Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 6

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.801 Cevap: 211
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
10 Mayıs 2006       Mesaj #51
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
AHMED ŞAHİN

Sponsorlu Bağlantılar
Bugün derin tefekkür mahsulü bir yazıyla karşı karşıyasınız. Bakalım siz de benim gibi ibretli bulacak, düşünerek okuma zevkine varacak mısınız?

Dört sene önce üzerimde bıraktığı etki sebebiyle köşeme aldığım bu yazıyı bulunca aynı etkiyi yeniden duyduğumdan dolayı bir daha takdim ihtiyacı hissettim. “İnsan ahiret yolculuğuna her zaman hazır olarak yaşamalıdır. Annesinin başörtüsü gibi içi dışı temiz bir şekilde öteden gelecek daveti beklemeli. Çünkü ne zaman “gel” denileceği belli değil. Öyle ise her zaman temiz durmalı, saf kalmalı, akıl, mantık, kalb, kafa, duygu ve düşünceleri daima berrak tutmalı ve gitmeye hazır durmalı... İyi duygu ve düşünce içinde iken gitmeyi elde etmeli. Mesela; birisinin içinden kendini beğenme hissi geçebilir. İşte tam o esnada “gel” derlerse, o zaman insan Allah’ın huzuruna bir firavun gibi düşebilir. Ömür boyu ibadet ü taat içinde yaşamış; ama sonunda kaybetmiş birisi gibi düşebilir.. Evet, hazır olmak lazım.. kendini rütbesiz bir nefer gibi görerek vazife yapma gayreti içinde hazır olmak lazım. İnsan, O’nun varlığının ziyasının gölgesinin gölgesi; O olmasa hiçbir şey ifade etmeyen bir varlık. Öyleyse iddia niye? Varlık O’ndan, her şey O’ndansa iddia niye? Evet, bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, “Men kerihe likâallah, kerihallahu likâeh -Allah’a kavuşmaktan hoşlanmayan kimseyle Allah da mülâkî olmayı istemez.. İşte, Allah’a kavuşmayı arzulama, ölüme hazır olma demektir; ahirete, haşre, yeniden dirilmeye kat’i inanma ve ebedi saadeti yakalama azm ü gayreti içinde bulunma demektir. Samimi bir kulun hali de budur; o öteyi, sevgililer diyarı ve ebedi saadet yurdu bilir.. bilir de tertemiz olarak oraya gidip onlara kavuşmak için bu dünyada da hep saf ve duru bir hayat yaşayarak yolculuğa hazır, ötelere müştak bir tavır sergileyerek bekler. Bununla beraber, bazı büyük zatların, zahiren bakıldığında ölümden korktukları zannını hasıl edecek sözleri olabilir. Vazife ve misyon itibarıyla yapacakları şeylerle alakalı olarak, onların hayatta kalmalarına bağlı bazı hususların ihmali ve sarsılması endişelerini, bir korku şeklinde algılamaları muhtemeldir. Mesela, “Ben ölürsem beni örnek alanlar, nasihatlerimi dinleyenler dağılabilirler; vahdetlerini koruyamazlar. Yapılması gerekli olan şeyler aksar; kulluk vazifelerinde gevşeklik gösterilebilir.” gibi mülahazalar olabilir. Bediüzzaman gibi kimselerin varlığı, başka insanları toparlayıcı olur. Sebepleri izzet-i azametine perde yapan Cenâb-ı Allah, Bediüzzaman gibi insanlara da bir misyon yüklemiştir. Onların fıkdanında (yokluğunda) iftiraklar, tereddütler olabilir. Dolayısıyla O’nun gibi bir insanın ahireti istemesi, kendi nefsi adınadır. Burada kalması ise, (Efendimiz’in miraçtan nüzulü, tekrar aramıza dönmesi gibi) dini adına olur. Bundan dolayı hayatına, sağlığına dikkat çeker; yaşamak için değil başkalarını yaşatmak için dikkat eder. Oksijen insandır o gibileri. Yoksa Allah’a, Peygamber’e, haşr ü neşre inanmış insan için ölüm rahmettir. İşte büyük zevatın ölümle alakalı endişe ifade ediyor gibi görünen sözlerini, vazife ve misyonlarıyla irtibatlandırarak böyle yorumlamamız icap eder. Çünkü onlar davaları için yaşarlar. Dosttan, ahbaptan ayrılma yer yer bir hicran şeklinde kendisini hissettirebilir. Zayıf bir rivayette, son günlerinde Resul-ü Ekrem’in (sas), ashab-ı kiram efendilerimize bakarak duygulandığı anlatılıyor. Dostlardan böylesi bir ayrılık, askere gitme gibidir. Hani anne-baba evlatlarını askere gönderirken ağlarlar. Bu da askere gitme gibi muvakkat (geçici) bir ayrılmadır. Sonradan dirilmeye inananlar böyle inanır; hayatı bir askerlik, vefatı da bir terhis kabul ederler. Ayrılırken ağlayabilirler; fakat bu ağlama arz ettiğimiz mânâda kavuşma sonuçludur.”

asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
11 Mayıs 2006       Mesaj #52
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Köşe Yazısı ve Makaleler

Sponsorlu Bağlantılar
Microsoft, Windows Vista tarafında ertelemelerle gündeme gelirken, Windows CE işletim sisteminde ise sessiz ve derinden hazırlıklarını tamamladı.
Microsoft, Windows CE'yi özellikle akıllı cep telefonları alanında pazarlayacak.


Dikiş makinelerinden cep telefonlarına kadar birçok cihazda kullanılan Windows CE işletim sisteminin beta versiyonu, bugün yazılım geliştiricilere sunulacak. Yeni versiyonun Windows Mobile için temel oluşturacağı ifade ediliyor. Microsoft, Windows CE ve Windows Mobile’ın 2007’de piyasaya sunulacağını açıkladı.

Microsoft, artık onuncu yılını dolduran işletim sistemi Windows CE’i, küçük elektronik cihazlar sektöründe pazarlıyordu. CE’nin benzin istasyonu pompalarından televizyon dekoderlere geniş bir kullanım alanı olmuştu. Yazılım şirketi şimdiyse, CE için gelişmiş üst model cep telefonu pazarını gözüne kestirdi.

WINDOWS CE YENİDEN YÜKSELİŞE GEÇER Mİ?
Microsoft, Windows CE işletim sisteminin üretici şirketlerin cihazlarına uygun olarak uyarlanabileceğinin altını çizerek, özellikle açık kaynak uygulamalarının yükselişte olduğu piyasada elini güçlendirmek istiyor. Sektör analistleri de, akıllı cep telefonu alanında Windows CE’nin potansiyeli olduğunu vurguluyor.

AKILLI TELEFONLAR VE MICROSOFT
Microsoft’un özellikle odaklandığı alan ise, e-postaların okunduğu, televizyon yayınlarının izlendiği akıllı telefonlar. Microsoft geçen aylarda Palm ile Treo telefonlarına Windows işletim sistemini destekleyen versiyonlarının üretilmesi için anlaşma yapmıştı. Microsoft’un akıllı cep telefonları pazarında en büyük rakibi, bu alanda geniş bir kullanıcı kitlesine sahip olan Kanadalı RIM’in BlackBerry cihazı olacak.

Mobil cihazlar için geliştirdiği ürünlerin şirketin gelir kalemleri küçük bir paya sahip olması ve son çeyrekte zarar etmiş olması ise, Microsoft yönetimini düşündürüyor. Şirketin 10.9 milyar dolarlık gelir akışında sadece 89 milyon doları mobil cihazlar bölümüne ait.


Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #53
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi

İran, Irak ve Türkiye

Türk ordusu Irak sınırı boyunca yığnak yaptığında herkes bir şeyler söyledi. Doğal olarak dünya medyası da konuya ilgi gösterdi. Bazıları da bazı birliklerin Kuzey Irak'a girdiğini söyledi. Bunun üzerine Irak Dışişleri Bakanlığı Ankara'ya bir nota verdi.
Oysa 1998'den bu yana Irak topraklarında bulunan Türk ordusu yeniden bu bölgeye girmemişti. Sonradan anlaşıldı ki; gönderilen nota da ciddi değildi ve Dışişleri Bakanı Hoşyar Zabari'den habersiz gönderilmişti. Nitekim haberi duyan Devlet Başkanı Talabini, Zabari'yi arayarak uyarmış ve notanın 'Türkiye'yi sevmeyen ve Iran yanlısı' bir memur tarafından gönderildiği anlaşılmıştı.
Oysa tam o sıralarda İran birlikleri Kuzey Irak'a girmiş ve PKK kamplarını bombalıyordu.
İşte Irak ve böylesi ilginç bir ülke.
Bir düşünün; ABD ve Irak hükümeti 'direnişçi ve terörist sızmalarına göz yumduğu için' Suriye'yi suçluyor ve tehdit ediyor, ama PKK'nın Türkiye'ye yönelik eylemlerine ses çıkarmıyorlar.
Bu nedenle ABD, Suriye'yi işgal etmekle tehdit ettiğine göre Türkiye de Irak'ı işgal edebilir!
Dönelim Kuzey Irak'a, yani Irak Kürdistanı'na. Bu bölgede pazar günü yeni bir bölgesel hükümet kuruldu. Yani Talabani ile Barzani arasındaki tarihsel ayrışma, çekişme ve düşmanlıklar sona erdi. Bu hükümette diğer İslami, Türkmen ve Asuri gruplar da yer aldı. 42 bakandan oluşan bu hükümet, Irak Anayasası gereğince Kürdistan'ın bağımsız bir yapıya dönüşmesi için çaba harcayacak.
Önemli olan bu eğilimlerin Kürtlar açısından ne kadar öncelikli olmasıdır.
Kürtler, Irak'ın geleceğini karanlık gördükleri için bağımsızlık yönünde her türlü tedbiri alıyor.
Federal yapılarda, federal bölgelerin Savunma ve Dışişleri'nde merkeze bağlı olması gerekirken Irak Kürdistanı'nda durum böyle değil.
Kürtlerin Bağdat'tan ayrı olarak bir peşmerge ordusu ve bu ordudan sorumlu bir de 'iki' peşmerge bakanı var.
Biri Talabani bölgesinden, diğeri de Barzani bölgesinde... Anlaşılan iki lider arasında hala bir güvensizlik sorunu var.
Güvensizlik PKK'ye karşı da sürüyor.
Talabani'nin yardımcılarından İmad Ahmet 'Komşularımız Türkiye ve İran ile sorun istemiyoruz. PKK bu iki ülkeye yönelik saldırılarından vazgeçmeli ve Kürdistanı'ndaki silahlı varlığına son vermelidir' diyor.
Geçen hafta da Süleymaniye'de Talabani'ye bağlı güvenlik güçleri, Türkiye karşıtı yürüyüş yapmak isteyen bir grup PKK yandaşını gözaltına aldı. Başta Talabani olmak üzere Iraklı Kürtler PKK'dan kurtulmak istiyor.
Elbette bunu yaparken 'Kürtler birbirini öldürüyor' dedirtmek istemiyorlar. Bu konuda son sözü ABD'nin söyleyeceğini bildikleri için Barzani ve Talabani bu yönde her hangi bir adım atmıyor. Çünkü ABD, ister PKK ister bölgesel Kürt sorunu konusunda henüz kesin bir karar almış değil. Üstelik herkes biliyor ki; PKK sorunun çözümü ağırlıklı olarak Ankara'nın tavrına bağlıdır. Leyla Zana'nın Erbil ve Süleymaniye ziyareti bu yönde atılmış 'başarılı ' bir adımdır.
Kürt Parlamentosu'nun açılışına katılan DTP liderlerinin de Erbil'de bu yönde bazı görüşmelerde bulundukları biliniyor.
Amaç dağda bulunan PKK liderlerini 'silahı bırakma' konusunda ikna etmektir.
Bu konuda bazı 'olumlu' işaretler geliyor.
Ama yine de PKK yöneticisi Cemil Bayık, İran'ı tehdit etmekten geri kalmıyor. Bayık 'İran, Türkiye ile işbirliği yaparak bize yönelik saldırılarını durdurmazsa gerekli karşılığı görecektir' diyor.
PKK'nın bazı İranlı Kürt örgütlerle ilişkisi var.
Ancak İranlı Kürtler ağırlıklı olarak Barzani ve Talabani'nin ne dediklerine bakıyor.
PKK bunu bildiği için İranlı diğer muhalif gruplarla da işbirliği yapıyor.
Örneğin Halkın Mücahitleri grubu.
ABD, Irak'ı işgal ettiğinde bu grubun Irak'taki tüm kamplarını kuşatarak silahlarını almıştı.
Bu grubun tüm lider kadroları ve militanları Irak dışına çıkartıldı. Bazıları da PKK'ye sığındı.
Ortadoğu'nun kaypak zemininde ilişkiler her zaman olduğu gibi çok karmaşık. Bunun de tek nedeni ABD'nin çirkin bölgesel hesapları.
Ama en büyük suçlu: ABD'ye bu hesaplarında yardımcı olan bizim insanlarımızdır.
Bunların sayısı azaldıkça başta PKK ve bölgesel Kürt sorunu olmak üzere tüm sorunlar çok daha kolay çözülecek ve coğrafyamız rahata kavuşacak! Görüntünün çok karanlık olmasına rağmen ben iyimserim.
Neden mi?
Çünkü ABD satılık adam bulmakta zorlanıyor. Satılmış olanlar da sıkıntılı.
CIA Başkanı Porter Goss bile istifa etti.
Darısı bizdeki CIA'cilerin başına!

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #54
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Son günlerde laiklik meselesi tartışmaları yoğunluk kazandı. Bu tartışmalarda, bazen kavramlar tarihsel olgular gibi sunulurken bazen de tarihsel olgular kavramlaştırılmadan sergileniyor.

Bu yazının amacı; Türkiye’de laiklik meselesinin din-devlet ilişkisi bağlamındaki kavramlaştırmalarla tarihsel arka planını resmetmek ve buradan doğan bazı meselelere değinmektir...
Türkiye’de din-devlet ilişkisini bir çerçeveye oturtmak için, bu ilişkinin somut belirtilerine bakmak gerekir. Söz konusu belirtilerden birisi, teorik olarak, politik otoriteye ilişkin nasıl bir meşrulaştırım anlayışını miras aldığımızdır. İkincisi, kurumsal olarak, bu anlayışın politik praksise nasıl yansıdığıdır. Birinci husus için, tarihsel olarak aşağı yukarı 500 sene geriye, Kanuni Sultan Süleyman dönemine gitmek gerekir. Bu kadar geriye gidişimizin sebebi, Osmanlı’nın en güçlü olduğu dönemde (1520-1566) Şeyhülislam Ebussuud Efendi (1545-74) tarafından politik iktidarın dinî ve seküler kaynakların sentezine dayanan bir meşruluk anlayışının tesis edilmesidir...
Osmanlı’da laiklik...
Böylece, Osmanlı, şeriatın ve ondan tamamen bağımsız gelişen seküler hukukun (kanun) yan yana yaşadığı bir yönetim anlayışına girmiş oldu. Tarihçiler, şeriatın, 8. yy’dan başlayıp, modernizasyonun pekiştiği 19. yy’ın sonuna kadar süren bir egemenlik kaynağı olduğunu belirtmektedirler. Fakat, reel politik durum, şeriatın kaynağını Sultan’ın iradesinden ya da örften alan seküler hukukla bir arada işlev görmesini zorunlu kılmıştır. Bunda politik istikrara verilen önemin rolü olduğu kadar; belki bundan daha çok dini ve dinî otoriteleri kontrol etmek gibi bir amaç da etkisini göstermiştir. Şeriat ile seküler hukukun bir arada politik otoritenin meşruluk kaynağı olarak formüle edilmesinin baş mimarı Ebussuud Efendi’dir. Ebussuud Efendi, Sultan’ı şeriatın sadece uygulayıcısı değil, yorumcusu olarak da konumlandırmıştır. Hanefi hukuk anlayışını politik praksise yaygınlaştıran ve hakim kılan bu anlayıştan kalan miras, modern hukuku kendi kodları ve diliyle anlama ve uygulama anlayışının hâlâ yerleşememiş olması; bunun da politik otoritenin kaynağını, deyim yerindeyse, çatallaştırmış olmasıdır. Bununla, duruma göre seküler hukuk kodlarına, gerekiyorsa dinsel kodlara başvurmanın muteber sayılmasını kastediyorum. Kenan Evren’in, devlet başkanı olarak laikliğe en fazla vurgu yaptığı bir dönemde bile kız çocuklarının okula gönderilmesinde, organ bağışında bulunulmasında Kur’an ayetlerinden destek alması bu konuda çarpıcı bir örnektir.
İkinci husus söz konusu olduğunda, yani kurumsal ilişkilere baktığımızda ise bir anlamda “Ebussuud zihniyeti” diyebileceğimiz telakki karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu zihniyeti resmedebilmek için şeyhülislamlık kurumunu odağa almamız gerekecektir.
Tarih incelemeleri, şeyhülislamlığın kurum olarak ilk defa Osmanlı’da görüldüğü notunu düşmektedir. Osmanlı Devleti’nde Fatih Sultan Mehmed “bağımsız” bir fetva makamı ihdas etmekle beraber, şeyhülislamların padişah tarafından atanma kuralını da yürürlüğe koymuştur. Şeyhülislamların aslî görevi fetva vermek, yani meselelere dinsel açıklamalar getirmekti.
III. Selim dönemiyle (1789-1807) beraber ilerleyen “Batılılaşmacı” modernleşme sürecinin, ulema tarafından “din karşıtlığı” olarak algılanmaya başlaması, politik otoritenin ulemayı “fesat yuvası” olarak görmesini de beraberinde getirmiştir. Bunun sonucu, ulema, iktidar ve muhalefet arasında fırsatçı tercihlere yönelmiş ve din-devlet ilişkisinin alışılagelmiş müesses durumunu zorlamaya başlamıştır. 18. ve 19. yy’larda ulemanın kendi fırsatçı tercihlerine destek sağlamak üzere tarikatlarla organik bağ tesis etmeleri, söz konusu zorlamayı sağlayan en önemli etken olmuştur. Bu durum karşısında politik otoritenin fırsatçı tercihi ise tarikatları devlet örgütüne dahil etme girişimi olmuştur. Uzun bir tarihsel süreçten bahsetmeye imkan olmadığından; burada, sadece, halk tabakalarından gelen tepkileri asgariye indirmek, politik kontrolü azamiye çıkarmak için 1866’da şeyhülislamlığa bağlı olarak kurulan Meclis-i Meşayih ile tarikatları tek çatı altında toplama girişiminden bahsedebiliriz.
Bütün bunlar şu neticeyi doğurmuştur: Devlet-din ilişkisinin stratejik bir politik oyuna dönmesi. Bu miras, güncel tartışmaların anlamına ışık tutacak mahiyettedir. Bunu görebilmek için, Cumhuriyet dönemiyle birlikte uygulama imkanı bulan laiklik anlayışına biraz daha yakından bakmamız gerekir.
Bilindiği gibi, “laik” (laique) Fransızcada ruhban sınıfı dışında kalan halk kesimlerini ifadede kullanılmak üzere ortaya atılmış bir terimdir. Kökeninin de gösterdiği gibi laiklik, esas itibarıyla dinsel sınıfın hakimiyetine karşı çıkışı dile getirir. Bu açıdan mesele şudur: Dinsel sınıftan olmayanların, olanlara göre statü önceliği kazanması. Tanım icabı Kemalist kadronun bu meselenin ruhuna sadık bir laiklik telakkisine sahip olduğu çok açıktır. Bir başka şekilde ifade edecek olursak; söz konusu telakki, dine karşıt olmaktan daha çok dinsel sınıfın hakimiyetine karşıt olmayı yansıtmaktadır. O halde, laik bir düzen, dinsel sınıfın hakimiyetinin olmadığı bir politik alan üzerine inşa olmuş bir düzendir. Bunun, tanım icabı özgürleştirici bir içeriğe sahip fikriyat olduğu da saniyen teslim edilmelidir.
İktidar kapma yarışı ve laiklik...
Buna rağmen, laiklik neden hâlâ tartıştığımız bir mesele olmaya devam etmektedir? İki sebeple. Birincisi, yukarıda resmetmeye çalıştığımız tarihsel sürecin bıraktığı mirasla ilgili: Politik otoritenin kurucu, düzenleyici ve dengeleyici mahiyeti. Bu anlayışın tam tamına beslediği ikinci sebep ise modern politik iktidarın rakip tanımaz öncelliği. Bu iki doğrultuda laiklik, son tahlilde, politik sınıflar arasında bir iktidar mücadelesine indirgenmiş mesele olarak kendini göstermektedir. Meselenin püf noktası da tam burada ortaya çıkmaktadır: “Dindarlar”ın politik alanda rol alma taleplerinin, dinsel bir sınıfın yeniden hakimiyet kazanmasına muadil görülüp, kontrol mekanizmalarını harekete geçirmek. Bu durumda da “laik” olan halka ait olmayı ifade ettiğine göre, Andrew Davison’un dediği gibi, “halk dindarsa” ne yapılacaktır, gibi cevap verilmesi gereken önemli bir soru ortaya çıkmaktadır. Belki başından beri Kemalist laiklik anlayışını “din karşıtlığı” gibi algılatan da böyle bir soruya kontrol reflekslerinin dışına çıkılarak cevap verilmemiş olmasıdır. Batı’da tarihsel olarak uygulanagelen “modeller” işin içinden çıkmamıza belki biraz yardımcı olabilir. Fakat, mesele, öncelikle İslamiyet’in tarihselliği içinde düşünülüp halledilmesi gereken bir meseledir. Göstermeye çalıştığımız gibi, bu tarihsellik, dinin politik otoritenin kontrolüne tâbi olduğu bir süreci anlatmaktadır. Modernizasyonun etkisi, iktidarın meşruiyet kaynağını değiştirmiştir; ama müesses mahiyetini aynı bırakmıştır. Hal böyle olunca, İslam dünyasında din-devlet ilişkisi, sırasıyla artık sivil toplumda yapılaşmaya yönelmiş bir güç ile kurumsal olan bir güç arasındaki mücadeleye inhisar olmuştur. Dolayısıyla, laiklik de o dünyada dinsel bir sınıfın hakimiyetine değil, bizatihi dinin hakimiyetine karşı yönelmiş bir politik araca dönüşmüştür. Bu bakımdan, meselenin özü, artık politik otoritenin ne kaynağını tartışmak ne de sahiplerinin statüsünün nasıl olacağını tayin etmektir. Her şeyden önce gelen, laikliği, politik otoritenin (mahiyeti ne olursa olsun) tahakküm edici mahiyetini politik sınıfın (mahiyeti ne olursa olsun) dışında kalan kesimler için en aza indirmektir. Çünkü, laiklik, politik oyunun stratejik bir aracı değil, özgürlüğü tesis edici önemli bir imkândır.
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #55
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
GÜMRÜK BİRLİĞİ MI; SÖMÜRGE ANTLAŞMASI MI ?

"Gümrük Birliği veya Sömürge Anlaşması" başlıklı Ek-F'deki makale Ocak 1995'te yayımlanmıştır. Bu tarihte anlaşma (metindeki ismi ile Karar) imzalanmış fakat henüz yürürlüğe girmemiştir. Anlaşmanın yürürlüğe girişi 1 Ocak 1996'dır.

Aradan geçen zaman makaledeki görüşleri doğrulamıştır.

Gümrük Birliği anlaşmasının en zayıf halkası, hatta en üzücü yanı Türkiye'nin kendi dışında, temsilcimizin olmadığı yerlerde alınan kararlara uyma zorunluluğudur.

Gümrük Birliği "Serbest Ticaret Bölgesi"nden daha ileri, "Ortak Pazar"dan daha kısıtlı bir uygulamadır.

Gümrük Birliğinin işlemesi; ortak gümrük tarifesi tesbiti, konuyu ilgilendiren yasaların yapılmasından işbirliği, üçüncü ülkelerle yapılacak ticaret anlaşmalarında birlikte çalışma ile mümkündür. Türkiye - AB Gümrük Birliği anlaşmasında bu unsurları göremiyoruz. Bu sebeple konu başlığı "Gümrük Birliği mi?; Sömürge Anlaşması mı?" olarak seçilmiş ve konmuştur.

Benzer bir anlaşmayı Türkiye'den başka hiçbir ülke imzalamamıştır. Böyle bir anlaşma için başvuran, istekte bulunan ülke olduğunu en azından ben bilmiyorum; sorduğun ilgililerden de olumlu yanıt almadım. Tam üye olacak ülkelere üye olmadan önce, gümrük birliğinin sebep olacağı kayıpları karşılamak ve altyapılarını hazırlamak için yardım yapıldığı halde, Türkiye'ye böyle bir yardım da yapılmamıştır.

Anlaşma (Karar) İle ilgili Bazı Hükümler:

Türkiye'nin AB üyeleri dışında kalan ülkelerle olan ilişkileri (Türk Dünyası dahil) 3'üncü madde ile kısıtlanmaktadır.

3'üncü Md. ile; Türkiye'de dolaşımda bulunan üçüncü ülke çıkışlı ürünlere; işlemi tamamlanmamış gümrükteki üçüncü ülke ürünlerine anlaşma hükümleri uygulanmıştır.

4'üncü Md. ile ithalat ve ihracattan alınan gümrük vergileri ile, mali nitelikteki gümrük vergileri kapsam içine alınmıştır.

8'inci Md. ile 5 yıl içinde (31 Aralık 2000 de dolmuştur.) teknik engellerin kaldırılması konusundakiş araçları, Türkiye kendi iç yasal düzenlemelerine dahil edecektir.

12'inçi Md. Şöyledir:

"Bu kararın yürürlüğe giriş tarihinden itibaren (1 Ocak 1996) Türkiye, Topluluk üyesi olmayan ülkelere, topluluğun aşağıdaki yönetmeliklerle belirlenen ticaret politikasına büyük ölçüde benzeyen hükümleri ve uygulayıcı tedbirleri uygulamaya koyacaktır."

Bu maddenin altında uymayı kabul ettiğimiz 14 adet Konsey, Komisyon yönetmeliği sıralanıyor.

Türkiye yazılmasına katılmadığı, neleri içerdikleri konusunda yaygın bilgi sahibi olunmayan yönetmelikleri uygulamayı kabul etmiştir.

"Türkiye tekstil ve hazır giyim ticareti ile ilgili anlaşmalar ve düzenlemeler de dahil olmak üzere, tekstil sektöründe topluluğun ticaret politikası ile önemli ölçüde benzerlik gösteren politikaları uygulayacaktır."

13'üncü Md. İle; Türkiye'nin, topluluk üyesi olmayan ülkelerle "Ortak Gümrük Tarifesi" uygun olarak uyum sağlaması istenmektedir.

14'üncü Md. Ye göre; Ortak Gümrük Tarifesinde yapılacak (ortak Gümrük tarifesinin tadil edilmesi, vergilerin askıya alınması veya tekrar konması, tarife kotaları, tarife tavanları) değişik ve kararlardan makul bir süre önce Türkiye haberdar edilecektir.

Türkiye'ye hiçbir sorulmuyor, görüşü alınmıyor, AB yapıyor, sonuçlandırıyor, uygulaması için Türkiye'ye tebliğ ediyor. Bu bir sömürge uygulaması değil mi?

Bu ağır müstemleke davranışını hafifletiyor görünmek için, gerçekte hiçbir uygulama gücü olmayan şu hüküm konmuş:"Bu amaçla, Gümrük Birliği Ortak Komitesinde öndanışmalarda bulunulur." Danışmada bulunur mu, bulunmaz mı; bulunsa ne olacak ki? Değiştirecekler mi? Gümrük Birliği Ortaklık Komitesinin AB birimleri (Konsey, Komisyon…) üzerinde hiçbir yaptırım gücü bulunmuyor. Bu sebeple AB'ye itaat etmekten başka şansımız yok.

Bu hükümlerle, bağımsızlığımız ve egemenliğimiz ağır şekilde yara almıştır.

15'inci Md.:

" Türkiye bu kararın yürülüğe girmesinden itibaren beş yıl içinde, ticaret politikasını aşamalı olarak topluluğun ticaret politikasına uyumlu hale getirecek biçimde, topluluğun tercihli gümrük rejimine uyum sağlayacaktır. Bu uyum, hem otonom rejim, hem de üçüncü ülkelerle tercihli anlaşmaları kapsayacaktır."

Üçüncü ülkelerle, Türkiye'nin katılımı, katkısı , hatta bilgisi olmadan, AB'nin yaptığı tercihli anlaşmalara da Türkiye uyacaktır. Bu Türkiye'yi bağımlı (tabi) bir duruma sokmuyor mu? İlaveten Ortaklık Konseyi'ne jandarmalık görevi veriliyor: "Ortaklık Konseyi, kaydedilen gelişmeleri düzenli olarak gözden geçirecektir."

Gümrük Birliği Kararının diğer maddelerinde de Türkiye'yi bağlayan, Türkiye'nin uymak zorunda olduğu birçok yönetmelik sıralanıyor. 26'ncı Md.8 yönetmelğe atıf yapıyor.)

32'nci Md. Belli kuruluşların ve ürünlerin kaynak tahsisi sureti ile desteklenmesini sakıncalı bulmakta ve gümrük birliği ile uyumlu olan ve olmayan alanları saymaktır. Bu maddede Almanya'nın birleşmesi sonucu bazı bölgelerine verilen yardırmları süresiz olarak istisnaya tabi tutarken Türkiye'ye kısıtlamalar getirilmektedir.

37'nci Md. De Türkiye tarafından birçok yasanın süre sınırlaması da getirilerek değiştirilmesi istenmektedir. Anayasamızın 90'ıncı Md. 4'üncü paragraftaki hükme göre yasa değişikliğini gerektiren her türlü anlaşmayı "TBMM'nin bir kanunla uygun bulması" gerekir. Gümrük Birliği anlaşması hakkında Anayasa'nın bu hükmü uygulanmamıştır. Anayasa atlanmıştır. Gümrük Birliği anlaşmasının geçerliğiği şüphelidir.

42'nci Md. de; Türkiye'deki koruma tedbirlerine karşı önlemler alınabileceği, buna karşılık anti-damping tedbirlerinin uygulaması konusunda Katma Protokolle (47'nci Md) getirilen usullerin yürürlükte kalacağı belirtiliyor.

53'üncü Md. aynen şöyle:

"Avrupa Komisyonunca Gümrük Birliği'nin işleyişi ile doğrudan ilgili alanlarda yeni bir mevzuat hazırlandığında ve bu mevzuat hakkında Avrupa Topluluğu üye devletleri uzmanlarına danışıldığında Komisyon gayri resmi olarak Türk uzmanlarına da danışır."

Gümrük Birliği kurulduğu için; AB içinde Gümrük Birliği'nin işleyişi ile doğrudan ilgili alanlarda yapılacak her değişiklik Türkiye'yi doğrudan etkiler, ulusal çıkarlarımızla doğrudan ilgilidir.

Buna rağmen benzer durumlarda, resmen dahi değil, gayri resmi olarak Türk hükümetine değil, sadece Türk uzmanlarına danışılması yalnız haksızlık değil, kendi açımızdan büyük bir skandaldır. Okurken ulusal onurumuzun zedelendiğini derinden hissettim.

54-58'inci Md.lerde belirlenen istişare yollarında Türk tarafının yaptırım gücü olan hiçbir hüküm bulunmamaktadır. Uyuşmazlıkların çözümü (Md.59-60) ve korunma tedbirleri (Md 61-62) ile ilgili hükümler de sadece AB yararları düşünülerek hazırlanmıştır.


Gümrük Birliği Anlaşması (Kararı) niçin imzalandı?


Gümrük Birliği Uygulama Sonuçları


Türkiye - AB Arasında Gümrük Birliğini Tesis Eden 1195 Sayılı Ortaklık Konseyi Kararı (Gümrük Birliği anlaşması) yürürlüğe girdikten sonra karşılaşılan sorunların ayrıntıları hakkında fazla bilgi edinemiyoruz. Üçüncü ülkelerle olan ticari ilişkilerde sorunlar yaşandığı; AB ile ticarette gittikçe artan açıklar verdiğimiz dışarıya yansıyor.

ABD'nin AB'ye tanıdığı ticari ayrıcalıklardan Türkiye yararlandırılmıyor. Kuzey Afrika ülkeleri ile yapılan anlaşmalardan yararlandığımızın baskıları önlendiği yayınlarda dile getirilmektedir.

Anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra AB - Türkiye arasındaki dış ticaret ilginç bir gelişme göstermiştir.

Türkiye - AB dış ticaret açığı Türkiye aleyhine 1990 yılında 2,435 milyon dolarken, Gümrük Birliği Anlaşmasının yürürlüğe girdiği 1996 yılında 5,793 milyar dolara, 1998 yılında 10,774 milyar dolara fırlamıştır. Sadece üç yıllık artış 33.493 milyar dolar. 1996-2000 açığı 54 milyar dolardır. 2001 yılı sonunda açığın 60 milyarı geçeceği değerlendiriliyor.

9 Temmuz 2001 TRT 2 saat 18.00 programında şu bilgiler verilmiştir:

1992-1995 arası ile 1996-1999 Gümrük Birliği dönemi karşılaştırması:

AB'ye ihracatımız; %9'dan %6.5'a düşmüştür.

İhracatın ithalatı karşılama oranı: %70'den %55'e düşmüştür.

İthalatımızdaki tüketim malları oranı %6'dan %9-10'a çıkmıştır.

Türkiye'ye yabancı sermaye girişi azalmıştır.

Çok ciddi gelişme eğilimi ile karşı karşıyayız.


Üçüncü Ülkelerle Kurulan Ortaklıklar


AB, Türkiye dışındaki üçüncü ülkelerle değişik türlerde ilişkiler kuruyor: Ortaklık anlaşmaları; tercihli ticaret anlaşmaları; ticaret ve işbirliği anlaşmaları…

Bazı Kuzey Avrupa ülkelerinin kurdukları EFTA; Kanada, ABD ve Meksika'nın oluşturduğu NAFTA; Güney Amerika ülkelerinin kurdukları MERCOSUR (ilk ismi LAFTA) Serbest Ticaret anlamına uygundur. Bu anlaşmalarda, belirli mallarda gümrük tarifeleri ve miktar kısıtlamaları (Kota) kaldırır; ancak üçüncü ülkelere karşı bağımsız hareket eder, kendi dış ticaret politikalarını uygular.

Türkiye örneğindeki gümrük birliği anlaşmasının tek olduğuna değinilmiştir. Doç.Dr.A.Fındıkçı şu değerlendirmeyi yapıyor:

"AB'nin Ortaklık politikası, AB-Türkiye Dış Ticaret verileri ve mali işbirliği ile ilgili ortaklığın hazırlık, geçiş ve son dönemi yakından analiz edildiğinde hemen görülecektir ki, Türkiye örneğinde her haliyle iflas etmiştir. İflas eden bu politikanın temelinde AB'nin üçüncü ülkelere yönelik izlediği ortaklık ve dış ticaret politikaları yatmaktadır."

Yazar diğer üçüncü ülkelere verilen tavizler sonucunda "Türkiye'nin 1963'te başlattığı Ortaklık ilişkisi de cazip olmaktan çıkmış oldu. 60'lı yıllarda AET tercihli rejim piramidinin tepesinde olan Türkiye 70'li yılların ilk yarısından sonra bu piramidin en alt sıralarına kaydırıldı." Diyor.

Yazar şu değerlendirmeyi de yapıyor:

"AET Ortaklık politikası Türkiye'yi kendi bölgesindeki ülkelerle ticari ilişkiler geliştirmede ve bu ülkelerle yakın işbirliğine gitmesini büyük ölçüde engellenmiştir."

Yazar aynı metin içinde ilginç başka tesbitler de açıklıyor:

" Bu anlaşmaların amacı anlaşmaya taraf olan ülkeleri, AET'nin hem politik hem de ekonomik ve ticari etki alanına genişletmektir."

Bu anlaşmalarla eski sömürgelerin tekrar bağımlı hale getirildiği açıklandıktan sonra sayıları 100'e ulaşan ülke ile ikili anlaşma yapıldığı belirtiliyor.

"AB'nin bu programlar çerçevesinde, Türkiye'nin güneydoğusunda "HADEP" adlı partinin belediye başkanlığını kazandığı yerlere mali yardımda bulunması, sağlıklı düşünebilen her insanın aklına doğal olarak, niçin sadece güneydoğu, niçin sadece "HADEP" sorusunu getirmektedir."

Bu sorulara yalnız, AB üyelerimize yandaş olanlar ve politikacı - bürokrat - diplomat yöneticilerimiz cevap verebilir.

Sonuç : Gümrük Birliği Anlaşması Yeniden Gözden Geçirilmelidir

Gümrük Birliği Anlaşması; ekonomik getirileri ve götürüleri dikkate alınarak, yedi - sekiz yıllık verilerle akademik düzeyde, ayrıca uygulayıcı çevrelerde araştırılıp, incelenip değerlendirilmelidir. Yapılan değerlendirmelerden sonra AB ile görüşmelerle güncelleştirilmeli, karar aşamalarında Türkiye'nin dışlanması önlenmeli, üçüncü ülkelerle ilişkilerde Türkiye daha bağımsız hareket edebilmeli, üçüncü ülkelerle yapılan görüşmelere katılabilmelidir.

AB üyeliğinin gerçekleşmemesi, Gümrük Birliği'nin önemini arttıracaktır. Ebedi AB üye adayı kalınamayacağı da dikkate alınarak Gümrük Birliği şekillendirilmeli ve Avrupa ile ilişkileri güçlendirecek yönde geliştirilmelidir. Bu amaçla AB tarafından birçok hükmü zaten uygulanmayan (yardım, serbest dolaşım…) anlaşmanın, geliştirilip taraflar arasında denge sağlanıncaya
kadar askıya alınması dusunule bilir.

KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #56
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
ŞEYTANIN TERÖRÜ:
SATANİZM

Satanizm, şiddeti ve vahşeti dini bir ritüel haline getiren sapkın bir ideolojidir. Kendilerine şeytanı ilah edindiklerini söyleyen satanistler, insanlık dışı eylemleri ve kanlı cinayetleri adeta bir ibadet düşüncesiyle yerine getirirler.
Çoğu kimse satanizm denildiğinde bunun sadece psikolojik yönden gençler arasında yaygın olan, mistik bir tür akım olduğunu düşünebilir. Ya da izlediği filmlerin etkisi ile satanistlerin sadece garip ritüellere sahip, akli dengesi yerinde olmayan insanlar olduğunu sanabilir. Satanistlerin vahşet temelli, ürkütücü ritüellere sahip oldukları doğrudur. Ancak pek çok insanın göz ardı ettiği nokta, satanizmin, geçmişi 1800'lere uzanan materyalist, şiddet yanlısı ve ateist bir ideoloji olduğudur. Üstelik bu ideolojinin dünya çapında çok sayıda takipçisi vardır.
Satanizmin temel özelliği her türlü dini değeri reddetmesi ve şeytanı kendisine ilah edindiğini söyleyerek, cehennemi bir nevi kurtuluş olarak görmesidir. Satanizme göre insan hiçbir şeye karşı sorumlu değildir, tek sorumluluğu nefsinin kendisine emrettiklerini yerine getirmesidir. Bu durumda eğer nefsi insana öfkelenmeyi, kin tutmayı, intikam almayı, yalan söylemeyi, hırsızlık yapmayı, zarar vermeyi, öldürmeyi emrediyorsa bunun yapılmasında bir sakınca yoktur. Satanizmin bunu savunurken öne sürdüğü temel mantık ise, kötülüğün engellenmesinin bir tür samimiyetsizlik olduğu iddiasıdır. Yani bu sapkın inanca göre, nefsi insana karşısındaki kişiyi öldürmesini söylüyorsa ve eğer insan bunu yerine getirmemişse dürüst davranmamış olur.
Tüm insanların takdir ettiği, güzel ahlak özelliği olarak gördüğü sevgi, hoşgörü, sabır, affedicilik gibi erdemler ise satanistlerin nefret ettikleri özelliklerdir. Bu sapkın ideolojiye göre asil olan, kin, öfke, intikam gibi duygular ve kötülükte sınır tanımaz olmaktır. Satanizmin temel öğreti kitabı olarak kabul edilen Satanic Bible'ın (Şeytani İncil) beşinci maddesinde -İncil'de yer alan "bir yanağına tokat atana diğerini çevir" prensibine atıfla- "Şeytan diğer yanağını çevirmek yerine, intikam almayı temsil eder" denilmektedir. Yine aynı kitabın bir başka maddesinde, "Düşmanlarınızdan tüm kalbinizle nefret edin ve eğer bir adam sizin yanağınıza vurursa, sizde onun öbür yanağına vurun" talimatı yer almaktadır. 1
Bu mantıkla hiçbir kötülüğün engellenemeyeceği açıktır. Böyle bir ortamda büyük bir kaos ve karmaşa oluşur. İnsanların vicdanlarını kullanmadıkları, dolayısı ile iyiyi kötüden ayırt edip güzel olanda irade göstermedikleri ve muhakemelerini kullanmadan hareket ettikleri bir toplumda düzenden, huzurdan, barıştan, güvenlikten, affedicilikten, hoşgörüden söz etmek mümkün değildir. Bu düzen içerisinde karşısındakine kızan bir insan, öfkesini yenip itidalli davranmak yerine intikam almaya kalkışacaktır. Ya da ihtiyaç ve fakirlik içinde olan bir insan bu duruma sabredip, meşru bir şekilde ihtiyaçlarını gidermeye çalışacağına hırsızlık, yolsuzluk gibi yollara başvuracaktır. Zaten satanizm de bunu teşvik etmektedir.
Satanizmin ortaya koyduğu toplum yapısı kanunsuz ve kural tanımazdır. Amaç nefsin tüm bencil duygularının ve kötülüklerinin özgürce yaşanmasıdır. Modern satanizmin kurucusu olarak kabul edilen Anton LaVey Satanic Bible (Şeytan İncili) adlı kitabında satanizmin temel prensiplerini aktarırken, takipçilerine kötülüğü diledikleri gibi yaşamaları ve yaymaları için telkinde bulunmaktadır. Hatta kendisi ile yapılan bir röportajda LaVey, "Kanunların kesin olarak çiğnenmek için yapıldığını hissediyorum... Sokakta birini soymakta hiçbir yanlışlık görmüyorum" demektedir. 2
Satanizmin kural tanımazlığı elbette bununla sınırlı değildir. Kişi sadece kendisine ve yakın çevresine zarar vermekle kalmaz, düşmanlığı ve öfkesi tüm insanlığa yöneliktir. Üstelik bu kural tanımazlık, şiddeti hayatın ayrılmaz bir parçası olarak görmektedir. Satanizme göre şiddet tabiatın kendisinde vardır ve kaçınılmazdır. Bu sapkın inanışa göre tabiatta olan şiddetin insanlar arasında yaşanmasının da bir sakıncası yoktur. İnsanın, şiddeti engellemeye veya bastırmaya çalışması doğasına aykırıdır, insan bir gün bir yerde mutlaka şiddete başvuracaktır, o zaman bunun önüne geçmeye çalışmanın bir mantığı yoktur.
Görüldüğü gibi satanizm son derece sapkın inanışlara sahiptir. Ve bu inanışlar insanları saldırgan olmaya, cinayet işlemeye ve hatta katliamlar yapmaya yöneltmektedir. Özellikle Amerika'da akademisyenler ulusal terörün temelinin satanizm olduğu ve satanizmle ciddi mücadele yöntemleri geliştirilmesi gerektiği tespitinde bulunmuşlardır. Bu akademisyenlerden birisi de Denver Üniversitesi'nden profesör Carl Roschke'dir. Roschke konunun önemini, "Satanik ideolojinin, ulusal terörün temeli olduğu konusunda ciddi çalışmalar yürütmekteyiz", sözleri ile dile getirmektedir.3 Satanizme karşı verilecek mücadelenin en önemli adımının, satanistlerin "sadece işsiz güçsüz takımı" oldukları yanılgısından vazgeçilmesi olduğunu söyleyen Roschke, satanistlerin işledikleri suçlar incelediğinde bu ideolojinin ne kadar büyük bir bela olduğunun daha iyi anlaşılacağını aktarmaktadır. 4
Kuşkusuz böyle bir akıma karşı yapılacak en önemli mücadele, fikri alanda olacaktır. Bunun için de satanizmin hangi ideolojileri kendisine dayanak noktası edindiğini anlamak gerekir.
Satanizmin İdeolojik Kökeni Darwinizm'dir
Satanistlerin kitaplarında, dergilerinde, yayınladıkları broşürlerde ve internet sitelerinde kendilerini tanıtırlarken en çok dikkat çeken noktalardan birisi, 'insanları bir tür gelişmiş hayvan olarak' gördükleri, 'hayatın asıl anlamının mücadele olduğunu' söyledikleri, 'ancak güçlü olanın ayakta kalabileceğini' savundukları cümlelerdir. Bu durum satanistlerin görüşlerinin ideolojik temelinin Darwinizm olduğuna dair önemli bir delildir. Nitekim pek çok satanist de bunu açıkça dile getirmekten çekinmez. "A Description of Satanism" (Satanizmin Bir Tarifi) adlı bir yazıda, satanist yazar ideolojisini şöyle açıklamaktadır:
...Öncelikle tüm insanlar sosyalleşmiş hayvanlardır... Tüm insanlar ve hayvanlar ortak bir biyolojik geçmişe sahiptir. Satanizm insanların gelişmiş bir hayvandan başka bir şey olmadığını savunur. Bizim diğerlerine bir üstünlüğümüz yoktur, biz sadece evrimleşme ve ayakta kalma şansına sahip olabilmiş kişileriz.. 5
"Şeytan Kilisesi" yayınları arasında yer alan bir başka satanist kaynak ise, insanların gelişmiş birer hayvan oldukları düşüncesine inandıklarını şu sözlerle dile getirmektedir:
Satanizm insanı bir tür hayvan olarak gördüğüne göre –geçmiş kültürlerde bu gerçeğin farkına varmış ve toplumları içerisinde bunu dile getirmiş olanlar vardır- bu sanatsal ve felsefi ifadeleri bulup ortaya çıkaracağız ve bunları bugünkü uyanışımızın kökeni olarak göreceğiz.6
Görüldüğü gibi satanizm, Darwin'in insanların hayvanlardan evrimleştiğini öne süren teorisini ideolojik 'uyanışın' kökeni olarak görmektedir. Anton LaVey ile yapılan ve MF Magazine isimli müzik dergisinde yayınlanan bir röportajın girişinde ise Darwinizm ile satanizm arasındaki ilişki şöyle tanımlanmaktadır:
Anton LaVey, 1960'ların sonunda hippilikten ve Hıristiyanlığın monoton ahlaki değerlerinden sıkılan bireyler için, sosyal Darwinizm ideolojisini ve pozitif düşünceyi anlaşılabilir bir forma sokarak yeni bir yol oluşturmuştu. 7
Satanist kilisenin papazlarından Magister Peter H. Gilmore ise, bu sapkın dini şöyle tarif etmektedir:
... Şimdi bunun yerine modern satanizmin ne olduğuna bir bakalım: Kabiliyeti olanların ahmak olanların üzerinde tekrar hakim olacağı, adaletsizliğin yerini adaletin alacağı, iki bin yıldır tüm insanların eşit olduğu safsatasını öne sürenlerin tamamen reddedildiği acımasız bir din elitizmi ve sosyal Darwinist anlayış. 8
Elbette yukarıdaki satırlarda yer alan adalet anlayışı, bizim anladığımız anlamda, hak ve eşitlik prensibi üzerine inşa edilmiş bir adalet değildir. Bu adalet satanist bir adalet anlayışıdır ve takip eden satırlardan da anlaşılacağı üzere kendilerini diğerlerinden üstün gören insanlara her türlü yetki ve hakkı vermeyi öngören bir adalettir.
Satanizmin sadece Batı toplumlarını üstün gören sosyal Darwinist anlayışı, başta faşizm olmak üzere pek çok ırkçı ve şovenist akımla paralellik göstermesine ve hatta çoğu zaman bu akımlarla işbirliği içinde hareket etmesine neden olmuştur. Hitler'in Nasyonel Sosyalistleri, Mussolini'nin Kara Gömleklileri arasında satanizme inanan pek çok kişiye rastlamak mümkündür. Bu işbirliği Anton LaVey tarafından şöyle dile getirilmektedir:
Bu kutsal olmayan bir ittifak. Bu görüşü savunan çok farklı insanlar geçmişte bizimle anlaşma yaptılar. Hikayeleri, ışıkları ve koreografileri ile milyonlarca insanı yönlendiren Alman Nasyonel Sosyalist partisinin anti-Hıristiyan gücü satanistlere samimi olarak bağlıydı. 9
Bu akımlarla satanizm arasındaki en önemli ortak payda ise Darwinizm'dir. Tüm bu sapkın ideolojilerin temelinde yer alan sosyal Darwinizm'i, satanistler şu sözlerle savunmaktadırlar:
Güçlü olanın ayakta kalması prensibi, bireyin hayatta kalıp kalamamasından, kendi başlarına ayakta duramayan milletlerin elenmesine kadar toplumun her seviyesine uygulanabilir... Zayıflar sosyal Darwinizm'in neticelerini yaşamaya başladıkça dünya nüfusunda sistemli bir azalma olacaktır. Çünkü doğa her zaman çocuklarını bir yandan güçlendirir bir yandan temizler. Biz gerçeklerden bahsediyoruz ve bunu varlığın yapısına zıt olan bir ütopyaya dönüştürmeye çalışmıyoruz.10
Satanistlerin sosyal Darwinizm'e olan bağlılıklarının bir diğer ifadesi, faşizmin bir ürünü olan öjeni teorisini büyük bir hararetle savunmalarıdır. Sakat ve hasta insanların toplumdan temizlenmesi ve sağlıklı bireylerin eşleştirilerek çoğaltılmasını öngören öjeni teorisi, özellikle Nazi Almanyası'nda uygulama alanı bulmuştur. Öjeni teorisine göre, nasıl sağlıklı hayvanlar birbirleriyle çiftleştirilerek iyi hayvan cinsleri oluşturuluyorsa, bir insan ırkı da ıslah edilebilir. İnsan ırkının ıslah edilmesine engel olan unsurlar ise (sakatlar, hastalar, akıl hastaları vs gibi) toplumdan ayıklanmalıdır. Nazi Almanyası'nda bu mantık uyarınca onbinlerce kalıtsal hasta ve akıl hastası insan acımasızca öldürülmüştür.
İşte satanizm de aynı korkunç cinayetleri savunmaktadır. Satanistlerin öjeniye bakış açıları kendi kaynaklarında şu şekilde yer almaktadır:
Satanistler ayrıca öjeni teorisinin pratiğe geçirilerek doğa kanunlarının geliştirilmesi için yollar ararlar... Bu, üreme kabiliyeti olan insanların desteklenerek, gen havuzunu insanlığın daha hızlı ilerlemesini sağlayacak şekilde geliştirme çabasıdır. Bu dünya çapında genel olarak uygulanan bir yöntemdir... Genetik kodlar çözülünceye ve soyumuzu devam ettirecek olanları seçme imkanımız oluncaya kadar satanistler en iyilerin en iyilerle birleşmesini savunurlar. 11
Satanizmin Sapkın Ayinleri
Satanizm denildiğinde pek çok kişinin aklına, bu kişiler tarafından düzenlenen kara büyü ayinleri ve bu ayinlerde yaşanan korkunç vahşetler gelir. Ancak insanların bir kısmı bunların sadece korku filmlerinde var olduğunu, gerçek hayatta bu tarz olayların yaşanmadığını zanneder. Oysa filmlerde görmeye alışkın olduğumuz türden sapkın sahneler, satanist ayinlerin ve törenlerinin ayrılmaz birer parçasıdırlar.
Bu ayinlerin ana amacı şeytanla bağlantıya geçmek ve onun sözde öğütlerini öğrenebilmektir. Bunun için özel ortamlar hazırlanır. Satanizmde bu şeytani ritüellerin ne kadar büyük bir yer kapladığını görmek için, satanistler tarafından hazırlanmış kitaplara ve internet sitelerine kısaca bir göz atmak yeterli olacaktır. Bu tür yayınların ortak özelliği karanlık ve kanlı öğelere bolca yer vermeleri ve şeytani ayinlerin önemi üzerinde ısrarla durmalarıdır. 18 yaşından küçük satanistlere çeşitli öğütler verilen ünlü satanist internet sitelerinden birisinde, söz konusu ayinlerin satanizmin temel taşlarından birisi olduğu üzerinde durulmakta ve toplu olarak ayin yapamayan gençlerin tek başlarına iken bile mutlaka bir tür ayin yapmaları gerektiği anlatılmaktadır. Gençlerin yapmaları gereken ayinin detayları ise şu şekilde belirtilmiştir:
Karanlık güçlerin seninle bağlantıya geçtiklerini düşündüğün anda korkma ve paniğe kapılma... Karanlık güçlere onların hak ettikleri saygı ve dekor ile yaklaş, ayinler bunun içindir; onlarla bir ilişki kurabilmek için... Etkili bir ayin yapabilmek için LaVey'in kitabında belirtilen tüm malzemeleri bulman şart değil. Belki kılıçlar, ayin kadehleri, siyah ipler, gong gibi malzemeleri alacak paran olmayabilir veya bunları temin edebileceğin bir mağaza bulamayabilirsin. Ama yine de ayin yapabilirsin... (Siyah) mumu yak ve önüne otur... Mumun ışığına bakarak, "Hazırım Karanlıkların Efendisi, gücünü içimde hissediyorum ve hayatımı şereflendirmeni istiyorum. Ben şeytanın taraftarlarından biriyim. Yaşasın Şeytan", diye ona seslen... Bu şeytanı hayatına sokmanın basit bir yoludur. 12
Şeytanı kendine rehber edinen bir toplulukta her türlü sapkınlık, ahlaksızlık ve vahşet olağan karşılanır. Satanistler için bunlar şeytanın kendilerine ilhamı ve mutlaka yerine getirilmesi gereken emirleridir. Bu emirlere itaat eden satanistler; cinsel sapkınlıklar göstermekte, hayvanlara ve insanlara işkence yapmakta, hatta öldürdükleri canlının veya insanın kanını içmek gibi akıl almaz iğrençlikler sergileyebilmektedirler. Dünyanın pek çok ülkesinde satanist olduğunu söyleyen gençler uyuşturucu partileri düzenlemekte, bu partilerde her türlü ahlaksızlık ve sapkınlık yaşanmakta ve bu tarz partiler çoğu zaman şeytan için bir arkadaşlarını öldürmeleriyle neticelenmektedir.
Satanistlerin ayinlerinde kan dökmeye özel bir önem vermeleri ise, şeytanın insanlık üzerindeki planının sembolik bir ifadesidir. Şeytan, büyük bir nefretle baktığı insan soyuna elinden geldiğince acı çektirmek istemektedir. Bu nedenle dünyada kan dökülmesini kendisine bir amaç olarak belirlemiştir. Bu ve benzeri din düşmanı ideolojilerin bağlıları tarafından yürütülen tüm savaşlar, katliamlar, cinayetler ve terör eylemleri, şeytanın kan dökme dürtüsünü tatmin etmeye yönelik birer "satanist ayin"dir.
Kendilerini açıkça "satanist" olarak ilan edenler, kan dökmeyi açık bir ritüel şeklinde uygulamaktadırlar. Yeryüzünde terör ve anarşiyi körükleyenler ise, aynısını daha üstü kapalı bir biçimde, ama çok daha kapsamlı bir biçimde gerçekleştirmektedirler.

Satanizm Baştan Yenilgiye Uğramış Bir İdeolojidir
Satanizmin nasıl bir tehlike olduğunu incelerken, satanistler tarafından yapılan bir tespitin göz önünde bulundurulması gerekir. Satanistler kendilerine kaç kişi oldukları sorulduğunda, sayılarının çok kalabalık olduğunu, çünkü kendileri farkında olmasalar bile satanizmi yaşayan çok fazla sayıda insan olduğunu öne sürerler. Aslında bu bir bakıma doğrudur. Çünkü satanistlerin savunduğu görüşler günümüzde bilinçli veya bilinçsiz olarak pek çok kişi tarafından paylaşılmaktadır. Çünkü insanın vicdanının sesini dinlemeyip, güzel ahlaklı bir yaşam sürmemesi, nefsine ve şeytanın emirlerine uyması demektir. Satanistlerin bugüne kadar neden oldukları belalar düşünüldüğünde böyle insanlardan oluşan bir toplumun varacağı sonun ne kadar acı olacağı açıktır.
Satanizmin temeli olan, insanın bir tür hayvan olduğu iddiası ise tamamen bir safsatadan ibarettir. İnsan kör tesadüfler sonucu ortaya çıkmış bir varlık değildir. Tüm evrendeki düzenin ve ihtişamın olduğu gibi insanın da Yaratıcısı, üstün, güçlü, hakim ve her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah'tır. Allah insanları, düşünüp akledebilen, iyiyi kötüden ayırma anlayışına sahip, Allah'a karşı sorumluluğu olan varlıklar olarak yaratmıştır. Her insanın nefsi kendisine kötülüğü emrettiği gibi, vicdanı da kötülükten sakınmayı ve korunmayı emreder. İnsanın sorumluluğu ise nefsinin değil vicdanının sesini dinlemek ve Allah'ın razı olacağı bir ahlak göstermektir. İnsanın göstereceği güzel ahlak hem kendisinin ve içinde yaşadığı toplumun huzurlu ve rahat bir yaşam sürmesini, hem de ahirette, Allah'ın izni ile, en güzel karşılığı almasını sağlayacaktır.
Unutulmaması gereken çok önemli bir gerçek ise, şeytanın insanlara süsleyip çekici gösterdiği yaşamın büyük bir aldanıştan ibaret olduğudur. Şeytan insanlara, dünya hayatında çeşitli vaatlerde bulunabilir, onları doğru yoldan ayırmaya çalışabilir, ancak unutulmamalıdır ki şeytanın insanları davet ettiği yol, ona uyan insanların felaketi olacaktır. Çünkü şeytan ve onu izleyenler daha en baştan yenilgiye uğramış olanlardır. Kuran'da bu gerçeği bize haber veren ayetlerden bazıları şu şekildedir:
.. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar. Allah, onu lanetlemiştir. O da (şöyle) dedi: "Andolsun, kullarından 'miktarları tespit edilmiş bir grubu' (kendime uşak) edineceğim. Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Nisa Suresi, 117-119)
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mayıs 2006       Mesaj #57
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
28 Şubat sürecinde medyanın rolü ve misyonu konusunda peş peşe itiraflar geliyor. Türkiye’de basın tarihinin en yüz kızartıcı, meslek etiğinin en fazla ayaklar altına alındığı dönemdir, 28 Şubat süreci.

Dinç Bilgin’in ve Ergun Babahan’ın 5 gün arayla söyledikleri, bize sadece eski bir dönemin utançlarını hatırlatmıyor, ondan daha önemlisi, yine 28 Şubat rüzgarlarının estirildiği şu günlerde, medyanın bugünkü patronları (Aydın Doğan, Turgay Ciner, Mehmet Emin Karamehmet ve diğerleri) için tarihî bir ikaz anlamı taşıyor. O ikaz şudur: Eğer siz bir dönemde olduğu gibi hukuk dışı bir otoriteye boyun eğerseniz, mazlumların karşısına geçerseniz, “tetikçiler kullanırsanız, sizin de akıbetiniz Sabah gazetesinin eski patronu gibi olacak... Siz de kaybedeceksiniz...
Şimdi; o dönem atv’nin de patronu olan Dinç Bilgin’in, Nazlı Ilıcak’ın Kanal 7’deki “Sözün Özü” programında söylediklerini hatırlayalım: “28 Şubat döneminde her şey zıvanadan çıktı. Söylenmemesi gereken şeyleri söyledik, yapılmaması gerekenleri yaptık. Gazeteler, patronları ve yöneticileriyle hadlerini aştılar. Hükümet yıkıp hükümet kurmaya başladılar. Enerji başta olmak üzere bütün kamu ihaleleri medya patronlarına dağıtılır oldu. Medya patronları, köpekbalıkları gibi her tarafa, her şeye saldırdılar. Her patronun bir bankası vardı, ben de bunun dışında kalamadım.
“O devirde bir psikolojik harp vardı. O psikolojik harp öyle kolay basit yapılan bir dedikodu değil. Belli ki planlanmış, kurmayları tarafından tartışılmış, nasıl yapılacağı, yani bizden mutlaka daha usta, o konuda en azından yurtdışında uzmanlaşmış kişiler tarafından yapılmış bir şey. Devletin bazı kademelerinde hazırlanıyor. Birileri bildirileri size uçuruyor ve sizden yayınlamanızı istiyor. Siz de yayınlamak zorunda kalıyorsunuz. O dönemde her gazetenin askerle teması vardı. İlk önce Ankara büroları devşiriliyordu. Onlar da merkez mutfağı etkiliyorlardı. (O dönemde Sabah’ın Ankara temsilcisi Fatih Çekirge, Hürriyet’inki şimdi Milliyet’in genel yayın yönetmeni olan Sedat Ergin, Milliyet’in de Fikret Bila idi. H.G.)
“Andıç olayında (Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand’ın Apo’dan para aldıkları yalanını Şemdin Sakık’ın ifadeleri arasına yerleştirip servise koyma olayı) Cengiz’in ve Mehmet Ali’nin böyle şey yapmayacaklarını biliyordum. Ama endişem Sabah’ı korumaktı. Andıç’ın kaynaklandığı yerden korumak. Kamuoyundan korumak zorundaydım. Kendi menfaatlerimiz için DSP, MHP ve ANAP koalisyon hükümetini destekledik.”
Şimdi de Sabah gazetesinde halen köşe yazarlığı yapan Ergun Babahan’ın itiraflarını okuyalım:
“Hürriyet ve Sabah grupları Refahyol hükümetine karşı şiddetli bir muhalefet dönemi başlatmıştı. İlk başta LAİKLİK bazlı yapılan bu yayınlar, Susurluk kazasının ardından askeri bir mahiyet aldı. Bu arada Erbakan’ın anti-İsrail tutumu, bazı başkentlerde alarm çanları çaldırmaya başladı ve 28 Şubat için adım atıldı.
“Andıç olayında o sırada bir yanık kokusu aldım; ama bunu kimseye seslendirecek cesareti bulamadım açıkçası.”
Evet bugünlerde yine 28 Şubat rüzgarları esiyor. Eski cuntacılar kin ve nefretle devletin en itibarlı makamlarında oturanlarla konuşuyor. Muhterem Fethullah Gülen ve tavsiye ettiği hizmetler hedef haline getirilmek isteniyor. Medya alet olmazsa milletin değerlerine düşman kin ve intikam cephesi hiçbir şey yapamaz. Ama alet olursa, kaybeder, bundan öncekiler gibi kaybeder. Kaybedersiniz...
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
12 Mayıs 2006       Mesaj #58
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Doğalgazın Gerçek Fiyatı Nedir

SON ZAMANLARDA yükselen fiyatıyla gündemi işgal eden doğalgazın gerçek fiyatı ne olmalıdır, veya bu gaz ne kadar ‘doğal’dır? Bütün bunların hesabını yapmak için ilk önce bu nimeti tanıyalım ve sonra karar verelim.


Sanayi Devriminde ya da teknolojide kaydedilen gelişmelerde en büyük payın sahibi olan petrol ve doğalgazın hikayesi 1859 yılında ABD’nin Pennsylvania eyaletinde Albay Edwin Drake’in 30 metre derinlikteki petrol kuyusundaki gazı 5 santim çapındaki bir boru ile 8 km. ötedeki Titusville kasabasına taşıması ile başlar. Gerçekte eski bir demiryolu müteahhidi olan Albay Drake’in başlattığı olay Amerika’da inanılmaz bir hızla gelişmiş ve kısa sürede her yere dağılmıştır. Bu tarih Amerika’da gerçek anlamda sanayinin miladı olarak kabul edilir.

Diğer yakıtlarla arasındaki en önemli fark son derece temiz bir şekilde yanması olan doğalgaz, esasında ‘bataklık gazı’ olarak da bilinen metan gazıdır. Bir karbon atomuna bağlanan dört hidrojen atomundan ibaret olan metan, renksiz ve kokusuzdur. Evlerde kullanılan doğalgazın kokmasının sebebi, kaçakların anlaşılabilmesi için içine sonradan katılan kokulu bir madde içermesidir.
Doğalgazın niçin temiz bir yakıt olarak görüldüğünü anlayabilmek için ise, onu diğer yakıtlarla karşılaştırmak gerekir.

Normalde hava kirliliğine ve dolaylı olarak bunun yol açtığı asit yağmurları ile toprak ve su kirliliğine yol açan maddeler özellikle nitrojen(azot) oksitler (NOx) ve sülfür(kükürt) dioksit (SO2) maddeleridir. Ayrıca zehirli bir gaz olan karbonmonoksit (CO) ve sera gazı olarak bilinen karbondioksit de yanma sonucu oluşması istenmeyen gazlardır. Bu sayılan gazların hepsi benzin, mazot gibi petrol türevlerinin, bunlardan da çok miktarda kömürün yanması ile ortaya çıkmaktadır. Ayrıca yine petrol türevlerinde ve kömürde karşımıza çıkan partiküler maddeler de vardır ve bunlar hiçbir zaman yanamayacak, rüzgârlarla taşınıp bir yerleri zehirleyecek uçan küçük parçacıklardır.

İşte doğalgazın (metan) temizliği burada ortaya çıkmaya başlar. Çünkü doğalgaz yandığında, sayılan yakıtlardan en temizi olan benzinden bile yüzde 83 daha az karbonmonoksit, yüzde 60 daha az NOx ve sıfır miktarda partiküler atık oluşur. Diğer zararlı gazlar da hesaba katılınca, doğalgaz benzine göre yüzde 95 daha az kirleticidir. Benzini bir köşeye bıraksak bile zamanımızda atmosferdeki zehirli atıkların yüzde 70’inden kömür sorumludur. Doğalgaz sadece kömürün yerine geçirilebilse kazanılacak temiz havayı bir düşünün…

Diğer akaryakıtlardan mazotu ele alırsak, şu örnek farkı anlatmaya yetecektir: Aynı miktarda ısı elde etmek için mazot yakıldığında oluşan her 10.000 gram kükürtdioksit ve NOx’e karşılık, doğalgaz yakılırsa bu gazlardan sadece 1 gram ortaya çıkar. Bu 1/10000 (onbinde bir) oran abartma değil, yapılan deneyler sonucunda ABD’nin Çevre Koruma Teşkilatı (EPA, Environmental Protection Agency) raporlarına geçen rakamdır. Çok merak eden, doğalgazla çalışan bir aracın eksozuna beyaz bir mendili tutsun ve 45 saniye beklesin. Daha sonra mazot yakan bir aracın eksozunda aynısını denesin. Sonuç 1 adet beyaz ve 1 adet siyah mendilden başka birşey değildir. Doğalgazlı aracın eksozuna tutulan mendil sadece biraz nemlenir. Bu da yanma sonucu oluşan su buharından kaynaklanır.

O mendili kuruyunca temizlik için rahatlıkla kullanabilirsiniz. Diğer mendili ise hem kirinden hem de kokusundan dolayı artık yanınızda bile taşıyamazsınız. 45 saniyedeki netice bu ise mazotlu araçların bütün gün dünyaya saçtığı zehri düşünün bir... Halbuki doğalgaz sıvılaştırılıp tüplere depolanarak bu araçlarda da kullanılabilir (ki, İstanbul’da bazı belediye otobüslerinde şu anda kullanılıyor). Üstelik araçlarda kullanılınca hâlihazırda kullandığımız LPG’den defalarca temiz ve aracın motoru için çok daha az yıpratıcıdır.

Doğalgazın nasıl elde edildiğine gelince; normalde bu gaz petrol yatakları yakınında veya aynı kaynakta petrol ile birlikte bulunur. Toprak altındayken yüksek basınçlı olarak depolanmış şekilde sunulmuştur hizmetimize. Bu basınç o kadar yüksek olabilir ki, 1891’de ABD’nin Indiana eyalet merkezinden Chicago kentine taşındığı gibi, ek pompalamaya gerek kalmadan 200 km uzaklığa boru hatlarından kendi basıncı ile nakledilebilir. Peki bu gaz çıkarıldığı toprak altı depolarına nereden gelmiştir. Her ne kadar ansiklopedilerde ve ilgili bilimsel kaynaklarda fosil kaynaklı oldukları genel bir bilgi olarak yer alsa da, petrol ve doğalgazın tahmin edilen oluşum süreci hâlen teori durumundadır.

Yani isbatlanamamış ama öyle olduğu kabul edilen bir süreç. Buna göre, milyonlarca yıl boyunca ölen canlıların kalıntıları akarsular vasıtasıyla deniz ve göl tabanlarına sürüklenmiş, sonra milyonlarca yıl boyunca oluşan erozyon ve benzeri birikintilerin altında yüksek basınçla sıkışıp bio-kimyasal tepkimelerin sonucunda eğer uygun özellikte jeolojik birikme ortamları varsa buralarda toplanıp bugüne gelmiştir. Yeraltında oluşan maddelerin, özellikle de gazın birikmesine uygun ortamların bulunmaması sebebiyle dünyada milyonlarca yıldır meydana gelen petrol ve doğalgazın aslında çok az bir kısmı kullanılabilir durumda kalmıştır.

Oluşan önemli bir miktar uygun birikme ortamı bulamayınca toprak altında kaybolup gitmiştir.

Dünyamızın bugünkü durumu ele alındığında, otomobilden bilgisayara, plastikten naylona, faydalandığımız binlerce cihaz ve maddenin emrimize girmesine temel teşkil eden petrol ve doğalgazın geçmişe dönük oluşumuna bakıldığında bu konuda Rabbimizin uzun süreli bir planını görüyoruz. Öyle ki, hayatın ilk yaratılışından sonra belki 1 milyar sene boyunca dünya üzerinde sürüp giden bitki ve hayvan yaşamı ilk insanın yaratılışından bugüne kadar geçen o nisbeten çok kısa sürenin ihtiyaçlarını karşılamak için düşünülmüş. İnsan yaratılmadan evvel de, petrol ve doğalgazın kaynağını oluşturan ve insanın yaşamasına izin vermeyecek canavarların nesli tükenmiş. (ABD’de ilkokullarda hâlen petrol ve doğalgazın kaynağı için ‘dead dinos/ölü dinozorlar’ deyimi kullanılır.) Bizim rahatımız için yapılan bu 1 milyar senelik hazırlık, doğalgazın gerçek bedelinin bu nimeti ve benzerlerini emrimize amade eden Rabbimize hamd etmek olduğunu açıkça ortaya koymuyor mu?

Temiz bir enerji kaynağı olarak günümüzde birçok kullanma alanı bulan doğalgaz, ayrıca son yaşadığımız fiyat krizi ile birlikte ‘maddî boyutta’ fiyatı ne olmalı tartışmasını gündeme getirdi. Gerçekten cebi son derece rahatsız eden fiyatlar aslında yapılan büyük hataların neticesi idi. Bu hatayı ne ucuz alıp pahalı satanlara, ne de falancadan değil de filancadan alanlara yıkmanın pek bir anlamı yok aslında. Çünkü ABD ve pek çok Avrupa ülkesinde artık doğalgaz için evlere kadar borular döşenip tehlikeli yapılanmalarla şehirlerin altına bomba döşenmiyor.

En ufak bir deprem veya kazada patlamalara ve felâketlere yol açabilecek aşırı pahalı ve tehlikeli bu boru ile nakil sistemi yerine doğalgazın ana boru ile ülke veya eyalet sınırlarından girdiği yere büyük doğalgaz–elektrik çevrim santralleri kuruluyor ve burada doğalgaz elektriğe çevrilerek zaten mevcut olan, hatta başucumuzdaki prize kadar gelen elektrik şebekesine verilerek evlerde ve sanayide her türlü iş için elektrik olarak kullanılıyor. Bu sistem hem şehirlerin delik deşik edilip milyarlarca dolarlık masrafla yolların bozulup boruların döşenmesini, hem de tehlikeyi engelleyerek müthiş avantajlar getiriyor. Elde edilen bol elektrik sayesinde elektrik fiyatları düşürülüyor ve hem ısınma hem de mutfakta elektrik kullanılması teşvik ediliyor. İnsanlar her ihtiyaçlarında en fazla doğalgaza ödenen kadar elektrik faturası karşılığında elektriğe yönelip, kışın evlerini ısıttıkları gibi yazın da serinletebiliyorlar.

Çünkü elektrik her türlü şekle girebilen en güzel ve temiz enerji kaynağıdır. Doğalgazın millî sınırlardan girdiği bölgede yapılacak çevrim santrallerinin maliyeti ise yolların kazılmasına, apartman temelleri ve duvarlarının delinip doğalgaz saatlerinin monte edilmesine harcanan para ile karşılaştırıldığında, neredeyse sıfır kalacaktır. Üstelik bu tip santrallerde doğalgaz son derece verimli bir şekilde yakıldığından âdeta son damlasına kadar enerjisi alınmakta ve çok az kayıpla elektriğe çevrilebilmektedir. Bu, ülke genelinde harcanan doğalgaz miktarının da daha az olmasına yol açarak ek avantajlar da getirecektir.
İstanbul, Ankara, Bursa, Kocaeli’miz için artık çok geç. Çünkü buralarda bu sistem evlere kadar doğalgazın taşınması şekli ile gerçekleştirildi bile. Ancak doğalgaz enerjisi için birçok ithalat anlaşması yapıldığını gözönüne alırsak; memleketimizin geri kalan şehirlerinde olsun elektriğe çevirip kullanalım bunu. Hem deprem kuşağında bulunan ülkemizin güvenliği, hem de yukarıda aktarılan diğer avantajları için, bu fırsatı kaçırmayalım.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
12 Mayıs 2006       Mesaj #59
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Köşe Yazısı ve Makaleler Schüssel-Sternbach hattında yolculuk
Erdal Şafak

Türk halkının önemli bölümü iki Avusturyalı yüzünden uyumadı. Biz ise deliksiz uyuduk ve düşümüzde Sivastopol'dan Lüksemburg'a bir yolculuk yaptık. Uyanınca da İsmail Cem'i anımsadık: "Çok önemli sandığınız konuların çölde bir kum tanesi olduğunu yıllar sonra anlıyorsunuz.".

Avusturya Başbakanı Wolfgang Schüssel ile bayan Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik, bir ay boyunca yalnız AB'deki muhataplarının değil, Türk halkının da siniriyle epey oynadılar.
Önce tam üyeliğe imtiyazlı ortaklık seçeneğini ekletmeye çalıştılar. Sonra tam üyeliği sildirip sadece imtiyazlı ortaklığı müzakerelerin hedefi yapmaya kalkıştılar. Daha sonra işi "Hırvatistan'a kapıyı aç, biz de Türkiye'ye yol verelim" şantajına vardırdılar.
Plassnik'in dün gece Lüksemburg'da oyunun son perdesini sahnelediği saatlerde, biz bir başka Avusturyalı'dan yardım istedik. 10 gün önce dünyaya veda eden Leo Sternbach'tan. Sağ olsun (!) geri çevirmedi, kendi buluşu olan "Valium" haplarından birini uzattı. "Yok", dedik, "Bizim için ağır bir sakinleştirici bu." Omuz silkti, elini diğer cebine atıp yine kendi buluşu bir "Librium" verdi.
Etkisini çabuk gösterdi, kendimizi geçmişte yolculuk yaparken bulduk. 1856 Paris'i. Kırım savaşı bitmiş. Osmanlı ile müttefikleri İngiltere, Fransa ve Piemont masanın "galipler" tarafında oturuyorlar. Karşıda tek iskemle var. Mağlup Rusya için.
Konferans başlamadan önce müttefikleri Osmanlı delegelerine Kırım savaşının tetiklediği yenilikleri anlatıyorlar:
* 14 Kasım 1854 gecesi fırtına Sivastopol'de 41 Fransız gemisini batırınca, Urbain Le Verrier'in girişimiyle Avrupa meteoroloji haberleşme sistemi kuruldu.
* Yaralıların tedavisinde bilgisizlik ve altyapısızlık yüzünden büyük acılar yaşanınca, Florence Nightingale'in girişimiyle Kızılhaç-Kızılay fikri doğdu.
* Kırım Savaşı'nda Piemont ordularına Sardunya'nın da destek vermesinden umutlanan 2'nci Victor Emmanuel, İtalya birliği için düğmeye bastı.
* "Hepsi bu değil" dedi biri. "Hatırlıyor musunuz, bir molada Türk askerleri, tabakalarını çıkarıp ince kağıt parçasına tütün sarmaya başladılar. Bizim askerler hayretle seyrettiler. Çünkü onlar kıyılmış tütünü kuru tütün yaprağına sarıyorlardı. Tabii yaprak parçalanıp dağıldığı için beceremiyorlardı. Türk yöntemi kısa sürede Avrupa'ya yayıldı..."
O kadarla da kalmadı; Kırım savaşında Türk askerinin verdiği ilhamla, dünyanın en güçlü, en zengin sanayilerinden biri doğdu: Sigara üretimi!

Avrupa ruhunu çağırmak
Düşümüzde "Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa uluslar ailesinin üyesidir" diye başlayan Paris Anlaşması'nı okurken, önümüze yeni belgeler bırakıldı: 14 Nisan 1987'de Dışişleri Bakanı Ali Bozer'in Brüksel'de dönem başkanı Belçika Dışişleri Bakanı Leo Tindemans'a verdiği AET'ye tam üyelik başvuru mektubu. Sonra 18 Aralık 1989'da AET'nin bu taleple ilgili raporu. Şöyle deniyordu: "Türkiye, hiç şüphesiz Topluluğa üye olacak. Yine hiç şüphesiz, Topluluk ve Türkiye, ortak bir gelecek inşa edecekler."
Alıntılar yaptığımız belgelerde "ruh" diye tanımlanan bu ortak irade, Avrupa'yı ve Türkiye'yi bugünlere taşıdı. Süreci kösteklemeye kalkışanlardan ise parantez içinde ya da dipnotlarında bile söz edilmiyor.
10 yıl sonra benzer bir yazı kaleme almamız nasip olursa, hiç kuşkusuz Schüssel'i de aynı kader bekleyecek. Merkel'i ve Sarkozy'yi de...
Hayır, "Librium" etkisinde iyimserlik değil bu; İsmail Cem'in de yakaladığı gerçek: En sert engeller bile, zaman değirmeninde kum tanesine dönüşüyor.
Yani, bugün AB sürecinin ne sonu, ne de başı. Irmak denize akmaya devam ediyor. Tüm engelleri aşarak...

KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
12 Mayıs 2006       Mesaj #60
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Bilgisayarın tarihi- 1949 yılında John von Neumann, ENIAC projesinde gözlemci olarak çalışmış ve panel-fiş sisteminin bilgisayarın çalışması konusundaki yetersizliği belirtmiştir. ENIAC''ta iş yapmak için bellekte saklanan veriler üzerinde yapılacak olan işlemler operatörler tarafından sırayla makineye bildiriliyordu. Bu bildirim, makinenin panelindeki çeşitli hücrelere sokulan fişler yardımıyla, devrelerin uygun bir biçimde kapanması esasına dayanıyordu. Bunun üzerine kendisinin geliştirmiş olduğu "bellekte saklı program" fikrini ortaya atmıştır. Bu ilkeye dayalı olarak üretilen ilk bilgisayar tasarımı EDVAC''(Electronic Discrete Variable Automatic Calculator) tır. Ancak bu tasarım 1952 yılına kadar başarıya ulaşamamıştır.
- 1950''li yılların başlarına gelindiğinde seri halde bilgisayar üretimi çalışmaları hız kazandı. ENIAC''ı tasarlayan Eckert ve Mauchly (Eckert and Mauchly Computer Corporation) ticari olarak bilgisayar üretmek için şirket kurdular. Bunu IBM izledi. Piyasa için bilgisayar üretmek için organize olan bu iki firma işe lambalı bilgisayarlar ile başladı.
- ENIAC''tan sonra benzer ilkelerle yapılan ilk bilgisayar UNIVAC-1 (Univesal Automatic Computer) olmuştur. ENIAC''ın tasarımcıları tarafından yapılan UNIVAC-1, 1951''de tamamlandı ve ABD Sayım Bürosuna satıldı. 1952 ve 1953''te üç, 1954 ve 1955''te yedi, 1956''da onbeş ve 1958''de de bir adet üretildi ve satıldı. Buradan da anlaşılacağı gibi UNIVAC-1 ticari olarak üretilen ilk bilgisayardır. Ayrıca 1954''te General Electric''e satılan Univac, iş dünyasına giren ilk bilgisayar olmuştur.
- 1951 yılında ilk gerçek zamanlı bilgisayar olan Whirlwind geliştirildi.
- Ticari bilgisayarların gelişmesiyle birlikte bilgisayar da yeni sektör olmaya başlamıştır. Sektörde çalışacak insan gücü yetiştirilmeye başlanmış ve bilgisayarlarla ilgili el ve kılavuz kitaplar da basılmaya başlamıştır. 1952''de Fred Gruenberger ilk bilgisayar ile ilgili bir el kitabı yazmıştır.
- Yine 1952''de IBM ilk elektronik yüklü programlı bilgisayarı olan IBM 701''i üretmeye başlamıştır.
- 1954 yılında John Backus tarafından FORTRAN (FORmula TRANslation) programlama dili geliştirilmiştir.
- 1954''te bilgisayar üretiminde vakum tüpleri yerine silikon entegre devreler kullanılmaya başladı.
- 1959 COBOL (COmmon Business Oriented Language) geliştirildi.
- 1960''da ilk kez taşınabilir disketler kullanılmaya başladı.
- 1964''te BASIC (Beginners All-Purpose Symbolic Instruction Language) geliştirildi.
- 1969''da Ken Thompson adında bir Bell Labs hacker''ı Unix''i icat etti. Thompson, Multics adında, ITS ile aynı kökene sahip bir zaman paylaşımlı işletim sisteminin geliştirme çalışmalarında bulunuyordu. Multics, işletim sisteminin karmaşıklığını kullanıcılardan ve hatta çoğu programcıdan nasıl gizlenebileceğine dair bazı önemli fikirlerin denendiği platform olmuştur. Çalışmaların odaklandığı nokta, Multics''i kullanmak (ve program yazmak!) işleminin çok daha basitleştirilmesi ve bu yol ile verimliliğin arttırılmasıydı. Multics''in giderek daha fazla şişmesi ve kullanılamaz bir beyaz file dönüşme emareleri göstermesi üzerine Bell Labs projeyi durdurdu (sistem daha sonra Honeywell tarafından ticari olarak pazarlandı fakat başarılı olamadı). Ken Thompson, özlediği Multics ortamının bazı fikirleri ile kendi fikirlerini eski bir DEC PDP-7 üzerinde denemeye başladı.
- 1969''da PASCAL programlama dili geliştirildi.
- 1969''da Honeywell şirketi ilk kez ev ve ofislerde kullanılabilecek olan H316 adlı bilgisayarı üretti.
- 1969''da IBM dünyanın ilk kişisel bilgisayarını geliştirme çalışmalarını başlattı. Bu bilgisayar SCAMP olarak adlandırıldı.
- 1970''de birçok bilgisayar firması kendi sistemlerini piyasaya sürdü. Bunun yanı sıra farklı yazılım ve donanım üreticileri kendi geliştirmiş oldukları RAM, yazıcı ve mikro işlemcileri piyasaya sürmüşlerdir.
- 1971''de Intel, ilk mikro işlemci olan Intel 4004'' ü geliştirdi.
- 1971''de John Blankenbaker ilk kişisel bilgisayar (PC) olan Kenbak-1''i geliştirdi.
- 1971''de bir mikroçip üzerinde 15.000 transistör bulunan ilk mikro işlemci Texas Instruments tarafından geliştirildi.
- 1972''de C programlama dili geliştirildi.
- 1972''de UCLA Üniversitesi''nde ilk kez bilgisayarlar arası iletişim gerçekleştirildi.
- 1973''te Xerox firasından Bob Metcalf ilk kez Ethernet sistemini geliştirdi.
- 1974''de Intel, o tarihe kadar en çok kullanılan kişisel bilgisayar olan Intel 8080''i geliştirdi.
- 1975 yılında Steve Jobs ve Steve Wozniak isimli iki arkadaş evlerinin garajında ilk kişisel bilgisayar tasarımlarına başlayıp Basic ve CP/M işletim sistemi ile çalışan Apple 1''i yaptılar.
- 1975''de Bill Gates Microsoft''u kurdu.
- 1975''de İlk bilgisayar mağazası California Santa Monica''da açıldı.
- 1975''de Steve Jobs ve Steve Wozniak Apple II''yi geliştirdiler.
- 1977''de Apple bilgisayar kuruldu. (Apple Macintosh)
- 1978''de ABD''de bilgisayar kullanımı 500.000 adede çıktı.
- 1979''da matematiksel işlemler için kullanılacak yazılım olan VisiCalc geliştirildi.
- 1979''da PC''ler tarafından en çok kullanılan kelime işlem programı Wordstar piyasaya sürüldü.
- 1980''de Microsoft, UNIX işletim sisteminin lisansını alarak kendi XENIX işletim sistemini piyasaya sürmüştür.
- 1980''de ABD''de kullanılan bilgisayar sayısı 1.000.000 yükseldi.
- 1981''de Commodore firması, 1 milyondan fazla satış yapan VIC-20 ev ve ofis bilgisayarını üretti.
- 1981''de Adam Osborne ilk taşınabilir bilgisayarı geliştirdi. 1981 yılında piyasaya sürdüğü 11 kilo ağırlığındaki ilk taşınabilir bilgisayarla önemli bir ticari başarı elde eden Osborne''un adını taşıyan şirketi, aşırı ve disiplinsiz şekilde büyümesinin ardından 2 yıl sonra iflas etmişti. Osborne''un 1982''de ayda 10 binden fazla satan portatif dikiş makinesi büyüklüğündeki bilgisayarı o dönemde büyük beğeniyle karşılanmıştı.
- 1986''da ABD''de bilgisayar kullanımı 30.000.000 ulaştı.
- 1987''de Texas Instruments ilk Artificial Intelligence (Yapay Zeka) mikroçipini üretti.
- 1989''da dünyada kullanılan bilgisayar sayısı 100.000.000''u aştı.
- 1989''da Poqet firması MS-DOS ile çalışan ilk cep bilgisayarını tanıttı.
- 1989''da bir bilgisayarın taşıması gereken tüm özellikleri barındıran ve pillerle çalışan notebook türü bilgisayarlar piyasaya sürüldü.
- 1991''de ilk internet uygulaması gerçekleştirildi.
- 1991''de 486SX bilgisayarları Intel tarafından piyasaya sürüldü.
- 1991''de Bell Laboratories on-line bilgi hizmetleri vermeye başladı.
- 1991 yılında Linus Torvalds adında bir Helsinki Üniversitesi öğrencisi Free Software Foundation''un araçlarını kullanarak 386 makinalarında çalışan serbest bir Unix çekirdeği geliştirmeye başladı. İlk ve çabuk başarılarının çektiği pek çok Internet hackerı, tam işlevli ve bütün kaynak kodları serbest ve yeniden dağıtılabilir bir Unix olan Linux''u geliştirmesine yardım etti.
- 1992-3''de PDA (Personel Digital Assistant) türü bilgisayarlar üretilmeye başladı.
- 1993''te Intel Pentium adlı işlemcileri üretmeye başladı. İlki 586 Mhz. Olarak belirlendi.
- 1994''de ilk linux resmi sürümü olan Linux 1.0 çıktı, ama sadece tek işlemcili 386''lar için desteği vardı.


Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap