kendi 11 Eylül’ünü yaşadığı” görüşü sıkça dile getirildi.

Olup bitenleri bir parça anlayabilmek için, küresel terörizmin ve ona karşı yürütüldüğü söylenen savaşın buluştuğu bu şiddet zemini üzerinden yapılacak bir okuma zorunlu görünüyor.


ŞİDDETİN EVİ

İNSANA ÖZGÜ olan bir durumun, şiddet için de geçerli olduğu söylenebilir: Sevildiği yerde yaşamaktan hoşlanır. Tabii burada sevginin daha çok marazî bir biçiminden söz ediyoruz. Şiddet sevilebilir. Çünkü şiddet, üzerinde uygulanan kişi, grup ve toplum üzerinde yıkıcı bir etkiye yol açarken, onu uygulayan üzerinde “kurucu” bir işlev görür. Şöyle de denebilir: Özne, şiddet aracılığıyla kendini kurar, inşa eder. Ve bunu gerçekleştirirken, varoluşunu besleyen o marazî sevgiyi kendinde “kurumlaştırır”. O, şiddet aracılığıyla kendini görünür kılarken bir şey daha yapmaktadır: Kendini tarihe dayatıyordur. İster yerleşik düzene karşı yıkıcı bir güç olarak, ister yerleşik düzeni muhafaza etmek adına bir yöntem olarak kullanılsın, şiddet, tarih karşısında bir savunma anlamına gelir. Çünkü tarih, canlı yürüyüşünü, bir ağırlık olarak attığı, dışarıda bıraktıklarıyla sürdürür; ezilenlerin, mağlupların, yok edilenlerin “sessizliği” altında...

Biliyoruz ki egemen tarih hâlâ egemenlerin tarihidir ve bir miras gibi galipten galibe titizlikle devredilir. Bu basit bir tarih anlayışından ibaret değildir: Dünyanın görünümü ve işleyişidir. Kesintisiz bir mücadele olarak koyutlanan tarih, galip gelenin ödülüdür. Sadece yaşamayı hak etmemiştir, hükmederek yaşamayı hak etmiştir.

Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine” adlı ünlü denemesinde, “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hâl’ istisna değil kuraldır” der ve ekler: “Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın “hâlâ” nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefî bir bakış değildir. Bu şaşkınlık bizi herhangi bir bilgiye de götürmez, tek bir bilgi hariç tabii: Kaynağındaki tarih anlayışının iler tutar tarafı olmadığı.” (1)

Günümüzde yaşadıklarımız hiçbir şeyin değişmediğini ispatlıyor: Şiddet, onu ısrarla rasyonel kılan tarihin içinde kendini evinde hissetmektedir.


BİR İLETİŞİM BİÇİMİ OLARAK ŞİDDET

Şiddetin bir iletişim biçimi de olabileceği iddiasının yadırganacak bir yön taşıdığı söylenebilir. Çünkü şiddet, tam da iletişimin imkânsızlaştığına, kendini ifade etmenin, anlamanın ve anlaşmanın boş bir çabaya dönüştüğüne inanıldığı, sözün “düştüğü” anlarda ya da zaten böyle bir iletişim ortamının hiç de arzu edilmediği baskıcı alanlarda, otoriter rejimlerde yükselir ve emirler-yasaklar içeren tek yönlü bir iletinin sürekliliğinin şiddet aracılığıyla garanti altına alınacağı düşünülür. Şiddet ve baskı uygulayanlar, uygulamalara maruz bıraktıklarından bir “cevap” beklemiyor, olsa olsa itaat anlamında bir suskunluğu umuyor gibidirler. Ama eninde sonunda bir cevabın geleceğini de bilirler. Bu anlamda her şiddet aynı zamanda bir sorudur da: “Şimdi ne yapacaksın?” Egemenler için önemli olan, bu cevabın hangi formda ve düzeyde olacağının kendileri tarafından belirlenmesi ve böylece ortaya çıkacak yeni iletişim biçiminin yönetilmesidir. Zorba, baskıcı ve şiddet dolu yöntemlerle hazırlanan ve belirli bir topluma, ülkeye veya coğrafyaya dayatılan “sorular”, cevabın da aynı zarf içinde geri dönmesinin beklendiğini gösterir. Hükmedenler, hükmedilmeye razı olmayanlarla ilişki ve iletişimlerini şiddet dili aracılığıyla yöneteceklerdir.

Günümüzün önemli düşünürlerinden Slavoj Zizek, soru sorma eyleminin temelinde yatan müstehcenliğe işaret etmişti: “Soru, ötekindeki, muhatabındaki hangi kerteyi hedeflemektedir? Cevap vermenin mümkün olmadığı, sözlerin kifayet etmediği, öznenin iktidarsızlığı içinde teşhir edildiği noktayı... Bir soru, sadece verili bir duruma göndermede bulunsa bile, her zaman özneyi bu durumdan resmen sorumlu tutar, ama sadece olumsuz bir açıdan-yani bu olgu karşısındaki iktidarsızlığından sorumlu tutar.” (2)

Soğuk Savaş döneminin, kapitalizmin tartışmasız zaferiyle kapanmasından sonra karşımıza çıkarılan Yeni Dünya Düzeni projesi, projenin plânlayıcısı ve yürütücüsü olan hegemonik güçlerin dünyaya ve özelde İslâm dünyasına yönelttikleri, tam da muhatabının ortaya sürülen olgu karşısındaki iktidarsızlığını teşhir eden türde ve bir anlamda başlarının belâda olduğunu açıkça hissettiren bir soruydu. Eşitlik temeline dayanan bir diyalog imkânını ve zeminini hazırlama anlamına gelmeyen, daha çok muhatabını mahk°m eden, Zizek’in teşhis ettiği biçimde müstehcenliğini gizlemeyen bir soru.

Yeni Dünya Düzeni projesinin entelektüel ayağını oluşturan, dünyanın halihazırdaki politik ve ekonomik haritası ve gelecekte bu haritanın nasıl şekilleneceği hakkındaki okumalara (Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” ve Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezleri) yönelik eleştirilerin ve karşı-okumaların yeterince etkili olamamaları önemli bir handikap olsa da zaten bu siyasî-ekonomik ve askerî projeyi yürütenlerin böylesi bir cevabı hiç de arzulamadıklarını biliyoruz; en azından şimdi... O halde şu yargı yanlış olmayacaktır: 11 Eylül, tam da Amerika’nın beklediği cevaptı.

