Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 7

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.816 Cevap: 211
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
13 Mayıs 2006       Mesaj #61
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Güneri CIVAOĞLU

Votka ve tehlike
Sponsorlu Bağlantılar

Rusya'nın Ankara Büyükelçisi Pyotr Stegniy, "40 yıldır Ortadoğu'da diplomasi görevi yapıyorum. 40 yıldır bu bölge ilk kez bu kadar tehlikeli bir sürecin içinde. Libya krizini ve Filistin için savaşları, gerilimleri yaşadım...
Bu en ciddisi... İran ekseninde çok kritik bir sorun oluştu" dedi. Ya çözüm? Büyükelçiye göre formül "sabır ve sağduyu..."
Aksi halde?
Cevabı:
"Öyle şeyler olabilir ki, yaşayacaklarımız, bu krizin şimdi tartıştığımız nedenlerinden çok daha vahim olabilir."
Peki...
Türkiye'nin bu krize yaklaşımı?
"Türkiye ile Rusya politikalarının bu konuda neredeyse tamamen örtüştüğünü söyleyebilirim."
Türkiye ile Rusya arasında diyalog?..
"Sürekli diyalog halindeyiz. İran'dan gelen önemli konuk Ali Laricani'nin ziyareti öncesinde de Sayın Gül ile birkaç kez telefonla konuştuk."
............................
Büyükelçi Pyotr Stegniy 40 yılı aşkın süredir kariyerden bir diplomat. Bunun ötesinde Rusya'nın en saygın tarihçilerinden biri. Konulara yaklaşımı serinkanlı ve diplomasi dilini bütün incelikleriyle kullanabiliyor.
Örneğin... Margaret Thatcher'ın sözünü anımsatıyor...
Soğuk Savaş boyunca Doğu ve Batı blokları arasında nükleer silah dehşet dengesi, sıcak savaşı engellemiştir. Şimdi böyle bir caydırıcılık yok. Soğuk Savaş sonrası geçiş dönemini düzenleyen mekanizma da İran sorununda yok.
............................
Ancak...
Büyükelçi'nin dile getirdiği Rusya politikasının "İran'a koruyucu kanatlar açtığı" gibi bir izlenim alınmamalı.
Büyükelçi, "gerek Rusya'nın, gerek Türkiye'nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde alınacak karara uyma iradesini" vurguluyor.
"İran'ın nükleer silahlanmasına kesinlikle karşı olmak ortak paydasında buluşmanın" altını çiziyor.
Fakat "dayatma" olması halinde gelişmelerin kontrolden çıkabileceği ve yönetimin zembereklerinden boşanacağı mesajlarını veriyor. "Zamanın iyi kullanılması" görüşünde.
..............................
Büyükelçi Stegniy karamsar değil. Hatta iyimser olmak için nedenlerinin bulunduğunu da belirtiyor.
Örneğin "ABD'nin silahlı müdahaleyi şu aşamalarda düşünmediği" yolundaki açıklaması...
İran'dan ABD'ye yıllardır ilk kez yazılı bir diyalog kapısı açılması...
Ortamın gerilim dozajının -nispeten- düşmesi...
.............................
Eski Büyükelçi CHP Milletvekili İnal Batu soruyor:
"İran'ın tüm nükleer enerji çalışmaları sorumluluğunun Rusya'ya verilmesi için ne düşünüyorsunuz?"
Cevabı "koşullu" oluyor:
"Bunun için İran, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın tam denetimini kabul etmeli ve nükleer enerji çalışmaları kesinlikle şeffaf olmalı..."
..............................
Ankara'da Rusya Büyükelçiliği'nin büyük yemek salonunda keyifli bir öğle yemeğiydi bu.
Türkiye-Rusya Dostluk Derneği'nin Başkanı Kemal Baytaş'ın ve yönetim kurulu üyelerinin onuruna Büyükelçi'nin davetindeydik.
Rus yemekleri ve votka eşliğinde hem entelektüel hem haber boyutları olan bir beraberlikti.
Votkalar dostluk için yudumlandı.
Baytaş'ın Türkiye-Rusya ilişkilerindeki "Atatürk, Soğuk Savaş ve şu son yılları kapsayan üç dönemi ortaya koyan" konuşması Büyükelçi tarafından ilginç boyutlarla yanıtlandı.
Örneğin...
Artık Rusya, Almanya'yı da geride bırakarak Türkiye'nin dış ticaretinde birinci ülke konumuna gelmiş bulunuyor.
Ticaretin ötesinde Türk işadamları Rusya'da en büyük ihaleleri alan ve 50 Türk işçisi çalıştırarak neredeyse farklı bir sektör oluşturan konumda.
İlişkilerin hacmi aritmetik diziyle büyüyor.
Üniversiteler ve kültür boyutlarında da ilişki derinlik kazanmakta.
.................................
Acaba... Atlantik'in öte tarafında, Washington'daki bazı "duyarlı" masalarda Rusya-Türkiye yakınlaşması nasıl yorumlanıyor?
"Netameli" bir soru.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Mayıs 2006       Mesaj #62
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Milletlerarası camia denen büyük devletler ile İran arasında yaşanan nükleer krizin diplomatik yollardan çözümü için 15 günlük bir ek süre kazanılmış bulunuluyor.

Sponsorlu Bağlantılar
Bu ek süre içinde İngiltere, Fransa ve Almanya’dan meydana gelen Avrupa Üçlüsü (E3) denen Avrupa grubu İran’ın bugünkü davranışını değiştirmesi için bu ülkeye yeni avantajlar ihtiva eden bir teşvik paketi sunup müzakerelere başlayacaklar. Esasen bu paket iki ay kadar önce İngiltere tarafından hazırlanan; ama Amerika tarafından reddedilen bir eski plan. Amerika, şimdi kendi planı kabul görmediği için bu planı kerhen de olsa benimseyerek hem E3 ve hem de İran’a kendine göre yeni bir şans tanımış oluyor.
Amerika’nın kendi planı BM Sözleşmesi’nin 7. Bölümü’ne atıfla İran’ın milletlerarası barış ve güvenliğini tehdit ettiğine dikkat çekiyor ve bu çerçevede İran’a uranyum zenginleştirmeyi belli bir süre içinde durdurması çağrısı yapıyor, bu çağrıya uymadığı takdirde İran’a müeyyideler uygulanması, hatta silahlı müdahaleye bile kapıyı açabilecek formüller ihtiva ediyordu.
Ne var ki, 7. Bölüm’e atıftan hareketle hazırlanan bu plan, İngiltere ve Fransa tarafından desteklendiyse de Güvenlik Konseyi’nin vetoya sahip diğer iki ülkesi olan Çin ve Rusya tarafından destek görmediği için şimdilik rafa kaldırılmış bulunuluyor.
Durum böyle; ama Amerika yine de ne Rusya’dan ne de Çin’den tamamen umudunu kesmiş de değil; tam tersine bu iki ülkeye çeşitli diplomatik baskılar uygulamaya da kararlı görünüyor.
Nitekim, Çin babında geçen çarşamba günü Amerikan Dışişleri’nin iki numaralı ismi Robert Zoellick’in ağzından Çin’e önemli ve çok ciddi bir uyarı yapmış bulunuyor. Amerikan Temsilciler Meclisi Milletlerarası İlişkiler Komitesi üyelerine konuşurken Zoellick, Amerika’nın Çin’in enerji kaynaklarına olan ihtiyacını anladığını, Çin’in İran, Sudan ve Myanmar (Burma)’daki enerji yatırımlarını dar milli çıkarları doğrultusunda değil milletlerarası camianın iyiliği için kullanmasını istediğini söylerken Çin’in Amerika ile olan mevcut ilişkilerinin Çin’in İran’ın nükleer programı konusunda takınacağı tavra göre belirleneceğini de resmen ve açıkça dile getirmiş bulunuyor.
Robert Zoellick, kısa ve öz söylersek, ‘biz Çin ile olan ilişkilerimizi Çin’in, İran’ın nükleer programı konusunda alacağı tavra göre belirleyeceğiz. Bu tavır bize ters gelirse biz de ters yönde; bu tavır bize uygun şekilde olursa biz de Çin’e buna göre tavır alırız. Çin düşünsün taşınsın, hangi tavır kendi çıkarına olur karar versin’ diyor ve Çin’i düşünmeye, İran ile olan ilişkilerini gözden geçirmeye, bunları Amerika ile olan ilişkilerle teraziye koyup hangisinin ağır olduğuna karar vermeye davet ediyor.
Zoellick, böylece Çin’i İran konusunda bir tercihe de zorlamış oluyor. Gerçekten de Çin şimdi bir taraftan İran ile olan enerji ilişki ve anlaşmalarını bir kere daha değerlendirmeye mecbur bırakılırken diğer yandan da Amerika ile olan ilişki ve bunların değerini de ister istemez ölçüme tabi tutmaya zorlanıyor.
Bu çerçevede Çin, şüphesiz iki yıl kadar önce İran ile vardığı sıvılaştırılmış doğalgaz alımı, İran’daki Yadaravan petrol sahasını geliştirme projesi ve diğer anlaşmaların kendisine kazandırdıkları ile Amerika ile ilişkilerinde neler kazandıklarını karşılaştıracak ve eninde sonunda hangisinin son tahlilde kendi yararına olduğuna karar verecek.
Çin’in İran ile yaptığı enerji anlaşmalarının mali portresi yıllar içinde yaklaşık 100 milyar dolara ulaşabilecek; tahminler böyle; ama Çin bugün yılda Amerika’dan en az 200 milyar dolar kazanıyor ve bununla yeni yatırımlar yapıyor, işsizlerine iş sağlayabiliyor, hazinesini güçlendiriyor ve pek çok başka kazançlar sağlıyor. Ne var ki, bu kazançların tehlikeye girmesi ihtimali de giderek güçleniyor. Nitekim, Amerikan Kongresi, Çin’e birtakım ihracat sınırlamaları getiren, mali müeyyideler ihtiva eden kanun taslaklarının sunulmasına sahne oluyor bugünlerde. Amerikan yönetimi şimdilik bunları desteklemiyor, Çin’e ‘bunları da düşün, yanlış yapma’ diyor. Kısacası, Amerika, Çin’e ‘tercihini fazla gecikmeden yap’ derken Çin de kimi tercih edeceği konusunda kara kara düşünüyor.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
13 Mayıs 2006       Mesaj #63
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Hayal mi?
Güneri Cıvaoğlu

Siz hiç "arıtma tesisinden geçirilmiş atık suyun ne kadar temiz olduğunu hem görsel hem biyolojik olarak sergilemek için dev bir akvaryuma verildiğini ve orada balık yetiştirildiğini" duydunuz mu?
Ben yeni öğrendim. Bu saygın örneği ayrıntısıyla satırlarımda yansıtacağım.
Avrupa'da, Amerika'da değil, bu topraklardan "çok özel" bir sorumluluk anlayışı bu.
Belki... "Ders" olur.
Haftalar boyu "zehirli atıklar" yazıldı, çizildi, konuşuldu.
Sonra...
"Yurdum insanı" her duyarlı konu gibi bunu da hafızaların tavan arasına kaldırdı.
Arınma sürecinden geçirilen atık suların dev bir akvaryuma verilerek içinde balıkların yetiştirilmesi öyküsü, "tavan arasına kaldırılan dosyaların tozlarını temizler ve yeniden gündeme getirir" umuduyla anlatayım...
...............................
Bu "aydın insan" davranışının altındaki imza, merhum Nejat Eczacıbaşı'nın... Türkiye'de sanayiden kültüre pek çok alanda "ilkleri" ve "iyileri" gerçekleştiren Eczacıbaşı, İpek Kağıt'ın kurucusudur.
Yıl 1979. Fabrikanın bir "geri kazanma ünitesi" bulunmasına rağmen İzmit Körfezi'ni kirletmemek duyarlığıyla "Proses Atık Suyu Arıtma Tesisi" kurulması için düğmeye basar.
Tesis 1981 yılında işletmeye alınır.
Nejat Bey'in sanat tarafı ağır basar.
Ne kadar temiz olduğunu sergilemek ve kanıtlamak için arıtılan suyu sürekli olarak dev bir akvaryuma yönlendirir. İçinde balıklar yetiştirtir.
Su daha sonra denize verilir.
...............................
Nejat Bey yetinmez. Sadece Sanayi Proses Atık Suyu'nun değil, fabrikadan kaynaklanan hiçbir suyun, denizi kirletmemesi için yeni bir tesisi daha devreye sokar.
Duş, lavabo, tuvaletler, mutfak, atölye vb. gibi evsel atık suları için ayrı bir arıtım tesisi, biyolojik arıtım tesisi kurulur. 1984 yılında işletmeye açılır.
Çıkan su, bırakınız balık yetiştirmeyi bir yana, içme suyu kalitesindedir.
O tarihlerden itibaren her iki arıtılmış atık su örnekleri, TÜBİTAK tarafından zamanı belli olmayan periyodik ölçümlerle denetlenmektedir.
Denizden de örnekler alınıp temizlik ölçümleri ayrıca yapılmaktadır.
Dikkat edin...
Bütün bunlar, 30-35 yıl öncesinin duyarlılığı...
Zehirli atık dolu varillerin atıldığı topraklarda bundan neredeyse yarım yüzyıla yakın süre önce gösterilen sosyal sorumluluk ve özenin altını çiziyorum.
................................
Ancak... Burası Türkiye... Akla gelmeyen şeyler olabilir.
Aynı yörede yalısı olan ünlü bir kişi, deniz yüzeyinde oluşan kırmızı renkli muazzam büyüklükte lekeler nedeniyle İpek Kağıt'a kuşku duymaktadır.
Çünkü... Üretimi pembe renklidir.
Yerleşik söylemiyle "resmi, idari ve askeri zevatı" etkileyerek, -belki de öyle sandığı ve arıtma prosesine inanmadığı için- İpek Kağıt tesislerini sürekli suçlar.
Bu arada kırmızı lekelerden numuneler alınmış, laboratuvar incelemeleri yapılmıştır. İçlerinde kâğıt üretiminde bulunan selüloz, kâğıt elyafı, hatta hiçbir elyafla ilişkisi olmayan yağımsı, jölemsi alaşımlar saptanır.
TÜBİTAK'ın araştırmasında bunların, yöredeki konutlardan akan evsel atık sular içindeki azot/nitrojenden beslenen mikroorganizmalar olduğu açıklanır.
80'li ve 90'lı yılların içinde yöredeki yapılaşmayla birlikte çok kullanılmaya başlanılan deterjanların durgun körfez sularında yarattığı bir sorundur.
..................................
Sonuç: Son çare olarak, üretilen kâğıtların pembe renkleri değiştirilir, yeşil ve sarıya dönüştürülür.
Ama... Deniz üzerindeki muazzam kırmızı lekeler hâlâ sürmektedir.
Hâlâ sürüyor.
..................................
Acaba... Yöredeki bütün tesisler arıtmadan geçen atık sularını dev bir akvaryuma yönlendirseler... İçinde balık besleseler, körfez pırıl pırıl olsa diye düşünmek "hayal" mi?
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
14 Mayıs 2006       Mesaj #64
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Google Pagerank™ Nedir?Pagerank Türkçede tam karşılığı olmayan bir Google terimidir, genelde internet kullanıcıları ve site tasarımcıları tarafından “Link Popülerliği Puanı” olarak algılanır ama kullanılan terim PageRank''dır.
PageRank Google''ın site sıralamasında kullandığı algoritmanın sonucu sitenize verdiği değeri gösteren bir basitleştirilmiş değerdir.
Google kendisi her ne kadar güncel veriler ile çalışsa da her aramada bu verileri kullanmasın sorun yaratacağı için bu basitleştirilmiş değeri geliştirip bunu kullanmaya başlamıştır.

Arama Motorunu programlayanlar eğer bir site dışarıdan çok link (ilişim) alıyorsa bu sitenin içeriği iyidir düşüncesi ile kodları yazdıklarından arama siteleri de genelde bu düşünceye göre siteleri sıralarlar. Google da aynı düşunce ile kodlanmış bir arama motorudur.
Google açısından PageRank da burada devreye girer, çünkü bir siteye verilen linklerin analizinden sonra o site için oluşturulmuş bir değerdir bu.
Ancak sadece link almak yeteli değildir, nasıl link aldığınız da önemlidir, yani tabiî ki bu linklerin içeriğinde bulunan anahtar kelimelerin de büyük bir anlamı vardır. Mesela [
Gazete Linkleri ]
ile link verirseniz siteniz [
Gazete Linkleri ]
sıralamasında üstte yer alır, ancak [
Gazeteler ] diye ilişim verirseniz linkiniz de buna karşılık [ Gazeteler ] anahtar kelimesinde yer alır.

Sonra site içeriğinde bulunan ve linklerde kullanılmış anahtar kelimeler ile bu PageRank verisi birleştirilerek sitenizin Google aramalarınsa sırası belirlenir.

Şimdi hemen aklınıza bir sürü siteye linkinizi yerleştirmek bedava alanlara bir sürü link sayfası koymak gelebilir.
Google arama motorunu kod yazıcıları bunları önceden düşünmüşlerdir. Belli bir PageRank değerine ulaşmayan sitelerden aldığınız linkler sitenizin PageRank değerini artırmaz. Yani link aldığınız sitenin PageRank değeri ne kadar yüksek ise sizin sitenize de o kadar etki yapar.
PageRank 3 ve altındaki sitelerden aldığınız linkler fazla işe yaramaz.

Mesela 10.000 tane pr0 yada pr1 siteden ilişim almaktansa 1 tane pr4 siteden link almak daha iyidir.

Yada 10 tane pr4 siteden link almaktansa bir tane pr5 siteden link almak daha iyidir. 50 tane pr4 siteden link almaktansa bir tane pr6 siteden link almak daha iyidir.

Yani özetle yüksek PR sahibi sitelerden link almak daha iyidir.

Bu durumda bunun ticaretini yapan siteler de türemiştir tabiî ki. Bunların PR değerlerine kanarak hemen reklâm vermeyiniz!

Çünkü Google bunu da önceden düşünmüş ve "Natural Linkling" ile "Unnatural Linking" diye linkleri de ikiye ayırmıştır.

Yani siz ne kadar para verseniz verin eğer reklam verdiğiniz site sahibi sizin linkinizi düzgün yerleştirmez ise, rengarenk tablolar içerisinde ve bir köşede yerleştirirse (Örneğin iyinet.com reklam alanı), yani işte bunlar da linktir diye sıralar ise, bu linkler bir metin içerisinde bulunan linklerden daha az etki yapacaktır
Ayrıca verilen linklerin sayfa düzenine oturması gerekir, çünkü Google üstelik sayfa içerisinde bulunan taglar ile de ilgilenir ve bu sayede bu linkler "unnatural" ( yani doğal değil, paralı veya istek üzerine) diye karar verebilir bu yazı içerisinde kullandığımız [Gazeteler] linkini bu şekilde örnek alabilirsiniz. Bu linkin etkisi Google sıralamasında daha etkili olacaktır.
Veya yanda bulunan PageRank içerikli ilişimler (linkler) de bu yazıda bulunan konu ile ilgili olduğundan yine öylesine bir sayfada listelenmiş ve konu ile alakasız olanlardan daha etkili olacaktır.
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
14 Mayıs 2006       Mesaj #65
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Orta Çağ Türk Dünyasında İnanç Ve Sanat İlişkisi


Modern insanın ataları, en erken süreçlerden itibaren yaşamlarında tutunacak, güvenecek gizli bir varlık aramışlardır. Bu arayışlar ve inançlar, gökyüzündeki yıldızlar, ay, güneş, fırtına, gece, gündüz, ağaçlar, nehirler gibi bütün tabiat olgularından, korkulan ya da çekinilen varlık ve olaylardan kaynak almıştır. Dünyanın dört bir yanında insanlar, inanç sembollerini taş, toprak, maden, seramik ve hatta tekstilde bile dile getirmişlerdir. Erken inanç sistemleri giderek gelişmiş ve neticede tek tanrılı din aşamasına ulaşılmıştır.Bu inançlar görsel malzemeye dökülerek, insan - kültür - uygarlık - sanat ilişkisinde değerlendirilmesi gereken objeler ortaya çıkmıştır.

Mitoloji biliminin kişi, olay ve yaratıklara ilişkin efsanelerin incelenerek değerlendirilebilmesi amacına hizmet etmesi son derece hayatî bir işlevi yerine getirir. Mitoloji sözcüğüne Grekçedeki Muthos (söz, hikaye) ve Logos (bilgi-bilim) kelimeleri kaynak olmuştur.

Mitoloji dört ana daldan oluşur. Bunlar; Tanrıların nasıl oluştuklarını inceleyen “Teogoni”, Evrenin nasıl yaratıldığını inceleyen “Kozmogoni”, İnsanın nasıl türediğini inceleyen “Antropogoni”, Geleceği, cennet ve cehennemi, yeniden dirilişi inceleyen “Eskatalogya” dır.

Mitolojinin önemli bir alanı da, kahramanları yücelten prestij mitleridir. Mitolojinin ögeleri çok zengindir. Örneğin “Dağlar”; Cudi Dağı, Sina Dağı, Hira Dağı, ki bunlar Peygamberler ile kutsallaştırılmıştır. Hz. Nuh’un Gemisi Cudi Dağı’nda kalmış, Hz. Musa Tanrı ile Sina Dağı’nda konuşmuş, on buyruğu orada almıştır. Hz. Muhammed ile onurlandırılan Hira Dağı ise Müslümanlığın başladığı ve vahiylerin geldiği yerdir. Türk mitolojisindeki Kaf Dağı, masallardaki devlerin yaşadığı, Hz. Ali’nin ibadet ettiği yerdir. Demir Dağı veya Ötügen Dağı ki, burada da Ye’cüc ve Me’cüc gibi yaratıklar bulunmaktadır. Andolu’daki kutsal dağlar içinde, Troya Ovası’ndaki İda Dağı, bugünkü adı ile Kazdağı’dır, Sivas’ta Yıldız Dağı, Aksaray-Niğde arasında Hasan Dağı hem Hiristiyanlarca hem de Müslümanlarca kutsaldır. Adana yöresinde bulunan Arima Dağı’nda Yunan mitolojisinde bulunan Ekidna yaşamaktadır. Başı kadın, bedeni yılan olan bu yaratığın Homeros’un “İliada” eserinde bahsettiği Arima Dağı’nda hala yaşadığına inanılmaktadır. Aynı yörede yılanların şahı olan Şahmaran da yaşamıştır. Bugün Tarsus’da Şahmaran adını taşıyan hamamı ve şehrin simgesi olan heykeli mevcuttur. (3) Hala Anadolu’da kasap, bakkal gibi dükkanlarda, evlerde Şahmaranı betimliyen resimler asıldır.(Resim 1) Hint Kozmogonisi’nde evrenin merkezi olan Meru Dağı ise bir balığın üzerindedir.

Mitolojide dağlar gibi, kutsal sayılan ağaçlar da yer alır. İslamiyet'te nar, zeytin, hurma ve incir ağaçlarının yanısıra Hz. Adem ile Hz. Havva’nın yasak meyve yedikleri yaşam ağacı da bunlardan biridir. Palmet motifi de, Hayat Ağacı ile inkişaf ederek İslam-Türk sanatında varlığını hurma ağacı olarak sürdürmüş, Mısır’dan Mezepotamya’ya, Anadolu’da Hitit ve Fenike’ye kadar uzanmış, Yunan sanatında da kullanılmıştır. Ayrıca Orta Asya kurganlarında çıkan, palmet motifli objelerde de gördüğümüz hayat ağacı, Şaman’ın gökyüzüne çıktığı merdivendir. (4) Şamanizim’de ak kamlar gökyüzüne çıkarak aydınlık ruhlar için ayin düzenlerler. İşte bu çıkışlarında hayat ağacı bu görevi üstlenir. Lotüs ve palmet, Güneş ve Ay, ateş ve su gibi kavramlar yaşam ve ölümü simgelemektedirler.

Çeşitli kültürlerde değişik anlamlarda bulunmakla birlikte, ortak özellikleri, ölümden sonraki yaşamı çağrıştırması ve hayat ağacı ile betimlenmesidir. (5)

Tasavvufta görülen bu imgelerden, Tanrı sonsuzluğunu ifade eden “umman”, Tanrı’nın binbir yansıması olan “ayna”, gerçeği gizliyen “perde”, Tanrı aşkıyla yanmayı ima eden “mum” ve “güneş”, ışık imgeleri olarak da “ay” ve “yıldızlar”dır. Msn Demon Şamanizim’den gelen Gök, ağaç, kuş imgeleri, gökle yeri bağlıyan hayat ağacı, insan ruhunun görüntüsü olan kuş, ay ve gezegenleri temsil eden rozetler, güneşin ve aydınlığın ana simgesi olan aslan, bereket, bolluk ve sağlık simgesi ejderler (Resim 2) bu dönemde sanata yansıyan imgelerdir.

İnançların görsele döküldüğü figüratif ögeleri daha iyi anlayabilmek için, Orta Çağ’ın inanç ve düşünce sistemini anlamak gerekir. Eski çağlardan beri Astrolojiye ilgi, Babiller’den başlayarak, Yunan, Roma, Mısır, Hint ve Çin aleminde her zaman önde gelen konulardan biri olmuştur. Ancak Orta Çağ’da bu konular İslam aleminde ön plana çıkmış, sembollerin özel anlam taşıdıkları düşünülerek, sihirler, büyüler, astrolojik burçlar ve gezegenler, 12. yüzyıldan itibaren Anadolu’da, her türlü malzemede kullanılmıştır. Özellikle de Orta Çağ bilginlerinin bu konulara aşırı duyarlılığı, el yazması kitaplarda, resimli edebi eserler başta olmak üzere, büyüler, melekler, tılsımlar, ejderler, mücadele sahneleri ve kutsal hayvanlar, bütün mimari eserlere ve el sanatlarına damgalarını vurmuştur. Orta Asya’dan gelen Türkler, inanç ve sanatlarını, Anadolu topraklarında sentezleyerek, bunları orijinal bir kültür- uygarlık sanat konteksti içinde kullanmışlardır. (7) Bu dönemde meydana getirilen Nasel din Sivasi’nin “Teskeresi”, Nasıreddin el- Mahmud tarafından El-Cezire’ye yaptırılan “Otomato”, bütün İslam aleminin sihir ve büyü ile uğraştığını gösteren resimlerle ifade edilmiştir. Bu inançlara göre de, geometrik ve bitkisel örnekler sonsuzluğun göstergesi olarak karşımıza çıkmıştır.

Anadolu’da dört eyvanlı yapılar, planları dolayısıyla yüklendikleri anlam açısından kozmik bir semboldür. Dört rakamının veya dört yönün seçilişi de tesadüfi değildir. Varoluş, hava, toprak, su ve ateşten oluşur. Bütün doğada ritmik dört egemendir. Dört fiziksel nitelik olan, sıcak, soğuk, kuru ve nem, doğanın dört ürünü olan, insan, hayvan, bitki ve metal, simetrik bir kosmos imgesidir. Msn Note Bu, Budizim’de de Mandala kozmik sembolüdür. Dört yönün bir merkez etrafında toplanması yalnızca Budizime ait olmayıp, Türk ve Türk devri öncesinde, orduda (Karargah), Budist Mandala Viharaları’nda, Uygur Türkleri’nin Viharaları’nda (Manastır), Karahanlı ve Gazneli’ye geçiş döneminde görülmektedir. (9) Kutsal dört eyvan şeması, Abbasiler’de, Part ve Sasani mimarisinde ve de Selçuklular’da izlenmektedir. Gene aynı düşünceler içerisinde ortada bulunan kubbeninde kozmik anlam çerçevesinde, dörtgen plan (toprak) üzerinde dairesel kubbe, evrensel bir imge diye yorumlanmaktadır. Dörtlü diyagram ortasında yer alan kubbeli mekana örnek verilecek olan Konya Karatay Medresesi’nin aynı zamanda kubbe çinileri renkleriyle de, Asya renk sembolü olan larcivet-gök, siyah-toprak rengine uyularak, firuze ve siyah çinileriyle kosmos ifade edildiği yorumu bilinmektedir.

Ayrıca Tasavvufta rakamlarla yola çıkıldığında görüldüğü gibi, matematiğin bütün evrensel yasaların kaynağı, Pythagoras’ın matematiğinin ise bütün ilimlerin temeli olduğu kabul edilmiştir. (10) Ptyhagoras teorisine göre, fiziksel ritmiği, ürün varlığını ve de adaleti temsil ettiği için dört rakamı temeldir. Dört rakamının ifade ettiği kare ideal bir sembol oluşturmaktadır. Orta Asya’da, 5. Kurgan’dan çıkarılan Pazırık Halısı’nda görülen “tört bulung” da, dört rakamının sembolik kullanımıyla ilgilidir. (Resim 3) İnaçlarını bin yıldan fazla koruyan Yakut Türkleri’nin yakın dönemlere kadar dört köşeli bir dünyaya inandıkları bilinmektedir. Fuat Köprülü, R. Arat, S. Çağatay, A. Doruk, S. Tezcan, W. Bang, A.Von Le Coq, G. Durand, W. Eberhad, A. Von Cabain, G. R. Thomson gibi çeşitli bilim adamları, 1931 yılından bu yana yaptıkları çalışmalarında, Eski Orta Asya kültüründe karenin kutsal olduğunu, oturulan yurt, simgesel dilde kent, surlarla çevrili kale anlamına geldiğini saptamışlardır. (11) Evren birliğinin içinde en güçlü simge olarak görülen daire ise, merkez etrafında sonsuz oluşumu anlatmaktadır. İslam aleminin düşünürlerinden, 9. yüzyıl Abbasi dönemi düşünürü, Basralı Ebu Yusuf Yakub bin İshak el Kindidi (doğa bilimci, matematikçi ve astrologdur), Platon ve Aristo’dan kaynak alarak insan varlığının maddeler dünyasının algılaması ile iç dünyası arasındaki safhaları, merkezde akl ül faalin oluşturduğu dairelere bağlamıştır. İç içe daireler imgesi ise dünya etrafında dönen gezegenlerle özdeşleştirilmiştir. Merkezden çıkan ışınlar bütün daireleri kesmektedir. Böylece de bütün kesişme noktaları bu halkalarla birbirine bağlanmaktadır. Platon ve Aristo’nun da kabul ettiği, Mısırlı Ptolemeus’un ortaya koyduğu ve yüzyıllardır geçerli olan konsantirik daireler tasarımı yani kozmik şema hala geçerliliğini korumaktadır.

Orta Çağ’da tasavvufî olarak, evrenin yorumu üzerinde çok etkili çalışmalar yapan İbn ül Arabi ‘dir. 1240-45 yıllarında İspanya’dan Mekke’ye gitmiş daha sonra da Anadolu’ya gelerek Sadreddin Konevi’nin öğrencisi olmuştur. Ölünceye kadar da bu Hankah’da kalmıştır. Bu düşünüre göre de, tecelliyat çeşitli katlara bağlıdır. Yani, insan dünyaya gelir, kemale erer ve işte bu eriş için çeşitli yolculuklar yapılır. İlk yol Allah’tan çıkarak, bütün alemleri dolaştıktan sonra gene Allah’a varır ki, bu da dairesel bir dönüşle gerçekleşir. (12) İbn ül Arabi’nin Futuhat el Mekkiye isimli dairesel şeması, el Futuhat el Mekkiye fesrar el Malikiye ve el Mülkiye isimli birkaç ciltlik eserinde mevcuttur. Orta Çağ tasavvuflarının, alem katları, alemde yolculuk gibi imgeleri Anadolu Selçukluları’nda biçimsel olarak kendini gösterir. Anadolu kervansaraylarındaki Taç kapılarda görülen yıldız sistemlerindeki, ki bunlar umumiyetle 12 kolludur, 12 rakamı ise kozmolojik bir rakamdır. Yolcuların kervansaraya geliş ve gidişlerini bu imgeler yerine getirir. Kozmik diyagramın uygulandığı, Sivas Şifahanesi, Gök Medrese, Çifte Minareli Medrese, Buruciye, Erzurum Çifte Minareli Medrese, Aksaray Sultan Han’ında görüldüğü gibi (Resim 4), gök kubbe mekanlarıyla bütünleşen taç kapılar bulunmaktadır. Kapılar Hıristiyanlık aleminde de manevi değerler taşımaktadır. İkonalarda ve kutsal kitaptan alınan konuların işlendiği resimlerde özellikle de dikkat çekilerek işlenmişlerdir.

Euclides, Pythagoras, Platon’un “evren geometrisi” Doğu’da ve Batı’da Orta Çağ yapılarında evrenle bütünleştirilerek kullanılmıştır. Orta Çağ’ın tasavvufi ortamına gelmeden önceki dönemlerde eski Mısır’dan başlıyarak her medeniyette gök cisimleri tanrılaştırılmıştır. Bunların içinde en önemlisi “Güneş” ve “Ay”dır. Hint mitolojisinde 12 Güneş Tanrısı, Mısır’da ve Orta Babil’de Re, Sümerler’de Marduk, Helenistik dönemde Lübnan’da Baalbik‘ah, Eski Suriye’de Elegabal, İnkalar’da İnti, İslamiyetten önce Araplarda Yarlibol diye isimlendirilen Güneş Tanrıları vardır. Dairelerin içinde istenildiği kadar sonsuz çizilebilen yıldızlar da bir geometrik düzendir. Yıldızları oluşturan kollar yani ışınlar, birinden ötekine geçmektedir. Sonsuzluğa giden yollar olarak nitelendirilen bu açık sistem, bir merkez etrafında dönüşü göstermektedir ki bu da evrendeki dairesel dönüşü simgelemektedir. (13) Yani çarkıfelek dönüşüdür. Kutadgu Bilig’de “Tanrı cihanı yarattı, durmadan dönmektedir, onunla beraber bütün gezegenler de dönmektedir” diye bu kozmik düzen anlatılmaktadır. Geometrik düzenlemeler matematiksel işlenişlerinin yanısıra simgesel olarak da görevler üstlenerek her malzemede sergilemektedirler.

Orta Çağ'da yıldızların tasavvufî düzen ile ele alınmasına karşın, gökyüzündeki yıldızlar, İnsanoğlunun varoluşundan itibaren ilgi alanlarından biri olmuştur. Gök cisimleri mitolojisinde dörtlü düzen kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Dört iklimi gösteren burçlar, İlkbahar burçları; Koç, Boğa İkizler, Yaz burçları; Yengeç, Aslan, Başak, Sonbahar burçları; Terazi, Akrep, Yay, Kış burçları; Oğlak, Kova, Balık’tır. Ancak astroloji ile astronominin birbiriyle karıştırılmaması gerekir.İslam aleminde astroloji, tanrısal iradeye ters düşmektedir ki bu da eski dönemlerde yıldızların tanrısallaştırılması olayıdır. Ancak burçlar, gezegenler mitolojik yönleriyle ele alınmalıdırlar.

Mitolojide sayılar geniş bir yer tutar. Kutsal yanları olduğu gibi büyüsel, sihirsel bir yanları da vardır. Mesela yedi rakamı gök katlarını ifade eder. Dünya yedi günde yaratılmış, yedi gezegen, özellikle de simyacıların yedi metalle yedi gezegen arasında kurdukları bağdan söz edilebilir. Güneş-altın, Ay-gümüş, Jüpiter-kalay, Venüs-bakır, Satürn-kurşun, Mars-demir, Merkür-cıva. Yedi melek, Katoliklerde yedi ayin, yedi ölümcül günah, yedi afet, dünyanın yedi harikası, Gılgamış destanında Uruk Kenti’nin yedi bilgeyle yapılışı, yedi kat cehennem, büyük, küçük ayı takım yıldızlarının yedili oluşu, destanlarda yedi ile anlatımlar, “yedisinden yetmişine” halk söyleşileri, yediveren gülü gibi bitkisel isimler, bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Gene 40, 12 ve 3 rakamları da önemli mitolojik sayılardandır.

Mitolojide bahsedebileceğimiz sular da önemli bir yer tutar. Kuyulara örnekler sayısız denilecek kadar fazladır. Kutsal sular, yani Ab-ı Hayat, ölümsüzlük suyudur. Bu suyun Kaf Dağı’nda olduğuna işaret edilir. Hz. Hızır bu suyu içenlerden, Büyük İskender ise arayıp da bulamayanlardandır. Mekke’de zemzem suyu gibi kutsal sular mitolojide de çok zengindir. Sularla ilgili pek çok efsanelerde, kaynaklar da görülmektedir. Ayrıca mitolojik yaratıklar, ulu kişiler mitolojisi, Peygamberler ve mucizeleri mitolojileri de çok zengin konulara sahiptir.Ancak bu makalede, Orta Çağ Dünyasındaki inanç ve sanat ilişkisinin genel yapısına dikkati çekerek, Orta Çağ Türk Dünyasında inanç ve sanat ilişkisinin çok yönlü kaynak ve kökleriyle birlikte değerlendirilebilmesi gerektiğinin işaret edilmesine çalışıldığından, bu konularla ilgili zengin materyallerin detaylı anlatımına gidilmemiştir.Burada ana hatlarıyla vurgulanmaya çalışılan söz konusu materyallerin Türk kültür-uygarlık ve sanatı üzerinde çalışan uzmanlar tarafından sanat ve bilgi ilişkisi açısından irdelenmesinin gerektiği belirtilerek, Türk sanatı tarihinde konu ve anlam çözümlemelerinde yeni açılımlara ulaşılmasının günümüzün ihtiyacı olarak belirdiğinin vurgulanması amaçlanmıştır.



Evrim Sahtekarlığında Son Gelişme
Evrimci bir antropoloji profesörünün bazı önemli fosillerin yaşı hakkında otuz yıldan beri sahte bilgiler verdiği ortaya çıktı. Bu gelişme karşısında görevinden istifa etmek zorunda kalan profesörün yalanlarının, şu anda antropoloji ders kitaplarında bir "gerçek" olarak anlatıldığı ve bunların düzeltilmesi için köklü değişikliklere gidilmesi gerektiği yetkililer tarafından ifade edildi.

vonzeitenAraştırma komisyonunun bulgularına göre, Almanya'daki Frankfurt Üniversitesi'nde görevli profesör Reiner Protsch von Zieten, Avrupa'da ele geçirilmiş olan bir dizi insan fosilinin yaşlarını sistemli olarak çarpıtıp binlerce yıl daha fazla gösterdi. Evrimci profesörle ilgili skandalın boyutları bununla sınırlı değil. Almanya'nın saygın medya kuruluşu Deutsche Welle'nin konuyla ilgili haberine göre, profesör kendisine ait olmayan kafataslarını satarak haksız kazanç sağlamak ve diğer bilim adamlarının çalışmalarını kendi çalışmasıymış gibi kopyalamakla da suçlanıyor. İngiltere'nin The Guardian gazetesi, yukarıdakilere ek olarak, Protsch'un sahte fosiller ürettiğini, ayrıca Fransa’da ele geçirilen bir fosilin ortaya çıkarıldığı ülkeyi İsviçre olarak çarpıttığını yazdı. 1

Üniversitenin konuyla ilgili açıklamasında, “Komisyon, Prof. Protsch’un bilimsel gerçekleri geçtiğimiz otuz sene boyunca çarpıttığı sonucuna varmıştır”, ifadesine yer verildi.
Skandalın Ortaya Çıkışı
Protsch’un tarihlendirme sahtekarlığı, Frankfurt Üniversitesi bünyesinde bulundurulan şempanze kafataslarının tümünü satmaya çalıştığının ortaya çıkmasıyla başlayan bir süreçte ispatlandı. Üniversite yönetimi, 280 adet şempanze kafatasını Amerikalı bir alıcıya 70.000 dolar karşılığında pazarlamaya çalıştığı anlaşılan Protsch'u, geçen senenin Nisan ayında görevinden uzaklaştırdı. Hem Protsch hem de Üniversite yönetimi kafatasları üzerinde hak iddia ediyor ve konu yargıya intikal etmiş durumda.
Protsch'un antropoloji çevrelerini şok eden aldatmacalarının duyulması asıl olarak Alman Der Spiegel dergisinin 16 Ağustos 2004 tarihli sayısında yayınlanan bir makaleyle gerçekleşti. 2 Yazıda, 1973 yılından beri Frankfurt Üniversitesi karbon tarihlendirme laboratuvarının başında bulunan bilim adamının, yüzlerce fosilin yaşını ölçtüğü ve bazı önemli örneklerin yaşlarını kasıtlı olarak çarpıtarak yaptığı sahtekarlıklar anlatıldı.
Fosillerin tarihlendirilmesi konusunda bir uzman olarak tanınan bilim adamı üzerindeki şüpheler, geçtiğimiz sene diğer iki arkeoloğun Almanya’da ele geçirilmiş ve tarih öncesine ait olan fosil kalıntılar üzerindeki incelemesiyle başladı. Greifswald Üniversitesi'nden Thomas Terberger, fosillerin yaşının doğru olup olmadığını modern tarihlendirme teknikleriyle ölçmek istedi. Avrupa'da ele geçirilen ve Protsch'un, Taş Devrine ait olduğunu iddia ettiği fosil örnekleri bu amaçla ünlü Oxford Üniversitesi'ne test için gönderildi. Üniversitenin radyokarbon tarihlendirme birimince elde edilen sonuçlar, bilim adamlarının ifadesiyle bir "facia"yı ortaya çıkardı.
Buna göre Protsch'un, yaşını 21.300 yılla tarihlendirdiği kadın iskeletinin sadece 3.300 yıl yaşında olduğu anlaşıldı. Bir diğer skandal tarihlendirme, Almanya'daki Paderborn-Sande yakınlarında ele geçirilen fosil kafatasıyla ilgiliydi. Protsch'un 27.400 yıl olarak tarihlendirdiği fosil gerçekte sadece 250 yıl kadar önce (M.S 1750 yılında) ölmüş yaşlı bir adama aitti. Ayrıca Hahnhöfersand Adamı olarak bilinen fosilleşmiş kafatası parçası da Protsch’un iddia ettiği gibi 36.000 yıllık değil sadece 7.500 yıllıktı.
Terberger, Neuwied'deki Erken Taş Devri Araştırma Merkezi'nde görevli İngiliz arkeolog Martin Street ile birlikte bilimsel bir makale kaleme aldı 3. Bilim adamları bu makalede, fosillerin Protsch’un iddia ettiğinden çok daha genç olduklarını yazdılar. Konuyu araştıran Üniversite Komisyonu birkaç gün önce raporunu yayınladı ve Protsch'un "bilimsel gerçekleri geçtiğimiz otuz sene boyunca çarpıttığına” karar verdi. Komisyon başkanı Ulrich Brandt’ın bildirdiğine göre Protsch, yapılan görüşme tekliflerini reddetmiş, komisyon üyeleriyle yüzleşmekten kaçınmıştı.
Aldatılan Bilim Dünyası
Evrimci profesörün sahte tarihlendirmelerinin antropoloji alanında kabul görmüş bazı temel düşünceler üzerinde doğrudan etkili oluşu, bilim dünyasındaki aldatmacanın tahribatını da artırır nitelikte. Protsch bu gerçek dışı verilerle, bilim dünyasını Avrupa’daki insan popülasyonlarının yayılımı hakkında derin yanılgılara sürükledi. Evrimci profesörün otuz yıl gibi uzun bir süre boyunca sistemli olarak yaptığı sahtekarlıklar yüzünden, Neandertal insanının Avrupa’daki yayılımı ve tarih öncesi Almanyası hakkındaki gerçekdışı yorumlar, antropoloji kitaplarına “bilimsel gerçek”ler olarak girdi.

Londra’daki Doğa Tarihi Müzesi’nde görevli bir antropolog olan Chris Stringer, sahtekarlığın ortaya çıkarılması karşısında şu yorumu yaptı:
“Neandertallerin Kuzey Avrupa’da yaşadığını gösterdiği düşünülen en önemli kanıt, artık devrilmiş durumda. Tarih öncesini yeniden yazmamız gerekiyor.” 4

Terberger ise Protsch’un sahtekarlığının antropolojiye zararını şu sözlerle ifade etti:
“Antropolojinin, 40.000 ila 10.000 yıl öncesinin insanını algılayış şeklini tamamen değiştirmesi gerekiyor.” 5

Protsch’un, yaşını çarpıttığı fosillerden biri hakkında oluşturduğu yanlış anlama, fosilin evrimcilerce “kayıp halka” propagandasında kullanılmasında da etkili oldu.
Yine Bir ‘Evrimci’ Sahtekarlığı
protsch
Protsch’un sahte verilerle tarihlendirdiği fosillerden biri, sözde bir “kayıp halka” olarak resmedildi. Yukarıda: bu fosili sergileyen müzenin, hayali bir resimle süslenmiş olan afiş ilanı.

Evrimci profesörün sahte bir tarih atadığı fosiller arasında Hahnhöfersand Adamı da bulunuyordu. Bu fosil, Neandertal İnsanı’nın günümüz insanı olan Homo sapiens ile eşleşip eşleşmediği konusundaki tartışmada kilit bir rol oynuyordu. Günümüz insanından ancak ırksal farklılıklarla ayrılan Neandertal Adamı günümüzden yaklaşık olarak 30.000 yıl kadar önce ortadan kalkmıştı. Neandertaller o dönemde Avrupa’nın ev sahibi konumundaydılar, Homo sapiens ise sonradan gelmişti.
Acaba Homo sapiens, Neandertal ırkıyla mücadeleye girmiş ve onları ortadan kaldırmış mıydı; yoksa bu ikisi eşleşip birleşmiş miydi?
Bu soruya cevap arayanlardan, birleşim tezini savunan bazı araştırmacılar, Hahnhöfersand Adamı fosilinde her ikisinin anatomik yapısından izler gördüklerini belirterek bunu tezlerine dayanak gösteriyorlardı. Bu araştırmacılara göre fosil, Neandertaller ve Homo sapiens’in eşleşip çocuk sahibi olduğunu gösteriyordu.
Ancak fosili dayanak gösterenler, Protsch’un fosile verdiği gerçek dışı tarihi bilinçsizce baz alıyorlardı. Protsch’un Hahnhöfersand Adamı’na atadığı sahte yaş, 36.000 yıldı. Neandertaller 30.000 yıl önce ortadan kalktığı için Protsch’un verdiği tarih, fosilin birleşim senaryosu lehinde kullanılmasına elverişli bir durum ortaya çıkarıyordu.
Protsch, bu tarihlendirmeyle fosilin önemini bir anda artırdı ve bunun modern insanla Neandertal insanı arasında hayati önemde bir “kayıp halka”ya ait olduğunu iddia etti . 6
Neandertal ve Homo sapiens hakkındaki tartışma devam etmekteyken bu fosil, Alman toplumu nezdinde ayrı bir önem de kazanıyordu. Çünkü Almanya’nın kuzeyinde ele geçirilen fosil, bölgede ele geçmiş en yaşlı fosildi ve “En eski Alman” unvanıyla isimlendirilmişti.
Protsch’un sahte tarih ve göz boyayıcı “kayıp halka” nitelemesi, “En eski Alman’a” hiç sahip olmadığı hayali özellikler yüklemiş oldu. Bunun sonucunda da fosili Alman toplumuna tanıtma faaliyetlerine de evrim propagandası unsuru eklenmiş oluyordu. Alman toplumu, atalarının sözde evrimsel bir sürecin ürünü, bir kayıp halka olduğu propagandasına maruz kaldı.
Bir evrim propagandası olarak sürdürülen bu tanıtımda ön plana çıkan bir kuruluş, Hamburg’da kurulu olan Helms Müzesi oldu. Fosili halka tanıtmak için bir sergi düzenleyen müze yetkilileri, tanıtım afişini kesinlikle bilimsel olmayan bir bakış açısıyla hazırladılar. Hahnhöfersand Adamı’nın kemikleri; dudak, burun, deri rengi ve bakışlar gibi detaylar hakkında hiçbir şey bulgu vermediği halde, düzmece bir rekonstrüksiyon resimle, bu kemikleri maymunsu karakterlerle donattılar. Müzenin yanda görülen afiş ilanı böyle ortaya çıktı.[*]
Fosili görmek için müzeye akın eden on binlerce ziyaretçiye, insanın evrimle ortaya çıkmış bir canlı olduğu masalı ve Almanların sözde evrimsel tarihinde Hahnhöfersand Adamı’nın bir “kayıp halka”yı temsil ettiği anlatıldı. Oysa ziyaretçilerin baktıkları kemik, gerçekte evrim teorisi için değil, evrimcilerin sahtekarlığı için bir kanıttı. Potsch’un sahte delillere dayalı tarihlendirme ve yorumu, Hahnhöfersand Adamı’na bir kayıp halka unvanı yakıştırılmasına yol açmış, müze yetkilileri de fosili körükörüne inandıkları evrim efsanesine göre resmetmişlerdi.
Oysa ortada büyük bir aldatmaca söz konusuydu. Oxford’daki son testler, evrimcilerin maymun adam görüntüsünde tanıttıkları fosilin aslında sadece 7.500 yıllık olduğunu gösterince gerçekler ortaya çıktı. Hahnhöfersand Adamı, Sümer ve Eski Mısır gibi uygarlıklardan sadece iki bin yıl kadar önce yaşamış sıradan bir insandı ve afişteki hayali maymun adam görüntüsüyle hiçbir ilgisi bulunmuyordu. Kesinlikle Neandertal ve Homo sapiens arasında bir “kayıp halka”nın temsilcisi değildi. Protsch, bu iddia ile çalışma arkadaşlarını ve toplumu aldatmıştı.

Arkeolog Thomas Terberger, sahtekarlık ortaya çıktığında şu yorumu yaptı:
“Prof. Protsch’un çalışmaları, H. sapiens ile Neandertallerin birlikte yaşadığını ve hatta belki de çocuk sahibi olduklarını gösterir gibiydi. Ancak şu anda bunun bir saçmalıktan ibaret olduğu anlaşılıyor”. 7

Evrimciler, “yepyeni” denebilecek bir insan fosilinden bir maymun adam “üretmişler” ve adı açıkça sahtekarlık olan bu yöntemi topluma “bilim” olarak lanse etmişlerdi.
Kollektif Bir Evrim Aldatmacası
Aslında evrimci profesörün yaptığı sahtekarlıklar bilinmiyor değildi. Sahtekarlık göz göre göre gerçekleştirildi. Skandalda, bilimsel araştırmayla ilgili bazı genel ilke ve uygulamalar ihmal edildi ve sahtekarlığa açıkça göz yumulmuş oldu.
Protsch, daha önce hiçbir bilimsel güvenilirliği bulunmadığını son derece açık bir şekilde ortaya koymuştu. Stern dergisinin konuyla ilgili haberine göre, 2000 yılında görülen bir davada, mahkeme heyeti Alman antropoloğu yasa dışı yollardan ikinci bir doktora derecesi elde etmeye teşebbüs ettiği için suçlu bulmuş ve para cezasına çarptırmıştı. 8
Yine Stern haberine göre Oxford Üniversitesi’nce 2000 yılında yapılan daha önceki bazı testlerde tarihlendirmelerin yanlışlığı ortaya çıkmıştı ve Paderborn-Sande olarak isimlendirilen kafatası fosilinin sadece birkaç yüz yıl yaşında olduğu uzun süredir biliniyordu. Hatta Üniversite yönetimi, profesör iş için ilk kabul edildiğinde uzmanlarca uyarılmış ve profesörün iş için yetersiz olduğu, o dönemde yönetime bildirilmişti . 9
Tüm bunlar Frankfurt Üniversitesi idarecilerinin gözleri önünde oluyor ama onlar hiçbir müdahalede bulunmuyorlardı. Sahtekarlıklar ancak medyaya yansıdıktan sonra, rektör Rudolf Steinberg “Üniversite yönetiminin profesörün yanlış davranışları hakkında kanıtların mevcut olmasına karşın, on yıllardır bunu ihmal ettiklerini” kabul etti . 10
Sahtekarlığı planlı ve sistemli bir şekilde yürüten isim olan kişi Protsch oldu ancak hem üniversite yönetimi sahtekarlığın delillerini göz ardı etti, hem de çalışma arkadaşları, birtakım bilimsel standartları gereği gibi yerine getirmediler.
Bilim adamları arasında genel bir ilke olarak, bir disiplinin bütünlüğü için (örneğin antropoloji), o disiplinin belli bir alandaki (örneğin tarihlendirme) analizlerini tek bir ele bırakmamak gibi kritik bir tedbir vardır. Bilim adamları birbirlerinin vardıkları çalışmaları farklı deneylerde tekrar etmek, aynı sonuçlara ulaşabildiklerini görmek isterler. Bu ilke ne kadar etkili bir şekilde hayata geçirilirse, o analizler, ve dolayısıyla o disiplinin ortaya koyduğu bilgiler de, o kadar güvenilir olur.
Ancak Protsch’un tarihlendirmesi on yıllar boyunca kontrol edilmedi, sahtekarlığın delilleri açıkça gözardı edildi ve Hahnhöfersand Adamı’nın yaşı üzerindeki yorumuyla ortaya attığı gerçek dışı evrimci iddia, müzede on binlerce kişiye bilimsel gerçek olarak anlatıldı. Böylece ortaya, müze yetkilileri, üniversite yönetimi ve Potsch’un çalışma arkadaşlarının dahil olduğu “kollektif bir evrim aldatmacası” çıkmış oldu.
Potsch’un öncülüğündeki bu kollektif evrim aldatmacasının bir sahtekarlığa dayalı olması bir “ilk” değildir. Aksine, aldatmaca, evrimciler için “yaşayan bir gelenek”tir.
Geçmişteki Bazı Evrimci Sahtekarlıkları
Evrim teorisinin tarihi boyunca çeşitli evrim sahtekarlıkları düzenlenmiş, evrimciler adına skandallar yaşanmıştır. Bunların başta gelenleri şunlardır:
Piltdown Adamı Sahtekarlığı: 1912 yılında amatör bir paleontolog olan Charles Dawson, İngiltere’nin Sussex eyaletindeki Piltdown kasabası yakınlarında bir maymun adam fosili bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Bir kafatasından meydana gelen ve çene kısmında maymunsu, kafatasında insansı özellikler gösteren bu fosil, Darwin’in teorisinin kanıtı olarak karşılandı ve British Museum’da (şimdiki adıyla Doğa Tarihi Müzesi) 40 yıl boyunca sergilendi. Ancak yeni bir tarihlendirme yöntemini fosile uygulamak isteyen bilim adamlarınca yapılan bir dizi testin 1953 yılında ilan edilen sonuçları, bunun bir sahtekarlık ürünü olduğunu ortaya çıkardı. Kafatası gerçekte 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir orangutana aitti! Kemikler de çelik bıçaklarla yontulup iptidai bir yöntemle birbirlerine monte edilmişti. Yani bu sözde kanıt, halkı evrim teorisinin doğru olduğuna inandırmak için özel olarak oluşturulmuştu.
nebraska
Nebraska Adamı skandalı: 1922 yılında ABD’nin Nebraska eyaleti sınırları içinde bulunan “tek bir diş”, evrimci bilim adamlarınca insanın maymunsu canlılardan evrimleştiği iddiasının ispatı olarak sahiplenildi. Hesperopithecus haroldcooki şeklinde “bilimsel” bir isimle süslenen fosilin rekonstrüksiyon resimlerinde hayali maymun adam tüm bedeni ve hatta ailesi ile resmedildi. Evrimcilerin sınırsız hayalgücü bir kez daha bilimsel kanıt yerine geçirilmek isteniyordu.
Oysa iskeletin diğer parçalarının bulunduğu 1927 yılında ortaya çıkan gerçek tamamen farklıydı: Bu diş, bir maymun ya da insana değil; soyu tükenmiş bir Amerikan domuzuna aitti! Nebraska Adamı, evrimcilerin sahtekarlık ve skandal zincirine yeni bir halka olarak eklendi.
Ernst Haeckel’in sahte çizimleri: Darwin’in çağdaşı olan Alman biyolog Ernst Haeckel, 19. yüzyılın sonlarına doğru, canlıların embriyolojik gelişmelerinde izlenen aşamaların, yaşamın sözde evrimsel tarihini tekrarladığı iddiasını ortaya attı. Haeckel’in iddiasına göre, insan embriyosu, ana rahminde geliştiği süreçte, sırasıyla balık, sürüngen ve insan özellikleri gösteren aşamalardan geçiyordu. Bu iddiasını çeşitli canlıların embriyo gelişimlerini gösterdiği ve çizimi bizzat kendisine ait olan şemalarla desteklemeye çalıştı. Oysa dönemin bilgileri ışığında dahi bu iddianın geçersizliği açıktı. Üstelik Haeckel, şemaları kendi iddiasına uymaları için kasıtlı olarak çarpıtmıştı.
Evrimciler bu sahtekarlığı deşifre edip, ölü bir iddia olarak gömecekleri yerde, bilimsel bir gerçekmiş gibi kabullendiler. Üstelik Haeckel’in sahte çizimlerini aynen ders kitaplarında çoğaltıp tam yüzyılı aşkın süre bunu üniversitelerde bir gerçek olarak anlattılar. İdeolojik olarak hareket eden evrimciler, Haeckel’in bireysel sahtekarlığının ortaya çıkarmak yerine onu, bilim dışı bir tutumla sahiplenip kitlesel bir sahtekarlığa dönüştürdüler.
Öyle ki, sahtekarlığın gerçek anlamda deşifre edilmesi ancak 1990’lı yılların ikinci yarısında mümkün oldu. Londra'daki St. George's Hospital Medical School'dan embriyolog Michael Richardson, ve arkadaşları Haeckel'in çizdiği türdeki ve yaştaki canlıların embriyolarını yeniden inceleyerek ve fotoğraflayarak kendi karşılaştırmalarını yaptılar. Anatomy and Embryology dergisinde yayınlanan çalışmada, sahtekarlığın detayları gün ışığına çıkarıldı. Haeckel, sadece organlar eklemek ya da çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda farklı türleri birbirlerine benzer gösterebilmek için embriyoların büyüklükleri ile oynamış, hatta bazen gerçek boyutlarından on kat farklı göstermişti. Dahası Haeckel farklılıkları gizleyebilmek için, türleri isimlendirmekten kaçınmış ve tek bir türü sanki bütün bir hayvan grubunun temsilcisi gibi göstermişti. Richardson ve ekibinin ifadesiyle, Haeckel'in çizimleri “biyolojideki en büyük sahtekarlıklardan biri haline gelmişti”. 11
Evrimciler ancak bu gelişmeden sonra sahte çizimleri sistemli olarak kullandıklarının yanlışlığını dile getirir oldular. Harvard profesörü evrimci paleontology Stephen Jay Gould, 2000 yılında yayınladığı bir makalede şunları söyledi:
“Sanırım bu çizimlerin, modern ders kitaplarının çoğunda olmasa bile önemli kısmında sürekli kullanımına yol açan düşüncesiz dolaşımın, bir yüzyıl boyunca sürmüş olması karşısında hem hayrete kapılma hem de utanma hakkına sahibiz.” 12
Haeckel’in sahte çizimleri ders kitaplarından hala tam anlamıyla temizlenmiş değildir ve bu süreç devam etmektedir.
Archeoraptor skandalı: National Geographic dergisi, 1999 yılında yayınladığı bir makalede, Çin’de ele geçirilen ve Archaeoraptor olarak isimlendirilen bir fosili, kuşların dinozorlardan evrimleştiği iddiasının kesin kanıtı olarak dünyaya duyurdu. Göz boyayıcı rekonstrüksiyon resimlerde tüylerle kaplanmış dinozorlar havaya sıçramış şekilde tasvir ediliyorlar, sözde kanatlanıp uçmaya başladıkları hayali evrimsel aşamada resmediliyorlardı. Ancak National Geographic’in büyük bir sansasyon eşliğinde duyurduğu bu fosilin, Darwinizm’e verdiği destekle tanınan dergi adına büyük bir utanç sertifikasına dönüşmesi uzun sürmedi. Gerçekte fosil, National Geographic’in iddia ettiği şekilde kuş ve dinozor özellikleri ortaya koyan bir fosile ait değildi. Fosil açık bir sahtekarlık ürünüydü. Birden fazla fosil, bir ara form görünümü verecek şekilde özel olarak bir araya getirilmiş, birbirine tutkallanarak bir evrim kanıtı gibi kullanılmıştı! Evrimciler orangutan ve insan kemiklerinin birbirine monte edilerek kanıt olarak sunulduğu Piltdown olayından ders çıkarmamış, bu defa dinozor ve kuş fosillerinin birbirine monte edilmesiyle üretilen sahte bir fosili evrim kanıtı olarak sahiplenmişlerdi.
Sonuç: Doğru olan davranış, yalanı başka yalanlarla ayakta tutmak değil, doğruyu itiraf etmektir.
Bilim adamları evrim teorisini ayakta tutma çabalarına devam ettikleri sürece yeni evrim sahtekarlığı hadiselerinin yaşanması kaçınılmazdır. Çünkü paleontoloji, mikrobiyoloji, moleküler biyoloji, biyokimya ve genetik gibi alanlarda on yıllar boyu biriken kanıtlar, evrim teorisini kesin olarak çürütmüş, teorinin bir efsaneden ibaret olduğunu kanıtlamıştır. Yaşamın tesadüfen evrimleşmesinin matematiksel olarak imkansız olduğu, fosil kayıtlarında ara formlardan eser bulunmadığı ve Darwinizm’in tesadüfler ve mutasyon gibi hayali mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici gücü bulunmadığı çok güçlü ve net bir şekilde ortaya konmuştur. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, Vural Yayıncılık, İstanbul, 2000)
Modern bilim, doğadaki tasarımın, sonsuz bilgi, güç ve akıl sahibi bir Yaratıcı’nın eseri olduğunu kanıtlamıştır. Kısacası bilim, canlıları Yüce Allah’ın yarattığı gerçeğini doğrulamıştır. Evrimciler bu durumdan ötürü tam bir çaresizlik yaşamaktadırlar.
Nitekim evrim sahtekarlıklarını hazırlayan faktörlerin başında, bilimsel bulguların evrim teorisini reddediyor oluşu yatmaktadır. Bilim, evrimcilere teorileri lehinde kanıt vermediği için, çaresiz kalan evrimciler bu kanıtları bilim dışı yollardan “üretmeye” çalışmaktadırlar. Bu yüzden tarihin en büyük bilim sahtekarlığı olan evrim teorisini, başka sahtekarlıklarla ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.
Gerçeklere karşı mücadele etmenin, üstelik bu mücadelede aldatmaca ve diğer bilim dışı yöntemlere sarılmanın ise sonuç vermeyecek boş bir çaba olduğu açıktır.
Son düzenleyen KafKasKarTaLi; 14 Mayıs 2006 04:34 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
14 Mayıs 2006       Mesaj #66
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
ÇAĞDAŞ EĞİTİM YÖNETİCİSİ

Hiç kimse yalnız birkaç yıl yaşamış olmakla ihtiyarlamaz.
İnsanları ihtiyarlatan ideallerinin gömülmesidir. Seneler cildi buruşturabilir;
fakat heyecanların feda edilmesi ruhu buruşturur.

Eğitimin örgütlü yapıldığı yerler okullardır. Okul dediğimiz örgütü etkin bir şekilde hareket ettirecek ve hedeflerine ulaştıracak olan insan gücüdür. Okul dediğimiz eğitim örgütlerinde insan, hem araç hem de amaçtır. Çünkü insan oğlunu hayata hazırlamak, ona temel bilgi ve becerileri kazandırmak okullarımızın amacıdır. Bu amaca ulaşmak için gene kaliteli insan gücüne ihtiyaç vardır.
Eğitim örgütlerinde amaca ulaşmak için kullanılan insan gücünün temelini oluşturan öğretmen ve eğitim yöneticileridir. Bu iki ögenin çağdaş toplumu tanıyan, bilimselliğe inanmış, vizyonu geniş ve insan ilişkilerinde eğitimli olması bir zorunluluktur. 21. yüzyıla girdiğimiz şu günlerde eğitim yöneticilerinin rolleri, görevleri ve toplumun onlardan beklentileri karmaşık bir hal almıştır. Dünyada değişmeyen tek gerçek her şeyin değişebileceği gerçeğidir. Hızla değişen bir ortamda okulları başarılı bir şekilde geleceğe taşıyacak yöneticilerin okulu ve toplumu çok iyi anlamaları, okulun başarılı olabilmesi için liderlik yapmaları ve sürekli olarak kendilerini geliştirmeleri beklenmektedir.(Karip ve Köksal, 1999 : 194 )
Günümüzde okul, dört duvarın sınırladığı binalar değildir. Okul hayatın kendisidir. Çevresiyle bütünleşmiş okullar yaşayan okullardır. Okulların yaşamaları çevresiyle bütünleştiği oran kadardır.Okullar çevresiyle iyi ilişkiler kurarak çevreyle bütünleşebilirler. İyi ilişki kurmanın temel kuralı iyi diyalogdan geçer. İyi diyaloglar kurma ancak iyi eğitilmiş insanların başarabileceği iştir.
Okullar, değişimin kaçınılmaz yaşanacağı yerlerdir. Bu değişim okullarımızda çeşitli sorunları da beraberinde getirecektir. Okullarımızı değişim sürecinde salimen hedefine ulaştıracak olan bilgili, çağdaş, eğitimin gerekliliğine inanmış, liderlik vasıfları olan vizyonu ve misyonu olan eğitim yöneticileridir.
15 Ağustos 1997 tarihinde uygulamaya konulan kesintisiz sekiz yıllık temel eğitim yasası, özellikle İlköğretim okulu müdürlerinin rollerine ve sorumluluklarına yeni boyutlar getirmiştir. Eğitim yöneticisi, merkezi yönetimin kendisine yüklediği formal statü ve sorumluluğun yanında içinde yaşadığı toplumun, özellikle aynı ortamı paylaştığı örgüt elemanlarının kendisine yüklediği görevin bilincinde olmalıdır.
Yönetim denildiğinde genellikle akla ilk gelen kavram liderliktir. Yönetim denilince ilk akla gelen bu kavram ne yazık ki yönetim ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Halbuki birbirlerine yakın görünen bu iki kavram işlev bakımından birbirlerinden farklıdır. Eğer yönetici ile lider kavramları aynı olsa her yöneticiye lider diyebilirdik. Oysa gerçek farklıdır. Her yönetici lider değildir. Ama her lider az çok yönetici olabilir. Yönetici; üstün atamasıyla göreve gelen, var olan yasalar çerçevesinde işleri yürütmeye çalışan kişidir. Fakat lider, bulunduğu örgüt tarafından seçilen ve kendisine bir takım sorumluluklar yüklenen kişidir.Yöneticilik bir görev, liderlik ise bir niteliktir.
Yukarıdaki düşünce ve açıklamalar ışığında şunu iyice vurgulamalı; liderlik ve yöneticilik aynı şey olmayan ve birbirlerini bütünleyen kavramlardır.
Çağdaş kurumlar bu ayırımı iyi yapmış, yöneticisini liderlik özellikleri olan kişilerden seçmiştir. Çağdaşlığın gereği de budur.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mayıs 2006       Mesaj #67
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Eski medya patronu Dinç Bilgin’in 28 Şubat dönemini ifşa eden açıklamaları, Ergun Babahan’ın yazılarıyla ve olayda ismi geçen bazı gazetecilerin katılımıyla yeni boyutlar kazanıyor.

“Postmodern darbe”nin nasıl yapıldığı her açıklama ile daha bir aydınlığa kavuşuyor. Ve görülüyor ki, demokratik sürece müdahale etmek isteyen güçler, öncelikle medyayı kullanıyor. Daha ilk günden özgürlük ve demokrasiden yana tavır koyamayan medya, krizler derinleştikçe taviz vermek, emre boyun eğmek zorunda kalıyor. Öyle ki demokrasinin en temel kurumlarını kurban vermek yetmiyor; meslektaşlar bile feda ediliyor, tipik bir tükeniş felsefesi: “Bana dokunulmadığına hatta bir kısım menfaatler sağlandığına göre anti-demokratik taleplere evet derim; nasıl olsa bu rüzgâr da diner ve her şey normalleşir”. Evet, gerçekten de bir gün fırtına diniyor; ancak geride kan revan içinde kalmış, en azından yorgun argın düşmüş bir basın kalıyor orta yerde.
Yanılgının asıl nedeni
Ergun Babahan’ın aydın dürüstlüğü içinde kaleme aldığı itirafların satır aralarını doğru okumak gerekiyor. Mesela Babahan diyor ki: “Bu karar, (hükümetin kurulması kararını kastediyor) Ankara’daki meşhur “kurumlar”dan çok karteli rahatsız etti. Çünkü kendilerinden icazet alınmamıştı, kabinenin oluşumunda devre dışı kalmışlardı. Hatta bu konu öyle ileriydi ki, geçen hafta 28 Şubat ile ilgili bir özeleştiri yapan Dinç Bilgin, “Refahyol’a doğru” manşetime karşı çıkmış, iki grup karar vermedikçe kimsenin değil hükümet kurmak, bakan bile atayamayacağını anlatmıştı. Ancak aynı günün akşamı Erbakan başbakan oldu. Türkiye’yi 28 Şubat’a götüren böyle bir atmosferdi.”
Bu satırlar medyanın asker baskısına bilmecburiye girmediğini de gösteriyor. Medya öyle inanıyor ki (daha doğrusu vehmediyor ki) bu ülkede hükümet kurulacaksa büyük medya gruplarından mutlaka icazet alınmalıdır. Hal böyle olunca darbelerin vebalini sadece askerlerin baskıcı kanadına fatura edemezsiniz. Yani “ne yapalım üzerimizde çok baskı vardı, direnmemiz mümkün değildi” diyemezsiniz. Daha ortada hiçbir şey yokken medya, “Nasıl olur da bir hükümet benim (ya da bizim) iznim alınmadan kurulabilir!” diyebiliyorsa, her türlü kirli ilişkiye dünden razı demektir.
Türk basınının en temel hatası budur. Kendini 1. kuvvet olarak gören, her türlü yönetim değişikliğinin kendisi tarafından yapılması gerektiğini düşünen bir zihniyet öteden beri hep var oldu. Ali Suavi’nin Bab-ı Ali isyanına karışması ile 60 darbesini kışkırtan gazeteciler arasında çok büyük bir anlayış farkı yoktu. Hatta Ali Suavi ve onun kuşağı sonradan gelenlere göre çok daha saf, çok daha çocuksu duygularla hata yapıyordu. Çok partili hayata geçildiğinde komitacı gazeteciliğin bitmesi gerekiyordu. Olmadı. Gazetecilerin genlerine işlemişti devlete nizam verme alışkanlığı. Sorumsuz yayıncılık sadece bir darbeye neden olmadı; aynı zamanda asker-basın ilişkisinin kötü yanlarını gözler önüne bir kere daha serdi. Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesi milletin sinesinde derin yaralar açmakla kalmadı; demokrasimizi özürlü hale getirdi. Hadiseler soğuduğunda hatalar ayan beyan ortaya çıksa da gereken ders alınamadı.
80’de askere “gel” diyen -ki sokaktaki hava da buydu- basın, daha sonra yeterince özeleştiri yap(a)madı. Tansiyonun yükselmesinde, terörün kendini basın yoluyla anlatmasında hatta teröristlerin etrafa dehşet ve korku salmasında basının hiç mi rolü yoktu? Daha sonra basın, 12 Eylül’ün darbe başını yerden yere vurdu. Haklıydı kuşkusuz. Ancak darbe öncesi oluşan psikolojik havadaki suçunu hiç masaya yatırmadı, belki de yatırmak istemedi.
28 Şubat, ne 60 darbesidir ne de 71 muhtırasıdır. 80 darbesine benzemediği de ortada. Ancak büyük bir psikolojik harekât olduğu da açık. Sandık başında çözülecek problemler, karargâh ile medya merkezleri arasında kurulan özel bir hat sayesinde çözülmek istendi. İnsanlar yaftalandı, tezgâhlar kuruldu, komplolar yapıldı...
İşin doğrusu o günkü yöneticiler de hadiselere tam bir basiret içinde bakamadı. Yaklaşan tehlikeyi sezememek bir yana, psikolojik harp uzmanlarının elini kolaylaştıracak hatalar da yapıldı. Medya zor dönemlerde hem korktu, hem korkuttu. Ortaya çıkan hava her şeyi negatif etkiledi. Şimdi o günleri derinden derine yaşayanlar, “28 Şubat askeri yıprattı” diyor. Kimi yıpratmadı ki. Askeri, politikacıyı, devleti... Demek istediğim şu ki; hiçbir darbeden ders çıkarılamamış olsa da 28 Şubat “postmodern darbe”den yeterince ders çıkarmak zorundayız. Neticede olay hâlâ sıcak; şahitler hâlâ aramızda. Hazır Dinç Bilgin, Ergun Babahan, Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar gibi isimler bildiklerini dile getirmişken diğer şahitler de konuşmalı, yazmalı ve 28 Şubat’ın fotoğrafı doğru çekilebilmeli. Bazı insanlar -üstelik isimleri zikredildiği halde- suskun kalmayı tercih ediyor; buna anlam vermek mümkün değil. Mesela Ali Kırca için onca şey söylendi, yazıldı. Ağzını bıçak açmıyor Kırca’nın. Her gün köşe yazısı kaleme alacaksın, TV programı yapacaksın ve ithamlar karşısında susacaksın! Olmaz ki!
Maksat birilerinin hatalarını çarşaf çarşaf ortaya çıkarmak değil. Böyle bir şeyin ne topluma yararı var ne demokrasiye. Ancak tarihe mal olmuş bir dönemde önemli misyonlar yüklenmiş; hatta “Düğmeye ben bastım” şeklinde açıklamalar yaparak “Siz de kim oluyorsunuz” nevinden efelenen birilerinin bu kadar ağır ithamlar altında sükût etmesine anlam vermek zor. Konuşacak ki diğer şahitler de konuşsun ve en azından ortalama doğru bir sonuca ulaşılabilsin.
Medya yine mi oyuna geliyor? 28 Şubat ve o dönemin sembolü haline gelmiş “andıç” faciasının konuşulması bugünkü gündem sıcaklığı içinde daha derin bir anlam kazanıyor. Zira bugün de 28 Şubat benzeri bir taktikle Türk toplumunun kimyasını bozmak isteyenler var. Bugün de hükümete tuzak kurmak için tezgâh açanlar var. Bugün de toplumu birbirine düşürecek plan yapanlar var. Bugün de milli ve dinî duyguları tahrik etmek için insanları tahkir edenler var ve bu şer odakların medet umduğu yer yine medyadır. Habbeyi kubbe yapmayı pek seven, toplumsal çatışmayı körükleyecek her bilginin üzerine balıklama atlamaya bayılan medya kuruluşları ve onun meşhur “duayenleri” aranıyor yeniden. Madem daha dün denecek kadar kısa bir süre önce yaşanmış 28 Şubat’ın hesabı verilemiyor ve madem o dönemden söz açıldığında bazı meslektaşlarımızın naçar hali gazeteciliğe gönül vermiş herkesi üzüyor; hiç olmazsa bu sefer medya sahipleri ve yöneticileri daha dikkatli, daha soğukkanlı, daha dengeli yaklaşmalı olaylara. Bu ülkede provokatörler fink atıyor. Onların umurunda değil bu ülkenin istikrarı. Her rengi kendilerine yakıştırıyor, her kılığa girebiliyor bu zümreler. O yüzden bu maskeli baloyu tertip edenleri suçüstü yakalamak gerekiyor; ta ki ülkeyi karıştırmak isteyen, aklıselimin aşılmaz sinesine çarpıp geriye dönsün. 28 Şubat’ın yeniden tartışılmasına neden olan açıklamalar bu bakımdan önem taşıyor; yoksa laf-ı güzaf deyip geçilmeli bu tartışmaya. Bir ders-i ibret, bir ders-i hikmet çıkarılmayacaksa boşuna nefes tüketiliyor demektir. Ancak buraya kaydetmek zorundayım ki medyanın anti-demokrat bir eğilime kapılmasına, asker-sivil ilişkisinde bir kez daha çuvallamasına ne Türkiye’nin ne de bu mesleğin tahammülü kalmıştır.
ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
15 Mayıs 2006       Mesaj #68
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
Bekir COŞKUN bcoskun@hurriyet.com.tr

2b Yağma seyircileri...

PEKİ, Bodrum'u, Marmaris'i, Göcek'i, Kuşadası'nı, Çeşme'yi, Antalya'yı, Alanya'yı, kısacası o inci gibi dizilmiş cennetleri bu kadar çok seven var da, nasıl oluyor da oralar yağmalanıyor?..

Nasıl olur "siyasetçi-bürokrat-yatırımcı" üçlüsünden oluşan yağma çeteleri oraları çalıyorlar, herkes seyirci?..

Nasıl olur günlerdir dozerler o koylarda ağaç-orman bırakmadılar da kimsenin sesi çıkmıyor?..

Oraların o kadar seveni var da, nasıl olur da tepki duymuyorlar?..

*

Ben bilirim onları.

Diyelim ki sahne sanatçıları, en çok başlarına dolar atılmasını seviyorlardır.

Bilirim; arada bir havaya bakıyorlardır, dolar atan var mı?

Kuş çiş yapsa tepelerine, dolar sanıp "Mehtaplı gecelerdeee..." diye başlayabilirler.

Para yoksa yoktur onlar.

Dünyanın her yerinde sanatçılar toplumun gerçek liderleriyken... Sosyal sorunlarda insanlara ışık tutarken... Bunlar zengin düğünlerinin birer hokkabazı.

*

Edebiyatçılar, yazarlar, aydınlar
o cennetlerin daha çok rakı sofralarını seviyorlardır.

Bizim Şehmus o üzeri çiçekli çuvalımsı şortunu giyip, altın madalyonunu takıp, plajlarda turlar atmayı seviyor.

Gençler daha çok oraların barlarında tepinilmesini seviyorlar. Yaşlılar "tepinmek yerine, temiz hava almanın daha iyi olduğunu" tekrarlamayı...

Zenginler görgüsüzce zenginliklerini sergilemeyi...

Yerliler gelenleri tırtıklamayı...

Ne bileyim ben...

İnsanlar oraların eğlence adındaki uğultusunu, densizlik yarışlarını, kalitesizlik tokuşturmalarını, sululuk sergilerini, tıkış tıkışlığını, vıcık vıcıklığını seviyorlardır.

*

Kimse oraları "cennet" yapan koyları, denizi, ormanı, ağacı, yeşili, maviyi, doğayı sevmiyor.

Bu yüzden hırsızlar yağmaladığında.....

Sesi çıkmıyor yazları oralara koşan sanatçıların, edebiyatçıların, aydınların, zenginlerin...

Tepki duymuyorlar.

Öyle bakıyorlar...
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
15 Mayıs 2006       Mesaj #69
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Sağlığınızı haber veren ipuçları=Tırnaklar: Tırnaklarınıza dikkatle bakın. Eğer hafif mavilik ya da morluk görürseniz, bu bir kalp hastalığıyla karşı karşıya olduğunuz anlamına gelebilir. Tırnaklarınızın aşırı kalın olması ya da üstlerinde tümsekler olması da nefes alma hatta akciğer sorunlarıyla karşı karşıya olduğunuzu gösterebilir.

Nefeslerinizi sayın: Eğer dakikada 15 kez ve daha altında nefes alıp veriyorsanız, sağlıklı ciğerlere sahipsiniz demektir. Eğer 25 kez nefes alıp veriyorsanız, o zaman sağlığınıza dikkat etmelisiniz.

Gözler: Aynada gözlerinizden birine bakın. İrisin etrafında beyaz bir daire varsa kolesterol seviyeniz yüksek anlamına geliyor. Bu aynı şekilde yaklaşan kalp sorunlarının da en büyük habercisi.

Avuç içinize bakın: Avuç içlerinize dikkatle bakın. Eğer kırmızı ve lekelilerse, karaciğerinizde sorun var demektir.

Hafıza kontrolü: Bir tepsinin üstüne rast gele 10 eşya koyun. Tepsiye sadece 10 saniye bakın. Kaç tanesini hatırlayabildiniz? İyi bir hafızanızın olması Alzheimer ile karşılaşma riskinizin daha az olacağı anlamına geliyor.

Kas kontrolü: Sırt üstü yatın. Bacaklarınız dümdüz olsun. Bir bacağınızı havaya kaldırın. Bir kişinin ayağınıza bastırmasını isteyin. Eğer bacağınız yere düşüyorsa, kaslarınızda bir zayıflık olduğu anlamına geliyor.

Görüş: Gözünüzün hemen altında elmacık kemiğiniz üzerine bir cetvel yerleştirin. Sonra cetvelin üstüne bir kredi kartı yerleştirin. Kartı en rahat okuduğunuz uzaklığı ölçün. Ne kadar yakına gelirse gelsin kartı rahat okuyabiliyorsanız göz sağlığınızın iyi olduğu anlamına geliyor.

Tiroit misiniz?: Kollarınızı yere paralel olarak tam karşınızda bir şeye uzanıyormuş gibi uzatın. Ellerinize dikkat edin. Eğer elleriniz bu pozisyonda titriyorsa, o zaman tiroit olma riskiniz çok yüksek.

Düz yürümek: Yere bir metre uzunluğunda bir çizgi çizin. Üzerinde rahat yürüyebiliyorsanız, vücudunuzun koordinasyonu iyi işliyor demektir.

Doğum kilonuz: Annenize kaç kilo doğduğunuzu sorun. 3 kilonun altında doğmuşsanız kalp sorunlarıyla karşı karşıya kalabilirsiniz.

Beliniz kalın mı?: Vücut şekliniz elmaya benziyorsa, yani yağlarınız belinizin çevresinde toplanıyorsa, kalp sorunu yaşama riskiniz daha fazla.

Tuvalet sıklığı: Her 3 saatte bir tuvalete birden çok gitme ihtiyacı mı hissediyorsunuz? Diyabetin en erken alarmlarından biri sık sık tuvalete gitmektir.

Nabız kontrolü: Nabzınız ne kadar yavaş atıyorsa o kadar uzun yaşayacaksınız demektir. Yani nabzınız 70’in altındaysa sağlıklısınız anlamına geliyor.

Dişlerinizi fırçalayın: Eğer dişleriniz kanıyorsa, kalbiniz tehlikede demektir.

Parmak uzunluğu: İşaret ve yüzük parmakları aynı uzunlukta olan kişilerin kalp krizi geçirme riski daha fazla olduğu iddia ediliyor.

Ayak bilekleri: Baş parmağınızla ayak bileğinizin arka kısmına bastırın. Eğer bastırdığınız noktada çok fazla çukurluk oluşuyorsa, o zaman kalp, akciğer, böbrek sorunlarıyla karşı karşıya kalabilirsiniz.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #70
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Türkiye'nin 'soft power'ı


İsmail Küçükkaya

Kuzey Irak'tayız. Neden mi?

Bir Türk şirketi Çukurova-Genel Enerji dünya siyasetinin temel parametrelerinden petrol oyununda 'Ben de varım' diyor. Gerçekten heyecan uyandırıcı, Kerkük'e 50 km mesafede petrol kuyuları açıyoruz. Günde 20 bin varil üretim yapılacak. Neredeyse bütün Türkiye'deki toplam üretim kadar petrol demek bu; ilk dönem hedefi ve lokal tüketim için kullanılacak, çünkü, bölgede müthiş bir enerji açığı var. Daha sonrası için büyük hedefler konulmuş durumda.

Kuzey Iraklılar adeta Türkiye'ye mesaj vermek istiyorlar. En üst düzey yetkilileri 'İşte petrolümüz yer altında yatıyor. Türk kardeşlerimiz de gelsin, çıkarsınlar' diyor.

Genel Enerji CEO'su Mehmet Sepil de, diğer işadamlarımıza çağrıda bulunuyor. Sepil, Irak'ta rezerv tespit edilen ama henüz yatırım yapılmayan çok sayıda petrol sahası bulunduğunu söylüyor. Uzun savaşlar yüzünden Saddam döneminde gerekli araştırmalar yapılmamış. Sepil, 'Diğer Türk şirketlerinin de burayı keşfetmesi lazım. Genel Enerji olarak biz kendimizi kanıtlamak istiyoruz. Çünkü burada işler biraz daha düzelince yabancı petrol devleri zaten buraya gelecek' diyor.

Irak, kaotik ortamdan kurtulmaya çalışıyor. Türkiye burada ince bir diplomasi uyguluyor. Amerika bu çerçevede çıkış yolu arıyor. Bu, denge politikasıyla mümkün olacak. Kürtler, Şiiler ve Sünniler, 'Birleşik Irak' şemsiyesi altında yaşayacaklar; plan bu. Önümüzdeki hafta merkezi hükümet kurulacak; pazarlıklar sürüyor.

Petrol, maliye ve içişleri bakanlıkları için kıyasıya mücadeleler sergileniyor. Türkiye, doğal kaynakların tüm Irak tarafından paylaşılmasını destekliyor, birleşik bir Irak istiyor. Kuzey Iraklı Kürtler de iki gündür bize aynı şeyi söylüyorlar. Onlar, 'Doğal kaynaklarımız bütün Irak'ındır. Belki bilinmiyor ama, güneyde kuzeydekinden daha fazla petrol var' diyorlar.

Süleymaniye başta olmak üzere Kuzay Irak'ta her yerde Türk şirketleri görülüyor. Altyapı çalışmalarını bizimkiler yapıyor. Caddelerde Vestel, İstikbal ve Ülker firmalarının reklam panoları var. Market raflarında Türk malları satılıyor. Uçağımızın indiği havaalanını bile Türkler yaptı. Kürtler'in de gözü kulağı Türkiye'de, bize ihtiyaçları var. Hem siyaseten, hem ekonomik olarak Türkiye'yle yakınlaşma peşindeler.

'TÜRKİYE'NİN GÜCÜ'

Bölge insanlarını dinledikçe ve Türkiye'den beklentilerini gördükçe Genel Yayın Yönetmenimiz Serdar Turgut'la birlikte görüştüğümüz Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün söyledikleri aklıma geliyor. Gül, 'Ağabeylik yapmamız lazım. Tarihsel gücümüze bu yakışır' demişti. Gül'den bir hafta sonra Ali Babacan da bize bunun yolunun ekonomik ilişkilerin iyileştirilmesinden ve ticaretin geliştirilmesinden geçtiğini söylemişti. İşte Genel Enerji bunu yapıyor.

Global güç oyununda son 10 yılın ürettiği bir kavram var: Soft Power, yani yumuşak güç. Artık askeri güç ve ekonomik gücün yanında, yumuşak güç gerçeği ile karşı karşıyayız.

Yumuşak güç, istediğini zor kullanmak veya para vermek yerine, kendine çekme yoluyla elde etme becerisidir. Bir ülkenin kültürünün, siyasi ideallerinin ve politikalarının cazibesinden gelir. Politikalarımız başkalarına meşru göründüğü zaman yumuşak gücümüz artar. Eğer sizin, benim istediklerimi istemenizi sağlarsam, size bunu yaptırmak için sopa ya da ödül kullanmama gerek kalmaz.

İşte Türkiye, tarihinden aldığı güçle bunu yapmalı.

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap