Orta Çağ Türk Dünyasında İnanç Ve Sanat İlişkisi Modern insanın ataları, en erken süreçlerden itibaren yaşamlarında tutunacak, güvenecek gizli bir varlık aramışlardır. Bu arayışlar ve inançlar, gökyüzündeki yıldızlar, ay, güneş, fırtına, gece, gündüz, ağaçlar, nehirler gibi bütün tabiat olgularından, korkulan ya da çekinilen varlık ve olaylardan kaynak almıştır. Dünyanın dört bir yanında insanlar, inanç sembollerini taş, toprak, maden, seramik ve hatta tekstilde bile dile getirmişlerdir. Erken inanç sistemleri giderek gelişmiş ve neticede tek tanrılı din aşamasına ulaşılmıştır.Bu inançlar görsel malzemeye dökülerek, insan - kültür - uygarlık - sanat ilişkisinde değerlendirilmesi gereken objeler ortaya çıkmıştır.
Mitoloji biliminin kişi, olay ve yaratıklara ilişkin efsanelerin incelenerek değerlendirilebilmesi amacına hizmet etmesi son derece hayatî bir işlevi yerine getirir. Mitoloji sözcüğüne Grekçedeki Muthos (söz, hikaye) ve Logos (bilgi-bilim) kelimeleri kaynak olmuştur.
Mitoloji dört ana daldan oluşur. Bunlar; Tanrıların nasıl oluştuklarını inceleyen “Teogoni”, Evrenin nasıl yaratıldığını inceleyen “Kozmogoni”, İnsanın nasıl türediğini inceleyen “Antropogoni”, Geleceği, cennet ve cehennemi, yeniden dirilişi inceleyen “Eskatalogya” dır.
Mitolojinin önemli bir alanı da, kahramanları yücelten prestij mitleridir. Mitolojinin ögeleri çok zengindir. Örneğin “Dağlar”; Cudi Dağı, Sina Dağı, Hira Dağı, ki bunlar Peygamberler ile kutsallaştırılmıştır. Hz. Nuh’un Gemisi Cudi Dağı’nda kalmış, Hz. Musa Tanrı ile Sina Dağı’nda konuşmuş, on buyruğu orada almıştır. Hz. Muhammed ile onurlandırılan Hira Dağı ise Müslümanlığın başladığı ve vahiylerin geldiği yerdir. Türk mitolojisindeki Kaf Dağı, masallardaki devlerin yaşadığı, Hz. Ali’nin ibadet ettiği yerdir. Demir Dağı veya Ötügen Dağı ki, burada da Ye’cüc ve Me’cüc gibi yaratıklar bulunmaktadır. Andolu’daki kutsal dağlar içinde, Troya Ovası’ndaki İda Dağı, bugünkü adı ile Kazdağı’dır, Sivas’ta Yıldız Dağı, Aksaray-Niğde arasında Hasan Dağı hem Hiristiyanlarca hem de Müslümanlarca kutsaldır. Adana yöresinde bulunan Arima Dağı’nda Yunan mitolojisinde bulunan Ekidna yaşamaktadır. Başı kadın, bedeni yılan olan bu yaratığın Homeros’un “İliada” eserinde bahsettiği Arima Dağı’nda hala yaşadığına inanılmaktadır. Aynı yörede yılanların şahı olan Şahmaran da yaşamıştır. Bugün Tarsus’da Şahmaran adını taşıyan hamamı ve şehrin simgesi olan heykeli mevcuttur. (3) Hala Anadolu’da kasap, bakkal gibi dükkanlarda, evlerde Şahmaranı betimliyen resimler asıldır.(Resim 1) Hint Kozmogonisi’nde evrenin merkezi olan Meru Dağı ise bir balığın üzerindedir.
Mitolojide dağlar gibi, kutsal sayılan ağaçlar da yer alır. İslamiyet'te nar, zeytin, hurma ve incir ağaçlarının yanısıra Hz. Adem ile Hz. Havva’nın yasak meyve yedikleri yaşam ağacı da bunlardan biridir. Palmet motifi de, Hayat Ağacı ile inkişaf ederek İslam-Türk sanatında varlığını hurma ağacı olarak sürdürmüş, Mısır’dan Mezepotamya’ya, Anadolu’da Hitit ve Fenike’ye kadar uzanmış, Yunan sanatında da kullanılmıştır. Ayrıca Orta Asya kurganlarında çıkan, palmet motifli objelerde de gördüğümüz hayat ağacı, Şaman’ın gökyüzüne çıktığı merdivendir. (4) Şamanizim’de ak kamlar gökyüzüne çıkarak aydınlık ruhlar için ayin düzenlerler. İşte bu çıkışlarında hayat ağacı bu görevi üstlenir. Lotüs ve palmet, Güneş ve Ay, ateş ve su gibi kavramlar yaşam ve ölümü simgelemektedirler.
Çeşitli kültürlerde değişik anlamlarda bulunmakla birlikte, ortak özellikleri, ölümden sonraki yaşamı çağrıştırması ve hayat ağacı ile betimlenmesidir. (5)
Tasavvufta görülen bu imgelerden, Tanrı sonsuzluğunu ifade eden “umman”, Tanrı’nın binbir yansıması olan “ayna”, gerçeği gizliyen “perde”, Tanrı aşkıyla yanmayı ima eden “mum” ve “güneş”, ışık imgeleri olarak da “ay” ve “yıldızlar”dır. Şamanizim’den gelen Gök, ağaç, kuş imgeleri, gökle yeri bağlıyan hayat ağacı, insan ruhunun görüntüsü olan kuş, ay ve gezegenleri temsil eden rozetler, güneşin ve aydınlığın ana simgesi olan aslan, bereket, bolluk ve sağlık simgesi ejderler (Resim 2) bu dönemde sanata yansıyan imgelerdir.
İnançların görsele döküldüğü figüratif ögeleri daha iyi anlayabilmek için, Orta Çağ’ın inanç ve düşünce sistemini anlamak gerekir. Eski çağlardan beri Astrolojiye ilgi, Babiller’den başlayarak, Yunan, Roma, Mısır, Hint ve Çin aleminde her zaman önde gelen konulardan biri olmuştur. Ancak Orta Çağ’da bu konular İslam aleminde ön plana çıkmış, sembollerin özel anlam taşıdıkları düşünülerek, sihirler, büyüler, astrolojik burçlar ve gezegenler, 12. yüzyıldan itibaren Anadolu’da, her türlü malzemede kullanılmıştır. Özellikle de Orta Çağ bilginlerinin bu konulara aşırı duyarlılığı, el yazması kitaplarda, resimli edebi eserler başta olmak üzere, büyüler, melekler, tılsımlar, ejderler, mücadele sahneleri ve kutsal hayvanlar, bütün mimari eserlere ve el sanatlarına damgalarını vurmuştur. Orta Asya’dan gelen Türkler, inanç ve sanatlarını, Anadolu topraklarında sentezleyerek, bunları orijinal bir kültür- uygarlık sanat konteksti içinde kullanmışlardır. (7) Bu dönemde meydana getirilen Nasel din Sivasi’nin “Teskeresi”, Nasıreddin el- Mahmud tarafından El-Cezire’ye yaptırılan “Otomato”, bütün İslam aleminin sihir ve büyü ile uğraştığını gösteren resimlerle ifade edilmiştir. Bu inançlara göre de, geometrik ve bitkisel örnekler sonsuzluğun göstergesi olarak karşımıza çıkmıştır.
Anadolu’da dört eyvanlı yapılar, planları dolayısıyla yüklendikleri anlam açısından kozmik bir semboldür. Dört rakamının veya dört yönün seçilişi de tesadüfi değildir. Varoluş, hava, toprak, su ve ateşten oluşur. Bütün doğada ritmik dört egemendir. Dört fiziksel nitelik olan, sıcak, soğuk, kuru ve nem, doğanın dört ürünü olan, insan, hayvan, bitki ve metal, simetrik bir kosmos imgesidir. Bu, Budizim’de de Mandala kozmik sembolüdür. Dört yönün bir merkez etrafında toplanması yalnızca Budizime ait olmayıp, Türk ve Türk devri öncesinde, orduda (Karargah), Budist Mandala Viharaları’nda, Uygur Türkleri’nin Viharaları’nda (Manastır), Karahanlı ve Gazneli’ye geçiş döneminde görülmektedir. (9) Kutsal dört eyvan şeması, Abbasiler’de, Part ve Sasani mimarisinde ve de Selçuklular’da izlenmektedir. Gene aynı düşünceler içerisinde ortada bulunan kubbeninde kozmik anlam çerçevesinde, dörtgen plan (toprak) üzerinde dairesel kubbe, evrensel bir imge diye yorumlanmaktadır. Dörtlü diyagram ortasında yer alan kubbeli mekana örnek verilecek olan Konya Karatay Medresesi’nin aynı zamanda kubbe çinileri renkleriyle de, Asya renk sembolü olan larcivet-gök, siyah-toprak rengine uyularak, firuze ve siyah çinileriyle kosmos ifade edildiği yorumu bilinmektedir.
Ayrıca Tasavvufta rakamlarla yola çıkıldığında görüldüğü gibi, matematiğin bütün evrensel yasaların kaynağı, Pythagoras’ın matematiğinin ise bütün ilimlerin temeli olduğu kabul edilmiştir. (10) Ptyhagoras teorisine göre, fiziksel ritmiği, ürün varlığını ve de adaleti temsil ettiği için dört rakamı temeldir. Dört rakamının ifade ettiği kare ideal bir sembol oluşturmaktadır. Orta Asya’da, 5. Kurgan’dan çıkarılan Pazırık Halısı’nda görülen “tört bulung” da, dört rakamının sembolik kullanımıyla ilgilidir. (Resim 3) İnaçlarını bin yıldan fazla koruyan Yakut Türkleri’nin yakın dönemlere kadar dört köşeli bir dünyaya inandıkları bilinmektedir. Fuat Köprülü, R. Arat, S. Çağatay, A. Doruk, S. Tezcan, W. Bang, A.Von Le Coq, G. Durand, W. Eberhad, A. Von Cabain, G. R. Thomson gibi çeşitli bilim adamları, 1931 yılından bu yana yaptıkları çalışmalarında, Eski Orta Asya kültüründe karenin kutsal olduğunu, oturulan yurt, simgesel dilde kent, surlarla çevrili kale anlamına geldiğini saptamışlardır. (11) Evren birliğinin içinde en güçlü simge olarak görülen daire ise, merkez etrafında sonsuz oluşumu anlatmaktadır. İslam aleminin düşünürlerinden, 9. yüzyıl Abbasi dönemi düşünürü, Basralı Ebu Yusuf Yakub bin İshak el Kindidi (doğa bilimci, matematikçi ve astrologdur), Platon ve Aristo’dan kaynak alarak insan varlığının maddeler dünyasının algılaması ile iç dünyası arasındaki safhaları, merkezde akl ül faalin oluşturduğu dairelere bağlamıştır. İç içe daireler imgesi ise dünya etrafında dönen gezegenlerle özdeşleştirilmiştir. Merkezden çıkan ışınlar bütün daireleri kesmektedir. Böylece de bütün kesişme noktaları bu halkalarla birbirine bağlanmaktadır. Platon ve Aristo’nun da kabul ettiği, Mısırlı Ptolemeus’un ortaya koyduğu ve yüzyıllardır geçerli olan konsantirik daireler tasarımı yani kozmik şema hala geçerliliğini korumaktadır.
Orta Çağ’da tasavvufî olarak, evrenin yorumu üzerinde çok etkili çalışmalar yapan İbn ül Arabi ‘dir. 1240-45 yıllarında İspanya’dan Mekke’ye gitmiş daha sonra da Anadolu’ya gelerek Sadreddin Konevi’nin öğrencisi olmuştur. Ölünceye kadar da bu Hankah’da kalmıştır. Bu düşünüre göre de, tecelliyat çeşitli katlara bağlıdır. Yani, insan dünyaya gelir, kemale erer ve işte bu eriş için çeşitli yolculuklar yapılır. İlk yol Allah’tan çıkarak, bütün alemleri dolaştıktan sonra gene Allah’a varır ki, bu da dairesel bir dönüşle gerçekleşir. (12) İbn ül Arabi’nin Futuhat el Mekkiye isimli dairesel şeması, el Futuhat el Mekkiye fesrar el Malikiye ve el Mülkiye isimli birkaç ciltlik eserinde mevcuttur. Orta Çağ tasavvuflarının, alem katları, alemde yolculuk gibi imgeleri Anadolu Selçukluları’nda biçimsel olarak kendini gösterir. Anadolu kervansaraylarındaki Taç kapılarda görülen yıldız sistemlerindeki, ki bunlar umumiyetle 12 kolludur, 12 rakamı ise kozmolojik bir rakamdır. Yolcuların kervansaraya geliş ve gidişlerini bu imgeler yerine getirir. Kozmik diyagramın uygulandığı, Sivas Şifahanesi, Gök Medrese, Çifte Minareli Medrese, Buruciye, Erzurum Çifte Minareli Medrese, Aksaray Sultan Han’ında görüldüğü gibi (Resim 4), gök kubbe mekanlarıyla bütünleşen taç kapılar bulunmaktadır. Kapılar Hıristiyanlık aleminde de manevi değerler taşımaktadır. İkonalarda ve kutsal kitaptan alınan konuların işlendiği resimlerde özellikle de dikkat çekilerek işlenmişlerdir.
Euclides, Pythagoras, Platon’un “evren geometrisi” Doğu’da ve Batı’da Orta Çağ yapılarında evrenle bütünleştirilerek kullanılmıştır. Orta Çağ’ın tasavvufi ortamına gelmeden önceki dönemlerde eski Mısır’dan başlıyarak her medeniyette gök cisimleri tanrılaştırılmıştır. Bunların içinde en önemlisi “Güneş” ve “Ay”dır. Hint mitolojisinde 12 Güneş Tanrısı, Mısır’da ve Orta Babil’de Re, Sümerler’de Marduk, Helenistik dönemde Lübnan’da Baalbik‘ah, Eski Suriye’de Elegabal, İnkalar’da İnti, İslamiyetten önce Araplarda Yarlibol diye isimlendirilen Güneş Tanrıları vardır. Dairelerin içinde istenildiği kadar sonsuz çizilebilen yıldızlar da bir geometrik düzendir. Yıldızları oluşturan kollar yani ışınlar, birinden ötekine geçmektedir. Sonsuzluğa giden yollar olarak nitelendirilen bu açık sistem, bir merkez etrafında dönüşü göstermektedir ki bu da evrendeki dairesel dönüşü simgelemektedir. (13) Yani çarkıfelek dönüşüdür. Kutadgu Bilig’de “Tanrı cihanı yarattı, durmadan dönmektedir, onunla beraber bütün gezegenler de dönmektedir” diye bu kozmik düzen anlatılmaktadır. Geometrik düzenlemeler matematiksel işlenişlerinin yanısıra simgesel olarak da görevler üstlenerek her malzemede sergilemektedirler.
Orta Çağ'da yıldızların tasavvufî düzen ile ele alınmasına karşın, gökyüzündeki yıldızlar, İnsanoğlunun varoluşundan itibaren ilgi alanlarından biri olmuştur. Gök cisimleri mitolojisinde dörtlü düzen kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Dört iklimi gösteren burçlar, İlkbahar burçları; Koç, Boğa İkizler, Yaz burçları; Yengeç, Aslan, Başak, Sonbahar burçları; Terazi, Akrep, Yay, Kış burçları; Oğlak, Kova, Balık’tır. Ancak astroloji ile astronominin birbiriyle karıştırılmaması gerekir.İslam aleminde astroloji, tanrısal iradeye ters düşmektedir ki bu da eski dönemlerde yıldızların tanrısallaştırılması olayıdır. Ancak burçlar, gezegenler mitolojik yönleriyle ele alınmalıdırlar.
Mitolojide sayılar geniş bir yer tutar. Kutsal yanları olduğu gibi büyüsel, sihirsel bir yanları da vardır. Mesela yedi rakamı gök katlarını ifade eder. Dünya yedi günde yaratılmış, yedi gezegen, özellikle de simyacıların yedi metalle yedi gezegen arasında kurdukları bağdan söz edilebilir. Güneş-altın, Ay-gümüş, Jüpiter-kalay, Venüs-bakır, Satürn-kurşun, Mars-demir, Merkür-cıva. Yedi melek, Katoliklerde yedi ayin, yedi ölümcül günah, yedi afet, dünyanın yedi harikası, Gılgamış destanında Uruk Kenti’nin yedi bilgeyle yapılışı, yedi kat cehennem, büyük, küçük ayı takım yıldızlarının yedili oluşu, destanlarda yedi ile anlatımlar, “yedisinden yetmişine” halk söyleşileri, yediveren gülü gibi bitkisel isimler, bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Gene 40, 12 ve 3 rakamları da önemli mitolojik sayılardandır.
Mitolojide bahsedebileceğimiz sular da önemli bir yer tutar. Kuyulara örnekler sayısız denilecek kadar fazladır. Kutsal sular, yani Ab-ı Hayat, ölümsüzlük suyudur. Bu suyun Kaf Dağı’nda olduğuna işaret edilir. Hz. Hızır bu suyu içenlerden, Büyük İskender ise arayıp da bulamayanlardandır. Mekke’de zemzem suyu gibi kutsal sular mitolojide de çok zengindir. Sularla ilgili pek çok efsanelerde, kaynaklar da görülmektedir. Ayrıca mitolojik yaratıklar, ulu kişiler mitolojisi, Peygamberler ve mucizeleri mitolojileri de çok zengin konulara sahiptir.Ancak bu makalede, Orta Çağ Dünyasındaki inanç ve sanat ilişkisinin genel yapısına dikkati çekerek, Orta Çağ Türk Dünyasında inanç ve sanat ilişkisinin çok yönlü kaynak ve kökleriyle birlikte değerlendirilebilmesi gerektiğinin işaret edilmesine çalışıldığından, bu konularla ilgili zengin materyallerin detaylı anlatımına gidilmemiştir.Burada ana hatlarıyla vurgulanmaya çalışılan söz konusu materyallerin Türk kültür-uygarlık ve sanatı üzerinde çalışan uzmanlar tarafından sanat ve bilgi ilişkisi açısından irdelenmesinin gerektiği belirtilerek, Türk sanatı tarihinde konu ve anlam çözümlemelerinde yeni açılımlara ulaşılmasının günümüzün ihtiyacı olarak belirdiğinin vurgulanması amaçlanmıştır.
Evrim Sahtekarlığında Son Gelişme Evrimci bir antropoloji profesörünün bazı önemli fosillerin yaşı hakkında otuz yıldan beri sahte bilgiler verdiği ortaya çıktı. Bu gelişme karşısında görevinden istifa etmek zorunda kalan profesörün yalanlarının, şu anda antropoloji ders kitaplarında bir "gerçek" olarak anlatıldığı ve bunların düzeltilmesi için köklü değişikliklere gidilmesi gerektiği yetkililer tarafından ifade edildi.
Araştırma komisyonunun bulgularına göre, Almanya'daki Frankfurt Üniversitesi'nde görevli profesör
Reiner Protsch von Zieten, Avrupa'da ele geçirilmiş olan bir dizi insan fosilinin yaşlarını sistemli olarak çarpıtıp binlerce yıl daha fazla gösterdi. Evrimci profesörle ilgili skandalın boyutları bununla sınırlı değil. Almanya'nın saygın medya kuruluşu
Deutsche Welle'nin konuyla ilgili haberine göre, profesör kendisine ait olmayan kafataslarını satarak haksız kazanç sağlamak ve diğer bilim adamlarının çalışmalarını kendi çalışmasıymış gibi kopyalamakla da suçlanıyor. İngiltere'nin
The Guardian gazetesi, yukarıdakilere ek olarak, Protsch'un sahte fosiller ürettiğini, ayrıca Fransa’da ele geçirilen bir fosilin ortaya çıkarıldığı ülkeyi İsviçre olarak çarpıttığını yazdı.
1
Üniversitenin konuyla ilgili açıklamasında, “Komisyon, Prof. Protsch’un bilimsel gerçekleri geçtiğimiz otuz sene boyunca çarpıttığı sonucuna varmıştır”, ifadesine yer verildi.
Skandalın Ortaya Çıkışı
Protsch’un tarihlendirme sahtekarlığı, Frankfurt Üniversitesi bünyesinde bulundurulan şempanze kafataslarının tümünü satmaya çalıştığının ortaya çıkmasıyla başlayan bir süreçte ispatlandı. Üniversite yönetimi, 280 adet şempanze kafatasını Amerikalı bir alıcıya 70.000 dolar karşılığında pazarlamaya çalıştığı anlaşılan Protsch'u, geçen senenin Nisan ayında görevinden uzaklaştırdı. Hem Protsch hem de Üniversite yönetimi kafatasları üzerinde hak iddia ediyor ve konu yargıya intikal etmiş durumda.
Protsch'un antropoloji çevrelerini şok eden aldatmacalarının duyulması asıl olarak Alman
Der Spiegel dergisinin 16 Ağustos 2004 tarihli sayısında yayınlanan bir makaleyle gerçekleşti.
2 Yazıda, 1973 yılından beri Frankfurt Üniversitesi karbon tarihlendirme laboratuvarının başında bulunan bilim adamının, yüzlerce fosilin yaşını ölçtüğü ve bazı önemli örneklerin yaşlarını kasıtlı olarak çarpıtarak yaptığı sahtekarlıklar anlatıldı.
Fosillerin tarihlendirilmesi konusunda bir uzman olarak tanınan bilim adamı üzerindeki şüpheler, geçtiğimiz sene diğer iki arkeoloğun Almanya’da ele geçirilmiş ve tarih öncesine ait olan fosil kalıntılar üzerindeki incelemesiyle başladı. Greifswald Üniversitesi'nden Thomas Terberger, fosillerin yaşının doğru olup olmadığını modern tarihlendirme teknikleriyle ölçmek istedi. Avrupa'da ele geçirilen ve Protsch'un, Taş Devrine ait olduğunu iddia ettiği fosil örnekleri bu amaçla ünlü Oxford Üniversitesi'ne test için gönderildi. Üniversitenin radyokarbon tarihlendirme birimince elde edilen sonuçlar, bilim adamlarının ifadesiyle bir "facia"yı ortaya çıkardı.
Buna göre Protsch'un, yaşını 21.300 yılla tarihlendirdiği kadın iskeletinin sadece 3.300 yıl yaşında olduğu anlaşıldı. Bir diğer skandal tarihlendirme, Almanya'daki Paderborn-Sande yakınlarında ele geçirilen fosil kafatasıyla ilgiliydi. Protsch'un 27.400 yıl olarak tarihlendirdiği fosil gerçekte sadece 250 yıl kadar önce (M.S 1750 yılında) ölmüş yaşlı bir adama aitti. Ayrıca Hahnhöfersand Adamı olarak bilinen fosilleşmiş kafatası parçası da Protsch’un iddia ettiği gibi 36.000 yıllık değil sadece 7.500 yıllıktı.
Terberger, Neuwied'deki Erken Taş Devri Araştırma Merkezi'nde görevli İngiliz arkeolog Martin Street ile birlikte bilimsel bir makale kaleme aldı
3. Bilim adamları bu makalede, fosillerin Protsch’un iddia ettiğinden çok daha genç olduklarını yazdılar. Konuyu araştıran Üniversite Komisyonu birkaç gün önce raporunu yayınladı ve Protsch'un "bilimsel gerçekleri geçtiğimiz otuz sene boyunca çarpıttığına” karar verdi. Komisyon başkanı Ulrich Brandt’ın bildirdiğine göre Protsch, yapılan görüşme tekliflerini reddetmiş, komisyon üyeleriyle yüzleşmekten kaçınmıştı.
Aldatılan Bilim Dünyası
Evrimci profesörün sahte tarihlendirmelerinin antropoloji alanında kabul görmüş bazı temel düşünceler üzerinde doğrudan etkili oluşu, bilim dünyasındaki aldatmacanın tahribatını da artırır nitelikte. Protsch bu gerçek dışı verilerle, bilim dünyasını Avrupa’daki insan popülasyonlarının yayılımı hakkında derin yanılgılara sürükledi. Evrimci profesörün otuz yıl gibi uzun bir süre boyunca sistemli olarak yaptığı sahtekarlıklar yüzünden, Neandertal insanının Avrupa’daki yayılımı ve tarih öncesi Almanyası hakkındaki gerçekdışı yorumlar, antropoloji kitaplarına “bilimsel gerçek”ler olarak girdi.
Londra’daki Doğa Tarihi Müzesi’nde görevli bir antropolog olan Chris Stringer, sahtekarlığın ortaya çıkarılması karşısında şu yorumu yaptı:
“Neandertallerin Kuzey Avrupa’da yaşadığını gösterdiği düşünülen en önemli kanıt, artık devrilmiş durumda. Tarih öncesini yeniden yazmamız gerekiyor.” 4
Terberger ise Protsch’un sahtekarlığının antropolojiye zararını şu sözlerle ifade etti:
“Antropolojinin, 40.000 ila 10.000 yıl öncesinin insanını algılayış şeklini tamamen değiştirmesi gerekiyor.” 5
Protsch’un, yaşını çarpıttığı fosillerden biri hakkında oluşturduğu yanlış anlama, fosilin evrimcilerce “kayıp halka” propagandasında kullanılmasında da etkili oldu.
Yine Bir ‘Evrimci’ Sahtekarlığı
Protsch’un sahte verilerle tarihlendirdiği fosillerden biri, sözde bir “kayıp halka” olarak resmedildi. Yukarıda: bu fosili sergileyen müzenin, hayali bir resimle süslenmiş olan afiş ilanı.
Evrimci profesörün sahte bir tarih atadığı fosiller arasında Hahnhöfersand Adamı da bulunuyordu. Bu fosil, Neandertal İnsanı’nın günümüz insanı olan
Homo sapiens ile eşleşip eşleşmediği konusundaki tartışmada kilit bir rol oynuyordu. Günümüz insanından ancak ırksal farklılıklarla ayrılan Neandertal Adamı günümüzden yaklaşık olarak 30.000 yıl kadar önce ortadan kalkmıştı. Neandertaller o dönemde Avrupa’nın ev sahibi konumundaydılar,
Homo sapiens ise sonradan gelmişti.
Acaba
Homo sapiens, Neandertal ırkıyla mücadeleye girmiş ve onları ortadan kaldırmış mıydı; yoksa bu ikisi eşleşip birleşmiş miydi?
Bu soruya cevap arayanlardan, birleşim tezini savunan bazı araştırmacılar, Hahnhöfersand Adamı fosilinde her ikisinin anatomik yapısından izler gördüklerini belirterek bunu tezlerine dayanak gösteriyorlardı. Bu araştırmacılara göre fosil, Neandertaller ve
Homo sapiens’in eşleşip çocuk sahibi olduğunu gösteriyordu.
Ancak fosili dayanak gösterenler, Protsch’un fosile verdiği gerçek dışı tarihi bilinçsizce baz alıyorlardı. Protsch’un Hahnhöfersand Adamı’na atadığı sahte yaş, 36.000 yıldı. Neandertaller 30.000 yıl önce ortadan kalktığı için Protsch’un verdiği tarih, fosilin birleşim senaryosu lehinde kullanılmasına elverişli bir durum ortaya çıkarıyordu.
Protsch, bu tarihlendirmeyle fosilin önemini bir anda artırdı ve bunun modern insanla Neandertal insanı arasında hayati önemde bir “kayıp halka”ya ait olduğunu iddia etti .
6
Neandertal ve
Homo sapiens hakkındaki tartışma devam etmekteyken bu fosil, Alman toplumu nezdinde ayrı bir önem de kazanıyordu. Çünkü Almanya’nın kuzeyinde ele geçirilen fosil, bölgede ele geçmiş en yaşlı fosildi ve “En eski Alman” unvanıyla isimlendirilmişti.
Protsch’un sahte tarih ve göz boyayıcı “kayıp halka” nitelemesi, “En eski Alman’a” hiç sahip olmadığı hayali özellikler yüklemiş oldu. Bunun sonucunda da fosili Alman toplumuna tanıtma faaliyetlerine de evrim propagandası unsuru eklenmiş oluyordu. Alman toplumu, atalarının sözde evrimsel bir sürecin ürünü, bir kayıp halka olduğu propagandasına maruz kaldı.
Bir evrim propagandası olarak sürdürülen bu tanıtımda ön plana çıkan bir kuruluş, Hamburg’da kurulu olan Helms Müzesi oldu. Fosili halka tanıtmak için bir sergi düzenleyen müze yetkilileri, tanıtım afişini kesinlikle bilimsel olmayan bir bakış açısıyla hazırladılar. Hahnhöfersand Adamı’nın kemikleri; dudak, burun, deri rengi ve bakışlar gibi detaylar hakkında hiçbir şey bulgu vermediği halde, düzmece bir rekonstrüksiyon resimle, bu kemikleri maymunsu karakterlerle donattılar. Müzenin yanda görülen afiş ilanı böyle ortaya çıktı.[*]
Fosili görmek için müzeye akın eden on binlerce ziyaretçiye, insanın evrimle ortaya çıkmış bir canlı olduğu masalı ve Almanların sözde evrimsel tarihinde Hahnhöfersand Adamı’nın bir “kayıp halka”yı temsil ettiği anlatıldı. Oysa ziyaretçilerin baktıkları kemik, gerçekte evrim teorisi için değil, evrimcilerin sahtekarlığı için bir kanıttı. Potsch’un sahte delillere dayalı tarihlendirme ve yorumu, Hahnhöfersand Adamı’na bir kayıp halka unvanı yakıştırılmasına yol açmış, müze yetkilileri de fosili körükörüne inandıkları evrim efsanesine göre resmetmişlerdi.
Oysa ortada büyük bir aldatmaca söz konusuydu. Oxford’daki son testler, evrimcilerin maymun adam görüntüsünde tanıttıkları fosilin aslında sadece 7.500 yıllık olduğunu gösterince gerçekler ortaya çıktı. Hahnhöfersand Adamı, Sümer ve Eski Mısır gibi uygarlıklardan sadece iki bin yıl kadar önce yaşamış sıradan bir insandı ve afişteki hayali maymun adam görüntüsüyle hiçbir ilgisi bulunmuyordu. Kesinlikle Neandertal ve
Homo sapiens arasında bir “kayıp halka”nın temsilcisi değildi. Protsch, bu iddia ile çalışma arkadaşlarını ve toplumu aldatmıştı.
Arkeolog Thomas Terberger, sahtekarlık ortaya çıktığında şu yorumu yaptı:
“Prof. Protsch’un çalışmaları, H. sapiens ile Neandertallerin birlikte yaşadığını ve hatta belki de çocuk sahibi olduklarını gösterir gibiydi. Ancak şu anda bunun bir saçmalıktan ibaret olduğu anlaşılıyor”. 7
Evrimciler, “yepyeni” denebilecek bir insan fosilinden bir maymun adam “üretmişler” ve adı açıkça sahtekarlık olan bu yöntemi topluma “bilim” olarak lanse etmişlerdi.
Kollektif Bir Evrim Aldatmacası
Aslında evrimci profesörün yaptığı sahtekarlıklar bilinmiyor değildi. Sahtekarlık göz göre göre gerçekleştirildi. Skandalda, bilimsel araştırmayla ilgili bazı genel ilke ve uygulamalar ihmal edildi ve sahtekarlığa açıkça göz yumulmuş oldu.
Protsch, daha önce hiçbir bilimsel güvenilirliği bulunmadığını son derece açık bir şekilde ortaya koymuştu.
Stern dergisinin konuyla ilgili haberine göre, 2000 yılında görülen bir davada, mahkeme heyeti Alman antropoloğu yasa dışı yollardan ikinci bir doktora derecesi elde etmeye teşebbüs ettiği için suçlu bulmuş ve para cezasına çarptırmıştı.
8
Yine
Stern haberine göre Oxford Üniversitesi’nce 2000 yılında yapılan daha önceki bazı testlerde tarihlendirmelerin yanlışlığı ortaya çıkmıştı ve Paderborn-Sande olarak isimlendirilen kafatası fosilinin sadece birkaç yüz yıl yaşında olduğu uzun süredir biliniyordu. Hatta Üniversite yönetimi, profesör iş için ilk kabul edildiğinde uzmanlarca uyarılmış ve profesörün iş için yetersiz olduğu, o dönemde yönetime bildirilmişti .
9
Tüm bunlar Frankfurt Üniversitesi idarecilerinin gözleri önünde oluyor ama onlar hiçbir müdahalede bulunmuyorlardı. Sahtekarlıklar ancak medyaya yansıdıktan sonra, rektör Rudolf Steinberg “Üniversite yönetiminin profesörün yanlış davranışları hakkında kanıtların mevcut olmasına karşın, on yıllardır bunu ihmal ettiklerini” kabul etti .
10
Sahtekarlığı planlı ve sistemli bir şekilde yürüten isim olan kişi Protsch oldu ancak hem üniversite yönetimi sahtekarlığın delillerini göz ardı etti, hem de çalışma arkadaşları, birtakım bilimsel standartları gereği gibi yerine getirmediler.
Bilim adamları arasında genel bir ilke olarak, bir disiplinin bütünlüğü için (örneğin antropoloji), o disiplinin belli bir alandaki (örneğin tarihlendirme) analizlerini tek bir ele bırakmamak gibi kritik bir tedbir vardır. Bilim adamları birbirlerinin vardıkları çalışmaları farklı deneylerde tekrar etmek, aynı sonuçlara ulaşabildiklerini görmek isterler. Bu ilke ne kadar etkili bir şekilde hayata geçirilirse, o analizler, ve dolayısıyla o disiplinin ortaya koyduğu bilgiler de, o kadar güvenilir olur.
Ancak Protsch’un tarihlendirmesi on yıllar boyunca kontrol edilmedi, sahtekarlığın delilleri açıkça gözardı edildi ve Hahnhöfersand Adamı’nın yaşı üzerindeki yorumuyla ortaya attığı gerçek dışı evrimci iddia, müzede on binlerce kişiye bilimsel gerçek olarak anlatıldı. Böylece ortaya, müze yetkilileri, üniversite yönetimi ve Potsch’un çalışma arkadaşlarının dahil olduğu “kollektif bir evrim aldatmacası” çıkmış oldu.
Potsch’un öncülüğündeki bu kollektif evrim aldatmacasının bir sahtekarlığa dayalı olması bir “ilk” değildir. Aksine, aldatmaca, evrimciler için “yaşayan bir gelenek”tir.
Geçmişteki Bazı Evrimci Sahtekarlıkları
Evrim teorisinin tarihi boyunca çeşitli evrim sahtekarlıkları düzenlenmiş, evrimciler adına skandallar yaşanmıştır. Bunların başta gelenleri şunlardır:
Piltdown Adamı Sahtekarlığı: 1912 yılında amatör bir paleontolog olan Charles Dawson, İngiltere’nin Sussex eyaletindeki Piltdown kasabası yakınlarında bir maymun adam fosili bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Bir kafatasından meydana gelen ve çene kısmında maymunsu, kafatasında insansı özellikler gösteren bu fosil, Darwin’in teorisinin kanıtı olarak karşılandı ve British Museum’da (şimdiki adıyla Doğa Tarihi Müzesi) 40 yıl boyunca sergilendi. Ancak yeni bir tarihlendirme yöntemini fosile uygulamak isteyen bilim adamlarınca yapılan bir dizi testin 1953 yılında ilan edilen sonuçları, bunun bir sahtekarlık ürünü olduğunu ortaya çıkardı. Kafatası gerçekte 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir orangutana aitti! Kemikler de çelik bıçaklarla yontulup iptidai bir yöntemle birbirlerine monte edilmişti. Yani bu sözde kanıt, halkı evrim teorisinin doğru olduğuna inandırmak için özel olarak oluşturulmuştu.
Nebraska Adamı skandalı: 1922 yılında ABD’nin Nebraska eyaleti sınırları içinde bulunan “tek bir diş”, evrimci bilim adamlarınca insanın maymunsu canlılardan evrimleştiği iddiasının ispatı olarak sahiplenildi. Hesperopithecus haroldcooki şeklinde “bilimsel” bir isimle süslenen fosilin rekonstrüksiyon resimlerinde hayali maymun adam tüm bedeni ve hatta ailesi ile resmedildi. Evrimcilerin sınırsız hayalgücü bir kez daha bilimsel kanıt yerine geçirilmek isteniyordu.
Oysa iskeletin diğer parçalarının bulunduğu 1927 yılında ortaya çıkan gerçek tamamen farklıydı: Bu diş, bir maymun ya da insana değil; soyu tükenmiş bir Amerikan domuzuna aitti! Nebraska Adamı, evrimcilerin sahtekarlık ve skandal zincirine yeni bir halka olarak eklendi.
Ernst Haeckel’in sahte çizimleri: Darwin’in çağdaşı olan Alman biyolog Ernst Haeckel, 19. yüzyılın sonlarına doğru, canlıların embriyolojik gelişmelerinde izlenen aşamaların, yaşamın sözde evrimsel tarihini tekrarladığı iddiasını ortaya attı. Haeckel’in iddiasına göre, insan embriyosu, ana rahminde geliştiği süreçte, sırasıyla balık, sürüngen ve insan özellikleri gösteren aşamalardan geçiyordu. Bu iddiasını çeşitli canlıların embriyo gelişimlerini gösterdiği ve çizimi bizzat kendisine ait olan şemalarla desteklemeye çalıştı. Oysa dönemin bilgileri ışığında dahi bu iddianın geçersizliği açıktı. Üstelik Haeckel, şemaları kendi iddiasına uymaları için kasıtlı olarak çarpıtmıştı.
Evrimciler bu sahtekarlığı deşifre edip, ölü bir iddia olarak gömecekleri yerde, bilimsel bir gerçekmiş gibi kabullendiler. Üstelik Haeckel’in sahte çizimlerini aynen ders kitaplarında çoğaltıp tam yüzyılı aşkın süre bunu üniversitelerde bir gerçek olarak anlattılar. İdeolojik olarak hareket eden evrimciler, Haeckel’in bireysel sahtekarlığının ortaya çıkarmak yerine onu, bilim dışı bir tutumla sahiplenip kitlesel bir sahtekarlığa dönüştürdüler.
Öyle ki, sahtekarlığın gerçek anlamda deşifre edilmesi ancak 1990’lı yılların ikinci yarısında mümkün oldu. Londra'daki St. George's Hospital Medical School'dan embriyolog Michael Richardson, ve arkadaşları Haeckel'in çizdiği türdeki ve yaştaki canlıların embriyolarını yeniden inceleyerek ve fotoğraflayarak kendi karşılaştırmalarını yaptılar.
Anatomy and Embryology dergisinde yayınlanan çalışmada, sahtekarlığın detayları gün ışığına çıkarıldı. Haeckel, sadece organlar eklemek ya da çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda farklı türleri birbirlerine benzer gösterebilmek için embriyoların büyüklükleri ile oynamış, hatta bazen gerçek boyutlarından on kat farklı göstermişti. Dahası Haeckel farklılıkları gizleyebilmek için, türleri isimlendirmekten kaçınmış ve tek bir türü sanki bütün bir hayvan grubunun temsilcisi gibi göstermişti. Richardson ve ekibinin ifadesiyle, Haeckel'in çizimleri “biyolojideki en büyük sahtekarlıklardan biri haline gelmişti”.
11
Evrimciler ancak bu gelişmeden sonra sahte çizimleri sistemli olarak kullandıklarının yanlışlığını dile getirir oldular. Harvard profesörü evrimci paleontology Stephen Jay Gould, 2000 yılında yayınladığı bir makalede şunları söyledi:
“Sanırım bu çizimlerin, modern ders kitaplarının çoğunda olmasa bile önemli kısmında sürekli kullanımına yol açan düşüncesiz dolaşımın, bir yüzyıl boyunca sürmüş olması karşısında hem hayrete kapılma hem de utanma hakkına sahibiz.”
12
Haeckel’in sahte çizimleri ders kitaplarından hala tam anlamıyla temizlenmiş değildir ve bu süreç devam etmektedir.
Archeoraptor skandalı:
National Geographic dergisi, 1999 yılında yayınladığı bir makalede, Çin’de ele geçirilen ve Archaeoraptor olarak isimlendirilen bir fosili, kuşların dinozorlardan evrimleştiği iddiasının kesin kanıtı olarak dünyaya duyurdu. Göz boyayıcı rekonstrüksiyon resimlerde tüylerle kaplanmış dinozorlar havaya sıçramış şekilde tasvir ediliyorlar, sözde kanatlanıp uçmaya başladıkları hayali evrimsel aşamada resmediliyorlardı. Ancak
National Geographic’in büyük bir sansasyon eşliğinde duyurduğu bu fosilin, Darwinizm’e verdiği destekle tanınan dergi adına büyük bir utanç sertifikasına dönüşmesi uzun sürmedi. Gerçekte fosil, National Geographic’in iddia ettiği şekilde kuş ve dinozor özellikleri ortaya koyan bir fosile ait değildi. Fosil açık bir sahtekarlık ürünüydü. Birden fazla fosil, bir ara form görünümü verecek şekilde özel olarak bir araya getirilmiş, birbirine tutkallanarak bir evrim kanıtı gibi kullanılmıştı! Evrimciler orangutan ve insan kemiklerinin birbirine monte edilerek kanıt olarak sunulduğu Piltdown olayından ders çıkarmamış, bu defa dinozor ve kuş fosillerinin birbirine monte edilmesiyle üretilen sahte bir fosili evrim kanıtı olarak sahiplenmişlerdi.
Sonuç: Doğru olan davranış, yalanı başka yalanlarla ayakta tutmak değil, doğruyu itiraf etmektir.
Bilim adamları evrim teorisini ayakta tutma çabalarına devam ettikleri sürece yeni evrim sahtekarlığı hadiselerinin yaşanması kaçınılmazdır. Çünkü paleontoloji, mikrobiyoloji, moleküler biyoloji, biyokimya ve genetik gibi alanlarda on yıllar boyu biriken kanıtlar, evrim teorisini kesin olarak çürütmüş, teorinin bir efsaneden ibaret olduğunu kanıtlamıştır. Yaşamın tesadüfen evrimleşmesinin matematiksel olarak imkansız olduğu, fosil kayıtlarında ara formlardan eser bulunmadığı ve Darwinizm’in tesadüfler ve mutasyon gibi hayali mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici gücü bulunmadığı çok güçlü ve net bir şekilde ortaya konmuştur. (
Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, Vural Yayıncılık, İstanbul, 2000)
Modern bilim, doğadaki tasarımın, sonsuz bilgi, güç ve akıl sahibi bir Yaratıcı’nın eseri olduğunu kanıtlamıştır. Kısacası bilim, canlıları Yüce Allah’ın yarattığı gerçeğini doğrulamıştır. Evrimciler bu durumdan ötürü tam bir çaresizlik yaşamaktadırlar.
Nitekim evrim sahtekarlıklarını hazırlayan faktörlerin başında, bilimsel bulguların evrim teorisini reddediyor oluşu yatmaktadır. Bilim, evrimcilere teorileri lehinde kanıt vermediği için, çaresiz kalan evrimciler bu kanıtları bilim dışı yollardan “üretmeye” çalışmaktadırlar. Bu yüzden tarihin en büyük bilim sahtekarlığı olan evrim teorisini, başka sahtekarlıklarla ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.
Gerçeklere karşı mücadele etmenin, üstelik bu mücadelede aldatmaca ve diğer bilim dışı yöntemlere sarılmanın ise sonuç vermeyecek boş bir çaba olduğu açıktır.