O tarihte ABD Başkanı’nın, başlattığını ilan ettiği “teröre karşı savaş” sürecinin hangi akla hizmet ettiğini, bugün daha iyi görebiliyoruz. İşgal edilen ülkeler, bombalanan şehirler, katledilen, sakat bırakılan binlerce masum insan, dehşetle birlikte yaşamaya zorlanan halklar, el konulan zenginlikler... ABD ve müttefiklerinin uyguladıkları politikalar, terörü üreten, azmanlaştıran ve küresel çapta daha da yayan şartları çoğaltmaya devam ediyor: Afganistan’daki belirsizlik, işgal edilen Irak’ta halkın onurunu ayaklar altına alacak derecede yapılan uygulamalar (gece baskınlarıyla çocuk-kadın ayırt etmeden sürdürülen tutuklamalar, aşağılamalar ve silahların kesintisiz tehdidi), Filistinlilerin katlanmak zorunda oldukları şartların daha da ağırlaşmasına yol açan İsrail’in insanlığa ve uluslar arası hukuka aykırı eylemlerine göz yumulması, Suriye’ye ve İran’a açıkça yöneltilen tehditler... Teröre karşı açıldığı söylenen bir savaşın, insanlık adına üretilen bütün ortak değerleri nasıl budadığına şahit olduk ve oluyoruz. Bugün, Başkan Bush’un ağzından çıkan “barış” gibi bir kelimenin bile bize soğuk terler döktürmesi boşuna değil: Bundan, yeni bir dehşet dalgasının üzerimize gelmekte olduğunu çıkarabiliyoruz çünkü. Bütün bu feci görüntülerden şu sonuca varmamız mümkün: Amerika’nın savaşı teröre karşı değil, terörle birlikte yürütülen bir savaş. Amerika’nın, dünyanın gelecekteki şekillenişini belirleyecek başat güç olma yönündeki küstahça dayatmalarının terör eylemlerine davetiye çıkarmak anlamı taşıdığı o kadar çok ağızdan söylendi ve yazıldı ki, hâlâ bu politikalardan vazgeçilmemiş olması ve kısa dönemde de farklı bir yönelime dair olumlu mesajların verilmemesi, terörün, Beyaz Saray’daki şahinlerin plânlarında başından beri yer almadığını düşünmeyi zorlaştırıyor. Bu, bütün terör eylemlerinin arkasında Amerikan parmağı olduğu şeklinde bir komplo teorisi olarak anlaşılmamalı. Vurgulamak istediğimiz, terör eylemlerini sona erdirme noktasında gösterilen samimiyetsizliğin sebebinin, herkes için daha âdil, daha yaşanılır bir dünyanın tahayyül edilebilirliğini imkânsızlaştıran, egemenlerin o tarihi mirası olan “olağanüstü hâl”in sürekliliğinin önemi göz ardı edilerek anlaşılamayacağıdır.

Yeni Dünya Düzeni’nin yol açtığı veya daha da katmerleştirdiği sorunlar, bu olağanüstü hali süreklileştiren koşulları hızla üretiyor. Gelişmiş ülkelerin ortaklaşa aldıkları ekonomik kararlar, dünyanın geri kalanı için daha da yoksullaşma ve çağa tutunamama anlamına geliyor. Neo-liberalizmin yoğun saldırısı, “sosyal devlet”in ölümünü çoktan ilan etti bile. Şimdi sayıları katlanarak çoğalan işsizler ve evsizler toplumsal hayatın ve hatta bir vatandaşlık hakkı olan siyasî katılımın dışına itilmekteler. Göçmenleri bekleyen gelecek, Avrupa’daki ırkçı partilerin gittikçe yükselen oy oranlarına bakılarak tahmin edilebilir. Yalnızca bu örnekler bile geniş çaplı sosyal çalkantıların ve bir “tasfiye” sürecinin uğursuz habercileridir. Yeni Dünya Düzeni’nin mimarları, projelerinin dünyanın büyük bir kesimi için hoşnutsuzluk ve umutsuzluk doğurduğu gerçeğine gözlerini kapalı tutmaya devam ediyorlar. Terörizm bahanesiyle ve bu olağanüstü halin “meşrulaştırdığı” bir yöntem olarak dünyaya sundukları tek öneri, güvenlik üzerine kurulu otoriter bir siyasal yönetim, toplumsal yaşam modeli ve küresel çapta bir savaş.

Ama bu kimse için sürpriz değildi zaten. 11 Eylül’deki saldırılardan sonra, terör eylemleri üzerinden yürütülen analizlere ve okumalara yönelik “teröristlerin yanında yer alma, terörizmi destekleme” gibi haksız suçlamalar ve Başkan Bush’un “ya bizden y*******z ya da teröristlerden” şeklindeki akıldışı dayatması, daha baştan hangi dilin konuşulacağını ortaya koymuştu. ABD ve müttefiklerinin, dünyanın geleceğini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeleri için ihtiyaç duydukları düşman, “öteki” bulunmuştu ve onu kolay kolay kaybetmeye de niyetli değiller. Başkalarının zararı önkoşuluna dayalı menfaati esas tutan canavarca siyaset oyunu sürüyor ve bu oyunda ipleri ellerinde tutanlar açısından olup biteni belki de en iyi bir reklam spotu vurgulayabilir: “Dünya senin oyun alanın. Tadını çıkar!”


HAYALETE İNANMAK

Gerçeküstü olayları konu alan hikaye ve filmlerden hoşlananlar bilir: Hayaletlere inanmak, onları çağırmaktır da... Hayalete inanıyorsanız, bir gece, karanlık yeryüzünü örttüğünde, odanızın açık penceresinden içeri giren ve solgun perdeleri havalandıran soğuk rüzgarın parmakları, ürperten dokunuşlarla sırtınızda dolaşır, her şey tuhaf bir sessizliğe sığınır, eşyalar bile sanki korkuyla içlerine çekilmişlerdir ve onu görürsünüz: Hayalet, odanıza gelmiştir. Ama bir şey daha vardır ki çok geç (hikâyenin sonunda), belki fark edersiniz. O da, odanın hep hayalete ait olduğudur. Hayalet sizin dünyanıza gelmiş değildir. Siz hayalete inandığınızdan beri onun dünyasındaydınız zaten. Gerçek olarak algıladığınız şeyler, hayaleti mümkün kılan bir dünyanın gerçekliğine aittiler.

Bu tür hikâyelerde rastlanan paradoksal bir öğe de, hayaletlerin hışmına uğrayan ilk kurbanların hayaletlere inanmayanlardan seçilmesidir. Hayaletler, kendi dünyalarındaki inançsızların bu küstahlıklarını ve zayıflıklarını cezalandırıyorlardır sanki. Onların inançsızlığını bir zaaf kılan şey, hangi dünyada bulunduklarının farkında olamamalarıdır.
Çoğunluğun hayaletlere inandığı bir dünyada, dünya hayaletlerindir ve onlara inanmayanlar farkında değilseler de ilk kurbanlar olmayı seçmişlerdir.


•••


Biz uzun zamandır hayaletlere inanıyoruz aslında. Modern-Postmodern bir sürü hayalete ve onları çoğaltan dünyaya... İlerleme’nin tarihi zorunluluk olduğuna, savaşların (acı ama) kaçınılmazlığına, sefaletin ve açlığın (yine üzücü ama) önlenemez olduğuna, üretimin sürekliliğine, kapitalizme, teknolojik mucizelerin hayatı ne kadar da kolaylaştırdığına, dinin bizi geri bıraktığına, silahlanmanın lüzumuna, devlet tümüyle elini çekerse ekonomimizin düzeleceğine... Bütün bunlara, “hayalet-şey”, görünürlük kazandıran onların bölgesinde bulunmamızdır.

Dünyanın üstünde bir hayalet daha dolaşıyor: Küresel terörizm...

Terör, yaşadığımız dünyanın gerçekliğinin bir parçası; ama onu tam da “bu dünya”dan kılan şey, gerçeküstü dokusunun bu dünyayla uyuşmasıdır. Terörün yaşandığı “an”, olaya şahit olanların bakışlarındaki dehşet gerçeküstü bir dünyaya aittir ve o dünya, bu dünyadır. Atom bombasını atanların, kurbanlarının kaçını tanıdığını sormak çok mu provakatif olur? Benzer türden travmatik deneyimlerin yol açtığı kırılma, tam da hayaletin göründüğü ana eşlik eder.

İstanbul’da beş gün arayla peşpeşe patlayan bombalar, hayaletin bizim odamıza girmeyeceği yönündeki boş umudu parçaladı. Onca can kaybının ve yüzlerce yaralının verdiği acıyla, harabeye dönmüş sokakların ortasında bu “çığırından çıkmış zaman”ın dışında kalamayacağımız hatırlatıldı. Küresel terörün niçin Türkiye’yi hedef seçtiği, saldırılan mekanların taşıdığı sembollere bakılarak aslında Türkiye’nin değil İngiltere ve İsrail’in hedef alındığı üzerine çok konuşuldu, tartışıldı. Öte yandan bu terör saldırılarından hemen her kesim işine gelen anlamı çıkarmakta fazla zorlanmadı: Amerika-İngiltere ittifakı, yürüttükleri teröre karşı savaşın ne kadar haklı gerekçelere dayandığının bir kere daha ispatlandığını dillendirdiler. İsrail, yeryüzünde eleştirilemeyecek tek devlet olma ayrıcalığına erişme niyetinde son derece ısrarlı: Sinagogların bombalanmasından, özellikle Avrupa’da yükselen antisemitizm dalgasının İsrail’in politikalarına yapılan eleştirilerden kaynaklandığı gibi bir sonuç çıkarabildi*

Gözlerimizi Türkiye’ye çevirdiğimizde özellikle öne çıkan-buna şaşırmalı mıyız?-terörün bizatihi bir hesaplaşma alanına dönüşmesiydi. Terörün adının konulması konusunda siyasî iktidarın gösterdiği hassasiyet ya da çekince (artık hangisini seçerseniz) üzerinden başlatılan tartışma, küresel terörizm adlandırmasında “küresel”in taşıdığı alt-anlam olarak “İslamî” vurgusuna yönelikti. Açıkça şöyle denilmesi isteniyordu: “Bu, İslamî (veya İslamcı) terördür.” Böyle bir adlandırmanın, içerdiği problemli yanı göz ardı etsek bile, nasıl teröre karşı yeni ve farklı bir çözüm sunduğu son derece şüpheli. Zaten vurgunun giderek “terör”den “İslamî” kelimesi üzerine kayması ve “bu kadar demokrasi bize fazla” komikliğine varan otoriterci söylemler, işin hangi noktaya varabileceğini göstermesi bakımından yeterli ipucunu veriyor.

Terörün bir insanlık suçu olduğu hususunda kimsenin tereddütü yok. Yine de, nedenlerin terörü asla meşrulaştıramayacağının baştan kab°l edilmesi ve söylenmesi gerekiyor. Çünkü nedenlerin bir tür meşrulaştırma işlevi görmeleri her zaman mümkündür ve bu noktadaki açık tehlike, fikri bir uyanıklığı korumayı zorunlu kılar. Radikal gazetesinden Turgut Tarhanlı’nın söyledikleri bu açıdan önemliydi: “Terör eylemi, bir yöntem olarak belli bir siyasetin aracı veya bir fikrin ifadesi olarak kullanılmaya çalışılsa bile, onu tanımlama konusundaki tutumumuz berrak olmak zorunda. Ve bu tutum, nedenler üzerine değil, sonuçlar üzerine inşa edilmek zorunda. O sonuçlar, zihin, beden ve çevrenin tahribatından başka bir anlam taşımıyor.” (25.11.2003) Tarhanlı’nın bu görüşüne katılmakla birlikte, terörün nedenleri üzerinden yapılan her eleştirel analizi de terörü meşrulaştıracak bir girişime indirgeyerek suçlayamayız. Çünkü bu, bir akıl tutulmasına teslim olmayı beraberinde getirir. Dikkat edilmesi gereken, baştan bir yöntem olarak terörün reddedilmesidir.

Terörün, insanlar üzerinde korku ve dehşet duygusu uyandırıp, bu duyguyu canlı tutarak toplumların hayat tarzlarını değiştirmeyi amaçladığını biliyoruz. Bu çerçevede hemen her terör eylemi bir zihniyete, bir ideolojiye yaslansa da, giderek kaçınılmaz biçimde bu ideolojiyi “kendisi için” araçsallaştırır. “Eşitlik”, “Özgürlük”, “Bağımsızlık” gibi kavramlar terörizmin yapılanmasında ideolojik birer referans noktası olarak hizmete koşulabilirler. Ama buna bakılarak Eşitlik, Özgürlük, Bağımsızlık gibi evrensel kavramların kör bir şiddeti önkoşul olarak içerdiği iddia edilemez.

Küresel terörizm denen “şey”in , söylem düzeyinde İslamî kavramları (“Şehitlik”, “Cihad”...) öne çıkarışına bu açıdan bakılmazsa, İslam’ın terörü meşrulaştırdığı gibi son derece sakat bir yargıya varmak mümkündür ve böyle bir yargı, yalanı hakikat düzeyine yükseltmek olacağı gibi, terörizmin, “kendisi için” olan yapılanmasını gözden kaçırmak anlamına gelecektir. Ne yazık ki süregiden tartışmalarda bunları gözeten bir mutabakat noktası şekillendirilemedi. Bunun yerine basit çıkar hesapları ve kemikleşmiş önyargılar tartışmaların odağına yerleşiverdi. İslam’ı, kendi hayat tarzlarını tehdit eden, gerekirse şiddete başvurmaktan kaçınmayacak siyasî bir proje zannedenler, teröristlerin, eylemlerini İslam adına yaptıklarını ileri sürmelerinden, görüşlerini haklı çıkaran bir ispat olarak faydalanmayı tercih ettiler. Bu tavrın, onları teröristlerin istediği zemine kaydıracağını görmediler ya da görmek istemediler.

İslam’ın terörle uyuşup uyuşamayacağı konusunda tereddütleri bulunanlar için, İslam’ın bir din olarak gönderildiği ve yayıldığı ilk dönemlerde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ve Müslümanların, maruz kaldıkları çok ağır koşullarda bile teröre benzer, kör şiddet içeren hiçbir davranışa ve yönteme sarılmamaları aslında yeterince ikna edici olmalıdır. Onlar bunu herhangi bir çıkarcı stratejiye dayanarak benimsememiş değillerdi. Haksız yere bir insanı öldürmeyi, kâinatı öldürmekle eş tutan ve insanlara hakikati tatlılıkla, güzel sözle tebliğ etmeyi emreden Rab’lerine itaat ediyorlardı.

Uçakları ve bomba yüklü araçları binalara yönelten zihniyetin köklerini anlamak için bakışlarımızı zamanımıza, hayaletlere inanılan ve onları üreten bu dünyaya çevirmemiz gerekiyor. Nerede yaşadığımızı düşünmeye başlamamız az şey sayılmaz.
Bunca savaşın, terörün, ölümlerin yanı sıra müslümanlar açısından acı verici bir başka şey de, çok zengin ve geniş anlamlar ihtiva eden ve bizce mukaddes olan kavramların yoz bir dile terk edilmesine seyirci kalmak olacaktır. İngiliz entelektüel John Berger, zorbalığın ve yalanın tahakkümüne boyun eğmek istemeyen insanlara “Kelimelerinizi kurtarın!” diye haykırıyordu. Müslümanlar bu çağrının dışında değiller.


SONSÖZ

Türkiye’de terör olaylarının yaşandığı günlerde ABD Başkanı İngiltere’yi ziyaret ediyordu. Bush, Londra’da meydanları dolduran ve sayıları ikiyüzbini bulan savaş aleyhtarının yoğun protestosuyla karşılandı.

21 Kasım 2003 tarihli The Guardian gazetesinin başyazısında şu sözler yer alıyordu: “Terörizmle savaş meselesi, “Onlar bizi öldürmeden biz onları öldürelim”e indirgenemez. Bu söylem bir politika değil olsa olsa şiddete teslim olmaktır... Batı’nın başarısızlıklarının dürüstçe kab°l edilmesi barbarlığa boyun eğmeyi gerektirmiyor. Teslim olmamalıyız. Ancak yoğunlaşan küresel krize daha zekice, daha az çatışmacı, ortak bir Doğu-Batı yaklaşımı şart.”

Bu örnekler, ne olursa olsun insanların şiddet karşısındaki direnişlerinin kırılmayacağını göstermesi bakımından önemli.

Tarih, hâlâ şiddetin kendini evinde hissettiği bir dünyayı olumluyor olabilir. Ama “dışarıda” olanların ümitlerini koruyan şey de her zaman “bir başka ev”in mümkün olduğuna duydukları inançtır.



*İsrail’in Filistin’de uyguladığı devlet terörüne duyulan öfkenin, antisemitizm gibi bir ırkçılık belasına dönüşebilme tehlikesi mevcuttur elbette ve bu geçişkenliğin önlenmesi için çok hassas bir eleştirel dilin kullanılması gerekli görünüyor.
(1) Walter Benjamin,“Son Bakışta Aşk”, çev: Nurdan Gürbilek-Sabir Yücesoy, Metis, İstanbul, 2001, s.43
(2) Slavoj Zizek, “İdeolojinin Yüce Nesnesi”, çev: Tuncay Birkan, Metis, İstanbul, 2002, s.194
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
2 Mayıs 2006       Mesaj #17
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Yalnızca hedeflerinin esiri olmayanlar hedefi vurabilirler...


HEPİMİZ, hayatımızın bir döneminde, gelecekle ilgili ‘ne yapmak istiyorum?’ sorusunu kendimize sorarız. Cevaplarımız hayatımızın akmasını istediğimiz yönünü işaretler. İnsanın bir hedef seçmesinde ve ona ulaşmak için çalışmasında kötü bir yan yoktur. Önemli olan onun karşısındaki tavır ve konumdur ki, bu da insanın hayata verdiği anlamdan bağımsız değildir. Hayatı kendilerine verilmiş bir emanet olarak gören insanların seçtikleri hedefe ulaşma çabaları, er ya da geç maksadını bulan bir çaba olacaktır. Çünkü, yalnızca hedeflerinin esiri olmayanlar hedefi vurabilirler.

Bir de hedefe vurulanlardan söz etmek gerekiyor. Bugün, “Hedefime ulaşmak için çok çalıştım ve sonunda başardım” sözü, bilincini hakim sosyo-ekonomik ve kültürel yapının biçimlendirdiği bireylerin kendileri için kurguladıkları özel bir filmin mutlu son sahnesini tamamlıyor. Başarılı ve zengindirler, dünya tüm vaatkârlığıyla önlerinde açılıyordur, zirvededirler, stadyumlardan, konser salonlarından, sahnelerden kendileri için alkışlar yükselmektedir, ‘first class’ bir yaşantının canlı renkleri gözbebeklerine yansıyordur. Bu fantazi sahneleri, ünlü psikanalist Lacan’ın ifadesiyle, ‘gerçeğin geri döneceği’ travmatik âna kadar bireyi motive etmeyi sürdürecektir. ‘Hedefine kilitlenmiş olma’nın çağrıştırdığı o tehditkâr anlam, ‘imha’; hedefine varmak için incelikli planlar kuran, tuzaklar hazırlayan, stratejiler geliştiren kişinin kendi hayatı için biçtiği rolle sonunda örtüşecektir.

Kendimize neyin peşinde olduğumuzu sormanın zamanı gelmedi mi? Neyin peşinde olursak olalım, neyi hedeflersek hedefleyelim, bizden talep ettiği şey aynıdır: hayatlarımız. Uğrunda nice hayatlar harcanmış hedefler, aynı açgözlülükle bizden de hayatlarımızı talep ediyorlar. Başarı, servet, kariyer, şöhret ... İnsanlar ölüyor, ama hedefler kalıyor.

Yalnızca hedefleri için yaşayan insanlar oduğumuzda, bizi hedefimizden uzaklaştıracağını, ona ulaşmamızı engelleyeceğini düşündüğümüz herkese ve herşeye düşmanca bakarız. Dostluklarımız hedef dostlukları olur. Menfaat üzerine işleyen ilişkiler kurarız. Ferâgat, bağışlama, cömertlik, yardımlaşma gibi, yaşamayı mümkün kılan her iyi haslet zıtlarıyla yer değiştirir. Bu kötülük, istilacı özelliğiyle toplumun tüm dokularına yayılır ve bütününü çürütür.

Mesele, hedefin büyüklüğü-küçüklüğü ile çok da ilgili değildir aslında. Belirleyici olan, bizim hedefimize yüklediğimiz anlam ve o hedefe yürürken insanî ve imanî değerleri çiğneyebilmeyi rahatlıkla göze alışımızdır.

Hedefi vuralım derken, hedefe vurulmaktan sakınmamızda fayda var.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
2 Mayıs 2006       Mesaj #18
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
2b Bir varil görürseniz...

BAŞKOMİSER, memurları toplayıp gerekli talimatı verdi:

"Arkadaşlar... Polis teşkilatı memleketin huzur ve asayişini teminle mükelleftir. Şüpheli varil görüldüğünde derhal işlem yapılacak. Sayın Valimiz Muammer Bey ve Sayın Emniyet Müdürümüz Celalettin Bey'in emirleriyle bir varil görüldüğünde..."

Polisler sordular:

"Yakaladığımızda karakola mı celp edelim amirim?.."

"Kimi?.."

"Varili..."

"Eee tabii..."

"Ya kaçarsa?.."

"Varil kaçar mı ulan?.."

"Bu kadar gizli işi tek başına becerdiğine göre demek ki ne variller vardır..."

"O zaman önce ayağına ateş edilecek..."

"Varilin?.."

"Eeee tabiii... Kaçtığına göre demek ki ayağı var..."

*

Vatandaşlar da "Burada bir varil var, öyle karşıda duruyor" ihbarlarıyla katkıda bulundular.

Polis o varillere de el koydu.

Çarşı esnafı ise "Bizim çöp bidonumuzu kim almışsa, onun..." şeklinde açıklama yaptı.

*

Çevre Bakanı
da her varil bulunduğunda koştu. Medya da koştuğu için bakan varillerin başında özlü konuşmalar yaptı:

"Bu varil..."

Çevre Bakanı olarak atık varilleri yeni gördüğünden aklına kuş gribi konuşması geldi. Varillerin uçamamasına canı sıkıldı, yeniden aldı:

"Bu varil..."

Sonunda yakaladı:

"Bu varil, gördüğünüz gibi tehlikeli duruyor..."

Herkes dönüp varile baktı.

O ise aklına Çanakkale Harbi'ni getirip, heyecanlanarak adeta haykırdı:

"Arkadaşlar....."

Uyuklamakta olan Vali ile Emniyet Müdürü, bu sese "Buyrun beyefendi..." diye koştular.

*

Ve kazdıkça yeni yeni variller çıkıyor.

Kazdıkça toprağın altına gömülmüş, tehlikeli, atık, çürümüş biz çıkıyoruz.
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
2 Mayıs 2006       Mesaj #19
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
İnsan vücudunda çok ağır hastalıklara yok açabilen bir grup molekülün, yakın zamanlarda, kanser dahil birçok ciddi hastalık için bir ümit ışığı sunduğunu biliyor muydunuz?


İşte, derdin içinden çıkıp gelen bu dermanın ilginç öyküsü...


PORFİRİLER, porfirin adlı pigmentlerin deride, dişlerde, ve kemikte birikmesiyle kendini gösteren bir hastalık grubudur. Birçok porfirin, karanlıkta zararsız iken, ışıkla aktive olup eritici, âdeta et yiyen canavarlara dönüşür. Tedavi edilmediğinde, bu durum çok ağır hastalıklara yol açar. Bunlardan birisi olan konjenital eritropoetik porfiride, hastanın kulaklarında ve burnunda, ayrıca dudaklarda ve diş etinde erime olur. Deride pigmentasyonlar oluşur ve deri renginde beyazlaşma görülür. Bu hastalar, gündüz dışarıda dolaşamazlar.

Bilim adamları, bu ağır hastalığın çaresini bulmaya çalışırken, porfirinlerin tıpta faydalı birer araç olarak da kullanılabileceğini keşfettiler. Porfiride sözkonusu olan ve bugün fotodinamik tedavide kullanılan moleküllerin, fotosentez, oksijen taşınması gibi oldukça önemli fonksiyonları mevcuttur. Porfirinlerin karbon ve azottan bir halka yapısı vardır ve bunun ortasındaki boşluğa da demir veya magnezyum gibi metal iyonları yerleşir. Bu metal iyonları, porfirin halkalarına düzgün yerleştiklerinde, biyolojideki en önemli enerji üreten işlevlerin başlamasına vesile olurlar. Nitekim, fotosentezde güneş ışığını alan bitki pigmenti olan klorofil, bir porfirindir. Kanda oksijen taşıyan hemoglobin adlı proteinin de merkezindeki kısmı bir porfirindir. Ayrıca birçok önemli görevi üstlenen enzimler de porfirinlerdir.

Işığa hassas reaksiyonların çok faydalı bazı yönleri, Eski Mısır’dan beri bilinmekteydi. Örneğin, bazı çekirdek ve meyvelerde bulunan psoralen adlı maddeler binlerce yıldır bazı cilt hastalıklarının tedavisi için kullanılmaktadır. Sedef hastalığının ve vitiligo’nun tedavisinde kullanılan psoralenler, ışıkla aktive olunca, hastalıklı bölgedeki çoğalan hücrelerin DNA’ları ile reaksiyona girip bu hücrelerin ölümüne yol açarlar. Psoralenlerin bu özelliğinden çok etkilenen bazı bilim adamları, bu maddelerin ultraviyole ışığı ile aktive olduğunu gösterdikten sonra, bunu değişik cilt hastalıklarının tedavisinde kullanmaya başlamışlardır.
Porfirinler, cilt hastalıkları dışında, bazı tümörlerin tedavisi için de bir süre kullanılmış ve ışıkla aktive olan porfirinlerin tümör hücrelerini öldürmesiyle tümörlerde gerileme tesbit edilmiştir. Ki, şu anda bilinen porfirinler tamamen tümörleri yok etmeyi başaramasa da, daha etkili ve vücuttan kolay atılan porfirinleri bulabilmek için çalışmalar devam etmektedir. Nisan 2000’de ABD’de verteporfin adlı böyle bir ilaç onay almıştır. Ancak bu ilaç kanser için değil, yaşlılığa bağlı körlüğün engellenmesi için kullanım onayı almıştır. Bazı yaşlılarda görülen ve körlüğe yol açan maküler dejenerasyonda gözün arkasındaki retina tabakasında oluşan anormal damarlaşmalar zamanla körlüğe yol açabilmektedir. Damardan verilen verteporfin, dakikalar içinde hızlı gelişen bu anormal damarlarda toplandıktan sonra göze verilen kırmızı ışıkla aktive olup, normal retina dokusuna zarar vermeden, anormal damarların gelişmesine ve dolayısıyla körlüğün oluşmasına engel olabilmektedir.

Kalpteki daralan koroner damarların açılmasında da porfirinler kullanılmaya başlanmıştır. Işık verebilen bir balon kateteri ile hastalıklı damara ulaşılınca, o sırada damara verilen porfirinler ışık etkisiyle aktive olup hastalıklı bölgedeki daralmaya yol açan plakların erimesine yol açmaktadır. Bu konudaki ilk insan çalışmasının sonuçları Amerikan Kalp Akademisi’nin 2002 Eylül’ündeki yıllık toplantısında Harvard Üniversitesi’ndeki araştırmacılar tarafından sunulmuştur.

Porfirinlerin özellikle aktif ve çoğalan hücrelerde birikmesi, bu maddelerin başka hastalıklarda da kullanılması ihtimalini akla getirmektedir. Enfeksiyon hastalıklarına yol açan bakterilerin öldürülmesi için de porfirinlerin kullanılması ihtimali ortaya çıkmıştır. Gram negatif bakteriler, antibiyotik tedavisine dirençli, yok edilmeleri kolay olmayan bakterilerdir. Porfirinlerin ise karmaşık bir hücre duvarı yapısı olan bu bakterilerin içine girmesi mümkün değildir.

Ancak son yıllarda Harvard Üniversitesi’ndeki araştırmacılar lizin aminoasit zincirini bir porfirine ekleyerek bu zincirin bakteri duvarını aşabilme özelliğinden faydalanıp porfirinleri de bakteri içine sokmayı başarabilmişlerdi. Tabiî ki ışıkla harekete geçen porfirinler bakterilerin yok edilmesini de sağlamışlardır.

Bağışıklık sistemi hastalıkları, AIDS, kan kanserleri, organ nakli reddi gibi hücrelerin hızlı çoğaldığı hastalıklarda porfirinlerin faydalı roller üstlenebileceği düşünülmektedir. Kısacası, ışıkla harekete geçen bu ilginç moleküllerin ileride çok daha fazla işimize yarayacağı anlaşılıyor.




Kaynak:“New Light on Medicine,” Nick Lane, Scientific American, Ocak 2003.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
2 Mayıs 2006       Mesaj #20
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Terörizm Nedir?

Son zamanlarda popülerleşmesinin de etkisiyle neredeyse sayısız denebilecek kadar çok terörizm tanımı yapılmıştır. Hepsinin ortak noktası terörü yasadışı ve istenmeyen bir olgu olarak tanımlamasıdır. Kural tanımaz oluşu, acımadan, suçlu-suçsuz, sivil-silahlı ayırımı gözetmeksizin saldırması da bir diğer özellik olarak sayılır. Vahşet ve kan dökücülük... dehşet verici eylemler... Liste daha da uzatılabilir.

Neredeyse tüm kötülükler ve olumsuzluklar teröre ve teröristlere yüklenir.

Bu açıdan bakıldığında sanki terör bizim dünyamızın bir parçası değildir. Terör, bu dünyadan uzaklardan, adeta bir tür ‘karanlıklar dünyası'ndan gelmiştir. Bu nedenle teröristler resmedilirken karanlık ve çirkin yüzler tercih edilir. Hatta çoğu kez teröristin yüzü veya gözü dahi gösterilmez. Teröristin de insan olduğu, terörün de bir insan faaliyeti olduğu görmezden gelinmek istenircesine, terör ‘karanlık', ‘canavar', ‘şeytan', ‘kötülüklerin kaynağı' gibi son derece soyut ve varlığı tartışmalı tanımlamalarla anlatılmaya çalışılır:

Örnek verecek olur isek terörü bir tür ‘canavar' olarak nitelendiren, ‘terör canavarı' konuşmalarına sıkça rastlanır. Her şeyin ‘canavarı'nı bulan ülkemizde bu durum alışıldık olsa bile tüm dünyada insanların ortak eğilimlerinden biridir, terörü bir canavar olarak lanse etmek.[1] Bir sorunu ‘canavar' olarak sunmak sadece teröre özgü de değildir. İlk çağlarda olduğu gibi bugün de insanlar açıklayamadıkları, çözemedikleri sorunlar karşısında ‘canavar' üretmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir ve denebilir ki en az ilk çağlardaki kadar modern zamanda da canavarlar bulunmaktadır: Örneğin enflasyonun, uyuşturucunun ve trafik kazalarının ‘canavar' sıfatıyla adlandırılması Türkiye'de sıkça başvurulan bir yoldur. Dikkat edilirse ‘canavar' aslında var olmayan bir yaratıktır ve insan aklı sıkça çözemediği, tanımlayabildiği sınırları aşan sorunları bu şekilde açıklamaya çalışır. Terörden uyuşturucuya kadar sorunları ‘canavar' sıfatı altına almak ilk aşamada bizleri sorundan uzaklaştırır, adeta yabancılaştırır. Baş edemeyeceğimiz, çözemeyeceğimiz bir sorun ile karşı karşıya olduğumuzu düşündürür. Sorunun nedeni biz değilizdir. Sorunun kaynağında bir ‘canavar' vardır. Yani bir bilinmeyen, yani ‘bizden olmayan bir şey' vardır. Bu sayede kendi dünyamıza ait olmasını istemediğimiz şeyleri ‘canavar'lar sınıfına alarak, sorundan yabancılaşırız, toplumun ve bireylerin sorumluluklarından kaçarız, ya da kaçmak isteriz. Trafik canavarı örneğine bakacak olur isek sanki kazaları yapanlar, alt yapıyı gerektiği gibi oluşturmayanlar bizler değilmişiz gibi ‘trafik canavarı' oluşturur, tüm suçu ona yükleriz. Böylece arkadaşlarımızı, ailemizi, kendimizi vs. temize çıkarırız.

Terör tanımlarında en çok karşılaşılan diğer kavramlar ise ‘karanlık', ‘şeytanilik' ve ‘kötülük kaynağı'dır. Terörist örgütler hep karanlık içinde tanımlanır, (dark side of terror), terörist liderler ise (Terörün karanlık ustaları / Dark Master of Terror) olarak tanımlanır. Terörü şeytani bir iş (evil) olarak tanımlamak ise belki de en yaygın olanıdır.[2] Hatta başta ABD Başkanı George W. Bush olmak üzere siyasiler, diplomatlar ve medya, teröristlerin ‘şeytani bir iş' yaptıklarından ve liderlerinin ‘şeytani kişiler' olduklarından son derece emindirler. Hatta George W. Bush bunu bir adım daha ileri götürerek, ‘şeytani ülkeler ittifakı'ndan (axis of evil) dahi bahsetmiştir.

Yani terör kötülüklerin kaynağıdır. O doğası itibarıyla kötüdür. İyi olamaz. Çünkü iyi olur ise kendisi olamaz. İyi-kötü ayrımı böylesine keskin ve kesin olunca, bu durumda geriye çok fazla seçenek kalmamaktadır. Kötü, hiçbir tartışma ve anlamaya gerek olmaksızın yok edilmelidir. Terörün nedenleri, kaynakları, yöntemleri vb. önemli olmakla birlikte aslolan onu yok etmektir ve bu da ancak onun anladığı dille, yani şiddet kullanılarak gerçekleştirilebilir.

Toplumsal Bir Belirti Olarak Terörizm

Nasıl ki terör tanımlarında klişe kelimeler kullanılır ise, bir terör saldırısının ardından gelen açıklamalar da klişeler ile doludur:

"Terör ile hiçbir yere ulaşamazlar", "terör ile mücadelemizi kazanacağız", "terörü amaç olarak seçenler çıkmaz bir yoldadırlar ve kaybetmeye mahkumdurlar".

Oysa ki gerçek sanıldığı ve söylendiği kadar yalın ve basit değildir.

Teröristin kaybedeceği önemli bir noktaya kadar doğru olabilir. Terörü yöntem olarak seçmiş olan kişi veya kişiler kaybedeceklerdir, çünkü kaybedenler arasında yer aldıklarını, kaybedecek başka bir şeyleri olmadığını düşündükleri için teröre başvurmuşlardır. Diğer bir ifadeyle terör örgütleri zaten başlangıçta bir tür ‘zayıflar klübü' gibidir. Eğer fikren ve fiziksel olarak güçlü olsalar ve sistem içinde barınabilseler idi terörü seçme ihtimalleri oldukça düşük olurdu. Fakat söz konusu olan terörizm ise kazanmak ya da kaybetmekten bahsedilemez. Çünkü terörizm ne kazanır, ne kaybeder. Terörizm sizin baş edebileceğiniz bir rakibiniz değildir. Terörizm belli şartların oluşması halinde ortaya çıkar, o şartlar kaybolunca da biter. Fakat bu bitiş sonsuza dek olmaz. Siz onu davet etmedikçe, onun için uygun şartları oluşturmadıkça gelmez. Dolayısıyla eğer terörizm toplum olarak yaşamınıza giriyor ise bilerek ya da bilmeyerek onu davet eden de sizlersiniz demektir.

Terörizm biraz önce özetlemeye çalıştığımız algılamaların ötesindedir. Bir canavar değildir, bir şeytan değildir. Yok edebileceğiniz, alt edebileceğiniz bir hasım da değildir. Terörizm aslında bir belirtidir, bir semptomdur. Bir şeylerin ters gittiğini sizlere haber veren bir ipucudur. Nasıl ki insan vücudunda ters giden gelişmeler ‘ağrı' yoluyla haber verilir, toplumsal sorunların ‘ağrı'larından bir tanesi de terörizmdir. Özellikle kitlesel düzeylere ulaşmış bir terör hareketi, o toplumda çok ciddi sorunların olduğunu gösterir. Tıpkı vücuttaki ağrılarda olduğu gibi sosyal sorunları gösteren ağrılarda da tek bir çeşit yoktur. Bu nedenle terör olayları tek bir kalıp ile ele alınamaz. Her terör olayı için değişmeyen, sabit nedenler sayılamaz. Baş ağrısı, karın ağrısı, diş ağrısı nasıl birbirinden çok farklı sorunlara işaret etmektedir, terörün çeşitleri de toplumdaki çeşitli sorunlara işaret eder. Bu noktadan bakıldığında terörün bizatihi kendisi ile mücadele anlamsızdır.

Nasıl ki bir başağrısı ile inatlaşmak, onu yenmenin yolu değildir ve aslında bu mümkün de değildir, salt terörizm ile mücadele de mümkün ve doğru değildir.

Bu demek değildir ki bırakalım terör olayları devam etsin...

Elbette hayır.

Nasıl ki başağrısı, mide ağrısı için ağrı kesici alınır, terörizm için de ağrı kesiciler vardır:

Terörizmin ağrı kesicisi güvenlik güçlerince yapılan erken müdahalelerdir. Salt polisiye ve askeri operasyonlar tamamen ağrı kesici niteliğinde müdahalelerdir. Fakat gözden kaçırılmaması gerekir, hiçbir ağrı kesici kalıcı hastalıkları gidermez. Sadece acının ve sorunların gizlenmesine yarar. Rahat geçirilen bir gecenin ardından daha şiddetli ağrılar vardır. Eğer bir mide rahatsızlığı var ise, veya beyinde bir tümör, ağrı kesiciler yarardan çok zarar verir ve sorunun giderilmesini engeller, gerçek nedenlerin tespitini geciktirir. Benzeri bir şekilde terör olaylarına yalnızca güvenlik güçleri ile gitmek sadece sorunu görmezden gelmemize yol açmaz, aynı zamanda sorunun derinleşmesine ve baş edilemez bir hale gelmesine de neden olur.

Vücut-toplum benzetmesinden hareket eder isek, terörizm toplumdaki sorunları anlamada güçlü bir belirtidir ve erken teşhis edilmesi halinde bu sorunlar çok daha kolay bir şekilde çözülebilir. Bu noktada unutulmaması gereken terörizmin toplum olarak bizlerin yaptığı hataların bir sonucu olduğudur. Suçu insanın doğasındaki kötülüğe veya bilinmez bir yaratığa yüklemek ve ardından sadece güvenlik güçleri ile şiddeti şiddet ile bastırmaya çalışmak sorunu çözemez. Sorun çok daha derinlerdedir. Belki siyasi sistemde, belki ekonomik yapıda, belki de kültürel ortamdadır. Çoğu kez de onlarca farklı alana kök salmıştır. Diğer bir ifade ile terörizm bir güvenlik sorunundan çok siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve bunun gibi diğer alanlardan kaynaklanmaktadır. Hal böyle olunca terörizm ile mücadelede güvenlik merkezli yaklaşım daha başından eksik kalmaktadır. Sosyal, ekonomik ve siyasi boyutları noksan bir terörle mücadele yaklaşımı aslında terörle mücadele değil, sorunu geciktirme ve derinleştirme operasyonu anlamına gelir.

Terörle Mücadele-Teröristle Mücadele

Unutmamak gerekir ki terörist ile mücadele terörü sona erdirmeyebilir. Ne kadar çok terörist öldürürseniz öldürün, ne kadar çok terör örgütünü çökertirseniz çökertin terörizm tırmanabilir. Öldürdüğünüz her terörist yeni teröristlerin doğmasına yol açabilir. Bu bağlamda terörizmle mücadele etmenin ilk önceliği teröristle fiziki olarak, şiddet kullanarak mücadele etmek değildir. Terörizmi gidermeye çalışırken ilk öncelik toplumsal ihtiyaçlar olmalıdır. Halkın düşüncesi, medyanın doğru kullanımı, ekonomik ve sosyal araçların terörü kesmek için kullanılması, eğitim ve kültürün birer araç olarak devreye sokulması gerekir. Bunlar klişe sözler ve hamasi nutuklar olarak değerlendirilebilir. Hatta ‘güvercin' görüşü olarak da değerlendirilebilir. "Okul açarak terör mü önlenirmiş", "hastane yaparak bombalar mı dururmuş" denebilir. Bu tespitler kısmen doğrudur da. Fakat terörde bahsettiğimiz metod hakkınca uygulanmış değildir. Ne yazık ki sadece ülkemizde değil, diğer ülkelerde de terörden çok teröristle mücadele edilmiştir. Gerçek ameliyatlar ve önleyici çalışmalardan çok pansumanlar ve ağrı kesiciler ile yetinilmiştir. Terörle mücadele ‘Devlet-Terörist' zıtlığı içinde değerlendirilmiştir. Buna karşın teröristler ve terör örgütleri belki de reflekssel bir hareketle devletten çok halkı ikna etmeye çalışmıştır. Bunu bazen güzellikle, bazense biraz önce bahsettiğimiz toplumsal sorunları kullanarak yapmıştır. Tüm bunlara ek olarak terörist devletin sorunu ‘Devlet-Terörist' zıtlısı olarak görmesinden son derece memnundur. Çünkü bu sayede yavaş yavaş kemireceği bünyeye devlet ile eşit bir güç olarak girmektedir. Devleti kendi istediği alana çekmiş olmaktadır.

Ahıska Davasına Kim Sahip Çıkacak?




Ahıska Türkleri meselesi ve Ahıska bölgesinin statüsü sorunu son dönemde gündemi yoğun olarak işgal ediyor. Özellikle Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru hattının geçen yıl faaliyete geçmesi ile birlikte özelikle Ermenistan’ın Ahıska bölgesine karşı duyduğu ilgi katlanarak artmaya başladı. Önümüzdeki günlerde Ahıska Ermenilerinin Ermenistan tarafından kışkırtılmaları sonucu Gürcistan’da yeni ve ciddi bir sorunlar dönemi başlayabilir.

Bu noktada sorunun Türkiye’yi ve Ahıska Türklerini ilgilendiren boyutuna değinmek gerekmektedir. Bilindiği üzere Ahıska Türklerinin anavatanı bugün Gürcistan sınırları içersinde yer alan ve Cevahetya olarak anılan bölgedir. Ahıska Türklerinin anavatanlarından 1944 yılında sürülmeleri bu halkın hafızasından hiç silinmemiş ve bugüne kadar canlı bir iz olarak yaşamaya devam etmiştir. Ahıskalılar bu tarihi acıyı nesilden nesile aktarmışlar ve bir gün ana vatanları olan topraklara dönme umuduyla yaşamaya devam etmişlerdir.

Ahıskalıların bir bölümü geçtiğimiz bir kaç yıl içinde Türkiye’ye yerleşmiş ve Anavatanlarına dönüş yapacakları günü Türkiye’de beklemeye başlamışlardır. Aradan geçen zaman içinde Türkiye’de Ahıskalılar adına birçok dernek kurulmuş ve bu dernekler bu “vatansız” insanların sorunlarını Türk insanına ve Türk devletine anlatma görevini üstlenmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bu noktada üzerine düşeni yapmış ve bu topluluğa en azından büyük bir devletin sahip çıktığını dünya kamuoyuna göstermiştir.

Son dönemlerdeki gelişmeler Ahıska Bölgesinin yeni sorunlara gebe olduğunun işaretlerini vermektedir. Burada kamuoyunun gözünden kaçan bir durum var ve kanaatimizce bu durumun aydınlatılması gerekiyor. Sorunun tarihsel olarak muhatabı Ahıska Türkleridir ve bu topraklar Ahıskalıların ana yurdudur. Bu gerçek, bugün Gürcistan devleti dahil bütün dünya tarafından kabul edilmekte ve kimse buna itiraz etmemektedir. Ahıskalıların bu haklı davaları her fırsatta hem Türkiye’de faaliyet gösteren dernekler tarafından hem de Türk Devletinin yetkilileri tarafından yüksek sesle dile getiriliyor ve uluslararası platformun da desteği alınmaya çalışılıyor. Bu meselenin Türkiye için jeopolitik ve jeostratejik bir mesele olduğu ortadadır. Ahıska Türklerinin, Ahıska Bölgesine yerleştirilmelerinin Türkiye için ciddi kazanımlar sağlayacağı ve Güney Kafkasya’da atacağı adımlar için kayda değer bir gelişme olacağı devleti idare edenler tarafından bilinmekte ve bu perspektiften konuya yaklaşarak problemin çözümü için enerji sarf edilmektedir. Gerek Türkiye’ye yerleşen Ahıskalıların Türkiye’deki problemlerinin çözümü gerekse Eski Sovyet Coğrafyasında yaşamaya devam eden Ahıskalıların, yaşadıkları ülkelerde karşılaştığı sorunlar Türkiye tarafından dikkatle takip edilmekte ve gerektiğinde sürece müdahil olunmaktadır. Türkiye devletinin meseleye bakışı ve konuya yaklaşımı genel olarak böyle bir çerçeveye sahip.

Ancak, Ahıskalıların nihai olarak neyi arzuladığı ve tercihlerini nasıl yaptıkları hususunda ciddi tereddütlerin bulunduğu anlaşılmaktadır. Her sene Kasım ayında tekrarlanan Ahıskalıların anavatanlarından sürgün edilişlerini anma gecelerinde konu yeniden gündeme gelmesine ve bir çok yerde yazılıp çizilmesine karşın bu insanların o topraklara gerçekten dönüp dönmeyeceği meselesi hala anlaşılabilmiş değildir. Sovyetler Birliği döneminde ana yurtlarına dönmeleri yasaklanmış olan Ahıskalıların, 1991 yılında SSCB’nin dağılışının ardından anayurtlarına akın etmeleri ve bu vatan toprağı üzerine yerleşmeleri beklenirdi. Ancak böyle bir göç ne yazık ki gerçekleşmedi. Kayda değer bulunmayan bazı münferit yerleşmeler dışında ciddi anlamda bölgeye bir Türk göçü yaşanmadı. Bunun yerine birçok insan Türkiye’ye gelerek daha “iyi şartlarda” yaşamayı bir gün birilerinin kendilerini vatanlarına götürmelerini beklemeyi uygun buldu. Türkiye’ye geldikten sonra Ahıskalılar hızlı bir biçimde dernekleşmeye başladılar ve Ahıska davasını sürdürme iddiasıyla devletten destek almaya çalıştılar. Dernekleşme çabalarının başında bulunan insanların nitelikleri ve sergiledikleri performansın değerlendirilmesi yetkili ve ilgili birimler tarafından muhtemelen yapılmaktadır. Ancak iyi bilinen bir şey var. Bu da, bu derneklerin “folklorik” nitelikli “kültür ve yardımlaşma” derneği olmadıkları ve Türk dış siyasetinde önemli bir rol oynamaya başlayan bir konunun Türkiye’deki meşru sözcüleri konumunda görüldükleridir. Bu tür organizasyonlardan beklenen misyon, dile getirdikleri davanın amaçlarına ulaşıncaya dek savunuculuğunu yapmaları ve hedeflerine ulaşmak için çalışmalar yürütmeleridir. Ancak ne yazık ki bugün Ahıska konusu arık Ermenilerle Gürcüler arasındaki çekişmenin konusu haline gelmiş durumdadır. Ahıska Türklerini temsil edenler ise konuya hala hukuki bir problem olarak bakmakta ve tuhaf bir iyimserlikle anavatanlarının geleceğini başka halkların ve ülkelerin ellerine bırakmakta bir beis görmüyormuş gibi davranmaktadırlar. Buna itiraz edecek olanlar elbette çıkacaktır. Ancak Ahıskalı temsilcilerle yaptığımız görüşmelerde her defasında onlara yönelttiğimiz “Ahıska’ya kim gidecek” sorusuna aldığımız yanıtlar ortada pek de gerçekçi olmayan bir “dava”nın olduğu kaygısına yol açmaktadır. Dernek yöneticisi sıfatıyla kamuoyunda ve devlet nezdinde itibar gören bu kişilerin sorumuza verdikleri yanıt genellikle “Rusya’da zor durumda olanlar. Ya da Azerbaycan’ın şu bölgesinde yaşayanlar Ahıskaya dönecekler.” şeklinde olmaktadır. Kendilerinin Ahıska bölgesine yerleşip yerleşmeyeceğini sorduğumuzda ise “hayır” cevabını almaktayız. Gerekçelerini merak edip de “ peki neden ?” diye sorulduğunda alınan yanıt ise gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Bölgede yaşayan Ermeniler yüzünden Ahıska’ya yerleşmek istemediklerini ayrıca Gürcistan’ın bugün zor ekonomik şartlar altında bulunduğunu, ifade ediyor ve öncülüğünü yaptıkları “davanın” kendilerini bağlamadığı gibi intibanın doğmasına neden oluyorlar.

Türkiye, şüphesiz derin bir tarihi geleneğe ve devlet tecrübesine sahiptir. Böylesine güçlü kökleri olan bir devletin, kendi sınırları dışında olup bitenlere karşı sessiz kalmak yerine müdahil olmaya çalışması ve yeri geldiğinde kendi menfaatlerini, sınırları dışında da aramak hakkına sahip olduğu aşikardır. Özellikle Osmanlı hinterlandı içerisinde yer alan ülkeler ve bu ülkelerde ikamet eden Türk soylu toplulukların sorunları da bu anlamda Türkiye’nin de sorunudur ve Türkiye bu toplulukların davalarına sahip çıkarak bu konudaki hassasiyetini ortaya koymaktadır. Ahıska ve Ahıska Türkleri meselesi de bu yüzden Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmekte ve bu bölge Türkiye’nin jeopolitik tasarımları ve planları içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Bugün, Ahıska meselesini yeri geldiğinde Gürcistan’a karşı siyasi bir koz olarak elinde tutan Türkiye, Ahıska bölgesinden sürülmüş olan Türklerin anavatanlarına geri dönmelerini nihai hedef olarak görmektedir. Türkiye’de faaliyet gösteren dernek ve federasyonların Türkiye tarafından ciddiye alınıp bu organizasyonların muhatap kabul edilmeleri de şüphesiz devletin dış politika hedefleriyle doğrudan örtüşmektedir. Bu dernekler Ahıska Türklerinin haklı mücadelesini sonuca erdirmede yardımcı unsurlar olarak görülmekte ve devlet birimleri tarafından ciddiye alınmaktadırlar. Ancak yazının başlarında sorduğumuz soruyu bir kez daha tekrarlamamız gerekmektedir. “Ahıska’ya kim gidecek?”. Ahıskalıların önde gelenlerinin böyle bir kaygısının olmadığı yönünde şüpheler artmaktadır. Eski Sovyet coğrafyasında yaşayan Ahıskalıların da 1991 den sonra Ahıska yerine Türkiye ve Amerika’ya göç etmeyi tercih ettikleri gerçeği de göz önüne alındığında Ahıska’ya kimlerin gerçek anlamda sahip çıkacağı sorusunun Türkiye tarafından sorulması gerektiği açıktır.

Önümüzdeki yıllarda Gürcistan, Ahıskalıların vatanlarına geri dönmeleri için izin verdiğinde önümüze çıkacak tablo ne yazık ki endişe verici bir tablo olacaktır. Bölgedeki Ermeni varlığı veya Gürcistan hükümetinin Ahıskalıları “Türkleştirilmiş Gürcüler” olarak anayurtlarına kabul edeceğini ifade etmesinin bu tarihi davanın önünde bir engel olarak görülmemesi gerekir. Sovyet baskısı altında bile asimilasyona uğramamış olan bu insanların Ermeni ve Gürcü etkisi altında kalarak kimliklerini kaybedeceklerini iddia etmek de bu halka karşı saygısızlık anlamına gelir. Bugün Ahıska’ya giderek bir ev satın almak, arazi satın almak ve oraya yerleşmek gerçek bir davanın ve yurt sevgisinin göstergeleri olacaktır. Yoksa her yıl Kasım ayında matem yaparak ve ağıtlar yakarak bu davanın hakkı verilemez. Birilerinin –özellikle de Ahıskalıların önde gelenlerinin, dernek yöneticilerinin- gerçek anlamıyla bu davaya kendilerini adamaları ve Ahıska’ya yerleşmeyi düşünmeleri gerekmektedir.
Son düzenleyen KafKasKarTaLi; 2 Mayıs 2006 16:18 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap