Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 17

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.646 Cevap: 211
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
30 Temmuz 2006       Mesaj #161
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Muhiddin NALBANTOĞLU

Sponsorlu Bağlantılar

TÜRKLÜĞÜMLE GURUR DUYDUM...

Yukarıya aldığımız başlık, İkinci Dünya Savaşı başlarından beri Türkiye'nin Londra Büyükelçisi olan Rauf Orbay'ın yardımcısı Samizade Süreyya Bey'indir. Günümüzden 40 küsûr yıl önce büyük kahraman ve emsalsiz büyük devlet adamı Rauf Orbay'ın ölümü üzerine yazdığı hatıralarında zikretmiştir. Rauf Bey, ebediyete intikal edeli 42 yıl olmuştur. Bulunduğu her görevde tam bir büyük Türk devlet adamı bilinciyle bu aziz millete hizmet etmek için çırpınmıştır. Onun yakınlarından olan S.S. Berkem'in bu anılarından ayrıca bir diplomatın temsil ettiği milletin övgüsüne lâyık olmak için, nasıl davranması gerektiğini de bize göstermekte olduğunu öğrenmekteyiz. Diplomasi mesleği, büyük incelikler ve geniş bir kültürün gerektirdiği bir sahadır. Bunun yanında eğer Türk ve dünya tarihini, siyasî ve kültürel gelişmelerini iyi bilmeniz lâzımdır. Rauf Bey, bütün bu meziyetlere sahip olması yanında, mükemmel bir diplomat idi. Aşağıdaki anılarda Batı'nın yüzyıllarca İslâm âlemine ve özellikle Türkiye'ye bakışının da çok çarpıcı bir değerlendirmesine şahit oluyoruz. Bu durum, günümüzde de geçerlidir. Okuyucularımızdan özellikle rica ediyorum: Bu anıları birkaç kere okuyun ve hafızanızın bir köşesinde itina ile saklayın. Gelecek dönemlerde de çocuklarınıza ve torunlarınıza aynen aktarınız. Çünkü buna her zaman ihtiyaç duyacağız:

'...Bilirsiniz, İskoçyalı Thomas Carlye dünya fikir âlemine zengin eserler kazandırmış, ortaya büyük fikirler koymuştur. Görüşlerinin isabeti, dehasının yüceliği hiç şüphe götürmeyen bu büyük adama göre tarihte pek çok kimse devlet adamı (Statesman) olmak istemiş ve fakat bunlardan pek azı bu hedefe ulaşabilmiştir.
Disraeli de: 'Bu anka kuşunun pek az kimsenin başına konduğu tarihî bir hakikattir.' hükmünü verir.
Başına bu nadir anka kuşunun konduğu bu zatı ben, Londra'da gördüm. İkinci Dünya Savaşı yıllarını Londra Büyükelçiliğimizde vazifeli olarak geçirdiğim sırada, üç büyükelçi ile karşılaşmıştım: Rauf Orbay, Ruşen Eşref Ünaydın ve Cevat Açıkalın.

'Devlet adamı' vasfının bütün karakteristik taraflarını kendinde toplayan Sayın Rauf Orbay'ı, kelimenin tam mânasiyle, büyük bir insan, kıymetli bir şef, vatanının ve milletinin menfaatini her şeyin üstünde tutan bir vatansever olarak tanıdım. Onun yüksek karakterinin ve temiz ahlâkının her gün yeni bir tezahürünü gördükçe kendi kendime:

- Ah, diyordum, n'olurdu böyle beş, on tane büyükelçimiz olsaydı da milletimiz, asalet, necabet ve heybetine yakışan bir tarzda temsil edilseydi.
Hâtıralarımın bu kısmında münhasıran Sayın Rauf Orbay'dan bahsedecek, onun devlet adamı vasıflarını, görgülerime dayanarak, canlandırmaya çalışacağım. Okuyacağınız satırlarda devlet adamı olmak isteyenler için alınacak dersler ve misaller bulacaksınız, inancındayım.
Sene 1943. Londra'dayız. İkinci Dünya Savaşı olanca hızıyla devam etmekte. Bizde ise harbin yarattığı iktisadî buhran alabildiğine genişleyip yayılmakta. Ordumuz hazırol vaziyette. Dışardan hiçbir malî yardım yok. Kendi yağımızla kavrulmak mecburiyetindeyiz. Fakat yağ da pek o kadar fazla değil, nerdeyse tükenmek üzere! Çare? Kimin hatırına geldiyse geldi, ortaya bir varlık vergisi çıktı. Bu, haddi zatında hoş bir vergi değildi. Bunun ne matrahı, ne de mesnedi vardı! Ama yapılacak başka bir şey de bulunamadı her halde! İstenilse de, istenilmese de o zamanki hükümet buna başvurmak yoluna gitti.

Gel gelelim Londra'nın siyasî ve malî çevrelerinde ve meselâ City'de (City, bilindiği gibi, Londra'da bankaların, borsanın ve büyük ticaret evlerinin bulunduğu iş yerine öteden beri verilmiş olan addır. Eskiden buraya 'İngiltere'nin kalbi' derlerdi) bu vergi hiç de hoş karşılanmamış, aleyhimizde dedikodu mevzuu olmuştu. Bu cümleden olarak bazı şüpheler uyanmış, Nazi Almanyası'na temayül ettiğimize dair söylentiler bile alıp yürümüştü. Öyle ya, tatbikine kalkıştığımız usul, demokratik olmaktan çok uzak, Hitler sistemlerine ve ideolojilerine pek yakındı. Hiç değilse öyle görünüyordu.
Gerek City'de, gerekse siyasî çevrelerde alıp yürüyen bu dedikodular, Büyükelçi Rauf Orbay'ın İngiliz dostları tarafından kendisine ulaştırıldı. Şurasını da parantez içinde arzedeyim ki, Rauf Bey İngiltere'de çok sevilmiş, takdir edilmiş, müstesna bir sima idi. Meselâ zamanın Başbakanı Mr. Winston Churchill onu sık sık yemeğe davet eder, onunla sohbetten hoşlanır, hattâ bu tecrübeli Türk devlet adamının fikirlerinden faydalanmaya çalışırdı.
İşte, onun İngiliz dostlarından biri veya birkaçı City'de yapılan dedikoduları kendisine bildirerek Türkiye aleyhindeki bu cereyanlara bir nihayet vermek için Savoy Oteli'nde bir öğle yemeği tertip etmek istediler.
Rauf Bey bu teklifi memnuniyetle kabul etti.
Bu öğle yemeğine ben de davetli idim. Savoy Oteli'ne gitmek üzere otomobile bindik. Yolda Rauf Orbay düşünceli düşünceli:

- Çok zor ve karışık bir dâva, dedi, bakalım nasıl izah edeceğiz?
- Allah ilham eder beyefendi, cevabında bulundum.
Hakikaten Allah ilham etti, hem de ne ilham!
Savoy Oteli'nin hususi yemek salonlarından birinde idik. City'nin tanınmış bütün işadamları orada idi. Yemeğin sonunda Rauf Orbay o güzel İngilizcesiyle söze başladı. Neler söylediğini şimdi harfi harfine tekrarlamama tabiî imkân yok. Fakat ne candan konuşuyor, ne ikna edici izahlarla dâvayı açıklıyordu! O kadar ki, yanımda oturan Osmanlı Bankası'nın Londra Merkez Genel Müdürü tanınmış maliyecilerden Mr. Fisher'in kulağıma eğilerek söylediği şu cümle bugünkü gibi hatırımdadır:
- This man is talking with his heart, and not with his mourth!

Yani: 'Bu adam ağzıyla değil, kalbiyle konuşuyor!'
Evet, hem kalbiyle, hem de derin tarihî bilgisiyle konuşuyordu. İkisini o kadar güzel mezcetmesini bilmişti ki! Elimde olmadan gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Kimseye belli etmeden bunları sildim.
Niçin ağlıyordum? Ağlıyordum çünkü savunma pek muhteşemdi ve dinleyenleri âdeta mest etmişti. Ve düşünüyordum ki, bu dâvayı şu salonda Rauf Orbay'dan başka bu kadar isabetle ve bu kadar belâgatle hangi diplomatımız izah edebilirdi? Kendilerine diplomatlık isnad eden veya edilen birçoklarını yakından tanıyordum. Hepsi o anda gözümün önüne gelmişti. Bildiğim bu fukaralığımız yanında şu muhteşem zenginlik, millî hislerimi, gözlerimden yaşlar akıtacak derecede, kırbaçlamıştı. Atamızın o anda hatırladığım:
'Ne mutlu Türküm diyene!' vecizesi ise koltuklarımı kabartıyor, gözlerimde yaşlar birikmesine sebep oluyordu.
Bu uzun konuşmanın sonlarına doğru, hatırımda kaldığına göre, Büyükelçi şöyle devam etti:
'Bugün silâh altında 1 milyona yakın asker bulunduruyoruz. Türkiye'nin ekonomik durumunu ve malî imkânlarını sizler bizden iyi bilirsiniz. Bizim zayıf omuzlarımız bu kadar ağır bir yükü kaldırmaya hiç müsait midir? Kimseden yardım mı görüyoruz? Yolda kimseden yardım mı istedik? Kendi yağımızla kavrulup gidiyorduk. Baktık ki kavrulacak yağ da tükenmektedir. Başka ne yapabilirdik? Orduyu terhis edebilir miydik? Biz buna razı olsak bile müttefiklerimiz acaba razı olurlar mı? Kaldı ki bizim bugünkü sıkıntılı durumumuzun biricik sorumlusu da sizlersiniz!'
Söz buraya gelince başlar dikkatle Rauf Orbay'a çevrildi. Ne demek istediğini anlamaya çalışıyorlardı. O ise perde perde yükselen tatlı sesiyle devam etti:
- Gladston'un o meşhur 'Bag and Baggage' politikasının tahakkukuna ondan sonra gelenler de yardım etmiş değiller mi? İtalya'nın Trablus Garp saldırışını destekleyen, Balkan devletlerinin ayaklanmalarına göz yuman ve başlangıçta statükonun muhafaza edileceğine karar verdiği halde, biz yenilince yurdumuzun parçalanmasına ses çıkarmayan sizler olmadınız mı? Ve nihayet Birinci Dünya Savaşı'nı ve onu takip eden Yunan ordusunun Anadolu'ya saldırışını şöyle bir hatırlayınız! Bunların hepsinin hedefi, Türkiye'yi dünya haritasından silmek değil miydi? Fakat bütün gayretlere rağmen silinmedik efendiler! Ne Haçlı seferleri, ne İslâm düşmanlığı, ne Hıristiyanlık taassubu, ne de siyasî pazarlıklar Türk'ü yere sermeye muvaffak olamadı. Ama itiraf ederiz ki, zayıf düştük, Batı'nın ileri hamlelerine ayak uyduramadık ve geri kaldık. Nasıl ilerleyebilirdik ki, her ilerleme teşebbüsümüzde önümüze çıkıyor, İsa'ya inanmayan biz infidelleri, biz imana gelmeyenleri yok edip, mirasımıza konmak için elbirliğiyle gayret sarf ediyordunuz! İlerlemek şöyle dursun, bugün ayakta kalmış olmamız bile bir mucizedir.
'İşte, sizlerin zayıf bırakmış olduğunuz bu bünye ile bugün yine de dimdik ayakta durmaya çalışıyoruz. Öyleyken, sırf bu ayakta durma çabalarımızı desteklemek için ihdasına, hiç de istemeyerek, mecbur olduğumuz bir vergiden dolayı Türkiye'yi muahaze etmek sanırım biraz insafsızlık olur.
Bu vesile ile başka mühim bir noktaya da temas etmek isterim. Bana gelip İstanbul'daki bazı Rum, Ermeni ve Yahudi tüccarlardan fazla vergi istenildiğinden söz açarak bu vergilerin azaltılması hususunda tavassutumu rica edenler oldu. Bir kimse çıkıp da bir Türk'ün fazla vergiye tâbi tutulduğunu bana söylemiş değildiler! Halbuki bu vergi, ırk ve mezhep farkı gözetilmeksizin, servet esasına göre tarhedilmiş bulunmaktadır. Tavassut niçin Hıristiyan ve Yahudiler için yapılmış da Türkler için yapılmamıştır? Görüyorsunuz ki efendiler, kapitülâsyon illeti tekrar tepmek istidadındadır! Fakat niçin unutuluyor ki, geri kalmamızın ve zayıf düşmemizin ana sebeplerinden birini teşkil eden bu menhus zinciri boynumuzdan çıkarıp atmak için sizin Thames nehri kadar Türk kanı akıttık? Bu zincir, ümit etmek istemem ki, tekrar boynumuza geçirilmek istenilsin. Zira bize çoğa mal olmuştur!'
Sayıf Rauf Orbay, yukarıda pek noksan özetlediğim bu cidden düşündürücü ve ibret verici nutkunu bitirdiği zaman başlar hep eğikti! Orbay sordu:
- Benden sorulacak bir sualiniz var mı, efendiler?
Kimde sual sormaya mecal kalmıştı ki!
Bütün çehreleri bir mahcubiyet perdesi bürümüştü...'
Hi-LaL - avatarı
Hi-LaL
Ziyaretçi
31 Temmuz 2006       Mesaj #162
Hi-LaL - avatarı
Ziyaretçi
Akdeniz kuruyor...

Sponsorlu Bağlantılar
18.07.2006 18:31:00


Köşe Yazısı ve Makaleler
WWF (Dünya Doğayı Koruma Vakfı)in bugün açıklanan Akdeniz’de Kuraklık-WWF’nin Önerileri raporuna gore, Akdeniz’de iklim değişikliğinin de etkisiyle kuraklığın şiddetinin artması bekleniyor. Raporda kuraklığın iki ana nedeninin tarımda yanlış sulama teknikleri ve küresel ısınma olduğu vurgulanıyor

WWF, hükümetleri durum daha da tehlikeli hale gelmeden tarımda su kullanımı politikalarını değiştirmeleri için uyarıyor. Her geçen gün giderek artan su talebini karşılamak için daha fazla sulama amaçlı baraj yapılması su kaynaklarını tüketiyor. Eğer su akılcı olarak yönetilmezse kuraklık tehlikeli boyutlara ulaşacak. Bu durumda hükümetlerin su temin etmeye çabalamaktan çok, su talebini doğru yönetip, sürdürülebilir ve entegre havza yönetimini benimsemeleri gerekiyor.

Akdeniz’de sulanan tarım alanları 1960’lara oranla iki misli artmış durumda. Su tüketiminin %65’i tarımsal amaçlı sulama için yapılıyor. Akdeniz genelinde yılın en kurak zamanlarında bile sulama mısır, pamuk, şeker pancarı gibi fazlasıyla su tüketen ürünlere yapılıyor. Suyu fazlasıyla tüketen bu ürünlere Avrupa Birliği tarafından verilen teşvikler ise hiç de az değil. Avrupa Birliği üyesi olmayan ülkelerde ise bu ürünleri yetiştirmek salma sulama gibi vahşi yöntemler kullanılarak doğal kaynaklar tehdit ediliyor.

Türkiye’de ise su kaynaklarına yönelik en fazla tüketim tarımsal su kullanımıyla olmaktadır. Türkiye’de tarımda %88.5 oranında yapılan vahşi sulama sonucu suyun önemli bir kısmı yolda kayboluyor. Buna karşılık yağmur sulama %8.5 oranında, damla sulama ise yalnızca %3 oranında kalıyor.

Türkiye, 1960’larda 28 milyon nüfusuyla kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 4000 m3 ile su zengini olarak nitelenirken bugün 68 milyon nüfusuyla kişi başına düşen 1400 m3’le su sıkıntısı çeken ülkeler arasında yerini almış durumda.

İspanya, Fransa, Türkiye Akdeniz’de en fazla baraj yapan ülkeler arasında sayılıyor. İspanya, 1300 barajıyla dünya çapında en fazla baraj yapan ülkesi olarak görülüyor. Öte yandan şu anda Türkiye’de 86 büyük ölçekli (15m den daha derin) ve 124 küçük baraj planlama ve yapım aşamasında.

Kaçak kuyularla yer altı suyunun tüketilmesi ise Türkiye’nin özellikle İç Anadolu Bölgesi’nin doğal kaynaklarını, biyolojik çeşitliliğini ve ekonomisini tehdit eden önemli bir sorun olarak raporda niteleniyor. WWF-Türkiye’nin üç yıldır suyun akılcı kullanımı projesi kapsamında çalışmalarını yürüttüğü Konya Kapalı Havzası’nda 50.000 kuyunun yarısının kaçak olduğu yer altı suyu seviyesinin her yıl 2-3 metre düştüğü tesbit edildi.

Türkiye’de tarımda su tasarrufu şart

Raporda, özellikle tarımsal sulama amacıyla; sürdürülebilir olmayan, havzalar arası su transferi konusuna da değiniliyor. Türkiye’de de havzalar arası su transferi için 2006 yılının sonunda açılacak olan Mavi Tünel Projesi gündemde. Projeyle, 230.000 ha‘lık alanı sulamak için, 17 km’lik bir tünel ve üç barajla Göksu Nehri’nin suyunun Konya Havzası’na getirilmesi planlanıyor.

Akdeniz genelinde yağış miktarında %20 bir azalma görülürken, buna karşılık su talebi son elli yılda iki katı artış gösterdi. Su talebi giderek artış gösteren ülkelerin başında Türkiye, Fransa ve Suriye geliyor. Yapılan öngörüler 2025’te özellikle Türkiye, Mısır ve Suriye’de küresel ısınmayla beraber yağış miktarının %25 düşeceğini gösteriyor.

Kuraklık tüm Avrupa’ya büyük ekonomik zararlar veriyor. 2003 yılında Avrupa genelinde kuraklık 11 milyar Euro ve yarısı yalnızca İtalya’da olmak üzere 40.000 hayata maloldu. Geçen sene İspanya’da tarım sektörü kuraklık yüzünden 2 milyar Euronun üzerinde zarara uğradı.

WWF Türkiye Genel Müdürü Dr. Filiz Demirayak,”Hükümetler, mevcut bakış açılarını bir an önce değiştirmek ve kuraklık krizine ilgili tüm taraflarla beraber çözümler bulmak zorundadır. Tarım politikaları yeniden değerlendirilmeli, modern ve tasarruflu sulama yöntemleri desteklenirken doğru ürün desenleri belirlenmelidir ve kaçak su kullanımına son verilmelidir. Büyük su yapıları ve barajlar planlanırken çevreye, doğal kaynaklara olan etkileri göz önüne alınmalı, entegre ve sürdürülebilir su yönetimi esas alınmalıdır.” dedi.

Hi-LaL - avatarı
Hi-LaL
Ziyaretçi
1 Ağustos 2006       Mesaj #163
Hi-LaL - avatarı
Ziyaretçi
Chat ve MSN aile yıkıyor ...
Köşe Yazısı ve Makaleler


Eşleri buna en çok, boşlukta kalmak, eşinden ilgi görememek ve iyi bir iletişim kurulamaması sürüklüyor.


Yeni doğum yapmış Sena hanım, yıllık iznini alıp gününü eskisinden daha fazla bilgisayar başında geçiren eşi Hamdi Bey"in kendisine karşı olan bu ilgisizliğinden dertlidir. Sena hanım eşinin dürüstlüğüne çok güveniyor ve onun kendisini aldatacağına inanmıyor. Ama güveni gittikçe sarsılmakta ve eşine rahatsızlığını surat asarak göstermektedir. Bu durum eşinin kendisinden daha fazla uzaklaşmasından başka işe yaramaz. Nihayet eşiyle konuşmaya karar verir, eşi de yalan söylemek istemez ve doğrusunu anlatır.


Bir arkadaşının link verdiği bir bayan internette chatleşerek kendisinden bazı ailevi sıkıntıları için yardım ister. Başlangıçta amacı sadece o bayana ailevi sorunlarında yardımcı olmaktır. Fakat kendisinibu yardıma o kadar kaptırmıştır ki, şu anda yardımına ihtiyacı olan eşini ihmal etmektedir. Karşılıklı yazışmalar arttıkça, kişiler özel konularla ilgili bilgi alışverişinde bulundukça; bu durum karşısında eş de tavır alıp soğuk davrandıkça bilgisayar diğer eşe bir kaçış olarak görülüyor. Mazeret de eşin ilgisizliği olup kişi kendisini haklı görmeye başlıyor.
Kişi eşine doğru cevap verirse, sorunlara yol açan nedenler de görülüp bunlara çözüm yolları üretilebilir. Eğer sanal âlemdeki konuşmalar ilişkiye dönüşmeden bitirilirse evliliklerin devamı da sözkonusu olabilir. Nitekim eşi Hamdi beyden şüphelenen Sena hanım, sorunlarını eşiyle tartışmış, eşiyle birlikte çözümler üretmişti. Böylelikle sanal alemdeki diyaloglar bir yakınlaşmaya dönüşmeden son bulmuştu. Buna rağmen ilişkiye dönüşen birçok olumsuz örnek vardır. Uygun çözüm üretemeyen, kendisini koruyamayan birçok kişinin evliliği tehdit altındadır.


Sanal âlemde kişi, aldatmaya yol açacak dürtülerine karşı daha savunmasız ve yenik düşmeye daha müsaittir. Başlangıçta belki kişi karşısındakini karşı cins olarak düşünmez. Özel konularda konuşulup samimiyet ilerledikçe hatalar yumağı büyümektedir. Bazen de bir taraf bırakmak istese de diğer taraf bırakmamakta, bu da problemi daha da içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Aslında sanal ortamda kişinin karşılaştığı problemler hayatın her aşamasında vardır: İşyerinde, akraba, dost ve komşulukta, aile ortamında, diğer sosyal ortamlarda. Sanal ortamda genelde ses ve görüntü olmadığından mahremiyet dairesine girmek söz konusu değilmiş gibi göründüğünden kişiler daha az çekinip daha rahat kendilerini ifade ediyor Birçok kişi, gerçek hayatta fırsat vermeyeceği sorunlarla karşılaşıyor.


Dikkat edin, evliliğiniz chat"ırdayabilir!

Bilmediğiniz, tanımadığınız kişi ile (kurumsal yazışmalar haricinde) bir problem çözmeye yönelik de olsa chatleşmeyin.


Karşınızdaki kişi size bir konuda soru sorduğunda sadece sorusuna cevap verin.
Özel olarak sürekli görüştüğünüz kişilerle ilgili eşinize veya yakın aile üyelerine bilgi verip, konuştuğunuz kişilerin tanınmasını sağlayın.


Evlilikle ilgili sorunlarınız varsa sanal âlemdeki tehlikelere karşı daha açıksınız demektir. Evliliğinizi monotonluktan kurtarmaya çalışın.


Sanal âlemdeki tehlikelere karşı hazırlıklı olun ve problemi problemle çözmeye çalışmayın.


Eşiniz ile problemlerinizin sürüncemede kalmasına fırsat vermeyin.
Bazı duygusal ihtiyaçlarınız karşılanmıyorsa, kendinizi meşgul edecek meşguliyetler bulun.


Hayat kolaylıklar ve zorluklarla dolu; hayat arkadaşınızın işini zorlaştırmayın, kolaylaştırın.



Haber: Ferika Teymur Artır
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
2 Ağustos 2006       Mesaj #164
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Savaş SÜZAL

Lübnan neyin provası???

Bu yazıyı yazarken, Galatasaray-Beşiktaş maçını seyrediyordum. Gözüm televizyonda. Ama ne yazık, sahada koşan futbolcuları, biraz önce haberlerde seyrettiğim çocukları için dövünen, oraya buraya kaçışan Lübnanlı anne ve babalar olarak algılıyordu beynim. Seyircilerin tezahüratı ise beynimde Beyrut'ta Birleşmiş Milletler binasını taşlayan kalabalığın uğultusunu çağrıştırıyordu.

Lübnan ve Lübnanlılar da bir zamanlar bizden farklı değildi. Lübnan, Arap dünyasının en uygar ülkesiydi. Ta ki yanı başlarında bir İsrail devleti kurdurulana kadar. Ama ne gariptir, Lübnan halkı ve gençleri de, ülkelerini bizim gençler gibi hiç umursadı. Onlar da aynı bizimkiler gibi Galatasaray veya Beşiktaş takım tertiplerini bilip manken kovalarken, kendi memleketlerini umursamadan, eller havada dans eden, gününü gün eden ve o günü yaşayan Arap dünyasının safahat çocuklarıydı. Parayı kapan Arap şeyhleri Beyrut'a koşardı. Aynı bugün İstanbul'a koştukları gibi. Lübnan'dan toprak alırlardı. Bizden aldıkları gibi. Beyrut, Arap bankalarının merkeziydi, İstanbul'un olduğu gibi.

Önce Arap İsrail savaşı ve sonrasında, toprakları işgal edilen Filistinlilerin göçü başladı. Aynı bize Saddam'dan kaçan Iraklı Kürtler gibi. Bunlar Lübnan'da mülteci kamplarına yerleştirildiler, karınları doyuruldu. Bizim Güneydoğu Anadolu'da İşçi lojmanlarına yerleştirdiğimiz, karınlarını doyurduğumuz Kürt göçmenler gibi. Sonuçta içerde bir etnik kavga patlak verdi. Aynı bizde patlak verdiği gibi. Yüzde 60'ı Müslüman olan ülkeyi azınlıktaki yüzde 40 Maronit Hıristiyan yönetiyordu. Kavga buradan patladı. 1991'e kadar 15 yıl devam etti ve Taif anlaşması ile ülke yeniden yapılandı. Şimdi de bu olaylar.

Şimdi diyeceksiniz ki "kel alaka Lübnan..." Ne alakası var da gündeme getiriyorsun. Ben sadece ülkesinin geleceği ile ilgilenmeyen bir neslin sonuna, yaşanan bir örnek vermek istiyorum. Tarih bu tür olayların benzerleri ile dolu. ABD ve İsrail, Ortadoğu'nun haritasını yeniden çizmeye karar verdiler. Ve harita kanla çiziliyor. PKK'yı bilip te Hizbullah ve Hamas gibi terör örgütlerini desteklemeye imkân yok. Hem de benim kafam ve düşünce de olan Atatürkçü bir insan için. Ama oturun şapkanızı önünüze koyun ve düşünün. Bu savaş Hizbullah ve Hamas savaşı olmaktan çoktan çıktı.

İsrail, akıllı. Beyrut'ta Hıristiyan kısmı bombalamayıp, Müslümanları ülkeden çıkarma kampanyası yürütüyor. Tevrat'ta kendisine buyrulan sınırlara doğru Büyük İsrail'in de desteği ile ilerliyor, Lübnan'daki su kaynaklarını kontrol etme yönünde hareket ediyor. Bu arada İsrail herkese kafa tutup her yeri bombalamaktan da korkmuyor, çekinmiyor. Türkiye'nin terörle mücadelesini eleştiren dünya bu vahşetin karşısında ne hikmetse suskun. İnsan hakları, özgürlük insan değerleri sanki bir tek bizleri suçlamak için hazırlanmış düzenlenmiş kurallar. Dünya bu katliamı arkasını dönerek utanmadan seyrediyor.

Dünyaya basın özgürlüğü ve insan hakları konusunda nutuklar atan ve bizdeki kiralık kalemlerin özendiği Amerikan basını ise basın tarihine bir yüz karası olarak geçecek. Olayları tek taraflı vermekten kaygı duymuyorlar. Avrupa, Arap ve Türk TV'lerinde yayınlanan görüntüler Amerika'da yok. Aksine İsrail'e düşen füzelerde ölen İsrailliler anlatılıyor. Aynı Irak savaşında olduğu gibi embedded (gömme) muhabirler, embedded haberler yapıyor. Bu arada Başbakan Erdoğan'ın övgüyle duyurduğu koyu tutucu bir Musevi olan CNN televizyonundaki Larry King Erdoğan'ı unuttu sonra da başka bir program içinde (Andersen Cooper) 10 dakikaya indirilerek ABD'de kimsenin seyretmediği bir saatte yayınladı

Sıra kendisine gelmekte olan Türkiye'de yöneticiler ise aynı eller havada oynayan gençler gibi gamsız. Emekli olmaya hazırlanan Genel Kurmay Başkanı, Urla'daki evini her gün asker ve subayımızın öldürüldüğü Güneydoğu'dan daha fazla ziyaret ediyormuş. Ana ve babalar artık kaybettikleri evlatları için vatana feda olsun demiyorlar. Başbakan ise koptuğu tabanını yeniden kazanmak için yalnızca dinci gazetelerin yazarlarını toplayıp konuşuyor. Dışişleri kendi görevlerini bir sivile devretmiş, ülke basını IMF'den bir milyar dolar daha borç aldık diye zil takıp oynuyor.

Gördüğünüz gibi görev vatanseverlere düşüyor. Bu görev çok geniş kapsamlı ve zor. Allah cümlemizin gazasını mübarek etsin…..
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
3 Ağustos 2006       Mesaj #165
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Siyasal şuur altı fundamentalist Yahudilik anlayışından beslenen İsrail ordusu ve işbirlikçileri Lübnan ve Filistin’de katliamlarına devam ederken maalesef Türkiye “İçimizdeki İsrail” marifetiyle kış uykusuna erkenden teslim olmuş gözükmektedir. Öyle ki, milletimizin haykırışının aksine iktidarın basiretsizlik ve korkudan dolayı kılı bile kıpırdamıyor. Devletimizin siyasal yönelişine ve çizgisine yön veren güç odakları, Evangelist ABD ve Siyonist İsrail’in belirlediği ve sınırlarını yine kendilerinin tayin ettiği “Real Politik” koşullar safsatası ile vakit geçirmektedirler.

İsrail muharref Tevrat-Tora’ya göre Tanrıyla uğraşan, güreşen, işte ayrı oturan, milletler arasında sayılmayan, tüm insanların kendileri için köle olarak yaratıldığı, Tanrı Yehova’nın seçkin kavmi,
Onun öz çocukları konumunda olan bir millet. Bundan dolayı Yahudi inancına göre; “Orduların rabbi olan Yehova” İsrail halkının koyunları ve dahi Arz-ı Mev’ud (vaat edilmiş topraklar) için gentile (kafir) sınıfında sayılan, Yahudi ırkından ve inancından olmayan tüm milletleri kundaktaki bebeğe, çocuklara, kadınlara tavuklara, evcil hayvanlara, hatta nefes alan her canlıya kadar katletme, kanını içme yetkisi vermiştir. Öyle ki, bu bağlamda muharref Tevrat-Tora’nın Tensiye, Yeşu, Amos ve Hezekiel bölümlerinde kanı ve katliamı kutsayan çok sayıda sözde ayetler vardır. Evet İsrail böylesi bir dinsel inanca sahip. Humanist ve reformist kesimler hariç, en azından İsrail devlet aygıtını elinde tutan Ferisi kökenli Hahamlar ve azgın Siyonistler böyle düşünüyor.

Bu zevata göre bir Yahudi asker için bir buçuk milyar Müslüman bile öldürülebilir. Zira bir Yahudi’nin kanı her türlü mukaddesatın ve İnsan haklarının üzerindedir. Bu yargımızı doğrulamak için Tevrat-Tora ve Talmud’a şöyle bir göz atmak bile yeter.

Ancak iş burada bitmiyor. İçimizde köşe başını tutmuş Yahudi hizmetkarı çok güçlü hainler var. Bunlar bizi zayıf düşürmektedir. Yoksa İsrail bu kadar pervasız olabilir mi? Yukarıda tablosunu çizdiğimiz dinsel zemin üzerine oturan İsrail siyasal aklı ve muhayyilesinin içimizdeki temsilcileri, kripto Yahudiler, Sabatayistler ve bunların kulu ve kölesi durumunda olan bir takım köşe yazarları, sözde sanatçı müsveddeleri, bir kısım siyasetçiler, devletimizin en kritik makamlarına yerleşmiş bazı bürokratlar İsrail’in kendisinden daha tehlikeli bir işlev görmektedir.

Zira Türk milletinin ve devletinin yönetim kadrolarına sızan bu içimizdeki Müslüman ismi kullanan İsrailliler bugün bile laiklik, çağdaşlık, Atatürkçülük, özgürlük ve demokrasi maskesi altında gençliğimizi ve devletimizi kendi geleneğinden kopararak parçalamak istemekte ve bunun için medyadaki temsilcileri Filistin ve Lübnan, İsrail bombaları altında yanarken televizyonlarda en rezil programları ekranlara koymaktadırlar.

Maalesef her yere sızmış bulunuyorlar. Şüphesiz bu sızma harekatında Roma İmparatorluğu dönemimde de bir Yahudi yerleşim merkezi olan Selanik ve hakeza Sabatay Sevi’nin doğum yeri olan İzmir, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’ne sızmanın en önemli üssü olmuşlardır. Fatih Sultan Mehmet’in doktoru Yakup Paşa’dan, Yasef Nasi ailesinden, Sabatay Sevi’den, Menderes’in MİT müsteşarı Behçet Türkmen’e, hatta Başbakanlık müsteşarı mason Üstad’ı Azam’ı Ahmet Salih Korur’a kadar ismini sayamayacağımız birçok dönme ve mason devletimizin en üst kurumlarında içimizdeki İsrail’in şaşmaz temsilciliğini yapmışlardır ve torunları vasıtası ile de halen yapmaya devam etmektedirler. Bu içimizdeki kripto İsrailliler, onların tavsiyelerini ve yaptıklarını hakikatin ve ilericiliğin kendisi sanan yerli işbirlikçiler sanatımızı, mimarimizi, edebiyatımızı, müziğimizi, ekonomimizi, siyasal aklımızı öyle bir tahrip ettiler ki, midemizden, makamımızdan, malımızdan ve köşeyi dönmeyi düşünmekten başka hiçbir şeyi düşünemez olduk. Cemil Meriç’in ifadesi ile idraklerimiz hadım edildi.

Sadece madden değil düşünsel, zihinsel ve siyasal anlamda da köleleştirildik. Bundan dolayıdır ki, Türkiye’de hangi iktidar iş başına gelse İsrail ve Amerikan ekseninden dışarı çıkamamakta, Mehmetçikleri vuran PKK’yı takip etmek için bile ABD’li ve İsrailli ağabeylerinden en azından telefonla izin almak mecburiyetinde kalmaktadırlar. Sanki İsrail, Lübnan ve tapusunun elimizde olmakla övündüğümüz Filistin’de katliam yaparken kendilerine soruyormuş gibi.


Atatürk İsrail için ne düşünüyordu?

Şimdi her konuda Atatürk adına konuştuğunu ve hareket ettiğini söyleyen her kesim Atatürk’ün 27 Temmuz 1937 tarihinde Hakimiyeti Milliye gazetesine verdiği demeci ibretle okumalıdırlar. Ortadoğu’da bütün bir bölgede çıban başı olacak bir Yahudi Devleti’nin kurulma aşamasında olduğunu sezinledikten sonra “Filistin’e el sürülemez. Türkler bölgedeki yabancı işgali kabul edemez. Hz. Muhammed’in ve kutsal değerlerin hürmetine İslam’ın mukaddes topraklarının Yahudilerin ve Hıristiyanların nüfuzuna girmesine engel olacağız. Ordumuzun buna gücü yeter. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arap kardeşlerimizden uzak kaldık ancak onların aralarındaki karışıklıkları kimse bizden iyi bilemez.” demiştir Atatürk.

Evet, Mason localarını kapatan Mustafa Kemal Atatürk’ün kurulacak muhtemel İsrail devleti hakkındaki düşündükleri. Yani gerekirse mukaddes topraklar için savaşmayı ön görmektedir. Fakat ne yazık ki, İsrail devleti kuruldu ve bölge tam 58 yıldır kan, barut, gözyaşı ve katliam altında. Hemen belirtelim ki, Mustafa Kemal’in bu kararlı tutumunu benimsemeyen ve halen ABD ve İsrail ekseninden bir türlü çıkamayan Türkiye; eğer böyle giderse yakın bir gelecekte Siyonist İsrail ordusunu ve evangelist sömürgecileri fiilen güney sınırlarında bulacaktır. Zaten şimdiden güney sınırımızda kukla Kürdo/ Judea devleti kurulmadı mı?

İlla İsrail ve ABD füzelerinin şehirlerimizde patlamasını mı bekleyeceğiz.

Lütfi Özşahin/ Milli Gazete
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Hi-LaL - avatarı
Hi-LaL
Ziyaretçi
5 Ağustos 2006       Mesaj #166
Hi-LaL - avatarı
Ziyaretçi
Emin Çölaşan'ın müthiş iddiası!
Köşe Yazısı ve Makaleler
Büyükanıt Paşa ile ilgili son günlerde ortaya atılan iddialar sır değil. Büyükanıt'a yakınlığ ile bilinen Ercan Çitoğlu birkaç gün önce gerçekleşen bir telefon görüşmesinde geçen sözlerinin İnternet'te aynen yayımlandığını söyleyince, her şey çorap söküğü gibi geldi. Emin Çölaşan'ı dinliyoruz:

Bir telekulak skandalı daha


Yazı: Emin Çölaşan
Kaynak: www.hurriyet.com.tr

ERCAN Çitlioğlu"nu herhalde ekranlardan ve yazılarından tanırsınız.


Terör konusunda uzmandır. Terörle ilgili sivil kurumlarda görev yapar, üniversitede Stratejik Araştırmalar Merkezi başkanıdır. Terörle ilgili kitapları vardır. Çitlioğlu ayrıca, Büyükanıt Paşa"ya yakınlığıyla bilinir.

Bundan birkaç ay önce İsrail Başbakanı Şaron hastalanıp komaya girmişti. Bu aşamada Çitlioğlu, Ankara"daki bir İsrailli diplomata geçmiş olsun dileklerini iletti.

Sonrası ilginç. Sürekli olarak Büyükanıt aleyhine yayın yapan ve onun "Yahudi (!)" olduğunu iddia eden internet sitelerinden birinde birkaç gün önce şöyle bir haber yayınlandı: "Büyükanıt"ın yakını Çitlioğlu da İsrail ve MOSSAD"la yakın ilişki içinde. O kadar ki, Şaron"un hastalanması üzerine Ankara"da İsrail Büyükelçiliği"ne gidip geçmiş olsun dileklerini iletti ve Şaron için duacı olduğunu söyledi."

Şimdi olayı Ercan Çitlioğlu"ndan dinleyelim:

"Bu sitede yazılan konuşma aynen doğrudur. Gerçekten de İsrailli diplomata kelimesi kelimesine böyle dedim. Fakat ben İsrail Büyükelçiliği"ne gitmedim. Bu konuşma telefonda oldu. Siteyi kullananlar elbette ki "telefonları dinleniyordu ve bize bu bilgi, dinleyenler tarafından aktarıldı" diyemezdi. İşlenen suçu gizlemek için telefon konuşması yerine benim büyükelçiliğe gittiğimi yazıyorlar."

Bu telefonları -yasaları çiğneyerek- kim dinliyor? Burada dinlenen İsrail Büyükelçiliği mi, yoksa Ercan Çitlioğlu mu? Hangi taraf dinlenirken o "geçmiş olsun" konuşmasına ulaşıldı?

Diyelim ki birinden biri, ya da ikisi de dinleniyordu.

O halde bu konuşma başkalarına, özellikle Yaşar Büyükanıt Paşa aleyhine yayın yapan siteye kimler, devletin hangi kuruluşu tarafından sızdırıldı? Emniyet mi, başkaları mı?

Kişilerin haberleşme özgürlüğü nasıl böyle pervasızca çiğneniyor? Bireysel hak ve özgürlüklere bu utanmazca saldırı nasıl yapılıyor? Devlet görevi nasıl böyle kötüye kullanılıyor? Bu suçları işleyenlere karşı kim ne yapıyor?

Unutmayın, Türkiye"de -yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi- pek çok telefon birilerinin işine gelen biçimde yasadışı dinleniyor.Bir telefonun dinlenmesi için mahkeme kararı gerekli. Hani yukarıda anlattığım olayda mahkeme kararı? Yok!

İşin daha da kötüsü, dinlenen konuşmalar, dinleyen devlet kurumu tarafından belli kimseler yıpratılsın diye sorumsuz yerlere, internet sitelerine, bazen de basına sızdırılıyor.

Dün bu konuyu Çitlioğlu"na sordum: "Senin konuşmalarını kim dinledi, kim sızdırdı?" Yanıtı ilginçti: "MİT ve Jandarma olmadığı kesin. Geriye herhalde Emniyet kalıyor!"

Şimdi AKP hükümetine çağrıda bulunuyorum: "Emir verin, ilgili makamlar Ercan Çitlioğlu"nu derhal çağırıp ifadesine başvursunlar. Bu rezaletin üzerine gidilsin ve sorumlular bulunsun."

Bir gelişme olursa buradan size iletirim ama olacağını hiç sanmıyorum.
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
15 Ağustos 2006       Mesaj #167
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Hulki CEVİZOĞLU


Boşa Konuşup, tartışıyoruz Rum kesimini çoktan tanıdık!..

Uzun zamandır, Türkiye`nin "Kıbrıs Rum Kesimi"ni diplomatik olarak tanıyıp tanımayacağını tartışıyoruz.
Kıbrıs`taki soydaşlarımıza büyük eziyetler etmiş, katliamlar yapmış, uluslararası anlaşmaları dünyanın güzü önünde (onların göz yummasıyla) çiğnemiş, Türkiye gibi güçlü bir ülkeye çıban başı olmuş, uluslararası düzlemlerde karşısına çıkmış bir "Kıbrıs Rum Kesimi" var.

TAKİYYENİN DİK ÂLASI...

Yıllardır tırnak içinde "Kıbrıs Rum Kesimi" diye hitap ettiğimiz yer, aslında Kıbrıs`taki Rum Devleti. Tıpkı, KKTC yani Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti gibi. Ondan da öte. KKTC tanınmıyor, o tanınıyor.
Onlarca yıldır, bizim "diplomatik olarak tanımadığımız" Rumlar`a "devlet" olarak değil, "Kesim" olarak hitap ettik. Türkiye`yi yönetenler de, halka hep böyle yansıttılar. Ve bugünlerde de, artık AB üyesi olan Kıbrıs`taki Rum Devleti`ne hâlâ yöneticilerimiz -sözde- "Rum Kesimi" diyor. Oysa bizi aldatıyorlar...
Neymiş efendim, Rumlar`a liman ve havaalanlarımızı kullandırmıyormuşuz!..
Fakat Türkiye bir süredir Kıbrıs`taki Rum Devleti`ni tanıyor!..
Ama Hükümet bunu itiraf etse, Türk halkının tepkisini çekecek. Bunu yapmamak için bizi oyalayıp, "Kıbrıs Rum Kesimi" demeyi sürdürüyorlar.
Bildikleri ve kabul ettikleri gerçeği bizden gizliyorlar!.. Takiyyenin dik âlası yapılıyor!..
Bakınız, Rum Devleti`ni nasıl tanıdık?..
10 Ağustos 2006`da Trabzonspor Kıbrıs`a gitti ve gûya bizim "Rum Kesimi" dediğimiz, Kıbrıs "Rum Devleti"nin Apoel FC futbol takımı ile UEFA Kupası ön eleme maçı yaptı!..
Resmen tanımadığımız(!) bir ülkenin takımı ile resmi bir maç nasıl yapıldı?..
Bu uzun süredir gerçekleşiyor ve herkes üç maymunu oynuyor!..
UEFA devletler üstü mü?
AB derse, direniyoruz da(!), UEFA derse kabul mü ediyoruz?..

HAVA SAHAMIZI DEĞİL, TOP SAHAMIZI KULLANDIRIYORUZ!..

Sonuçta kim derse desin, bu oldu bittiyi kabul ediyorsunuz. Gerisi (UEFA`nın konumu, vereceği ceza, v.s., vs.) lâf.
Hepimiz de ekran başına oturup, televizyonlardan bu maçı izliyor ve bunu hiç düşünmüyoruz.
Bu son maç, başka açılardan da önemli. Biliyorsunuz, Rumlar`ın Trabzon bölgesinde Pontus emelleri var. Yunanistan`la birlikte bu konuda gizli ve açık pek çok faaliyet sürdürürken, Trabzonspor -tanımadığımız- Rumlar`la maç yapıyor. (Bunu Bekir Coşkun yazsa, herhalde çok daha mizâhi anlatırdı.) Şimdi, Rum Devleti`nin futbol takımı Trabzon`a gelecek ve bir maç daha yapılacak.
Sonuçta, Rumlar`a liman ve havaalanlarımızı kullandırmıyoruz ama top sahalarımızı kullandırıyoruz!.. Rum Kesimi`ne(!), resmi görevli göndermiyoruz ama, resmi maç için futbolcu gönderiyoruz..
Ve, biz Rumlar`ı tanimayruk!..

KODU MU OTURTMADI, DENİZE DÖKTÜ!..

Bu arada, Genelkurmay Başkanı nasıl olmalıdır, tartışması da sürüyor. Kodu mu oturtan başkanlar kadar diplomatik ve demokratik olanlar da savunuluyor.
Artık önceki Genelkurmay Başkanı diyebileceğimiz Sayın Org. Hilmi Özkök, "Herkes kendisine lâyık genelkurmay başkanı ister" demiş.
İşte o yüzden, bizler de Atatürk gibi Genelkurmay başkanları istiyoruz!
İçinden "Şimdi AB sürecinde Atatürk`ün yaptıklarını mı yapacağız?" ya da "O dönemler geçti" diye geçirip bunu yüksek sesle ifade edemeyenler, Atatürk`ü anlayamayanla ve Atatürk`ün "zamanlar üstü" olduğunu göremeyenlerdir...
Atatürk, kodu mu oturtmakla kalmıyor, bir de süngüyle dürtüp denize döküyordu. Barış zamanında dahi, Hatay için "askeri çizmelerini giyeceğini" açıklıyor; Bulgaristan`ın Varna limanına Yavuz zırhlısını gönderiyor; Çanakkale topraklarında yabancı bayrağı çekmeye yelteneceklere kelepçe takılmasını emrediyor ve daha neler neler yapıyordu.
Dün, bir köşe yazarı "Kodu mu oturtan komutanların feci olaylarını" yazmış. Biz Atatürk`ün dediğine bakarız. Büyük yol gösterici Nutuk`ta şöyle diyor:
"Lafla, politika ile, düşmanın aldatıcı vaatlerine kulak vermekle, askerlik vazifesi yapılamaz. Kumandanlık vazife ve mesuliyetini yüklenecek kadar omuzlarında ve bilhassa dimağında (beyninde, bilincinde, zihninde) kuvvet bulunmayanların feci sonuçlarla karşılaşmaları kaçınılmazdır." (Nutuk II, s.492)
Hi-LaL - avatarı
Hi-LaL
Ziyaretçi
23 Ağustos 2006       Mesaj #168
Hi-LaL - avatarı
Ziyaretçi
Hizbullah’ın şifreleri

Ne enteresan bir rastlantı değil mi, olayın üzerinden tam altı yıl geçtikten sonra FBI’ın tam da bugünlerde Türkiye’yi bir zamanlar dehşete salan 'Hizbullah' örgütünün şifrelerini çözmesi...

Bir yıl önce veya bir yıl sonra değil. Tam bugünlerde...

Yani:

Tam, Türkiye yakasından paçasından Lübnan’a doğru çekiştirilirken... Tam, Lübnan'daki Hizbullah’ın popülaritesi gözle görülmüş bir şekilde artmışken...

Diyebilirsiniz ki ‘’Ne alaka?...’’ ve Türkiye’deki Hizbullah’ın Lübnan’daki ile aynı örgüt olmadığını hatırlatırsınız... Tamam, sizin bizim gibi olayları dikkatle takip edenler bunu biliyor...

Ama, beyni televoleler ile uyuşturulmaya çalışılan büyük bir çoğunluğun hafızasındaki ‘esas’ Hizbullah resimleri, insanların kafasına çiviler çakan, onları betonlara gömen bir örgüte aitti...

Oysa ki Irak’ın işgali ile başlayan süreçte, ‘ABD ve İsrail vahşeti’, bütün diğer kötülük resimlerini olduğu gibi o resimleri de silikleştirmişti. Artık ‘Hizbullah’ denilince, giderek daha fazla insanın aklına Lübnan’da acımasızca katledilen Müslümanları koruyan ‘halk kahramanları’ gelmeye başlamıştı...

Dolayısıyla, Ortadoğu işgalinin şu aşamasında izlenecek en önemli stratejilerden biri de Hizbullah’ın her türlü yol denenerek yeniden ve güçlü bir şekilde ‘şeytan’, yani kötülüğün kaynağı olarak ilan edilmesiydi.

Bunun için, manipülasyon başta olmak üzere, dezenformasyon dahil her yol denenecekti.

Çünkü; İran ve Suriye’ye saldırmanın en gözle görülür ve önemli bahanelerinden biri ‘Hizbullah’...

Türkiye’deki Hizbullah’ın yeni çözülen şifreleri de, gündemimize yıllar önce hepimizi dehşete düşüren ‘çivici’ Hizbullah’ı getirerek, kamuoyunun bilinçaltında Lübnan’daki Hizbullah ile ilgili negatif çağrışımların oluşmasına hizmet edecektir.

Malumunuz, ‘’Savaşta her ayrıntı önemli, her yol mübahtır,’’ diyorlar...

NOT: Aman sapla saman karışmasın birbirine. Bu yazı bir 'Hizbullah' kıyaslaması değil. Sadece, Lübnan'daki Hizbullah'ın çıkış nedeni ile Türkiye'deki Hizbullah'ın çıkış nedeni arasındaki fark bile böyle bir kıyaslama yapmayı imkansız kılar.




Yazan: Dilek YARAŞ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
25 Ağustos 2006       Mesaj #169
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ yüzyılda bilimadamları yeni bir teknolojik ürün üzerinde çalışırken çoğunlukla doğadaki modellerden faydalanıyorlar. Son yıllarda doğada bulunan sistemlerden esinlenerek yapılan pek çok alet, sistem ve mekanizma insanlığın hizmetine sunuldu. Ve doğadaki modeller örnek alınarak yapılan bu alet ve mekanizmalar özellikle tıbbî endüstri, yapay zeka, robot teknolojisi, nanoteknoloji veya askerî donanım gibi sahalarda kullanılıyor.


Doğa taklit edilerek geliştirilen bu teknolojik ürünlere pek çok örnek vermek mümkün. Meselâ toksik (zehirli) olmayan ve yeniden kullanılabilir olup ışığın yansımasıyla renklenen levhalar bu yeni ürünlerden biri. Levhaları üreten bilimadamlarının ilham kaynağı ise tavuskuşları. Bilindiği gibi tavuskuşları tehlike ânında savunma amacıyla kuyruklarında bulunan renkli tüyleri açıyorlar. İlginç olan ise tavuskuşunun tüylerinin kahverengi renk pigmentlerinden oluşuyor olması. Yani, tavuskuşunun tüyleri aslında renkli değil. Ama biz bu tüyleri rengârenk algılıyoruz. Bu şaşırtıcı göz yanılmasının sırrını araştıran bilimadamları tavuskuşunun tüylerinde bulunan keratin proteinin güneş ışığını çeşitli şekillerde kırıp yansıttığını ve kahverengi tüylerin de böylelikle renklendiğini keşfetmişler. Ardından tavuskuşunun bu özelliğini taklit ederek bu bilgiyi trafik ve okul uyarı levhalarında ve bilgisayar ekranlarında kullanmışlar.



Hayranlık uyandıran bir başka doğa modelini ise gekolar oluşturuyor. Geko herhangi bir yüzeye tırmanan ve kayıp düşmeden bu yüzeye tutunabilen bir hayvan. Ayaklarında herhangi bir yapışkan ya da vakum yok. Tırmandıkları yüzeyde düşüp kaymadan durabilmeyi yüzeye düşük bir statik elektrik uygulayarak başarıyorlar. Bu bilgiyi alıp teknolojiye uyarlayanlar ise kumaş üreticileri. Bugün birçok fabrika yüzeye statik elektrik ile tutanabilen sandalye yüzleri üretiyor. Ve bu kumaşı yalnızca sandalyenin üzerine sererek yepyeni bir yüz elde etmek mümkün.

Dünyanın en dayanıklı malzemelerinden biri olan fiberglas da birçok hayvanda doğal olarak mevcut. Bu sağlam ve dayanıklı izolasyon malzemesine yaratıldığı ilk günden beri sahip olan hayvanlardan biri de timsah. Timsahın sırt derisindeki dokuda kolajen proteini lifleri bulunuyor. Bu lifler dokunun yapısını güçlendiriyorlar. Ve bıçağın, hatta bazen kurşunun dahi işlemediği bu doku fiberglasla aynı yapıda.



İngiltere’deki Kristal Saray'ın mimarı Joseph Paxton bu ünlü cam yapıyı inşa ederken suda yüzen nilüfer yapraklarının yapısından etkilenmiş. Paxton, önce nilüfer çiçeğinin yapraklarının kuvvetli bir yapıyla desteklenmiş olduğunu ve yaprağın merkezinden çevreye doğru yayılan lif şeklinde uzantılar bulunduğunu fark etmiş. Bu uzantıların arasının da çaprazlamasına yerleşmiş ince bir başka doku ile desteklendiğini gözlemlemiş. Ardından da nilüfer yaprağındaki bu yapıyı demir taşıyıcılarla, yaprağın asıl dokusunu ise camla özdeşleştirmiş. İşte bu sayede cam ve demirden meydana gelen, ama buna rağmen hafif ama bir o kadar da sağlam çatılı bir bina yapmayı başarmış.

Doğadaki modelleri inceleyip bu modelleri taklit ederek insanların problemlerine çözüm getirmeyi amaçlayanlardan biri olan Montanalı bilimkadını Janine Benyus, endüstriyel üretim sürecinde herhangi bir ürünün ortaya çıkarılmasını “ısıt, karıştır ve işle” süreci olarak tanımlıyor. Bu süreç için verilebilecek iyi bir örnek ise kevlar üretimi. Yelek veya miğfer yapımında kullanılan ve kurşun geçirmez bir madde olan kevların yüksek teknoloji kullanılarak üretilmesi safhasında petrolden elde edilen moleküller basınçlı sülfürik asit variline dökülüyor ve birkaç yüz derecede kaynatılıyor. Ve bu işlem sırasında çok fazla enerjinin kullanılması çevre için oldukça zararlı, zehirli yan ürünler çıkmasına neden oluyor. Oysa doğadaki üretim bundan çok farklı; çok sade olduğu gibi çok da zararsız. Örneğin bir organizma kemik, kolajen ve ipek gibi malzemeleri kendi bünyesinde üretmekte ve bu üretim esnasında "ısıt, karıştır ve işle" gibi bir süreç kullanmamakta. Öte yandan bir örümcek kevlardan çok daha sert ve elastik olan su-geçirmez bir çeşit ipek üretiyor. Ve bu ipek çelikten beş kat daha güçlü. Ne var ki örümcek bu ipeği su içerisinde ya da oda ısısında üretirken hiçbir ısı, kimyasal veya basınç kullanmıyor. Hepsinden öte, petrol çıkarmak için denizde kuyu açması gerekmiyor; bu maddeyi kendi kendine üretiyor. İşte Benyus, böyle bir sürecin lif endüstrisinde kullanılmasının sağlayacağı kolaylıklara şöyle dikkat çekiyor:

“Yenilenebilen hammaddeler, kaliteli lifler ve çok az miktarda harcanan enerji ve atıklar...” Ve ardından ekliyor: “380 milyon yıldır ipek üreten bir canlıdan öğrenilecek çok fazla şey var! Gerçek şu ki, canlılar bizim üretmek istediğimiz her şeyi yakıt tüketmeden ve gezegenimizi kirletmeden üretmeyi başarıyorlar.” *




Doğadan ilham alınarak yapılan üretimler elbette bunlarla sınırlı değil. Bu üretimlerden birini de abalon midye sedefi oluşturuyor. Abalon, araba, uçak gövdesi ya da rüzgar camı ile hem hafif hem de çatlama riskine karşı sağlam olması gereken bütün malzemelerde kullanılabilen, kendi kendine birleşebilen şeffaf bir kaplama. Kısacası insanoğlunun üretebileceği herhangi bir şeyden çok daha sağlam, ama asıl önemlisi, doğal bir madde olması. Mavi midye yapıştırıcısı ise bizim kullandığımız yapıştırıcıların tersine suda yapışkanlığını yitirmeyen ve bunun için de herhangi bir katalizöre ya da reaksiyon oluşturucu bir maddeye ihtiyacı olmayan bir başka mükemmel madde. Bu madde sayesinde boya ve astarlarda çok önemli yenilikler ve cerrahların dikişe ihtiyaç duymadan ameliyat yapabilmeleri mümkün. Midyeyi katı bir yüzeye bağlayan mavi midye lifi ise iki malzeme arasında birbirine uyumu sağlayan bir kolajen-ipek karışımı. Ve bu karışım robot kolları gibi hem sert hem de esneklik gerektiren alaşım malzemelerde kullanılıyor. Ayrıca bu liften plastiklere alternatif yalıtkan bir madde elde ediliyor. Bu madde kullanılıp atılan çatal-kaşık, tabak, bardak gibi malzemelerin kaplamasında kullanılıyor. Bir başka örnek olan örümcek ipeği ise yüksek ısı, yüksek basınç veya zehirli kimyasallar kullanmadan lif üretme imkanı tanıyor. Bugün herhangi bir malzemeden çok daha güçlü ve daha elastiki olan bu lif paraşüt tellerinde, süspansiyonlu köprü kablolarında, dikiş ipliklerinde, koruyucu giysilerde kullanılıyor.**




Hiç kuşkusuz, burada saydıklarımızın dışında daha pek çok ürün ve projeye rahatlıkla uyarlanabilecek sayısız doğa modeli mevcut. Tüm bunlar canlılığı büyük bir uyum ve kusursuzluk içinde yaratan Rabbimizin sonsuz ilim ve sanatının eşsiz birer tecellisi aslında. Rabbimiz insanların dünyada rahat yaşayabilmeleri için bütün bu incelikleri özel olarak yaratmış ve onların hizmetine sunmuş. İnsana düşense, sadece bunları keşfetmek ve kullanıma sokmak için çaba göstermek.

* Biomimicry Explained, A Conversation With Janine Benyus; www.biomimicry.net/faq_text.html
** Biomimicry
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Hi-LaL - avatarı
Hi-LaL
Ziyaretçi
31 Ağustos 2006       Mesaj #170
Hi-LaL - avatarı
Ziyaretçi
3 memurun direnişinin arkasındaki şok iddia! 31.08.2006
Bu olay çok büyüdü çok! İş, ‘Sahra Kimya’nın getirdiği madde white spirit mi, değil mi?’ sorusuna cevap bulmayı çoktan geçti. Çünkü; Sahra Kimya tarafından getirilen ve günlerdir gümrüklerde tartışma konusu olan malın, beyaz eşya sektöründe kullanılan white spirit olduğu gerek TÜBİTAK gerek ODTÜ gerekse Gümrük Müsteşarlığı’nda oluşturulan komisyon tarafından çok net bir şekilde ortaya kondu.


Teknik rapor okumayı bilmeyenler için, TÜBİTAK’ın malla ilgili 2 Haziran 2006 tarihli raporundaki tespitini bir kez daha yazıyorum:
‘...gönderilen üründe gerçekleştirilen tahlillerde söz konusu örneğin white spirit olduğu tespit edilmiştir. Örnek benzin değildir, ancak örnekte az miktarda parlama noktasının düşmesine sebep olabilecek düşük kaynama noktalı hidrokarbon bileşiklerinin varlığı tespit edilmiştir’.


Kısacası, bu mal iddia edildiği gibi ‘akaryakıt’’ değil. Bunu ben değil, resmi raporlar söylüyor. Artık bu konuyu tartışmaya gerek bile yok!
Tartışılması gereken asıl konu, ortada hiç olmadığı halde ‘trilyonlarca liralık yolsuzluğu, Gümrük Müsteşarı ve Başmüdüre rağmen, önlemiş gibi lanse edilen’ Fethi Taylan, Akif Ertekin ve Ahmet Hamdi Demirel isimli 3 muayene memurunun bu ‘şanlı direnişlerinin!’ nedeni!
Bu konuyla ilgili cevap verilmesi gereken şok iddiaların olduğunu bundan önceki yazımda vurgulamıştım. İşte o iddialar:


Sahra Kimya tarafından getirilen mal serbest bölgede, şu ana kadar Türkiye’ye giriş yapılmamış, sadece malın speklerinden birinin değişik olması malın white spirit olmadığını göstermez. Buna rağmen sanki kaçakçılık yapılmış gibi mala ‘akaryakıt’ damgası vurulması doğru mu?
Ortada malın white spirit olduğuna dair TÜBİTAK ve ODTÜ raporları varken, adı geçen bu 3 muayene memurunun, amirleri konumundaki Gümrük Müsteşarı ve Başmüdüre rağmen, bu direnişi göstermelerinin arkasındaki gerçek neden ne?


Piyasada, tartışmalara neden olan white spirit başta olmak üzere, petrol ve petrol türevleri getiren yabancı menşeili çok büyük bir şirket mevcut. Aynı zamanda bu sektörde varolma mücadelesi veren Sahra Kimya adlı başka bir şirket daha var. Bu tespitler ışığında, 3 muayene memurunun ‘şanlı direnişi!’ sonucunda, white spirit ithali sadece bu yabancı menşeili şirkete kalmış olmadı mı?


Bütün bu süreç esnasında söz konusu yabancı menşeili şirket, kaç ton white spirit ithal etti?


Piyasada suni sıkıntı yaratılarak, bir anlamda manipülasyon yapılarak, ‘white spirit’in tonu 750 dolardan 900 küsur dolara çıkarıldı mı?


Sahra Kimya’nın getirdiği malın, resmi raporlara rağmen, ‘white spirit’ olmadığı konusunda direnen 3 muayene memuru, piyasada tekel haline gelen bir firmanın dolaylı olarak önünü açmış olmadı mı?


Sahra Kimya’nın getirdiği malın ‘white spirit’ olmadığını, kendi yorumunu katarak hazırladığı soruşturma raporuna yazan Başmüfettiş Mehmet Eryılmaz, yukarıdaki iddiaları bütün detaylarıyla inceledi mi?
Bir bardak suda kopartılmaya çalışılan fırtınanın arkasında yoksa rant kavgası mı var?


Başmüfettiş’ten Gümrük Müsteşarı’na: ‘O halt etmiş’

Bütün bunlar olayın bir boyutu, bir diğer boyutu ise konuyla ilgili olarak Gebze Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunan Başmüfettiş Mehmet Eryılmaz’la ilgili. Eryılmaz’a, olayın ortaya çıktığı ilk günden bu yana ulaşmaya çalışıyorum. Gazetecilik etiği gereği, ortaya atılan iddiaları sorup, cevap bulmak için aradığım Eryılmaz’a şu ana kadar ulaşmam mümkün olmadı. Not bıraktığım halde, Eryılmaz herhangi bir dönüş yapmadı.


Eryılmaz’ın hazırladığı ve günlerdir basında da çok değişik şekilde okuduğunuz raporu, ben de okudum. Bu rapor doğrultusunda, olayın yolsuzluk ve kaçakçılık kisvesine nasıl sokulduğunu bir türlü anlayamadım. Raporu okuduğunuzda, TÜBİTAK ve ODTÜ’nün ‘bu mal white spirit’ tespitlerine rağmen, Eryılmaz’ın kendi yorumunu katarak, malın ‘white spirit olmadığını’ iddia ettiğini görürsünüz. Ancak, bu tür raporlarda ‘yoruma’ kesinlikle yer verilmeyeceğini gözardı edemeyiz.
Eryılmaz, Gebze Cumhuriyet Başsavcılığı’na sunduğu raporda olayı ‘toplu kaçakçılık’ suçlamasına soktu.


Peki Eryılmaz’ın, malın getirilmesi ile hiçbir ilgisi olmayan, sadece malı satın almak isteyen kuruluşlar dahi suçlanırken, malı getiren şirketin 2 yıldır tüm gümrük işlerini yapan gümrük komisyoncusunu, takibata mahal olmadığı gerekçesiyle, savcılığa vermemesi şaşırtıcı değil mi?


Eryılmaz’ın bu tasarrufta bulunmasının arkasında, söz konusu komisyoncunun, eski bir gümrük mensubu olmasının etkisi var mı?


Ayrıca, konunun ortaya çıkmasına neden olduğu iddia edilen Aziz Eren imzalı ihbar mektubunun sahte olduğu, yani bir anlamda olmadığı tespit edilmişken, Eryılmaz’ın, sanki böyle biri varmış gibi, Aziz Eren’in bulunamadığını ifade etmesi hazırladığı raporu tartışılır hale getirmez mi?


Bir başka soru da şu; Başmüfettiş Mehmet Eryılmaz, TÜBİTAK raporlarına göre hareket ederek, malın white spirit olduğunu söyleyen Gümrük Müsteşar Vekili Mehmet Şahin için ‘o halt etmiş’ cümlesini kullandı mı?


Eğer kullandıysa, daha olay hazırlık ve soruşturma aşamasındayken, Gümrük Müsteşar Vekili hakkında bu şekilde görüş beyan eden Eryılmaz’ın tarafsız olduğu söylenebilir mi?


Son bir soru daha; iddialara cevap vermesi için defalarca aradığım Mehmet Eryılmaz, gerek teftiş öncesi gerekse sonrası kendine ait cep telefonundan bazı gazetecilerle görüştü mü?


murat kelkitoğlu/star

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap