Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 19

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.821 Cevap: 211
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ocak 2007       Mesaj #181
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Benim vesikalıklarım
Köşe Yazısı ve Makaleler
Sponsorlu Bağlantılar
Vesikalık hepimizin derdi. Üstelik durup dururken “hadi gideyim de şöyle ağız tadıyla vesikalık çektireyim...” diyen kimseye rastlamadım. Genellikle yumurta kapıya gelince, panik içinde yaptığımız bir faaliyet.

Bu yüzden çoğunda bir “bitse de gitsek” ifadesi oluyor vesikalık fotoğrafların. Hele bir de gülümsemeye kalkmışsak daha da acıklı hale geliyor iş; ürkek bakışlarımız, dudaklarımızdaki sahte gülüşü ele veriyor.

***
Bu konuda üç parçadan oluşan bir “best of” listesine sahibim. Hepsi de birbirinden değerli çalışmalar.

İlk sırada, askerlik işlemleri için Fındıklı civarındaki bir fotoğrafçıda çektirdiğim vesikalık var. Amerika’nın yerel gazetelerinden birinde “gözlüklü seri katil” haberinin yanında rahatlıkla yayınlanabilir. Hani komşuların sonradan “çok sessiz, içe kapalı bir insandı. Otuz dört kişiyi nasıl doğramış, hayret...” dedikleri türden, cana yakın bir vatandaşa benziyorum orada.

***
İkinci sıradakini, nüfus kâğıdımı yenilemek amacıyla çektirmişim. Levent Çarşı’da fotoğrafçı ararken yağmur bastırmış, sucuk gibi ıslanmış bir halde geçmişim objektifin karşısına. Saçımdan damlayan sular, kafa kâğıdıma dikkatle bakınca bugün bile görülebiliyor. Üstelik o kadar zavallı, öyle masum bir gülümseyişim var ki, görseniz içiniz parçalanır.

***
Galerimizdeki üç numaralı eser, benim “Hırvat damat” diye adlandırdığım çalışma.

Üniversite yıllarımda, Bahariye’de “fotocu” dükkânı olan yaşlı bir amcayla ortak projemiz. Her baktığımda, evlenmek üzere olan, taşralı bir Hırvat genci geliyor nedense aklıma. İşlemleri halletmek ve kayınvalideye lokum almak için şehre gitmiş, bu arada babadan kalma ceketle uğramış fotoğrafçıya... Ön tarafı yatmayan kumral saçlar, bir çift kırmızı yanak ve çıkık elmacık kemiklerinden oluşan kompozisyonu, damadın yüzündeki şaşkın tebessüm tamamlıyor.

***
Beni gerçekten hüzünlendirmeyi başaran tek vesikalığım, ortaokuldan kalma yatılı öğrenci kartımın üzerindeki siyah-beyaz fotoğraftır da... Onu sözcüklerle anlatmama maalesef imkân yok. İsterseniz bir ara web siteme uğrayıp görebilirsiniz. Ağlamak yok ama.
Hi-LaL - avatarı
Hi-LaL
Ziyaretçi
26 Ocak 2007       Mesaj #182
Hi-LaL - avatarı
Ziyaretçi
Aşağıda okuyacağınız satırlar da eşini vatan uğruna şehit vermiş bir Türk kadınının haykırışı ... Haksızlığa, vatansızlığa,********liğe karşı bir haykırış..!!!.Ve satırlara sığdırmaya çalıştığı ise özleminin bir yansıması...

Sponsorlu Bağlantılar
İnsan olan bu kapaktan, mektuptan ders çıkarır mı bilemem...

Hepimiz Türküz, Hepimiz İnsanız!!!
4aa2640cf2
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Çözülme… Sevgilim
Ölüm denen o yoğun, kör karanlığın kederini, kahredici yalnızlığını ancak ben gibi ayrılıklara mahkum edilenler bilir…

Sen ***** kurşunlarıyla son nefesini verdiğin gün ben de dilimi mühürledim… Baban "Vatan sağ olsun, bir evladım daha var, o da feda olsun" diye ağlarken, 7 aylık oğlunu "emanetin" diye kalan son gücümle sıkı sıkı sarmıştım da nedense ayaklarım beni taşımıyordu. İki yanımdan koluma girmişlerdi, o an kalabalık bana çok gelmişti.. Kim bilir kaç kişilerdi.. Kasaba halkının yarısı arkamızdan geliyordu.. En önde giden sen! Üstüne örtülmüş al bayrağımdan gözlerime kızıl miller çekiliyordu… Son kez telefonda duyduğum sesin beynimde yankılanıyordu. "Hepinizi çok özledim…" "Özledim…" "Özledim…"

Susmuştum….

Oğlan büyüdü artık, her geçen gün biraz daha sana benziyor… Resimlerden tanıdığı sana özenerek saçlarını sen gibi tarıyor… O güldüğünde sanki sen gelip oturuyorsun karşıma… İçim ılık ılık kanıyor ama ne o gün ne ondan sonra, her sabah uyandığım ıslak yastığımı saymazsak, hiç ağlamadım.. Kavlimiz vardı unutmadım, "neden" diye hiç sormadım, bir ***** kurşunla yıkılmadım, rabbim verdi sabrını ne boyun büktüm, ne senden vazgeçtim..

Her gelen kara haberde, hangi şehrin şehidiyse oranın valisi, kaymakamı, esnafı, askerler, tanıyanlar, yakınlar…Şimdiye değin ağıtlarla, bayraklarla uğurladıklarımız kadar olmasa bile yine de kalabalıklar… Televizyon ekranından geçiyorum, ben de yürüyorum onlarla… Bir kez daha… Bir kez daha… Bir …

Sevgilim,

Sen de oralardan görebildin mi bilmem, bu günlerde buralarda zamansız bir kırlangıç fırtınası var… Hangi televizyonu açsam, bir kahramandan söz ediliyor… Gazeteciymiş.. Ürkek bir güvercin gibiymiş.. İnsanlar gözyaşları arasında onun ne kadar mert, ne kadar vatansever olduğunu anlatıyor… Gündüz gözü şehrin tam ortasında vuruvermiş zalimler… Gördüm adamcağızın nasıl yattığını o soğuk taştan kaldırımda… Üzerine gazete örtmüşler… Ayakkabısı da yırtıkmış… İçim acıdı…

Sahi sevgilim, operasyona gittiğiniz dağda, gecenin ayazında o karların arasında vurulduğunda karnın tok muydu ? Üşümüş müydü ellerin, esen deli rüzgar yaşartmış mıydı gözlerini? Bölücü hainlerle çatışırken, sağınızda solunuzda bombalar patlarken ne geçmişti aklından en son ? Bunları bilememek koyuyor insana, yine de mayınlara verdiğimiz şehitlerimizi düşününce şükrediyorum.. Hiç değilse sen parçalanmadın, vatan toprağında bütünsün, vedalaşırken kaskatı elini tutabilmiş, uzun uzun yüzüne bakabilmiş, mühürlediğim dudaklarımla solgun, soğuk alnından öpebilmiştim …

Diyorlar ki öldürülen gazetecinin adı Hrant Dink'miş, Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde Türklüğe hakaretten yargılanmış.. Kibarlık olsun, Türkleri incitmesin diye Ermeni soykırımı oldu demiyormuş da, Türkiye Ermenilere karşı suç işlemiştir bu suçu kabul etsin, iki devlet aralarında anlaşsın, gereken yapılsın diye yazıyormuş, söylüyormuş… Ermenistan da Türkiye'den toprak istiyormuş… Sen gibi şehit olanların canıyla kazanılan vatanın birazını "bize verin" diyormuş…

Günlerdir televizyonlarda bu gazeteci var sevgilim… Günlerdir kırlangıç fırtınası dinmiyor… Hükümetten birileri önermiş, Hrant Dink Türk bayrağına sarılsın demişler… Köşe yazarları da "Şehide ağıt" yazmışlar… Bize vatan uğruna ölenlerin şehit olduğu öğretilmişti.. Bayrak, vatan uğruna, vatana hizmet ederken can verene sarılır bilirdik…

Cenaze törenini canlı yayınla verdiler… Hem de Dünyanın her köşesinde… Ben de senin ve sen gibilerin cenazesini kalabalık sanırdım… Bütün yurt bizle ağlıyor, terörü lanetliyor bilirdim… Yurdun dört bir yanından çoluk çocuk, yaşlı, genç demeden koşturup gelenleri görmeliydin…Mahşer yeri gibiydi ortalık.. Hepsinin ellerindeki pankartlarda "Hepimiz Ermeniyiz" yazıyordu… Ne çok Ermeni varmış, şaşırdım! Sadece onlar mı ? Türkiye'yi düşman belleyenler de davetle gelmiş… Geliş paralarını da devlet ödemiş… Bu defa geçemedim ekrandan.. Yürüyemedim onlarla.. Burada cenaze böyle törenle defnedilirken, Ermenistanda da "Soykırım Anıtı" önünde tören yapmışlar... Acaba orada da "Hepimiz Türküz" diyenler oldu mu ?


Hani son konuşmamızda susmuştum.. İçimdeki korkuları göstermemek için boğazım düğümlenmiş, sesim çıkmamıştı… Şimdi söylüyorum… "Ben de seni ben de seni… BİLEMEZSİN NE ÇOK ÖZLEDİM SEVGİLİM"

Artık dilimdeki mührü çözüyorum, içimde biriktirdiğim feryadı salıyorum, gittiği yere gitsin kırlangıç fırtınasıyla… Böldürmemek için her biriniz siper ederek bedenlerinizi feda olmuştunuz vatana. Sizler kara toprağa bizlerse diri diri boşluğa gömülürken arkanızda yurdun dört bir yanından gelen "Ermeniler" yürümemişti.. Hiçbir yabancı televizyon acılarımızı dünyaya göstermemişti.. Karalara bürünen hayatıma, babasız büyüttüğüm evladıma karşın, yurdun dört bir yanında "hepimiz Ermeniyiz" diye haykıranlara da helal ettim hakkımı …


Kaynak: Kuvvai Milliye Derneği [ ÇÖZÜLME…Sevgilim ]Turkiye





MaTTo - avatarı
MaTTo
Ziyaretçi
14 Şubat 2007       Mesaj #183
MaTTo - avatarı
Ziyaretçi
Dünya Tarihinde Benzeri Olmayan Bir Aldatmaca:
Evrim Teorisi


150 yıldır, bazı insanların evrim teorisi gibi olağanüstü mantıksız bir inanca bağlanmaları, Allah'ın şeytanı kullanarak yarattığı çok büyük bir mucizedir. Bu mucizenin farkında olan akıl ve iman sahibi insanlar, 150 yıldır büyük hayretle, evrimcilerin şeytanın hilesini ne zaman farkedeceklerini beklemekte, onları uyandırmak için bilim ve akıl yoluyla türlü telkinlerde bulunmaktadırlar.
Yüzbinlerce profesörün, bilim adamının, üniversite öğrencisinin, doktorun, evrim teorisinin son derece mantıksız iddialarına gözü kapalı inanmaları, günümüzden en fazla 20 yıl sonra hayretle anılacak, karikatürlere, fıkralara konu olacak tarihi bir olaydır.
Evrime inananlar, evrimci bilim adamlarının kullandıkları latince terimlerin, son derece ağdalı üslubun büyüsüne kapılarak, "ne diyorlarsa doğrudur" demekte ve anlatılanların gerçekte ne anlama geldiğini dahi düşünmemektedirler. Bu insanları düşündürmenin en etkin yollarından biri, evrim teorisinin aslında ne iddia ettiğini olabildiğince açık ve basit bir anlatımla anlatmak, üzerlerindeki büyü gibi etkinin kalkmasını sağlamaktır.
Evrim teorisinin iddiaları akla ve mantığa tamamen aykırıdır
Evrim teorisinin bilim ve akılla açıklanamaz iddiasına göre, sonsuz evrendeki hiçlik, zaman içinde tesadüfen gelişen olayların neticesinde insanı meydana getirmiştir. Bu inanılması imkansız teoriye göre, tozun toprağın dahi olmadığı hiçlikte, önce toz, toprak, taşlar, sular, dağlar, okyanuslar kendiliğinden oluşmuştur. Sonra bunların karışımındaki bazı atomlar nasıl olduysa rastgele bir araya gelerek kalsiyum, fosfor, karbon gibi elementleri meydana getirmiştir. Bu cansız, aklı, hafızası, bilgisi, bilinci olmayan elementler de milyonlarca yıl içinde nasıl olduysa nefes alan, konuşan, düşünen, sevinen ve üzülen bir ruha sahip olan, icatlar yapabilecek zekaya, bilgiye, bilince sahip, hafızası olan, kütüphaneler dolusu kitaplar yazan insanlara dönüşmüşlerdir. Yani toz, toprak, çamur birikintileri, milyarlarca yıl içinde tesadüflerin etkisiyle eti, canı, kanı olan, olağanüstü fabrikalar inşa ederek bu fabrikalarda en son model arabalar üreten, uzay üsleri kuran, saraylar inşa eden, sanat harikaları meydana getiren insanlara dönüşmüştür. Taşın, toprağın tesadüfler sonucunda günün birinde insana dönüştüğüne inanmak, çocuk masallarına inanmaktan daha da mantıksız ve akıl dışıdır. Çocuklar dahi böyle bir masala inanmazlar.
Eğer evrimciler bu iddialarında samimiyseler, o zaman onların iddiasına göre bu sözde evrimin tekrar yaşanmaması için hiçbir sebep olmaması gerekir. Örneğin dünyanın en büyük bataklığına gidip, milyarlarca yıl sonra burada bir sarayın inşa edilmesini, birbirlerine vasiyet ederek bekleyebilirler. Bu bataklıkta oturup beklesinler, bakalım oradaki kayaların, taşların, çamurun içinde, sarayları inşa edecek bir insan oluşacak mı? Değil bir insan, çamurun içinde tek bir canlı hücresi meydana gelecek mi? Hatta, tesadüflere yardım etmek için bataklığın içini alabildiğince karbon, fosfor, azot, demir, magnezyum, oksijen gibi canlı hücresi için gereken elementlerle doldursunlar.
Burada tek bir canlı hücresinin dahi kendiliğinden oluşması kesinlikle mümkün değildir. Tek bir canlı hücresi dahi olağanüstü komplekstir; içinde enerji üreten santraller; yaşam için zorunlu olan enzim ve hormonları üreten fabrikalar; üretilecek bütün ürünlerle ilgili bilgilerin kayıtlı bulunduğu bir bilgi bankası; bir bölgeden diğerine ham maddeleri ve ürünleri taşıyan kompleks taşıma sistemleri, boru hatları; dışarıdan gelen ham maddeleri işe yarayacak parçalara ayıran gelişmiş laboratuvar ve rafineler; hücrenin içine alınacak veya hücreden çıkartılacak malzemelerin giriş-çıkış kontrollerini yapan uzmanlaşmış hücre zarı proteinleri vardır. Bu tanım, hücrenin en basit ve yüzeysel tanımıdır. Hücrenin tek bir özelliği dahi ciltler dolusu kitapla anlatılabilecek kadar kompleks ve ihtişamlıdır.
Tesadüfler, bir çamurun içinden böyle organize olmuş bir sistemi çıkartabilir mi? Tesadüfler, bu en küçük organize sistemi giderek daha da kompleks hale getirip, insan gibi bir varlığı meydana getirebilir mi? Tesadüfler, bir maymuna konuşmayı, güzel bakmayı, iltifat etmeyi, düşünmeyi, saraylar inşa etmeyi, medeniyetler, ülkeler kurmayı, gemiler inşa ederek kıtalar keşfetmeyi, laboratuvarlar kurmayı veya kendini oluşturan hücreleri inceleyerek deneyler yapmayı öğretebilir mi? Hangi tesadüf bir maymuna ruh verebilir? Bu soruların herbirinin cevabı, her insan için çok açık ve kesindir; tesadüfler ne insanı ne de insanın en küçük parçası olan hücreyi meydana getiremez.
Madem evrimciler bu imkansızlıklara inanıyorlar, o zaman saraylar inşa etmek, son model bir jaguar araba üretmek, köprüler kurmak için bir miktar çamur alıp başında beklesinler. Bu çamurda önce kendiliğinden tek bir hücre, sonra amipler, balıklar, kertenkeleler, atlar, maymunlar ve en sonunda insan oluşmasını beklesinler; sonra da bu insanın arabalar tasarlamasını, buluşlar yaparak medeniyetler kurmasını izlesinler. Bunun gerçekleşmeyeceğini aslında en koyu evrimci dahi çok iyi bilmekte, ancak aynı iddiayı latince terimler ve ağır bir üslupla anlatınca, bunun inanılabilir olduğunu zannetmektedir.
Yeryüzünde gördüğümüz tüm bu canlıların, eşsiz güzellikteki çiçeklerin, meyvelerin, birbirinden güzel tatların, kelebeklerin, ceylanların, tavşanların, panterlerin, kuşların, milyarlarca farklı görünümdeki insanların, bu insanların kurdukları şehirlerin, inşa ettikleri binaların, köprülerin bir çamur birikintisinden tesadüfen ortaya çıktığına inanmak, akıl kaybına uğramak demektir. Bu saçmalığa inanan insanların sayısının çok olması ise, bu akılsızlığı makul hale getirmez, aksine ortada mucizevi bir durum olduğunu gösterir. 150 yıl önce bir mucize gerçekleşmiş, amatör olarak biyolojiyle ilgilenen yaşlı bir adamın, bir deniz yolculuğu sırasında, hayal gücüyle ürettiği saçma fikirler, bir anda büyük bir kitleyi etkisi altına almaya başlamıştır. Bu saçma iddiaların bu kadar çok insanı büyü gibi sarması, Allah'ın yarattığı büyük bir mucizedir. Allah Kuran'da bazı insanların olmadık şeylere inanacaklarını, kuruntulara kapılacaklarını, ama bunları fark edemeyeceklerini bildirmektedir.
Evrim Teorisi Şeytanın Hilesidir; Şeytanın Hilesiyse Gerçekte Zayıftır
Allah, Kuran'da şeytanın insanları doğru yoldan saptırmak, onları aldatmak, en olmadık kuruntulara ve sapkınlıklara inandırmak, onlara hileli düzenler kurmak için yemin ettiğini bildirmektedir:
“Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır.
(Şeytan) Onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez. (Nisa Suresi, 119-120)
Geçmiş uygarlıklarda, bazı insanların ateşe, tahta putlara taptığını, Güneş veya Ay'ı ilah edindiklerini okuduğumuzda, bu insanların nasıl olup da böyle saçma şeylere inandıklarına şaşırırız. Bu insanlar, ayetlerde de bildirildiği gibi, şeytanın sevkiyle en olmadık kuruntulara kapılmakta, akıl ve mantık dışı şeyleri sanki bir büyünün etkisi altındaymış gibi doğru zannetmektedirler. Şeytan, elbette ki Allah'ın izni ve ona verdiği imkan ile, Allah'a iman etmeyen insanları kandırmayı, aldatmayı, onlara sapıkça şeyler yaptırmayı, onları Allah'ın dışında batıl güçlere inandırmayı ve hile yoluyla bu sapkınlıkları onlara makul göstermeyi kendisine görev edinmiştir. İşte evrim teorisi de, şeytanın bu görevini yerine getirmek için 150 yıldır kullandığı bir araçtır. Üstelik bu aracını, insanlığın en güven duyduğu şeylerden birinin, bilimin altına gizleyerek, kendince son derece güçlü bir silah edinmiştir. Hiç farkına varmadan şeytanın hilesine kananlar, profesör, rektör, öğretim görevlisi, doktor da olsalar, küçük çocukların dahi inanmayacağı şeylere inanır hale gelmektedirler.
Ancak onun bu silahı, sadece imanı olmayan, zayıf insanlar için etkilidir. Salih, samimi olanlar bu silahtan hiçbir zaman etkilenmezler ve şeytanın hilesini tüm açıklığıyla görürler. Allah Kuran'da, "... Hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır." (Nisa Suresi, 76) ayetiyle şeytanın aldatmacalarının zayıf olduğunu bildirmiştir. Bir başka ayette ise Allah, şeytanın muhlis olan kulları saptıramayacağını söylediğini bildirmektedir (Hicr Suresi, 39-40)
Ayetlerde bildirildiği gibi, Allah'ın izniyle, şeytanın hilelerinin samimi kullar üzerinde bir etkisi yoktur. İman edenler şeytanın hilelerine kapılmadıkları gibi, onun hilelerini, aldatmacalarını ortaya çıkararak, deşifre eder, şeytanın oyununu bozarlar.
Şeytanın hilesinden kurtulmak ise çok kolaydır. Bunun için sadece samimi olarak düşünmek yeterlidir. Samimi düşünen her insan evrim teorisinin iddialarının doğru olmadığını kolaylıkla görecektir. Evrimciler de, eğer çevrelerinin etkisinden kurtulur, "evrime inanmadığımı söylersem meslektaşlarım hakkımda ne düşünürler?" endişesini bir kenara bırakarak düşünürlerse, mutlaka çok açık olan gerçeği görecek, evrim gibi gerçekleşmesi imkansız bir senaryoya inanmaktan vazgeçeceklerdir. Allah bir ayetinde şöyle bildirmektedir:
(Allah'tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler, sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir. (Araf Suresi, 201)
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Şubat 2007       Mesaj #184
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hrant Dink'in öldürülüşünün üzerinden tam 1 ay geçti bugün...
Pek az olay, Dink suikastı gibi 1 ay manşette kalabilmiştir.
Bunu biraz da kolluk güçleri içindeki rakip kliklerin birbiri aleyhine sızdırdığı haberlere borçluyuz.
Haber kirliliğinin çerçöpünü ayıklayıp son 1 ayın kronolojik bir özetini yapmaya çalıştım.
Ürkütücü sonucu baştan söyleyeyim:
Devletin bir kanadı, suikastın ardındaki örgüt ortaya çıkmasın diye elinden geleni yaptı, son 1 ayda...

Ogün niye Samsun'da yakalandı?
Baştan başlayalım:
Ogün Samast'ın yakalandığı gece Başbakan'a yakın bir isimle konuştum: "Bir yanlışlık yapıldı. Yakalanmamalı, izlenmeliydi" dedi.
Gerçeği geçen hafta üst düzey bir Emniyet yetkilisine sordum.
"Doğru" dedi ve ayrıntısını anlattı:
"Samast, babasının ihbarıyla teşhis edilir edilmez bulunup Emniyet tarafından izlemeye alınmıştı. Otobüsle Trabzon'a gitmekte olduğu saptandı. Trabzon'da örgütüyle temas kurması beklenecek, böylece bütün bağlantıları ortaya dökülecekti. Durum Samsun teşkilatına bildirildi ve 'Sakın dokunmayın. Biz izliyoruz' denildi. Ama Samsun'da güvenlik güçleri şaşırtıcı bir operasyonla Ogün'ü yakalayıp Trabzon bağlantılarının ortaya çıkmasını engellediler."
Bu basit bir rekabetin sonucu mu, yoksa usta işi bir perdeleme operasyonu mu?
Sonraki gelişmelere bakınca 2. ihtimal daha ağır basıyor.

Samast yem mi?
Başta Samast'ın olaydan sonra yakalanmak ister gibi, çevredeki güvenlik kameralarının neredeyse tümüne poz vererek kaçması, başındaki beyaz bereyi bile çıkarmaması, silahını atmaması, "Yem olarak teslim mi edildi?" kuşkusu uyandırıyor.
O yakalandıktan sonra da, bazı devlet yetkilileri arkadaki örgütü gizlemek üzere seferber oldu adeta:
Daha soruşturma başlamadan İstanbul Emniyet Müdürü Cerrah ve Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay "Örgüt ilişkisi yok" açıklaması yaptılar.
Ardından yakalanan Yasin Hayal de "Arkamda örgüt yok" diyerek bu erken açıklamalara destek attı.
Oysa Hayal'in yakalanmasıyla örgüt çözülmeye başlamıştı bile...

İhbarlar ciddiye alınmadı
İlk ipucunu Trabzon'a teftişe giden Mülkiye müfettişleri ortaya çıkardı:
Cinayetin azmettiricisi olarak yakalanan Erhan Tuncel aslında polis ajanıydı ve Hrant'ın öldürüleceğini, cinayetten 11 ay önce, Trabzon Emniyeti'ne ihbar etmişti. Trabzon da bunu İstanbul Emniyeti'ne bildirmişti. Aynı ihbar Ankara'da İstihbarat Dairesi Başkanlığı'na da iletilmişti. Hem de son 6 ayda tam 4 kez... Hem de hedef Hrant'ın ve azmettirici Yasin Hayal'in adları verilerek...
Bu ihbarlara kulak tıkanmıştı.
Bitmedi.
Yasin Hayal'in eniştesi Coşkun İğci de kendisinin jandarma muhbiri olduğunu açıkladı. O da Hayal'in Dink'i öldürme planları yaptığını 2006 Temmuz'unda Jandarma istihbaratına bildirmişti.
Emniyet gibi Jandarma da bu ihbara itibar etmedi.

Biliyorlardı, önlemediler
Bu bilgiler, insanı aynı teşhise sürüklüyor:
"Biliyorlardı, önlemediler."
Soruşturmanın şu andaki kilit ismi KTÜ öğrencisi Erhan Tuncel...
Onun ismine Yasin Hayal'in telefon kayıtlarından ulaşıldı ve azmettirici olarak tutuklandı.
Hayal önce "Cinayeti kendim planladım, arkamda örgüt yok" derken, Tuncel'in ajan çıkmasından sonra, "Cinayet emrini Tuncel verdi" diye ifade değiştirdi.
Tuncel susma hakkını kullandı; henüz hiç konuşmadı.
Son 1 ayın özeti bu...
Çorap sökülmeye devam edeceğe benziyor. Ama şu ana kadarki söküklerin bile yamanması imkânsız görünüyor.

Can Dündar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Şubat 2007       Mesaj #185
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SEVERKEN TERK ETMEK
Güler misin, ağlar mısın? Yeni öğrendim ki, savcılık NTV'den 301. maddeyi tartıştığımız bizim Neden programının bandını istetmiş.
Programdaki konuşmalarda 301. maddeden dava açılabilecek suç unsurları olup olmadığını incelemek istemiş.
Programın konuşmacılarından biri Hrant Dink'ti.
Bence soruşturma sürdürülmeli ve bu ülkede ölümün bile kurtuluş olmadığı cemi cümleye iyice belletilmelidir.
***
Hrant, hakkında birbiri peşi sıra açılan davalar üzerine demişti ki:
"Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim."
Geç kaldı.
Dink'in katlini planlayan Yasin Hayal'in "Orhan Pamuk akıllı olsun, akıllı" tehdidinin ardından Pamuk da gitti.
Yaşar Kemal'le bir cenazede buluştuk geçen hafta... Taziyelerden sonra koluma girip "Hadi çıkalım şuradan" dedi, "Bu millet ölü sever oldu. Diriden esirgediği sevgiyi ölüye veriyor."
Gidip bir yerde baş başa yemek yedik.
Edebiyattan çok, ölümden konuştuk. Yazıdan çok silahlanmaktan, son romanından çok yurtdışına gidip gitmeme kararından...
***
Amaç da bu zaten; hayatı değil, ölümü konuşmamızı sağlamak...
Karamsarlık, umutsuzluk, korku yaymak...
Severken terke zorlamak...
Ve ülkeyi, beyni dışarı akmış bir mevtaya dönüştürmek...
Son haftalarda tribünlerden ırkçı sloganlar haykıran o öfkeli kalabalıklara, 1930'lar Almanya'sındaki Yahudi bilim adamlarının anılarını okumak isterdim..
Onlardan Ernst Hirsch ("Anılarım", TÜBİTAK, 1997), Almanya'yı hangi koşullarda terk ettiğini hicranla yazmıştır:
"Ülke içi politik durum her geçen gün daha da kötüleştiği halde yasaların güvencesi altında olduğumuza inanıyorduk. Zarar görebileceğimizi tasavvur edemiyorduk."
Bir yargıç olan Hirsch, gamalı haç pazıbentli genç ayaktakımının tehditlerine muhatap olmuştu. O tehditler, zamanla azınlıklara yönelik silahlı bir saldırganlığa dönüştü. Arkadaşları "Ülkeyi terk et" demeye başlamıştı.
Hirsch anılarında şöyle yazdı:
"Polis, Yahudilere saldırılmasına, onların aşağılanmasına seyirci kaldı. Halk da bütün bu zorbalıkları, bir film izler gibi kılını kıpırdatmadan seyretti. Sonunda yurtdışına çıkmaya karar verdim."
***
Benzer durumlar, değil mi?
Sonra ne olduğunu hatırlıyor musunuz peki?
Göç eden aydınlarla Almanya "beynini kaybetti" ve faşizmin kucağına düştü. Kafası koparılmış bir tavuk gibi kan saçarak etrafa saldıran Nazilerden kurtulmak, hem Almanya'ya hem dünyaya çok pahalıya mal oldu.
Yahudi bilim adamları mı?
Belki tribündeki ırkçılar bilmezler; onların bir kısmı Almanya'dan kaçıp Atatürk'ün Türkiye'sine sığındı.
Hirsch onlardan biriydi. İstanbul ve Ankara hukuk fakültelerinde, "çok iyi koşullarda" 20 yıl çalıştı.
Anılarında şöyle yazdı:
"Kendi vatanında aşağılanıp terke zorlanan ben, dünyanın bir ucundaki Türkiye'de saygıdeğer bir profesör olarak yaşadım."
***
Peki ne oldu bu ülkeye?
Ne oldu da zulümden kaçan aydınlara sığınak olan ülke, bugün kendi aydınlarının sığınak aradığı bir korku diyarı haline geldi.
"Beynini, yüreğini, vicdanını yitiren" ülkelere ne olduğu, tarih kitaplarında yazıyor.
Buna geçit vermemeliyiz.
CAN DÜNDAR
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Şubat 2007       Mesaj #186
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yangın Yerinin Hayaletleri

Yarın, Sabahattin Ali'nin 100. yaş günü...
"Başın öne eğilmesin" tembihiyle iki kuşaktır yere devrik gözlerimizi ufka çeviren yazarın asrını kutlayacağız yarın...
Seneye de 60. yıldönümü, yargısız infazının...

* * *

Düşünen beyinleri kurşunlama âdeti neredeyse demokrasiyle yaşıttır bizde...
Demokrasi 1946'da geldi; ilk yargısız infaz 1948'de...
O yıllarda da "gece, ümitsizlerin kalbinden karanlıktı".
Tedirgindi Sabahattin Ali de sokaklarda gezinen ürkek bir güvercin gibi...
Çıkardıkları "Marko Paşa" dergisi yüzünden hedef haline gelmişti.
Aziz Nesin'in imzasız bir yazısını sahiplenmiş, arkadaşının adını vermemek için hapse girmişti.
Daha bir sürü dava sıradaydı.
Duruşmalarını sağcılar basıyor, olay çıkarıyorlardı. Gazetenin binasına saldırıyorlardı.
Sabahattin Ali, üzerindeki baskının etkisiyle, kaygılar içindeydi. Bunları yatıştırmak için içki içiyor, tebdili kıyafet geziyor, arkadaşlarının evinde kalıyordu.
"Şehirler ona bir tuzak/ insan sohbetleri yasak"tı
Artık böyle yaşayamayacağını anlamış, kaçmayı planlamıştı.

* * *

"İki üç gece kuşu ötüşürken derinde/ Hayaletler uçuştu bu
yangın yerlerinde..."
Kaçtı Sabahattin Ali; bir peynir kamyonuyla aştı Edirne sınırını... Yanında kendisine yardımcı olsun diye muavin aldığı Ali Ertekin vardı. Sınırda mola verdiler.
Ertekin sinsice arkasında durdu.
Ve şiddetle Sabahattin Ali'nin beynine vurdu.
"Görüldü bir vücudun yerinde sallandığı...
Uzakta kaybolurken hızlı koşan adımlar,
Kucakladı kanlı bir vücudu kaldırımlar..."

* * *

Sabahattin Ali, o an hissettiklerini yıllar önce şiire dökmüştü zaten:
"Ölümün korkusudur şimdi beynini yakan.
Bir ıstırap nehridir ağzından dökülen kan.
Gözleri deli gibi fırlamış çanağından."

* * *

41 yaşındaki Sabahattin Ali'nin cesedi aylar sonra tanınmaz halde bulundu.
Katili Ali Ertekin ise sonradan bir kaçakçılık davasından yakalandı. Cinayeti "milli duygularla" işlediğini itiraf etti.
2 yıl sonra genel afla salıverildi.
Öykü tanıdık geldi değil mi?
Türk demokrasisi 60 yaşına geldi, ama Sabahattin Ali'den Hrant Dink'e kadar hiçbir şey değişmedi.
"Milli duygular"la kurşun sıkanlar...
Muhalif gördüğünü arkadan vuranlar...
Cinayetleri devlete hizmet sayılıp affa tabi olanlar... hiç eksilmedi.

* * *

Sabahattin Ali'nin 100. doğum yıldönümüyle birlikte, onun öldürülmesi üzerinden, yargısız infazların 60. yıldönümünü de idrak ediyoruz.
Kirli film "tekmili birden" yeniden vizyona giriyor. Kaldırımlar yeni kanlı vücutları kucaklıyor.
Kaçan kaçıyor; kaçamayan belalı bir tarih kitabının kayıp sayfalarına nakşoluyor.
Kulağımızda Sabahattin Ali'nin dizeleri çınlıyor:
"Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi olukla akan o kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?"

CAN DÜNDAR
*TeoDora* - avatarı
*TeoDora*
Ziyaretçi
27 Şubat 2007       Mesaj #187
*TeoDora* - avatarı
Ziyaretçi

ALKOLLU BIRININ KAZASINA KURBAN OLAN BIR KISININ HIKAYESI

ISTE Jacqueline SABURIDO, 19 EYLUL 1999
Köşe Yazısı ve Makaleler

BABASI VE SABRINA 1998’DE.

Köşe Yazısı ve Makaleler

VENEZUELLA’DA TATILDE
Köşe Yazısı ve Makaleler

6 YASINDAKI DOGUMGUNUNDE
Köşe Yazısı ve Makaleler

BIR AKSAM ARKADASLARI ILE.
Köşe Yazısı ve Makaleler

VE ISTE SABRINA’NIN ARABASINDAN ARTA KALANLAR.
EVINE DONERKEN 17 YASINDAKI BIR OGRENCI ARABASINA CARPTI. BU OGRENCI ICKILI IDI. VE BU 1999 ARALIK AYINDAYDI.

Köşe Yazısı ve Makaleler

KAZADAN SONRA SABRINA 40’TAN FAZLA OPERASYON GECIRMEK ZORUNDA KALDI.
Köşe Yazısı ve Makaleler

JACQUELINE ARABASI YANARKEN BULUNDU, VUCUDU 45 SANIYEDEN AZ BIR SUREDE YANDI.
Köşe Yazısı ve Makaleler

2000 YILINDA BABASI ILE BERABER.
Köşe Yazısı ve Makaleler

BAKIMI SIRASINDA
Köşe Yazısı ve Makaleler

KAZADAN 3 AY SONRA
Köşe Yazısı ve Makaleler

GOZLERINI ACIK TUTABILMEK ICIN GOZ DAMLASINA IHTIYACI VAR.
Köşe Yazısı ve Makaleler

SIMDI 20 YASINDA VE ASLA 3 YIL ONCE ALKOLLU OLDUGU ICIN KENDISINI AFFEDEMIYOR.

JACQUELINE’IN HAYATINI DURDURDUGUNUN BILINCINDE.
Köşe Yazısı ve Makaleler
HERKES ARABA KAZASINDA öLMÜYOR.
BU FOTO KAZADAN 4 YIL SONRA CEKILDI VE JACQUELINE HALA BAKIM ALTINDA. VUCUDUNUN % 60’I YANMIS DURUMDA.
Köşe Yazısı ve Makaleler
Alkollü araç kullanmayın.......
Gaza basarken biraz daha dikkat
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Mart 2007       Mesaj #188
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hafıza Müzesi
Rezalete bakın:
Hrant Dink cinayetini organize eden kişinin, istihbarat elemanı olduğu çıktı ortaya...
Bir yandan cinayeti örgütlüyor, öte yandan bu hazırlığı Trabzon Emniyeti'ne bildiriyordu.
Tam 17 rapor yazmıştı "Hayal, Hrant'ı öldürtecek" diye...
Hatta "Ensesinden vurulacak" diye tarif etmişti.
Bu raporlardan sadece 1'i İstanbul'a bildirilmişti.
Trabzon Emniyeti elemanın cinayetten aylar önce polisle ilişiğinin kesildiğini söylemişti.
Şimdi ortaya çıkıyor ki, ilişik kesmeden sonra elemanımız Trabzon polisiyle tam 25 telefon görüşmesi yapmış.
Sonuncusu ne zaman?
Hrant öldürüldüğü gün....
Ne konuşmuşlar?
Cinayetten 4 gün önce oda arkadaşı, bizim elemana sormuş:
"7.65'lik mermiler geldi mi?"
Eleman, telefonların dinlendiğini hatırlatarak azarlamış onu...
Bu görüşme kaydedilmiş.
Hrant 7.65'lik bir mermi ile öldürülünce kayıt, önem kazanmış.
Lakin Emniyet yetkilileri, görüşmeyi rapor ederken telefondaki ifadeye müdahale edip "7.65" ifadesini çıkarmışlar.
Müfettişler, tutanağı inceleyince "7.65" ifadesinin silinerek, delillerin karartıldığı ortaya çıkarılmış.
Peki biz bunları araştırarak mı öğrenebiliyoruz?
Ne gezer?
Fatih Altaylı'nın dünkü yazısına bakılırsa cinayetin sorumluluğunun Cerrah'ın sırtına yükleneceğini hisseden İstanbul Emniyeti, medyaya haber sızdırarak, karşı tarafın yani Ankara ve Trabzon Emniyeti'nin- açıklarını ortaya koymaya çalışıyor.
* * *
Ne çabuk unuttuk değil mi Hrant cinayetini?..
Suçlular da gücünü bu unutkanlıktan alıyor zaten...
Bu cinayetler, o belgeler, tetikçiler, yetkililer unutulur sanıyorlar.
Hafızası geçici olarak köreltilmiş toplumların günün birinde hatırlamaya başlayabileceğini bilmiyorlar.
Onlara ibretlik bir örnek vereyim:
Cumartesi günü, Arjantin'de 24 Mart 1976'da yapılan askeri darbenin yıldönümüydü.
Arjantinliler nasıl andılar darbeyi biliyor musunuz?
Son cunta liderini tutuklayarak...
30 bin kişinin hayatını kaybettiği 7 yıllık diktatörlük döneminde 4 bin muhalifin ortadan kaldırıldığı askeri kampın komutanı, bir internet mesajında taraftarlarına "Bizim yarım bıraktığımızı tamamlayın" dediği için tutuklandı. Ve yıllarca yönettiği askeri kampa kondu.
Arjantin basını "Her suçlu, suç mahalline geri döner" diye yazdı.
Cumhurbaşkanı, darbeden dolayı devlet adına özür diledi yurttaşlarından...
Genelkurmay Başkanı "diktatörlük ekonomisinin" işsizleştirme, sendikasızlaştırma politikasını eleştirdi.
Savunma Bakanı, kendi makamına "Devlet Terörizmi: Bir Daha Asla" yazılı bir plaket çaktı.
Hükümet, askeri rejim sırasında işlenen insan hakları suçlarının araştırılması için Silahlı Kuvvetler'e ait gizli dosyaların Ulusal Hafıza arşivine nakledilip kamuya açılması talimatını verdi.
Siyasal nedenlerle ülkesini terk etmek zorunda kalmış mültecilere yurtdışında geçirdikleri her gün için 25 dolar tazminat ödenmesi kararlaştırıldı.
Arjantin'de darbenin yıldönümü resmi tatil şimdi...
O gün Arjantinliler, "Bellek Müzesi"ne dönüştürülen eski askeri kampı gezdiriyorlar çocuklarına...
Ev hapsinde tutulan cunta liderlerinin konutlarına geziler düzenleniyor. Evlerin köşe başlarındaki levhalarda "Dikkat, katil çıkabilir" yazıyor.
* * *
Türkiye'nin bir "hafıza müzesi" olacak mı bir gün?
Bütün unuttuklarımız orada capcanlı saklanacak mı?
Resmi arşivlerdeki karartılmış belgeler, koruma altına alınmış katiller, onlara kol kanat geren yetkililer gün ışığına çıkarılacak mı?
Sorumlular yargılanacak mı?
Evet, olacak bunlar...
Bir gün hatırlayacağız.
Ve o günden sonra bir daha aynı kuyulara düşmeyeceğiz.

CAN DÜNDAR
green almond - avatarı
green almond
Ziyaretçi
10 Nisan 2007       Mesaj #189
green almond - avatarı
Ziyaretçi
Öncelikle merhaba! Msn HappyBir köşe yazısını sizle paylaşmadan önce belirtmem gereken birşey var.Gelecekte bir 'gazeteci' olmak istiyorum.En çok takip ettiğim sitede tam da sevdiğim meslek üzerine bir konu var ve ben ilgilenmiyorum.İlgilenmiyordum.Msn HappyBu duruma çok üzüldüm ve utandım açıkçası.
Bundan sonra,bu konuya daha fazla eklenti yapacağım.
Belirtmek istedim.Msn Happy
Türkiye'ye yakışır okullar için el ele
24596fa76c9a284cb42c8dali6

"Helasız köy okulunda minik öğrencilerin sıkışıklığı" haberi büyük ses getirdi. Ardahan'ın Altaş köyündeki okula her yerden yardım yağıyor. Oraya modern bir okul yaptırılacak..
Türkiye'nin dev firmalarından Palmali Şirketler Grubu'nun Azeri patronu Mübariz Mansimov köye yeni ve çok büyük bir ilköğretim okulu yapma kararı aldı. Projeye göre yaptırılacak okul, sadece Ardahan merkezine bağlı Altaş köyü öğrencilerine değil, taşımalı eğitim sistemiyle civardaki diğer pek çok köyün miniklerine de hizmet verecek. Palmali Grubu bu nedenle 10 kadar toplu taşıt aracını da Ardahan Valiliği'ne bağışlayacak. Şirket ayrıca çevre köylere de 100 adet prefabrik hela ve duş yaptıracak.

FENER FORMASI
Haberin yankıları bununla da bitmedi. Aynı konuyu işleyen atv Tozlu Yollar programında öğrencilerden birinin "Ben iyi top oynuyorum, İleride adaşım Tuncay gibi büyük bir futbolcu olup Fenerbahçe forması giymek istiyorum" dediği görüntüleri izleyen Aziz Yıldırım da çok duygulandı. İşte Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe kulübünün yapacakları: O küçük taraftarımızı göz yaşları içinde izledim. SABAH gazetesinden ricam o yavrumuzla birlikte ailesini de İstanbul'a getirmeme aracılık etmesi. Üniversiteyi bitirene kadar tüm okul masrafını ben üstleniyorum. Futbolcu olması ve ailesinin iş durumu için de kulübümüz yardıma hazırdır. Onu takımla birlikte antrenmana çıkarıp, Tuncay ağabeyi ile birlikte idman da yaptırmak istiyoruz. Maçı da locadan benim yanımda izleyecek."

REKTÖR MÜJDESİ
SABAH'ın haberinden son derece etkilenen bir başka isim de Gazi Üniversitesi Rektörü Prof Dr. Kadri Yamaç. Rektörün de haber merkezimizi arayarak söyledikleri şunlar: "O dağ köyündeki helasız ilköğretim okulu hepimizin ayıbıdır. Üniversitemiz adına civardaki 20 köyün daha tuvaletlerini yapmayı taahhüt ediyoruz. Ayrıca bölgeye kalabalık bir sağlık tarama grubu gönderecek, büyük miktarda ilaç ve sağlık malzemesi yardımı yapacağız." Aynı habere Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'ten de müjde niteliğinde açıklamalar geldi. Çelik; "Haberinizi okudum ve çok etkilendim. Bölgede pek çok kentte, kasaba ve köyde sadece okullarda değil evlerde de hela yok. Bakanlığımızın konuya ilişkin başlattığı bir çalışma zaten var. Bu konuda açacağınız kampanya ile siz bize biz de sizlere destek oluruz. El ele bu sorunu daha kolay çözeriz." diye konuştu.

CİMBOM KATKISI
Galatasaray yöneticisi ve işadamı Ergun Gürsoy adına oğlu Ali Gürsoy yazıişlerimize ulaşarak "Babam şu an ağır hasta. Ancak onun yerine ben bu kutsal görevi üstleniyorum. Haberi gazeteden okuduktan sonra çok etkilenmiştik. Tozlu Yollar programında seyredince de ağlamaktan gözlerimiz şişti. İlk etapta 10 milyar liralık bir meblağı Ardahan Valiliği'ne gönderiyoruz. Ayrıca tüm okulun araç gereç ihtiyaçlarıyla öğrenci kardeşlerimizin giyim kuşamı için yardım paketlerini yola çıkarıyoruz" dedi.

YAZIN TARLADA
Gerçekten de Doğu Anadolu'da pek çok yerde evler, okullar, işyerlerinde ve pek çok camide tuvalet, banyo ve abdesthane neredeyse hiç yok. Bölgenin 16 ilinde yaşayan yaklaşık 7 milyon kişiden 3 milyona yakınının evlerinde banyo ve tuvalet olmadığı sonuçlarına rastladım. Bölge insanı tuvalet ihtiyacını kışın ahırda yazın da tarlada gideriyor.

BİR HELAYA 134 ÖĞRENCİ
Okullar daha vahim durumda. Eğitim-Sen'in araştırmasına göre Türkiye'de, ilköğretimde, bir okulda ortalama 10-11 tuvalet bulunuyor ve 1 tuvaleti 134 öğrenci kullanıyor. Öğrenciler günde 1 kez tuvalete gitmek istese, bu 4 teneffüse bölünse, her teneffüste 1 tuvaleti neredeyse 30 öğrenci kullanıyor. Milli Eğitim Bakanlığı'nın "Güneydoğu'da kızların neden okula gönderilmediği" yönünde yaptığı araştırmanın sonuçları çok çarpıcı. Bu konuda en önemli neden, okullarda kız tuvaleti olmaması çıktı. Tuvalet yaptırma projesi ile 10 bin kız öğrencinin okula gideceği belirlendi.


SAVAŞ AY-SABAH GAZETESİ


kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
23 Nisan 2007       Mesaj #190
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Erguvanlar ve Boğaziçi


image007gk4




"İnsanların hayatta olgunluk çağlarının sık sık bayramları olur. Hem de bir günlüğüne değil, eski zamanlardaki XVII. Ve XVIII. Asırlarda olduğu gibi onbeş güne kadar sınırlandırılanları da var.

Tabiatın da böyle günleri az değil, hem de sayılı. İnsanlar zaman zaman bakarsınız geriliyor gibi görünür. Fakat tabiatın ölçülü ve muayyen programı vardır. O boyuna ilerler. İnsanlara da ölü olunan, fakat insan kadar diri tabiattan örnek almak yakışır. Türkiye’nin 32 milyonu barındıran bir tabiatı var. Fakat kendi şahıslarını geri bırakarak horlayanlar onu ihmal eder.

(şimdi yirmimilyon) İki milyonluk insanın da oturanlarınca hor bakılan bir İstanbul’u ve onun da Dünya’da eşi olmayan bir Boğaziçi vardır. Gerek orada gerek İstanbul’da oturanlar onun güzelliklerinden habersiz yaşar. O kadar ki dönüp bakmayanlar da çok.

İstanbul’u ve Boğaz’ı ihmal içi pembe gelinliklerini yer yer ve sık sık giymiştir. Nedir onlar? Erguvanlarını açmıştır. Birleşik Amerika’nın Washington şehrinde kırmızı çiçek açan ve diğer ağaçlar yerine kaim olan Japon elmaları ile doludur. Uzaktan ve yakından pembeleşen başşehri masraf, zaman ve emek harcayarak içten ve dıştan gelir görürler. Biz İstanbul’u ve Boğaz’ı ihmal edenlerin, tabiatın Boğaziçi’ni pembeleştiren erguvanlarından haberi yoktur. Dahili turizm için ne alakadar olması lâzım gelenler, ne belediye bir erguvan haftası yapsınlar ve halkı Boğaziçi’ne sürdürsün, akıllarından geçirmez.

Şimdiye kadar olanlar geçti, bu sene de geçmek üzere, Gelecek seneleri de şu faydasız dedikodularla vakit öldürenler ve ikiye bölünme istidatlarını gösterenlere bunu anlatamazsınız. Bu buhranlı senelerde ancak tuzu kuru olanlar bunları düşünebilir derler. Bunları söylemek istidadında olanlara sormalı; Binbir değişiklikler arasında tabiatın ruhlarınızı doyuracak güzelliklerinden uzak yaşamak ile işler düzelir mi?

İşlerin düzelmesi akl-i selimimize inanarak ve her ne pahasına olursa olsun boş vakit geçirmemeğe ahdetmekle mümkündür.

Vaktiyle, geçen asırda erguvan Şeyh Galib gibi şairlere, Ahmed Vefik Paşa gibi mütefekkirlere ilham vermiş.

Şeyh Galib; Gül mü güler, erguvan mı ağlar, diyor. İkisine de bakmalı. Ahmed Vefik Paşa erguvan zamanı Rumeli Hisarı’nda kütüphanesinden dışarı çıkarak bahçesinde erguvanların altında hava serin bile olsa oturmaktan zevk duyardı.

Erguvanı kargalar tahrip eder. Ya bizler bakmamakla ne cefalar çektiriyoruz. Öyle diyeceğim geliyor ki biz de dönüp seyretmemekle onların pembeliklerini yok ediyoruz. Erguvan ağacını Hazret-i İsa’ya nispet ederler. O zaman ismi Yude ve Urdun idi. Mevsiminde kızarması hakkında tâ o zamandan beri gelen bir efsanesi vardır.

ERGUVAN Farsça bir renk ismidir. İsmi rengidir. Gidenler hırsla ondan dallar koparır. Olmaz böyle şey. Zira suda, yerinde olduğu kadar güzel durmaz ve küser devam etmez, hem

bu vefasızlık neye?

image005ae4

bu vefasızlık neye?

Neden İstanbul’da Mayısa erguvan demezler. Neden Boğaz içine Erguvan Boğazı demezler, aklım ermez. Nedir bu tabiatı sevmemek ve ondan hislerimizi zenginleştirmemek? Yine İstanbullular değil de erguvan Boğaz’ın tadını çıkarıyor.

Erguvan yerlerinde gidip görülse, meselâ Boğaziçi vapurlarının ters istikamete giden boş zamanlarında her iki sahili görecek bir yerine oturup temaşaya dalınsa şu ilhâmları insan oğluna verebilir mi dersiniz? Verir, hem fazlasıyla. İşte misalleri:

- Erguvan sirayet eder mi? Git Boğaz’da gör, her tarafa nasıl kol atmış.

- Yeşil yapraklarından önce pembe meyvelerini çıkaran bu ağaca neye erguvan ismini vermişler? Onu bana değil ona sorun.

- Erguvan renginin farkında değil, bari sen ol!

- Erguvanı Boğaz’da vapurdan görmeli. Karadan geçip gitmek hem Boğaz’a ve hem erguvanlara hakaret.

- Erguvan yarışı var, koş Boğaz’a!

- Erguvana şiir söyleme, anlatamazsın. Kendisi şiir. Gör ve duy, kâfi.

- Erguvan geçmiş asırlar Boğaz güzelliklerinin pembe elbiseleri pembe libasları kırıntıları toplamış, onu sessizce terennüm ediyor. Göz musikisi buna derler.

- Erguvan seven vefalı ise yerinde görür, koparmaz.

- Her şey yerinde güzel, erguvan da.

- Erguvanım kim büyüttü böyle bir bi-perva seni

- Her gören gözden güzel, alâ seni.

- Erguvanı görmek ister misin? Gözünü terbiye et.

- Erguvanım sen senin ol, güzelliğin de benim.

- Yüzün ey sevgilim ne kadar da pembe. Onu sen erguvanıma sor.

- Cicidir erguvanım cici. O hâlde cicim erguvanım, erguvanım cicim.

- Büyüyüp erguvan olan küçük iken de öyle.

- Ey erguvan sana aşık oldum. Sen de hicâbdan pembeleşmiş renginle ilân et.

- Boğaz’ın nuru erguvan. Lâkin bu nur beyaz değil, pembe.

- Sana candan baktım, utancımdan pembeleştin. Bu ne tesirdir ki beni teşhir ettin.

- Ey yeşil ağaçlar, erguvanımın rengini kıskanmayın, sonra bedduâ etmem amma, sonbaharda yapraklarınızı dökerim.

- Renksiz nur olmaz. Onu Boğaz’da erguvanlar boyamış.

- Erguvana koku lâzım değil. Zira erguvanlığı kâfi. İki güzellik bir arada olmaz.

image005ae4
Erguvanım açtı gel
Güzelliği saçtı gel
Beni seven dostlarım
Deme, rengi kaçtı, gel."
image001xs6
Prof. Dr. Süheyl Ünver

Mayıs 1966 Sabah gazetesinde yayınlanmıştır.
alıntı

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap