Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 18

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.645 Cevap: 211
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
2 Eylül 2006       Mesaj #171
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Ölüm Gerçeği

Sponsorlu Bağlantılar



İnsanoğlu binlerce yıldan beri ölümü yok edemedi. Onu öldüremedi. Her gün, dünyaya veda eden ortalama 300.00 kişinin şahitliği bize bu ölümsüz gerçeği hatırlatıyor.

Çok azımızın özlediği, çoğumuzca istenmeyen ölümden hiçbirimiz kaçamıyor. En kudretli devlet başkanları, en yiğit savaşçılar bile onun karşısında boyun eğdiler. En bilgiç doktorlar kendilerini kurtaramadılar. Ne ilkçağın ölümsüzlük şurupları, ne de günümüzün en modern tıp teknikleri hayatın bu amansız takipçisiyle baş edemiyor.

Bütün insanlara eşit davranan ölüm; mevkî, meslek, servet, şöhret, ırk, din, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeden bütün kapıları çalmaya devam ediyor.

Hayat, ölüm olmadan sürüp gitse ne olurdu, bilinmez. Ama, bugünkünden kat kat kalabalık bir dünyada ve yedi nesil öncesiyle beraber yaşamak zorunda kalacağımız düşünülürse, en değişmez gerçeğe olan düşmanca bakışımızı bir ölçüde yumuşatmak gerekiyor. Ölümün de bir nimet olduğunu anlıyoruz. Gerçekten öyle. Eflâtun ona "nimetlerin en büyüğü" derken, hiç de haksız olmayan bir hükmü dile getiriyor olmalı.

Aslında ölümü kendimize biz düşman yapıyoruz. Zamana ve mekâna sığmayan arzularımızı, duygu ve düşüncelerimizi kırk-elli yıllık dar bir şeride sığdırma gayretimiz, bizim için ölümü tatsız kılıyor. Sonsuzluğu isteyen akıl ve kalbimizi, birgün işlemez olacak vücudumuzun emrine verdiğimiz; kabirden öteye geçemeyecek sevdaların, ancak kabre kadar sürecek dostlukların ağına kendimizi hapsettiğimiz an, iç dünyamızda bir bocalamadır başlıyor. Herşeye endişeyle baktıran, hayatın tadını kaçıran bir bocalama.

Ebediyet arzusu; yaratılış toprağımıza ekilen en kudretli tohum bu olsa gerek. Gelip geçici şeyler bize huzur vermiyor. Her ayrılık bizi acıya boğuyor. Asırlardır ebedî bir hayatın formülünü arıyoruz.

Antropoloji, arkeoloji gibi disiplinlerle desteklenen insanlık tarihi, insandaki ebediyet arzusunu açıkça ortaya koyuyor. Tarihçi ve sosyal ilimci Richard Cavendish, insanların eskiden beri bazı tabiî olaylardan hareket ederek âhiretin varlığına dair bazı işaretler çıkardıklarını anlatıyor. Kışla bahar, med ve cezir, geceyle gündüz, güneşin batışı ve yeniden doğuşu, ayın büyüyüp küçülmesi, ipekböceğinin kelebeğe dönüşmesi, çağlar boyu insanlığa öldükten sonrasının da var olduğunu ihtar ederek, ebediyet arzusunu tatmin edegeldi. İlkçağda Mısırlılar güneşi, Yunanlılar da kelebeği âhiretin sembolü olarak kullanıyorlardı. Aztekler de âhiret hayatını sembolize etmek için güneşi kullandılar. Hindular ise, solan çiçekleri dirilişin sembolü olarak görüyorlar. Ölüm sonrasına dair araştırmalarıyla tanınan Elizabeth Kübler-Ross, ölmesi kesin hastaların ekseriyetle kelebeği kendileri için yeni bir hayatın müjdecisi olarak gördüklerini belirtiyorlar.

İnsan ruhu sonsuzluğa meftun olduğu içindir ki, bütün semavî dinler ebedî bir hayat müjdesiyle, ölümün dehşet veren yüzünü aydınlığa çeviriyorlar. Ölümden 190 yerde söz edilen Kur'ân-ı Kerim'de, bütün âyetlerin üçte biri öldükten sonra dirilmeyle ilgili.

Bediüzzaman?ın çocukluğunda kendi nefsine dediği bir imtihanı, biz de şahsımız için uygulayalım. Bediüzzaman kendi hayaline, saltanatlı bir milyon sene dünya hayatı ile zahmet içindeki ebedî bir hayattan hangisini tercih edeceğini sorduğunda, "Zahmetler içinde de olsa, bâki bir hayat isterim" cevabını alıyor. Onun buradan hareketle çıkardığı hüküm şöyle:

"Demek en büyük fâni, en küçük bir âlet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor. İşte bu istidattandır ki (kabiliyet) insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş efkârı ve ebedî saadetlerin envaına yayılmış arzuları gösterir ki, bu insan ebed için halk edilmiş (yaratılmış) ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhânedir ve âhiretine bir intizar (bekleme) salonudur."

Eski Yunan ve Roma felsefesiyle beslenerek boyutları belirmeye başlayan maddeci anlayış, ölümün yorumunu da değiştirdi. Her düşünceye, her hükme şüpheyle bakan ve gözün görmediğine inanmayan bir yaklaşımla, ebedî bir hayatın varlığı da inkâr edilir oldu. Nitekim zamanla bir din hüviyetine bürünen ve görülenden ötesini reddeden pozitivizmin kurucusu Auguste Comte, "Ruhu ve ebediyeti aramak, insanlığın tekâmülü içindeki çocuksu bir merhalenin ürünüdür" diyordu. Âhiret inancı "isbat edilmediği için" inkâr edilince, yerini ölümün bir son ve hiçliğe açılan bir kapı olduğu "inancına" bıraktı.

Diğer yandan, kapitalizmi besleyen Protestan ahlâkını benimseyen insanlar da, öbür dünyadaki mevkiin, bu dünyada ne yolla olursa olsun en üst seviyeye ulaşmaya bağlı olduğuna inanıyorlardı.

Batıda bilhassa son iki asırda ortaya çıkan ve daha ziyade bir kargaşa şeklinde göze çarpan fikrî ve sosyal hareketliliğin ebedî hayatın inkârından kaynaklandığını söylemek fazla zor olmamalı. Ölümün bir yok oluş olarak kabulüyle insanın mutlaka öleceği gerçeğinin yol açtığı çelişki, Batı insanını -ve Batı düşüncesini benimseyen dünya insanlarını- birtakım yollara sevketti. Bir kere, intihara yeni bir kapı açıldı. İnkârcı düşünceler içinde bocalamaktan, kurtuluşu intiharda bulan insanlar görüldü. Eski Yunandaki sofestai düşünce "nihilizm" kılığına bürünerek yeniden ortaya çıktı. İnsanın zaten yok olduğunu, yok olan birşeyin bir daha yok olamayacağını telkin ederek, âdeta ölümün verdiği ıstırabı, dehşeti hafifletmek istiyordu.

19. Asır şiirlerinde sonsuzluk iştiyakının yanında, ölüm korkusu sık sık konu edilir. Yok olma acısının olmadığı huzurlu bir ölüm arzusu dile gelir. Fakat, korkusunu kendine bile itiraf edemeyen pekçok insan, hayalî oyuncaklar formülünü bulmuştur. Servetlere servetler eklenir. Huzur, istatistik rakamlarındaki büyüme alâmetlerinde aranırken yeni yeni oyuncaklar piyasaya sürülür. Radyo, sinema, otomobil, televizyon, bilgisayar oyuncaklarıyla eğlenir, gezer. Gününü gün eder, gündelik yaşar. Alkol ve uyuşturucu gibi "unutma" âletleriyle ne dünü, ne yarını hatırlamamaya çalışır. Bazı insanlar ise, geride bıraktıkları eserlerle yok olmaktan kurtulmuş olacağı ümitleriyle tesellî bulur.

Bediüzzaman, Batı felsefesinin temellerini ve tezahürlerini eşsiz bir vukufiyetle incelediği "Beşinci Nota"sında, Batının o günkü hâlini, yine ona seslenerek şöyle tasvir eder:

"Senin karanlıklı dehan nev-i beşerin gündüzünü geceye kalbetmiş (çevirmiş). Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceyi ısındırmak için yalancı, muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar sûrur ile (sevinçle) beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı hâllerinden eblehâne (ahmakçasına) gülüp eğleniyor. Herbir zîhayat (canlı) senin şakirdlerin nazarında zalimlerin hücumuna maruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir matemhâne-i umumiyedir (bir umumî matem yeridir). Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vaveylâlardır."

Fakat asrımızın ilk yarısında yaşanan iki dehşetli savaş, insanlığa unuttuğu bazı şeyleri hatırlattı. Dünya hayatının gelip geçtiğini, medeniyet fantazilerinin kalıcı olmadığını gösterdi. Ebediyet arzusunu yeniden uyandırdı. Fânî mahbublara gönül bağlamayan fıtrî ?aşk-ı insanî? yi kış uykusundan kaldırdı. Artık yavaş yavaş bu uyanışın tezahürlerini görmeye başlıyoruz. İstatistikler, Batı ülkelerinde âhirete inananların günden güne arttığını gösteriyor. Life After Life gibi, ölümden sonrasıyla ilgili kitaplar ?en çok satanlar? listesinde yer alıyor.

Milyonlarca insan, ruhun bedenden ayrı yaşayabileceğini telkin eden deneylere girişiyor. Bir LSD araştırması, uyuşturucu kullananların bir kısmının da, benzeri bir maksat güttüğünü açığa çıkardı. Ayrıca tıpta sağlanan ve hayatta kalma müddetini uzatmaya yönelik gelişmeler, vücut sağlığını korumayı hedefleyen çeşitli metodların gördüğü rağbet, ebedî hayat arzusunun yaşadığımız dünya dışına çıkamayan tezahürleri olarak nazara çarpıyor.

Büyük mütefekkir Muhammed İkbâl'in yıllar önce söylediği gibi, yıkılan dünyanın küllerinden yeni bir âdem ve yeni bir âlem çıkmaya hazırlanıyor. Son birkaç asırda dünya imtihanında felsefesinin sözlerine kulak veren insanlık, görmediğini inkârın kendi yaratılışıyla çelişmesi sonunda yaşadığı kaosu aşmak için ilâhî vahye yöneliyor. Hayatı yeniden keşfediyor. Ölümün, yaratılışın gerek ve gerekçelerini hatırlattığı ama dehşet vermediği huzurlu bir hayatın eşiğine adım atıyor.

Perspektifi dünya genelinden alıp, bir de kendimize çevirelim. İmtihan sırrı, hepimizi bir tercihle karşı karşıya bırakıyor. Âhireti kabul veya reddetmek elimizde. Ölümü bütün dostlarımızdan, sevdiklerimizden, herşeyimizden bizi ayıran bir darağacı veya gelmiş geçmiş bütün dostlarımızla yaşayacağımız bir hayata açılan kapı hükmüne getirmek bize bağlı.

Âhiretin varlığını öldükten sonra anlamak, insanoğlunun ne dünya huzurunu, ne de ebedî hayatın kurtuluşunu netice vermeyecek. Bizi bekleyen sonsuz hayat için açılan imtihanı başarmak, ömrümüzü hesap gününün sahibinin emrettiği istikamette geçirmemizi gerektiriyor. İşte o zaman ölüm bir darağacı, bir ebedî ayrılış, hiçliğe, yokluğa çürümeye, unutulmaya, kopkoyu bir karanlığa açılan kapı hüviyetinden çıkıp, ölümün olmadığı, gelmiş ve gelecek bütün sevdiklerimizin toplandığı, Allah'ın emirlerine uymuş olmanın mükâfatının verildiği âleme geçmek için bir basamak haline gelecek. Ancak bu sayede ölüm, hayatımıza bir mânâ, huzur ve mutluluk katacak.
Yoksa şu perişan dünyada başıboş insanlar arasında, meyvesiz bir hayatta, sahipsiz, koruyucusuz bir şekilde bütün dünyaya sultan olsak kaç para eder? Bütün dünya saltanatı bize verilse, hergün dünyaya veda eden yüz binlerce şahidin bize verdiği "yok oluş" endişesinden gelen elem ve acıyı kaldırabilir mi? Elbette kaldıramaz. İşte bundan sonraki sayfalarda yer alan yazılar bu arayışın ve seslenişin bir ifadesidir.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
21 Ekim 2006       Mesaj #172
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
AB, Türkiye'ye muhtaç, Fransa bunu dikkate almalı!
Fransa Milli Meclisi, bir kez daha, bir görüşme içinde yolunu şaşırdı ve sonuçları düşünmeden bir oylama yaptı. 12 Ekim 2006'da, Fransa'yı son aylarda birkaç tartışma yaratan lois mémorielles [toplumsal hafızaya ilişkin kanunlar]'dan, özellikle aralarından sömürgeciliğin "pozitif rolü" ile ilgili olanından, hiçbir ders almayan 106 Fransız milletvekili, XX. yüzyılın başında Doğu Anadolu'da gelişen trajik olayların soykırımsal niteliğini yok sayan her türlü ifadeyi müeyyideye bağlayarak, yanlış adımlarına yeni bir adım daha ekledi.
yorum3
Bugün bizim konumuz, bu vahim siyasi hataya karşı mücadele etmek için ortaya konulan sayısız argümanı tekrar değerlendirmek yerine, daha çok böyle bir oyunun sonuçlarının neler olacağıdır.
Sponsorlu Bağlantılar
İlk sonuç, şüphesiz, Paris'le Ankara arasındaki ilişkilerin bozulmasıdır. Bu sonuç, yıllardır iki ülke arasında köprülerin kurulmasına çalışan; Türkiye'nin ve Türk toplumunun etkileyici gelişimini daha iyi tanıtabilmek için harekete geçen; Türkiye'nin Avrupa Birliği içinde tam üye olarak yer alabilmesinin kavgasını verenler için korkunç bir durumdur, [onlara] gerçek bir çaba israfı duygusu vermektedir.
Gerçek bir cumhuriyetçi olarak, iyi örgütlenmiş bir baskı grubunun parlamento kararları üzerinde bu şekilde baskı kurabildiğini saptamaktan dolayı ayrıca üzüntü duyuyorum. Hiç kimse yanılgıya düşmesin, burada söz konusu olan, hem [cumhuriyetçi] ilkelerimize hem de ulusal çıkarlarımıza tümüyle aykırı olan, Fransa'nın dış siyasetinin bir nevi cemaatçileştirilmesinin ifadesidir.
Fransa Cumhuriyeti ancak uluslararası hukuka uygun hareket ederse ve -tıpkı 2003'te Irak'a karşı Amerikan-İngiliz saldırganlığı sırasında uluslararası çevrelerde gösterdiği gibi- tek taraflılığı reddeder; ya da uluslar ve devletleri uzlaştırmaya çabalarsa; ya da en hafif ifadeyle kriz içinde olduğunu söyleyebileceğimiz Avrupa projesinde yerini tam olarak alabilmek için tüm imkânlarını kullanırsa görevini yerine getirmiş olacaktır. Fransa, ancak böyle yaptığı anlarda, kendisine ait olan sorumlulukların mevkiinde davranmış olmaktadır.
Durumu tüm ayrıntılarıyla açıklamayan bu üç nedenden dolayı 106 milletvekili bu yola sırtını döndüler: Kararlarıyla Türklerle Ermeniler arasında toplumsal hafızaları uzlaştırma çabası için uğraş verenlerin kavgasını güçleştirdiler; Ermeni sorununun Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girme hedefini engellemeye çalışanlarca araçsallaştırılmasına katkıda bulundular; ve simetrik bir etkiyle Türkiye'de Avrupa Birliği'ne girme hedefine karşı olan çevreleri de güçlendirdiler. Bu müracaatta ve oylamada yapılan her şey, gerici milliyetçilikleri ve korkuya dayanan milli egemencilikleri cesaretlendirmeye katkıda bulunarak, hatalı olmuştur!
Bu nedenle parlamenterlerin, hiçbir zaman terk etmemiş olmaları gereken, siyasal aklın alanına geri dönmeleri ve bu tartışmaları yatıştırmayı hedefleyen girişimleri başlatmaları gerekiyor.
Böylece Fransa, sürecin yavaşlatılmasını denemeye dört elle sarılmayı bırakıp, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğine eşlik etmekteki yerini tekrar almalıdır. Titiz olmak, engelleri artırmak demek değildir, hatta bunun tam tersidir. Paris en kısa zamanda Yukarı Karabağ sorununu uluslararası hukuk kurallarına saygı çerçevesinde çözmeyi hedefleyen Minsk Grubu'nu yeniden harekete geçirmelidir. Son olarak Fransa, Türkiye'ye, yeniden şiddetlenen ve komşusu Irak'taki durumun kötüleşmesiyle yayılma tehlikesi gösteren, maruz kaldığı terörist saldırılara karşı etkin bir biçimde mücadele edebilmesi için yardıma koşmalıdır.
Şüphesiz bu tür girişimler bir sihirli değnek dokunuşu gibi, birikmiş olan sorunları hemen çözmeyecektir, ancak iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulmasını durdurmak için elzem olan bir tepkiye işaret edecektir.
Fransa'da seçimlere yönelik ve cemaatçi girişimlere karşı mücadele etmek her zamankinden daha ivedi, Türkiye'nin Avrupa Birliği'yle bütünleşmesinin, her iki ülke için güçlendirici bir etken olduğunun ve bunun hedef olarak kalması gereğinin anlatılması da her zamankinden daha gereklidir. Önümüzde bulunan, özellikle bazı adayların, aday oldukları makamlara layık olmadıklarını göstererek, bir kez daha Türk dosyasını hayali bir korku nesnesi olarak araçsallaştırmaktan kaçınmayacakları bu seçim döneminde ortaya çıkabilecek sıkıntıları da küçümsemeyelim. Birçok nedenden ötürü Avrupa Birliği Türkiye'ye muhtaçtır, bu nedenle Fransa, düşmanca işaretler yollayacağına, her zamankinden daha fazla, ortağımız, müttefikimiz ve özellikle dostumuz olarak kalması gereken [Türkiye] ile ilişkisini yeniden ele almalı ve bu konuda ilerlemek için çaba göstermelidir. Msn Star Bu yazıyı Zaman için kaleme alan Fransızların dünyaca ünlü tarihçisi ve siyaset bilimcisi Didier Bilion, Fransa Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Enstitüsü Başkan Yardımcısı olarak görev yapmaktadır.
DIDIER BILLION
21/10/2006

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Kasım 2006       Mesaj #173
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ermeni tarihçiden Ermenistan'a cevap

Ermeni tarihçi yazar, Levon Panos Dabağyan, tehcirin Ermenistan'ı ilgilendirmediğini belirterek tarihte Ermenilere 'teba-ı sadıka' denilmesinin nedenini açıkladı.


Ermeni Tarihçi-Yazar Levon Panos Dabağyan, ''Tehcir, Ermenistan ile Türkiye'yi ilgilendiren bir konu değil, Türk Ermenisi ile Türkiye'yi ilgilendiren bir konudur'' dedi. Dabağyan, CHP İstanbul İl Başkanlığında düzenlenen ''Gün Işığında Ermeni Meselesi'' konulu toplantıda yaptığı konuşmada, tarihte Ermenilerin, gayrimüslimler içinde Türklere en yakın olduklarını dile getirerek, Ermenilere ''teba-ı sadıka'' adının da verildiğini ifade etti.

Türkler ile Ermenilerin bin yıl beraber yaşadıklarını, 1. Dünya Savaşı sırasında ise birbirlerine düşürüldüklerini kaydeden Dabağyan, Ermeniler ile Türkleri birbirine düşürenlerin kimler olduğunun da bilindiğini ifade etti. Dabağyan, ''Osmanlı'nın direklerinden biri Ermenilerdir. O direği nasıl kırdılar? Ermenilerin arasına Katolikliği soktular. Bunu Fransızlar yaptı. Protestanlığı soktular, bunu da İngilizler yaptı'' diye konuştu.

Dabağyan, Ermenilerin aslının Gregoryan olduğunu da savundu. Ermenilerin, Selçuklular döneminde Malazgirt Meydan Savaşı sırasında Türklerin tarafında yer aldığını ifade eden Dabağyan, tüm bunların, tarih kitaplarında yer almasına rağmen her iki halka da anlatılmadığını, daha sonra da Türkler ile Ermenilerin çeşitli oyunlarla birbirlerine düşürüldüklerini anlattı. Dabağyan, ''Ermeniler, 1915'te tehcire tabi tutuldular. Ama Batılıların dediği gibi soykırım diye bir şey yoktur, tehcir vardır'' dedi.

''Tehcir sırasında dönemin ittihatçı çetelerinin Ermenileri öldürdüğünü'' savunan Dabağyan, hatta evlerinde Ermeni gizleyen Türklerin de kötü muamele gördüğünü söyledi. Dabağyan, tehcir konusunun Türkiye ile Ermenistan arasında bir konu olduğunun sıklıkla dile getirildiğini de kaydederek, ''Tehcir, Ermenistan ile Türkiye'yi ilgilendiren bir konu değil, Türk Ermenisi ile Türkiye'yi ilgilendiren bir konudur'' diye konuştu.

-''GİDİP NEYİ ANLATACAĞIZ''-

Son dönemde Fransa ile yaşanan sıkıntılara da atıfta bulunan Dabağyan, ''(Bir komisyon kurup, Fransa'ya gidip bunları anlatalım) diyorlar. Fransa, Adana'ya Fransız üniformalarıyla Ermenileri getiren ve Türkleri öldürten değil miydi? Biz gidip neyi anlatacağız. Adamlar her şeyi biliyor, çünkü kendileri hazırladı'' şeklinde konuştu. Fransızların, Türkiye ile Ermenistan arasında iyiye giden ilişkileri bozmaya çalıştığını savunan Dabağyan, yasa teklifiyle de bunun başarıldığını, artık yasaya da gerek kalmadığını, Fransızların büyük bir ihtimalle ''Türkiye ile ilişkileri bozmayalım'' diye yasayı geri çekeceklerini iddia etti.

Zaman zaman ''Birbirimize tahammül etmemiz gerekiyor'' şeklinde ifadeler kullanıldığını, ancak Türkler ile Ermenilerin birbirine tahammül etmesi değil, birbirini sevmesi gerektiğini dile getiren Dabağyan, Türkiye Ermenilerine Atatürk'ün ölümünden sonra kimsenin sahip çıkmadığını da söyledi. Son dönemde Cemal Paşa'yı da Ermenilerin öldürdüğüne ilişkin iddiaların bulunduğunu anlatan Dabağyan, Cemal Paşa'yı Bolşeviklerin öldürdüğünü, katillerini kovalayan itfaiye erinin Ermeni olduğunu, onun da öldürüldüğünü kaydetti.

Dabağyan, Asala cinayetlerinin de temeline inilmediğini söyledi. Zaman zaman ''Bu işi tarihçilere bırakalım'' dendiğini de kaydeden Dabağyan, ''Bunun tarihçilerle bir ilgisi yok. Türk Ermenisi ile Türk el ele verip, bu vakayı ortadan kaldırmalı'' dedi. Ermenilerin tarihine de işaret eden Dabağyan, ''Biz aynı Türk gibiyiz. Aynı kanı taşıyoruz. Bayındır boyu biziz'' diye konuştu.

Dabağyan, Anadolu'da Ermenilerden dönme Aleviler bulunduğunun bilindiğini ve bunların tekrar Hristiyan yapılmak istendiğini de iddia etti. Dabağyan, ''Sen Türk değilsin'' demenin kendilerine bir hakaret olduğunu ifade ederek, ''Madem ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, o zaman Türküm. Amerika'daki Ermeniler Amerikalı oluyor da niye Türkiye'deki Ermeniler Türk olmuyor?'' dedi.

Türkiye'deki Ermenileri siyasi açıdan Patrikhane'nin temsil etmesinin yanlış olacağını da kaydeden Dabağyan, ''Patrikhane bizi dini açıdan temsil eder, dünyevi açıdan ise bizi Çankaya ve TBMM temsil eder. Bizden niye milletvekili olmuyor?'' sorusunu yöneltti. Halen, Önce Vatan gazetesinde köşe yazarlığı da yapan Dabağyan, Türkiye Ermenilerinin tarihine ilişkin bir kitap yazdığını belirterek, Türk Hükümetinin, bu kitabı İngilizce'ye çevirerek gerçekleri görmeleri için Avrupalılara göndermesini istedi.

AA

03 Kasım 2006 00:29
Hi-LaL - avatarı
Hi-LaL
Ziyaretçi
16 Kasım 2006       Mesaj #174
Hi-LaL - avatarı
Ziyaretçi
Masonları youtube korkusu sardı

Köşe Yazısı ve Makaleler


Yüzyıllardır gizlilik geleneğini bozmayan masonlar, son günlerde ilginç bir tartışma yaşıyor. Teknolojiden yararlanarak localar arasında canlı yayın sistemi kuran örgüt, 'gözetlenme' endişesine kapıldı.

Farklı illerdeki localarla ortak tören yapılması, 'hacker' korkusunu da beraberinde getirdi. Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın dergisi Tesviye, son sayısında bu konuyu işledi. Sadece masonlara dağıtılan dergi, Ankara, İstanbul ve İzmir'deki dört locanın video konferans yöntemiyle tören yapmasını 'Masonluk ve gelişen iletişim teknolojileri' başlığıyla duyurdu. Örgütün ilk kez kullandığı yöntem 'biraderler'e müjde olarak aktarıldı. Ancak, 'görüntülerin ele geçirilmesi' korkusuna da özel bir bölüm ayrıldı. Yazısında bu konuyu işleyen Üçnur Locası'ndan Hakkı Büyükçivitçioğlu, teknolojinin güvenli bir ortam olmadığını vurguladı. Gazeteci Büyükçivitçioğlu, şu uyarılarda bulundu: "Çalışmalarımız bir gün kanalların birinde ya da bir internet sitesinde yayınlanabilir. Çünkü bu sefer kapıya 'düzensiz' vuran olmayacak, hatta biri bizi gözetlerken ruhumuz bile duymayacak. Hacker'ların hedefi olmama adına bazı tedbirleri baştan düşünmek zorundayız."

Kendisi de bir medya mensubu olan Üçnur Locası'ndan Hakkı Büyükçivitçioğlu, bu endişeyi giderecek önlemler üzerinde çalışılmasını istedi. Adını gizli tutan bir loca başkanı, "Bu online sistemin denemesi yapıldı. Fakat yaygınlaştırılması yönünde henüz talimat gelmedi. Sanırım önümüzdeki aylarda yaygınlaştırılacak." diyor. Canlı yayın sayesinde hizmet içi eğitim anlamında konferans, seminer ve diğer eğitim çalışmalarının farklı illerdeki localara ulaştırılacağını aktarıyor. Fakat çalışmanın sadece bunlarla sınırlı kalmayacağını, 'mahrem' bazı özel çalışmaların da online olarak diğer vadilerdeki (illerdeki) biraderlere ulaştırılacağını bildiriyor. Bu tür çalışmaların dışarıya sızmasının çok tehlikeli olabileceğini ifade ederek, "Eğer dışarı sızarsa iyi olmaz. Böyle bir kaygının olduğu muhakkak. Gerekli tedbirlerin alınacağı belirtildi." vurgusunu yapıyor.

Masonlarda, 'gizlilik' en önemli unsurlardan biri. 33 dereceden oluşan masonlukta, her bir derece için farklı 'sır'lar veriliyor. Bir üst dereceye yükselme törenlerinde bu sırlar, mason biraderlere öğretiliyor. Her mason, sahip olduğu sırlara sadık kalmak için sadakat yemini ediyor. Sırların önemi her bir derecede daha da yükseldiği için sadakatsizlik durumunda verilen cezalar da giderek artıyor. Sırları ifşa eden bir çırak (birinci derece), dilinin kesilmesine razı olurken, kalfa (ikinci derece), yüreğinin göğüs kafesinden çıkarılmasını, üstad mason da bağırsaklarının çıkarılıp yakılmasını kabul etmek mecburiyetinde. Daha üst 'felsefi derece'lere (3. dereceden yukarıdakiler) mensup olanlar ise bunların yanı sıra kafatasının parçalanmasını kabul eder.

Masonluk sırları daha önce de yayınlanmıştı

1997 yılında ilk defa mason mabetlerindeki gizli çekimler Kanal 7 televizyonunda yayınlanmıştı. Gizli kamera görüntülerinin birisinde, yalnızca 33. dereceden masonların katılabildiği bir 'şeytana tapma ayini' vardı. Mabette, şeytana tapanların dinlediği bir müzik çalıyor, beyaz giysili, kılıçlı masonlar altı köşeli yıldız önünde kesilen bir keçinin kanını tasa dolduruyordu. Keçinin kafası bir çubuğa geçirilerek yakılıyor ve ayini yöneten büyük üstad, keçinin kanını içiyor, İbranice dualar okuyordu. Diğer görüntülerde ise iki kişinin masonluğa kabul töreni yer alıyordu.

Haber: Ahmet Dönmez
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Kasım 2006       Mesaj #175
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
8.5 milyon engelli var, farkında mıyız?
Köşe Yazısı ve MakalelerTempo Dergisi’nin 16 Kasım 2006 tarihli sayısını günlerdir elimden düşürmüyorum.

İçini karıştırıyorum, kapağına bakıyorum.

Kapaktaki o siyah beyaz, o çok çarpıcı fotoğrafa bakıyorum sürekli...

Genç, güzel bir kadın mikrofonu tutmuş, şarkısına başlamak üzere...

Gözleri ışıl ışıl. Dudaklarında tedirgin bir gülümseme...

Derginin kapağında “Fotoğraftaki fazlayı bulun” yazıyor.

Bakıyorum; genç kadının dizlerinden aşağısı yok.

Fakat “fazla”yı buluyorum: Bu fotoğrafta HAYAT var. Başka hiçbir fotoğrafta görmediğim kadar... Hayat!..

***

Önce Tempo’yu kutlamak istiyorum.

“Her hafta sayfalarımızda engellilerle ilgili bir haber olsun” diye işe başladılar, sonra “engelleri kaldıralım” kampanyasını başlattılar.

En sonunda da Serdar Bilgili’yi ve engellileri stüdyoya sokup çok anlamlı, çok değerli fotoğrafların çekilmesine önayak oldular.

Artık sıra bizde!

Sıra engellilere aramızda yaşama hakkı tanımadığımız gerçeğiyle hesaplaşmamızda, silkinip toparlanmamızda!

Bu ülkede 8.5 milyon engelli var, farkında mıyız acaba?

***

Geçen gün Serdar Bilgili’yle bu çalışma üzerine konuşurken masamızdaki hanımlardan biri “engellileri sokağa çıktığına çıkacağına pişman eden şey yalnızca kaldırımların hali, asansörlerin uygunsuzluğu falan sanıyorsanız yanılıyorsunuz” dedi.

Sorduk: Hangi anlamda?

Devam etti: “Rahmetli annem engelliydi. Evden dışarı çıkmayı çok ister, o anı iple çekerdi fakat sonunda hep hayal kırıklığına düşerdi. 20 yıl boyunca hep şunu yaşadım. Annem dışarı çıktıktan kısa süre sonra karşısına çıkanların kendisine hiç yardımcı olmayan merhamet gösterisi yüzünden sıkılır, tükenir ve beni eve geri götürün, derdi. Engelliler sokağa çıkmak istemediği için engelli denilince sokaktaki birkaç marjinal tip akla geliyor ve bu, durumu daha da vahimleştiriyor.”

Engellilerin bizden beklediği vıcık vıcık merhamet gösterilerimiz veya “neyiniz var, başınıza ne geldi?” türünden bıktırıcı meraklarımız değil ki!

Bizler engellilerin önündeki maddi ve manevi engellerin kaldırılması için çaba gösterelim, yeter!

Onlar nasılsa içlerindeki “fazla”nın gücüyle yollarını bulur.

Serdar Bilgili’nin çektiği fotoğraflar bu gerçeği çırılçıplak biçimde gösteriyor.

Açın o derginin sayfalarını...

Çanakkale’yi sadece kollarının gücüyle iki kez geçen 17 yaşında 18 madalya toplamış yüzücü Berk Akanıl’ın fotoğrafına bakın...

Doktor olmak isteyen küçük Sariye, Ali ve Miraçnur’un fotoğraflarına bakın...

Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

*****

Röportaj, imaj ve bir küçük açıklama
Sabah Gazetesi’nin Pazar ekinde benimle yapılmış bir röportaj çıktı.

Söz konusu ekin editörü de, röportajı yapan kişi de sevdiğim ve mesleki açıdan güvendiğim arkadaşlarım.

Ama nasıl olmuşsa olmuş, “bunu mutlaka yaz” dediklerim ile sadece arkadaşça röportaj dışı anlattıklarım birbirine karışmış.

Anlaşamamışız demek ki!

Belki benim öfkemden,

belki bu patırtının yarattığı şaşkınlığın onların kafasını bulandırmasından ortaya tuhaf bir tablo ve imaj çıkmış.

Olmasa iyi olurdu ama olur böyle şeyler.

Röportaja kızmıyorum.

Zaten kızsam kendime kızarım.

Bütün bu yaşadıklarımın her halde var bir hikmeti deyip geçiyorum.

Şimdilik tabii...

Ama şu unutulmasın: Esas yaptıklarımın ve söylediklerimin arkasındayım.

Çünkü kalp, vicdan, ahlak ve bilgi sahibi olmayı “mızmızlık” sanan duygu tembellerinden olmadım hiç!

Hayatta kaybetmiş olmanın hasetlerini örtmek üzere kullanılan “barışçı medeni tavır” klişesi de beni hiçbir zaman ilgilendirmedi!

Ben cesur barıştan ve sahicilikten yana oldum hep.

Bunları geçelim artık.

Ancak bir noktayı vurgulamak istiyorum: O röportajda gereksiz ve yanlış biçimde dostum Ali Boratav’ın adı geçiyordu.

Tabii komplekslerini polemikçilik sanan “köşeci” aklı sıra beni “teşhir” ettiği yazısında hemen bu olayın üstüne atladı.

Oysa Ali 22 yıllık dostumdur. Elbette duygularımı paylaşmış, destek çıkmıştır. Ama malum “köşeci”yle de bir çatışma içinde falan değildir. O yüzden “mertlik sınavı”na çağırılması kadar anlamsız bir şey olamaz.

Dostum Ali Boratav’ın adının böyle bir gerekçeyle tartışmaya sokulması beni çok üzdü. Bunun bilinmesini isterim.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #176
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Memleketin laik kesimi “şarap vurdu”ya gitti

Köşe Yazısı ve MakalelerDünyanın gündemle en alakasız bir yazısına daha hoş geldiniz.. Fakat bu benim suçum değil.. Türk şarap üreticilerinin suçu. Ayrıca Üsküdar’da kamusal alanda içki içme protestosu yapan ve fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla şarap içen Deniz Som ve arkadaşlarını da ilgilendirebilir. En azından.

Ne diyorduk? Türk şarapları.

Hani memlekette bir meraktır gidiyor ya şarap da şarap, şarapçılık da şarapçılık diye.. Gurmeler bir yandan, Sayın Neo Diyonizos Ertuğrul Özkök bir yandan, vinologlar, önologlar, hödologlar bir yandan..

Yok efendim şarap tadım kurslarıymış, yok efendim “centilmen çiftçiliğiymiş” (hali vakti yerinde emekli veya değil bir takım ağbilerin, amcaların şehir dışında küçük bir bağ alıp veya dikip kendi şaraplarını kendi üretmeleri hadisesi..) yok efendim Mürefte’ye, Kapadokya’ya bağbozumuna gitmelermiş, yok şarap dergileri çıkarmalar, yok ödüller almalar vermeler, yok yeni etiketler, yok yeni şişeler..

Ki bazı faaliyetlere biz de katıldık netekim.. Sanırsınız Bordo bölgesi Ortadoğu şubesiyiz.. Memlekette bir şarap kalkınma hareketi var ki aman Allah’ım! Dünyanın en iyi şarapları ha üretildi ha üretilecek.. Az kaldı.. Bu sene değil belki ama seneye kesin bir numarayız. Kalecik Karası’nı (bir üzüm çeşidi) neredeyse kızımıza isim olarak koyacağız. Öküz Gözü’nü de (bir başka üzüm çeşidi) oğlumuza diyeceğim ama “ö” ile başlayan kelime işi bozuyor ne yazık ki.. Öyle bir sevgi, öyle bir pohpoh olayı yani.. Dün, bir arkadaşımla yemeğe çıktık. Gece boyunca hepi topu dört kadeh kırmızı şarap içtim. İlk iki kadeh biraz büyüktü, son iki kadeh likör bardağı büyüklüğündeydi.. Yani ortalaması normal bir kadehe tekabül eden dört kadeh.

İki değişik marka içtim. İlk iki kadeh Angora idi. Son iki kadeh Buzbağ idi.. Bırak sarhoş olmayı, çakırkeyf bile olmadan eve geldim, suyumu içtim ve yattım, uyudum.. Tekrar ediyorum suyumu içtim ve yattım.. Su önemli bir detay..

***

Sabah, yemin ediyorum dört matkap birden, kafamı çeşitli yerlerinden oyuyordu. Delmeyi geçmişler üç gidiş üç geliş tünel açıyorlardı.. Öyle korkunç bir ağrı! Uyuşturmadan beyin ameliyatına girmişim gibi. Hiçbir surette kafamı kaldıramıyorum. Kaldırdığım anda da yatıramıyorum. Ne ayakta kalabiliyorum ne uzanabiliyorum.. Ne gözlerimi açabiliyorum ne kapatabiliyorum. Su bile içemez durumdayım, o hareket bile ağrıyı arttırıyor.. Dediklerim birbirleriyle komple çelişiyor farkındayım ama durum bu kadar kötü yani. Özetle hiçbir şey yapamaz haldeyim. Ağrıdan kıvranıyorum sadece. Daha doğrusu kıvranamıyorum bile. Beton yutmuş gibi sabit duruyorum. Ve bu korkunç durum işbu yazıyı yazarken de devam ediyor..

***

Ben dün gece şarap namına ne içtim ciddi olarak merak ediyorum. Bugüne kadar defalarca kırmızı şarap içmiş biriyim. Bu miktarın çok üzerinde üstelik. Yatmadan önce bol miktarda su içmezsem ne içerse içeyim başım ağrır. Onu ihmal etmiyorum, histamin, mistamin gibi şarap içinde bulunan bir takım maddelere de alerjim yok.. Bugüne kadar yabancı şarabın baş ağrısı yaptığı da olmadı.. Fakat bazı yerli şaraplar var ki.. Hani bunlar ucuz şaraplar da olmak zorunda değil.. Şişesine 25 lira falan verdiğin şaraplar.. Onlar da yapıyor!

Dün içtiklerim arasında suç hangisindeydi bilmiyorum. Bildiğim şey şu ki şarap yapımında bir sürü antin kuntin işlerin DE döndüğü. Giderek artan talep nedeniyle uydur kaydır bir sürü şarabın da yapıldığı. Çürük üzümden yapılmış şaraplarda istenmeyen mikroorganizmalar ölsün veya fermantasyon dursun diye bol miktarda “kükürt dioksit” boca etmeler, yavan bir şarap çıkınca ortaya yapay aromalar eklemeler, yapay renklendiriciler eklemeler, hızlı üretmek için bir takım başka maddeler koymalar, yeterince temiz ve hijyenik ortamda üretim yapmamalar, bu nedenle şarabın bol miktarda küf içermesi... Bütün bunların baş ağrısı, halsizlik ve yorgunluk yapması...

Duyuyoruz, okuyoruz. Yerim dar, yazamıyorum ama fazlasını biliyorum.. Demem o ki, bir yandan İslamileşirken, bir yanda Avrupaileşirken bir bir taraf “şarap vurduya” gitmesin? Bir bilen, bir doktor, bir yetkili hatta bir veteriner bile olabilir durumu açıklayabilir mi acaba? Olası bir başka zehirlenmeye karşı ne yapılacağını da.. Bittim ayol!
MaKaLeLe - avatarı
MaKaLeLe
Ziyaretçi
23 Aralık 2006       Mesaj #177
MaKaLeLe - avatarı
Ziyaretçi
> Belçika-Hollanda ortaklığı Fortis tarafından satın alınan Dışbank,
dünden
> itibaren müşterilerini Fortis Bank adıyla kabul etmeye başladı. Fortis
> Bank Yönetim Kurulu Başkanı Karel De Boeck, 2010 yılına kadar şube
> sayısının 183'ten 300'e çıkarılacağını açıkladı." Bu haber dün,
> Türkiye'nin mümtaz basın ve yayın organlarının hemen hemen tümünde yer
> aldı. Fakat hiç kimse, Fortis Bank'ın, PKK'nın kullandığı mayınları
üreten
> firmaya ortaklığından bahsetmedi. İşte gözden kaçan! o detay:
>
>
> Dünya üzerindeki bankaların hareketlerini izleyen Netwerk Vlaanderen
adlı
> kuruluş, aralarında Fortis Bank'ın da bulunduğu 5 bankanın, Birleşmiş
> Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından üretimi yasaklanan misket
> bombası, nükleer bomba, seyreltilmiş uranyum silahları ve mayın gibi
> mühimmat üreten silah şirketleriyle ortak olduğunu belgeledi.
>
> Netwerk Vlaanderen tarafından hazırlanan 52 sayfalık raporda,
Belçika'nın
> önde gelen finans kuruluşlarından biri olan Fortis Bank'ın, dünyanın en
> büyük mayın üreticisi Singapore Technologies Engineering-STE'de
1,376,600
> adet hissesinin bulunduğu ortaya çıkarıldı.
>
> Raporda Fortis Bank'ın ortak olduğu Singapurlu mayın üreticisi STE'nin
> VS-50 ve VS-69 tipi mayınlar ürettiği belirtildi. Singapurlu STE
> firmasının ürettiği VS-50 ve VS-69 tipi mayınlar, Güneydoğu'da PKK
> tarafından sıklıkla kullanılıyor.
>
> Dünya Mayın İzleme Komitesi'nin 1999 tarihli raporunda Singapur'un tek
> mayın üreticisi STE'nin Valsella Valmara 69 ve Valsella VS-50
mayınlardan
> milyonlarca adet ürettiğini belgelemişti.
>
bu bir internet sitesinin haberiydi...adını vermiyorum doğru olmaz diye


evet arkadaşlar bu gerçek bende inanamadım ama doğru hsbc ile de ilgili böle şeyler var diyolar ama bilmiyorum arastırıcam
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Aralık 2006       Mesaj #178
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Eski Bir yazı, ama Paylaşmak İstedim..

Bizde sek-s, zevk değil, ezadır.

Alpay, devre arasında, soyunma odasına giden tünelde Beckham'ın anasına
küfretti mi?
Alpay "Küfretmedim. Ne annesini tanırım, ne babasını..." diyor. Ama bu
işlerde tanışıklık aranmadığı malum.
İngiliz gazeteleri haberi biraz şaşkın bir üslupla verdi.
Öyle ya; Beckham'ın annesi neresinden baksanız 50 yaşlarında olmalı...
Alpay gibi bir delikanlı, hiç tanımadığı, 50'lik bir kadına neden
tecavüz etmek ister?
***
Sahi nedir anadan istenen?..
Neden, cenneti ayaklarının altına serdiğimiz, "Onun gibi yar olmaz"
dediğimiz analar, toplumsal bilinçaltının ilk cinsel hedefidir?
Malum, her öfke nöbetinde erkek ağzından kusmuk gibi boşalıveren o küfür
zincirinin ilk halkasında "ana", en müstesna yeri alır.
Onu genellikle "...avradını" izler.
Ardından iş, "sülale" boyutunda genişletilir.
Sonra küfredenin hayal genişliğine göre "kızını, kızanını, ******,
kancığını, kısrağını" diye sürer gider. Ve nihayet "gelmişini, geçmişini,
atanı, ecdadını" bölümüyle tasallut, tarihsel bir derinlik kazanır.
Böyle zengin bir libido karşısında Freudyen yorumlara meyledip işin
altında erkek çocuğun baba nefreti ve anne saplantısıyla büyümesini mi
aramalı?
***
Maç öncesi Milliyet Popüler Kültür'de Reşat Çalışlar'ın "Türklerde ve
İngilizlerde küfür" kıyaslamasını yayımlamıştık.
Reşat, Türk argosunun "bileşik küfür üretme" yetisinin İngilizlerde
bulunmadığını yazıyordu. İngilizler olsa olsa "kaltak paçavrası" filan gibi
iki kelimeyi yan yana getirip tamlamalar yaratarak küfrediyordu. Öyle tadını
çıkara çıkara, ağzını doldura doldura, 7 cedde uçkur çözerek "defteri
kebirden okumak" yoktu İngilizlerde...
Onların yaratıcılığı, abartılı ve şiddet içerikli "kalaylama"dan ziyade,
cinsellik içeren orijinal argo ifadeler üretmekteydi. Reşat o örneği
vermemiş, ama konumuz açısından enteresan bir örnek, "mother****er"dır.
Yani "ana becerici..."
***
Görüldüğü gibi, anne orada da işin içinde...
"******* bellemek" tabiri Karagöz oyunlarında da var. Yani hiç de yeni
değil, anaya bulaşma adeti...
Hulki Aktunç'un "Büyük Argo Sözlüğü"nde (YKY, 1998) "Anan güzel mi"den
("Kendini akıllı mı sanıyorsun"), "Anası bellenmek"e (Zorluk çekmek),
"Anasının donu başında olmak"tan (******* pazarlamak), "******* satmak"a
(boşvermek) kadar pek çok tabir yer alıyor.
Erkeklere özgü bir jargon mu bu?..
Öyleyse bile kadınları çok etkilediği kesin. Çünkü "Belki kadınlar daha
insaflıdır" diye baktığım Filiz Bingölçe'nin "Kadın Argosu Sözlüğü"nde de
analar yine küfrün başköşesindeydi:
"Anasının ananası", "******* eşek kovalasın", "anasının nikahı",
"anasınınkini çay tabağında görmek" vs. vs...
***
Beckham'ın anasına dönecek olursak...
Ben Alpay'ın - küfrettiyse - kadıncağıza karşı bir art niyet beslediği
kanısında değilim.
Size tuhaf gelebilir ama meselenin kökeninde galiba yine anne sevgisi
yatıyor.
Çünkü namus mefhumunun yüceltildiği toplumlarda, kızan adam, kızdığı
adamı, en çok kızdıracak yerinden vurmak istiyor ve en kutsal olanı
hedefliyor:
O da anne...
Paradoksal olarak en kutsal olan, aynı zamanda, okka altına ilk giden
oluyor.
Peki neden "öldürürüm" filan değil de "beceririm"?
Tecavüzcüler dünyasında "ölüm" kurban için kurtuluş sayılır da ondan...
Bizde seks, zevk değil, ezadır.


Can Dündar...
Hi-LaL - avatarı
Hi-LaL
Ziyaretçi
6 Ocak 2007       Mesaj #179
Hi-LaL - avatarı
Ziyaretçi
MİT geleceği karanlık gördü...

Köşe Yazısı ve Makaleler



MİT Müsteşarı Emre Taner, dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, ister sosyal-ekonomik-siyasi, ister ahlaki-dini olsun yeniden şekillendiği ve hatta yeniden tanımlandığı bir sürecin yaşandığını kaydetti.
Taner, açıklamasında, "Yaşadığımız bu süreç aynı zamanda parçası olduğumuz uluslararası sistemin de kuralları, başrol oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok farklı bir boyutta yeniden belirlenmeye ve hatta doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir" ifadesine yer verdi.
SOVYET YIKIMINA HAZIRLIKSIZ YAKALANDIK
Taner, 20. yüzyılın ikinci yarısında kurulan iki kutuplu dünya düzeninin uzun süre devam etmeyeceğinin önceden öngörülebilir bir olgu olmakla birlikte 1990 ve sonrasındaki sürece hazırlıksız yakalanıldığını belirtti. Taner, şunları kaydetti:

"Elbette bunun en önemli nedeni, sistem içindeki yapılanmaların ve analizlerin statükocu yaklaşıma koyu bir muhafazakarlıkla sahip çıkmalarıdır. Bu nedenle de geleceğe yönelik tahminler bu katı kuralcı yaklaşım içinde başarısız olmuştur.
Dünyadaki istihbarat teşkilatları da sistemin birçok aktörü ya da oyuncusu gibi bu yeni 'belirsizlikler' dünyasını öngörememiştir. Ayak sesleri özellikle teknolojik gelişmeler ve bu gelişmelerin öncülük ettiği farklılaşan ekonomik ilişkilerle ortaya çıkan, çoğu kez küreselleşme olarak nitelendirilen ve dünyadaki insan toplulukları arasında siyasi sınırların ortaya çıkardığı iletişim limitlerini belirsizleştirerek bir 'değer devrimi' de yaratan bu radikal değişim süreci, sarsıcı bir hızla her şeyi etkisi altına almış, savunma ya da uyum mekanizmaları geliştirmeye imkan tanımamıştır. Soğuk Savaş döneminin ortaya çıkardığı katı kurallarla işleyen istihbarat teşkilatları da ortaya çıkan bu yeni ve inanılmaz derecede oynak ortam karşısında ister istemez yetersiz kalmışlardır."

ULUS DEVLETLERİN BİR BÖLÜMÜ YOK OLACAK

Taner, "Bulunduğumuz dönem, gelecekte birçok ulus devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır. Bu devletler sadece gelişmemekle ve dünya yönetiminde söz sahibi olanlar arasına dahil olmamakla kalmayacak, aynı zamanda birçoğu günümüz teknolojik devriminin ve küresel ekonominin rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitireceklerdir" dedi.

TÜRKİYE SÜREKLİ SAVUNMADA KALMAMALI

Bu süreç içinde, Türkiye, gerek stratejik gerekse jeopolitik önemi nedeniyle kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da 'bekle-gör-tavır al' taktiği ile sınırlama lüksüne sahip olmadığını vurgulayan Taner, "Uluslararası sistemi ayrıntılı ve isabetli bir tanımlama ile (kendi konumu ile ilgili) taktik, stratejik ve yüksek stratejik tutumlara sahip olmak zorundadır. Yalnız savunma pozisyonunda olmak Türkiye'ye haiz şartlar nedeniyle kabul edilemez bir davranış olacaktır. Bu nedenle de Türkiye tüm kartlarını/avantajlarını maksimum düzeyde bir verimlilikle değerlendirmek durumundadır. Elbette bunu gerçekleştirebilmesi hiç de kolay değildir" diye konuştu.


Alıntıdır

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Ocak 2007       Mesaj #180
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İçinden ağaç geçen kafe: LİMON
Köşe Yazısı ve Makaleler

Candan İstanbul’a gelmiş. Hem de LİMON’uyla beraber!

Anahtar kelimeleri sayıyorum: Bodrum, Gümüşlük, manzara, gün batımı, kahvaltı, lezzet fırtınası, Balon Rıza, Candan, açık hava oturma odası, envai çeşit reçel, mezelerin şahı, kral yolu..

Bir şeyler hatırladınız mı? İki yaz evvel ben yazmıştım, geçen yaz da Selahattin Duman yazdı. Hani “Bodrum’a gitmek için tek neden” dediğim, gecesi ayrı güzel, gündüzü ayrı güzel dediğim, kahvaltı konusunda Bozcaada’daki Rengigül Konukevi Özcan Hanım’la yarışabilecek tek yer dediğim harikulade yer!

İşte bu LİMON artık aynı zamanda İstanbul’da. Nerede? Rumelihisarı’nda. İskele Restoran’ın karşısında, Muamma Bar’ın üst katında. (Fıstık yeşili boyalı yer)

Henüz tabelası yok. Ona vakit bulamamış ama yakında olacak...

Bu sefer bahçede değil. Bu sefer güzel günler için balkon ve terası olan, soğuk günler için sevimli bir salonu olan bir bina katında.

Ama ne var? İçinde kocaman bir çınar var! Evet içinden ağaç geçen bir kafe bu sefer.. Ağacı kesmeyip etrafına yapmışlar binayı o nedenle yan masada kocaman bir çınar oturuyor.. Heh!

Tabelası yok ama onun dışında her şeyi tamam.

Bodrum’dan köylü peynirleri, yine Bodrum yaz domatesinden yapılmış domatesli biberli kekikli “daldırmaç” (bu lafı ben uydurdum. Ekmeği daldırdığın şey manasında..) Bodrum meyvelerinden yapılmış çeşit çeşit ev reçeli, Bodrum zeytinlerinden yapılmış iki çeşit yine evde yapma zeytin, ÖZ HAKİKİ ISPANAKLI KOL BÖREĞİ (evet varmış yapabilen), karmakarışık omlet, nefis İzmir tulum peyniri ve şimdi aklıma gelmeyen bir sürü şey.. Gelmiş yani hepsi Candan’ın peşinden Bodrum’lardan! Mis gibi kokuları ve lezzetleriyle...

Bu seferin bombası: Mandalina reçeli! Candan’ın Gümüşlük’te kendi eleceğiziyle topladığı mandalinalardan hem de. Fakat böyle bir şey ilk defa gördüm. Mandalinalar neredeyse bütün. Kocaman bombalar şeklinde geliyorlar tabak içinde!

Bir de “kiş” hadisesi var. Fransız böreği diye özetleyebileceğim nefisella şey. Onu kahvaltının sonuna doğru getiriyorlar o nedenle son bir yarım yumrukluk yer ayırın midenizde..

Durum budur! Pazartesi hariç her gün açık..

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap